Home Blog Page 59

Hakan Ünay ile Pazarkule Sınır Kapısındaki Düzensiz Göçmenler Üzerine Bir Röportaj

Bu röportaj Göç Araştırmaları Vakfı bünyesindeki Türkiye Göç Araştırmaları Merkezi’nde  Araştırmacı olarak çalışmalarını sürdüren  Hakan  Ünay  ile gerçekleştirilmiştir. Kendisi  Necmettin Erbakan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde yüksek lisans öğrencisidir. Ocak 2018’de başladığı yüksek lisans eğitimini “Duvar’ın Yıkılışından Duvarların İnşasına: Realist Perspektiften ABD, İsrail ve Türkiye’nin İnşa Ettiği Duvarlar” başlıklı teziyle Aralık 2020’de tamamlayacaktır. Hakan Ünay, sınır, göç ve sınır yönetimi, sınır güvenliği ve Avrupa ülkelerinin göç politikaları alanlarında çalışmalar yürütmektedir. Buna paralel olarak bu röportaj Hakan Ünay’ın  “Düzensiz Göçmenlerin Sınırı Geçme Deneyimleri ve Kararlılıklarının Analizi: Pazarkule Sınır Kapısı Örneği” adlı çalışmasına istinaden gerçekleştirilmiştir.

 

1. Öncelikle Göç Araştırmaları Vakfı ile başlayalım. Vakıf hakkında bilgi verir misiniz?

Göç Araştırmaları Vakfı; göç ve diaspora alanlarına ilişkin sorunları tespit ederek çözüm önerileri sunmak, karar vericilere politika üretimi noktasında destek vermek ve ilgili alanlarda büyük bir eksiklik olarak görülen nitelikli insan kaynağı yetiştirmek amacıyla 2010 yılında kuruldu. 2018 yılında hayata geçirdiği Göç ve Diaspora Akademisi, akademi bünyesindeki kademelendirilmiş eğitim programları, aktif olarak çalışmalarını yürüten Türkiye Göç Araştırmaları Merkezi (TÜGAM) ve Türk Diasporası Araştırmaları Merkezi (TÜDAM) ile faaliyetlerine devam ediyor. Araştırma merkezlerinde, göç ve diasporanın farklı alanlarında uzmanlaşma sürecinde olan araştırmacı ve araştırma asistanları bulunuyor. Yayınladığımız analizler, raporlar, kitaplar ve diğer çalışmalarla alana katkı sunma gayretindeyiz.

2. Geçtiğimiz aylarda yayınlanan çalışma raporunuz da bu çalışmalardan birisi ve Edirne Pazarkule Sınır Kapısı’ndaki saha araştırmanızın bir çıktısı. Araştırmanıza ilişkin merak ettiğim çok şey var. Öncelikle bölgeye ulaştığınızda göçmenler ile ilgili ilk neler dikkatinizi çekti?

Aslında Pazarkule Sınır Kapısı bu sürecin son aşaması. Bunun öncesinde bu süreci tetikleyen gelişmelere de bakmak gerekir diye düşünüyorum. 27 Şubat’ı 28 Şubat’a bağlayan gece İdlib’te 33 askerimizin şehit edilmesi ilk kırılma noktası oldu. Devamında oluşan yoğun diplomasi trafiği ve basına yansıyan “Türkiye’nin Avrupa’ya geçmek isteyen göçmenleri artık engellemeyeceğine” ilişkin haberler ile başka bir boyuta taşındı. Nitekim haberi duyan farklı uyruklardan göçmenler de Yunanistan sınırına hareket etmeye başladı.

7-8 Mart tarihlerinde bölgedeydik. Pazarkule Sınır Kapısı’na ulaştığımızda inanılmaz bir kalabalık, kargaşa ve adeta savaş alanını andıran bir manzara ile karşılaştık. Özellikle Yunanistan tarafından atılan gaz bombaları şartları çok zorlaştırıyordu. Göçmenlerin bazıları özellikle sınır kapısındaki tampon bölgede Yunanistan’ı protesto ederken, büyük bir çoğunluk Kızılay’ın her öğün dağıttığı yemeklerden almak için metrelerce uzunluktaki kuyruklardaydı. Olası tartışmaları önlemek için erkekler bir tarafta kadın ve çocuklar bir tarafta sıraya sokulmuş. Bunun dışında göçmenler tarafından yapılmış derme çatma barakalar da oldukça fazlaydı. Kısacası oldukça zorlayıcı şartlar vardı.

3. Sınır kapısında gözlemleriniz dahilinde göçmenlerin demografik yapısı hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Bölgede görüştüğüm 23 göçmenin yaş ortalaması 27,5’ti. Görüştüğüm göçmenlerde her ne kadar yarı yarıya gibi evli-bekar oranı olsa da bölgede bulunanlar arasında bekar kesimin ağırlıkta olduğunu söyleyebilirim. Yine Afgan uyruklu göçmenler ağırlıktayken Suriye, Pakistan, Somali, İran ve Iraklı göçmenler ile görüşme fırsatım oldu. Bu dağılımların bölgede bulunan genel göçmen kesiminde de hemen hemen aynı olduğunu söyleyebilirim. Buna ek olarak kadın göçmenlerle görüşme yapmak biraz daha zor. Özellikle de karşı cins olduğunuz için. Dolayısıyla erkek göçmenlerin ağırlıkta olduğu bir görüşme grubuna sahiptim. Ayrıca genel itibariyle bölgede oldukça fazla sayıda çocuk vardı ve maalesef atılan gaz bombalarından en çok etkilenenler de onlardı. Hatta hamile kadınlar dahi sınırı geçmek için bölgede bekliyordu.

 

4. Görüştüğünüz düzensiz göçmenlerin temel kaygı ve umutları ne yönde idi?

Göçmenler ile ilgili ilk dikkatimi çeken oldukça kararlı olduklarıydı. Bu sınırların açılacağına olan inancın çıktısı mutlaka; ama daha bölgeye gelmeden kararlılıklarını göstermişlerdi zaten. Çoğu işini, evini bırakarak, kısa sürede eşyalarını satarak bölgeye gelmişler. Göçmenler için bu saydıklarım tekrar edinimi çok güç şeyler. Aynı şekilde bölgedeki o zor koşullarda günlerce sınırı geçmek için bekliyorlardı. Ne kadar daha bekleyebilirsiniz, diye sorduğumda da geçene kadar, ölene kadar cevaplarını çok aldım. Bir süre verenler de en aşağı 1-2 ay kalacaklarını söylüyordu zaten. Örneğin, sınırı geçmeyi deneyen, şiddet görüp eşyalarına el konulup gönderilenler de vardı. Sorduğumda onlar da tekrar deneyeceklerini ifade ettiler. 3 kere sınırı geçmeyi deneyip gerekirse 13 defa daha deneyeceğini söylemek büyük bir kararlılık ve umut unsuru bana göre. Tabi özellikle sınırın açılmayacağına dair kaygıları da yok değildi.

5. Pazarkule yerel halk sınır kapısında bekleyen göçmenlere nasıl bakılıyordu,  yardım, dayanışma örnekleri var mıydı?

Bölgedeki yetkililerden öğrendiğimize göre özellikle ilk günlerde yerel halk hem gıda hem kıyafet ve battaniye yardımları yapmış. Kasa kasa ekmekler, sebze ve meyveler gelmiş. Ancak bir süre sonra muhafaza etmek zorlaştığı ve bozulma durumu da olduğu için gıda yardımları kabul edilmemeye başlanmış. Şehir merkezinde konuştuğumuz çoğu esnaftan da yardım edildiğini duyduk. Ancak maalesef kötü örnekler de vardı. Örneğin Afgan bir göçmen yaptığı barakada kullandığı naylonu yakınlarda bir köyden satın aldığını söylemişti. Buna rağmen genel olarak büyük bir merhamet ve yardımlaşmanın olduğu söylenebilir.

6. Görüştüğünüz düzensiz göçmenler sınır kapısına geliş sürecinde ne gibi zorluklar yaşamışlar?

Açıkçası en büyük zorluk her şeylerini geride bırakmak zorunda kalmaları. Kimi işini kime evini bırakarak bölgeye gelmiş. Bunun dışında Türkiye’nin birçok yerinden bölgeye gelen göçmenler vardı. Özellikle Edirne’ye uzak şehirlerden gelenlerin daha fazla zorlandığı söylenebilir.

7. Sizin gittiğiniz yerde göçmenlerle birebir tanık olduğunuz önemli bir olay var mıydı, varsa nedir?

Olay değil ama bazı anlar var beni etkileyen. Bölgede çocukların fazla olduğunu söylemiştim. Somalili bir göçmenle görüşürken oğlu geldi yanımıza, adı Yusuf. Hatta raporda da fotoğrafı yer alıyor sanırım. Gazdan etkilenmemek için bir peçete ile ağzını kapatıyor. Görüşme esnasında gözünü elimdeki kalem ve kağıtlardan hiç ayırmadı Yusuf. Görüşme sonunda kendisine kalem kâğıdı verince gözündeki mutluluğu görmeniz lazımdı. Bir İranlı göçmenin “Haberlerden duyuyoruz, Cumhurbaşkanı Avrupa ile görüşüyormuş sınırı kapatacakmış. Doğru mu?” sorusu da aklımda kalanlardan.

8. Göçmenler için Türkiye’nin şimdiye kadar birçok ülkeden daha ılımlı politikalar geliştirdiğini biliyoruz. Gerek açık kapı politikası olsun gerekse göçmenlerin eğitimi için sunduğu olanaklar, kültürel yakınlıklar, bütün bunlar düşünüldüğünde göçmenler niye Türkiye’den gitmek istiyor?

Evet Türkiye kendi şartlarının elverdiği kadarıyla her alanda göçmenlere yardımcı olmaya çalışıyor. Görüştüğüm göçmenlerin büyük bir kısmı da bundan memnuniyetlerini dile getirdiler. Ancak cümlelerinde hep bir “ama” vardı. Türkiye’den gitme gerekçelerinden ilki sosyo-ekonomik zorluklar. Göçmenlerin birçoğu oldukça düşük ücretler karşılığı çalışıyor ve mevcut koşullarda o miktarlarla geçinmek çok zor. Ayrıca toplum tarafından da kabul edilmediklerini düşünüyor çoğu göçmen. Örneğin Suriyeli bir göçmen, “devlet bizi kabul etti ama millet kabul etmedi” demişti. Bunu genele yaymak doğru değil ama bir kesim için bu yaklaşımın doğru olduğu söylenebilir. İkinci gerekçe ise vatandaşlık konusu. Göçmenler arasında Avrupa’ya geçince kısa bir süre sonra vatandaşlık verildiği inancı var. Çoğu göçmen yıllardır Türkiye’de olup da vatandaşlık alamamaları nedeniyle Avrupa ülkelerine geçmek istiyor.

9. Sınır kapısında göçmenler, Türkiye ve Yunanistan tarafından nasıl bir muamele görüyordu? İki ülkenin de göçmenlere takındığı tavırlar ile ilgili benzerlik ya da farklılık gözlemlediniz mi?

Kesinlikle benzer bir taraf yoktu. Bir tarafta tüm imkanlarıyla göçmenlere destek veren bir Türkiye var. Diğer tarafta ise göçmenler sınırı geçmesin diye insanlık dışı muamelelerde bulunan bir Yunanistan. Tarihi geçmiş gaz bombaları kullanan, üstelik gazlar göçmenlere daha iyi etki etsin diye sınır kapısının olduğu alana dev pervaneler kuran bir devletten bahsediyoruz. Dahası gerçek mermi kullanarak birçok göçmenin hayatına kaybetmesine neden olan bir devlet. Farklılık çok çok fazla yani.

10. Sınır kapısının ardını göçmenler nasıl tanımlıyor?

Çalışma kapsamında sınırı geçen ama geri gönderilen birçok göçmenle görüştüm. Açıkçası çoğunlukla gördükleri şiddet eyleminden, eşyalarına el konularak geri gönderilmelerinden ama geçene kadar tekrar tekrar deneyeceklerinden bahsettiler. Bu geçişler elbette sınır kapısından olmadı. Sınır kapısının etrafındaki ormanlık alanlar ve nehir üzerinden yapıldı. Ancak göçmenlerin hepsinin sınırı geçmeseler dahi o kapının ardında gördüğü tek bir şey var: “daha iyi bir yaşam”. Üstelik bunun için sadece Pazarkule Sınır Kapısı da yeterli olmayacak. Ve maalesef diğer devletlerin de sınırlarda aldıkları güvenlik önlemleri göz önüne alındığında, göçmenlerin yeterince zorlu olan yolculukları daha da zorlaşacak gibi görünüyor.

 

ÖZLEM ERGENÇ

Göç Çalışmaları Staj Programı

                                                                Düzensiz Göçmenler – Düzensiz Göçmenler – Düzensiz Göçmenler – Düzensiz Göçmenler – Düzensiz Göçmenler – Düzensiz Göçmenler – Düzensiz Göçmenler – Düzensiz Göçmenler – Düzensiz Göçmenler                                           

İfade Özgürlüğü Üzerine Bir İnceleme: Uluslararası Af Örgütü

ÖZET:

Uluslararası Af Örgütü (UAÖ), 1961 yılında kurulmuş bir örgüttür. UAÖ, hiçbir dine, devlete ya da ideolojiye bağlı değildir. UAÖ’nün günümüzde bu kadar güçlü ve etkin rol oynamasını örgütün çeşitli ülke ve üyelerinin varlığını sürdürmesine dayandırabiliriz. UAÖ’ nün, düşünce ve ifade özgürlüğünden başlayarak kadın haklarına, silahsızlanmadan zulmün önlenmesine kadar geçen çoğu faaliyetlerde evrensel insan hakları düzeylerinde yapacakları saygının ilerletilmesinde büyük ve önemli rolleri bulunmaktadır. Örgütün çalışma alanlarındaki çeşitlilik onu çoğu ödüle tabi tutmuş son aldığı 1978 tarihinde Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Ödülünü örnek olarak gösterebiliriz. Dünya çapında düşünce suçlarına özgürlüğü savunan örgüt, acil ve uzun vadede kampanyalar yürütmektedir. İfade özgürlüğü bir hak olarak tanımlanır ve demokrasilerde önemli bir yeri vardır. Düşüncelerin rahat ifade etmenin zor olduğu ülkelerde ileri medeniyetler seviyesine ulaşmak daha da zorlaşmıştır. Bu çalışmada ifade özgürlüğü kapsamı içinde ifade özgürlüğünün önemi, ifade özgürlüğü hakkı kavramı ele alınacak ve dünyadan ifade özgürlüğü hakkında çeşitli örnekler ve ülkemizde sosyal medya ve basın özgürlüğü açısından tartışılacaktır.

Anahtar kelime: İfade Özgürlüğü, Uluslararası Af Örgütü, Birleşmiş Milletler, İnsan Hakları, Basın Özgürlüğü

ABSTRACT:

Amnesty International is an organization founded in 1961. Amnesty International is not affiliated with any religion, state or ideology. We can attribute the fact that Amnesty International plays such a powerful and active role today in the existence of various countries and members of the organization. Amnesty International has a great and important role in advancing the respect they will make at the level of universal human rights in many activities ranging from freedom of thought and expression to women’s rights, from disarmament to preventing persecution. The diversity of the Organization’s fields of work has given it many awards and we can cite it as an example of the United Nations Human Rights Award in 1978. This organization, which advocates freedom of thought crimes worldwide, conducts urgent and long-term campaigns. Freedom of expression is defined as a right and has an important place in democracies. In countries where it is difficult to express thoughts comfortably, reaching the level of advanced civilizations has become more difficult. In this study, the importance of freedom of expression within the scope of freedom of expression, the concept of the right to freedom of expression will be discussed, and various examples of freedom of expression from around the world will be discussed in terms of social media and press freedom in our country.

Keyword: Freedom of Expression, Amnesty International, United Nations, Human Rights, Freedom Of The Press

1. Giriş:

Uluslararası Af Örgütü, 1961 tarihinde faaliyete geçmiş ve durmaksızın günümüze kadar faaliyetlerini sürdüren, bu alanda çeşitli ödüller almış sivil toplum kuruluşudur. UAÖ, dünyanın her yerinde 216 ülke ve alanda çalışmalar sürdüren, 10 milyondan fazla insanın, tüm insanların haklarını kullanabilmesi için uğraşlar sarf ettiği ulusal eylemlerdir. UAÖ gönüllü üyeleri, İstanbul’daki ilk çalışmalarını, 1996 yılında Çin’deki yapılan insan hakları zulümlerine karşı bir tepki olarak toplanmışlardır. Uluslararası Af Örgütü, Türkiye şubesinin resmen kurulması için gönüllülerinin yüksek uğraşları sonucunda, 2002 yılında kuruldu. Örgütün, Türkiye şubesinde, ilk resmi başkanı Özlem Dalkıran olmuştur.

Örgüt, hiçbir devlete bağlı kalmayan, kar amacı gütmeyen ve dini görüş belirtmeyen bir yapıya sahiptir. UAÖ, insan haklarında saygının üstün kabul edildiği, yapılan ihlallerin önlenmesi ve hakların muhafaza edilmesi için faaliyetlerini büyük uğraşlarla sürdüren, aynı zamanda dünya çapında bilinen, gönüllü bir örgüttür. UAÖ üyeleri kendi devletlerinde insan hakları eğitimi, ülkelerinin uluslararası insan hakları sözleşmelerine başvurması, idamların kaldırılması veya yasaların uluslararası standartlara elverişli hale getirilmesi için çalışmalar gerçekleştirirler. Örgütün vizyonu ise, her insanın İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi aracılığıyla onaylanan insan haklarına ve diğer tüm uluslararası insan hakları standartlarına ulaşabilmesini düzenlemektir.

UAÖ’ nün, tarafsızlığını sürdürmek aynı zamanda evrenselliğini korumak için bütün üye ve gönüllülerinin uymaları gereken kaideler mevcuttur: Kendi ülkende çalışma kuralı. Mevcut kural gereği, aktivistler veya gönüllüler ülkelerinde bulunan ihlallere UAÖ faaliyetleri adına çalışmalarda bulunamaz. Kendi devletleri için çıkan veriler ile ilgili görüş bildiremez ama bu verileri ve sonuçlarını paylaşabilirler.

İnsanlar varoluş yapıları gereği düşünce ve ifadelerinde farklılıklara sahiplerdir. Ayrıca yönetenler ve yönetilenler aynı görüşte olmayabilirler ya da olabilirler. Hükümetler, kendilerinden farklı görüşlere saygı göstermeliler ve aksi durumlarda devletlerin göstermiş olduğu tepkilerin onların insan haklarına ne ölçüde yaklaşım gösterdiklerini sergilemiş olurlar. Devletler nefret söylemini ve kışkırtıcı eylemleri engellemek zorundadırlar. Bu görüşleri özgür ve hür şekilde ifade etmek insanların en temel hakkıdır. İnsanlar düşünce ve ifadelerini kullanırken bulunduğu topluma aykırı olmadan uygun biçimlerde ifade etmektedirler.

2. Uluslararası Af Örgütü

– “Karanlığı aydınlatmak için sen de bir mum yak.”

Uluslararası Af Örgütü ya da Af Örgütü (Amnesty International ya da UAÖ), dünya genelinde 10 milyondan fazla üyesi bulunan örgüt İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve diğer uluslararası standartlarca oluşturulmuş her alanı kapsayan insan hakkını koruma ve özendirmeyi hedeflemiş uluslararası bir sivil toplum kuruluşudur. Bu gibi örgütler tek bir devlete bağlı değillerdir haklarını uluslararası alan da aramaktadırlar. 1967 yılı sonrası UAÖ, Yunanistan’da albaylar cuntası idaresinin insan haklarına aykırı konularında araştırmalar yapması için Avrupa Konseyi aracılığıyla görevlendirilmiştir. UAÖ’ nün Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komisyonu’na sunmuş olduğu vukuflar üzerine Yunanistan’ın Konsey’den ayrılması gerektiği kararında sıkıştırılmıştır.

2.1. Uluslararası Af Örgütü’nün Kuruluşu ve Yapısı

Örgüt 1961 tarihinde, Londra da avukatlık yapan Peter Benenson’ın girişimiyle ortaya çıkmıştır. Benenson’ın örgütü kurma düşüncesi, başta dikkatlerini çeken gazetelerde sürekli olarak bahsedilen hükümetlerin kendi haklarına karşı haksız tutumları gibi ifadeleri üzerine oluşmuştur. 1961 yıllarında Portekiz’de ilginç bir olay gerçekleşmiştir. Olay, o dönemlerde “özgürlük” kelimesinin yasak olması üzerine iki genç üniversite öğrencisinin bulundukları restoran da kadeh kaldırarak yasaklı kelimeyi kullanmaları üzerine yedi yıl hapis yaptırımına uğramışlardır. 28 Mayıs 1961 yılında Benenson, “Unutulmuş Mensuplar” (The Forgotten Prisoners) adlı makaleyi İngiliz gazetesi olan The Observe’da yayınlamıştır. Bu makale de Benenson okurlarına, suçsuz yere tutuklanan iki gencin serbest bırakılması üzerine iktidara mektup yazmaya davet ediyordu. Benenson yazısında devletlerin İHEB’ ye özenle bağlı olmalarına rağmen maddelerde de belirtilen ve milletine karşı tanımak zorunda oldukları hak ve özgürlükleri göz ardı etmeleri kendi içlerinde büyük bir çelişkiye düştüklerini de belirtmiştir. Benenson, siyaset ile ilgilenen Sean Mac Bride ve gazeteci Eric Baker yapılan haksızlıklara karşı direk olarak uluslararası kamuoyuna seslerini duyurmayı hedeflemiş ve olabildiğince kişiyi bir araya getirmek istemiştir.1 Bu çağrılara uyan birçok ülke vatandaşları suçsuz yere kurban edilen çoğu kişinin haklarını aramak adına mektup yazma grupları oluşturmuşlardır. Bu eylemler sonucu, Appealforamnesty yani politik tutukluların bırakılma daveti olarak Amnesty International’ın başlangıcı olarak gösterilmiştir.

Uluslararası Af Örgütü’ne üye olmak isteyen gönüllü vatandaşlar ulusal şube ve çalışma grupları ve uluslararası üyelik yolu ile örgüt de yer alabilirler. Üye olacak kişilerin örgütün amacını, tüzüğünü ve çalışma ilkelerini kabul etmeleri durumun da üyelikleri gerçekleşmektedir. Şube üyelikleri gereğince giriş formunu imzalamak ve ücret ödemeleri ile gerçekleşir. Uluslararası üyelik durumunda ise şube ya da Uluslararası Yürütme Komitesi’nin onayıyla aynı şekilde imza ve ücret ödemeleri durumunda kayıtları oluşmaktadır. 2 Ulusal şubeler, temsili demokrasi ilkelerini ön görerek çalışma ve örgütlenmelerini düzenlerler.

Amacı, İnsan Haklarının Korunması olan örgütün merkezi Londra, İngiltere de bulunmaktadır. Merkezin asıl görevi çalışma alanlarını ve ortaya çıkan ihmal konularında birçok devletler de yer alan ulusal şubelerini eyleme geçirmek ve mevcut fiillerini kontrol etmektedir. Merkezi bir yapıya bağlı olan bu örgüt birçok çeşitlilik bulunduran yapılara karşı onları engelleyecek en güçlü etkiyi oluşturmaktadır. Çevre ve merkezin beraber oluşturdukları bütünlük, kolektif fiiliyat ve durumun muvaffakiyetini oluşturmasında temeli oluşturmaktadır. UAÖ’ nün ulusal şubelerinin ülke veya herhangi bir bölgede kurulabilmesi için Uluslararası Yürütme Komitesi’nin izni ile oluşmaktadır. Örgütün en önemli organı, Uluslararası Konsey’dir.

2.2.Örgütün Vizyonu ve Misyonu

Şuan yaklaşık olarak yüz elliden fazla ülke ve bölgede aktif olan aynı zamanda on milyondan fazla üye ve destekçisi bulunan Uluslararası Af Örgütü’nün vizyonu, İHEB ve diğer uluslararası insan haklarında olması gereken haklara vurgu yaparak tüm insanların bu haklarını tam anlamıyla, özgürce kullanabileceği bir dünya inşa etmek istemeleridir. Hedeflenen vizyonu uygulayacak misyon ise, bütün insan haklarını daha ileri düzeye taşımak için yapmış olduğu gelişmeler niteliğinde; İfade ve vicdan özgürlüğü, fiziksel ve ruhsal bütünlük hakkına ve ayrımcılığa uğramama hakkı gibi belli başlı haklara karşı onların gerçekleşmemesine ve herhangi bir ayrıcalık tanınmaması üzerine çalışmalar sürdürmektedirler. Amaçladıkları bu misyonlar doğrultusunda UAÖ’ nün asıl görüşlerini şu şekilde açıklamıştır;

  • Devlet, ülkesinde yaşadığı bir vatandaşa karşı adil olmak zorundadır. Bir suç işlemişse bile önce hukuk dışı eylemlerden hangisi ihlal edilmiş bunun araştırılması sonucu işlemler başlatılmalıdır. Kanıtların yeterliliği doğrultusunda suça eş değer bir ceza verilmelidir.
  • Hukuk dışı eylemlerde bulunan kişi toplumun ön yargısıyla değerlendirilmeden onların kararlarını dikkate almadan önce gerçekleşecek zamanın doğru ve şeffaf olarak incelenmesi gerekmektedir.
  • Kişinin işlemiş olduğu suçu hiç kimse tarafından zorla itiraf ettirilemez.
  • Kimsenin hayatına bir başka kişi sonlandıramaz ve tüm ülkelerde idam cezasının kaldırılması gerekmektedir.
  • Tüm mahkumların kendileri hakkında şikayet oluşturacak durumlarda her türlü tazminat davasına başvuru da bulunabilirler.

2.3.Uluslararası Af Örgütü’nün Yürüttüğü Faaliyetler

Örgütün temel hedef aldıkları faaliyet konularına şu şekilde bahsedebiliriz.

  • Mülteci ve sığınmacıların insan haklarının savunmak,
  • Çatışma durumlarında sivil vatandaşların insan haklarını müdafaa etmek,
  • Bütün düşünce hükümlülerin serbest kalması,
  • Ölüm, idam, işkence gibi zalimce yapılan yaptırımların kaldırılması.

Uluslararası Af Örgütü, 1976 tarihinde Erasmus ödülüne, 1977 tarihinde “onur kırıcı muamele, şiddet ve işkenceye karşı insan değerini korumak için yaptığı çalışmalar” sebebiyle Nobel Barış Ödülü’ne ve 1978 tarihinde de BM İnsan Hakları Ödülü’ne seçilmişlerdir.

Örgüt ‘ün küresel alanda yapmış olduğu faaliyetler; silahlanma kontrolü, idam yaptırımlarının sona erdirilmesi, kadına yönelik şiddetlerin önüne geçilmesi, çocukların silahlı çatışmalarda kullanılmaması gibi çoğu faaliyetler yürütülmektedir. 12 Şubat 2002 yılında yürürlüğe girmiş olan çocukların silahlı çatışmalarda bulunması konusunda Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin Seçimlik Protokolü’nün hükümetler aracılığıyla onaylanması için çaba gösterilmesi ve BM yapısında gerçekleştirilen İnsan Hakları Konseyi’nin 19-30 Haziran 2006 yılında ilk oturum ile başlamış olan BM’nin insan hakları çerçevesinde daha çok tesirli politik yapısı için oldukça önemli aynı zamanda da desteklenmesi niteliğinde etkinlikleri de gösterilebilir. Örgüt’ün Türkiye Şubesinde ise ulusal seviyede uyguladığı kampanyalar, Silahlanmanın Denetlenmesi ve kadına yönelik şiddetin bitirilmesi gibi alanlardır.

UAÖ’nün 2010 tarihine kadar sürdüreceği “Kadına Yönelik Şiddete Son!” isimli kampanyasının asıl amacı, kadına karşı uygulanan şiddetin engellenebilmesi için tüm kadın ve erkeklerin birlikte eylemlere geçmeleri gerekmektedir. Yapılan bu kampanya çerçevesinde UAÖ, Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Yok Edilmesine Dair BM Sözleşmesi ve Seçimlik Protokolü’ne bütün devletlerin beklenti istenmemesi durumunda taraf olmalarına öncülük etmişlerdir. Türkiye, 1979 yılında sözleşmeye taraf olmasıyla ek protokolü, 2002 Ekim’de onaylayarak, 2003 Ocak tarihinde TBMM izninden geçirilmiştir. Örgüt’ün Türkiye şubesinde ise durum Başbakanlığa takdim edilmesi üzerine imza kampanyası düzenlemektedirler. Kampanya da konular şu şekildedir; ihtiyaçları karşılamaya yetecek düzeyde kadın sığınma evlerinin açılması için maddi yardımın oluşturulması, kadınları şiddete karşı koruyacak zorunlu eğitimlerin alınması ve kadınların maruz kaldıkları şiddeti rapor edebilmeleri için acil yardım hatlarının oluşturulması gibi konular üzerinedir.

UAÖ, OXFAM ve Uluslararası Hafif Silahlar Eylem Ağı (LANSA), silah ticaretlerini denetlemeyecek milletlerarası bir Silah Ticareti Sözleşmesi’nin BM aracılığıyla onaylanması için dünya düzeyinde kampanyalar uygulanmaya başlatılmıştır. UAÖ Türkiye şubesi, “Silahlar Denetlensin” kampanyasında merkez ile eş güdümlü hareket ederek görsel bir kampanya geliştirmektedirler. Örgüt bu kampanya ile “1 Milyon Yüz” isimli dilekçe ile dünya düzeyinde kampanyaya başvuran bir milyon insan resmini bir araya getirerek devletlerden silah ticaretinin kontrol edilmesi için daha iyi tedbirli olmalarını hedeflemişlerdir.

Uluslararası Af Örgütü, Amerika, Afrika, Avrupa, Asya-Pasifik ve Merkezi Asya, Kuzey Afrika ve Ortadoğu gibi bölgeleri her yıl hükümetlerde meydana gelen insan haklarındaki ilerleme ve ihlalleri senelik raporlar halinde düzenlemektedirler. UAÖ’ nün 2006 yılında hazırladığı Avrupa ve Merkezi Asya bölgesindeki rapora göre, İspanya, Rusya, Türkiye ve İngiltere gibi devletlerde sivil halka karşı direk olarak saldırılar düzenlenmiş ve birçok ölüm ve yaralanmaların meydana geldiği bildirilmiştir. Türkiye’ye yönelik örgütün düzenlediği 2006 raporundan da ayrıca bahsetmek gerekirse Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe girmiş olan Türk Ceza Kanunu’ndaki hükümlerden kadına karşı şiddet eylemlerine daha çok koruma isteyen pozitif hükümlerin yanı sıra ifade özgürlüğü fıkralarına da getirilen kısıtlamalar olumsuz karşılanmıştır. UAÖ’ nün 2006 ABD raporunda ise, devletin Afganistan, Irak ve Guantanamo Körfez’inde bulunan hapishanede insanlığa aykırı suç veya savaş suçu sayılacak düzeyde insan hakları ihlallerinin yaşandığı bildiriliyor. ABD’nin başlı başına yapmış olduğu ayrımcılıklar, polislerinin sürekli şiddete başvurmaları ve çoğu bölgelerinde halen idam yaptırımlarının olduğu eleştiri konusundadır. UAÖ’ nün İsrail devleti için de 12 Temmuz 2006 yılında Lübnan’ı hedef alarak başlatmış olduğu saldırılarında bilerek Lübnan da yaşayan sivillerin yaşam alanlarını hedeflemesi onun savaş suçu sayıldığını açıklayan raporu bildirmişlerdir. UAÖ’ nün İsrail tarafından yapılan bu insan hakları ihlalleri BM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Louise Arbour aracılığıyla da İsrail’le Hizbullah’a karşı sorunlar iddia edilmiştir.

2.4.Uluslararası Af Örgütü’nün Uluslararası Hukuktaki Yeri ve Hükümetler Arası Örgütlerle İlişkisi

BM Antlaşması’nın birinci maddesinin üçüncü fıkrasında açıklanan BM’nin hedefleri arasında gösterilen;

“Ekonomik, sosyal, kültürel ve insancıl nitelikteki uluslararası sorunları çözmede ve ırk, cinsiyet, dil veya din ayrımı gözetmeksizin herkesin insan haklarına ve ana özgürlüklerine saygının geliştirilip güçlendirilmesinde uluslararası işbirliğini sağlamak” için BM’ye insan haklarına ve başlıca hürriyetlere evrensel ve güçlü değerlerin ilerletilmesi vazifesini vermektedirler. Fakat, devletlerin BM üyeliklerine rağmen bu haklarını ihmal etmeleri, BM’nin de verilen hakları korumak ve ilerletilmesinde kendi başına yetmediği görülmektedir. Oluşan bu durumlarda insan haklarını ve özgürlüklerini koruyacak statülere sahip hukuki yapılar denetiminde uluslararası Hükümet Dışı Kuruluşlara (HDK) gereksinim duyulmaktadır. Bu ihtiyaçlar doğrultusunda da UAÖ, ulusal düzeyde devletlerin gözetiminde ve aynı zamanda uluslararası düzeyde devletlerarası örgütlerde de bu hedeflerini hayata geçirecek uğraşlar şeklinde gerçekleşmiştir. BM, HDK’ lar çerçevesinde UAÖ gibi kurumların, koşulları sağlamaları durumunda örgüt bünyesinde etkinliğini ve amaçlarını gerçekleştirebileceklerini belirtmişlerdir. Tabi BM’nin bu durumu sağlaması için istediği şartlar;

  • Örgüt‘ün ulusal veya uluslararası seviyede bilinmesi gerekmektedir,
  • Sivil toplum kuruluşlarında aranan özelliklerin başlıca olan kar amacı gütmemesi ve vergi muafiyetine erişmesi,
  • BM antlaşmasında bulunan ilkeleri özümseyip bu ilkelere sadık kalmak,
  • Örgüt‘ün en az üç yıl kadar aktif olmuş olması ve faaliyetlerini daha da ileri düzeye taşımak onun da devamını getireceğinin güvencesini açıklayacak seviyede olması,
  • Örgüt üyelerinin seçim ve karar almalarında daha saydam bir süreci ayarlayan hukuki yapıyı benimsemek.

UAÖ, insan haklarıyla ilgili bütün problemleri incelediği kuruluşlar arasında hazır olmak için olması gereken koşullara maliktir ve insan hakları düzeninin ilerlemesini desteklemektedir. UAÖ’ nün insan haklarıyla birlikte uluslararası normların düzenlenmesine olan etkisinin görüşüldüğünde; işkencenin kaldırılması bağlamında 1970’li senelerin başlangıcında kampanyalar sonucu, 1973 tarihinde BM Genel Kurulu problemini ele almış, daha sonra BM İnsan Hakları Komisyonu’na işkencenin kaldırılmasında bağlayıcı bir sözleşme düzenlenmesinde görevlendirilmiştir. UAÖ’ nün 2000 tarihinde 190 devlet de bulunan hemen hemen 75 işkence metodunu anlatan bir kampanya düzenletilmiş sonrasında eksiklik, 2002’nin sonlarında düzenlenen Ek Protokolle giderilmiştir.

UAÖ, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Afrika Birliği Örgütü ve Amerikan Devletleri Örgütü’nde de çoğu pozisyonlarda da bulunmaktadır. Çoğu zamanda danışman rollerinde toplantılarda bilgilendirmek için çağrılır, çoğu zamanda düzenlenen komitelerde araştırmalarda bulunmaktadır. Avrupa Birliği içerisinde sürekli bir temsilcisinin yer aldığı örgüt, Avrupa Parlamentosu üyeleri ile daima iletişim halindeler ve örgütün çalışmaları durumlarında AB organlarına bildirmektedir. Avrupa Konseyi içerisinde bulunan komitelerde de başka HDK’ la beraber UAÖ’ne de aynı şekilde gözlemcilik ayrıcalığı tanınmıştır. Örnek vermek gerekirse, Biyoetik, İnsan Hakları Daimi Komitesi ve Eğitim çalışmalarına UAÖ gözlemci göreviyle yer almıştır.

Örgütün çalışma alanları; Ayrımcılık, Cezasızlık, Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar, Gözaltı ve Tutukluluk, İfade Özgürlüğü, İklim Değişikliği, Kadın Hakları, LGBT+ Hakları, Mülteci Hakları ve Polis Şiddeti gibi geniş alanları vardır. Çalışmalar çerçevesinde ele aldığımız başlık ifade özgürlüğüdür.

3. İfade Özgürlüğü

3.1. İfade Özgürlüğü

İfade özgürlüğü (ya da konuşma özgürlüğü) Birleşmiş Milletler tarafından İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde ilan edilen, birçok ülke tarafından kabul edilen bir haktır. Elbette ülkeden ülkeye bu hak daha değişik uygulanabilir. İfade özgürlüğü uluslararası hukukun güvencesi altındadır.

İfade özgürlüğü yaratıcılığı alevlendiren fitildir. İfade özgürlüğü insanlığın zulmün medeniyete ulaşmanın yöntemidir. İfade özgürlüğünü budamak ise medeniyetten zulme ulaşmanın yokuşudur.

İfade kelimesi dışa vurum, anlatım manalarına gelmektedir. Aynı zamanda herhangi bir değere sahip olmak, önem taşımak manalarını da taşımaktadır. İfade etmek ise insanlığın düşüncelerinin bir yansımasıdır. İnsanlar düşündüklerini farklı yollarla aktarmak istemişlerdir. Konuşmak düşüncenin ifade etmede kullanılan eski zamanlardan beri sık tercih edilen bir ürünüdür. Yazmak veyahut giyiniş tarzları da bir üründür. Düşünce ürünlerle ifade edilmezse onların bir anlamı yoktur. Kafanın içinde bir yokluk konumunda kalır.

Demokrasi teorisyenlerinden Montesquieu da en önemli hürriyetine, fikir belirtmenin özgürlüğü olduğunu savunmuştur.

İfade özgürlüğü bir medenilik ölçütüdür. Ülkelerin gelişmeleri için en büyük katkılar bu sayede sağlanır. Gelişmek ve gelişime ayak uydurabilmek için ifade de özgürlüğün sağlanması gerekmektedir. Fikirlerin önemine saygı duyulduğunun göstergesidir. Düşüncelere sansür, engel uygulanmamasıdır.

İfade özgürlüğü senelerdir süregelen bir sorundur. Bu sorun hala da gelişmiş ülkelerde bile çözülemeyen en önemli sorunlardan biridir. Daima insanlar-halk-kendilerini ifade etmeye çalıştıkları için görüşlerini engellenmeye çalışılmıştır. Kendinden üstün olanlarla, üst makamlarla münakaşa hep var olmuştur.

Devletler kötü veyahut olumsuz söylemleri önlemekle yükümlüdür. Burada atlanılmaması gereken nokta ise önleme boyutunun aşılıp bastırma haline dönüşmesidir.

İnsanların görüşleri kaba kuvvet kullanılarak veya tehditler ile değiştirilemez. Sadece belirli bir zamana kadar bastırılabilir. Halk pasif durumuna düşürülebilir. Halk ve devletin arasına bu gibi durumlarda mesafe girebilir. Halkın devlete olan güveni sarsılır. İnsanlar kendilerini toplumdan soyutlarlar. Bir toplumda sorunlu kesim olarak hissederler. Halk kendini değersiz bir nesne halinde düşünebilir.

Muhteşem bir refah düzeyine varmış bir devlet yoktur. Hükümetler birbirine ilintili ifade özgürlüğü düzeyinde daha gelişmiş ya da daha geridedir. En yaygın ifade özgülüğüne malik ABD’de 11 Eylül gelişmelerinden sonra gerilemeler yaşanmıştır. Avrupa henüz ABD’den arkasından gelmektedir. Bundandır ki bütün şekliyle batı dünyasının ifade özgürlüğü dünyanın diğer ülkelerinden daha gelişmiş olarak görülmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti, maalesef ifade özgürlüğü hakkında üçüncü dünya ülkeleri arasındadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde ifade özgürlüğünden daha fazla tutukluk haline sahip ülkedir. 2006 araştırmalarına göre AİHM toplam altmış iki düşünce kusurundan 35’inde Türkiye’yi tutsak etmiş ve bu yüzden vatanımız Batı’nın ifade özgürlüğü suçundan dolayı en fazla tutukluluk veren devlet statüsünde olmuştur. İfade cezalarından daha fazlasına eski Olağanüstü HAL (OHAL) yasası, eski Terörle Mücadelede Yararlanan (TMY), Atatürk’ü Koruma Kanunu, 2003’te sona eren Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) TMY ve Türk Ceza Kanunu (TCK) 301 neden oluşturmaktadır. Üniversitelerimizde akademik özgürlük statüsünde durumun çok da açık olmadığı görülmektedir. Akademisyenler özellikle resmi devlet teorisine farklı ya da yönetimini tedirgin eden düşüncelerini söyledikleri zaman farklı yol ve yöntemlerle ciddi olarak huzursuz olmaları ve sicillerinin bozulmasından meslekten ihraç edilmeye kadar olan baskılar ve tedirginliklere yaşamaktadırlar.

İfade özgürlüğünün en önemli yardımcısı ise basın özgürlüğüdür. İfade özgürlüğüne bağlıdır. Araç basındır. İfade özgürlüğüne yaşanılan gelişmeler, icatlar da sorun yaratmaktadır. Tarih boyunca da ifade özgürlüğüne belirli sebeplerce izin verilmemiş ya da engellenmeye çalışılmıştır. Özgürlüğü engellemek belki de insanların sadece konuştuğu dönemlerde daha kolaydı. Her şey daha sınırlıydı.

Yazının icadında yazı yazmalarını güçleştirecek çözümler bulundu. Zaman geçtikçe uygarlıklar değişti. Büyük devletler kuruldu yeni icatlar yapıldı. Matbaa icat edildikten sonra yasaklı kitaplar, yazarlar oluştu. Bazı kitapların okunması yasaklandı. Bunların peşinden gazeteler, radyo ve televizyon (iletişim araçları) kullanılmaya başlandı. Basın da sansürün uygulandığı zamanlar oldu. İletişim için çeşitli yollar bulundukça sansür uygulamaları veya daha farklı yollarla engellenmeler olacaktır

İfade özgürlüğü hakkı, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin hepimizin sahip olduğu hakları genel hatlarıyla tarif eden 19. Maddesi ile güvence altına alınmıştır. Ayrıca bu hak, çeşitli uluslararası ve bölgesel sözleşmeler ile de hukuki anlamda korunmaktadır.

Madde 19: Herkesin düşünce ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak düşüncelerinden dolayı rahatsız edilmemek, ülke sınırları söz konusu olmaksızın, bilgi ve düşünceleri her yoldan araştırmak, elde etmek ve yaymak hakkını gerekli kılar. İfade özgürlüğünü savunmak daima Uluslararası Af Örgütü’nün en önemli çalışma alanlarından biri olmuştur.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de ifade özgürlüğüne yer vermiştir. AİHS’nin 10. Maddesine göre;

Madde 10- İfade özgürlüğü: Her fert ifade ve izhar hakkına maliktir. Bu hak içtihat hürriyetini ve resmî makamların müdahalesi ve memleket sınırları mevzuubahis olmaksızın, haber veya fikir almak veya vermek serbestisini ihtiva eder. Bu madde, devletlerin radyo, sinema veya televizyon işletmelerini bir müsaade rejimine tabi kılmalarına mâni değildir.

Kullanılması vazife ve mesuliyeti tazammun eden bu hürriyetler, demokratik bir toplulukta, zaruri tedbirler mahiyetinde olarak, millî güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya amme emniyetinin, nizamı muhafazanın, suçun önlenmesinin, sağlığın veya ahlâkın, başkalarının şöhret veya haklarının korunması, gizli haberlerin ifşasına mâni olunması veya adalet kuvvetinin üstünlüğünün ve tarafsızlığının sağlanması için ancak ve kanunla, muayyen merasime, şartlara, tehditlere veya müeyyidelere tabi tutulabilir.

3.2. Keşmir İfade Özgürlüğü

İngiltere 1947’de Hindistan’dan çekilirken, bir prenslik olarak yönetilen Keşmir’i Hindistan veya Pakistan ile birleşmek için serbest bıraktı. Nüfusunun yüzde 90’ı Müslüman olan Keşmir halkı 1947’de Pakistan’a katılmayı tercih etse de dönemin prensi Hindistan ile birleşmeye karar vermiş olup bölge halkı verilmiş olan karara karşı çıkmıştır. Pakistan ve Hindistan’ın 1947’de bölgeye asker göndermesinin ardından savaştılar, 1965 ile 1999’ da savaş tekrarlanmıştır.

Keşmir hükümeti, genelde farklı nedenler göstererek iletişim ve interneti engeller. Yetkililer, 7 milyon Keşmirliyi etkileyen ve 5-7 ay süren bu ablukaları yasallaştırmaya çalıştı. “Hukuki ve idari konuların ve etnik karşıtı söylentilerin yayılmasını önlemek için önlemler” olduklarını söylediler.

Hindistan’ın da destek olduğu Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesinin 19. maddesinde ifade edilen: “Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir; bu hak bir kimsenin ülke hudutlarıyla sınırlanmaksızın sözlü, yazılı veya basılı veya sanatsal ürün şeklinde veya kendi tercih ettiği başka bir iletişim vasıtasıyla her türlü bilgi ve düşünceyi arama, edinme ve ulaştırma özgürlüğünde içerir”. Her ne kadar aynı maddenin 3.fıkrası bu hakkın “kamu düzeninin korunması” gibi belirlenmiş şartlar ile sınırlandırılmasına imkân vermiş olsa da İnsan Hakları Komitesi’nin bu şekilde bir önlemenin “gerekli, orantılı ve hakkın kendisini tehlikeye atmayacak şekilde” olması gerektiği konusunda uyarmıştır. Benzer şekilde Komite, gazetecilerin özgürlüğünün ve seyahat ve insan hakları konferanslarının önlenmesinin sözleşme ile tutarsız olduğuna işaret etmektedir.

Nisan 2016’da bağımsız Keşmir fikrini destekleyen 22 yaşındaki Burhan Wani’nin Hintli askerler tarafından öldürülmesinin ardından, New York Times köşe yazarı Basharat Peer, Facebook’taki makalesinde şunları söyledi: “İnternet erişimi yasaklandı, telefonlar çekmiyor, sokağa çıkma yasağı getirildi. Büyük Hindistan devleti onu öldürmüş olabilir ama yine de kazanamadılar, 22 yaşında öldürülmesi bile sizi titretti”. 

Burhan’ın ölümünün ardından yapılan protestolara askeri müdahaleler de 100’ü aşkın sivil hayatını kaybetmiş veyahut yaralanmıştır. Bunlar olurken internet erişimi, iş yerleri ve okullar belirli aralıklarla kapatılmıştır.

3.3. Doğu Türkistan’ın ifade Özgürlüğü

Çin hükümetinin resmi baskıcı yasa ve politikalarından kaynaklanan insan hakları ihlalleri, 1949’dan beri Doğu Türkistan’da işlenmektedir. Çin Anayasası’nın 35. Maddesinde, ifade özgürlüğü, dernek kurma, toplantı yapma ve basın özgürlüğü gibi haklar güvence altına alınmış olmakla birlikte, uygulamada bazı haklar ulusal çıkarlara zarar verdiği ve Çin hükümetinin gücünü tehlikeye attığı gerekçesiyle yasaklanmıştır. Öte yandan, Çin anayasası, aksi ispatlanmadıkça, ikamet ve seyahat özgürlüğü, kendi işini seçme hakkı, zorla çalıştırma, işkence ve masumiyetin korunması gibi belirli medeni ve siyasi hakları korumadı.

Doğu Türkistan halkı Çin’in ekonomik ve sosyal sömürüsüne karşı ciddi bir direniş gösteriyor. Çin hükümeti, Doğu Türkistan’daki düzen karşıtı ayaklanmalardan rahatsız oldu ve bölgede istikrarı sağlamak için bir dizi ekonomik önlem almaya karar verdi. Özellikle 1980’den sonra “bölgenin ulus ötesi ekonomik bağlantılarının yoğunlaşması, Sovyetler Birliği’nin Doğu Türkistan’a girişi ve uluslararası petrol endüstrisinin bölgeye ilgisi” gibi baskı faktörlerinin ortaya çıkması Çin Hükümeti’ni ekonomik de genişlemeye neden olmuştur. Çinli yetkililer, Doğu Türkistan’ın kaynaklarını kullanmak için yerli halkın yaşam koşullarında bazı iyileştirmeler yapılması gerektiğini kabul etti ve ekonomik sömürü konusunda bir dizi düzenleme getirdi. Ancak siyasi baskı devam etmektedir.

Çin’in Doğu Türkistan gibi diğer özerk bölgelerinde aynı oranda olmasa da kısmi ekonomik ve sosyal kısıtlamalar olduğu göz önüne alındığında Çin’i sadece Doğu Türkistan bağlamında eleştirmek eksik bir değerlendirme olacaktır. Burada vurgulanması gereken konu, Çin genelinde yaşanan insan hakları ihlalleri ve bunların önlenmesidir. Doğu Türkistan’ın Çin’den bağımsız hale gelmesi pek olası değil. Olası bir bağımsızlık sürecinde en çok onarılması zor sivil halk zarar görecektir. Çatışmanın neden olduğu hasarı onarmak yerine, mevcut sorunları çatışma olmadan kalıcı olarak çözmeye çalışmak daha akıllıca olacaktır. Bu bakımdan Doğu Türkistan ve Çin’deki insanların yaşam seviyesinin yükseltilmesi, eğitim, sağlık, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi temel hakları sağlayarak insanları yerinden etmeden daha yaşanabilir bir ortam oluşturmak ve böylelikle taraflar arasında uzlaşmaya varmak destek olmak sorunun kalıcı çözümüdür.

3.4. İran’ın İfade Özgürlüğü

Son yıllarda Müslüman topluluklarının acılar içinde geçirmesi ne yazık ki insani değerlerden yoksun yaşamasına da sebep olmuştur. Ortadoğu’daki dış güçlerin desteğiyle baskıcı ve otoriter sistemin eşitlik ve özgürlük taleplerini hiçe saymaya sebep olmuştur. Bu sisteme maruz kalan halkta ifade özgürlüğü söz konusu değildir.

İran’da yaşanılan devrimin üzerinden yıllar geçmiş olsa da bu sorunlar giderek devamlılığını sürdürüp artmaktadır.

İran’daki siyasi yapının dine dayandığı doğru olmakla birlikte, bu yapının hak ve özgürlükler temelinde İslam’ın siyasi teorisi ile uyum içinde olduğu tartışma konusudur. Bu noktada İslam devriminin korunması ve mevcut siyasi modeli sürdürmek için düşünce ve ifade özgürlüğünün kısıtlandığı, din adına bireylerin dokunulmazlığına ve güvenliğine müdahale edildiği ve örgütlenme özgürlüğünün ciddi şekilde engellendiği görülmektedir.

Bugün İran örneğinde görülen en ciddi çarpıtmalardan biri olarak dinin resmi bir ideolojiye dönüşmesi, bir başka deyişle, iddia edilen din öğretilerine uygun olarak benimsedikleri siyasi yapı ve dini yorumlar ön plana çıkmaktadır. Dini liderleri veya anayasanın temel hükümlerini eleştirmek, sanki dini ve dini değerlere ulaşacakmış gibi algılanmakta ve ağır şekilde cezalandırılmaktadır. Örneğin bir süre önce Tahran Üniversitesi Tarih Profesörü HashemAghajari dini liderleri eleştirmesi ve toplumu körü körüne devlet başkanlarının düşüncelerini dinlememe çağırısında ve rejime karşı eleştirilerde bulunanın idam cezasıyla yargılanmasına sebep olmuştur. İfade özgürlüğüne ve hukukun temel ilkelerine tamamen aykırı olan bu ceza biçiminin yanı sıra kadınların giyim tarzının din adına devlet tarafından belirlenmesi dini bir zorunluluk gibi sunuluyor.

Devletin korunması adına din veya başka bir adla savunduğu ülkelerin anayasal ve ceza hukuku dikkate alındığında ifade özgürlüğünü sınırlayan en önemli faktörlerden biri de Mesih’in zarar görmesini önlemek için yapılan yasal düzenlemelerdir. İslam adı altında yapılan bu kısıtlamaların hedefi halka uygulanan din adı altında bir baskıdır. Dini kullanarak kendi düşüncelerini yaptırımlar şeklinde uygulanmasıdır.

3.5. Türkiye’de İfade Özgürlüğü

Çeşitli dönemlerde ara ara değişiklikler yapılarak ifade özgürlüğüne engel olunmuştur. 1961 Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Anayasanın en liberal anayasası olarak kabul edilir. İnsan haklarını devletin temel dayanak ve varlık nedenlerinden biri olarak içeren ve mevzuatta ifadeyi sınırlandıran hükümler nedeniyle özgürlük demokrasisi ilkelerini benimseyen bir Anayasa olduğu söylenmiş olsa da ifade özgürlüğündeki kısıtlamam devam etmiştir.

Devlet anlayışına baktığımızda kutsal bir devlet anlayışı vardır. Halk daha önce geldiği savunulmuştur. Hükümetlerin eylemleri yasama ve yürütme organlarının sıkı denetimine tabidir. Türkiye, ceza hukuku ve ceza politikasında bireylere karşı takdir, suç düşüncesinden dolayı öncelikli olarak devlete uluslararası arenada itibar kaybetmektedir. Bu itibar sorununa zaman zaman oluşan yazdığını özgürce ifade edemeyen yazarlar, kitapların yasaklandığı dönemler ve düşüncelerin özgürce ifade edilmediği, yürüyüşler sonucunda tutuklamalar, idamlar ile sonuçlanmasına neden olmuştur. Buda her ne kadar 1961 anayasası özgürlükçü olarak saymış olsak da yine halk üzerinde düşünce ve ifade özgürlüğü kısıtlanmıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türkiye’nin ifade özgürlüğü ile ilgili tüm davalarında sözleşmenin 10. maddesine aykırı olduğu karar vermiştir.

Türkiye’nin yanı sıra ifade özgürlüğü ve genel olarak diğer temel insan hakları ve Özgürlüklerini korumak ve geliştirmek için bazı iç hukuk düzenlemeler ve yenileme gereklidir. Ayrıca eğitim seviyesi yükseltilmeli, kişilerin haklarını ve yükümlülüklerini bilen, başkalarını takip etmeyen, kendi insiyatifleri doğrultusunda hareket edebilen bireyler olması sağlanmalıdır.

3.5.1. Basın Özgürlüğü

İnsanı diğer canlılardan ayırt eden, düşünebilir bir varlık olmasıdır. Düşünce özgürlüğü demokrasinin vazgeçilmez bir özelliğidir. Ülkelerin demokratik durumlarını ölçen bütün göstergeler Türkiye’nin son zamanlarda otoriter bir devlet yolunda ilerlediğini gösteriyor. Bu otoriterleşme durumu Türkiye’de basın özgürlüğünü de etkilemektedir. Günümüzün sosyal medya çağı olması nedeniyle kişiler duygularını, düşüncelerini sosyal medya aracılığıyla paylaşmaktadır. Sosyal medya aslında kişilere gazetecilik yapma fırsatı tanımaktadır. Sosyal medyada herkes istediği fikri, görüşü savunabilir. Sosyal medyanın kullanım alanıyla ilgili engelleme durumu kişilerin ifade özgürlüğüne bir müdahale olarak algılanmaktadır.

Bir diğer eleştiri konusu ise; Türkiye’de basının egemen güçlerin elinde olmasıdır. Egemen güçlerin baskısı altına giren basının bağımsız ve tarafsız bir gazetecilik anlayışı gösterememesidir. Egemen güçler tarafından istenmeyen, sıkı denetime bağımlı tutulmayan basının araçları, özgürlükçü demokrasinin temel değerlerindendir.

4. Sonuç

İnsan hakları sahasında etkinliğini sürdüren Uluslararası Af Örgütü, ulusal seviyede devletlerin taraf oldukları insan haklarına bağlı uluslararası dokümanlara mutabık düzenlemeleri almaları aynı zamanda birbirlerine taraf olmadıkları dokümanlara uyumları konusunda ve uluslararası seviyede gerekli olan meydanda da yeni uluslararası normların gelişmesi konusunda araştırmalar da görülmektedir. Uluslararası HDK, de facto şeklinde uluslararası hukukta baskın bir duruma gelmiş olsa da, de jure şeklinde uluslararası hukukta tanınmamaktadır. UAÖ’ nün, düşünce ve ifade özgürlüğünden başlayacak olursak kadın haklarına, silahsızlanmadan işkencenin engellenmesine kadar geçen çoğu faaliyetlerde evrensel insan hakları düzeylerinde yapacakları saygının ilerletilmesinde büyük ve önemli rolleri bulunmaktadır. Örgütün çalışmaların da dikkat edilen noktalar: UAÖ, Dünya kapsamında insan haklarının standart pozisyonunu inceler ve özellikli insan haklarını yok sayan çalışmalara karşı eylemler düzenler. Bu çalışmalar bilhassa, şiddet eylemlerinde bulunmayan, politik mahkumların tutuklu olmaları, işkence, ölüm yaptırımlarının uygulanması, yargısız uygulamalarının ve başka insanlık dışı ve küçük düşürücü eylemlerin karşısında durur. Şunu diye biliriz ki UAÖ’ ne bu kadar fazla rol oynanması ve ciddiye alınmasında örgütün bu kadar fazla çalışmalarda rol oynaması onun üye sayısındaki fazlalığı ve örgütteki ülkelerin fazlalığı diyebiliriz.

İfade özgürlüğü uluslararası hukuk tarafından korunan bir haktır. Çeşitli sözleşmelerde ve anayasalarda da bu hakkın korunması ile ilgili maddeler yer almaktadır. İnsanlığın ilk zamanlarından itibaren insanlar düşüncelerini çeşitli yollarla ve araçlarla ifade etmeye çalışmışlardır. Teknolojik ve sosyo-politik gelişmelerle ifade araçlarında artış olmuştur. Gelişmelerde yaşanan artışlar orantılı bir şekilde kısıtlanmalarda da yaşanmıştır.

İfade özgürlüğünün kısıtlandığı, fikirlerini, düşüncelerini ifade eden insanların yargılandığı ülkelerde gerçek ve sürdürülebilir bir kalkınmadan söz edilemez. Diğer insanları olumsuz bir etkileme olmadığı müddetçe hiç kimse düşünceleri, inançları ve fikirleri yüzünden ceza almamalıdır. İfade özgürlüğünün kullanılmadığı toplumlarda insanlar korkutulmuş denektir. Dünyadaki yasalara göre ifade özgürlüğü herkese tanınan bir haktır. Korkutulmuş ve ezilmiş toplumlarda bu hak maalesef kullanılamıyor. Bu hakkı kullanamayan toplumlar parçalanmaya terk edilmiş gibidir

EK: Uluslararası Af Örgütü’nün Şube Şeklinde Örgütlendiği Ülkelerin Listesi

ABD

Hong Kong

Polonya

Arjantin

İrlanda

Portekiz

Almanya

İspanya

Porto Rico

Avrupa Birliği (ofisi)

İsrail

Senegal

Avusturya

İsveç

Sierra Leone

Belarus

İsviçre

Slovakya

Belçika

İtalya

Slovenya

Benin

İzlanda

Şili

Britanya

Japonya

Tanzanya

Burkina Faso

Kanada

Tayland

Cezayir

Kolombiya

Tayvan

Çek Cumhuriyeti

Kore Cumh.

Tunus

Danimarka

Kuveyt

Togo Cumh.

Ekvator

Leeward Adaları

Türkiye

Faroe Adaları

Lüxemburg

Ukrayna

Fas

Macaristan

Uruguay

Fas/Batı Sahra

Malezya

Ürdün

Fildişi Sahili

Mali

Venezuela

Filipinler

Mauritius

Yeni Zelanda

Gambia

Meksika

Yunanistan

Gana

Mısır

Zambia

Grenada

Moğolistan

Zimbabwe

Guyana

Nepal

 

Güney Afrika

Nijerya

 

Hırvatistan

Norveç

 

Hindistan

Pakistan

 

Hollanda

Paraguay

 

Hollanda Antileri

Peru

 

Esin TEMUÇİN

Hilal EKER

Rabia YAKIN

Sivil Toplum Çalışmaları Staj Programı 

Kaynakça:

Abdulhakimoğulları E., Kedikli U. (2006). Bir Hükümet Dışı Kuruluş Modeli Olarak Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Haklarının Gelişimine Katkısı. Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, 3(2).

Amnesty International. İfade ve Toplanma Özgürlüğü. Retrieved from https://www.amnesty.org.tr/icerik/ifade-ve-toplanma-ozgurlugu (Erişim Tarihi: Mart 2021).

Amnesty International. Uluslararası Af Örgütü Bülteni 2011/3. 

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi. (1954). Retrieved from https://www.izmirbarosu.org.tr/Upload/files/Sayfalar/merkezler/cmk/aihs.pdf (Erişim Tarihi: Mart 2021).

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi: 11. ve 14. Protokoller ile değiştirilen metin. Retrieved from https://www.anayasa.gov.tr/media/3542/aihs_tr.pdf (Erişim Tarihi: Mart 2021)

Benenson P. The Forgotten Prisoners. Retrieved from https://web.archive.org/web/20060628223615/http://www.amnesty.fi/history/the_forgotten_prisoners.htm (Erişim Tarihi: Mart 2021).

Beydoğan T. A. (2003). Türk Hukukunda Siyasi İfade Hürriyeti. Ankara: Liberal Düşünce Topluluğu Yayınevi. 

BM Antlaşması. (1997). Ankara. BM Enformasyon Merkezi.

Cicioğlu F., Bostancı B. (2017). Uluslararası Sistemde Hükümetdışı Örgütlenmelerin Etkinliği: Uluslararası Af Örgütü Örneği. Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Derneği, 4(11).

Emet E. (2009). 5 Temmuz Urumçi Olayı ve Doğu Türkistan, Ankara: Grafiker Yayınları. 

Harris, L. (1993). Xinjiang, Central Asia and the Implications for China’s Policy in the Islamic World. The China Quarterly, (133), 111-129.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi. Retrieved from http://www.multeci.org.tr/wp-content/uploads/2016/12/Insan-Haklari-Beyannamesi-1.pdf (Erişim Tarihi: Mart 2021)

Kara H. (2019). Human Rights in China In The Xi Jinping Era: From The Perspective of Human Rights Watch and Amnesty International, Doğu Asya Araştırmaları Dergisi, 2(1).

Metin M. (2020). Celal Bayar’ın Kayseri Cezaevinden Tahliyeleri, Affı ve Uluslararası Af Örgütü’nün Bu Konudaki Çabaları. Uluslararası Beşeri Bilimler ve Eğitim Dergisi, 6(13).

Ersoy Ö. (2017). Keşmir Üzerinden Güç Mücadelesi. 

Özbey Ö. (2013). Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Işığında İfade Özgürlüğü Kısıtlamaları. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 62(1).

Saray M. (1994). Doğu Türkistan Tarihi. Doğu Türkistan’ın Sesi, Doğu Türkistan Vakfı, 0(1).

Tayyar Arı. (2000). Global Politika ve Güney Asya, Keşmir Sorunu ve Nükleer Yarış. İstanbul: Alfa Yayınları.

Tepebaş, U. (2007). Bölgesel Sorunların Çözümünde Uluslararası Örgütlerin Rolleri. Stratejik Araştırmalar Dergisi, 0(10).

Yayla A.(2009). İfade Hürriyeti Nedir ve Niçin Gereklidir?. Liberal Düşünce Dergisi, 0(50).

Haftalık Sivil Toplum Bülteni / 07-14 Mayıs

0

 

AB Bilgi Merkezi Ağı – Türkiye İklim Elçileri Programı: “Geç Olmadan”

AB Bilgi Merkezleri Ağı, gençler arasında iklim değişikliği ve sürdürülebilirlik bilincinin yaygınlaşması için harekete geçti. Gençlere bilim tutkusunu aşılamak için çalışan sosyal girişim Bilim Virüsü ile iş birliği yapan AB Bilgi Merkezleri, #GeçOlmadan adlı kampanya ile 19 ilde 1900 üniversiteli genci “AB-Türkiye İklim Elçisi” olarak yetiştirmeyi hedefliyor.

İklim için 19 ilde 1900 üniversiteli #gecolmadan harekete geçiyor! Sen de AB-Türkiye iklim elçisi olmak için harekete katıl!

Detaylı Bilgi ve Başvuru için:  https://linktr.ee/gecolmadantr

 

Leyli Sanat Derneği –  Toplumsal Cinsiyet Temelinde Film İncelemeleri

Leyli Sanat Derneği, toplumsal cinsiyet kavramını sinema sanatı üzerinden konuşabilmek adına yeni bir etkinlik serisine başlıyor. 

İstanbul Üniversitesi Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalı öğrencileri Esra Çalışkan Dönmez ve Ufuk Kadız’ın kolaylaştırıcılığını üstleneceği etkinlikte, Jane Campion’un yönettiği 1993 yapımı “The Piano” adlı film toplumsal cinsiyet temelinde tartışmaya açılacak.

Etkinlik Tarihi: 09 Mayıs 2021

Etkinlik Saati: 20:30 

Etkinlik Kanalı: Zoom

Başvuru ve Detaylı Bilgi için:  

https://leylisanat.org/the-piano-1993-toplumsal-cinsiyet-temelinde-film-incelemeleri-1/ 

 

 

Tohum Otizm Vakfı- Otizmli Bireyler ve Obsesif Kompulsif Bozukluk Webinar

Etkinlik Tarihi: 11 Mayıs 2021

Etkinlik Saati: 19:00

Etkinlik Kanalı: Online Platformlar

Başvuru ve Detaylı Bilgi için:  

https://docs.google.com/forms/d/e/1FAIpQLSeyxwqLNmtOpWvpyCHQFDHE_YT6umll0DUvRcQPS2lgEIdrOQ/viewform

 

 

Sağlıkta Genç Yaklaşımlar Derneği– Dijital Hikayeleştirme Eğitimi

Genç Mültecileri Destekleme Programı, Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA) Türkiye Ofisi ortaklığında, Japonya Hükümetinin finansal desteği  ile dijital ortamda gerçekleştirilecek olan Dijital Hikayeleştirme Eğitimi için katılımcılarını arıyor!

 

Dijital Hikayeleştirme Eğitimi; Türkiyeli, mülteci ve göçmen gençlerin bir araya gelerek cinsel sağlık üreme sağlığı, toplumsal cinsiyet, çocuk yaşta erken ve zorla evlilikler, istenmeyen gebeliklerin önlenmesi, cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlar, HIV ve AIDS, hikayeleştirme ve senaryo yazımı konularında gerçekleşecek atölyelerin ardından, gençlere yönelik farkındalık artırıcı, yaratıcı hikayeler ortaya çıkarmasını hedefliyor. 

 

Eğitim Tarihleri: 22 Mayıs- 6 Haziran 2021

Son Başvuru Tarihi: 8 Mayıs 2021

Başvuru ve Detaylı Bilgi için:  

https://docs.google.com/forms/d/e/1FAIpQLSdLGfuU4mQrEjZcVl9mXkuyZ43SqkcD2VRT8d

 

 

İhtiyaç Haritası- Gönüllülük İlanı

İhtiyaç Haritası Gönüllüsü, kurum ile ortak bir anlayışı paylaşarak bilgi, beceri yetenek, imkan ve zamanını ortaya koyan, maddi kazanç beklemeyen ve kendi özgür iradesi ile kurumun misyonu çerçevesinde, düzenli olarak ve/veya belirli zaman diliminde İhtiyaç Haritası yararına gönüllü faaliyetlere katılan bireylerdir.

Gönüllülük Bölümleri; Online İmece Takımı, Ofis Gönüllüsü, Etkinlik Kampanya Gönüllüsü, Üniversite Topluluğu

 

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: https://www.ihtiyacharitasi.org/

 

 

Genç Mültecileri Destekleme Programı- Gençler İçin Hibe Programı

Genç Mültecileri Destekleme Programı; Sağlıkta Genç Yaklaşımlar Derneği (Y-PEER Türkiye) yürütücülüğünde Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA) Türkiye Ofisi ortaklığında, Japonya Hükümeti’nin finansal desteği ile gerçekleştirilen bir hizmet sunum ve güçlendirme programıdır.

Son Başvuru Tarihi: 10 Mayıs 2021

Başvuru ve Detaylı Bilgi İçin:

https://docs.google.com/forms/d/1xvSZ9w4eig-HW-EWaXN3p5auOFX_XNEWxpjndW7xzZs/edit

 

 

Etkiniz- LGBTİ+ Hakları İzleme Online Eğitimi

LGBTİ+ Hakları İzleme Eğitimi, teorik ve pratik çalışmalardan oluşan günde 3 saat süren 3 günlük bir eğitim olarak tasarlandı.

Katılımcılara 3 ana başlık altında insan hakları izleme becerilerini geliştirme fırsatı sunuluyor:

  • İnsan hakları izleme çalışmalarında kesişimsellik ve LGBTİ+ hakları
  • LGBTİ+ hakları ihlallerini izlemede anaakımlaştırma
  • Veri toplama ve raporlaştırmaya LGBTİ+ hakları perspektifinden yaklaşmak

 

 

Eğitim Tarihleri: 20-21-22 Mayıs 2021 (günde 3 saat)

Eğitim Yeri: Zoom 

Son Başvuru Tarihi: 14 Mayıs 2021

Başvuru ve Detaylı Bilgi İçin: 

http://bit.ly/lgbti-haklari-izleme

 

 

Habitat Derneği- Dijital Öğretmenler

Dijital Öğretmenler Projesi kapsamında Doç. Dr. Fırat Soylu tarafından verilecek “Beyin ve Sinirbilim Araştırmalarının Öğrenme ve Eğitime Etkileri” konulu seminere davetlisiniz!


Eğitim Tarihi: 10 Mayıs 2021

Eğitim Saati: 21:00

Eğitim Kanalı: Youtube

İzlemek için: https://www.youtube.com/channel/UC6Fkq1ovVbI-U352qv245UQ

 

 

Hazırlayanlar: Banu TÜYSÜZ, Ecem GÜVEN, Gizem AŞAR

TUİÇ Akademi Sivil Toplum Çalışmaları Birimi

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Balkan Bülteni / 02-04 Mayıs

0

 

Arnavutluk

 

“Geçmişe Saygı Duymak Gelecek için Yatırımdır”

  • Meclis sözcüsü Gramoz Ruçi, “5 Mayıs Arnavutluk Şehitler Günü” münasebetiyle geçtiğimiz Çarşamba günü yaptığı konuşmada, bir memleketin şehitlerine saygı göstermesini olgun ve kuvvetli bir millet olmanın göstergesi olarak nitelendirdi. Aynı zamanda geçmişe saygı duymanın gelecek için bir yatırım olduğunu dile getirdi.
  • “Bugün ülkemizin özgürlüğü ve bağımsızlığı için canını veren 28.000 partizan şehidimiz başta olmak üzere görevi başında şehit düşen nice askerimizin, polisimizin önünde saygıyla eğiliyorum. Her 5 Mayıs’ta aziz şehitlerimizi saygıyla ve özlemle yad ediyoruz.”

Kaynak: Albanian Daily News

Tarih: 05.05.2021

 

Bosna – Hersek

 

Gudeljevic: Bakanlık ve WHO bugün iki yıllık yeni bir anlaşma imzalıyor

  • Bosna Hersek (BH) Sivil İşler Bakanı Ankica Gudeljevic bugün Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ile iki yıllık yeni bir anlaşma imzalayacağını ve işbirliğinin başlayacağını söyledi.
  • WHO, özellikle Bakanlığın mükemmel bir iş birliği içinde olduğu Saraybosna Ofisine teşekkür etti.
  • 20 yılı aşkın süredir devam eden iş birliğinin devam etmesini temenni etti.

 

Kaynak: FENA

Tarih: 04.05.2021

 

Tegeltija, Türk Bakan Çavuşolu ile görüştü

  • Saraybosna’da, BH Bakanlar Kurulu Başkanı Zoran Tegeltija, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile güncel siyasi ve ekonomik konular ve ikili ilişkilerin daha da geliştirilmesi, ekonomiye odaklanmasıyla sonuçlarla mücadelesi üzerine görüşme yaptı.
  • Başkan Tegeltija, Türkiye’nin BH’e dengeli yaklaşımı için Bakan Çavuşoğlu’na teşekkür etti. Geçtiğimiz günlerde Banja Luka’daki Başkonsolosluğun açılmasına dikkat çekti.
  • BH’nin en fazla imzaladığı ve onayladığı anlaşmanın Türkiye ile olduğu söylendi. Türkiye’nin Belgrad-Saraybosna otoyolunun yapımında oynadığı rolün yanı sıra Üçlü Balkan Zirvesi ve BH, Sırbistan ve Türkiye Üçlü Ticaret Komitesi’nin önemine de işaret etti.
  • Muhataplar, BH ile Türkiye arasındaki ilişkilerin çok iyi, istikrarlı olduğunu ve BH’nin dış ticaret açığını azaltarak Türk yatırımlarını özellikle altyapı sektörlerinde artırmak için ekonomik iş birliğinin daha da geliştirilmesi gerektiğini değerlendirdiler.

 

Kaynak: Oslobodenje

Tarih: 05.05.2021

 

Valentin Inzko: “Bosnalı Sırplar Ülkeyi Bölmek İstiyor”

  • Sırp Cumhuriyeti Parlamentosu 2021 Mart ayında, ülkenin barışçıl bir şekilde bölünmesine izin veren bir kanunu kabul etti. Sırp Cumhuriyeti liderleri ise 2021 Nisan ayında bu yönde müzakere oluşturma konusunda anlaştılar.
  • Bosna-Hersek Yüksek Temsilcisi Valentin Inzko, BM Güvenlik Konseyi’ne sunduğu son raporunda, atılan bu adımların Bosna Hersek için güvenlik ve siyasi sonuçlar doğurabileceğini belirtti.
  • Inzko, Milorad Dodik liderliğindeki Bosnalı Sırp liderlerin aktif olarak ülkeyi parçaladığı konusunda BM Güvenlik Konseyi’ni uyardı.

Kaynak: Rtv Slo

Tarih: 05.05.2021

 

Bulgaristan

 

Bulgar  Milletvekilleri, Siyasi Partilere Devlet Sübvansiyonunun Kesilmesini Reddetti

  • Siyasi partiler için devlet sübvansiyonları konusu, Trifonov ve onun gece geç saatlerde yaptığı talk-show tarafından başlatılan 2016 referandumundaki sorulardan biriydi. Plebisit, Parlamentonun sonuçlarını kanun haline getirmesini gerektirecek yasal eşiğin biraz gerisinde kaldı.
  • Trifonov, yeniden sayılması ve sonuçların doğrulanması için başarısız bir temyiz başvurusunun ardından 2019 yılında, asıl amacı 2016 referandumundaki sorulara verilen yanıtların hukuka dönüştürülmesini sağlamak olan bir siyasi parti kurma niyetini duyurdu.
  • 5 Mayıs’ta dört saat süren tartışmada, ITN milletvekilleri, siyasi partilere verilen devlet sübvansiyonlarının boyutunu azaltmak için referandumda ezici bir destek oylamasına atıfta bulunarak, böyle bir kesintinin siyasi partileri aşırı bağımlı hale getireceği yönündeki eleştirileri reddederek defalarca dile getirdiler.
  • Tasarı başlangıçta kabul edilmiş gibi görünmüş, ancak tekrarlanan oylamalarda yeterli desteği toplamamıştır – genellikle tüm milletvekillerinin oylarını kullanmak için yeterli zamana sahip olmadığı gerekçesiyle, Bulgar parlamento prosedürleri uyarınca izin verilir.

 

Kaynak: Sofia Globe

Tarih: 05.05.2021

 

 

Karadağ

 

Varhelji: Karadağ’daki mali durumu değerlendirmek bize bağlı değil

  • Avrupa Birliği Karadağ Bakanı Varhelhi ve gazetecilere verdiği demeçte düşüncelerini dile getirdi. ‘’Karadağ’daki mali durumu değerlendirmek Avrupa Birliği’nin görevi değil. Bugün Karadağ’a çalışma ziyaretinde bulunan ve Pfizer aşısının ilk dozlarını getiren Avrupa Genişlemeden Sorumlu Komisyon Üyesi Oliver Varhelji, savcının kanunlarındaki reformları takip ediyoruz ve bunu Başbakan Zdravko Krivokapic ile zaten görüştük.’’ dedi.
  • Hiçbir ülkeyi başka bir ülkenin iç siyasetine karışmaya asla teşvik etmeyeceğini vurgulayan Bakan, sınır dışı edilen büyükelçi hakkında da konuştu. “Kesin konuşmak gerekirse, Twitter’daki mesajım Sırbistan’ın Karadağ Büyükelçisi Vladimir Bozoviç ve sınır dışı edilmekti. Persona non grata keskin bir hareket, bu yüzden tartışmayı sakinleştirmenin önemli olacağını düşündüm çünkü Balkanlar’da çok fazla kötü ilişki gördük.’’ Varhelji, “O zaman gerilimleri yatıştırma ihtiyacına dayanarak söyledim, tırmanmaya değil” dedi.
  • Karadağ Devlet Başkanı Krivokapiç, “Temel anlaşma Karadağ Anayasası ve yasalarının ötesine geçemez’’ dedi ve Avrupa Birliği’ne teşekkürlerini sundu.

 

Kaynak: CDM

Tarih: 4.05.2021

 

AB ve NATO, Karadağ’da Artan Gerilimlere Kayıtsız Kalmamalı

  • Karadağ Yeni hükümeti, Çin’in devasa yatırımlarının Karadağ Avrupa Birliği yolunda bir tehlike oluşturmadığı konusunda ısrar ediyor. Ancak siyasi analistler, yetkililerin daha dikkatli olması gerektiği konusunda uyarıyor.
  • Podgorica merkezli bir STK olan Politikon Network’ten Jovana Marovic, siyasi değişikliklere rağmen Pekin’in Karadağ’daki etkisinin devam edeceğini söyledi.
  • Maroviç, BIRN’e “Çin’in Karadağ’daki etkisi genellikle ekonomik yönüyle görülüyor. Ancak bu etki günden güne artıyor ve böyle giderse gelecekte siyasi hale gelebilir” dedi. “Çin’in bir süre daha ülkede çok var olması beklenebilir” diye ekledi. Çin’in Karadağ’daki varlığı şu anda en çok Adriyatik kıyılarından Sırp başkenti Belgrad’a uzanan daha büyük bir otoyolun Karadağ ayağını temsil eden Bar-Boljare otoyolunda görülüyor.

 

Kaynak: Balkan Insight

Tarih: 4.05.2021

 

Abazovic: Ne Zaman Güvenebileceğimizi Bilmek Önemli

  • Karadağ hükümetinin organize suçla uğraşmaya başladığını ve ne zaman güvenebileceğini bilmenin önemli olduğunu söyleyen Cumhurbaşkanı Yardımcısı Dritan Abazoviç, bazı savcılar, hakimler cezaevine girene kadar ülkede adalet olmayacağını söyledi.
  • Abazoviç, görevi vesilesiyle düzenlenen kontrol duruşmasının, polisin son on yılın en büyük başarısı olduğunu söylediği organize bir suç örgütü için tutuklama kararı verilmemesini çevreleyen olaylarla ilgili olduğunu anladığını söyledi.
  • Abazoviç’e göre, “Söylediklerimden kesinlikle utanmıyorum ve bunu her yerde ve her yerde tekrarlardım ve Sanırım Konsey, Basoviç’in bu kararı iki saat sonra değiştiren kararı hakkında en iyi şekilde konuşuyor.’’

 

Kaynak: Mina News

Tarih: 5.05.2021

 

Kosova

 

Kosova’daki Sırplara Maddi Destek

  • Sırbistan Cumhurbaşkanı Alexandar Vuçiç, Kosova’da yaşayan Sırpları da kapsayan bir destek paketi oluşturduklarını söyledi.
  • 12 Mayıs 2021 tarihinden itibaren, Sırbistan’a kayıtlı tüm vatandaşlara 30 Euro para yardımında bulunulacak.
  • 20 Mayıs 2021 tarihinden itibaren ise; Kosova’da yaşayan bütün Sırp vatandaşlarına 100 Euro, çalışmayanlara ise 200 Euro para yardımı yapacağını açıkladı.

 

Kaynak: Kosova Haber

Tarih: 03.05.2021

 

Dışişleri Bakanı’nın Görevden Alınması Talep Edildi

  • Donika Gërvalla’nın Özel Mahkeme’yle ilgili yaptığı açıklamalardan sonra Kosova Demokratik Partisi (PDK), Başbakan Albin Kurti’den Dışişleri Bakanı Donika Gërvalla’yı görevden almasını talep etti.
  • PDK yetkililerinden Betim Gjoshi, Gërvalla’nın önünde ancak iki yol olduğunu söyledi.  “Acilen istifa etmelidir ya da acilen görevden alınmalıdır.”
  • Gërvalla ise Facebook üzerinden yapmış olduğu açıklamada, Kosova’daki tüm mağdurlar için adalet aramayı asla bırakmayacağını söylerken, daha yapacak çok işinin olduğunu da vurguladı.

 

Kaynak: Kosova Haber

Tarih: 04.05.2021

 

Sırbistan’a Dava!

  • Başbakan Albin Kurti, görevi aldıktan sonra Meclis’te yaptığı ilk konuşmasında Kosova hükümetinin, savaş suçları ve soykırım nedeniyle Sırbistan’a Uluslararası Adalet Divanı’nda dava açmak istediğini söylemişti.
  • Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vuciç ise dava açma uyarısının Kosova’nın Arnavutluk ile birleşmesinin başlangıcı anlamına gelen bir uyarı olduğunu vurguladı.
  • Sözlerini, “Kosovalı Arnavutları bunu yapmamaya çağırıyorum.” diyerek bitirdi.

 

Kaynak: Panorama.al

Tarih: 05.05.2021

 

Sırbistan

 

Rusya, Kosova’ya Barış’a Yönelik Çözüm Şartlarının ve Biçimlerinin Dayatılmasına Karşı Çıktı

  • Rusya, müzakereler sırasında ve 1244 sayılı BM Güvenlik Konseyi Kararı temelinde Kosova ve Metohija konusunda bir çözüm aranması gerektiğinden emin.
  • “Kosova meselesini çözme yolundaki temel sorun, Priştine ve Batılı hamilerinin yapıcı olmayan konumu ve Kosovalı Arnavutların daha önce Brüksel arabuluculuğuyla varılan anlaşmaları, özellikle de Kosova’da Sırp Belediyeler Topluluğu’nun oluşumu.” olduğunu Büyükelçi belirtti.
  • Sırp medyasının daha önce AB ülkelerinin siyasetçileri ve yetkilileri tarafından hazırlanan ve Kosova konusunda Sırbistan’ın güney bölgesini terk ettiğini ima eden bir çözüm önerdiği iddia edilen iki ‘kağıt olmayan belgenin’ görünümünü tartıştığını hatırlatalım.

 

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 03.05.2021

 

Vuciç, Kosovalı Arnavutlardan Sırbistan’a ‘Soykırım’dan Dava Açmamalarını İstedi

  • Ayrılıkçı bir Kosova, Sırbistan’a ancak başka bir devlet aracılığıyla – Arnavutluk aracılığıyla soykırım davası açabilir. Bu, Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic tarafından ifade edildi.
  • Vuciç’e göre Sırbistan, “Kosova ve Metohija’da var olan ve yasal anlamda hala var olan” tek ülke. Bu nedenle, Priştine’nin böyle bir iddiayı ancak Arnavutluk kendisine bu konuda yardım etmesi halinde sunabileceğini, bunun da “Arnavutluk ile fiilen birleşme” anlamına geleceğini söyledi.
  • Vuciç, Balkanlar’da sınırların yeniden dağıtılmasını sağlayan “kağıt olmayan belgelerin” ortaya çıkışı hakkında da yorum yaptı. Sırp lider, kişisel olarak sınırların yeniden dağıtımına karşı olduğunu kaydetti.

 

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 05.05.2021

 

Yunanistan

 

Yunanistan – İsrail İlişkileri Doğu Akdeniz’in İstikrar Kazanmasına Yardımcı Oluyor

  • Küresel kargaşanın ortasında ve Ankara’nın kilit bölgesel oyuncuları cezbetmeye çalıştığı Yunanistan-İsrail ortaklığı, etkili bir bölgesel stratejinin temelini oluşturuyor.
  • Son haftalardaki üç olay, Yunan-İsrail ilişkilerinin önemine işaret ediyor: İsrail’in Yunan Hava Kuvvetlerini eğiteceği büyük bir anlaşmanın imzalanması; İsrail Hava Kuvvetlerinin uluslararası “Iniochos” askeri tatbikatına katılımı ; Kıbrıs, Yunanistan, İsrail ve Birleşik Arap Emirlikleri dışişleri bakanlarının Baf’ta bir toplantı.
  • Bu etkinlik, küresel ve bölgesel olaylarla ilgili artan belirsizlikle birlikte gelir ve benzer düşünen ulusların bir arada durmasını ve yanıtlarını koordine etmesini daha önemli hale getirecek.

 

Kaynak : Jerusalem Institute for Strategic Studies

Tarih : 3.05.2021

 

Yunanistan  Yeni 5 Yıllık Tahvil İhracını Açıkladı

  • Yunan devleti, Barclays, BofA Securities, Commerzbank, Morgan Stanley ve Societe General olmak üzere beş yıllık yeni tahvil ihracı için beş bankayı görevlendirdi.
  • Yunan Kamu Borç Yönetim Ajansı salı günü beş yıllık bir tahvil ihracı ile piyasalara yeni bir giriş duyurdu ve belirtilen takvimin “yakın gelecekte” olacağı açıklandı. Bu yıl şimdiye kadar piyasalardan 8,8 milyar euro tükettikten sonra, ECB’nin olağanüstü salgın programı kapsamında Yunan menkul kıymetlerine verilen destek sayesinde, ülkenin şu anda borçlandığı çok düşük faiz oranlarından yararlanılacak .

 

Kaynak : TOBHMA Team

Tarih : 05.05.2021

 

Dış Aktörler

 

1 Temmuz’da Batı Balkan Ülkeleri Arasında Roaming Ücretleri Kaldırılıyor

  • Bölgesel İşbirliği Konseyi Genel Sekreteri Majlinda Bregu, Özgür Avrupa Radyosu’na verdiği demeçte, “Batı Balkan ülkeleri arasında mobil dolaşım ücretleri 1 Temmuz’da kaldırılacak. Bu, bölgedeki vatandaşların ve işletmelerin bütçe tasarrufu yapacağı anlamına geliyor” diye kaydetti.
  • Kuzey Makedonya, Sırbistan, Karadağ, Arnavutluk, Kosova ve Bosna Hersek, vatandaşlara telefon görüşmeleri, SMS mesajları ve internet kullanımı için daha ucuz dolaşım ücretleri sağlayan 2019’da yapılan İkinci Dijital Zirve sırasında imzalanan anlaşmayı 1 Temmuz’da uygulamaya başlayacak.
  • Avrupa Birliği, vatandaşlar arasındaki iletişimi kolaylaştırmanın bir yolu olarak Batı Balkan ülkeleri için telekomünikasyon şirketlerinin ücret tarifelerinde dolaşım ücretlerinin kaldırılmasını istiyor.

 

Tarih: 03.05.2021

Kaynak: Time Balkan

 

AB, Batı Balkanlar’a 651 Bin Doz Aşı Yardımında Bulunacak

  • Avrupa Birliği Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Oliver Varhelyi, koronavirüsle mücadelede AB’nin Batı Balkanlar’a 651 bin doz aşı yardımında bulunacağını ve aşıların gelecek iki hafta içinde teslim edileceğini söyledi.
  • Varhelyi, Sırbistan’a 1170 doz Pfizer-Biontech aşısını teslim ettiğini belirterek, “COVID-19 salgınıyla mücadele bekletmeye gelmez. Bölge için aşı temini oldukça önemli. Aşılamada oldukça başarılı olan Sırbistan ile başlamak istedim” dedi.
  • Varhelyi, komşu ülkelere aşı bağışında bulunan Sırbistan’a teşekkür ederek, herkese aşı olmaları çağrısında bulundu.

 

Tarih: 04.05.2021

Kaynak: Time Balkan

 

AB Tarafından Finanse Edilen Aşılar Bosna Hersek’e Ulaştı

  • Avrupa Birliği tarafından, önümüzdeki aylarda ülkenin alacağı toplam 214.000 dozdan yaklaşık 10.000 COVID aşı dozu 4 Mayıs salı günü Bosna ve Hersek’e teslim edildi.
  • Saraybosna Uluslararası Havalimanı’nda, Avrupa Komşuluk ve Genişlemeden Sorumlu Komisyon Üyesi Oliver Várhelyi, Avusturya Dışişleri Bakanı Alexander Schallenberg, Bosna Bakanlar Kurulu Başkanı Zoran Tegeltija ve Dışişleri Bakanı Bisera Turkoviç’in katıldığı törende toplam 10.530 Pfizer / BioNTech dozu teslim edildi.
  • Várhelyi, “Bugün büyük bir gün ve bu bölgeyi önemsediğimizi, Bosna Hersek’i önemsediğimizi gösteriyor. Bu, umarız pandemiden çıkarak ortak yolculuğumuzun bir sonraki ayağıdır” ifadelerini kullandı.

 

Kaynak: N1

Tarih: 04.05.2021

 

Defender Europe 2021 Tatbikatı Arnavutluk’ta Başladı

  • ABD’nin 26 ülke ile düzenlediği ve 28 bin askerin katıldığı “Defender Europe 21” tatbikatı Arnavutluk’un Durres kentinde resmi törenle başladı.
  • Törene Arnavutluk Cumhurbaşkanı İlir Meta, Arnavutluk Başbakanı Edi Rama, Arnavutluk Savunma Bakanı Niko Peleshi, ABD’nin Avrupa Kuvvetleri ve NATO Müttefik Kuvvetler Yüksek Komutanı Tod Wolters, NATO üst düzey yöneticileri ve askerler katıldı.
  • Meta, “Dünyanın en büyük özgürlük ittifakı olan NATO, muhakkak ki Arnavutluk için tartışmasız olarak en büyük destektir. Bu askeri tatbikat Arnavut askerlerine becerilerini göstermeleri için çok büyük bir fırsat olacaktır” diye konuştu.
  • Başbakan Rama da askeri tatbikatının türünde tek örneği olarak sayılabileceğini belirterek, “Belki sayıca büyük bir ülke olarak çok bir şey katmayan, ancak değer olarak Arnavutluk, NATO’nun yanında sadakat ile durmaya devam edecek” ifadelerini kullandı.

 

Tarih: 05.05.2021

Kaynak: Time Balkan

 

Çavuşoğlu: “Türkiye, Bosna Hersek’in İlerlemesini Desteklemeye Devam Edecek”

  • Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Saraybosna’daki temaslarına devam ediyor. Bosna Hersekli mevkidaşı Bisera Turković ile yaptığı görüşme sonrasında yapılan açıklamada Bakan Çavuşoğlu, Türkiye’nin Bosna Hersek’in ilerlemesini, toprak bütünlüğünü ve refahını desteklemeye devam edeceğini ifade etti.
  • Bakan Turković ise Türkiye’nin sadece Bosna Hersek’in toprak bütünlüğünü değil, aynı zamanda Avrupa topluluğuna üyelik yolunu da kesin olarak desteklediğini söylerken, “Türkiye, NATO ile işbirliği söz konusu olduğunda en önemli ortaklarımızdan biridir. Türkiye, Bosna Hersek’in önemli bir dış ticaret ortağı” sözlerini kullandı.
  • Çavuşoğlu, Saraybosna’da kaldığı süre boyunca Cumhurbaşkanlığı üyeleri, Bakanlar Kurulu Başkanı ve Parlamento temsilcileriyle de görüşecek.

 

Kaynak: Independent Balkan News Agency

Tarih: 05.05.2021

 

 

HAZIRLAYANLAR:

Aybüke Koçak, Didem Şimşek, Dilara Nesrin Bulut, Dilek Keçeci, Ece Sumru Güvemli, Elifnur Ayhan, Hatice Deniz Hızal, Hilal Yel, İleyna Savuk, Melisa Agoviç, Şamil Orhan

TUİÇ Balkan Stajyerleri

 

 

Uluslararası Çevre Hukukunun Türkiye’nin Taraf Olduğu Antlaşmalar Bakımından Uyumu ve Sonuçları

0

Özet

İnsanlık endüstrileşme ile başlayan kalkınma amaçlı girişimlerini çevreyi dikkate almayarak gerçekleştirmiş, çevreyi çıkarcı ve bilinçsizce kullanmıştır. Bu durum çözüm için küresel boyutta iş birliği gerektiren çevre problemlerine neden olmuştur. Çevre sorunlarının insan yaşamını olumsuz etkilemesi ile birlikte yeni çevre politikaları geliştirilmeye başlanmış, sorunların küresel etkileri nedeniyle devletler çok taraflı çevre antlaşmaları aracılığıyla çevrenin korunması kurallarını düzenlemeye çalışmışlardır. Ancak çevrenin korunması konusundaki bu antlaşmaların etkin bir şekilde uygulanabilirliği devletlerin ulusal çevre hukukuna ve antlaşmaların koşullarına olan uyumuna bağlı olmuştur. Bu çalışma, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası çevre sözleşmelerinin içerik bakımından Türk çevre hukukuna uyum sürecini, sistemsel ve toplumsal açıdan, tarihsel biçimde, güncel kanunlar ışığında incelemektedir.

Anahtar Kelimeler: Çevre, Çevre Hukuku, Türkiye, Uyum Süreci, Uluslararası Sözleşmeler

 

Abstract

Humanity has carried out its development initiatives that started with industrialization, ignoring the environment, and used the environment in a self-interested and unconscious way. This situation has caused environmental problems that require global cooperation for solutions. With the negative impact of environmental problems on human life, new environmental policies have begun to be developed, and due to the global effects of the problems, states have tried to regulate environmental protection rules through multilateral environmental agreements. However, the effective applicability of these environmental protection treaties depends on the compliance of the states with the national environmental law and the terms of the treaties. In this study, in terms of the content of international environmental agreements to which Turkey is a party to date the process of alignment of Turkish environmental law are examined systematically and socially in light of historical forms.

Keywords: Environment, Environmental Law, Turkey, Integration Process, International Agreements

 

1. Giriş

İnsanlık varoluşundan itibaren doğa ile etkileşimini sürdürmekte ve bu iç içe geçmiş yaşayış biçimi farklı şekillerde devam etmektedir. Başlarda ne kadar faydanın maksimize edilmesiyle gerçekleşen bir yaşayış süregeldiyse de bu tarz faaliyetlerin olumsuz çevresel etkilerinin artması, devletlerin ve bireylerin bu olumsuzluğu en aza indirgeme gerekliliğini oluşturmuştur. Tam da burada bahsedilen farkındalığın devletler nezdinde oluşması iş birliğini zorunlu hale getirerek insanlığın ortak mirası için beraber önlem alma fikrini doğurmuştur. Toplumsal alanda bu önlemlerin alınabilmesi açısından hukuk düzeni, belirli kuralların devletler tarafından koyulmasını sağlayarak kendi içinde meşru bir zemin oluşturmayı sağlayan en temel araçtır. Bu noktada hukuk düzeninin yaptırım gücü ise bu kurallar bütününün bağlayıcılık kazanmasını ve gerek ekonomik gerek sosyal yaşantının gerçekleştirilirken bu kuralların dikkate alınmasını sağlamaktadır. Uluslararası düzeyde alınacak önlemlerin öncelikli olarak gözetmesi gereken noktalar, devletlerin egemenliği ve eşit olmalarıdır. Bu özelliklere dayanarak devletlerin üstünde olan bir otoriteden söz edemediğimiz sürece, uluslararası hukuk bağlamında koyulan kurallara devletler tarafından uyulacağının kesin olmadığı ve denetim sistemindeki eksiklikten kaynaklı olarak yargı organının da belirsiz olduğu söylenebilir. Buradan çıkabilecek sonuçlardan bir tanesi uluslararası hukuk dalının gelişimini tamamlamamış olduğu ve oluşum sürecinin halen devam ettiğidir (Güneş, 2012). Uluslararası çevre hukukunun doğuşunu değerlendirecek olursak, çevresel sorunların ortaya çıkmasıyla alınan yerel önlemlerin yetersizliği ile beraber devletler uluslararası düzeyde önlemler alma gereksinimi duyarak farklı sözleşmelerle bağlı olma eğilimi içerisine girmişlerdir. Buradan hareketle söylenebilir ki küreselleşmenin bizlere olumsuz getirisi olarak uluslararası alanda farklı devlet ya da şirketlerin gerçekleştirdiği çevresel zararların sorumluluğu mümkün olabilmektedir. Dünya ticaretinin artık çok taraflı ilişkilerle gerçekleştiğini düşündüğümüzde bu durum, ortaya çıkan çevresel kural ihlalinin denetim sorununu da beraberinde getirmiştir. Gelenekselleşmiş kuralların uluslararası düzeydeki sorunları çözmekte yetersizliği, devletlerin mutabık kaldıkları çok taraflı çevre sözleşmelerini yapmaya itmiştir (Epiney, 2001). Dünya genelinde 1970’li yıllarda şiddetini arttıran çevre sorunları, artık devletlerin yerel yönetimlerini aşan ve endüstri toplumunun çevreyi öncelemesiyle çözülebilecek bir evreye gelmiştir. Yerel şekilde alınan hukuki önlemler daha çok yönetim hukuku ve kısmen de özel hukuk normlarından oluşmaktadır (Turgut, 2001). Günümüzde ise çevre hukukuna ilişkin hukuk dallarında yer alan ulusal hukuk bağlamında farklı kurallar öngörülmüş ve sadece yönetim hukuku, özel hukuk açısından değil ceza hukuku açısından da farklı yaptırımlar oluşturulmuştur. Ulusal düzeyde gerçekleşen bu gelişim aslında uluslararası alandaki sözleşmeler paralelinde oluşmaktadır. Devam eden bu gelişim süreci, teknolojinin ilerlemesiyle beraber yeni kurallara ya da oluşumlara gebe olmaktadır.

 

2. Uluslararası Çevre Hukukunun Türkiye Bakımından İncelenmesi

İnsan hakları şeklinde nitelendirilen haklar; evrensel, mutlak ve dokunulmaz olarak tanımlanmış ve insana sırf insan olması dolayısı ile verilen haklar bütünüdür (Mutlu, 2011). “Bu hakların temeli, insanlarla yapılan bir sözleşmeden ziyade ahlakilikte yatmakta ve bu ilişki de insan onurunun korunması gereken bir değer olduğu için var olmaktadır[1]. Dünyada pek çok yerde ortak biçimde kabul edilen insan hakları, genel kabulde evrensel olarak nitelendirilmektedir. Çevre hakkı olarak nitelendirilen hak ise üçüncül kuşak haklardan biri olarak konumlandırılmış ve daha kaliteli bir hayat sürmemizi sağlayan hakların arasında yer almıştır. Çevre hakkının 20. Yüzyılda önem kazanmasıyla aslında birincil kuşak haklarımızdan olan yaşam hakkı ile ilişkilendirilmesi pekala mümkün gözükmektedir. Yeni kuşak haklar şeklinde adlandırılan haklardan biri olarak çevre hakkı, dayanışma haklarından biri olarak nitelendirilmiştir.  Bu haklar, birincil haklar gibi bireyi temel almaktan ziyade kolektifliği ön plana alarak halkların ve toplulukların beraber hareket ederek kullandığı haklardan söz etmektedir. Çevre hakkının bu dayanışma hakları içerisinde yer alması, bireyleri aşan ve devletlerin, uluslararası toplulukların müdahalesini gerektiren bir sorun olmasından kaynaklanmaktadır.

Çevre hakkı kavramı da bu sorunun çözümüne ilişkin olarak her insanın sağlıklı ve temiz bir çevrede yaşamasının onun insan oluşundan kaynaklanan haklarına vurgu yapmaktadır. İnsanın yalnız insan olduğu için sahip olduğu bu haklar, devletler tarafından dokunulamayan ve kısıtlanmaları da şartlara bağlanmış hak grubu, en temelde, kişilerin temel hak ve özgürlüklerine dayanmaktadır.  Çevre hakkı ise kolektif bilinç sonrasında ortaya çıkan ve uluslararası alanda toplumları etkileyen haklardan biridir. Burada aslında bu hak gruplarının ne kadar farklı zaman dilimlerinde, farklı mücadeleler sonucunda elde edilmiş olduğunu kabul etsek bile modern dünyada bu hak gruplarının birbirleriyle bağlantılı olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir. Bu iç içe geçmiş haklar bütünü kişilerin artık onlarsız yaşayamayacağı ve en temelde de yaşam hakkını etkileyen türden olmaktadır. Hak grubu ayrımlarından ziyade artık temelde yer alan “yaşam hakkı” biçiminde anayasalarda ifade edilen hakkın, diğer haklarla ilişkilendirilerek alt başlıkları olan bir hak grubu haline getirilmesi gerekmektedir. Yaşam hakkı temelde yer almak üzere alt başlıklar biçiminde oluşturulacak olan bu hakların ayrımı, kişilerin sağlıklı yaşamının ancak kanunla kısıtlanabilir şekilde düzenlenmesine olanak sağlayacaktır. Çevre hakkı, ne yazık ki günümüzde devletlerin ekonomik çıkarlarına karşı yenik düşebilmektedir. Oluşan zararların telafisinin mümkün olmadığını bilinerek gerçekleştirilen ekonomik menfaatlerin sonuçları gelecek kuşakları çok daha olumsuz etkileyebilecektir. Çevre sorunlarının oluşumunun modernleşme ve sanayileşme ile beraber arttığı düşünüldüğünde, her geçen gün artmasının olumsuz sonuçlar doğuracağını tahmin etmenin imkansız olmadığını fark etmek özellikle devletler açısından çok daha kolay olacaktır. Devletlerin ise dünyaya ayak uydurma şeklinde gerçekleştirdikleri her adımın gelecek nesillere karşı sorumluluğumuzu hatırlayarak yapmaları gereken birtakım faaliyetlerdir.

1970’li yıllarda çevre sorunlarının dünya genelinde de şiddetli biçimde hissedilmeye başlanmasıyla Türkiye de bu konuda eyleme geçmeye başlamıştır (Mutlu, 2011). 1982 Anayasası çerçevesinde “çevre hakkı” 56.madde ile şöyle ifade edilmiştir: “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir”[2]. Devlet ve vatandaşa aktif biçimde görev veren bu madde ile beklenenin aksine vatandaşa sadece kirletmemeyi ödev olarak vermemektedir. Toplum içerisinde aktif biçimde çevrenin korunması rolünü de vatandaşa vererek aslında vatandaşın kendini daha fazla sorumlu hissetmesine neden olmaktadır. Çevre hakkı pek tabi insanların farklı faaliyetleri ile de ilişkili olduğu için farklı maddelerde de buna atıf yapılmış ve farklı faaliyetler yürütülürken çevrenin korunmasının gözetilmesini anayasal düzeyde düzenlenmesini sağlamıştır. Örneğin 1982 Anayasası 23. maddede geçen “…Yerleşme hürriyeti, suç işlenmesini önlemek, sosyal ve ekonomik gelişmeyi sağlamak, sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmek ve kamu mallarını korumak…amaçlarıyla kanunla sınırlanabilir…” şeklinde ifade ederek çevrenin korunmasını önceleyen bir normla vatandaşların buna riayet etmesi kanun koyucu tarafından sağlanmaya çalışılmıştır. 1983 yılında çıkarılan Çevre Kanunu ise çevreyi tüm insanların ortak malı olarak görmekte ve korunması için de sürdürülebilirlik ilkeleri kapsamında önlemler alınmasını uygun bulmaktadır (Mutlu, 2011). Bu amaç doğrultusunda gerçekleştirilecek çevrenin korunması kavramı, Çevre Kanunu 2. Maddede çevrenin iyileştirilmesi, geliştirilmesi ve mevcut bozulmaların giderilmesi olarak açıklığa kavuşturulmuştur. Burada iç hukuka ilişkin bilgilerden yola çıkarak söylenebilir ki uluslararası düzeydeki sözleşmelerin iç hukuka uyarlanmasında bazı problemler ortaya çıkmakta, çatışmalar meydana gelmektedir. Uluslararası çevreye ilişkin sözleşmelerin iç hukukta yer almasının, uygun bulma kanunu ile mümkün olduğu Anayasada belirlenmiştir. Ancak problemlerin başlıca nedenlerinden bir tanesi, uygun bulunan sözleşmenin onayından sonraki aşamada, toplum tarafından içerisinde bulunan kavramların özümsenmesi, anlamlarının tam ifadeyle zihinlerde oturması ancak bu sözleşmelerin pratik hayattaki karşılıklarının oluşabilmesi ile mümkün olmaktadır (Taze-Güneş, 2012). Aslında bu hem bir süreç hem de toplumsal düzeyde terimlerin ifadesinin nasıl anlaşılması gerektiğinin saptanmasıyla mümkün olmaktadır.  Bu toplumsal kabulün yanı sıra, uluslararası antlaşmaların uyumunun anayasada usulüne uygun konulmuş antlaşmaların kanun hükmü ile eş değerde olduğu belirtilerek konumu belirlenmiştir.  Ancak kanun koyucu tarafından getirilen istisna ile temel hak ve özgürlüklere ilişkin sözleşmelerin hiyerarşide kanunlar üzerinde olduğu ve çatışma halinde uluslararası antlaşmaların uygulanacağı söylenmiştir. “1982 Anayasası çevre hakkını, ikinci kısımda yer alan ‘Temel Haklar ve Ödevler’ başlığı altındaki üçüncü bölümün ‘Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler’ başlığı altında 56. Madde ile güvence altına almıştır.”[3]Bu bilgiden yola çıkarak söylenebilir ki çevre hakkı temel hak ve özgürlüklerle ilişkilendirilmiş ve bununla beraber normlar hiyerarşisinde kanunun üzerinde, anayasanın altında bir konuma yerleştirilmiştir. Başta birincil hakların kişilerin özgürlük ve temel haklarına ilişkin olan hükümlerinin aslında çevre hakkı ilişkilendirilmesinden yola çıkmış ve bu hakkın da birincil hakların alt başlığı içinde olabileceğini kast etmiş bulunmaktayız. Tarihsel bağlamdan ayrı tutularak kişinin en temel hakkı olan yaşam hakkının uzantısı olarak çevre hakkını görmek artık küreselleşen dünyada oldukça mümkündür. 

 

3. Türkiye’nin Taraf Olduğu Bazı Önemli Uluslararası Çevre Sözleşmeleri

  • 1972-Stockholm Konferansı

Çevre sorunları, Roma Kulübü Büyümenin Sınırları Raporu’nda (1972) belirlendikten sonra, yine 1972 yılında aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 113 ülke, çevrenin korunması ve geliştirilmesi konusunu ilk kez uluslararası alanda Stockholm’de dile getirmiştir. Ekonomik ve sosyal gelişme çevre ile bağlantılı olarak tartışılmıştır. Konferans sonundaki bildirgede, insan-çevre ilişkilerine, insanların çevre üzerindeki olumsuz etkilerine, ülkelerin ekonomik büyüme sorunlarına, yaşam koşullarının geliştirilmesine dikkat çekilmiş, uluslararası örgütler ve hukuk kavramları ele alınmış, küresel iş birliği ve dayanışmanın altı çizilmiştir (Keleş, 2012). Ayrıca gelişmiş ülkelerdeki çevre sorunlarının endüstrileşme ve teknolojik gelişmelerden kaynaklandığı vurgulanmış, kalkınmanın çevreye zarar vermeyecek şekilde olması gerektiğine değinilmiştir. Ancak daha sonra uygulamada yeterli adım atılmamış, çevre konusunda varılan bu uzlaşmalar kağıt üstünde kalmıştır.

  • 1992-Rio Konferansı

Bu konferans uygulamada başarısız kalmış Birleşmiş Milletler Stockholm Konferansı’nı hareketlendirmek için gerçekleşmiştir. BM örgütü 1992 yılında Brezilya’da toplanmış, son yirmi yılın genel değerlendirmesi yapılarak geleceğe yönelik politikaların benimsenmesi amaçlanmıştır (Keleş, 2012).  Dünyadaki kaynakların tasarruflu kullanımı için uluslararası iş birliğinin çok önemli olduğuna vurgu yapılmıştır. Önceki konferanslardan farklı olarak, merkezi yönetimlerin yanı sıra yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları ve farklı statülerden temsilcilerin de katılımı ile çok sesli ve katılımcı bir anlayış benimsenmiştir (Özmehmet, 2008). Konferans sonucunda 5 belge ortaya çıkmıştır: Rio Bildirgesi, Orman İlkeleri, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi, Çölleşme ve Mücadele Sözleşmesi (Keleş, 2012). Rio Konferansı’nın önemli sonuçlarından biri “Gündem 21 Eylem Planı” adı verilen, sürdürülebilir kalkınma sorun ve çözüm süreçlerine yerel yönetimlerin de katılımına önem veren kararın alınmış olmasıdır. Böylece 21. Yüzyıl çevre sorunları için de uzun vadeli ve çok sektörlü bir çözüm/korunma amaçlanmıştır.

  • 1997- Kyoto Protokolü

160 Birleşmiş Milletler ülkesi, Japonya’nın Kyoto şehrinde 1992’de imzalanan İklim Değişikliği Sözleşmesi hedefinde, iklim değişikliği ile mücadele amaçlı toplanmıştır. Protokol gelişmiş ülkelerin sera gazı emisyon seviyelerini azaltmaları amaçlanarak imzalanmıştır. Yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelimin gerekli olduğu konusuna işaret edilmiştir. Protokolü 140’tan fazla ülkenin (39’u sanayi ülkesi) imzaladığı bilinmektedir. Dünya genelindeki sera gazının %36’sından ABD, %21’inden Avustralya sorumlu olmasına rağmen iki ülke de protokolü imzalamamıştır (Erciş, 2016). Türkiye ancak 2002 yılında bu protokole taraf olmuştur. Protokolün ilgili listesinde yer almaması nedeniyle 2012 yılına kadar sayısallaştırılmış herhangi bir yükümlülüğü olmayan Türkiye, daha sonraki dönemler için çalışmalarını sürdürmektedir (Aksu, 2011, s. 21).

 

4. Uluslararası Çevre Antlaşmalarında Uyum Süreci ve Türkiye Açısından Değerlendirmesi

Çok taraflı çevre antlaşmalarının uluslararası çevre sorunlarında, çözüm bağlamında yetersiz olduğu tecrübe edilmiştir. Bilindiği gibi çok taraflı çevre antlaşmalarının asıl sorumluluğu devletlere aittir ve yeterli derecede anlaşılır olmayan, taraf devletlerin koşullarını göz ardı eden çevre antlaşmaların uyumunun, sadece ülkelerin antlaşmaları iyi niyetle imzalamasına bel bağlanılması, sorunların çözülmesi konusunda yapıcı olmayı engellemektedir. Ayrıca ülkelerin antlaşmalarda yer alan doğal kaynakların kullanımı konusundaki sınırlandırmaları egemenlik sorunu olarak algılamaları da sorunların çözümüne engel teşkil etmektedir. Bazı ülkelerin -Türkiye de bu gruba dahil olmak üzere- alt yapı eksikliği gibi sorunları da sürdürülebilir kalkınma önünde yine bir engel olarak durmaktadır. Bu ve benzeri durumlar çok taraflı çevre antlaşmalarının uyumu konusunda sorunlar ortaya çıkarmaktadır.

Bu noktada antlaşmalara uyum sürecinin önemli özellikleri Jacobson ve Weiss[4] tarafından dört kategoriye ayrılmıştır:

  • Problemin Yapısı ve İlgili Faaliyetin Niteliği: Çevre probleminin kendine has özellikleri antlaşmanın oluşturulması ve uygulanmasında büyük ölçüde etkilidir. Çevre sorunlarının karmaşıklığı nedeniyle çözüm sürecine bütünsel yaklaşmak gerekmektedir. Bu süreçte taraf devletlerin yükümlülükleri ve rol dağılımları her ülkenin şartlarına göre değerlendirilmelidir. Sorunun etki alanı, izlenmesi gereken birimlerin sayısı, üretimi, tüketimi, kullanımı ya da ticareti sınırlamaya konu tür ya da maddelerin sayısı da uyum açısından önemli faktörlerdir (Türk, 2016).
  • Anlaşmanın Karakteri: Antlaşmanın içeriği, kapsamı gereğince yapılması gereken eylemler maliyetli mi, yükümlülükler genel mi yoksa özel olarak mı belirlenmeli, antlaşmanın dili açık ve anlaşılır mı, maddeler taraflarca adil bir şekilde mi belirlenmiş, antlaşma finansal ve teknik desteğe ilişkin şartlar içeriyor mu gibi soruları kapsayan faktörler uyum sürecinde yine önemli etkilere sahiptir.
  • Uluslararası Çevre: Medya, sivil toplum, uluslararası örgütler, kısacası uluslararası toplumun belirlenen çevre problemlerine duyarlılığı taraf devletlere bir baskı unsuru olarak yansıyacağı için önemli faktörler arasındadır. Bununla birlikte, devletlerin karşılıklı ilişkileri, güç dengeleri gibi özellikler güvenli bir çözüm ortamı yaratılması açısından uyum sürecinde önemli etkenlerdir.
  • Taraf Devletlere Özgü Şartlar: Taraf bir devletin herhangi bir anlaşmaya uyumu; o devletin sosyal, kültürel, ekonomik ve politik yapısının bir fonksiyonu olarak değerlendirilebilir (Erciş, 2016). Bu bakımdan çevresel duyarlılığı fazla, hukuk kurallarına bağlı, demokratik yapıda olan, buna bağlı olarak vatandaşların ve STK baskılarının fazla olacağı bir ülkede antlaşmalara uyumun daha istikrarlı olduğu söylenebilir. Ayrıca ülkenin ekonomik yönden gelişmişliği de uyum açısından önemli bir faktördür. Çözümlerin eyleme geçirilmesi konusunda idari yapının kapasitesi de yine önemli bir etkendir. Ayrıca problemin türü ile birlikte devletin fiziki şartları ve coğrafi özellikleri de uyum üzerinde etkili olabilmektedir. Devletin geçmiş çevre politikaları ve tutumu da yine uyum sürecini etkileyen faktörlerdendir.

Türkiye 1970’lerden itibaren çevre antlaşmalarına katılım göstermektedir. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi antlaşmaların etkin bir şekilde uygulanması için antlaşmalara taraf olmak yetmemektedir. Etkili bir uygulama büyük ölçüde ilgili ülkenin çevre yönetiminin etkinliğine ve etkinliğin verimi de taraf devletin antlaşmaya uyum derecesine bağlıdır. Türkiye önemli uluslararası çevre antlaşmalarının çoğuna taraf olmuş ve antlaşmaları imzalamıştır. Ancak antlaşmaları uygulamaya geçirme konusunda ulusal mevzuat hazırlamada geç kalmıştır. Ayrıca Türkiye gelişmiş bir ülke ve çevre problemlerinin çözümünde gerekli finansal altyapıya sahip olmadığından, sözleşmelerdeki bazı maddelerin uygulanması konusunda yükümlülüğü olmamış ya da diğer taraf devletlere göre daha geç sorumluluk altına girmiştir. Bu da bütünsel olarak bakıldığında çevre duyarlılığının ulusal alanda her bakımdan etkili bir gündem olmasını geciktirmiştir. Ulusal mevzuata geç giren antlaşma yükümlülüklerinin bile etkili bir şekilde uygulamaya geçilmesi konusunda düzenlemeler yetersiz kalmıştır. Daha önce de belirtildiği gibi çevre problemleri bütüncül bir yaklaşımla ele alınmalıdır. Türkiye’de çevre mevzuatlarının diğer sektörlerdeki politika ve mevzuatlarla bütünleştirilememesi de yine bir başka önemli sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bu karmaşa idari örgütlenme düzeyinde uluslararası antlaşmaların uygulanması konusunda da dağınık bir yapıya sebebiyet vermekte, yerel yönetimlerin yetkileri finansal açıdan çok sınırlı olmakla birlikte çevre mevzuatı hakkında yeterli bilgiye sahip olmamaları da görülmektedir.

Bu bilgiler ışığında bir önceki bölümde belirtilen Türkiye’nin imzaladığı önemli uluslararası üç antlaşma, sözleşme veya protokollerinin ulusal alanda sonuçları örnekler ile birlikte tarihsel olarak incelenecektir.

BM Stockholm Konferansı’nın en önemli özelliği ilk defa uluslararası alanda çevre hakkının tanınması ve bundan sonraki raporlara, sözleşmelere veya protokollere zemin hazırlamış olmasıdır. Bunun dışında konferansta daha çok gelişmemiş ülkelerin gelişmiş ülkeleri çevre kirliliği konusunda sorumlu bulması şeklinde bir yaklaşım benimsenmiştir. Bu yüzden Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere çevre alanında çok fazla sorumluluk yüklediği söylenemez. Bu konferansta başlayan çevre akımının Türkiye açısından etkilerine bakılacak olursa, 1982 Anayasasında yer verilen çevre hakkının ilk tanımı ve daha sonra imzalanan Basel Sözleşmesi’nin (1987) bir sonucu olarak “Tehlikeli Atıkların Kontrolü Yönetmeliği’’nin ulusal mevzuata işlenmesi şeklinde olduğu söylenebilir. Böylece Türkiye çevre korunması konusunda küçük adımlar atmaya başlamıştır. Sonraki yıllarda gerçekleştirilmiş olan Rio Konferansı’nın Türkiye’de çevre ile ilgili birkaç önemli sonucu ve etkisi olmuştur. Bunlardan biri sivil toplum kuruluşlarının, yerel yönetimlerin ve vatandaşların iş birliği ve koordinasyonu ile çevre konularına daha fazla katılımlarını sağlamayı amaçlayan “Gündem 21 Eylem Planı” kararıdır. Ayrıca Rio Bildirgesi ve Gündem 21 Eylem Planı’nda belirlenen yükümlülükler çerçevesinde Türkiye’de çevre politikalarına temel oluşturan kapsamlı bir belge olan Ulusal Çevre Stratejisi ve Eylem Planı (UÇEP) oluşturulmuştur. Belirlenen yükümlülükler çerçevesinde oluşturulan Türkiye’nin ulusalda hayata geçirilmesi planlanan politikaları kapsamaktadır. Ancak etkili bir uygulama alanı bulduğu söylenemez. Rio Konferansı sonucunda kararlaştırılan BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (1992) Kyoto Protokolü’ne kaynak oluşturmuştur. Atmosferdeki karbondioksit, yani sera gazı birikimlerini azaltmayı amaçlayan bu sözleşme taraf devletleri gruplara ayırarak finansman açısından yardım mekanizması kurmuştur. Türkiye’de EK-II Ülkeler arasında sınıflandırılmış olup EK-I grubunda yer alan ülkelere, iklim değişikliğini önlemek amacıyla finansal ve teknolojik destek sağlamakla sorumlu tutulmuştur. 2005 yılında hazırlanan Kyoto Protokolü, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin uygulama koşullarını belirleyen bir belgedir. Gelişmekte olan ülkeler grubunda olan Türkiye, OECD üyesi olması sebebi ile Ek-1 ve Ek-2 ülkeler arasında yer almaktadır. Bu sebeple 2004 yılına kadar taraf olmamıştır, ancak sözleşmeye taraf olabilmek için “ortak fakat farklı sorumluluk ilkesi” gereğince eklerde gerekli değişikliklerin yapılması yönündeki çabasını uzun yıllar sürdürmüştür (Göktaş, 2016). Bu “özel koşul” tanımlandıktan Türkiye, 2006 yılında Protokolü imzalamıştır. Ayrıca 2010 yılında Meksika’da düzenlenen 16. Taraflar Konferansı’nda Türkiye’nin özel koşullarından dolayı finansman ve teknoloji transferi sağlama yükümlülüğünün bulunmadığı teyit edilmiş ve ülkenin finansman, kapasite geliştirme ve teknoloji transferi imkanlarından yararlanması hususu taraf devletlerce değerlendirilmiştir. Böylece sonraki yıllarda çevre uygulamalarının en önemli dayanağı olan finansman altyapı konusunda Türkiye destek görmüştür. Ancak bu desteklerin her zaman istikrarlı olduğu söylenemez. İstikrarlı bir finansman desteği için Türkiye, belirlenen çevre politikalarının ve yükümlülüklerin uygulanabilirliği konusunda daha güvenilir bir çerçeve oluşturmalıdır değerlendirmesi yapılabilir. 

 

5. Sonuç

Çevre hakkı bağlamını hem tarihsel hem de güncel biçimde açıklamış olduğumuz bu makaleden hareketle söylenebilir ki; toplumların kendilerine hak şeklinde verilmiş olan bu çevre hakkı, devletler ve vatandaşlar arasında ancak bilgilendirme ile sürdürülebilir kılınacak bir noktadan meydana gelmektedir. Güncel mevzuata ilişkin anlatmış olduğumuz bu bilgiler ışığında yaşam hakkı biçiminde nitelendirdiğimiz insan haklarının en temelinde yatan bu hak çeşidinin uzantısı olarak çevre hakkını görmemiz gerektiğini mevzuat temelli bir yaklaşıma dayandırmış bulunmaktayız. Buradan hareketle, uluslararası sözleşmelerin de Türkiye bakımından nitelendirmesini yürürlük kanunları ile iç hukuka aktarımı sırasında çevreye ilişkin sözleşmelerin temel hak ve özgürlüklerimizden “sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı” biçiminde ifade edilmiş olan özgürlük ve bir nevi kaliteli hayat kavramı altında ilişkilendirmiş olduk. Temel hak ve özgürlüklere ilişkin sözleşmelerin kanun hükmünün üzerinde normlar hiyerarşisinde konumlandırılmasıyla şekillenen bir önem sırası bulunmaktadır. Buradan hareketle hem Anayasa Mahkemesi bağlamında iptal davası açılamaması hem de kanun hükmünün uluslararası antlaşma hükmü ile çatışması halinde uluslararası antlaşmanın istisnalar hariç uygulanması ile sonuçlanacağını söylemiş bulunmaktayız. Ancak belirtilmelidir ki uluslararası hukukun genel anlamda bir sorunu olarak denetim ve yaptırım probleminin burada da etkisini göstermesi ile sadece iç hukuk mekanizmalarının denetimine kalan bir sistem mevzubahis olmaktadır. Bu bağlamda hem denetim hem de uyum sorununa çözüm olacak bir kurul oluşturulması ve hem iç hukuka uyum sürecinin hem de mevzuata uygulanma sürecinin sıkı takip ile çözüleceği oldukça açıktır. Uluslararası alandaki mahkemelerin özellikle temel hak ve özgürlüklere ilişkin devletler nezdindeki yaptırım mekanizmasının geliştirilmesi gerektiği oldukça açıktır. Devletlerin sivil toplum kuruluşları ile beraber temel hak ve özgürlüklere ilişkin çalışmaları da katılım hakkı olan vatandaşların işin içerisinde yer almasını sağlayarak soruna çözüm getirmesi olasıdır. Devletlere zorlayıcı bir yaklaşım ile gidilerek uluslararası sözleşmelerin uygulanmaya çalışılması kabul edilen yaklaşımlardandır (Tallberg, 2002,  s. 611). Ancak bu yaklaşıma tam anlamıyla katılmanın bazı devletlerin antlaşmaları tam anlamıyla feshetmesi ya da göstermelik bir uygulama ile yürürlükte tutması gibi müdahalesi daha zor durumlara itmesi ile karşılaşılabilecektir. Oysaki meşruluk zeminini yaşam hakkı üzerinden oluşturulan bir temele konumlandırılmış uluslararası sözleşmelerin, devletleri veya uluslararası örgütleri uygulama konusunda ekonomik çıkar ya da şahsi menfaatlerinden uzaklaştıran bir yapı kurması olasıdır. Bu şekilde çevre hakkının hem iç hukuktaki konumu hem de uluslararası konumunun daha iyi hale getirilmesi, Türkiye özeli ve dünya özelindeki uluslararası mahkemeler açısından daha uygulanabilir bir hale getirilmiş olacaktır. Çevre etiğinden de hareketle söylenebilir ki çevre hakkının yaşam hakkı ile ilişkilendirilmesi insan onurunun korunması ile sonuçlanacaktır, bu sonuç ise bizleri aslında sağlıklı bir çevreden yoksun hayatın hiçbir insana layık olmadığı gerçeği ile karşı karşıya bırakacaktır.

Çok taraflı çevre antlaşmaları uluslararası hukukta da bilindiği gibi taraf devletler üzerinde bağlayıcı niteliklere sahiptir. Ancak bu bağlayıcılık “iyi niyet” ilkesinden kaynağını aldığı için antlaşmalara uyma zorunluluğu tarafların insiyatifine bırakılmaktadır. Süregelen devlet sınırları içerisindeki doğal kaynakların kullanımının egemenlik anlayışı içerisindeki tanımı ve meseleye devlet-üstü çevre ahlakı değil, içişleri meselesi olarak yaklaşılması çevre antlaşmalarına uyum konusunda zorluklar çıkarmaktadır. Çevre problemlerinin küresel sonuçlarının olması ve herkesi etkilemesi, çevre sorunları çözümlerine aslında çok boyutlu yaklaşılması gerekliliği de yine uyum süreçlerinde uygulamaya geçme konusundaki gecikmeleri açıklar niteliktedir. Bu çok boyutlu çözümlerin finansal olarak da altyapı gerekliliği yine bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Yine uyum sürecini zorlaştıran başka faktörler arasında bilimsel bilgi eksikliği sayılabilir. Bilimsel bilgi eksikliği, ekonomik ve politik çıkarların ağır basmasına neden olmakta ve etkili kanunlar yerine gevşek hukuki düzenlemelere sebep olmaktadır (Türk, 2016). Farklı çıkar ve önceliklere sahip çok sayıda devletin ortak bir amaç çerçevesinde uzlaşıya varmasını sağlamak son derece güçtür. Ancak bu sorunların aşılabilmesi yani tarafların antlaşmalara daha iyi uyum sağlamalarını gerçekleştirebilmek için anlaşmaların, tarafların yükümlülüklerini yerine getirmesini sağlayacak tarzda formüle edilmesi gerekmektedir. Olası uyum zorluklarının ve uyum sürecinde zorluklar yaşanacak alanların açık bir şekilde tespiti/analizi ile bu sorun büyük ölçüde aşılacaktır. Ayrıca kısa vadeli çözümler yerine uzun soluklu çözümler yaklaşımı her devlet tarafından benimsenmeli, çevre konuları uluslararası hukukta alışılagelmiş kurallar nezdinde düzenlenerek veya tanımlanarak bağlayıcılık niteliği güçlendirilmelidir. Ancak antlaşmalara uyum sağlanması devletler tarafından daha fazla gündeme getirilmektedir. Çünkü uyum sorunu taraflar nezdinde daha fazla probleme neden olmakta ve aslında uluslararası hukukun gücünü zayıflatmakta ve bu da başka konularda sorunlara sebebiyet vermektedir. Bu yolda küresel ve bölgesel örgütleri, sivil toplum kuruluşlarını güçlendiren ve vatandaşların çevre konularına olan duyarlılığını artırmayı amaçlayan girişimler veya projeler düzenlenmektedir.

Çalışmada da belirtildiği gibi Türkiye taraf olduğu çevre antlaşmalarına uyum konusunda birçok alanda sorun yaşamaktadır. Kurumsal yapıdaki eksiklikler ve ekonomik koşullar etkin bir çevre politikasının uygulanmasına imkân tanımamıştır (Keleş, 2012). Buna bağlı olarak toplumda çevresel bilinç düzeyinin yeterli düzeyde gelişmemiş ve sivil toplum kuruluşlarının etkinliğinin zayıf olması, siyasal iradenin bu konuya gerekli önemi verememesini pekiştirmiştir. Ayrıca çevresel politikaların diğer politikalarla bütünleştirilememesi, denetim, altyapı ve finansal açıdan eksiklik çevre sorunlarının çözümünü geciktirir niteliklerdendir. Buna rağmen AB’ye uyum süreci bağlamında da çevresel mevzuat ve politikalar alanlarında olumlu bazı gelişmeler ve antlaşmalara uyum konusunda olumlu adaptasyonlar görülmüştür. Ancak daha önce de değinildiği gibi bu olumlu gelişmelerin çevresel alanda etkinliği sağlanabilmesi için istikrarlı bir şekilde gerçekleştirilmesi gerekmektedir.   

 

CEYDA CIĞIR 

ÖYKÜ AKASLAN

Çevre Hukuku Staj Programı

 

 

DİPNOTLAR:

[1] 1982 Anayasası, madde 56; “(1) Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. (2) Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir. (3) Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler. (4) Devlet, bu görevini kamu ve özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak, onları denetleyerek yerine getirir. (5) Sağlık hizmetlerinin yaygın bir şekilde yerine getirilmesi için kanunla genel sağlık sigortası kurulabilir.”

[2] 1982 Anayasası, madde 23;– Herkes, yerleşme ve seyahat hürriyetine sahiptir. Yerleşme hürriyeti, suç işlenmesini önlemek, sosyal ve ekonomik gelişmeyi sağlamak, sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmek ve kamu mallarını korumak; Seyahat hürriyeti, suç soruşturma ve kovuşturması sebebiyle ve suç işlenmesini önlemek; Amaçlarıyla kanunla sınırlanabilir. Vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyeti, ülkenin ekonomik durumu, vatandaşlık ödevi ya da ceza soruşturması veya kovuşturması sebebiyle sınırlanabilir. Vatandaş sınır dışı edilemez ve yurda girme hakkından yoksun bırakılamaz

 

KAYNAKÇA

Bahar Türk, Aysel Erciş. (2017). TÜRKİYE’DE ÇEVRE POLİTİKASI VE ULUSLARARASI ÇEVRE SÖZLEŞMELERİ. The Journal of Academic Social Science Studies .

Batat, A. (2010). TÜRKİYE YEREL GÜNDEM 21 UYGULAMALARININ KENT KONSEYLERİ’NE DÖNÜŞÜM SÜRECİNİNİN ANALİZİ. DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Kaya, Y. (2010). Çok Taraflı Çevre Antlaşmalarının Uygulanabilirliği. Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Kaya, Y. (2011). Çok Taraflı Çevre Antlaşmalarının Uyum Sorunu ve Çevre Üzerine Bir Değerlendirme. S. D. Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi.

Kaypak, Ş. (2012). Çevre Hukukun Ulusal ve Uluslararası Boyutları . Adıyaman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi.

Kılıç, S. (tarih yok). Uluslararası Çevre Hukukunun Gelişimi Üzerine bir İnceleme. C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi.

Konur, M. (2012). Avrupa Birliği Çevre Politikası ve Türkiye Üzerine Etkileri. Niğde Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Özkan, A. (2016). Çok Taraflı Çevre Sözleşmeleri. Alternatif Politika.

Özmehmet, E. (tarih yok). DÜNYADA VE TÜRKİYE SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA YAKLAŞIMLARI. Yaşar Üniversitesi.

Saniye Göktaş, Burhanettin Işıklı. (2016). ÇEVRE SAĞLIĞI SÖZLEŞMELERİ ve TÜRKİYE . Halk Sağlığı Dergisi.

Toprak, D. (2017). Türkiye’nin Çevre Politikasında Yerel Yönetimlerin Rolü. Maliye Araştırmaları Dergisi .

Mutlu, L. (2011). Anayasal Bir Hak Olarak Çevre Hakkı Ve Çevresel Etki Değerlendirmesi. Kafkas Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Ertürk, C. (2018). Uluslararası Çevre Hukukunda Halkın Katılımı İlkesi Ve İlkenin Ulusal Hukuka Yansıması.  İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Özbudun, A. (2009). Uluslararası Çevre Hukukunda Çevresel Bilgi.  İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Eldelekli, B. (2010). Çevre Hukuku Bağlamında Çevre Hakkı. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü

Ferhat Taze, Yusuf Güneş. (2012). Türkiye’de Çevre Ve Doğal Kaynaklar Konusunda İmzalanan Uluslararası Sözleşmelerin İç Hukuka Uyarlanmasında Karşılaşılan Sorunlar Ve Çözüm Önerileri.  İÜHFM C. LXX, S. 1, s. 69 – 82.

 

 

 

Sırp Hırvat Sloven Krallığı’nın Etno-Sembolizm Perspektifinden İncelenmesi

ÖZET:

Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı, Balkan topraklarında Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Rus Çarlığının etkisi altında kalmış etnik grupların, uluslararası ortamda kendilerini koruma amacıyla Fransız devrimi ve aydınlıkçı düşünce etkisiyle kurulmuş bir ülkedir. Sırp – Hırvat – Sloven Krallığı’nın oluşum süreci uluslararası etkenlerden faydalanılarak açıklanacak, Krallığın nasıl bir ortamda ve hangi çevresel faktörlerden etkilenerek oluştuğu gösterilecektir. Güney Slavlar olarak bilinen Sırp, Hırvat ve Slovenlerin bir araya gelmesiyle oluşan bu krallıktaki etnik kimlik karmaşasının milli kimlik kavramı oluşumu üzerinde yarattığı engeller incelenecektir. Birinci Yugoslavya olarak da bilinen bu dönemde ülke içerisinde öne çıkarılan birleştirici bir millet kavramı düşüncesi, etnik grupların çeşitliliği nedeniyle yaygın kabul görmemiştir. Bu araştırma yazısı Anthony Smith’in öncüsü olduğu etno-sembolist teori yaklaşımlarıyla birinci Yugoslavya döneminde etnik kimlikleri Sırp, Hırvat ve Sloven etnik kimliklerini açıklama iddiasındadır. 

Anahtar Kelimeler: Balkan, Yugoslavya, milliyetçilik (etno-sembolizm), Anthony Smith, revizyonizm.

ABSTRACT:

The Serbian-Croatian-Slovenian Kingdom is a country that was founded in the Balkan lands with the influence of the French revolution and enlightenment to protect their ethnic groups from the power of the Ottoman Empire, the Austro-Hungarian Empire and the Russian Tsarism in the international environment. The formation process of the Serbian-Croatian-Slovenian Kingdom will be explained by using global factors. It will be shown in what kind of climate and environmental factors the Kingdom was formed. The obstacles to developing the concept of national identity caused by the ethnic identity conflict of the Kingdom, which was created by the coming together of Serbs, Croats, and Slovenes, known as Southern Slavs, will be examined. In this period, also known as first Yugoslavia, forming a unifying nation concept became difficult due to its diverse ethnic groups. This research article claims to explain ethnic identities, Serbian, Croatian, and Slovenian, in the first Yugoslavia period using the ethno-symbolist theory that was the pioneer of Antony Smith.

Keywords: Balkan, Yugoslavia, nationalism (ethno-symbolism), Anthony Smith, revisionism.

1. Giriş

Sırp Hırvat Sloven Krallığı’nın Etno-Sembolizm perspektifinden incelenmesi” başlıklı araştırma yazısı; Birinci Yugoslavya olarak da bilinen devlet hakkında genel bir bilgi verecek, bu devleti oluşturan tarihsel bağlam, uluslararası ilişkiler çerçevesinde incelenecektir. Bunların yanı sıra milliyetçilik, milliyetçiliğin dayandığı temel ilkeler, etno-sembolizm açısından Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı gibi konular da incelenecektir. Milliyetçilik ve Birinci Yugoslavya yan yana getirilirken çeşitli sorular ve çıkarılması gereken dersler mevcuttur. Araştırma yazısının temel sorusu ise milliyetçiliğin Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı’na nasıl bir bakış açısı kazandırdığı hakkındadır.

2. Milletçilik ve Etno-Sembolizm

Milletçilik ve millet kavramları modern dünyada ülkeler arası ilişkilerde ve ülkeler içinde her zaman etkin olmuştur. Millet ve etnisite kavramları arasındaki farklı düşünceler, milliyetçilik üzerinde farklı düşüncelere yol açmıştır. İlkçiler (primordialistler) etnik kavramı ile millet kavramını ayırmamış ve dünyada milletlerin hep var olduğunu savunmuşlardır (Abdula & Bekaroğlu, 2013, s. 13). Buna tepki olarak düşüncelerini geliştiren modernistler, etnik kökenlerle millet kavramını ayırmıştır. Modernistler milliyetçilik ve millet kavramlarının modern çağa ait olduğunu, sanayileşme gibi modern etmenlerle üretildiklerini düşünmüşlerdir (Abdula & Bekaroğlu, 2013, s. 14).

Etno-sembolizm ise bazen ilkçilerin millet teorileri kapsamında değerlendirilirken, bazen modernistlerin millet teorilerine dahil edilmektedir. Etno-sembolistler millet kavramının bir geçmişi olduğunu, bu geçmişin de etnik kökenlerin tarihsel olarak gelişiminden kaynaklandığını savunurlar (Abdula & Bekaroğlu, 2013, s. 23). Etno-sembolistler; ilkçiler gibi milletlerin geçmişi olduğuna inanırlar ancak modernistler gibi de elitlerin bunların tarihsel dönemlerde değişime uğramasına yol açtığını savunurlar. Milletler insanlık tarihinden beri yoktur, ancak milletleri oluşmasını sağlayan ortak unsur etnik kökenleridir. (Kaya, 2020, s. 181). Etno-sembolizm teorisinin kurucusu Anthony Smith, milli ve etnik kavramlarını ayırırken ilkçiler ve modernistlerden farklı bir yol izlemiştir. Milli toplulukların ortak kültürleri ve tarihsel geçmişleri vardır ve de etnik miraslara sahiplerdir. Etnik grupların ise gelenekleri ve normlarını mitleştirerek devamlılık sağladığını düşünmektedir. Mitler, milletlerin kendi geçmişleriyle bağlantılı olmasını sağlayan önemli unsurlardır (Abdula & Bekaroğlu , 2013, s. 24). Milli topluluk olmak için grubu tanımlayan özel bir isim, ortak ırk miti, kendine ait olarak gördüğü bir yurt ve nüfusun büyük bir bölümünün birbirleriyle dayanışma halinde olması gerekmektedir (Abdula & Bekaroğlu, 2013, s. 24).

Millet kurulumu için önemli olan devamlılık ve süreklilik oluşumudur, çünkü milletler kendilerini yenileyen bir yapılanma içerisindedir. Smith millet oluşumunu iki şekilde tanımlamaktadır: birleşme ve bölünme. Birleşme biçimi ayrı grupların çeşitli nedenlerden ötürü bir araya gelmesidir. Bölünme biçimi ise bir grubun yeni bir grup kurma amacıyla kendilerini ayrıştırmaya yönelmeleriyle oluşan millet kurma biçimidir (Abdula & Bekaroğlu, 2013, s. 24). Etnik gruplar arasında milli değerlerin oluşumu karşılıklı kültürel aktarımların etkilenmektedir. Smith etnik grupların alışverişini kültürel ödünç mekanizmaları tanımlamıştır. Kültürel ödünç mekanizmaları savaş, istila, sürgün, göçmen akımları, din değiştirme gibi olaylar sayesinde etnik normların gruplar arasında birbirlerine aktarılmasından dolayı meydana gelmektedir. (Abdula & Bekaroğlu, 2013). Din reformu gibi toplumun üst kesiminden -elitlerden- veya toplum tabanından yayılan inanç değişiklikleri etnik grupların kimliklerinde değişikliğe yol açarak başka etnik gruplara bağlanmasına sebep olabilir. Bunların yanında, halkın siyasal ve kültürel katılımı etnik kimliklerin sürekliliğini sağlayarak etnik grupların varlığını korumasını sağlar (Abdula & Bekaroğlu, 2013, s. 24).

Smith’in etno-sembolizm teorisinde etnik grupları yatay ve dikey olarak ayırması Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı’nın milliyetçilik çerçevesinde incelenmesinde faydalı olacaktır. Yatay gruplarda aristokratlar, din adamları, bürokratların devletin yönetim şeklini kullanarak toplumun etnik kimlik oluşumunda etkili olur. Dikey gruplar ise yerel halkın, kendi değerlerinin çerçevesinde toplanmasıdır; burada entelektüellerin yardımıyla milli mitler kullanılarak topluluk harekete geçirilip kolektif bir toplum kimliği oluşturulur (Abdula & Bekaroğlu, 2013, s. 25).

3. Balkan Yarımadası Tarihi

3.1. Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’nun Etkileri

Osmanlı İmparatorluğu’nun kültürel mirasının dışında Avusturya–Macaristan İmparatorluğu’nun da kültürü bölgede etkisi olmuştur. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde Balkan toprakları çok sık el değiştiriyor, nüfusa karşı elde bulunan toprak yetersiz kalıyordu. Balkan yarımadasında bu nedenle fazlasıyla göç yaşanıyor, ekonomik sıkıntılar alarm veriyordu. Osmanlı İmparatorluğu zayıflamaya başladığı dönemde Balkanlar’da Avusturya–Macaristan etkisinin artmaya başlamıştır. (Jelavich, 2009). Ayrıca, Avusturya–Macaristan İmparatorluğu etkisini Balkan devletleri üzerinde uygularken Almanya ve Rusya’nın da Balkanlarda büyük etkisi olmuştur.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu 19.yüzyılın ikinci yarısında Balkan yarımadasında önemli bir bölgeyi temsil ediyordu. Avusturya’da imparator olarak görülen, Macaristan’da ise kral olan Franz Joseph, bu devletlerin birleşiminde yer almıştı ve uluslararası arenada yüksek bir konumda bulunuyordu. Franz Joseph, dış politikada özellikle askeri meseleler ve dış politika üzerinde durmuştu (Jelavich, 2009).

Coğrafi Keşifler ve Sanayi İnkılabı imparatorluğun gelişimi sürecinde çok belirleyici bir rol oynamıştır. Diğer imparatorluklarda görülen farklı mensubiyetlere sahip büyük toplulukların kontrol altında tutulması sorunu bu devlette de yaşanmaktaydı. Bölgesel olarak incelendiğinde Dalmaçya, Bukovina ve Sloven toprakları Avusturya bünyesinde yer alırken, Hırvat, Sırp ve Rumenlerin çoğunluğu Macaristan topraklarında yaşamaktaydı. İmparatorluk içinde yer alan bu milletlerin çıkarları vardır. Habsburg İmparatorluğu olarak da adlandırılan devletin içinde yer alan milletler, zenginlik elde etme ve çıkarlarını sağlama peşindeydiler (Jelavich, 2009). Katolik bağları yansıtan bu imparatorluk, Balkan devletlerini de 19. yüzyılın sonlarına doğru kültürel ve siyasi açıdan etkilemiştir (Jelavich, 2009, s. 53-55).

3.2. Balkanlarda Osmanlı İmparatorluğu Yansımaları

Yugoslavya olarak bilinen bölgede genellikle Güney Slavlar yaşamaktadır. Yugoslavya kelimesinin karşılığı da “Güney Slavları”dır. Yüzyıllar boyunca çeşitli çatışmalara sahne olan bölge uluslararası ilişkiler açısından son derece önemlidir (Bora, 1995). Bölgede yüzyıllarca hakim olan Osmanlı etkisi de oldukça önem arz etmektedir.

Osmanlı İmparatorluğu, Balkan topraklarına uzun yıllar hakim olmuştur. Osmanlı’nın Balkanlarda ilerlemesi istikrarın sağlanması olarak görülebilecek birinci dönem, bölgede hakimiyetin zayıflaması gerileme olarak görülebilecek ikinci dönem ve bölgedeki hakimiyetin ortadan kalkışı Osmanlı’nın bu topraklardan çekilmesi dönemi olarak görülebilecek üçüncü dönem olarak sınıflandırılabilir (Sancaktar, 2011, s. 29). Gerileyiş ve Balkanlar’dan çekilme dönemleri ile Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı yönetimi paralellik gösterir. Osmanlı’nın özellikle 18 ve 19. yüzyılda diplomasi politikası olarak ‘fetih’ uygulaması kullanmaktadır. Viyana kuşatmasının başarısız olması, Osmanlı’nın çöküş döneminin başlangıcıydı. Viyana’daki başarısızlık sonrası imparatorluk geri dönülemez bir yola girdi. Bu tarihten sonra Balkan topraklarında Osmanlı hakimiyeti azalmaktayken, Osmanlı kültürü Balkanları kalıcı olarak etkilemiştir. (Çolak & Aydar, 2020, s. 1086). 

19. Yüzyılın sonuna doğru doğuda Osmanlı devletinin azalan hâkimiyetine rağmen kontrol ettiği bölgelerde Osmanlı yönetimini dinlemeyen yeniçeriler “Dayılar Rejimi” uyguluyordu. Dayılar rejimi, merkezi otoritenin uzak kaldığı veya etkisinin azaldığı yerlerde asayiş görevini üstlenen yeniçerilerin yönetimi fiilen ele geçirip, disiplini kaybedip, adeta çete haline geldikleri bir uygulama olarak biliniyordu (Arslantaş, 2009, s. 110). Balkan bölgesinde, asayişi sağlayamayan yeniçeri yöneticilere karşı başlayan ilk isyan Sırplar tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu isyanın bağımsızlık kazanma amacıyla yapılmayıp ticari boyuttaki endişelerden kaynaklandığı bilinmektedir. (Arslantaş, 2009). Millet sisteminden memnun olan Sırplar, ekonomik olarak zor durumda olduklarından ve çetelerin saldırılarından bunalıp isyan etmiştir. İsyan uluslararası boyutta ses getirince de Rusya’nın desteğini bulmuştur. Rusya’nın sıcak denizlere inme hedefi ve Osmanlı’yı zayıflatma politikası doğrultusunda Sırplardan yana bir duruş sergilemiştir. (Arslantaş, 2009, s. 116). Sırp tarihinin önemli bir yer tutan bu isyanlarda iki aile ön plana çıkmıştır. Bu aileler, Karayorgeyeviçler ve Obrenoviçler’dir. Dayılar rejiminden sıyrılıp genelde domuz ticaretiyle uğraşan aileler bu olaylarda ön safhada yer almışlardır.

3.3. Alman Ulusal Birliği’nden Alınan Dersler

Uluslararası ortama bakıldığında ise, Almanların ulusal birliği sağlamaya yönelik yaptığı çalışmalar Balkan halklarında siyasi birliği sağlamak için örnek niteliği taşımaktadır. 1800’lerin sonlarına doğru gelindiğinde Prusya Başbakanı Bismarck’ın büyük katkılarıyla Alman ulusal birliğinin sağlanması, uluslararası ilişkiler açısından bir dönüm noktasıydı (Artar & Baysoy, 2020). Bismarck’ın milli kültür oluşturmaya yönelik kampanyaları, “Kulturkamph” politikası ile doruğa ulaşmıştı. Bismarck’ın öncülük ettiği bu politikalar ile Almanya bu güç siyaseti içerisinde etkin bir konuma gelmişti (Artar & Baysoy, 2020, s. 7-8). O dönemde dağınık bir biçimde yer alan Balkan milletleri, Almanya’yı rol model olarak görmekteydi. İsyanların şekillenmesinde bu durumun etkisi vardır. Almanya’nın Balkanlara karşı tutumunda ise 1877-1878 yıllarında Rusya ile Osmanlı çatışmasından sonra imzalanan Ayastefanos Antlaşması etkili oldu. Savaşın kazananı Rusya’nın isteklerine göre düzenlenen antlaşma, Almanya’nın temkinli bir politika izlemesine yol açtı (Ahmetaj, 2011).

Domuz tüccarı olarak bilinen Kara Yorgi Petroviç 1806 yılında Sırbistan’da ilk isyanı başlattı. İsyanın başarısızlıkla sonuçlanmasına rağmen, Petroviç ailesi Sırplar tarafından önemli bir aile olarak kabul gördü. Bağımsızlığa götüren süreç ikinci isyan ile başladı. (Koyuncu, 2007). 1815 yılındaki ikinci isyanın başında Miloş Obrenovic vardı. Obrenovic ailesinden gelen Miloş, önde gelen domuz tüccarlarından biriydi. Bu isyan sonucunda fiilen bağımsızlığa ulaşıldığı çıkarımına varılabilir (Koyuncu, 2007). Bağımsızlığın resmiyet kazanması ise ilk olarak Ayastefanos Antlaşması ve daha sonra Berlin Antlaşması ile olmuştur (Ahmetaj, 2011). Sırp isyanı olarak başlayan süreç aslında tüm Balkan milletleri adına yapılan bir hareketti. Sırbistan’ın yanında, Bulgaristan gibi başka Balkan devletleri de isyan etmiştir. Bu isyan hareketini sadece Sırbistan ile sınırlandırılmamalıdır. Berlin Antlaşması ile Sırbistan, Karadağ, Romanya, Osmanlı’dan ayrılarak krallık biçiminde bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi (Ahmetaj, 2011, s. 72).

Balkan devletlerinin bağımsızlıklarını ilan etmeleri ile birlikte çıkarları da farklı olarak gelişmişti. Araştırma yazısının ana devleti Sırp – Hırvat – Sloven Krallığı olduğu için, genellikle bu devletler üzerinden tarihsel bağlamı verilmiştir. Sırbistan açısından bakıldığında, neredeyse 500 yıl sonra bağımsızlığını kazanması da ayrıca önemlidir. Osmanlı İmparatorluğu açısından dini olarak en yakın Balkan devleti Bosna – Hersek’ti. Berlin Antlaşması’ndan sonra Bosna – Hersek, fiili olarak Osmanlı egemenliğinde olmasına rağmen Avusturya – Macaristan yönetimini üstlendi. 19. Yüzyılın sonlarında meydana gelen bu gelişmeler Balkan toplumları ve tarihi için en önemli olaylar arasında yer almaktadır (Ahmetaj, 2011, s. 43-46).

3.4. Balkan Topraklarında Rus Etkisi ve Sırbistan Krallığı

Balkanlarda çeşitli milletlerin bağımsızlıklarını kazanması üzerine, Rusya dikkatini özellikle Karadağ üzerine çevirmiştir. Güneyinde Osmanlı İmparatorluğu yer alan Rusya, sıcak denizlere inme düşüncesini Balkanlar üzerinden gerçekleştirmek istemiş ve politikalarını bu yönde yapmıştır (Çetin, 2017, s. 372). Rusya’nın bölgeye müdahalesiyle Balkan devletlerinde karışıklıklar çıkmış ve çatışmalar yaşanmıştır. Bu konuya örnek olarak Sırbistan Krallığı verilebilir. Milan Obrenoviç, Rus etkisiyle çok büyük bir baskı altında kalmış ve görevi bırakmak zorunda kalmıştır. Yerine oğlu Alexander gelmiştir. Alexander merkezi otoritesini güçlendirmek ve istikrarı sağlamak adına istibdat dönemini başlatmıştır (Çetin, 2017). Bu dönemde yönetim düzenin baskıcı ve otoriterdir. Muhalefet partilerinin kapatılması, sansür uygulamaları, gerilimin artması bu dönemin başlıca özellikleri arasında yer almıştır. Baskı döneminin bir türlü sonlanmaması nedeniyle Alexander halktan gördüğü desteği büyük ölçüde kaybetmiştir. (Çetin, 2017). Albay Dimitri komutasındaki askerler, Alexander Obrenoviç yönetimine karşı askerlerin yönetimi devralmasıyla sonuçlanan bir askeri darbe gerçekleştirmiştir. Bu örnekten de anlaşılacağı gibi büyük güçler arasındaki çıkar çatışmaları Balkan bölgesini oldukça etkilemiştir.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Rusya arasındaki çıkar çatışmalarının yaşanması Sırbistan yönetimini derinden etkilemiş ve darbeye götüren sebepler arasında yerini almıştır. Sırbistan açısından bakıldığında Obrenoviç soyundan kimse başa geçmemiş ve diğer önemli aile olan Kara Yorgilerden seçilmeye özen gösterilmiştir (Çetin, 2017, s. 375).

Kara Yorgi ailesinden Peter Sırbistan devletinin başına geçerken, Avusturya-Macaristan imparatorluğu bu iki aileyi karşı karşıya getirmeye çalışmaktaydı. Politikasında başarılı olan imparatorluk, Peter’in başa geçmesiyle bu yöndeki adımlarını hızlandırmıştır. Peter’in imparatorluktan uzaklaşmaya yönelik politikaları iki ülke arasında krizlere sebep olmuştur. Avusturya–Macaristan imparatorluğu Peter’e tepkisini ambargo uygulayarak göstermiştir (Çetin, 2017). İki ülke arasında Avrupa pazarında en önemli ticari aktivite olarak görülen domuz ticareti engellenmiştir. Ekonomik baskılarla sonuç elde etmek isteyen imparatorluk, politikasında başarılı olamamıştır. Sırp tarafı, Fransa ve İngiltere ile ilişkilerini ilerleterek kendi yolunu çizmiş; ve hatta korkulan olmuş ve Rusya ile de yakınlaşmaya başlamıştır. (Çetin, 2017). Politikasının başarısız olduğunu anlayan Avusturya-Macaristan yönetimi sınırlamaları kaldırsa da bu karar sonucu değiştirmeye yetmemiştir. Peter yönetimindeki Sırplar, bu dönemde İngiltere, Fransa ve Rusya ile iyi ilişkiler yürütmüştür. (Çetin, 2017, s. 376).

3.5. Balkan Savaşları ve Ayrılan Yollar

20. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu için bir kırılma noktası olan Balkan Savaşları’yla sonuçlanacak zorlu bir dönem başlıyordu. Özellikle Osmanlı için bu çatışma felaket olarak görülmüştür (Taştan, 2017, s. 56). 1912-1913 yıllarında meydana gelen savaş, Balkan topraklarındaki azalan Osmanlı hakimiyetini daha da azaltmıştı. Yıllarca hüküm sürdüğü Balkan topraklarında Sırp, Karadağlı, Bulgar halklarının kendisine karşı yürüttüğü savaş, manevi yönden de Osmanlı’yı kötü etkilemişti. Kaybedilen topraklarla Osmanlının Balkanlar ile bağları büyük zarar görüyordu. 19.yüzyılın ikinci yarısında yaşandığı gibi Balkan Savaşları’ndan sonra da Balkan sınırları yeniden şekilleniyor, devletler çıkarlarını gözeterek politikalarını oluşturuyordu (Yıldırım, 2012, s. 80).

Balkan Savaşları’nda taraflar Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan ve Yunanistan ile Osmanlı İmparatorluğu’dur. Birinci Balkan Savaşı, 8 Ekim 1912’de Karadağ’ın Osmanlı’ya savaş ilan etmesiyle resmi olarak başlamıştır. (Yıldırım, 2012, s. 79). Daha önce de bahsedildiği gibi Osmanlı ordusunun içindeki disiplin ve hiyerarşi ikilisi bozulmuş durumdaydı. Bir başka olumsuz etmen ise Osmanlı ordusunu terhis etmiş olmasıdır. Balkanlardan gelen haberler eşliğinde Osmanlı seferberlik ilan ederek toparlanmaya çalışmış fakat başarılı olamamıştı. Yıpranan Osmanlı ordusu zor durumdaydı. Sağlık malzemeleri, askeri teçhizatlar, askerlerin yiyecekleri yetersizdi. Halihazırda zor temin edilen ikmaller de hava şartlarından dolayı ihtiyaç halindeki bölgelere geç teslim ediliyordu. Osmanlı ordusu, büyük bir yenilgiye uğratılarak 1. Balkan Savaşı’nı kaybetti. Kaybedilen topraklardaki Osmanlı ve Balkan haklarının vatandaşlarının memleketlerine geri gitmesi gerektiğinden dolayı büyük göçler gerçekleşti (Feyzioğlu, 2016, s. 201-211). Büyük güçlerin Balkan ülkelerini desteklemesi, Sırbistan’ın Almanya’dan aldığı ağır silahlar, Bulgaristan askerlerinin eğitimi ve Osmanlı’nın iç politikada yaşadığı sorunlar bu savaşın kaybedilmesinde etkili olan sebepler arasındadır (Feyzioğlu, 2016). Balkan Savaşları’ndan sonra 1913 yılında taraflar arasında Londra Antlaşması imzalandı. Savaşın sonunda ise Osmanlı giderek zayıflamaya başladı. Osmanlı yönetimi savaşın kaybedilmesiyle toprak kaybı yaşamış, eksiklerini gidermek üzere çalışmalar yapmıştı fakat askeri disiplinsizlik yüksek seviyedeydi (Zeyrek, 2012, s. 305).

Savaşı kazanan diğer tarafta ise çözülmeler yaşanıyordu. Toprak paylaşımı konusunda karşıt görüşler tepkilere neden olmuştu. Bulgaristan’ın alması gerekenden fazla toprak aldığı görüşü savaşan diğer taraflarda hakimdi. Özellikle Sırbistan, bu duruma şiddetle karşı çıkmıştı. Savaştan yeni çıkmış olan devletler arasında ittifak ilişkisi devam ediyordu ve devletlerin Bulgaristan’a saldırmasıyla İkinci Balkan Savaşı başlamıştı. (Feyzioğlu, 2016). Bölgedeki devletler, topraklarını genişletmek için çaba gösteriyordu. Taraflar Bükreş Antlaşması, İstanbul Antlaşması, Atina Antlaşması gibi antlaşmalar imzalayarak uzlaşma sağlamaya çalıştı. Balkan savaşları sonucu oluşan toprak dağılımı büyük devletleri bölgedeki çıkarları sebebiyle karşı karşıya getirmiş ve Balkan savaşları Birinci Dünya Savaşı’na giden süreçte önemli bir yer tutmuştur. (Yellice, 1979). İmparatorlukların zayıfladığı, milyonlarca kişinin hayatının savaş ortamında son bulduğu bir çatışma yaşandı. Balkan tarihi açısından bakıldığında ise geçen yüzyıllarla paralel olarak 20.yüzyıl da hareketli geçti.

Bu araştırma yazısında ana odak Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı olduğundan dolayı uluslararası arenada yaşanan dünya savaşına nispeten daha az değinilecektir.

3.6. Dünya Savaşı’nın Tetikleyici Nedeni: Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Halefi Arşidük Franz Ferdinand’ın Öldürülmesi

Sırp milliyetçiliğinin en bariz örneklerinden olan ve resmi olarak bir dünya savaşı başlatan olay Gavrilo Princip adlı Sırp milliyetçisinin Avusturya–Macaristan imparatorluğunun varisi Arşidük Franz Ferdinand’ı Saraybosna’da öldürmesiydi (Demirtaş, 2017, 165). Şöyle ki Avusturya- Macaristan imparatorluğu topraklarını parçalamak yerine federal bir yapı oluşturmak istemişti. Sırp milleti ise artan milliyetçiliğin de etkisiyle tüm Sırpları tek bir çatı altında birleştirmek istemekteydi. Sırplar ile Avusturya–Macaristan arasındaki ilişkiler bu konuda gergin bir haldeydi.

İmparator, Ferdinand’ı Bosna’daki askeri tatbikatı denetlemeye yollamıştı. Ordu komutanı statüsünde denetime katılan Ferdinand, 28 Haziran tarihinde yolculuğa çıkmıştı. 28 Haziran tarihi Sırplar için çok önemli bir tarih olarak görülüyordu zira 28 Haziran 1389’da Kosova Savaşı yapılmış ve Sırplar bağımsızlıklarını kaybetmişlerdi. Bu nedenle Ferdinand’ın bu tarihte yolculuğa çıkmasına ayrıca bir tepki göstermişlerdi. Suikast girişimi ilk denemede başarısız olsa da daha sonra başarılı olmuş ve Arşidük Franz Ferdinand öldürülmüştü. Aynı zamanda, uluslararası konjonktürde de büyük gelişmeler yaşanmaya başlanmıştı ve Ferdinand’ın ölümü tetikleyici bir neden olmuştu. Avusturya-Macaristan, bölgede yaşanan gelişmeler karşısında ültimatom vermiş ve dünyayı kasıp kavuran Birinci Dünya Savaşı başlamıştı (Bora, 1995, s. 37).

4. Sırp – Hırvat Sloven Krallığı Temelleri

Resmi adı Sırp – Hırvat – Sloven Krallığı olan devlet, Birinci Dünya Savaşı’nın çatışma ortamında, 1918 yılında resmi olarak var olmuştu. Balkan Savaşları’nda kazançlı çıkan Sırp devleti o dönem bölgenin savunucusu şeklindeydi. Yugoslavya fikrinin savunucuları da genellikle bu milletten çıkmıştır. Janko Draskovic, Ludwing Gay, Ivan Cankar gibi isimler Yugoslavya fikrinin kurucuları arasında yer almaktadır (Bayram & Emiroğlu, 2015). Tarih yazıcılığında genellikle Sırp perspektifi yansıtılırken, bu isimler sadece Sırp değil Hırvat ve Slovenleri de içine alacak şekilde bir Yugoslavya oluşturmak amacı taşımışlardır (Bayram & Emiroğlu, 2015).

Yugoslavya fikri aslında en geniş hatlarıyla Güney Slavların tek bir çatı altına birleşmesi amacına hizmet etmektedir. Bu çatı altında Hırvat, Sloven, Sırp, Boşnak, Karadağlı gibi milletler yer alır. (Krliç, 2007).

4.1. Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı Yapısı

Birinci Yugoslavya veya resmi adıyla Sırp – Hırvat – Sloven Krallığı, yapısı gereği karmaşık bir durumdaydı. Özellikle coğrafi olarak sınıfsal ayrım belirgin seviyedeydi. Kuzey tarafı çok zenginken güneye doğru inildikçe zenginlik azalıyordu. Milletler arasındaki eşitsizlik sırasıyla, Sırp, Hırvat, Sloven, Makedon, Bosna ve en son Arnavutlar olarak özetlenebilir. En çok dışlanan milletlerin Boşnak ve Arnavut olması ile dinleri arasında bir bağlantı vardı (Bora, 1995) Ortodoks Sırplar, Katoliklere ve Müslümanlara karşı eşit olmayan bir tutum sergiliyordu. Bu dönemde fazlasıyla, din ve ırk ayrımcılığı yapılıyordu (Bora, 1995, s. 40-43). Etnik, dini ve kültürel farklılıklar krallığın oluşumdan beri mevcuttu. 1921’de krallıkta 10.000’in üzerinde nüfusa sahip 12 ayrı dil konuşan çeşitli halk grupları tespit edilmiş, Paris Anlaşması ile Almanlar, Macarlar, Arnavutlar ise krallıktaki önemli azınlıklar belirlenmiştir. (Krliç, 2007, s.27) 1921’de yapılan nüfus sayımında Makedon ve Karadağlılar Sırp nüfusundan sayılırken, Bosna ve Sancaklılar Sırp ve Hırvat arasında paylaşılan nüfus olarak sınıflandırılmıştır (Krliç, 2007, s.27).

Siyasi akımlara bakıldığında ise 4 siyasi parti göze çarpmaktadır. Pasiç önderliğinde Sırp Radikal Partisi, Sırp Demokratlar, Radiç önderliğinde Hırvat Çiftçi Partisi ve Komünist Parti. Sırp Radikal Partisi’nin, aşırı derecede milliyetçi olduğu bilinmektedir (Ramet & Sabrina, 2006, s. 381). Partinin Büyük Sırbistan kurma hayali günümüzde dahi vardır (Sancaktar, 2010, s. 10). Sırp Demokratlar’ın, Radikallere göre daha ılımlı olduğu söylenebilir. Hırvat Çiftçi Partisi ise, bağımsız bir Hırvatistan amacıyla çalışmalarını sürdürmüştür. Sırp – Hırvat –Sloven Krallığı’na bakıldığında siyasi akımlar bu şekilde özetlenebilir; çoğunlukla Sırp Radikal Partisi’ndekilerin isteklerine göre politika oluşturulmuştur (Sancaktar, 2010). Sırp – Hırvat – Sloven Krallığı’nın ilk anayasası olan Vidovdan Anayasası 1921 yılında kabul edildi (Derviş, 2014, s. 54). Sırpların istediği gibi şekillenen anayasa, üniter bir yapıdaydı. Sırp – Hırvat- Sloven Krallığı’nda Sırp egemenliği fazlasıyla hakimdi, bu hakimiyet Karadağ’ın Sırbistan’a katılmasına sebep olmuştur. (Derviş, 2014) Vidovdan Anayasası da bu durumu ispatlar niteliktedir; anayasa yönetimin Sırpların elinde olduğunu göstermektedir. Benzer şekilde yönetici sınıfın ve başbakanların Sırp olması buna kanıt olarak gösterilebilir. (Derviş, 2014)

4.2. Krallık Üzerindeki Sırp Milliyetçiliği Dalgası

Sırpların uzun süre Osmanlı Devleti’nin hakimiyetinde kalmış olmasının Sırpların kültüründe Osmanlı etkisi yarattığı görülebilir. (Abdula & Bekaroğlu, 2013). Bu durum Smith’in kültürel ödünç mekanizmaları teorisi ile açıklanabilmektedir. Smith’in kültürel ödünç mekanizmaları, ülkelerin etkileşim halindeyken birbirleri ile yaptıkları karşılıklı kültür alışverişini tanımlamaktadır (Abdula & Bekaroğlu, 2013). Osmanlı mimarisi Sırpların yaşadıkları bölgede Türkler tarafından değil, aynı zamanda Hristiyanlar ve Sırplar tarafından da kullanılmaya başlanmıştır. Aynı zamanda Sırpların yemek kültürlerinin temeli, Osmanlı sayesinde, Türklerin getirdiği yiyeceklere dayanmaktadır. Bu etkileşim tek taraflı olmakla da kalmamıştır. 15. yüzyılda Osmanlı Devleti, Sırpçayı Osmanlı sarayında kullanıyor, öğretiyor ve antlaşmalar sırasında da kullanıyordu. Bu nedenle Türkçe ve Sırpça karşılıklı olarak evrim geçirerek çok benzer kelimeler içermektedir (Marinkovıć, 2012).

“‘ jastuk ‘yastık’, jorgan ‘yorgan’, kafa ‘kahve’, kafana ‘kahvehane’, kašika ‘kaşık’, rakija ‘rakı’, čarapa ‘çorap’, pare~para ‘para’, boja ‘boya’, pekmez ‘pekmez’, kajmak ‘kaymak’, raja ‘reaya’, sarma ‘sarma’, juvka ‘yufka’, čardak ‘çardak’, kapija ‘kapı’, baksuz ‘bahtsız’, ugusruz ‘uğursuz’, kula ‘kule’, komšija ‘komşu’, imam ‘imam’, ‘muftija müftü’, džamija ‘cami’ vb.” (Marinkovıc, 2012, s. 51)

Bu kelimelerin benzerlikleri Osmanlı halkının dili ile Sırp halkının dilleri arasında kaynaşmayı göstermektedir. Smith’in teorisindeki gibi iki medeniyet birbirleriyle kültürel normlarını değiştirerek kültürel alışveriş yapmışlardır. Smith’in kültürel ödünç mekanizmalar teorisine uygun olarak Sırp ve Osmanlı hakları dil, mimari ve yemek kültür alışverişinde bulunmuşlardır.

Birinci Yugoslavya olarak anılan bu devletin yapısında Sırp milliyetçiliğinin izlerini görmek mümkündür. Sırp milliyetçiliğinin oluşmasında, Vuk Stefanovic Karadzic’in etkisi çok büyüktür. Karadzic, Sırp milliyetçiliğinin babası olarak nitelendirilir. Sırp diline olan katkılarıyla, Sırp kültüründe ve milliyetçiliğinde büyük bir önem taşımaktadır. Sırpları, Ortodoks, Katolik, Müslüman olarak sınıflandırarak “Büyük Sırbistan” hayalinin altını çizer (Gökdağ, 2012, s. 8). Genellikle Ortodoksluk ile Sırp milliyetçiliği benzer görülür. Din ve dil unsurunun milliyetçilik üzerindeki etkisine örnek olarak gösterilebilir; Karadzic’in etkisiyle Sırp milliyetçiliği öyle bir noktaya gelmiştir ki Hırvatça, Boşnakça gibi dillerin olmadığına inanılıp bunların aslında Sırpça oldukları kabul edilmektedir. Dilin kullanımındaki bu algı, tehlikeli bir boyuttadır. Sırpça’nın ön plana çıkartılarak Hırvatça ve Boşnakça’nın yol sayılması sadece dille alakalı değildir, bu bakış açısı milliyetçiliğe, milliyetçilikten siyasi propagandaya kadar uzanabilir. (Gökdağ, 2012, s. 71). Karadzic’in Hırvatça ve Boşnakça’nın aslında Sırpça’dan türetildiği iddiası Smith’in milli gruplanmalar için ortak etnik birleşenler gerektiği teorisiyle örtüşmektedir. Karadzic’in Sırpçanın Güney Slavların temel dili olduğu iddiası Smith’in teorisiyle birleştirildiğinde Sırplar, Hırvatlar ve Boşnakların aslında aynı etnik kökenden geldiği ancak zaman içerisinde farklı yönetim şekillerinin altında kalarak etnik kimlikliklerinin farklı olmaya yöneldiği iddiası ile örtüşmektedir. Her ne kadar önceden bölünme yaşadıkları iddiası olsa da aslında bu durum Hırvatlar ve Boşnaklar için etnik kökenlerinin varlıklarını sorgulanmasına yol açacağı için tepki gösteren bir tutum ile karşılanmıştır. Sırp – Hırvat – Sloven Krallığı’nda da Vuk Stefanovic Karadzic’in etkisi Sırp, Hırvat, Sloven etnik gruplarını bariz şekilde etkilemiştir (Gökdağ, 2012, s. 71).

1918 yılına gelindiğinde Balkan devletlerinin çoğu bağımsızlıklarını elde etmişti ve Sırpların zeminini oluşturduğu Yugoslavya fikri hâkim durumdaydı. Sırp milletinin ileri gelenleri, Büyük Sırbistan’ın temeli olarak gördükleri bir Yugoslavya yaratmak istiyorlardı. ‘Bir Slav birliği oluşturmalı ve bunun liderliğini de Sırbistan yapmalı’ fikrini uluslararası kamuoyuna duyurmak istemişlerdi. (Bora, 1995, s.39). Karadzic’in geliştirdiği Sırpçanın ana dil olduğuna dair bir inanç Sırp yöneticiler arasında yayılmakta olduğu ve yaratılmaya çalışılan modern Sırpça’nın Smith’in oluşturmaya çalıştığı etnik çekirdek teorisi ile örtüştüğü görülmektedir. Smith’e göre millet oluşturulmasında ortak bir payda birleştirmek için etnik bir çekirdek belirlenmelidir (Abdula & Bekaroğlu, 2013). Birinci Yugoslavya, Sırpların hayalinde asıl etnik kökenlerinin Sırp olduğuna inandıkları grupların birleşmesiyle oluşturulan bir Sırbistan’dır. Sırplar, Hırvat ve Slovenlerin asıl etnik kökenlerinin Sırp olduğuna inandırmaya çalışarak bir etnik çekirdek oluşturmaya çalışmışlardır. Bu fikirden büyük oranda etkilenen Hırvatlar ve Slovenler ise bu gelişmeye sıcak bakmamışlardır. Hırvatlar ve Slovenler ’in büyük bir çoğunluğu Katolik olduğundan dolayı ve kendilerini Avrupa’ya ait hissettikleri için bunu istemediklerini söylemek mümkündür. (Bora, 1995, s. 39) Smith etnik kimliklerin oluşumunda sosyal-kültürel değişimler olduğunu ve bu değişimlerin aynı zamanda dini inançlardan da kaynaklandığını savunmaktadır (Şimşek, 2009, s. 83). Hırvat ve Slovenler’in etnik kimliklerinin önemli bir parçasını Katolik inancına sahip olmaları oluşturduğu için Avrupa ile kendilerini daha yakın hissetmeleri Sırplardan uzak hissetmelerine yol açmıştır. Bu nedenlerle Sırp-Hırvat-Sloven Krallığına fikrine ilk bakışta olumlu yaklaşmamışlardır (Bora, 1995, s. 39). Ayrıca, Hırvat ve Slovenler, kendileri Ortodoks milletine nazaran daha yetenekli ve gelişmiş görmekteydi ve bu durum onların kendilerini Sırplarla bir tutmaktan uzaklaştırdı (Bora, 1995, s. 39). Birinci Dünya Savaşı bütün yıkıcılığıyla sona ermiş ve sınırlar değişmiştir. Hırvatistan ve Slovenya gibi devletler ise Avusturya-Macaristan ve Osmanlı gibi imparatorlukların büyük yara aldıklarını görünce, bağımsızlıklarının tehlikeye düştüğünü düşünmüşlerdir. Birlik fikrinin daha iyi bir savunma oluşturacağı düşüncesiyle, bu fikre sıcak yaklaşmak zorunda kalmışlardır (Bora, 1995, s. 39).

Resmi adı Yugoslavya olmayan devlet, Sırp – Hırvat – Sloven Krallığı olarak 1918 yılında Yugoslav komitesi tarafından kabul edilmiştir (Abdula & Bekaroğlu, 2013). Krallığın adındaki millet sırasından da anlaşılacağı üzere, tam bir eşitlik içerisinde olan üniter bir devlet söz konusu değildir. Ayrıca, bu dönemlerde Bolşevik Devrimi ile uluslararası ortamda bir kırılma yaşanmıştır. Bolşevik Devrimi ile o zamana kadar kabul edilen gizli antlaşmalar ve diplomasi trafiği açığa çıkmıştır. Balkanlar üzerindeki planlar da ortaya çıkınca, Hırvatlar ve Slovenler birlik fikrine daha sıcak bakmışlardır (Krliç, 2007). Yabancı devlet tehdidi ortadan kalkana kadar, bu politikanın yarar sağlayacağını düşünmüşlerdir.

Sırp kontrolü 1921’de Sırp-Hırvat Krallığı üzerinde etkisini artırmıştır. Sırp egemenliğini meşrulaştırarak aynı zamanda devleti merkezileştirmeyi amaçlayan 1921 Anayasası Sloven ve Hırvat muhalefetine rağmen kabul edilmiştir (Krliç, 2007, s. 28) Karadağlılar ve Müslümanlar gibi Hırvat ve Slovenler de Sırp baskısının altında kalmaya başlamıştır. Bu durumda halk gruplarının Yugoslav düşüncesinden yoksunlukları ve kendi etnik çıkarları üzerine yoğunlaşmaları, krallık içerisindeki kaosu artırmıştır (Krliç, 2007, s. 28).

Smith’e göre; imparatorluklar temelde etnik çekirdekler üzerinde oluşturulmaktadır. Yönetici ve din adamları ise toplumda yatay gruplaştırma meydana getirmeye çalışmaktadır; halk tarafından kültürel etmenlerin yaygınlaştırılması ise dışlayıcı bir gruplaşma, dikey gruplaşma, anlamına gelmektedir. (Abdula & Bekaroğlu, 2013, s.25) Sırp – Hırvat – Sloven Krallığı’nda yapılan merkezileşme çalışmaları, Sırp kimliği ve milliyetçiliğine odaklanılmış, bütünleştirici bir Yugoslav kimliğinden uzaklaşılmıştır. (Abdula & Bekaroğlu, 2013, s.25) Sırp kimliğine odaklanması, çok fazla etnik gruba ve farklı dini inançlara sahip olan halk gruplarından, özellikle de Hırvat ve Slovenler olmak üzere farklı gruplardan tepki almıştır (Abdula & Bekaroğlu, 2013, s.25) Krallık genelinde kolektif bir kimlik oluşturulamamış, yerel halkın tepkisine yol açarak dikey gruplaşmalar ortaya çıkmıştır. Sloven ve Hırvat milliyetçiliğinden bahsederken Sırp egemenliğinin etkisini ile gelişen dikey yönde dışlayıcı etnik gruplaşmaları incelenecektir (Abdula & Bekaroğlu, 2013, s.25).

4.3. Sloven Milliyetçilik Hareketleri

Slovenler, 13. ve 14.yüzyılın büyük çoğunluğunda Habsburg Hanedanlığının içinde yer almış, Sırp- Hırvat- Sloven Krallığı’nın kurulmasına kadar da Avusturya bölgesinin içinde yaşamışlardır. Avusturya-Macaristan devletinin sınırları içerisinde yaşayan Slovenler ise kendilerini Sırplardan farklı görmemiştir. (Azerkan, 2011, s. 55). Slovenlerin kendilerini Sırplardan ayırması Smith’in de etnik kimlik oluşumunda kültürel ödünç mekanizmaları ile karşı ülkelerle aralarında gelişen bağdan kaynaklanmaktadır. Slovenlerin uzun bir süre boyunca Sırplardan ayrı kalması onların etnik kimliklerini yenilerken Avusturya’dan aldıkları özellikler ile birlikte diğer Güney Slavlardan ayrılmalarına yol açmıştır. (Azerkan, 2011, s. 55).

Fransız devrimi sırasında Fransız topraklarında yaşayan Slovenler, Fransız aydınlanma hareketinden etkilenirlerken kendi dillerini kullanmaya da özen göstermişlerdir (Azerkan, 2011). Aydınlanma hareketi Fransızlar ile Slovenler arasında kültür alışverişine yol açmıştır. 1815 yılından sonra Aydınlanma düşüncesinin getirdiği özgürlük ifadeleriyle Slovenler arasında milliyetçilik artmış, aydınlar ve ruhban sınıfı tarafından Habsburg Hanedanlığı içinde Sloven dili kullanılması için mücadele verilmiştir (Azerkan, 2011). Smith’in yatay etnik teorisine göre entelektüel olarak görülen kısımdan gelen bir milliyetçilik ifadesi olduğu görülmektedir ancak bu başarılı bir girişim olamamıştır. Slovenlerin küçük bir millet olması onların uluslararası düzeyde varlıkları için imparatorluklara bağlı kalması gerektiği düşüncesine yol açmıştır (Azerkan, 2011). Bu durum, Slovenler’in Birinci Yugoslavya’ya kadar sırasıyla Habsburg İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içerisinde kalmasına yol açmıştır. Slovenler etnik kimliklerini kaybetmemiş, nitekim bölünme de yaşamamışlardır. İlk bakışta, o zaman Slovenler, Smith’in alışkanlıkla bahsettiği gibi kendi yasalarını benimsemedikleri için veya farklı bir ifadeyle, siyasetlerinde egemen olmadıkları için eksik kalmışlardır (Flere, 2018, s. 448).

Slovenler Birinci Dünya Savaşı öncesinde Sırp – Hırvat – Sloven Krallığı’na sıcak bakarak, kendilerinin feodal yapıda kendi yönetimleri üzerinde hak sağlayabileceğini düşünmüştür (Azerkan, 2011). Kasım 1918’e kadar süren ulusal bir Sloven, Hırvat ve Sırp Konseyi kurulmuştur. Bu dönemde, Slovenya hükümeti de kurulmuştur. 1921 Vidovdan Anayasası’na kadar faaliyetlerini sürdürecek olan, egemen güçlerin bir Yugoslav ulusu yaratma girişimi ile etnik grup coğrafyasıyla örtüşmeyen idari birimler ortaya çıkmıştır (Flere, 2018, s. 447). Slovenler, kültürel ve siyasi katılımlar gerçekleştirmiştir ancak, feodal yönetim altında kendi yönetimlerini sağlamaya da çalışmışlar ve zaman zaman bölünmeyi düşünen bir yol izlemişlerdir.

Birinci Yugoslavya devletinin genel olarak Sırp kontrolünde olduğu söylenmektedir fakat Sırp ve Hırvat milletleri arasında çatışmalar da yaşanmıştır. Slovenler her ne kadar çatışmaya aktif bir şekilde dahil olmasa da her zaman siyasi olarak yönetime katılım sağlamışlardır (Flere, 2018, s. 447). Birinci Yugoslav devletinde Sloven siyasetçiler Sırp-Hırvat ilişkilerinin kriz anlarında “hakemlik” görevini üstlenmekteydi (Flere, 2018, s. 447) ve bu durum Slovenlerin, Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı içerisinde önemli bir aktör olarak görülmesini sağlamıştır.

5. Baskı Dönemi İçinde Yükselen “Yugoslavya” Fikri

Yıllar geçtikçe ezilen ve baskı altında kalan Hırvatlar ve Slovenlerin sesinin artmasıyla Slav milletleri arasında ilişkiler kötüleşmiştir. Tüm bunlar yaşanırken, mecliste Sırp Radikal Partisi’nden bir Sırp’ın Hırvat vekilleri tehdit etmesiyle tansiyon da giderek yükselmiştir. Hırvatlar, beş soydaşlarının ölümünü öğrenince meclisten çekilme kararı almıştır. Sırp – Hırvat – Sloven Krallığı’nın Sırp Kralı Alexander, bu gelişmelerden sonra diktatörlük ilan etmiştir. Devletin bu dönemde tam bir kaos içinde olduğu söylenebilir. Kaosu durdurmak için sansür uygulanmış, siyasi partilerin çalışmaları yasaklanmış, anayasa dondurulmuş ve meclis dağıtılmıştır. Kral Alexander’in kaosu durdurmak için izlediği politikalar, amaçlananın tersine daha büyük bir kaosu tetiklemiştir. Kral Alexander’ın, resmi olarak Sırp – Hırvat – Sloven Krallığı olan devletin ismini “Yugoslavya” olarak değiştirerek, özellikle Hırvatları ve Slovenleri yumuşatmaya çalıştığı söylenebilir (Demir, 2017, s. 24 – 40).

5.1. USTAŞA Terör Örgütü ve Hırvat Milliyetçiliği

19. yüzyıldan itibaren Hırvat milliyetçiliği Hırvatlar arasında yükselişe geçen bir düşünce olmaya başlamıştı. Djakavo Piskoposu J.J. Strosmayer önderliğinde kurulan ulusal bir partiyle Hırvatlar, Habsburg yönetimi altında federal bir devlet düzeni kurarak egemenliklerini elde etmek istiyorlardı. (Azarkan, 2011, s.64): Hırvatlar arasında ulusal kimlik bilinci ve Hırvatları birleştirme fikirleri bu zamanlarda ortaya çıkmıştı. Bununla birlikte Illiyan hareketi de bu dönemlerde ortaya çıkmıştır. Illiyan Slavların tek ulus olduklarını savunan ve kendi bağımsız devletleri altında birleşmeleri gerektiği inancını taşıyan bir hareketti. Bu düşünce Sırplar tarafından hem Ortodoks hem Sırp kimliğine karşı tehdit olarak algılanmaktaydı (Azarkan, 2011, s. 64-65). Smith etnik grupların oluşma biçimini ikiye ayırmaktadır; ayrı birimlerin bir araya gelerek oluşturduklarını birleşme biçimi, yeni grup kurmak amacıyla yeni grup oluşturmayı bölünme biçimi olarak sınıflandırmaktadır (Abdula & Bekaroğlu, 2013, s. 24). Illiyan hareketi her ne kadar Hırvat kültüründen doğsa da bütün Slavlarla kendilerini bir görmeleri ve hepsiyle birleşmeyi istemeleri sebebiyle etnik grup birleştirme biçimi özelliği taşımaktadır. Ancak, Hırvatların düşüncesi Sırplar tarafından tehdit olarak algılandığı ve Hırvatlar her zaman yaşadıkları bölgenin azınlığında kalmasından dolayı bu anlayış genel nüfusa yayılamamış ve başarısız olmuştur.

Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı döneminde ise Hırvatlar federal yönetim şekliyle, Illiyan hareketine de uygun olarak, bütün bir Slav kültürünün oluşmasını istiyorlardı.

“İlirist hareket, Hırvat milliyetçiliğinden çok Yugoslav milliyetçiliğinin entelektüel zeminini oluşturmuştu.” (Bayram & Emiroğlu, 2015, s. 42)

Nitekim etnik gruplar olarak ayrılmış Güney Slavlarını feodal yönetim biçimi altında birleştirme amacıyla oluşturulmaya çalışan Yugoslavya milliyetçiliği başarısızlığa mahkûm olmuştur. Hırvatlar devletin yönetim şeklinin federal olmasını savunurken, Sırplar devleti üniter bir şekilde yönetmek istemiş ve bu durum Hırvatlar ve Slovenler arasında sistem içerisinde siyasi bir çatışma yaşanmasına sebep olmuştur (Demir, 2013, s. 100). Sırpların ‘Büyük Sırbistan’ hayali ise Hırvatların federal yönetim isteğine uygun değildi, merkezi ve baskıcı bir yönetim şekline sahipti. (Demir, 2017, s. 3).

 Hırvatlar kendilerini Sırpların baskısı altında görüyorlardı ve layık olduklarından çok daha alçak bir statüde oldukları görüşü aralarında hakimdi. İstibdat döneminden geçerken bazı Hırvatlar kaçarak, “USTAŞA” (Hırvat Devrimci Hareketi) adlı terör örgütünü kurdular. Genellikle İtalya ve Macaristan’a kaçan üyeler, bu örgütte birleşmişlerdi. Kurucusu olan Ante Pavelic önderliğinde çalışmalarını yapan örgütün amacı, büyük bir Hırvatistan devletini oluşturmaktı (Çağ, 2017, s.201). Aşırı milliyetçilik tohumlarının görüldüğü bu birlik, etnik olarak saf bir Hırvatistan oluşturma isteği nedeniyle tehlikeli bir oluşumdu.

USTAŞA terör örgütünün işkence metotları, uluslararası ilişkilere damga vuran Nazi askerlerinin yaptıklarına benzemektedir. Acımasızlıkları, milliyetçiliğe sıkı sıkıya bağlı olmaları buna neden olarak gösterilebilir (Çağ, 2017). Etno-sembolizm ile USTAŞA örgütlenmesini incelediğimizde dikey etnik grup oluşumu ile örtüşme görülür. Smith, yönetim şeklinden rahatsız olarak, yerli olanın seferber edilerek, halkın kendi değerlerine sahip çıkarak, etnik olarak kendini ayrı gruplaştırmasını yatay etnik grup oluşumu olarak tanımlar (Abdula & Bekaroğlu, 2013). USTAŞA örgütlenmesi Hırvatları diğer Slav kökenli gruplardan ayrı tutar. USTAŞA diğer Güney Slavları dışlayıcı bir şekilde oluşmasından dolayı, dikey etnik gruplaşmaya örnek olarak gösterilebilir. Daha öncesinde Hırvatların uygulamaya çalıştıkları birleşme biçimi karşısında daha baskın bir Sırp etnik akımı ortak bir Yugoslavya milleti kurma ideolojisinden uzaklaştırmaktaydı ve tepki olarak da USTAŞA örgütü hayata geçmişti. Halkın içinden yapılan katılımlarla ve bu durumdan faydalanan dış etmenlerin birleşimiyle birlikte Hırvatlar kendilerini ‘Yugoslavya milliyeti’ odağından vazgeçirmiştir.

5.2. Sırp – Hırvat – Sloven Kralı’nın Ölümü: Alexander Karayorgiyeviç

1929 yılında devletin başına geçen istibdat dönemi başlatan ve ortamı yumuşatmak için devletin ismini Yugoslavya yapan kralın suikasta uğraması kaosu tetiklemişti (Ural, 2014). Peter’in oğlu olan Alexander Karayorgiyeviç, yükselen revizyonist devletlerden tehdit aldığı için, Almanya ve İtalya buna örnek verilebilir, eski müttefikiyle arasındaki ilişkileri geliştirme adına Fransa’nın Marsilya kentine ziyarette bulunması birnevi suikasta uğramasına neden olmuştu. Saldırıyı yapan IMRO (Internal Macedonian Revolutionary Organization) adlı diğer bir terör örgütüydü. IMRO’ya bağlı bir Bulgar devrimci olan ve geçiş esnasında şoför kılığına giren Vlado Chernozemski, Alexander Karayorgiyeviç suikastını gerçekleştirmişti (Adaş & Konuralp, 2020, s. 123). Balkan tarihinde Vlado’nun gerçekleştirdiği suikastı USTAŞA örgütünün yaptığı bilgisi ise, Vlado’nun aldığı eğitimden kaynaklanmaktadır. Vlado, IMRO örgütüne bağlı olmasına rağmen, USTAŞA üyeleri bu suikast için onu eğitmişti. Bu nedenle suikastı düzenleyen örgüt olarak USTAŞA kabul edilmektedir (Adaş & Konuralp, 2020).

5.3. Revizyonist Devletler Arasında Birinci Yugoslavya

Alexander Karayorgiyeviç, suikasta uğramasından sonra oğlunun yaşı küçük olduğu için devletin başına yine bu soydan gelen, kuzeni Prens Paul geçmişti. Alexander’in öldürülmesinden sonra Yugoslavya yönetiminde değişiklikler görülmeye başlanmıştı. Hükümet istifa etmişti. İdareyi elinde bulunduran Prens Paul, kabine değişikliğine gitmiş ve 1934 yılında bu kabine görevlerine başlamıştı (Güveloğlu, 2015, s. 264). Yukarıdaki bölümlerde bahsedildiği gibi, Alexander Sırp milleti ile Hırvat milleti arasındaki çatışmaların yumuşatılması adına devletin adını Yugoslavya yapmış fakat bu tarafların kızgınlığını dindirememişti. Alexander’in ölümünden sonra da ilişkiler kötüleşmeye devam etmişti. Sırp ve Hırvat milletleri arasında bir uzlaşma sağlamak amacıyla Cevetkoviç – Macek Antlaşması imzalanmıştı. (Demir, 2017, s. 57). Bu antlaşmanın Bosna aleyhinde ve Hırvatistan lehinde olduğu söylenebilir. Antlaşma ile Sırp ve Hırvat milletlerinin sınırları değişmişti ve Bosna’nın bölünmesine neden olmuştu.

1939 ve 1940 yıllarının Yugoslavya önemli seneler olduğu söylenebilir. Özellikle Avrupa’da yükselen revizyonist politikalar bu devleti direkt olarak etkilemekteydi. Almanya’da Versay Antlaşması’nın yükümlülüklerini reddeden Adolf Hitler ile İtalya’da faşist bir politika izleyen Mussolini, dünyayı farklı bir yöne çekeceklerdi. Yugoslavya açısından bakıldığında, Almanya’nın yayılmacı politikası ve tehditleri büyük tehlike arz etmekteydi (Artar & Baysoy, 2020). Yugoslavya açısından en büyük korkulardan biri de Hırvat milletinin Almanya’ya yardım etme ihtimaliydi (Azarkan, 2011, s.66). Bu büyük baskıdan dolayı Prens Paul, Almanya ve İtalya ile “Üçlü Pakt” imzalamıştı. Paktın sonucu savaş ortamında açık bir şekilde hissedilmişti; Yugoslavya artık faşistlerin tarafındaydı (Erdoğan, 2004, s. 4).

5.4. Üçlü Pakt Sonrası Gelişmeler

Üçlü Pakt imzalandıktan sonra, özellikle İngiltere ve Fransa çok endişelenmişti. 1941 yılında, Yugoslav ordusu, İngiltere destekli Dusansmovic’in yönetimine darbe girişiminde bulunmuş ve darbeyi gerçekleştirmişti (Azarkan, 2011, s. 66). Prens Paul, Yunanistan’a sürgüne gönderilmişti. İç politikada yaşanan sıkıntılar devam ederken, dış politikada da parlak bir görüntü çizmeyen Yugoslavya zor bir dönemden geçmekteydi. (Sancaktar, 2009).

Daha önce de bahsedildiği gibi, Prens Paul, Alexander Karayorgiyeviç’in oğlu İkinci Peter’ın yaşı küçük olduğu için devletin başına geçmişti. Prens Paul sürgün edildikten sonra, İkinci Peter başa geçmiş ve Peter’ın yönetimi imzalanan Üçlü Pakt’ı onaylamamıştı. (Erdoğan, 2004). Uluslararası gerginliğe yol açan bu gelişme kısa sürede etkisini göstermişti. Hitler için bu durum çıkarlarına uygun değildi ve Almanya, Hırvatları kendi tarafına çekmek için Hırvatlara çeşitli vaatlerde bulundu; Almanya toplumun parçalanmış yapısından yararlanmayı düşünüyordu (Demir, 2017). Sıkı sıkıya birbirine kenetlenmiş bir Yugoslavya yerine, parçalanmış bir yapı Hitler’in çıkarlarına daha uygun olacaktı. 6 Nisan 1941 tarihinde, Alman askeri kuvvetleri Yugoslavya sınırı geçerek operasyonda bulundular (Gülüsa & Gül, 2019, s. 61).

5.5. Sırp – Hırvat – Sloven Krallığı’nın Yıkılması

Saldırılar sonucunda, Sırp – Hırvat – Sloven Krallığı dağılmıştı. Nazi güçleri sınırı geçerek ülkeyi işgal etmiş ve Yugoslavya on gün içerisinde kontrollerine geçmişti. Hitler çıkarları uğruna Yugoslavya’yı dağıtmak istemiş ve başarılı olmuştu. Gelişmelerin ardından Bağımsız Hırvat Devleti (NDH) kurulmuştu (Demir, 2017). Devletin başında ise USTAŞA terör örgütünün kurucularından Ante Pavelic bulunuyordu. Böylelikle Almanlar ve Hırvatlar yakın ilişkilerini korumuştu (Demir, 2017).

Sırp sivil yönetimi ise General Milan Nedic’e bırakılmıştı. Bu dönemden sonra Hırvatların giderek büyüdüğü, bölgede söz sahibi olduğu ve Sırplara karşı güç kazanmaya başladıkları söylenebilir (Demir, 2017). Daha önceki bölümlerde de bahsedildiği gibi, USTAŞA örgütünün amacı etnik olarak saf bir Hırvatistan kurmak olduğu için, bu dönemde Sırplara karşı çok katı davranılmıştı. “1941 Hedefi” olarak belirtilen düzenlemelere göre, USTAŞA’nın hedefi kendi sınırları içerisinde yer alan Sırpların üçte birinin öldürülmesi, üçte birinin sürülmesi, üçte birinin ise zorla Katolik yaptırılmasıydı (Dalar, 2008, s. 96).

Toplama kamplarına örnek olarak ise Balkan tarihinde önemli bir yere sahip olan “Jasenovac Kampı” verilebilir. Sırpların ve Yahudilerin çoğunluğu oluşturduğu bu kampta katliamlar yapılmıştır, ölü sayısı hakkında net bir bilgi bulunmamaktadır fakat kaynaklarda 700 bin kişinin öldüğü hakkında iddialar bulunmaktadır. (Nesrin & Philipp, 2019, s.18).

6. Sonuç

“Sırp – Hırvat – Sloven Krallığı’nın Etno-Sembolizm Perspektifinden İncelenmesi” isimli araştırma yazısının, etno-sembolizm teorisi kullanılarak Balkan tarihine ve Uluslararası İlişkiler literatürüne katkı sağlaması amaçlanmaktadır. Çalışmanın klasikleşen Sırp milliyetçiliğine odaklanmayıp, Sırp – Hırvat – Sloven Krallığı içerisinde yer alan her milleti incelemesi, yaşanan kırılmaları bu perspektiften değerlendirmesi önemlidir.

Balkan tarihine bakıldığında, milliyetçilik bölgede birçok çatışmaya sebep olmuştur. Bazen toplumları birleştiren bir unsur olarak görülmüş bazen de toplumları ayrıştırmada büyük bir rol oynamıştır. Sırp – Hırvat – Sloven Krallığı da bu ayrımı anlamada önemli bir yer tutar. Balkan coğrafyası ve hatta Dünya tarihinde kırılma noktası niteliğinde olan Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı, bu devlet üzerinde kaderini belirleyici etkiye sahip olmuştur.

Güney Slav etnik kimliklerinin, Sırp – Hırvat – Sloven krallığı oluşumundan önceki geçmişleri her ne kadar benzer özelliklere sahip olsa da onları bir millet olmaktan yine de etnik farklılıkları alıkoymuştur. Birinci Yugoslavya’da etnik çekirdek oluşturulamamış ve Sırp, Hırvat, Sloven kimlikleri birbirleriyle rekabet etmişlerdir. Ortak bir millet ideasına Birinci Yugoslavya döneminde ulaşılamamıştır.

Onurcan Samanci

İkbal Buket Pala

Balkan Çalışmaları Staj Programı

KAYNAKÇA

Abdula, S., & Bekaroğlu, Y. D. D. E. A. (2013). Din ve Milliyetçilik: Sırp Ortodoks Kilisesi ve Sırp Milliyetçiliği Örneği. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul.

Adaş, S., & Konuralp, E. (2020). Eski Yugoslavya’da Sırp Milliyetçiliğinin Tarihsel Temelleri ve Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin Dağılmasına Etkileri. Anadolu ve Balkan Araştırmaları Dergisi3(6), 107-139.

Ahmetaj, M. (2011). Berlin Kongresi ve sonuçlarının Osmanlı Devleti ve Arnavutlar üzerindeki etkileri (Master’s thesis, Uludağ Üniversitesi).

Artar, T , Baysoy, E. (2020). Bismarck Döneminden 2. Dünya Savaşı’na Alman Jeopolitik Düşüncesi: Haushofer Ve Hitler Karşılaştırması. Kara Harp Okulu Bilim Dergisi, 30(1), 1-24. 

Aslantaş, S. (2009). Sırp İsyanının Uluslararası Boyutu (1804-1813). Uluslararası İlişkiler Dergisi, 6(21), 109-136. 

Azarkan, E. (2011). Slovenya, Hırvatistan ve Bosna’nın bağımsızlık mücadeleleri ve Yugoslavya’nın dağılışı. Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, 8(2), 52-91.

Barbara J. (2009). Balkan Tarihi 1. İstanbul: Küre Yayınları. 

Bayram, M., & Emiroğlu, H. (2015). Hirvat Milliyetçiliğinde Dil Unsurunun Rolü. Review of International Law & Politics, 11(43).

Bora T. (2018). Milliyetçiliğin Provokasyonu: Bölgeler / Sorunlar Dizisi. İstanbul: Birikim Yayınları. 

Çağ G. Dağılan Yugoslavya’nın Ardından Makedonya ve Türkiye. Çankırı Karatekin Üniversitesi Uluslararası Avrasya Strateji Dergisi. 1(1), 197-216.

Çetin, N. (2017). I. Dünya Savaşi’na Giden Yolda Avusturya- Macaristan İle Sirbistan İhtilafi. Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 19(1), 371-393. 

Çolak, S. & Aydar, M. (2020). Savaş ve Propaganda: 1683 Viyana Kuşatması Üzerine Bir Değerlendirme. Belleten84(301), 1045-1096.

Dalar, M. (2008). Dayton Barış Antlaşması ve Bosna-Hersek’in Geleceği. Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 16(1), 91-123.

Demir, H. (2013). Federalizm–Üniterizm İkileminde Sirp-Hirvat-Sloven Kralliği’nda Siyasal Yaşam (1918-1929). Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi-Trakya Üniversitesi, 2(2), 91-114.

Demir, H. (2017). Birinci ve ikinci Yugoslavya’da Hırvat sorunu. Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sakarya. 

Demirtaş, B. (2017). Tarih Yazımında Hatırat Ve Günlüklerin Yeri ve I. Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi Örneği. Tarih ve Gelecek Dergisi (3), 165-182.

Derviş, F. (2014). Yugoslavya Kralliği’nda Müslümanlarin Statüsü Ve İlköğretim Haklari. Ordu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi, 4(8), 52-60. 

Erdoğan, K. (2004). Yugoslavyanın dağılma sürecinde ABD ve Bosna-Hersek krizi. (Master’s thesis, Kocaeli Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü).

Feyzioğlu, S. H. (2016). Hatıraların Işığında Balkan Savaşları. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi Dergisi. DTCF Dergisi 56(2), 200-213.

Flere, S. (2018). Slovenes: A nation of owners of one of the three original European languages?. Nationalities Papers, 46(3), 441-457.

Gökdağ, B. A. (2012). Balkan Ülkelerinin Anayasalarında Dil Kullanımı ile İlgili Düzenlemeler. Electronic Turkish Studies7(4).

Gülada, M. O., & Gül, Ç. A. K. I. (2019). Balkanlarda Bir Nazi Ordusu: Nazi Propaganda Afişlerinde Hançer Tümeni. Trakya Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi7(2), 55-77.

Jelavich, B., Durdu, I., Koç, G., Koç, H., Savan, Z., & Uğur, H. (2009). Balkan tarihi. İstanbul: Küre Yayınları.

Koyuncu, A. (2007) Osmanlıda Sırp İsyanları: 19. Yüzyılın Şafağında Balkanlar. Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları, (11), 177-180.

Krliç, M., & Levent, Ü. R. E. R. (2007). Milliyetçilik ve Etnik Milliyetçilik, Sırbistan ve Karadağ Örneği. (Master’s thesis, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitusu).

Kurt, G. G. (2015). Marsilya suikasti (Yugoslavya Kralı Aleksander’in öldürülmesi) ve Türkiye’deki yankıları-9 Ekim 1934. Tarih Araştırmaları Dergisi34(57), 249-270.

Marinkovıc, M. Sırp Kültüründe Osmanlı Damgası. Motif Akademi Halkbilimi Dergisi, 5(9), 44-56.

Nesrin K. Philipp A. (2019). Reflections On International Relations & Politics & History. London: IJOPEC Publication.

Ramet, Sabrina P. (2006). The Three Yugoslavias: State Building ve Legitimation: 1918–2005. Indiana University Press.

Sancaktar, C. (2019). Sosyalist Yugoslavya’nın Yıkılışında Hırvat Milliyetçiliğinin Rolü. Akademik İncelemeler Dergisi, 14(1), 51-86. 

Sancaktar, C., & Ürer, L. (2009). Yugoslavya’da Sosyalizmden Kapitalizme Geçiş: Özyönetim Uygulaması. (Master’s Thesis, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü).

Sancaktar, Y. (2011). Balkanlar’da Osmanlı Hakimiyeti Ve Siyasal Mirası. Ege Stratejik Araştırmalar Dergisi, 2(2), 27-47.

Sancaktar, C., (2019). Sırp Milliyetçiliği: Merkeziyetçilik ve İrredentizm Siyaseti. Doğu Batı Dergisi: Balkanlar Özel Sayısı, (89), 127-146.

Kaya, S. (2020). Etno-Sembolist Kurama Bir Örnek: Fuat Köprülü’nün Milliyetçi Perspektifi. Akademik Araştırmalar ve Çalışmalar Dergisi (AKAD), 12(22), 180-185. 

Şimşek, U. (2009). Milliyetçilikler ve milletin oluşumu üzerine bir inceleme. Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 13(2), 81-96.

Şimşek-Özkan, E. (2019). İkinci Yugoslavya’da Öz Yönetim Esasları Ve Kosova’nın Statüsü. In Reflections On International Relations & Politics & History & Law (pp. 11-25). London: IJOPEC.

Taştan, Y. (2012). Kanonik Topraklardan Ulusal Vatana: Balkan Savaşları Ve Türk Ulusçuluğunun Doğuşu. Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, 12(2), 1-99. 

Ural, S. (2014). Balkanlarda Aşırı Milliyetçiliğin Gölgesinde Kosova ve Bağımsızlık. Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 5(1), 149-180. 

Yellice, G. (1979). Balkan Savaşlarından Birinci Dünya Savaşına Osmanlı-Yunan İlişkilerinde ve Sakız ve Midilli Meselesi, 1912-1914. Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi17(2), 103-128.

Yıldırım S. (2012). Balkan savaşları ve sonrasındaki göçlerin Türkiye nüfusuna etkileri. Hacettepe Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi. 75-92. 

Zeyrek, S. (2012). I. Balkan Savaşı Öncesinde Osmanlı Askerinin Talim – Terbiyesi Ve Sonuçları Üzerine Bir Deneme. Avrasya İncelemeleri Dergisi, 1(1), 275-311.

Avrupa Birliği Çerçevesinde Almanya’nın Göç ve Göçmen Politikalarının Popülizm ve Medya Bağlamından İncelenmesi

Özet

Bazı ülkelerde şiddet ve çatışmanın artması, iç karışıklıklar ve insan hakları ihlalleri gibi hayati sorunlar o ülkelerde barış ortamını tehlikeye atarak  kişilerin can güvenliği için tehdit oluşturmaktadır. Bu gibi krizler ekonomik, sosyal ve siyasal sebeplerden ötürü yoğun göç dalgaları yaratmaktadır. Günümüzde en çok göç alan bölgelerden birisi Avrupa’dır. Göçmenlerin Avrupa Birliği (AB) ülkelerinden sığınma talep etmesi, iki milyona yakın sığınmacı nüfusuna sahip Almanya başta olmak üzere üye ülkelerde birtakım sorunlar yaratmaktadır. Bu makalede, AB’nin göçmen politikalarının tarihsel arka planı; mülteci krizinin doğuşuna kadar olan süreçte Almanya’nın politikaları; Avrupa’da ve Almanya’da popülizmin yükselişi ve popülist söylemler; Almanya’daki göçmen krizine ilişkin medya dilinin analizi ele alınmakta ve değerlendirilmektedir.

Anahtar Kelimeler: Avrupa Birliği, Almanya, Göç Politikaları, Popülizm, Medya.

 

Examination of Germany’s Migration and Immigration Policies in the Context of Populism and Media within the Framework of the European Union

Abstract

In some countries, vital problems such as the increase in violence and conflict, internal disturbances, human rights violations endanger the peace environment in those countries and pose a threat to the safety of people. Such crises create intense migration waves for economic, social and political reasons. Today, one of the regions receiving the most immigration is Europe. Immigrants seeking asylum from European Union (EU) countries create some problems in member countries, especially Germany, which has a population of nearly two million refugees. In this article, the historical background of the EU’s migration policies; The process of Germany’s immigration policies until the refugee crisis; The rise of populism and populist rhetoric in Europe and Germany; The analysis of the media language regarding the migrant crisis situation in Germany is discussed and evaluated.

Keywords: EU, Germany, Immigration Policies, Populism, Media.

 

GİRİŞ

İnsanlık tarihi boyunca birçok topluluk üzerinde etkisini gösteren göç sorunu değişen dünyanın şartlarının etkisi ile beraber giderek uluslararası gündemi meşgul eden sorunlardan biri haline gelmiştir. Bireyin veya toplulukların yaşadığı yeri bazı nedenlerden dolayı bırakarak başka bölgeye veya ülkeye yerleşmek için gitmek olarak tanımlanan göç, günümüzde küresel bir olgu haline gelmiş olup üzerinde uzlaşmaya varılması güç bir konudur. Dünyada birçok insan yaşadıkları ülkelerinden savaş, zulüm, soykırım, doğal felaket, ekonomik sıkıntılar gibi nedenlerden dolayı ayrılarak başka ülkelerde daha rahat ve kaliteli bir yaşam için göç etmek zorunda kalmaktadır. Uluslararası göç, dünyada birçok ülkenin ekonomik, sosyal ve siyasi yapısını değiştirmektedir. Hatta çoğunlukla göç almak istemeyen ülkelerin toplumlarında da çatışmalara neden olmaktadır.  Göç hem nedendir hem de sonuç; göç siyasal, toplumsal ve ekonomik olayların sonucunda ortaya çıkar ve nihayetinde göçün kendisi de toplumların devinimine neden olmaktadır (İçduygu & Sirkeci, 1999, s. 267).

Toplumsal birliğin kaybedilmesi, ailelerin birbirinden kopması veya dağılması, emek piyasalarının etkilenmesi, beyin göçü, din- mezhep çatışmaları, kültürel çatışmalar, ayrımcılık, asimilasyon ve buna benzer birçok durum göç ile ortaya çıkmaktadır. Özellikle Avrupa Birliği ülkelerinde yaşam standartlarının yüksek olması ve sağladığı özgürlükler bakımından cazip bir bölge olması nedeniyle en fazla göç alan bölgedir. İlk başta işgücü ihtiyacı için kontrollü kabul edilen göçmenler daha sonra kontrolden çıkarak AB ülkeleri için sıkıntı olmaya başlamıştır. Bu göç dalgası karşısında Avrupa’nın yaşadığı sıkıntıyı değerlendirecek olursak Avrupa büyük bir göç dalgasına hazır değildir ve göçmenleri koruyacak kadar sağlam bir sistemlerinin olmadığını söyleyebiliriz. Avrupa’da göç konusundaki yetersiz sistemi nedeniyle popülist söyleme sahip olan liderlerin bu açıkları kullanarak özgürlükçü ve hoşgörülü olan toplumu olumsuz etkilediği görülmektedir.

Çalışmamızda ilk olarak konu bütünlüğünün tam sağlanabilmesi açısından Avrupa Birliği’nin göç konusundaki politikaları hakkında bilgi verilmiştir. Ardından çalışmamızı özele indirgeyerek AB ülkeleri arasında en fazla göç alan ve bu doğrultuda AB’nin göç politikalarında öncü rol üstlenen ülke konumunda olan Almanya’nın göç politikalarına değinilmiştir. 2015 yılı itibariyle çoğunlukla Suriyeli mültecilerin başta Almanya olmak üzere AB ülkelerine göç etmeye başlaması ile Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in uyguladığı ‘’Wilkommenskultur ‘’ (Hoş geldin Kültürü) politikası ile Almanya’ya göçün teşvik edilmesi Almanya’da popülist hareketlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu bakımdan Avrupa’nın ve Almanya’nın göç politikalarının ardından popülizm kavramı açıklanmıştır. Daha sonra Avrupa Birliği’nde popülizm ve bu çerçevede Almanya’da popülizm konusu anlatılmıştır.  Bunların yanında göç ve mülteciler konusunda medyanın üstlendiği görev etkili bir araç olmakla birlikte kritik bir öneme sahiptir. Medya hem yansıtıcı hem de destekleyici olarak kamuoyunu olumlu veya olumsuz etkileyebilmekte, önyargı ve mitlerle örülmüş yanlışlıklara karşı direnç sağlayabilmektedir (Kolukırık, 2009, s.6). Medyanın bu önemi dolayısıyla çalışmamızın son kısmında Almanya’nın politikalarının medyaya yansımaları farklı ideolojik açılara sahip medya araçları bağlamında incelenmiştir.

 

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN GÖÇ POLİTİKALARI

Günümüzde Avrupa’nın sahip olduğu ekonomik ve sosyal refahın yanında özgürlükler konusundaki olumlu algısı gibi çekici unsurlara sahip olması nedeniyle bu bölgedeki ülkelere göç hareketi gittikçe artmıştır. Bugün ise Avrupa Birliği (AB) için baş edilmesi zor olan göçmen sorunu sadece ekonomik nedenlerden kaynaklı bir ülkeden başka bir ülkeye göç eden insanları kapsamamaktadır. Özellikle, büyük bir yıkıma ve milyonlarca kayba neden olan İkinci Dünya Savaşı’nın ardından insanlar yaşadıkları ülkelerden ayrılmak zorunda kalmışlar ve bu insanlara sığınmacı, göçmen, mülteci gibi adlar verilmiştir. Ayrıca Ortadoğu’daki olayların (Arap Baharı, Suriye İç Savaşı gibi) neticesinde ortaya çıkan mülteci krizi ile 2010 yılı itibariyle Avrupa’ya göç etmek isteyenlerin ve sığınma için talep başvurularının sayısı giderek artmıştır (Karaca, 2019, s.29).  Dünya’da bazı bölgelerde yaşanan sosyal, ekonomik, askeri ve siyasi krizler Avrupa’ya doğru göçleri arttırmış ve bu durumla paralel olarak AB’nin mülteciler konusunda yaşadığı sıkıntılarda artmıştır. Avrupa’nın mülteciler konusunda yaşadıkları sorun Birliği göç konusunda ortak bir politika oluşturmaya itmiştir. AB’nin ortak bir göç politikası ortaya çıkarma süreci göçün değişen niteliklerine göre aşamalı bir şekilde gerçekleşmiş olup ortak bir politikanın hazırlanması kolay olmamıştır.

1945 yılında Avrupa’daki sanayileşme ile yaşanan ekonomik değişim ve bu değişimle beraber insanların yaşam kalitesinin artması ile Avrupa’ya göçler başlamıştır. 1973 yılındaki petrol krizine kadar Avrupa’ya göç eden insanlar bilgi, ticaret, üretim ve küresel ağlarına dâhil olan hızlı gelişme ve değişme geçiren bölgelerden ve uluslardan gelmekteydiler (Aydın, 2017, s. 541). Ayrıca bu dönemde göç bağlantılarının oluşmasıyla Avrupa’ya göç baskısı uygulayan diasporalar da kurulmuş olup göç toplumsal bir konu olmaktan çıkıp politik bir mesele haline gelmeye başlamıştır. Sonrasında gittikçe artan sığınmacı sayısı, yasa dışı göç dalgası ve aile birleşmeleri karşısında göçmen karşıtı hareketlerde artmaya başlamıştır. Göç artışının getirdiği olumsuz etkiler üzerine Avrupa, göç konusundaki kontrolü sağlamak için mevcut politikalarını değiştirerek güvenlikleştirme konusunda bir iş birliğine gitmiştir. 1990’larda güvenlikleştirme süreci ile göç ulusal bir konu olmaktan çıkıp uluslararası arenanın konusu olmuştur. Siyasallaşmanın bir sonraki aşaması olan güvenlikleştirme de ele alınan konu milli güvenlik ve toplumsal güvenlik yönlerinden değerlendirilmektedir (Aydın, 2017, s. 541). Bu doğrultuda ülke sınırlarında denetim ve güvenliğin arttırılması, vize politikalarında değişiklik, üçüncü ülke vatandaşlarının ülke girişlerinde yasal düzenlemeler ve caydırıcı önlemler gündeme gelmiştir (Hakverir, 2019, s. 2599). 1973’te yaşanan göç dalgası neticesinde 1985’te, Avrupa Toplulukları üyesi olan Almanya, Belçika, Fransa, Lüksemburg ve Hollanda tarafından imzalanan ‘’ Schengen Anlaşması ‘’ ile ortak bir göç politikası oluşturma yolunda ilk adım atılmıştır. Schengen Antlaşması; üye ülkeler arasında sınır denetimlerin kaldırılması, dış sınır kontrollerinin arttırılması, sığınma başvurusuna ilişkin yöntem, kısa ve uzun süreli dönemler için vize politikalarının düzenlenmesi ve Schengen Bilgi Sistemi’nin kurulması gibi kararlar içermektedir (Hakverir, 2019, s. 2599). Sözleşme ile sığınmacıların ve mültecilerin yasa dışı yollarla giriş yapmasını önleyecek kurallar koyulmuştur.

1990’da imzalanan Dublin Antlaşması ile mülteciler konusu ilk defa ele alınmış olup ortak bir politikanın belirlenmesi doğrultusunda şartlar oluşturulmuştur. Bu antlaşmaya göre bir sığınmacının mülteci statüsünün belirlenmesinin sorumluluğu ilk olarak sığınmacının aile bireylerinin yaşadığı ülkeye, bu durum söz konusu değilse sığınmacıya vize vermiş olan ülkeye bu durum da söz konusu değilse sığınmacının sınırlarından girerek sığınma talebinde bulunduğu ülkeye vermektedir (Hakverir, 2019, s. 2599).

1992 yılında imzalanan ve bir yıl sonra yürürlüğe giren ‘’ Maastricht Antlaşması ‘’ ile üye ülkeler arasında iç sınırlar kaldırılarak göç ve sığınma politikaları konusunda bir iş birliği sağlanmış yani göçmenlerin statüsü ortak bir konu haline gelmiştir. 1997 ‘’ Amsterdam Antlaşması ‘’ ile Avrupa Birliği Konseyi’ne ani bir göç dalgasına karşı altı aylık geçici önlem alma yetkisi verilerek göç konusu ulus-üstü politikaların arasına alınmıştır (Ümit, 2013, s. 77).

1999 yılındaki ‘’ Tampere Zirvesi ‘’ Avrupa Birliği üye ülkelerinde özgürlük, güvenlik ve adalet alanının oluşturulmasına yönelik bir strateji belirlenmesi ve bununla birlikte göç ve iltica konularında ortak bir iltica sistemi, üçüncü ülke vatandaşlarına adil davranma ve göç akınlarının yönetimi konularını içeren bir AB politikasının gerekliliği de vurgulanmıştır (Kıyıcı & Kaygısız, 2018, s. 471).  Ancak 11 Eylül 2001 tarihindeki terör saldırısının ardından güvenlik odaklı politikalar daha fazla ön planda olmuş ve bu doğrultuda Avrupa Birliği, göç sınırlarını üçüncü ülkelere kadar genişletmiş ve bir “Dışsallaştırma politikası” ile bu ülkelerden yararlanarak göç akınlarına karşı baş etmeye çalışmıştır. Birlik dışsallaştırma politikası ile göç konusundaki yaşadığı sıkıntıyı üçüncü ülkelere yayarak hafifletmeye çalışmıştır. AB’nin göç konusunda yaşadığı sıkıntı için uyguladığı bir başka politika, AB üyesi ülkeler sığınma talebinde bulunanların başvurularını değerlendirmeden önce, sığınma başvurusu yapma imkânı olduğu ülkeye geri gönderebilme yetkisini uyguladığı, “ güvenli üçüncü ülke ” politikasıdır (Aydın, 2017, s. 542).  2003’teki ‘’ Lahey Zirvesi ‘’ ise üçüncü ülkelerin sığınma politikalarının geliştirilebilmesine destek vermek için bu ülkelerle iş birliğinin sağlanması, yasa dışı göçle mücadele, kayıt dışı göçmenlerin geri iadesi için politika düzenlenmesi ve sınırlarda güvenliğin sağlanması için iş birliği yapılması gibi şartlar düzenlenmiştir.

2008’e gelindiğinde “ Avrupa Birliği Göç ve İltica Paktı ” oluşturulmuştur. Bu paktta, dünyada yaşam standartlarında farklılıklar olduğu sürece uluslararası göçün süreceği belirtilmiştir. Ayrıca düzenli ve düzensiz göçler, iltica sistemleri, yasa dışı göçle mücadele, üçüncü ülkelerle iş birliği, sınır güvenliği gibi konulara da yer verilmiştir.

2009’da ‘’ Lizbon Antlaşması ‘’  ile göç ve iltica konularında düzenlemeye gidilerek  ‘’AB’nin İşleyişine İlişkin Anlaşma ‘’ kısmında V. başlık olan “Özgürlük, Güvenlik ve Adalet” alanı kapsamına alınmıştır (Kıyıcı & Kaygısız, 2018, s. 471). 2010 yılında Arap ülkelerinde başlayan ve hala günümüzde de etkileri süren Arap Baharı ve 2011’de Güney Akdeniz’de yaşanan gelişmeler sonrasında AB göç ve iltica politikalarında değişikliklere gidilmesi gereği ortaya çıkmıştır.

Günümüzde de artık göç politikalarını şekillendiren en önemli konu güvenliktir ve bu doğrultuda AB sınır kontrollerini daha fazla ağırlık verirken bir yandan da sığınmacı kabulünü giderek azaltmaya çalışmaktadır.

 

ALMANYA’NIN GÖÇ POLİTİKASI

Göç kavramı sadece göç eden birey veya toplumlar için değişiklik yaratmaz, göç alan ülkenin ekonomik, demografik, sosyal ve kültürel yapısını da değiştirdiği günümüzde bilinen bir olgudur. Göç sürecinin belli bir aşamaları da yoktur fakat sonuçlarını yönelimlere göre üç aşamaya ayırabiliriz: İlk olarak göçmenlerin gittikleri ülkelerin toplumsal yapısına uyum sağlaması yani entegrasyondur. İkinci olarak göçmenlerin gittikleri ülkelerin kültürel ve toplum yapısının baskın gelmesi ile kendi öz kimliklerini yitirmeleri yani asimilasyona uğramalarıdır. Son olarak göç alan ülkelerin toplumu ve o ülkedeki göçmenler arasında bir ayrışma veya ötekileştirmenin oluşması yani ayrışma veya marjinalleşmenin olmasıdır. Bu saydığımız süreçleri Avrupa ülkeleri arasında en fazla göç alan Almanya bağlamında gözlememiz mümkündür. Avrupa ülkeleri arasında Almanya, göç için her zaman en çok tercih edilen ülke olmuştur. Günümüzde ise Almanya’daki göçmenlerin sayısı Alman nüfusunun dörtte birini aşmış durumdadır. Öncelikle Almanya’nın bu duruma gelmesinde ve göç sorunun oluşmasındaki tarihsel gelişiminden kısaca bahsetmemiz gerekmektedir.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından büyük bir yıkım ve nüfus kaybıyla çıkan Avrupa ve özellikle Almanya bu kayıpların yerini doldurabilmek ve ekonomik alanda kalkınmayı sağlamak için savaş nedeniyle ortaya çıkan işgücü açığını karşılayabilmek için birçok ülkeden geçici iş alımına başlamıştır. Fakat Avrupa’ya giden işçilerin başlangıçta geçici veya misafir işçi konumunda iken daha sonra geçicilik durumlarının değişerek bulundukları yerlere yerleşmeye başlamaları ile bu politika birtakım değişikliklere neden olmuş ve bir göç sorununu ortaya çıkarmıştır. İlk olarak 1950-1970 yılları arasında misafir işçi alımıyla birçok ülkeden Almanya’ya gelen ailelerle birlikle Almanya’nın göç sürecinin çıkış noktası olmuştur. Bu doğrultuda Almanya göç sıkıntısı ile nasıl mücadele edeceği konusunda tecrübenin temelini oluşturduğunu söyleyebiliriz.

Alman dış politikasının askeri unsurlara değil sivil unsurlara dayanması, dış politikadaki etkinliğinin arkasındaki gücü ekonomik unsurlara bağlaması nedeniyle, Almanya için AB kendi gücünü ortaya koyacağı bir araç ve sivil dış politikayı gerçekleştirebileceği bir platform haline geldi (Aydın, 2017, s. 544). Böylece Almanya’nın ekonomik alandaki gücü AB’yi yönlendirmesinde önemli bir etkisinin olduğunu söyleyebiliriz.

Almanya açısından AB sadece ekonomide kalkınmayı sağlamak için değil güvenlik konusunda da önemli bir unsur olup Almanya yürüttüğü politikalarla bu unsuru başarılı bir şekilde kullanmıştır. Almanya, AB göç politikalarını kendi göç politikalarına ve yasalarına uyumlu hale getirerek AB’de göç konusundaki güç ve hakimiyetini arttırmış ve böylece AB’de politikaları yürüten hatta yöneten bir ülke olmuştur. Schengen Sözleşmesi ile iltica ve mülteci politikaları insan hakları bağlamında ele alınmakla birlikte güvenlik bağlamında da değerlendirilmeye alınması ve Almanya’nın bu durumu fırsata çevirerek anayasasında değişiklik yapmak için kullanması örnek olarak verilebilir. Böylelikle, göç politikalarının AB’de uygulanması ile Almanya’nın göç konularında sahip olduğu araçları ve etkiyi azaltmamış aksine etkinliğini arttırmıştır. Bu bakımdan AB göç ve iltica politikalarının kavramlarından olan güvenli üçüncü bölge ve uluslar-üstü yük paylaşımı gibi kavramlar, göç konusunda egemenlik gücünün ulus-devlet tarafından yeniden kazanılmasına yardım ettiği söylenebilir (Karaca, 2019, s. 75).

Demokratik haklara ve insan haklarına saygı bakımından yüksek standartlara sahip olması nedeniyle Alman yasası geçerli bir neden varsa AB’nin standartlarına indirgenebilmektedir. Dolayısıyla Almanya’nın iç güvenliğinin şartı Avrupa ortak politikasına katılım olduğunu söyleyebiliriz.  Sınır güvenliği konusunda ve geri kabul sözleşmelerinde Almanya’nın AB’de etkin bir rol oynamıştır. Bu doğrultuda Schengen ve Dublin Sözleşmelerinde üstüne düşeni yerine getirmiş ve geri kabul anlaşmalarını da onaylamıştır. Hatta Almanya, 1990’larda artmaya başlayan düzensiz göçe karşı önlemler almak ve göç baskısını azaltmak için Budapeşte Sürecini başlatmıştır (Göç İdaresi Genel Müdürlüğü).

Almanya 1990’lı yılların sonunda kendisini göçmen ülke olarak kabul etmesinden ve bu doğrultuda adımlar atmaya başlamasından itibaren Alman göç politikasının iki temel hedef doğrultusunda şekillendiği söylenebilir; İlk olarak istenmeyen göçün yani sığınmacıların, mültecilerin ya da yasadışı göçmenlerin azaltılmasını amaçlayan uzun süredir yerleşik politikaların sürdürülmesi, ikincisi ise küresel ekonomik rekabette Almanya’ya avantaj sağlayabilecek olan kalifiye ya da eğitimli olarak nitelendirilebilecek bireylerin Almanya’ya yakınlaştırılması olarak nitelendirilebilmektedir (Karaca, 2019, s. 73). Ayrıca bir başka değinmemiz nokta Almanya’nın uyguladıkları bu ulusal politikalarda karar süreçlerinin çoklu bir yapıda olduğunu söyleyebiliriz yani karar alma mekanizmasında iki meclisli bir sistem vardır. Ulusal bir karar alınması gereken durumda -ülkeyi ilgilendiren göç ve mülteci politikaları gibi konularda- iki meclisinde onayı alınması gerektiğinden ülkedeki kamu ve siyasi kurumların çoğunluğunun fikir birliği etkilidir (Karaca, 2019, s. 73). Bu bakımdan Almanya’nın ulusal karar alma sürecinde fikir birliği AB’de karar alma sürecine benzer olduğunu söyleyebiliriz.

1990’larda entegrasyon ve sosyal bütünleşme konusunun dünyada öneminin artmasıyla Almanya’da da gündem konusu haline gelmeye başlamış ve bu doğrultuda vatandaşlık yasalarında yumuşatmaya gidilmiştir (Demiryürek, 2012, s. 40) . 1 Ocak 1991’de Yabancılar Yasası yürürlüğe girmiştir. Bu yasa ile gençlerin Alman vatandaşı olabilmişlerdir. Ardından bu yasa 2000 yılında Yeni Vatandaşlık Yasası ile değiştirilmiştir. Reformda esas alınan kan ilkesi değiştirilerek yerine vatandaşlığın doğumla kazanılması ilkesi getirilmiştir (Demiryürek, 2012, s. 40).  11 Eylül saldırısı ardından Avrupa’da göç ve göçmen politikaları değişmiş ve daha katı bir hale gelmiştir.

2000’li yıllardan bugüne kadar 2005’te göreve gelen Angela Merkel göçmen ve mülteci krizine yönelik girişimlerde bulunabilecek tek lider konumunda olmuştur (Aydın, 2017, s. 546). 2015-2016 yıllarına geldiğimizde Almanya çok sayıda mültecinin ülkeye girmesine izin vermiştir ancak bu insanların tamamına mülteci statüsü tanınmamıştır. 2015 yılında Şansölye Merkel “Wir schaffen das” (bunu yapabiliriz) sloganı ile mültecilere yönelik entegrasyon politikası başlatmıştır (Beşer, 2018, s. 1). Almanya göçmenlere ve mültecilere bir ay boyunca sınırlarını açarak ülkeye girmelerine izin verdi ancak göçmenlerin girdikleri ilk AB ülkesinden sığınma talebinde bulunmak şartıyla mülteci statüsüne başvurmalarına izin verildi.

Avrupa’ya gelen göçmenlerin ve sığınmacıların hızlı bir artış göstermesi Almanya hükümetini uzun vadeli entegrasyona yöneltmiştir (Aydın, 2017, s. 546). Almanya gelen göçmenler ve sığınmacıları iş piyasasına nasıl entegre edecekleri konusu yeni politikaların konusunu oluşturmuştur. Göçmenlerin, sığınmacıların ve mültecilerin toplumla entegrasyonu ile kamunun ve sivil toplumun mülteciler ve göçmenlerle birlikte çalışmasını gerektirmiştir. Ancak bu dönem verilen izinle birlikte büyük bir göç krizinin başlangıcı olmuştur.

Almanya Şansölyesi Merkel bu göç krizindeki yönetimi gerek AB ülkelerinde gerek kendi partisi olan Hristiyan Demokrat Birliği (CDU) ve Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) tarafından tartışmalara ve eleştirilere yol açmıştır. Merkel ise Avrupa’daki göç krizinin sorumluluğunu tüm Avrupa ülkelerinin üstlenmesi gerektiğini belirtmiştir. Hatta sorunun çözülmesi için sadece AB ülkelerinin değil AB’ye aday ülkeler ve transit ülkelerle de iş birliğinin yapılmasının gerekli olduğunu vurgulamıştır. Merkel insanlık onurunun dokunulmazlığını belirterek Almanya’nın bu değeri koruyacağını ifade etti (Aydın, 2017, s. 546). Ayrıca bu göç ve mülteciler krizinin çözülebilmesi için Federal devlet düzeyinde ve yerel düzeylerde önlemler alınması gerektiğini belirtmiştir.

2016 yılına gelindiğinde Almanya’ya yapılan iltica başvuruları bir önceki yıla göre %56 artış göstererek 745 bine ulaşmıştır (Beşer, 2018, s. 7). Bunun üzerine 2016’nın ilk aylarında bir politika değişikliğine gidilmesi üzerine Federal Göç ve Mülteciler Dairesi (BAMF) rekor sayıda vakada mülteci korumasının yerine ikincil koruma kararı verdi (Aydın, 2017, s. 546). Bu değişiklik Suriye vatandaşlarını daha fazla etkilemiştir. Örneğin 2015’te Suriyelilerin çoğunluğu mülteci statüsüne sahip iken bu durum 2016’da düşmüştür. Fakat mülteci statüsünde düşme meydana gelirken ikincil koruma sağlanan Suriyelilerin sayısı artmıştır. Almanya kendi üstündeki mülteci akını baskısını AB içinde paylaştırarak hafifletmeye çalışmıştır. Bu doğrultuda Suriyeli mültecilerin transit ülkeleri olan Lübnan ve Türkiye’de kalmaları konusunda uyguladığı politikaların maliyetini de AB’ de paylaştırmaya çalışmaktadır (İnat, 2016).  Almanya hükümeti özellikle önemli geçiş noktası olan Türkiye’ye odaklanmış ve yaklaşık üç milyon mültecinin Almanya sınırlarına girmemelerine yönelik tedbirler almaya çalışmıştır. 2017 yılında ise alınan tedbirlerin işe yaramasıyla Almanya’ya gelen göçmen sayısında bir azalma meydan gelmiştir.

Günümüzde ise halen devam etmekte olan göç krizi sadece bir ülkenin bir bölgenin veya bir kıtanın sorunu olarak değerlendirilmesi doğru değildir. Göç tüm insanlığın sorunudur. Bu bakımdan AB ile birlikte önde gelen tüm dünya ülkelerinin uluslararası insan haklarına ve uluslararası hukuka göre günümüz koşullarına uygun sağlam temeller oluşturularak çözüm bulması gerekmektedir.

 

3. POPÜLİZM NEDİR?

Popülizm, yeni bir kavram olmamakla birlikte, günümüz siyasal ortamında meydana gelen gelişmeleri veya değişimleri ifade etmek için sık sık başvurulan kavramlardan biri haline gelmiştir. Öyle ki, “popülizm patlaması” veya “popülizm çağı” şeklindeki betimlemelerin siyasal değerlendirmelerde kullanımı giderek yaygınlaşmaktadır.

Popülizm kavramının ve bu kavramın bağlamı içinde değerlendirilebilecek ifadelerin yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanmasına karşın kavram, üzerinde uzlaşılmış bir anlama ve kapsama sahip değildir. Şöyle ki, popülizmin anlamına ve kapsamına ilişkin yapılan tanımlamalar, gerçek demokrasiden faşist diktatörlüğe kadar uzanan geniş bir yelpaze içerisinde birbirinden uzak veya birbirine tamamen zıt olarak nitelendirilebilir (Orhan, 2019, s. 795-798).

Popülizm kavramının anlamı ve kapsamıyla ilgili yapılan çeşitli tanımlamalara bakıldığında “halk”, “seçkinler” ve “genel irade” kavramlarının yararlanıldığını ve bu kavramlar çerçevesinde anti-seçkincilik ve anti-çoğulculuğa vurgu yapıldığı söylenebilir  (Orhan, 2019, s. 807). Popülizm kavramının bu bağlamda kısa bir tanımı yapılacak olursa popülizm, seçkinler veya elitler olarak tanımladığı kitlenin fikir dünyasını ve değerlerini tenkit ederek veya yadsıyarak halkın değerlerini yüceltme amacı taşır (Köroğlu, 2020, s. 78).

Popülizm, öncelikli olarak “halk” kavramına odaklanır ve toplumu, ayrı ayrı niteliklere sahip kişilerin kendi özelliklerini koruduğu bir bütünden ziyade tek, birleşik ve dayanışma içinde olan bir olgu olarak ele alır. Popülizmin “halk” kavramını bu şekilde ele alması, doğası gereği aslında heterojen olan toplumun içindeki belli başlı niteliklere sahip bireyleri “gerçek” halk olarak kabul etmeyi zorunlu kılar ve kendini bu kitleyle bütünleştirerek bir “biz” kimliği oluşturur. Bu kitlenin dışında kalan bireyler ise “ötekiler” olarak kabul edilir. Bu “biz” ve “ötekiler” ayrımı halk olarak kabul edilen kitlede aidiyet hissinin ve konsolidasyonun oluşumunu sağlar. “Ötekiler” olarak kabul edilen kitle ise halk olarak kabul edilmedikleri için dışlanır ve temsil edilmezler. (Orhan, 2019, s. 807-810). Popülizmin anti-çoğulcu olarak nitelendirilen homojen toplum/gerçek halk algısı, tek bir doğrunun ve tek bir iyinin var olduğunu kabul etmeyi de zorunlu kılar. Tek doğru ve tek iyi olarak kabul edilen değerlerin tek uygulayıcısı da halk olarak kabul edilen kitlenin siyasi temsilcileridir   (Orhan, 2019, s. 812).

Popülist liderler de “gerçek” halk olarak kabul ettikleri kitlenin iradesini “gerçek” genel irade kabul ederler ve bu iradenin tecelli etmesi için mücadele ederler. Bu iradenin tecelli etmediği durumlarda “ötekiler” olarak addedilen seçkinler, genel iradenin önündeki engeller olarak sunulur (Orhan, 2019, s. 812-813).

 

4.AVRUPA’DA POPÜLİZM

4.1.Avrupa’da Popülist Hareketler

     Son yıllarda hem Avrupa kıtasında hem de AB’yi oluşturan ülkelerde siyasi manzaranın önemli ölçüde değişiklik gösterdiği görülmektedir. Şöyle ki, başta popülist sağ partiler olmak üzere popülist hareketlerin önemli ölçüde destek bulduğu gözlemlenmektedir (Kaya, 2017, s. 3).

 

Yapılan araştırmalar sonucunda 2018 yılı itibari ile Avrupalı seçmenlerin %30,3’ünün popülist bir partiye oy verdiği, bir başka deyişle seçmenlerin dörtte birinden fazlasının popülist oluşumları desteklediği gözlemlenmiştir. Ancak popülist bir atılımdan bahsetmek de yanlış olacaktır. Çünkü Aralık 2017’de yapılan araştırmalar sonucunda popülist oluşumları destekleyen kitlenin oranının %26,5 olarak ölçüldüğü göz önünde bulundurulursa, son yıllarda gerçekleşmekte olanın yavaş ve istikrarlı bir şekilde popülist hareketlerin yükselişi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bir başka deyişle, popülist hareketlerin bir kez parlamentoda sandalye elde ettiklerinde nadiren bunu kaybettikleri gözlemlenmektedir (Trends in European Populism in 2018, 2018, s. 8-9).

Yapılan araştırmalarda elde edilen bir başka veri de 2018 yılı itibari ile popülist hareketlere veya partilere seçmen desteğinin en çok görüldüğü ülke önceki yıllar gibi Macaristan olmuştur. Ardından popülist hareketlere veya partilere seçmen desteğinin %56 olarak ölçüldüğü İtalya gelmektedir (Trends in European Populism in 2018, 2018, s. 9-10).

 

Çoğu popülist hareketin veya partinin yavaş ve istikrarlı bir şekilde yükselişinin gözlemlenmesi, bu hareketlerin ve partilerin Avrupa’da kalıcı olduğu sonucuna varmamızı sağlar (Kaya, 2017, s. 3). Ancak bu hareketlerin ve partilerin güncel durumları göz önünde bulundurulduğunda etkilerinin, Avrupa Parlamentosu’ndaki karar alma mekanizmalarından ve AB politikalarından ziyade ulusal düzeyde dolaylı olarak görüldüğü gözlemlenmektedir. Bir başka deyişle, muhalefet etkilerinin bölgesel veya yerel düzeyde sınırlı kaldığı görülmektedir. Bunun nedeni Avrupa Parlamentosu’ndaki popülist partilerin çok çeşitli siyasi gruplara dağılmış durumda olmalarıdır. Ayrıca bu partiler “bir şey için” birleşmekten ziyade “bir şeye karşı” olarak birleşirler. Bu durum bu partilerin istikrarsız ittifaklar kurmasına veya herhangi bir grup içerisinde örgütlenememelerine yol açmaktadır (Heinen & Kreutzmann, 2015, s. 1-3).

 

4.2.Avrupa’daki Popülist Hareketlerin Ortak Noktaları

Popülizm kavramının çok çeşitli tanımlarına ve Avrupa’daki popülist partilerin farklı siyasi görüşlerine karşın ortak üç ana konunun bu partilerin siyasi ajandalarına girdiğini görmekteyiz. Bunlardan ilki Avrupa’nın sosyal ve kültürel yapısının etnik çeşitlilik yönünde değişmesine karşı duyulan hoşnutsuzluk ve endişedir. Çünkü popülist partiler, saf ve homojen bir toplum hayali kurmaları bakımından milliyetçi bir niteliğe sahiptirler (Çakır, 2011, s. 14) ve bu milliyetçi nitelikleri popülist partileri toplumun homojen yapısını bozduğu gerekçesiyle belirli sosyal grupların veya etnik azınlıkların dışlanmasına veya düşman olarak addedilmesine yönelik çeşitli konsept ve politikaları geliştirmeye itmektedir. Bu bağlamda mevcut popülist hareketlerin ve liderlerin ortak bir özelliği olarak genelde göçmenlerin açık sözlü reddi veya özelde İslam karşıtlığı üzerine kurulu politikalar gösterilebilir (Surel, 2011, s. 4). Bu politikalar doğrultusunda “akın”, “istila”, “baskın” gibi küçük düşürücü bir retorik kullanılmaktadır (Kaya, 2017, s. 6). Yine bu politikalar doğrultusunda “göçmenlerin ve mültecilerin ülkelerine geri dönmeleri”, “çifte vatandaşlığın yasaklanması”, “yeni göçmenlerin alınmaması” (Karataş, 2019, s. 31), “göçmen sayısı ile kentlerdeki suç oranlarının artması arasında birebir bağlantı olduğu”, “göçmenlerin iç güvenliği tehdit ettiği” şeklindeki argümanların sık sık kullanıldığı görülmektedir (Çakır, 2011, s. 15).

     Popülist hareketler tarafından belirli sosyal grupların veya etnik azınlıkların dışlanmasına yönelik geliştirilen argümanların Avrupa’daki kamuoyunun dikkat çekici bir kesiminde yankı uyandırdığı söylenebilir. Çünkü aşağıdaki tabloda görüleceği üzere birçok Avrupalı, çeşitliliğin birçok açıdan güvenliğe tehdit oluşturduğu gerekçesiyle çeşitlilikten hoşnutsuzluk duymaktadır (Kaya, 2017, s. 7-8).

 

Avrupa’daki popülist partilerin siyasi ajandalarında görülen bir diğer ortak konu küreselleşme ve AB karşıtlığıdır. Bunun birinci nedeni popülist partilerin AB’yi; ulusal egemenliği ortadan kaldıran, çoğunlukla teknokratik bir elitler grubu tarafından kontrol edilen ve AB’nin genel oy hakkının sağladığı meşruiyetten yoksun dışsal bir siyasi sistem olarak kabul edilmesidir. Çünkü AB’nin hem ulusal düzeyde yasa yapımını kısıtlayıcı bir niteliği hem de yoğun bürokratik yapısından kaynaklanan “demokratik açıklık” sorunu bulunmaktadır (Surel, 2011, s. 3-4). İkinci neden olarak ekonomik sebepler öne sürülebilir. Bu alandaki tartışmalar Euro para biriminin ortak para birimi olması, AB’nin genişlemesi ve uluslararası tekellerin siyasi güçleri üzerinden yapılmaktadır. Örneğin Euro’nun ortak para birimi olması, ekonomik kriz içerisinde olan İspanya ve Yunanistan’ın borçları hakkında “Almanya halkı tarafından ödeniyor.”, “Borçlarını ödeyemiyorlarsa iflaslarını ilan etsinler.”, “Borçlu ülkeler egemenliklerini alacaklı ülkelere devretsin.” şeklinde argümanların gelişmesine zemin hazırlamıştır. Popülist hareketlerin AB’nin genişlemesinin aleyhine yönelik geliştirdiği tartışmalar ise Doğu ve Güneydoğu Avrupa ülkeleri üzerinden yürümektedir. Çünkü popülist partiler Doğu Avrupalıları, ucuz iş gücü nedeniyle Batı Avrupa ülkelerinin istihdam piyasasına tehdit olarak görmektedirler. Son olarak, küreselleşmenin ortaya çıkmasına zemin hazırladığı uluslararası tekeller, popülist hareketlerin “Ulusal şirketlerimiz zor durumda.” veya “Hükümetimiz yabancı bankaların kontrolünde.” şeklinde argümanları geliştirmesine yol açmaktadır (Çakır, 2011, s. 15). Üçüncü neden olarak da AB kurumlarının, popülist hareketlerin tam karşısında pozisyon aldığı çeşitliliğin artmasına zemin hazırlıyor olmasıdır. Şöyle ki, popülist hareketler, hem AB’nin serbest dolaşım ilkesi üzerine kurulmuş olmasının ve hem de serbest dolaşım ilkesini kurumsallaştıran Schengen Anlaşması’nın homojen toplum yapısını bozan iç göç ve dış göç hareketlerini arttırdığı gerekçesiyle AB’yi sürekli eleştirmektedir (Surel, 2011, s. 4).

Son olarak popülist hareketlerin iç siyasi çekişmeleri kendi lehine kullandığı gözlemlenmektedir. Şöyle ki popülist hareketler kendilerini halk olarak, siyasileri ise elitler ve halkın iradesinin önündeki engel olarak gördükleri için hükümetin performansının düştüğü ekonomik krizler, siyasi anlaşmazlıklar ve yolsuzluk gibi durumları kullanmaktadırlar. Siyasi ve ekonomik sıkıntıların yaşandığı durumlarda ise popülist hareketlerin geliştirdiği söylemler toplumun dikkate değer bir kesiminde yankı uyandırmaktadır (Karataş, 2019, s. 31).

 

5.ALMANYA’DA POPÜLİZM

24 Eylül 2017’de Almanya’da yapılan federal meclis seçimleri aynı zamanda Almanya’daki siyasi iklimin değişmeye başladığı tarihe işaret etmektedir. Çünkü bu tarih, aşırı sağda ve popülist bir parti olarak konumlanan Almanya için Alternatif (AfD) adlı siyasi partinin %13 oy oranıyla ilk defa parlamentoya girmeye hak kazandığı bir tarihe işaret etmektedir. Böyle bir sonucun ortaya çıkmasının çok büyük oranda kültürel olmak üzere ekonomik nedenlere dayandığını söylemek yanlış olmayacaktır (Eriş, 2018, s. 195-196)

2015 yılı itibari ile Suriyeli mültecilerin başta Almanya olmak Avrupa Birliği ülkelerine göç etmeye başlaması ve Angela Merkel’in uyguladığı Wilkommenskultur (Hoş geldin Kültürü) politikası ile Almanya’ya göçün teşvik edilmesi Almanya’daki popülist hareketlerin ortaya çıkmasında en büyük rolü oynamaktadır. Bu hareketler içinde en dikkat çekeni Almanya merkezli kurulmuş ve daha sonra bazı Avrupa Birliği ülkelerinde de görülmeye başlanan PEGİDA (Patriotische Europäer gegen die Islamisierung des Abendlandes / Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Yurtsever Avrupalılar) hareketidir. 20 Ekim 2014 tarihinde Dresden’de yaklaşık 400 kişilik bir grubun gösterisiyle kurulan ve ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve islamofobik bir söyleme sahip olan hareketin 12 Ocak 2015 tarihinde yine Dresden’de gerçekleşen İslam karşıtı gösterisine 25 bin kişi katılmıştır. Bu hareketin parçası olan bireylerin yabancılar, Müslümanlar ve mülteciler nedeniyle Alman kültürünün ve geleneklerinin yok olacağına dair korkuları nedeniyle ülkeye göçmen ve mültecilerin gelmesinden rahatsızlık duymakta olduğu ve göçmen ve mültecilere harcanan paraların Almanların kendileri için harcanması gerektiğini düşündüğü gözlemlenmektedir. Almanya için Alternatif (AfD) hareketinin de PEGİDA hareketinin gördüğü halk desteğini siyasi kazanca çevirmeye çalışan bir siyasi parti olduğu söylenebilir (Alkan, 2019, s. 6-12).

 Önceki bölümlerde bahsedildiği üzere Avrupa’da popülizm, milliyetçi ve muhafazakâr bir nitelik göstermekte, göçmenlere ve çok kültürlülüğe karşı kişi veya kişiler tarafından gerçekleştirilen bir hareket biçimi olarak tanımlanmaktadır. Almanya için Alternatif (AfD) hareketi de bu nitelikleri bünyesinde barındıran bir oluşumdur. Örneğin Angela Merkel’in uyguladığı “açık kapı” politikası, Almanya için Alternatif (AfD) partisinin sürekli ve sert bir şekilde eleştirdiği konulardan biri olmuştur. Çünkü diğer popülist hareketler gibi Almanya için Alternatif (AfD) hareketi de homojen bir toplum hayali kurmaktadır. Bu amaç doğrultusunda çok kültürlü bir ortamın başlıca nedeni olan göçmenler çeşitli söylemlerle ötekileştirilir veya düşman ilan edilirler. ““Fremd” (yabancı), “Volk” ([Alman] halk), “verhängnisvoll” (ölümcül ya da meşum), “bürgerfern” (vatandaşların [Alman] çıkarlarını içermeyen), “Asylbewerber” (sığınmacı)” gibi ifadeler bu söylemlere örnek olarak gösterilebilir. Ayrıca bu söylemlerin, seçmen kitlesini oy verme yönünde harekete geçirmese de büyük oranda karşılık bulduğu söylenebilmektedir (Kaçar, 2017, s. 34-35).

Duodu & Moussawi, 2017, s. 16

Almanya’da popülist hareketlerin ortaya çıkmasında kültürel nedenlerin bariz bir şekilde en büyük rolü oynadığı görülmektedir. Çünkü Avrupa Birliği ülkelerine göç eden mültecilere bakıldığında en fazla göçün Almanya’ya gerçekleştiği ve bu durumun nedeninin Almanya’nın refah ülkesi algısı olduğu gözlemlenmektedir. Ayrıca 2008-2017 yılları arasında Almanya’daki işsizlik oranları incelendiğinde çok büyük bir düşüş gözlemlenmektedir (Alkan, 2019, s. 8). Ancak bu düşüşe tezat oluşturacak bir şekilde Batı Almanya’da yaşanan işsizliğin 2017 seçimlerinde Almanya için Alternatif (AfD) hareketinin parlamentoda sandalye kazanmasının önünü açan ekonomik sebeplerden biri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü Figure 3’te de görüleceği üzere, Batı Almanya’da büyük bir seçmen kitlesine sahip olduğu bilinen Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin (Sozialdemokratische Partei Deutschlands) bölgede yükselen işsizlik oranlarına bağlı olarak oy kaybettiği gözlemlenmiştir (Duodu & Moussawi, 2017, s. 13).

 

6. ALMANYA GÖÇMEN KRİZİ: MEDYA KAYNAKLARINDAKİ SÖYLEM ÇÖZÜMLEMESİ

Göç ve mülteciler konusunda medyanın üstlendiği görev oldukça kritik bir öneme sahiptir. Çünkü göç alan ülkelerde göçmenlere karşı oluşabilecek negatif algı olumsuz durumlar yaratmaktadır. Medya hem yansıtıcı hem de destekleyici olarak kamuoyunu etkileyebilmekte, önyargı ve mitlerle örülmüş yanlışlıklara karşı direnç sağlayabilmektedir (Kolukırık, 2009, s. 6). Irkçı söylemler kamuoyunu direkt olarak etkilemekte ve çeşitli çatışmalara sebebiyet vermektedir.

Almanya’nın göçmenlere yönelik politikasının medyada nasıl yer aldığını incelemek için beş farklı haber kaynağı kullanılmıştır: Deutsche Welle (DW), Euronews, Sabah, Hürriyet ve Birgün. Seçilen kaynaklar medyada farklı ideolojik temsillere sahiptir. Bu kaynaklarda, Almanya’nın mülteci politikalarının nasıl haberleştirildiği incelenmiş söylem çözümlemesi yapılmıştır. Söylem çözümlemesi, konuşmalarda ve metinlerde meydana gelen sosyal güçlerin kötü niyet ile kullanılması, egemenlik, eşitsizliklerin artması gibi konuları ele alan ve bunlara karşı meydan okuma yollarını araştıran analitik bir söylem incelemesi türüdür (Çalık & Baykal, 2020, s. 247). Bu tür araştırmaların ana amacı, toplumsal olaylardaki anlaşılmayan durumları ve yanlışlıkları ortaya çıkarmaktır (Dijk & Teun, 2003, s. 352).

DW, Alman medyasının Türkiye’deki temsilcilerinden biri olarak basın organları arasında yer almaktadır bu sebeple seçilmiştir. DW’nin mültecilere yönelik haberleri incelendiğinde ağırlık olarak Avrupa Birliği’nin çözüm arayışları ve Almanların mültecilere olan ‘yardımsever’ yaklaşımlarının haberleştirildiği görülmektedir. Örneğin, 2015 tarihli bir haberin başlığı “Almanlar’dan mültecilere yardım eli” olarak atılmıştır (DW, 2015). DW’nin mültecilere yönelik haberleri genellikle olay özelinde değil bir sorun olarak sığınmacı krizi çözüm arayışlarıyla birlikte ele alınmıştır.

Euronews, Avrupa basınının Türkiye’deki temsilcilerinden biridir. Avrupa’nın ve diğer ülkelerin, Almanya mülteci politikalarına olan yaklaşımının incelenmesi açısından bu kaynak seçilmiştir. Euronews, göç ve mülteci konularını diğer medya organlarına nispeten daha kapsamlı şekilde aktarmaktadır. 2015’te başlayan göçmen krizinde önemli aktör haline gelen AB ülkelerinin mülteci politikalarını ekonomik, siyasal ve sosyal etkileri çerçevesinde ele almıştır. Yapılan haberlerde mültecileri düşman, suçlu, kaçak ve yabancı gibi gösteren bir dil seçilmemiştir. Örneğin, 07.09.2015’ de “Almanya mülteciler için 6 milyar Euro ayırdı” başlıklı haberin içeriğinde (Euronews, 2015), Merkel’in ve Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ nin çözüm arayışı çağrılarına yer verilmektedir. Aynı gün yapılan başka bir haberde (Euronews, 2015) Merkel’in sığınmacılara kapıları açması, Almanya’nın ucuz iş gücüne olan ihtiyacından kaynaklı olabilir mi tartışması yapılmıştır. Bu tartışma, Almanya’nın sığınmacı politikalarına Euronews’ in tek taraflı yaklaşmayıp eleştirel bir noktada durduğu ve ideolojik bir çerçeve çizmediğini göstermesi açısından önemlidir.

Hürriyet hem iktidara yakın hem de dengeli haber politikası benimseyen kaynaklardan biri olduğu için bu yazıda kaynak olarak seçilmiştir. Hürriyet’in, mülteci haberlerinde kullandığı dil ağırlıklı olarak dış politika teması odaklı kurulmuştur. Mülteci konusu sadece insani değil aynı zamanda hükümetin dış politikası ile çok yakından ilişkili olduğu için hükümetin dış politikasına yönelmektedir (Erdoğan, Kavukçuer, & Çetinkaya, 2017, s. 16). Almanya’nın mültecilere yönelik kayda değer olumlu denilebilecek politik adımları daha az haberleştirilmiş; Almanya’da mültecilere yönelik ırkçı saldırılar, sığınmayı zorlaştıracak politik adımlar ve Merkel yönetimine eleştiriler daha çok haberleştirilmiştir. Örneğin, “Federal İstatistik Dairesi’nin verilerine göre, Almanya’da 2015 yılında mülteci yurtlarına yönelik saldırılar bir önceki yıla göre beş kat artış gösterdi.” başlıklı haber (Hürriyet, 2016) yayınlanmıştır. Bunun gibi, Avrupa ve özellikle Almanya’da mültecilere yönelik şiddet haberleri çok fazla ele alınmıştır. Fakat bir diğer yandan Türkiye’de mültecilere karşı yapılan saldırıların haberleştirilmediğini görmek de mümkündür.

Sabah gazetesi günümüzde iktidara yakın medya kaynaklarından biridir. Almanya’nın mülteci politikalarına hâkim hegemonyayla nasıl söylem geliştirildiğini çözümlemek için bu kaynak seçilmiştir. Sabah’ın haberleri incelendiğinde ideolojik tercih çerçevesinde ağırlıklı olarak mağduriyet teması işlenmiştir. Almanya’nın göçmenlerle ilgili aldığı kararların, Türkiye’nin çıkarlarını nasıl etkilediği üzerinde durulmuştur. Aynı zamanda Hürriyet’le benzer şekilde Türkiye’de mültecilerin yaşadığı olumsuzluklar görmezden gelinirken Almanya’da mültecilere yönelik ırkçı saldırılar çokça haber edilmiştir. Almanya’daki ırkçı saldırılar, Türkiye’nin ‘yardımsever’, ‘misafirperver’ tutumuyla kıyas edilmiştir. Ancak mültecilerin Türkiye’de gündelik hayatta yaşadıkları zorluklar, yerel halkla aralarındaki çatışmalar gibi sorunlara hiç yer verilmemektedir. Merkel politikalarına yapılan eleştiriler, Merkel’in çaresizliği ve Türkiye’ye olan ihtiyacına vurgu yapılarak mülteci haberleri aracılığıyla Türkiye’nin AB için önemi vurgulanmıştır. Örneğin, “Merkel: Türkiye’ siz çözüm olmaz” başlıklı haberde (Sabah, 2016) Avrupa’nın sığınmacı akını karşısında çaresiz kaldığı ve çareyi Türkiye-AB zirvesinde aradığı vurgulanmıştır.

Birgün gazetesi muhalif ve sol görüşlü bir medya kaynağıdır. Mülteci politikalarına sol dünya görüşünün nasıl söylem geliştirdiğini incelemek açısından bu kaynak seçilmiştir. Almanya’nın mültecilere yönelik politikaları için geliştirilen haber dili, Türkiye’deki, mevcut iktidar karşıtlığı üzerinden belirlenmiştir. Örneğin, haberlerde iktidarın dış politikadaki yanlışları öne çıkarılmış Alman siyasetinde Erdoğan’a yönelik olan eleştirilere yer verilmiştir. “Alman basınından Merkel’e ‘saray’ eleştirisi” başlıklı haberin içeriğinde (Birgün, 2016) Merkel’in mülteci krizi için Türkiye ziyaretinin olumlu karşılandığı fakat Erdoğan’ın mülteciler konusunu siyasi pazarlık malzemesi haline getirmesi eleştirilmektedir. Birgün gazetesi Sabah ve Hürriyet’ten farklı olarak Alman hükümetinin mültecilerle ilgili olumlu adımlarına ve AB’nin çözüm arayışlarına da yer vermiştir. Almanya’da mültecilere yönelik yapılan ırkçı saldırıları da haberleştirmiştir. Almanya’nın mültecilere kapıyı açması gibi gelişmeler ‘fedakârlık’, ‘iyilik’ olarak görülmemiş bunun bir kriz haline gelmesi ‘öngörüsüzlük’ ve ‘yanlışlıklar silsilesi’ olarak değerlendirilmiştir. Bunların yanı sıra mültecilerin Türkiye’de yaşadığı sorunlar hem mikro hem makro ekonomik ve siyasi sebepler çerçevesinde incelenmiştir.

Medyanın toplumdaki denetleme gücünü kullanarak birleştirici politikalar üretilmesine katkısı önemlidir (Uçak, 2017, s. 254). Yabancı basında göçmen krizi için ekonomik, siyasi ve sosyal çözüm arayışları, AB ve üye devletlerin sorumluluklarına ilişkin haber temaları öne çıkmaktadır. Yerel ve özelde yaşanan sorunlar geri planda olup liderlerin açıklamaları ve politika değişiklikleri üzerinden haberler yapıldığı görülmektedir.  Türk medyasının Türkiye’de yaşananlardan çok daha fazla ilgiyi mültecilerin Avrupa’da yaşadıkları sorunlara ayırması dikkat çekicidir (Erdoğan, Kavukçuer, & Çetinkaya, 2017, s. 19). Mülteciler konusu neden-sonuç ilişkisi kurularak haberleştirilmekten öte dış politika ve ülke çıkarları bağlamında sunulmaktadır. Ekonomik, siyasi ve sosyal sorunlar hakkında gerekli bilgiler okuyucuya verilmemektedir.

 

7.SONUÇ

1. Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa ve özellikle Almanya ciddi bir göçmen akışıyla karşılaşmaktadır. Göçmen politikaları konusunda AB düzeyinde görüşmeler yapılmakta olsa da sosyal ve ekonomik yapıları farklılık gösterdiği için sosyal politikalar ve göçmenlere dair düzenlemeler üye devletlerin egemenlikleri lehine oldukça esnek bırakılmıştır. Bu bağlamda Almanya, göçmenlere yaklaşımı ve göçmen politikaları en ılımlı olan ülkeler arasında gösterilebilir. Ancak Avrupa genelinde, göçmen akışının ve mevcut mültecilerin yabancı düşmanlığını tetiklediği ve popülist hareketlerin ve partilerin ortaya çıkmasına neden olduğu görülmektedir. Örneğin bir Batı Avrupa ülkesi olan ve göçmenlere karşı oldukça ılımlı politikalar üreten Almanya’da 2017 federal meclis seçimleri sonucu parlamentoya girmeye hak kazanan Almanya için Alternatif (AfD) partisi buna örnek olarak gösterilebilir. Popülist ve aşırı sağ hareketlerin Batı Avrupa ülkelerini de içine alacak şekilde ortaya çıkmaya başlaması ve etkisini günden güne artırması ise hem kısa vadede hem de uzun vadede AB ve AB’nin üzerine kurulduğu değerler için tehdit oluşturduğu söylenebilir. Örneğin üye devletler, göçmen akışı ve mevcut göçmenler ile ilgili güvenlik kaygıları nedeniyle serbest dolaşımı kısıtlayıcı çeşitli politikalar geliştirme eğilimi göstermektedirler ve bu durum göçmenler bazında entegrasyon sürecine, üye devletler bazında bütünleşme sürecine ve AB’nin özgürlük algısına tehdit oluşturmaktadır.

Dolayısıyla üye devletlerin güvenlik kaygılarını da içeren kapsayıcı ve bağlayıcı bir ortak göç politikasının oluşturulması ihtiyacı günden güne artmaktadır. Ancak şunu belirtmekte yarar var ki entegrasyon kavramı göç politikalarında çok önemli bir yere sahiptir. Çünkü göçmenler, içinde bulundukları topluma entegre olabildikleri ölçüde “ötekiler” olarak adlandırılıp güvenlik kaygıları bağlamında ele alınmayacaklardır.

 

 

İLKNUR YAĞUMLİ

SUDENUR YILDIZ

EMRE COŞKUN

Avrupa Çalışmaları Staj Programı

 

KAYNAKÇA

Alkan, M. N. (2019). Hoş Geldin Kültüründen Popülizme. Savunma Bilimleri Dergisi, 18(36), 1-22. doi:https://doi.org/10.17134/khosbd.640368

Aydın, A. (2017). Avrupa Birliğinin Uluslararası Göç Politikaları Bağlamında Almanya ve Almanya’daki Mülteciler. Belgi Dergisi, 2(14), 538-551. https://dergipark.org.tr/tr/pub/belgi/issue/35700/397940 adresinden alındı

Beşer, M. E. (2018). Merkel Liderliğinde Almanya :Göç Politikasında Kırılmalar. Ankara. Şubat 20, 2021 tarihinde https://www.academia.edu/38741303/Merkel_Liderli%C4%9Finde_Almanya_G%C3%B6%C3%A7_Politikas%C4%B1nda_K%C4%B1r%C4%B1lmalar adresinden alındı

Birgün. (2016, 02 09). Alman Basınından Merkel’e ‘Saray’ Eleştirisi. Birgün: https://www.birgun.net/haber/alman-basinindan-merkel-e-saray-elestirisi-103259 adresinden alındı

Çakır, M. (2011). Bir Fenomen Olarak Sağ Popülizm. Kozmopolit, 13-30. http://www.kozmopolit.com/sagpop1.pdf adresinden alındı

Çalık, M., & Baykal, K. C. (2020). Habertürk, Sabah ve BirGün Gazetelerindeki Suriyeli Mülteci Haberlerinin Eleştirel Söylem Çözümlemesi. Kültür Araştırmaları Dergisi, 241-262.

Demiryürek, İ. (2012). Almanya Entegrasyon Politkası ve Hamburg Örneği. Yayınlanmış Tez, Ankara. https://ytbweb1.blob.core.windows.net/files/resimler/thesis/ismail-demiryuerek-almanya-entegrasyon-politikasi-ve-hamburg-oernegi.pdf adresinden alındı

Dijk, V., & Teun, A. (2003). Critical Discourse Analysis. . D. Schiffrin, D. Tannen, & H. E. Hamilton (Dü) içinde, The Handbook of Discourse Analysis. (s. 352-372). Oxford: Blakwell Publishers.

Duodu, F., & Moussawi, A. (2017). Germany and Right-Wing Populism: The Rise of Alternative für Deutschland (AfD). Stockholm University.

  1. (2015, 09 01). Almanlar’dan mültecilere yardım eli. Deutsche Welle: https://www.dw.com/tr/almanlardan-m%C3%BCltecilere-yard%C4%B1m-eli/g-18688212 adresinden alındı

Erdoğan, M., Kavukçuer, Y., & Çetinkaya, T. (2017). Türkiye’de Yaşanan Suriyeli Mültecilere Yönelik Medya Algısı. Özgürlük Araştırmaları Derneği, 1-26.

Eriş, Ö. Ü. (2018). Avrupa’da Yükselen Popülizm: Almanya ve Türkiye ile İlişkilere Yansımalar. E. C. Sokullu (Dü.) içinde, Popülizmle Dönüşen Avrupa ve Türkiye-AB İlişkilerinin Geleceği (s. 196-200). İstanbul: BİLGESAM.

Euronews. (2015, 09 07). Almanya Mülteciler İçin 6 Milyar Euro Ayırdı. Euronews: https://tr.euronews.com/2015/09/07/almanya-multeciler-icin-6-milyar-euro-ayirdi adresinden alındı

Gençler, A. (2010). Avrupa Birliği’nin Göç Politikası. Journal of Social Policy Conferences, 174-196. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/9227 adresinden alındı

Göç İdaresi Genel Müdürlüğü. (tarih yok). T.C. İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü. Şubat 18, 2021 tarihinde Budapeşte Süreci: https://www.goc.gov.tr/budapeste-sureci16 adresinden alındı

Hakverir, B. (2019). Avrupa Birliği Göç ve Sığınma Politikası Perspektifinde CEAS. International Social Sciences Studies Journal, 5(35), 2597-2606. doi:10.26449/sssj.1501

Heinen, N., & Kreutzmann, A.-K. (2015). A Profile of Europe’s Populist Parties: Structures, Strengths, Potential. EU Monitor, Deutsche Bank Research.

Hürriyet. (2016, 01 29). Almanya’da Mülteci Yurtlarına Saldırılar Beş Katına Çıktı. Hürriyet: https://www.hurriyet.com.tr/dunya/almanyada-multeci-yurtlarina-saldirilar-bes-katina-cikti-40046919 adresinden alındı

İçduygu, A., & Sirkeci, İ. (1999). Cumhuriyet Dönemi Türkiye’sinde Göç Hareketleri. O. Baydar (Dü.) içinde, 75 Yılda Köylerden Şehirlere. İstanbul.

İnat, K. (2016, Ocak 13). ORMER Ortadoğu Enstitüsü. Şubat 21, 2021 tarihinde Almanya’nın Suriyeli Mültecilere Yönelik Politikası: https://ormer.sakarya.edu.tr/20,3,,50,almanya_nin_suriyeli_multecilere_yonelik_politikasi.html adresinden alındı

Kaçar, F. (2017). Almanya Federal Meclis Seçimleri ve Almanya için Alternatif Partisi’nin Yükselişi: Avrupa’da Sağ Popülizmin Bir Değerlendirmesi. Türkiye-Almanya Araştırmaları Dergisi, 6(1-2), 23-41.

Karaca, R. (2019). “Öteki” Kavramı ve Avrupa Birliği Göç Politikası (Yüksek Lisans Tezi). Yayınlanmış Tez, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul . 02 11, 2020 tarihinde https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/tezSorguSonucYeni.jsp adresinden alındı

Karataş, İ. (2019). Avrupa’da Popülist Partilerin Yükselişi: Hollanda’da PVV Örneği. Ahi Evran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 5(1), 28-42.

Kaya, A. (2017). Avrupa’da Popülizm: Çeşitlilik ve Birlik İçinde Kaybolmak. Eleştirel Miras: Avrupa’da Kimliklerin Gerçekleştirilmesi ve Temsil Edilmesi (CoHERE).

Kıyıcı, G. Ö., & Kaygısız, U. (2018). Avrupa Birliği’nin Geri Kabul Anlaşmalarının Avrupa Birliği Göç Politikaları ve İnsan Hakları Çerçevesinde Değerlendirilmesi. Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 10(25), 467-484. doi:10.20875/makusobed.440090

Kolukırık, S. (2009). Mülteci ve Sığınmacı Olgusunun Medyadaki Görünümü: Medya Politiği Üzerine Bir Değerlendirme. Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 1-20.

Köroğlu, E. K. (2020). Farklı Popülizm Yaklaşımları Üzerine Bir Değerlendirme. Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi(39), 73-87.

Orhan, S. (2019). Popülizm, Liberal Demokrasi ve Faşizm Denklemi. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 68(4), 795-840.

Sabah. (2016, 03 01). Merkel: Türkiye’siz Çözüm Olmaz. Sabah: https://www.sabah.com.tr/dunya/2016/03/01/merkel-turkiyesiz-cozum-olmaz adresinden alındı

Sözen, Y. (2017). Demokrasi, Otoriterlik ve Popülizmin Yükselişi. Boğaziçi Üniversitesi-TÜSİAD.

Surel, T. (2011). The European Union and the Challenges of Populism(27). Notre Europe.

Trends in European Populism in 2018. (2018). T. BOROS, G. LAKI, G. GYŐRI, E. STETTER, T. BOROS, & M. FREITAS (Dü) içinde, The State of Populism in Europe (s. 8-13). Foundation for European Progressive Studies; Policy Solutions.

Uçak, O. (2017). Göç Hareketleri ve Medyada Göçmen Haberleri. Yeni Medya Elektronik Dergi, 242-254.

Uzunçayır, C. (2020). Popülizm ve Demokrasi: Düşman Kardeşler Mi? A. Ay (Dü.), Selçuk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi 3. Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Kongresi Kitabı içinde, (s. 139-162). Konya, Türkiye.

Ümit, C. (2013). Avrupa Birliği Hukukunda Üçüncü Ülke Vatandaşları (1. b.). Ankara: Seçkin Yayıncılık.

Yılmaz, A. G. (2019). Popülizm-Demokrasi İlişkisi: Latin Amerika’dan Örnekler. Uluslararası Siyaset Bilimi ve Kentsel Araştırmalar Dergisi, 7(2), 428-444.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Balkan Bülteni / 29 Nisan- 2 Mayıs

0

 

Arnavutluk

“Geçersiz Oyların Sayılması Vatandaşın Güvenini Kazanmak için Çok Önemli” 

  • Arnavutluk Cumhubaşkanı Ilir Meta geçtiğimiz salı günü 25 Nisan seçimlerindeki 83.024 geçersiz oyun son üç seçimdir kaydedilen en yüksek geçersiz oy sayısı olduğunu paylaştı.
  • 2013 seçimlerinde %1.39 geçersiz oy varken 2017 seçimlerinde bu oran %1.98 olarak kayıtlara geçmişti. Merkez Seçim Komisyonu’nun (CEC) yayınladığı önraporda ise son seçimde %5 geçersiz oy oranı söz konusu.
  • Meta, bu nedenle geçersiz oyların tekrardan değerlendirilmesinin ve sayılmasının vatandaşların güvenini kazanmak için oldukça önemli olduğunu belirtti. Ayrıca sürecin şeffaf ve adil yürütülmesi gerektiğinin altını çizdi.

 

Kaynak: Albanian Daily News

Tarih: 01.05.2021

 

Edi Rama: En Zorlu Zaferdi!

  • Başbakan Edi Rama geçtiğimiz günlerde İtalyan medyasına verdiği röportajda üçüncü kez seçimleri kazanmanın oldukça zor ancak bir o kadar da güzel olduğunu ifade etti.
  • Rama, aynı zamanda 25 Nisan’da ilk kez kullanılan elektronik seçim sisteminin birçok geçersiz oy ile sonuçlandığını ve bunun kritik bir durum olduğunu belirtti.

 

Kaynak: Albanian Daily News

Tarih: 02.05.2021

 

Bosna – Hersek

Dervo Sejdiç Drljaca’yı ziyaret etti: Romanların konumu sistematik olarak iyileştirilmelidir

  • Federal Çalışma ve Sosyal Politika Bakanı Vesko Drljaca, Roman Bilgi Merkezi “Kali Sara” ‘nın başkanı Dervo Sejdiç’i ile görüştü.
  • Toplantıda Romanların, Bosna Hersek (BH) Federasyonu’ndaki konumu tartışıldı ve Romanların istihdam programlarıyla topluma entegrasyon sürecini iyileştirecek olasılıklar ve yöntemler tartışıldı.
  • BH’deki Roman nüfusunun işsizlik, konut güvensizliği ve çocukların eğitim sürecine yetersiz katılım sorunuyla karşı karşıya kalmaya devam ettiği konusunda da bilgi verdi.
  • BHF’deki Roman toplumunun tüm pozisyonlarını iyileştirmek için gelecekte işbirliğini yoğunlaştıracakları konusunda anlaştılar.

 

Kaynak: Dnevni Avaz

Tarih: 29.04.2021

 

BHF Hükümet binası önündeki odaların barışçıl protestoları sona erdi: Madenciler barış içinde inşa edip öldüler ve savaşta savundular ve öldüler!

  • Kakajn madencileri bugün Saraybosna’daki tren istasyonunun önünde toplandı. Aynı zamanda, protestonun olacağı BHF Hükümeti binası önünde güçlü polisler yerini aldı.
  • 1 Mayıs şafağından sonra, 50’den fazla Kakanj madencisi barışçıl bir protesto düzenledi.
  • Protestocular ayrılmadan önce – Sendikamızda bulunmayan olası bir fazlalığın, sosyal olarak kabul edilebilir bir şekilde veya 2003 ile 2004’teki Bosna Hersek sanayisinin olduğu haline döndürülmesini ve iyileştirilmesini istiyoruz – dediler..

 

Kaynak: klix.ba

Tarih: 01.05.2021

 

Marko Saroviç: “SNSD’nin Miladı Doldu”

  • Sırp Cumhuriyeti muhalefet partilerinden olan SDS’nin başkanı Marko Saroviç, SNSD’nin miladının dolduğunu ve SC için artık faydalı bir işe imza atamadıklarını belirtti.
  • Saroviç, “SNSD’nin iktidarının 15 yılı boyunca yolsuzluklar artmış, halk yoksulluğa itilmiştir. Bu iktidarın vatandaşlarımıza sunabileceği hiçbir şey kalmamıştır.”
  • Sırp Cumhuriyeti’nin yatırım için arzu edilen bir bölge olduğunu söyleyen Saroviç, partisi SDS’nin yakında kapsamlı bir ekonomik reform programı açıklayacağını duyurdu.
  • Saroviç sözlerini, “SNSD’nin gelecek için fikir ve vizyon konusunda bariz eksiklikleri var. Parti, yeni bir şey sunamaz hale gelmiştir.” diyerek noktaladı.

 

Kaynak: Srpska Info

Tarih: 01.05.2021

 

Bulgaristan

 Bulgar Sosyalist Partisine Hükümet Kurmak İçin Görev Verilecek

  • Ofisinden 29 Nisan Perşembe günü yapılan duyuruya göre, Bulgaristan Cumhurbaşkanı Rumen Radev hükümeti kurma görevini 1 Mayıs Cumartesi günü Bulgar sosyalistlerine verecek.
  • 4 Nisan genel seçimlerinden sonra kabine kurma yönündeki önceki iki girişim başarısızlıkla sonuçlandı.
  • Bulgar anayasasına göre, iki başarısız girişimden sonra, cumhurbaşkanı kalan siyasi güçlerden herhangi birinin görevini verebilir. Ancak cumhurbaşkanı bunu üçüncü güç olan Bulgar Sosyalist Partisi’ne (BSP) vermeye karar verdi.

 

Kaynak: Sofia News Agency

Tarih: 01.05.2021

 

Bulgaristan, Rusya’nın “Düşmanca Devletler” Listesine Eklendi

  • Bulgaristan, Rusya’nın düşman ülkelerden oluşan “kara listesine” eklendi. Rusya’nın ana federal TV kanalı “Rossiya 1” e göre, dün sabah itibariyle ülke potansiyel düşman listesine yerleştirildi.
  • Moskova medyası, Bulgaristan’ın daha önce listelenen görünüşte düşman ülkelere eklendiğini açıkladı: ABD, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Litvanya, Letonya, Estonya, İngiltere, Gürcistan, Ukrayna ve Avustralya.

 

Kaynak: Sofia News Agency

Tarih: 30.04.2021

 

Hırvatistan

 Hırvatistan ve İtalya Arasındaki İş Birliği Güçlendirildi

  • Dışişleri Bakanı Gordan Grlic Radman, Petrinja’da cuma günü verdiği demeçte Hırvatistan ve İtalya arasında iki taraflı ve üç taraflı olarak işbirliğinin kuvvetlendirildiğinden bahsetti ve Hırvatistan’da geçen yıl yaşanan depremin ardından İtalya’nın yaptığı yardımlar için de teşekkür etti.
  • Albay Predrag Matanović kışlasında yapılan toplantıda AB’nin Batı Balkanlar genişlemesinden ve Güneydoğu Avrupa’dan konuştular. AB’nin Batı Balkanlar genişlemesini Avrupa’nın istikrarı için önemli bir rolü olacağını ve istikrarın kuvvetlenmesine garanti olarak gördüklerini söylediler.
  • Bakan Grlic Batı Balkanlar ile ilgili konuların da 10 Mayıs’ta Brüksel’de Dışişleri Konseyi’nde konuşulacağını belirtti.
  • Hırvatistan ve İtalya iş birliğine geçtiğimiz ay Slovenya’da yapılan görüşmeyi hatırlatarak Slovenya’nın da ikiliye eklendiğini belirtti. Bir sonraki toplantı adresinin Hırvatistan olması gerektiğini söyle Grlic, önümüzdeki yaz için de Hırvatistan’ın İtalyan turist beklediğini ifade etti.

 

Kaynak: Total Crotia News

Tarih: 30.04.2021

 

Flaş Operasyonu’nun 26. Yıl Anması

  • Hırvatistan, 1 Mayıs 1995 tarihinde Vatan Savaşı sürecinde Sırplar tarafından işgal altında olan Batı Slavonya bölgesini kurtarmak üzere yaptığı asker ve polis ortak harekâtı olan Flaş Operasyonu’nu andı.
  • 26 yıl önce yapılan harekatta 32 saatten az bir sürede Hırvatistan’ın 4 yıldır işgal altında olan topraklarının 600 km² civarı geri kazanılmıştır.
  • Anma töreni sabah saatlerinde Okučani bölgesindeki anıtta operasyonda ölenlerin isimlerinin okunmasıyla başladı. Cumhurbaşkanı Zoran Milanović, Meclis Başkanı Gordan Jandroković, Başbakan Andrej Plenković ve heyetlerinin yanı sıra gazi dernekleri heyetleri ve öldürülenlerin aileleri tarafından çelenkler bırakıldı.

 

Kaynak: Total Crotia News

Tarih: 01.05.2021

 

Karadağ

Karadağ Başbakan Yardımcısı Uyuşturucu Çetesinin Tehditlerine Karşı Çıkmaya Yemin Etti

  • Karadağ Başbakan Yardımcısı Dritan Abazoviç, İçişleri Bakanlığı’nın bir uyuşturucu çetesi tarafından saldırı tehdidi altında olduğu uyarısında bulunmasının ardından, ülkedeki organize suçun siyasi ve kurumsal desteğe sahip olduğunu iddia etti.
  • Karadağ İçişleri Bakanlığı Pazartesi günü, Abazoviç’in güvenliğinin Kavac uyuşturucu çetesinin lideri olduğu iddia edilen Slobodan Kascelan’ın yeniden tutuklanması sonrasında risk altında olduğu konusunda uyardı.
  • Açıklamaları ile dikkat çeken Abazoviç, “Tehditlere rağmen hala çok rahatım. Herhangi bir bedel ödemeye hazırım ama hepimiz bir taahhütte bulunmalıyız ”diye ekledi.

 

Kaynak: Balkan Insight
Tarih:27.04.2021

 

Karadağ-Hırvatistan Sınır Anlaşmazlığının Çözümünde Yeni Adımlar

  • Karadağ Başbakanı Zdravko Krivokapiç, Karadağ hükümetinin Hırvatistan ile Dubrovnik yakınlarındaki Prevlaka yarımadası konusunda uzun süredir devam eden anlaşmazlığı çözmekle görevli yeni bir komisyon kuracağından bahsetti.
  • Dubrovnik yakınlarındaki Prevlaka yarımadası konusunda uzun süredir devam eden denizcilik anlaşmazlığını müzakere etmek üzere bir komisyon kurulacak.
  • Krivokapiç: “Bu hükümetin amacı, Hırvat tarafıyla mutabık kalınarak çok karmaşık bir sorunu çözmeye çalışacak bir komisyon oluşturmaktır. Parlamentoya hitaben yaptığı konuşmada Krivokapiç, AB üyeliği nedeniyle bunu çözmemiz gerekiyor, çünkü üyelik sürecinde çözülmemiş ikili meselelere hoşgörü göstermeyecekler. “

 

Kaynak: Balkan Insight
Tarih: 28.04.2021

 

Karadağ’da Yeni Bir Hükümet Değişikliği Algısı

  • Geçtiğimiz süreçte Karadağ Adalet, İnsan ve Azınlık Hakları Bakanı Vladimir Leposaviç görevden alındı.
  • Bir bakanın görevden alınmış olması yeni bir Hükümet değişikliği olacağı algısına yol açtı.
  • Başbakan Zdravko Krivokapic: “Bir bakanın ayrılması hükümet değişikliği değildir.’’ Ayrıca Leposavic’in Din Özgürlüğü Yasasına önemli katkılarda bulunduğunu söyledi.

 

Kaynak: MinaNews
Tarih: 28.04.2021

 

Kuzey Makedonya

Pendarovski: Bulgaristan ile Uzlaşmalıyız

  • Kuzey Makedonya Cumhurbaşkanı Stevo Pendarovski, Kuzey Makedonya’nın Bulgaristan ile uzlaşmaya varması gerekeceğini ve bunun ne kadar zor olacağının öngörülmesi gerektiğini söyledi. Bulgaristan, ulusal kimlik ve tarih konularında ciddi tavizler talep etmekle birlikte Kuzey Makedonya’nın AB üyelik müzakerelerini açmasını da
  • Pendarovski, “Herkes bize katılım müzakerelerini başlatmanın ve AB’ye girmenin tam bir fikir birliği – konsensüs – gerektirdiğini söyledi. Gerçek bu ve bunu da halkımıza söylemeliyiz”

 

 

Kaynak: Republika.mk

Tarih: 29.04.2021

 

Sırbistan 

AB, Sırbistan’ın Sınırlarını Kontrol Etmesine Yardım Edecek

  • Sırbistan ve Avrupa Birliği arasındaki ortak sınır yönetimi anlaşması 1 Mayıs’ta yürürlüğe girecek.
  • Anlaşma, AB sınır güvenlik teşkilatı Frontex’e, özellikle ülke sınırlarında “sürpriz sıkıntılar” olması durumunda, Sırp sınır muhafızlarıyla ortak operasyonlar yürütme hakkı veriyor.
  • Frontex, gerekirse sınır muhafızları ve diğer sınır kontrol uzmanlarını Sırbistan ile komşu AB üye ülkeleri arasında dağıtabilecek. Daire, yasadışı sınır geçiş girişimleri durumunda
  • Sırp sınır muhafızlarına teknik destek ve yardım sağlayacak.

 

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 30.04.2021

 

Sırbistan İçişleri Bakanlığı Karadağ’ı Saldırıları Durdurmaya Çağırdı

  • 30 Nisan’da Sırbistan İçişleri Bakanlığı, Karadağ’ın Sırbistan’ı emlak departmanı eski müdürü Dragan Kovaceviç’i arama konusunda ne resmi ne de gayri resmi bilgi vermediğini duyurdu. Bakanlık, Karadağ Cumhurbaşkanı Yardımcısı Dritan Abazoviç’in bu eski müdürün Sırbistan’da saklandığına dair açıklamalarının deneyimsizlik ve yanlış bilgilendirme sonucu olduğunu da sözlerine ekledi.
  • Bakanlık, “Bay Abazoviç son zamanlarda Karadağ’daki güvenlik sorunlarıyla uğraşmaya başladı ve şimdi hiçbir kanıt olmadan ve sebepsiz yere Sırp devletine saldırıyor ve güvenliğini baltalıyor” diye açıklama yaptı.
  • Açıklamanın sonunda İçişleri Bakanlığı, “hem Sayın Abazoviç’i hem de diğer tüm politikacıları Sırbistan İçişleri Bakanlığı’na saldırmaktan kaçınmaya ve İçişleri Bakanlığı’nın tüm çalışanlarının çalışmalarına ve organize suçla mücadele de gayretlerine saygı göstermeye çağırdı.”

 

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 01.05.2021

 

Yunanistan

Yunanistan, Kuzey Makedonya ile Enerji Anlaşması İmzalayacak

  • Yunanistan’ın son enerji anlaşmasını bu kez komşu Kuzey Makedonya ile Mayıs ayı başlarında tamamlaması bekleniyor.
  • Yerel basında çıkan haberlerde, Kuzey Makedonya Başbakanı Zoran Zaev’in iki ülkenin gaz şebekelerini birbirine bağlayacak bir boru hattı ara bağlantı projesinin oluşturulmasını teşvik edecek ilgili anlaşmayı imzalamak üzere Mayıs ayının ilk yarısında Atina’yı ziyaret edeceği bildirildi.
  • Bu yeni boru hattı, 50 km’si Yunan topraklarında olmak üzere toplam 160 km’lik bir mesafeyi kapsayacak. Selanik’in Nea Mesimvria bölgesinden başlayacak ve Kuzey Makedonya’ya 110 km uzaklıktaki Shtip’te sona erecek.

 

Kaynak: Greek Reporter

Tarih: 29.04.2021

 

Yunanistan, COVID-19 için Yeşil Dijital Sertifikaları Deneyen İlk Ülkelerden Biridir

  • Avrupa Birliği’nden üst düzey bir yetkili cuma günü yaptığı açıklamada, Yunanistan’ın Yeşil Dijital Sertifika denemelerine katılacak ilk ülkeler arasında olduğunu söyledi. Yetkili, AB ülkelerinin COVID-19 aşısı olanlara sertifika vermeye teknik olarak ne kadar hazır olduklarına göre üç gruba ayrıldığını söyledi
  • Yunanistan dışında birinci gruba dahil olan ülkeler arasında İspanya, İtalya, Malta, Bulgaristan, Estonya ve Lüksemburg bulunmaktadır. Yetkili, yeşil dijital sertifikanın teknik olarak 1 Haziran’da hazır olacağını ve 30 Haziran’da tamamen çalışacağını söyledi.

 

Kaynak: Greek City Times

Tarih: 30.04.2021

 

Yunanistan, Atina ve Amerika Birleşik Devletleri Arasındaki 5 Kesintisiz Rotayı Onayladı

  • Yunanistan Turizm Bakanlığı Cuma günü yaptığı açıklamada, bu yıl Atina’nın New York, Chicago, Philadelphia, Newark ve Washington DC’den direkt uçuşları kabul edeceğini doğruladı.
  • ABD merkezli havayolu şirketleri American Airlines ve United Airlines temsilcileriyle yapılan görüşmelerin ardından, Yunanistan Turizm Bakanı Harry Theoharis Cuma günü yaptığı açıklamada, bu yaz Amerika Birleşik Devletleri’nden Yunanistan’a seyahat talebinin yüksek olduğunu ve yakın gelecekte rezervasyonların artmasının beklendiğini duyurdu.

 

Kaynak: Greek Travel Pages

Tarih: 30.04.2021

 

Dış Aktörler

Avrupa Komisyonu Üyesi Varhelyi Batı Balkanlar’ı ziyaret edecek

  • Avrupa Komisyonu 30 Nisan cuma günü yaptığı basın açıklamasında, Avrupa Komisyonu Üyesi Oliver Varhelyi’nin önümüzdeki hafta Batı Balkanlar’ı ziyaret edeceğini belirterek, Avrupa Birliği tarafından finanse edilen ilk aşı sevkiyatı yapıldığında bölgede olacağını da sözlerine ekledi.
  • Komiser Várhelyi bölgeye ziyaretine 3 Mayıs pazartesi günü Sırbistan’da başlayacak, sonrasında 4 Mayıs’ta Bosna-Hersek, Karadağ ve Kuzey Makedonya’yı, ertesi gün ise Kosova ziyaret edecek. Varhelyi, yetkililerle pandemi bağlamında AB’nin desteğini görüşmesi bekleniyor.
  • Yapılan açıklamada Varhelyi, “Net bir mesaj iletmek için Batı Balkanlar’a gidiyorum: Önemsiyoruz! Ortaklarımıza değer veriyoruz, sağlık çalışanlarını ve en savunmasız olanları önemsiyoruz. Aşıların teslimi, pandeminin ortaya çıkmasından bu yana yaptığımız gibi, destek sağlama konusundaki sürekli taahhüdümüzü teyit etmektedir. Birlikte daha güçlüyüz” ifadelerini kullandı.

 

Kaynak: N1

Tarih: 30.04.2021

 

Radko Mladic Davasında Nihai Karar 8 Haziran’da Açıklanacak

  • Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (ICTY) 2017’de hakkında ömür boyu hapis cezası verdiği Radko Mladic’in davasında nihai kararın 8 Haziran’a verileceği bildirildi.
  • Kararın, Uluslararası Ceza Mahkemeleri Rezidüel Mekanizması (IRMCT) hakimleri Prisca Matimba Nyambe, Aminatta Lois Runeni N’gum, Seymour Panton, Elizabeth İbanda-Nahamya ve Mustapha El Baaj tarafından açıklanacağı ifade edildi.
  • 1992-1995’te Bosna’daki savaşta Sırpların liderliğini yapan ve Srebrenitsa soykırımı, Saraybosna kuşatması ve çeşitli savaş suçlarından sorumlu tutulan Mladic, ICTY’de 6 yıl süren dava neticesinde soykırım, insanlığa karşı suç ve savaş kurallarını ihlal etmek suçlarından ömür boyu hapse mahkum edilmişti. Hakkındaki karara Temmuz 2017’de itiraz eden Mladic, adil yargılanmadığını ve hakimlerin hakkında hüküm verirken maddi ve hukuki hata yaptığını öne sürerek beraat ya da yeniden yargılanma talep etmişti.

 

Kaynak: Anadolu Ajansı

Tarih: 30.04.2021

 

Bilcik: AB, Karadağ’ın Çin’e olan borcunu ödemesine yardım etmenin yolunu arıyor

  • AB-Karadağ İstikrar ve Ortaklık Parlamento Komisyonu Delegasyonu Başkanı Vladimir Bilcik 30 Nisan cuma günü yaptığı açıklamada, Avrupa Birliği’nin Karadağ’ın Çin kontrolündeki bir bankaya verdiği krediyi geri ödemesine yardım etmenin yollarını aradığını söyledi.
  • Ayrıca Bilcik, AB’nin bir banka olmadığını ve bir dış borcu geri ödeyemeyeceğini, ancak ülkenin finansal istikrarını güçlendirmek için krediyi geri ödemeye yardımcı olacak yollar aradığını ifade etti.
  • Çin’in Karadağ’daki siyasi çıkarları yükseltmeye çalışması tehlikesi konusunda uyarıda bulunarak, bunu önlemek için yollar bulunması gerektiğini de belirtti.

 

Kaynak: N1

Tarih: 30.04.2021

 

Rusya’nın Çekya ve Bulgaristan ile Arasındaki Kriz Büyüyor

  • Geçtiğimiz günlerde Çekya yönetimi, 2014’te meydana gelen bir patlama ile bağlantılı oldukları gerekçesiyle 18 Rus diplomatı sınır dışı etme kararı almıştı. Rusya da, misilleme olarak Çekya’nın yirmi diplomatını sınır dışı edeceğini açıklamıştı.
  • Çekya ile Rusya arasında yaşanan ajan krizine bir ülke daha dâhil oldu. Bulgaristan, 2011-2020 yılları arasında ülkedeki fabrika ve askeri depolardaki patlamalarla ilgili 6 Rus vatandaşının “şüpheli konumda” olduğunu duyurdu.
  • Patlamanın olduğu bazı cephaneliklerde, Ukrayna ve Gürcistan’a ihraç edilmesi planlanan silahların bulunduğu vurgulandı.
  • Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov’dan, konuyla ilgili yeni bir açıklama geldi. Çekya ve Bulgaristan’ın dayanaksız ve provokatif suçlamalarını yanıtsız bırakmayacaklarını söyledi.

 

Tarih: 01.05.2021

Kaynak: TRT Haber

 

Yunanistan’ın Türk Karasularına Yolladığı 63 Kaçak Göçmen Kurtarıldı

  • Balıkesir’in Ayvalık ilçesinde, Yunan Sahil Güvenlik unsurlarınca Türk karasularına gönderilen 2 lastik bottaki 63 kaçak göçmen, Türk Sahil Güvenlik ekipleri tarafından kurtarıldı.
  • Sahil Güvenlik Komutanlığı ekipleri, Ayvalık açıklarında kaçak göçmenler bulunduğu bilgisi üzerine bölgeye giden ekipler, Yunanistan Sahil Güvenlik unsurlarınca Türk karasularına geri itilen 2 lastik bot içindeki 63 kaçak göçmeni kurtardı.
  • Karaya çıkarılan kaçak göçmenler hakkında, yabancılar ve uluslararası koruma kanunu hükümlerine göre işlem yapıldı.
  • Önceki gün de, İzmir’in Dikili ilçesinde ve Muğla’nın Dalaman ilçesinde Yunanistan unsurlarınca Türk kara sularına itilen 33 kaçak göçmen, Sahil Güvenlik ekipleri tarafından kurtarılmıştı.

 

Tarih: 01.05.2021

Kaynak: Time Balkan

 

Sırbistan ile Türkiye Aşı Sertifikalarının Karşılıklı Tanınmasına İlişkin Mutabakat Zaptı İmzalamayı Planlıyor

  • Türkiye’nin Belgrad Büyükelçisi Hami Aksoy, Sırbistan ile aşı sertifikalarının karşılıklı tanınmasına ilişkin imzalanması planlanan mutabakat zaptının, iki ülke arasındaki gidiş gelişleri kolaylaştıracağını ifade etti.
  • Aksoy, salgından önce 2019 yılında 300 binden fazla Sırp turistin Türkiye’yi ziyaret ettiğini belirterek “Bu bir rekordu, amacımız bu rakamı daha da artırmak. Haziran ayından itibaren Sırbistan ile karşılıklı aşıların tanınmasına ilişkin mutabakat zaptı imzalamayı planlıyoruz. Bu mutabakat zaptını imzaladıktan sonra turistler daha rahat gidip gelecekler.” değerlendirmesinde bulundu.

 

Tarih: 01.05.2021

Kaynak: Time Balkan

 

 

HAZIRLAYANLAR:

Aybüke Koçak, Didem Şimşek, Dilara Nesrin Bulut, Dilek Keçeci, Ece Sumru Güvemli, Elifnur Ayhan, Hatice Deniz Hızal, Hilal Yel, İleyna Savuk, Melisa Agoviç, Şamil Orhan

TUİÇ Balkan Stajyerleri

 

 

 

 

 

Hızlı Moda Akımının Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları Doğrultusunda İncelenmesi

ÖZET:

Sürdürülebilirliğin sadece ekonomik açıdan ele alınmasının öneminin azalmasıyla toplumsal, çevresel ve ekolojik açıdan da kapsamlı şekilde uygulanması, sürdürülebilirliği her alana uygulanabilir kılmıştır. Tekstil ve moda sektörü bu alanın başında gelmektedir bunun sebebi ise moda sektörünün günümüzde hızlı moda haline dönüşmesiyle birlikte etkilerini ekonomik olmaktan çıkararak, toplumsal ve çevresel boyuta taşımasıdır. Bu nedenle, tekstil ve moda sektörünün pejoratif etkilerini fark edebilmek ve önlem alabilmek önemli bir konuyu teşkil etmektedir. Bu çalışmada, hızlı moda akımının gelişmesiyle meydana gelen bu pejoratif değişimlerin karşısında yer alan önleyici sürdürülebilir amaçların incelenmesi hedeflenmektedir.

Anahtar Kavramlar: Hızlı Moda, Sürdürülebilirlik, Sürdürülebilir Moda, Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları, Sivil Toplum. 

ABSTRACT:

With the decreasing importance of addressing sustainability only from an economic perspective, its comprehensive application in social, environmental and ecological terms has made sustainability applicable to all areas. The textile and fashion sector is at the top of this field. The reason is that with the fashion industry transforming into a fast fashion today, it has removed its effects from being economical and carried it to the social and environmental dimension. For this reason, it is an important issue to be able to notice the pejorative effects of the textile and fashion industry and to take precautions.

In this study, it is aimed to examine the preventive and sustainable goals that take place in the face of these pejorative changes that occur with the development of the fast fashion trend.

Key Concepts: Fast Fashion, Sustainability, Sustainable Fashion, Sustainable Development Goals, Civil Society.

1. Giriş

Modanın ortaya çıkışı çok eskilere dayanıyor olsa da asıl yaygınlık kazanması Sanayi Devrimi ile üretim faaliyetlerinin artış göstermesi durumunda gerçekleşmektedir. Kırılma noktası ise dünya savaşları ardından yaşanmıştır. Tüketime verilen değerde farklılaşma yaşanması bireyleri ihtiyaç dışı tüketime yönlendirmiş ve moda kavramı hızlı moda (fast fashion) akımı haline gelmiştir.

Değişikliğe uğrayan moda kavramı, her ne kadar üretim gücünü elinde bulunduran ve tüketen kesim için olumlu etkiler yaratıyor olsa da bilinçsiz tüketim sonucu üretim yapan işçi kesimin ihlallerinin yanında psikolojik, ekolojik, sosyolojik anlamda meydana getirdiği etkiler pejoratif yönde gelişmektedir. Dünyada en çok üretim ve tüketim faaliyetlerinin yürütüldüğü sektörden birisi olan tekstil ve moda sektörü, aynı zamanda dünyayı en çok kirleten sektörlerin arasında da ikinci sırada yer almaktadır.

Emek gücünü satanlar ve üretim gücünü elinde bulunduranlar için şartların aynı olamaması, yaşam şartlarından eşit yararlanamayan bir toplum meydana getirmiştir. Bu iki kesim arasında ciddi farklar önlem alınmayarak önüne geçilemez bir hal alırken 2015 yılından 2030 yılına kadar belirlenen 17 küresel amaç etrafında gündemin değişmesi amacıyla destekler ve çalışmalar yürütülmesi kararı alınmıştır. Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın önemi hızlı moda akımıyla birlikte artmakta olan çevresel, bireysel ve toplumsal zararlar ardından daha da elzem bir hale gelmektedir. Bu çalışmada da günümüzde sonuçlarının bir sorun teşkil ettiği tüketim hareketlerinin hızlı moda akımı ile artmasından hareketle Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın bu durum ile ilişkisi ortaya koyulmaya çalışılacaktır. Bunu yaparken ilk olarak moda kavramı ve hızlı moda (fast fashion) kavramının ne olduğuna bakılıp ardından sürdürülebilirliğin ve moda sektörü ile ne ilgisi olduğuna yer verilecektir. Son olarak ise sürdürülebilir kalkınma amaçlarının 17 ilkesi etrafında hızlı modanın etkileri incelenip sivil toplum boyutu ele alınacaktır.

1.1. Moda

İnsanların bir değişiklik arayışı ve yeni biçimler yaratma isteği üzerine oluşarak belirli zamanlarda, farklı alanlarda oluşmakta ve toplum tarafından benimsenen şey moda olarak tanımlanabilmektedir.

1.2. Değişen Moda Sektörü ve Hızlı Moda

Moda, üretilmiş olan her nesnenin yerine bir yenisinin gelmesiyle, diğerinden ayırt edilebilir özelliklerini ortaya koyarak farklı olmayı amaçlamaktadır Odabaşı’na (1999, s. 49) göre ise moda, bireylerin toplumsal kabulünü sağlayan, ona bir kimlik kazandıran her şey olabilmektedir. Odabaşı’nın bu görüşüne bakıldığında, George Simmel’in moda hakkındaki görüşü ile benzerlik gösterdiği görülmektedir. Simmel de (2017) kapitalizmin tüketim faaliyetleri üzerine etkisini ortaya koyarken bununla birlikte bu tüketimin moda ekseninde bireylere etkisini de incelemiştir ve modayı bireylerin yeni kimlikler yaratma, kendi kimliklerini ortaya koyma gibi amaçlarla bir araç olarak kullandığını ortaya koymuştur. Önceleri kapitalist sistemin bir dayatması olan tüketim davranışları, artık bireylerin de kendi istekleriyle gerçekleşen bir eylem haline gelmiştir.

İlk olarak, kitle iletişim araçlarının ortaya çıkışıyla moda sektörü adını duyurmaya başlasa da sonrasında reklamların gelişmesinin etkisiyle moda kavramı dünyaya hızla yaygınlık kazanmıştır (Bocock, 1997, s. 23). Hızlı moda kavramı ise, “1980 yılında ABD’de ortaya çıkmıştır ve 1990’lar ile 21. yüzyılın başında tüm dünyaya yayılmıştır ve bu tip bir iş modeli, düşük fiyatta kısa sürede kitle üretimi ile ticaret yapma için oluşturulmuştur” (Mangır, 2016, s. 149). Geçmiş dönemlerde sadece aristokrat ailelere hitap eden moda kavramı hızlı moda kavramının gelişim göstermesiyle artık her sınıfa hitap eder duruma gelmiştir. Endüstriyel Devrim ardından makineleşme ve teknolojik gelişmeler ile egemen olan seri üretimi destekleyen Fordist üretim tarzından, seri tüketimin gerçekleştiği post-Fordist üretim tarzına geçilmiştir. Tüketimin önemli görüldüğü bu dönemde çevreye ve topluma verilen zararların önü görülememiştir. Farkındalığın oluşması 1970’ler ile sendikal hareketlerin artması sonucu gerçekleşmiştir.

1.3 Hızlı Modanın Toplumsal Boyutu

Moda, bireylerin kendilerini ifade biçimi veya kişiliğini yansıtıcı bir araç olmaktayken hızlı moda akımı etkisiyle dönüşüme uğrayarak artık bireylerin bir kimlik bunalımına girmesine sebebiyet vermeye başlamıştır. Bireyler kimliklerini, tarzlarını ifade eden giysiler içinde yer aldıkları gösteri toplumunda çeşitli rollere bürünerek bir aidiyetlik edinmeye çalışırlar. Baudrillard’ın da ifade ettiği gibi (2018) bireyler kendi kimliklerini üretirken tükettikleri nesneleri kullanmaktadır. Sahip olduğu marka kıyafetler, kullandığı parfüm, ayakkabı bireylerin kim oldukları hakkında, aidiyetlikleri hakkında karşı tarafa mesaj veren birer sembol ve göstergeye dönüşmüştür. Postmodern toplumda tüketimin farklılaşmalar yaşaması, bireyler üzerinde psikolojik etkiler yaratırken toplum üzerinde de olumsuz sonuçlar doğurmaktadır.

İçinde yaşadığımız bu toplumda bireyler sahip olduklarıyla mutlu olmaktan çok artık satın aldıkları ürünler üzerinden mutluluk elde etmeye çalışmaktadırlar. Erich Fromm (2003), bireylerin sahip olduklarıyla yarattığı bu mutluluğun sahte olduğunu ve gelip geçici hazlar yarattığını nitelemektedir. Oluşan geçici haz ise kısa süre sonra etkisini yitirdiğinde bireyler tekrar tüketme gereksinimi hissederek bu hazzı elde etmeye çalışmaktadırlar. Hızlı moda akımının yaygınlık göstermesi toplumda statü fark etmeksizin bireylerin tüketim nesnelerine ulaşmasını kolaylaştırmıştır. Ürün çeşitliliğinin giderek artması ve bunun yanında fiyatlarının düşmesi, bireyleri bir etkinliğe katılarak harcaması gereken tutardansa alışveriş yaparak birden çok ürün satın alması ve benzer hazzı yaratmaya çalışması durumunu doğurmuştur. Çeşitli faaliyetlere katılamayan, satın alma gücü düşük olan bireyler, hızlı moda akımı ile uygun fiyata kıyafetler bulup kendi mutluluğunu bu şekilde yaratır hale gelmiştir. Satın alınan ürünlerin değeri de bu şekilde düşmüş ve tamir edilme, onarma yoluna gidilmeden, alınan ürünler kolayca atılabilme durumuna gelmiştir. Aynı zamanda Adorno’nun (2007) bahsetmekte olduğu kültür endüstrisi kavramı içerisinde yer alan reklamlar ve moda, tüketim yapma faaliyetlerini arttırarak ürünlerin tüketilmesi gerekliliği oluşturur. Bu durumda sonunda Boudrillard’ın tabiriyle bir “çöp sepeti uygarlığı” yaratmaktadır (2018).

Bireyler satın alma faaliyetlerinde bulunurken eğer alt sınıf bir tabakada yer alıyor ise üst tabakadaki kişilerin tüketim faaliyetlerini takip etmektelerdir. Yani alt zümreden bir işçinin aldığı kıyafet varsıl ailelerin aldıkları kıyafetlere benzemektedirler. Bu ise yeni çıkan bir markanın yakın zamanda daima imitasyonunun çıkmasında görülebilmektedir. Alt zümre bu imitasyon markalara sahip olurken üst zümrenin modası ise kısa süre içerisinde değişmektedir ve bu döngü böylece devam etmektedir (Bocock, 1997, s. 27).

Bir gösteri toplumu içerisinde yer alan birey daima yeni olana sahip olmak ve bunu sunabilmek arzusu içerisinde olmaktadır (Debord, 2020). Günümüzde bireyler en kolay şekilde bu gösteriyi sosyal medya hesapları üzerinden gerçekleştirmektedirler. Buradaki gösterileri etkilerini kaybettikçe bir yenisini yapma peşine düşmektedirler. Örnek verilecek olursa artık bireyler her ne kadar aldıkları ürünlerin markaları ile var olabilmeye çalışsalar da bu markaları sosyal medyada veya gündelik hayatlarında gösteri olarak sunmaları da bireylerin var olabilmeleri için bir koşul olagelmiştir. Debord’un tanımladığı gösteri toplumu, gösterilerini gerçekleştirirken aynı zamanda markaların ardına sığınan bireylerin tüketim alışkanlıkları sebebiyle hızlı moda akımını da sürdürdüğü bir gerçektir.

Bunun yanında, Baribar ve Wallerstein’in görüşüne göre (Balibar & Wallerstein, 2000) kapitalist sistemin ilerleyebilmesi için düşük ücretler ile çalışan bir işçi kesimine ihtiyaç bulunmaktadır. Bu düşük ücretlerle çalışan kesimin ise bu durumdan şikâyet etmemesi, ucuz emek işçisi olmayı kabul etmesi için toplum ve sistem tarafından bir baskıya ve dışlanmaya maruz kalması gerekmektedir. Bunun ise günümüz kapitalist sisteminde yansımış izlekleri görülebilmektedir. Ucuz emek işçiliğini kabul eden kesim kadınlar, çocuklar, siyahiler, göçmenler ve hayata tam katılamayan dezavantajlı gruplar tarafından oluşmaktadır. Böylesi bir kapitalist sistemin içinde hız kazanan moda sektörü üretimde yer alan işçiler üzerinde de bir baskı mekanizması oluşturup hak ihlallerine yol açabilmektedir.

1.4 Sürdürülebilirlik ve Hızlı Moda ilişkisi

Çalışmanın bu bölümünde sürdürülebilirliğin ne olduğu, ne şekilde ortaya çıktığı, hızlı moda akımı için ne ifade ettiği gibi soruların yanıtlarına cevap bulmaya çalışılmıştır.

Hızlı modanın toplumsal, bireysel bu gibi getirilerinin yanında: üretimde aşırı su kullanımı, kimyasal ilaçların kullanımı, doğal kaynakların tüketimi, liflerin üretimi sırasında oluşan zararlı gazların havaya karışması, tekstil atıklarının fazlalaşmasıyla yığınlaşma yaşanması, ihlal edilen işçilerin maaşları, düşük ücretlerle kayıt dışı işçi ve aynı zamanda çocuk işçi çalıştırma olayları, olumsuz çalışma koşullarının iyileştirilmemesi ve geri dönüşü olmayan ekolojik zararlar verilmesi sayılabilmektedir. Bu zararların önüne geçilmesinde yardımcı olan etken ise farkındalığın oluşup moda sektöründe sürdürülebilirlik yoluna gidilmesidir. Moda alanında sürdürülebilirlik yoluna gidilmeye başlanmasının ilk adımları da 1968-1970’ler ile çevreci hareketlerin yaygınlık kazanması ile etik bir moda anlayışını benimsemeleri sonucu olmuştur.  Kapitalizmin istediği rekabet ortamına uyan marka sahipleri birbirleri ile rekabet ederken Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarına uymadıkları bilinmektedir.

Tüketim alışkanlıklarının değişikliğe uğramasıyla birlikte değişen moda sektörü bireyler üzerindeki “ihtiyaç için tüketim” algısını “ihtiyaç dışı tüketim” şekline dönüştürmüştür. Artık ihtiyaç olmasa dahi ürünler satın alınıp kullanım amacının da dışına çıkılarak birer “kullanım değeri” niteliği almasından çok, “gösterge değerleri” için kullanılmaktadır. Bu sayede bireyler satın aldıkları ürünleri düşünmeden kolayca çöpe atabilir hale gelmiştir. Fakat bu atıkların belirli bir süre sonra doğuracağı geri dönüşü olmayan zararların düşünülmediği görülmektedir.  1970’ler ile birlikte sivil toplum faaliyetlerinin artış göstermesi, çevreci hareketler, kadın, çocuk, dezavantajlı birey hakları üzerine yapılmış çalışmaların yoğunluk kazanması gibi gelişmeler ile farkındalık oluşmuş ve hızlı tüketim atıklarının sebebiyet verdiği zararlar için önlemler alınmaya başlanmıştır. Bu önlemlerin arasında sürdürülebilir kalkınma amaçları ve eğitimleri önemli yer kaplamaktadır.

2. Sürdürülebilirlik

Sürdürülebilirlik kavramı, gün geçtikçe artmakta olan sorunlar ekseninde artık sadece çevresel olarak anlaşılmamakta ve her alanı kapsayıcı, etkili ve uygulanabilir bir duruma gelmiştir. “Sürdürülebilirlik, insan hakları ve yaşamsal birçok değeri tehlikeye atan, ihlal eden sorunların giderek artmasıyla, günümüzün en önemli konularından birisi olmuştur” (Odabaşı & Şahin, 2019, s. 2).

Modanın sürekli değişikliğe uğradığı bu çağda üretilen ürünler için doğada geri dönüşü olmayan zararlar ortaya çıkmaktadır. Üretim aşamasında kullanılan kaynakların sınırlı olmasından dolayı bu kaynakların korunması ve tasarruflu, bilinçli şekilde kullanılması gerekmektedir. Gelişmiş ülkelerin sınırlı olan kaynakları tükenmeye başlayınca üretimin Asya ülkelerine kaydırılması ve bir sömürü ticareti yoluyla çevresel kaynakların, iş gücünün sömürülmesi üzerine modayla ilişkili bir alan olan sürdürülebilirliğin, yerel olmaktan çıkarak daha çok evrensel bir anlam ifade ettiği söylenebilmektedir. Moda sektörü çevreye en çok zarar veren ikinci sektörlerden biri olarak bilinmektedir. Böylesi zararlara yol açan bir sektörün gün geçtikçe gelişimini sürdürmesi ve hızlı moda akımının ise bunu beslemesi durumu daha da elzem hale getirmektedir.

2.1 Sürdürülebilir Kalınma Amaçları

Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın ne olduğunun anlaşılabilmesi için ilk önce kalkınma kavramının ne olduğuna bakmak gerekmektedir. Kalkınma her ne kadar ilk olarak ekonomik açıdan algılanmakta olsa da bunun yanında yaşam şartlarının iyileşmesi, eğitimde, sağlıkta, adalette fırsat eşitliğinin uygulanmasıyla tam olarak gerçekleşebilmektedir.

1987 yılında yayınlanan Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu tarafından ise kalkınma şu şekilde tanımlanmıştır: “Gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılayabilme yeteneğini ortadan kaldırmaksızın şimdiki neslin ihtiyaçlarının karşılanması”. 2015 Eylül ayında gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler (BM) Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesinde ise 2030 yılına kadarki aralığı kapsayan bir kalkınma amaçları gündemi oluşturulmuştur. 

Sürdürülebilir kalkınma konusunda yapılan faaliyetlerine bakıldığında gelişmiş ülkelerin ve gelişmekte olan ülkelerin bu durumu algılama şekli farklılık arz etmektedir. Gelişmiş ülkelerde sermayeyi elinde bulunduran güçler yer alıyorken gelişmekte olan ülkelerin tek sermayeleri emekleri ve doğal kaynakları olmaktadır. Daha fazla sermayeye sahip olan gelişmiş ülkeler üretimde ve dağıtımda da önde gelmektedirler. “Bu durum, gelişmiş ülke ekonomilerinde yaşayanlar için daha yüksek yaşam standardını işaret eder. Gelişmiş ülkeler bu düzeye gelene kadar doğa sermayesini göz ardı etmişler; onu yoğun şekilde kullanarak doğa sermayesini ekonomik sermayeye dönüştürmüşler ve kalkınmışlardır” (Gürlük, 2010, s. 92). Ardından kendi kaynaklarının tükenmesi tehdidi ile karşılaşıldığında ise doğal kaynaklarını satın alabilecekleri gelişmemiş-gelişmekte olan ülkelere kaymaktadırlar.

Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın temel amacı: eşitsizliğe yol açan her türlü alanda eşitlik sağlamak, bireylere insanca yaşam olanağı sunabilmek, çevre, iklim, işçi, kadın, çocuk, dezavantajlı bireyler, gelişimin gerçekleşmesi ve sürdürülebilmesi gibi alanlarda kalkınmanın, devamlılığın sağlanabilmesi olmaktadır. Bu bölümde de Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarının hızlı moda akımı ile nasıl bir bağlantısı olduğu, hızlı modanın getirileri etrafında ele alınmaya çalışılacaktır. 

2.2 Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları Üzerinden Hızlı Modanın Getirilerinin İncelenmesi

Amaç 1: “Yoksulluğa Son”

Yoksulluğun ekonomik anlamı dışında pek çok boyutu bulunmaktadır. Bunlardan bazıları kadın yoksulluğu, çocuk yoksulluğu, zaman yoksulluğu, sağlık yoksulluğu olabilmektedir. Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarında ilk amaç olarak görülen, “Yoksulluğa Son” ilkesi diğer tüm amaçların temelini oluşturarak çözülmesi gereken ilk sorun olmaktadır.

“İş, insanların esenliği için hayati önemdedir. İş, gelir sağlamanın yanında, bireyleri, ailelerini ve toplulukları daha güçlü kılarak daha geniş toplumsal ve iktisadi ilerlemenin yolunu açabilir. Ancak bu ilerleme insana yakışır işe dayanmalıdır”. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün tanımladığı bu tanım ile bireyin yaşamsal faaliyetlerini sorunsuz ve etkili şekilde sürdürebilmesi ve kalkınma için gerekli olduğunun yanında bunun insana yakışır şekilde gerçekleşmesi noktası moda ve tekstil fabrikalarında çalışan işçiler açısından eksik kalmaktadır. 

Hızlı modanın gelişmesiyle üretim yaptıran, bu akıma uyan marka sahipleri daha az maliyet ile daha çok ürün elde etmek istediği için üretim faaliyetlerini Çin, Bangladeş, Hindistan gibi 3. Dünya Ülkelerine yaptırmaktadır. “Temiz Giysi Kampanyası”nın 2014 yılında yayınlamış olduğu Avrupa’daki eski Sovyet ülkelerinin tüm hazır giyim üretim merkezlerini kapsayan rapora göre İhracatının %80 i hazır giyim olan Bangladeş’te ülke ekonomisi bu ihracat kalemine bağlıdır ve işçilerin aldıkları maaşlar açlık sınırının altında olmaktadır. Tekstil sektöründe çalışan işçilerin hepsinde görülen bir sorun olarak hak ettikleri adil ücreti alamamaları, insanca yaşam için gerekli olan ücretlerin altında çalışmaları olmaktadır. Bu da var olan yoksulluğu yeniden üretmektedir.

Amaç 2: “Açlığa Son”

Tekstil ve Hazır giyim sektörü dünyada en çok istihdamı barındıran sektörlerden biri olmaktadır. “Bu sektör sadece 7 milyar insanın ikinci derisi olan giysileri değil aynı zamanda insanların üçüncü derisi olan evlerine de oldukça büyük katkıda bulunmaktadır” (Özdoğan ve ark.’dan aktaran Can & Ayvaz, 2017, s. 113). Fakat bu büyük katkının 3.Dünya Ülkelerindeki üretim aşamalarında yetersiz kaldığı görülmektedir. İşçilerin almakta olduğu maaşlar açlık sınırlarının altında olmasıyla, tekstil alanında çalışan işçiler bu maaşlar ile geçimini sağlayamamaktadırlar. Bu durumda, açlığa son amacının bu ülkelerde gerçekleşmediği görülmektedir. Aynı zamanda günümüzde hala daha gelişmiş bazı ülkeler tarafından sömürge altında olan gelişmemiş-gelişmekte olan ülkelerde binlerce insan açlıktan ölmeye devam etmektedir.

Amaç 3: “Sağlıklı ve Kaliteli Yaşam”

Refah devleti uygulamaları, kişilere asgari gelir güvencesi vererek toplumsal risklerden koruyarak, eğitim, sağlık ve haklar alanında düzenli bir yaşamı vadeden bir devlet anlayışı iken 3.Dünya Ülkelerinde yaşayan bireylerin bu tanıma ters düştüğü görülmektedir. Bunun yanında 3.Sürdürülebilir Kalkınma Amacı’nın bireye “kaliteli bir yaşam” imkanı sağlayabilmesi için öncelikle geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerin tanımlanan refah devleti anlayışı üzerinden gelişmesi gerekmektedir. 

Hedeflerden birinin doğumda yaşanan anne ve bebek ölümleri olduğu görülür. Sürdürülebilirliği amaç edinen Türkiye’de, “Anne ölüm oranı, 2010 yılında yüz bin canlı doğum başına 16,7 iken, 2019 yılında 13,1’e geriledi” (TÜİK, 2019). Fakat bu ilkenin uygulanmadığı 3. Dünya ülkelerinde hala daha yüksek düzeylerde bebek ve anne ölümleri gerçekleşmektedir.

Eski çağlarda risk kavramını sağlık alanında yaşanan temizlik, hijyen yetersizliğinden kaynaklı sorunlar ile açıklamak mümkün oluyor olsa da günümüz çağında bu risk kavramını sanayi alanındaki “fazla üretim” oluşturmaktadır (Beck, 2019, s. 25). Hızlı moda akımıyla beraber üretimde meydana gelen artış işçileri daha hızlı ve daha çok üretim yapma mecburiyetinde bırakmaktadır. Bu da daha uzun saatler halihazırda kötü olan koşullarda çalışmak anlamına gelmektedir. Kimyasal ve yüksek sıcaklıkların birey sağlığına verdiği zarar yanında işçiler uzun saatler makineler ile üretim yapmakta ve sağlık problemleri bu sebeple de çıkabilmektedir. 

Amaç 4: “Nitelikli Eğitim”

Bu amaç doğrultusunda, bütün bireylerin ilköğretim, ortaöğretim, yükseköğretime erişimlerini sağlayarak, toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı bireyler yetiştirmek için etkili öğrenme ortamlarının oluşturulması amaçlanmaktadır. Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları doğrultusunda bu ilkeyi amaç edinen Türkiye’de 2019 verilerine göre, “İlkokul, ortaokul ve ortaöğretim tamamlama oranları 2014 yılında sırasıyla %97,7, %94,1 ve %58,8 iken, 2019 yılında %98,6, %97,7 ve %70,3 oldu” (TÜİK, 2019). Bunun yanında gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkelerde bu ilkeden geri kalınarak binlerce çocuk kayıt dışı tekstil fabrikalarında kötü şartlarda çalışmaktadırlar. Eğitime tam katılamayarak gelecek nesillerin de çocuk yoksulluğunu tetiklemektedirler.

Hızlı moda akımıyla oluşan risklerin genellikle varsıllara etki etmediği, sadece yoksullara işlemekte olduğu düşünülebilmektedir. Fakat Beck’e göre (2019, s. 28-29), bilinçsiz ve farkında olmadan yaşayan bir varsıl kesimi sadece maddi varlığı hayatta tutmaya yetmemektedir. İçinde yaşadığımız riskler çağında “bilinç varlığı belirler” durumdadır. Bu sebeple bilinçli bireylerin yetişmesi her toplum için temel hak ve amaçlardan biri olmalıdır.

Amaç 5: “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği”

‘Toplumsal Cinsiyet Eşitliği’ kalkınma hedefine bakıldığında kadınlara ve kız çocuklarına yönelik ayrımcılığın, şiddetin çocuk yaşta evliliğin ortadan kaldırılması ve kadınların toplumun her alanında güçlenerek yer almasını sağlamak gibi bir hedefi bulunmaktadır.

Temiz Giysi Kampanyası’nın 2014 yılında yayınladığı rapora göre üretim yapılan fabrikaların bulunduğu ülkelerde tekstil sektöründe çalışan işçilerin %80’inin kadın olduğu belirtilmektedir. Ayrıca, bazı ülkelerde bu oran artmaktadır. Kadınların halihazırda “kadın işi” olarak görülen dişil becerilerini kullandığı dikiş, nakış işlerinde çalışması “nasıl olsa evde de bunu yapıyor” düşüncesiyle yadırgamakla beraber bu alanda ucuz ve itaatkâr iş gücü olarak görülmektedirler. Erkek çalışanlar ise bu alanda ya kaba kuvvet gerektirecek işlerde ya da yönetim, disiplin, kontrol gibi erillik atanan görevlerde yer almaktadırlar. Bu şekilde cinsiyetçi rol kalıpları yeniden üretilmektedir. Şaşman Kaylı ve Şahin’in de dediği gibi, “Cinsiyetçi roller kadını belli mesleklere, belli iş kollarına iterek eril hiyerarşiyi ve tahakkümü pekiştirmektedir” (Şaşman Kaylı & Şahin, 2016, s. 40). Bu durum da kadınların çalışma alanında ezilerek eşit imkanlara sahip olamamasına yol açmaktadır. Aynı zamanda kadınların hegemonik baskı yanında fiziksel ve cinsel şiddete de maruz kaldıkları bilinmektedir. 

Amaç 6: “Temiz Su ve Sanitasyon”

Hızlı moda akımının yarattığı etkilere bakıldığında üretimde en çok su kullanan sektörlerin başında tekstil sektörünün geldiği görülmüştür. “Her yıl hazır giyim endüstrisi 2 milyon ton atık ve 2.1 milyon ton karbondioksit ve 70 milyon ton su harcamaktadır. Bu verilerden hızlı modanın hukuki düzenlemeler ve regülasyonlarla kontrol altına alınmasını yönünde sinyaller vermektedir” (Mangır, 2016, s. 150). Pamuğun üretiminden başlayarak her aşamasında su kullanılan bir üretim süreci geçiren kıyafetler, hızlı moda akımıyla birlikte ömrü kısa, kullanımı az olacak şekilde bir seri üretimden geçmektedir ve böylece kolayca yıpranabilmekte, satın alınan tarafından düşünmeden atılabilmektedir. 

Üretim aşamasında kullanılan su tüketiminin yanında tekstil ve moda sektöründe çok fazla kimyasal madde kullanılmasıyla doğal su kaynaklarına zarar verilmektedir. Tekstil fabrikaları ise genellikle gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde olduğu için bu durumdan en fazla etkilenen kesim yoksul toplumlar olmaktadır ve bu toplumlar için temiz su kaynağı artık bir ihtiyaç haline gelmektedir. 

Temiz su kaynaklarının yokluğu, üretilen tarım ürünlerinin de kimyasallarla karışmış sulardan üretilmesini gerektirmektedir. Toprağın bu şekilde verimsizleşmesi verilen ürün miktarını da azaltmakta aynı zamanda verdiği ürünlerin de tüketilmemesini gerektirir. Bu durumda olan 3. Dünya Ülkeleri genellikle sadece ürettikleriyle beslenme imkanına sahip olabildikleri için kimyasallarla üretilmiş gıdaları tüketmekte ve çeşitli hastalıklara yakalanabilmektedirler. 

Aynı zamanda atık su istatistiklerine bakıldığında, “Tek bir tişört ve bir çift kot pantolon için gerekli olan 1 kg pamuğun üretilmesi için 20 bin LT su gerekiyor. Hazır giyim ve tekstil sektörü Çin’de en çok atık su üreten 3 sektörden biri ve her gün 2,5 milyar ton atık su üretmekte” (Gümrük Tv, 2020).

Amaç 7: “Erişilebilir ve Temiz Enerji”

Herkesin uygun fiyatlı, güvenilir ve modern enerji hizmetlerine erişimini eşit şekilde sağlamayı amaç edinen bu ilkenin Türkiye’ye uygulanmasıyla, “yenilenebilir enerji ve atıklardan elektrik enerjisi üretiminin oranı 2010 yılında %26,4 iken 2019 yılında %43,9 düzeyine yükselmiştir” (TÜİK,2019). Aynı şekilde bu ilkeyi uygulayan diğer ülkelerde de gelişmeler olmaktadır. Tekstil üretimi yapan fabrikaların üretimde çok fazla enerji kullanması ve temiz enerji kaynaklarını tüketmesi sonucu ise 3.Dünya Ülkelerinde durum aynı şekilde seyretmemektedir.

Amaç 8: “İnsana Yakışır İş ve Ekonomik Büyüme”

Bireylerin sahip olduğu sendikal hak, özgürce, kolektif olarak belirlenen mesleki çıkarları koruma amacıyla serbestçe kurulabilen, işçilerin haklarını koruyan bir haktır” (Koray, s. 71). Fakat bu temel hakkını tekstil fabrikalarında çalışan işçilerin kullanamadıkları bir gerçektir. Sendikal hareketler, toplu grevler, haklarını arayışları için ses çıkartmaları işverenlerin en son isteyeceği şey olmaktadır. 

Tekstil işçileri sendikasının yayınlamış olduğu 2015 yılı Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) “Küresel İşçi Hakları Endeksi” araştırması raporunda dikkat çeken noktalar: işçilere yönelik tutuklama olaylarının yükselmesi, işçilerin %60’ının temel haklarından yararlanamaması, sendikal faaliyet yürütenlerin öldürülmesi olayları, grev haklarının olmayışı ve hukuksal olarak da haklarının gasp edilmesi durumları olmaktadır. Bu rapora göre, işçilerin sadece adil bir ücret alma, daha iyi şartlarda, insanca yaşama ulaşma, maaş kesintileri yaşamadan çalışma koşullarının iyileşmesi gibi isteklerde bulunmaları, işsiz kalma durumlarına yol açabilmektedir (https://disktekstil.org/ituc-isci-haklarinda-en-kotu-ulkeleri-belirledi.html, Erişim Tarihi: 19.03.2021). Aynı zamanda çalışanlara güvenli bir iş yeri imkânı sunulması amaç olmaktayken bu fabrikalarda bireylerin iş sağlığı ve güvenliğinin yok sayıldığı yıkılan binaların altında kalarak can veren işçilerden anlaşılabilmektedir. Bunun en büyük örneği ise Bangladeş’teki Rana Plaza Faciası olmaktadır. 

Amaç 9: “Sanayi Yenilikçilik ve Alt Yapı”

Bütün bireylerin erişebileceği kaliteli, güvenilir, sürdürülebilir ve dayanıklı altyapıların oluşturulması ve bütün ülkelerde sanayileşmenin desteklemesini sağlamak amaç edinilmektedir. Fakat sanayileşme, yenilikçilik, gelişmeler batılı ülkelere özgü olarak kalmaktadır. Günümüzde hala daha tekstil fabrikalarında kol gücüyle çalışan işçilerin risk altında olan binalarda çalışmaya devam ettiği ve bu binaların yıkımı ile sonuçlanan ölümlerin olduğu, alt yapı eksikliklerinden binlerce işçinin çalıştığı fabrikalarda yangınlar çıktığı gibi pek çok olay yaşanmaktadır. Fakat bu durumun düzeltilmesi için yöneticiler tarafından iyileştirmeye gidilmediği bilinmektedir. Buna örnek olarak, 2013 yılında yaşanan dünyada tekstil faciası olarak nitelendirilen Rana Plaza Fabrikası’nın çökümünde binden fazla kişinin ve Tazreen Fabrikası’nda çıkan yangında 112 işçinin can vermesi verilebilmektedir.

Amaç 10: “Eşitsizliklerin Azaltılması”

Bu kalkınma amacında, bireylerin hiçbir statüsüne bakılmaksızın güçlendirilmesini sağlamak, bireylere eşit fırsatlar sunulmasını destekleyerek eşitsizlikleri azaltmak amaç edinilmektedir. Eşitsizlik kavramı pek çok farklı açıdan ele alınabilmektedir. Dinsel anlamda, bireyin etnik kökeni, ırkı, cinsel yönelimi, sahip olduğu bir engeli, toplumsal sınıfı ve toplumsal cinsiyeti boyutunda örnekler sayılabilmektedir.

Tekstil fabrikalarında çalışan işçilerin fazla mesai yapmalarına rağmen yine de normal mesai ücreti almaları, çalışan göçmenlerin yerli işçiler ile eşit ücret alamaması, ayrımcılığa ve Goffman’cı (2014) anlamda bir damgalanmaya maruz bırakılmaları, kadınların ve çocukların vasıfsız iş gücü olarak görülerek daha az ücret almaları çalışanların güçlenmesinin ve eşitsizliğin azalmasının önünde engel oluşturmaktadır.

Aynı zamanda çevreye zarar veren ülkeler ile bu verilen zararı çekmek veya temizlemek zorunda kalan, kısacası olumsuz olan tüm yönleriyle “bedelini ödeyen” ülkeler farklıdır. Ve bu durum, ülkeler arasında da uluslararası bir çeşit eşitsizliklere yol açmaktadır (Beck, 2019, s. 56). Bu şekilde eşit doğal kaynak dağılımı ilkesine de aykırı düştüğü görülmektedir.

Amaç 11: “Sürdürülebilir Şehirler ve Topluluklar”

Bütün bireylerin yeterli, güvenli ve uygun fiyatlı konutlara, sürdürülebilir ulaşım sistemlerine, sürdürülebilir kentleşmeye erişimini sağlamak gibi bir amacı bulunan bu ilkeye kıyasla hızlı moda ve tekstil ürünlerinin üretildiği ülkelerde altyapı eksikliği, sınırlı ulaşım, güvencesiz eski konutlar ve bunların yıkımı sonucu oluşan tehlikeler, kazalar görülmektedir. 

Amaç 12: “Sorumlu üretim ve tüketim”

12. amaç doğrultusunda bütün ülkeleri sürdürülebilir tüketim ve üretim kalıplarına yönlendirerek, insan sağlığına ve çevre üzerinde olumsuz etkileri olan kimyasalları ve atıkları en aza indirgemek amaçlanmaktadır.

Tekstil sürecinde üretim aşamasında meydana gelen çevresel ve ahlaki sonuçlar bireylerin yaşam koşullarını tehlikeye atacak niteliktedir. Üretimde kullanılan çok fazla miktarda su, enerji ve kimyasallar bireylerin sağlığına zarar vermekte ve pek çok kişinin de bu kimyasallardan hayatlarını kaybettikleri bilinmektedir. Aynı zamanda hızlı modayla üreticiler ürünlerin maliyetlerini düşürürken kalitelerini de düşürmektedir. Kalitesi düşen ürünlerin ise kullanım süresi azalarak bireyler tarafından kolayca çöpe atılabilmektedir. Bu da tekstil atıklarının çevreye verdiği zararları arttırmakta, kıyafetlerden oluşan bir atık çöp yığını oluşturmaktadır. Bu atıkların ise dünyadan yok olması uzun zamanlar gerektirmesi yanında üretim aşamasında kullanılan kimyasal maddelerin yok olma aşamasında toprağa, havaya tekrar karışması, metaların üretiminde de tüketiminde de sorumlu, etik, bilinçli şekilde davranılması gerektiğinin kanıtları olmaktadır.

Amaç 13: “İklim Eylemi”

İklim değişikliğiyle ilgili önlemlerin, tehlikelerin ülkelerin ulusal politikalarında yer almasını sağlayarak, Yeşil İklim Fonu’nun tam olarak faaliyete geçirilmesi gibi amaçları bulunmakta olan 13. Amaç, kalkınmanın gerçekleşmesi için çevresel ve ekolojik sürdürülebilirlik açısından önemli ilkeler içermektedir. Tekstil üretim aşamalarında karbondioksit ve çeşitli gazların havaya salınımı, aynı şekilde dağıtım aşamalarında çevreye salınan gazlar ile karbon ayak izinin artması iklim krizinin tetiklenmesine sebebiyet verebilmektedir. 

Amaç 14: “Sudaki Yaşam”

Bu ilkenin su kirliliğini, deniz kirliliğini önemli ölçüde azaltılmasını sağlamak, doğaya zararlı bütün balıkçılık uygulamalarını sona erdirmek gibi konularda amaçları bulunmaktadır. Tekstil ve hazır giyim sektörü üretim, imalat, tedarik aşamalarından geçerken hazırlanan ürünlerin mağazalara ulaşması için genellikle maliyet açısından gemi ile deniz yolu tercih edilmektedir. Bu ise yaratılan karbon ayak izini arttırmaktadır. Bunun yanında, tekstil de kullanılan çeşitli zararlı kimyasallar, yıkama, ağartma işlemlerinde temiz su kaynağına gerek duyulması durumlarında bu kimyasallar suda yaşayan canlılara zarar verip, öldürmektedir.

Amaç 15: “Karasal Yaşam”

Uluslararası anlaşmaların yükümlülükler doğrultusunda ormanlarda, sulak alanlarda, dağlarda ve kurak alanlardaki karasal ve iç tatlı su ekosistemlerini koruyarak, çölleşme ile mücadele edilmesi ve biyoçeşitliliği, ekosistemleri korumak gibi amaçları olan ‘Karasal Yaşam’ ilkesinin çevresel sürdürülebilirlik açısından önemli katkıları bulunmaktadır. Fakat hızlı modanın etkisiyle ormanların tahrip edilmesi ve yüksek düzeylerde artık yok olması, tatlı su kaynaklarının gitgide azalması, üretimde kullanılan hammaddelerin karasal yaşamdan sağlanması ile birlikte tüm dünya için kritik bir alan teşkil etmektedir. Batılı ülkelerin üretimi Asya ülkelerine kaydırmasıyla da bu durumdan en çok etkilenen, kaynakları tükenen ve bu sebeple yaşam alanları, suları, beslenmeleri, sağlıkları tehlikede olan kesim gelişmemiş-gelişmekte olan ülkelerde yer almaktadır.

Amaç 16: “Barış, Adalet ve Güçlü Kurumlar”

Bu ilkede şiddetin, istismarın, cinayetlerin, rüşvetlerin önüne geçilmesi hedeflenerek kalkınmanın sürdürülmesi amaçlanmaktadır ve bunu yapmak isteyen ülkelerin kalkınma hallerini sürdürebilmeleri için güçlü kurumlara sahip olabilmesi gerekmektedir.

Tekstil fabrikalarının çalışanlar üzerinde maaş kesintileri, izin haklarının ihlali, rüşvet yolu uygulanması gibi durumlar ile karşılaşıldığı ekseninde bu ülkelerde güçlü kurumların olamadığı, adaletli eylemlerde bulunulmadığı söylenebilmektedir. Bunun yanında şiddetin tüm biçimlerinin engellenmesi amaç edinilirken tekstil fabrikasında çalışan kadınların sadece adil maaş, eşit ücret istedikleri için fiziksel şiddete maruz kaldığı bilinmektedir. Cinsel şiddet, çocuk işçi çalıştırma, göçmen işçileri yasa dışı olarak çalıştırma gibi durumlarla kayıt dışı ekonomi elde ederek adaletli ve güçlü kurumlardan aykırı kalmaktadırlar. Buna karşılık Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları ilerleme raporuna göre, amaç 16 AB ülkelerinde en hızlı ilerleme kaydedilen ilke olmaktayken en yavaş ise çevresel kalkınma alanında olmuştur (European Commission, 2020).

Amaç 17: “Amaçlar İçin Ortaklıklar”

Bağımlılık kuramına göre az gelişmiş ülkelerin geri kalmışlıklarının nedeni bu ülkenin yetersizliklerinde değil, aksine batılı ulusların onları bilerek bu şekilde kalmalarını istemelerinden dolayı kaynaklanmaktadır (Slattery, 2008, s. 154). Bağımlılık kuramına karşılık Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın içerisinde yer alan “amaçlar için ortaklıklar”da hedeflenen gelişmiş ve az gelişmiş ülkelerin ortaklık içerisinde yer alıp beraber kalkınmanın gerçekleştirilmesi yolunda yapılan yardımlar bulunmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerin kalkınma faaliyetleri sürdürülmekte iken az gelişmiş ülkelerin de kalkınması adına finansal destek sağlanıp ortak kalkınma gerçekleştirilmesi hedeflenmektedir.

Sonuç

Hızlı moda sistemi sürekli üretim üzerine kurulu bir sistem olmaktadır ve daima yeninin ve farklının peşinde koşan tüketicilerine ulaşabilmek amacıyla bu üretimi de en kısa sürede gerçekleştirmek gerekmektedir. Bireylerin bilinçsizce yaptıkları tüketim çokluğu ve sermaye sahiplerinin ise bitmek bilmeyen kâr etme isteği birleştiğinde ise kaynakların tükenmesi, işçilerin hak ihlalleri, adil olmayan yaşamlar ve pek çok zararlar meydana gelmektedir.

Hızlı moda ile bireylerde oluşan “ucuz ürün nasıl olsa kullanmazsam atarım” düşüncesi ile tonlarca atık giysi yığınları meydana gelmektedir. Bu atıklar ise yine üretim yapan 3.Dünya Ülkelerine satılmaktadır. 

“Dünya çapında her yıl yaklaşık olarak 80 milyar parça giysi satın alınmaktadır. Bu rakam 20 yıl öncesindeki tüketimin yüzde 400 daha fazlasıdır. Sadece Kuzey Amerika’da 10,5 milyon ton giysi çöpe atılmaktadır” (Yücel ve Tiber, 2018, s. 372). Atılan giysiler ise genellikle pamuk üretiminin pestisit gibi kimyasallarla zarar görmesi sonucu yerini alan daha da zararlı şekillerde petrol temelli üretilen polyesterden üretilmektedir.

Sürdürülebilir moda, “ekolojik hayata zarar veren giysilerin kullanımına, gereksiz alışverişe, üretimde çalışan işçilerin haksızlıklarına, gereksiz su ve enerji israfına karşı bir akım olarak ortaya çıkmıştır” (Tekin Akbulut, 2012, s. 40).

Moda alanının yaratmış olduğu etkiler yerel olmaktan çıkıp evrensel hale gelmesiyle alınması gereken önlemlerin de evrensel olması gerekmektedir. Fakat üretim aşamasının kapsayıcı yönleri sadece gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkeleri dahil etmektedir. Bu ülkelerde üretim yapılırken kullanılan kaynak tüketimi yine o ülke halkı için tehlike arz ederken tüketimi gerçekleştiren gelişmiş ülkelerin sorumluluğu almadığı söylenebilmektedir. Beck’in belirttiği üzere “görülemeyen riskler savaşı kazanır” ve oluşan risklerin görmezden gelinmesinin elzemliği söz konusudur. Bireysel ve toplumsal risklerin yanında çevresel risklerin özellikle, kaynak yitimi ve yayılan kirlilik sonucu üretim yapılan 3.Dünya Ülkelerinden tüketim yapan gelişmiş ülkelere de yayılarak sadece bölgesel kalmayıp tüm dünyayı tehlike altına alıp etki uyandıracağı öngörülebilmelidir (2019, s. 64).

Etki azaltma yöntemi olarak Odabaşı ve Şahin (2019), modacıların alması gereken eğitime vurgu yaparken uygulanması gereken yöntemlerin sürdürülebilirlik amacı üzerinden ilerlemesi ve bu şekilde hızlı modaya karşı sürdürülebilir modanın uygulanması gerektiği üzerine durmaktadır. Buna karşılık ortaya çıkan yavaş moda, “sürdürülebilirlik kavramı içerisinde üretim kaynaklarının ve çevrenin hızlı moda ile yaratılan etkisinin azaltılması adına ortaya çıkan bir yaklaşımdır. Anlamı; bireysel ve sosyo-kültürel dengelemeler ve çevresel ihtiyaçlar açısından “sürdürülebilir tasarım” kavramının geliştirilmesi ile ilgilidir” (Alpat, 2012, s. 45). Yavaş moda ile tüketim faaliyetleri de yavaşlayarak moda döngüsü içinde denge sağlanabilecektir.

Bu şekilde moda ve tekstil firmaları sosyal ve çevresel sorumluluklarının bilincinde olmalı ve tüm iş süreçleri ve karar alma mekanizmalarında sürdürülebilirlik ilkesini benimsemelidirler. Fakat, sadece yetkili kişilerin önlem alması yeterli olmamaktadır. Tüketiciler olarak bu etkileri yaratan ve sürdüren kişiler yine ardını düşünmeden bilinçsiz alışveriş yapanlar olmaktadır. Bu sebeple ilk olarak toplum bilinçlenerek, ihtiyaç dışı tüketimin önüne geçilerek, mutluluğu tüketim nesnelerinde aramaktansa aile, arkadaş, sosyal çevre, üretebilmek ile var olup burada gerçek mutluluğu gerçekleştirebilmek daha kalıcı çözümler getirecektir.

Sevde EROĞLU

Ceylan SAK

Sivil Toplum Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça:

Adorno, T, W. (2003). Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken (Çev: Doğan B. O.), Cogito Dergisi, (36), 1-5. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Alpat, F. E., (2013), Yavaş Moda Nedir? Akdeniz Sanat Hakemli Dergi, 4(8), 44-47.

Balibar, E., Wallerstein, I., (2000). Irk Ulus Sınıf: Belirsiz Kimlikler. (Nazlı Ökten, Çev.), İstanbul: Metis Yayınları.

Bocock, R. (1997). Tüketim. (Çev. İrem Kutluk), Ankara: Dost Yayınları.

Boudrillard, J., (2018). Tüketim Toplumu. (N. Tutal ve F. Keskin, Çev.), Ayrıntı Yayınları: İstanbul.

Can, Ö. ve Ayvaz, K. M., (2017). Tekstil ve Modada Sürdürülebilirlik. Akademia Sosyal Bilimler Dergisi, 3(1), 110-119.

European Commission (2020). EU SDG Indicator set 2020, Result of the review in preparation of the 2020 edition of the EU SDG monitoring report. https://ec.europa.eu/eurostat/documents/276524/10369740/SDG_indicator_2020.pdf

Goffman E. (2014). Damga-Örselenmiş Kimliğin İdare Edilişi Üzerine Notlar. (Çev. Ş. Geniş L., Ünsaldı S. N. Ağırnaslı) Heretik Yayınları: Ankara.

Gürlük, S. (2010). Sürdürülebilir Kalkınma Gelişmekte Olan Ülkelerde Uygulanabilir Mi?. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İibf Dergisi, 5(2), 85‐99.

Fromm, E. (2003). Sahip Olmak ya da Olmak (Çeviri: Aydın Arıtan). Arıtan Yayınları: İstanbul.

Koray, M. (2000). Sosyal Politika. Ezgi Kitabevi Yayınları: Bursa.

Mangır, A. F. (2016). Sürdürülebilir Kalkınma İçin Yavaş ve Hızlı moda, Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu Dergisi, 19, 143-154.

Odabaşı S. ve Şahin Y. (2019). Moda Tasarımı Eğitiminde Sürdürülebilirlik Üzerine Yaklaşımlar. Eskişehir Teknik Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sanat Dergisi, 12(23). 

Simmel, Georg (2017). Modern Kültürde Çatışma, (11. Baskı), (Çev. Tanıl Bora, Utku Özmakas ve Nazile Kalaycı), İstanbul: İletişim Yayınları.

Şaşman Kaylı, D. Ve Şahin, F., (2016). Sosyal Politikanın Cinsiyet Halleri: Toplumsal Cinsiyet ve Sosyal Hizmet. Ankara: Nika Yayınları.

Tekin Akbulut, A. (2012), Türkiye’de Etik Moda Üzerine Bir Araştırma, Akdeniz Sanat Dergisi, (8).

 

 

Haftalık Göç Bülteni / 26 Nisan- 1 Mayıs

0

 

SURİYELİ ÇOCUKLAR NEDEN İNTİHAR EDİYOR?

Çocukların yaşam koşullarını iyileştirmeyi hedefleyen uluslararası örgütlerden biri olan ‘Save The Children’ yaptığı araştırma ile bu şaşırtıcı haberi ortaya koydu: Sadece 2020’nin son 3 ayında toplam 246 Suriyeli ve mülteci kampında yaşayan çocuk intihar etti. Bu sayıdan çok daha fazla intihara teşebbüs de yaşanıyor. Henüz 18 yaşını bile doldurmamış yüzlerce çocuk hayata dair ümitlerini kaybediyor, onları bu karanlığa iten ise yaşadıkları kötü koşullar. Mülteci kamplarında yetersiz sağlık, eğitim hizmetlerinin yanı sıra büyük bir korku ve tehditle mücadele eden çocuklar ciddi psikolojik sorunlar yaşamaya ve neredeyse ölüme terk ediliyor.

 

Kaynak: Milliyet Gazetesi

Tarih: 30.04.2021

 

Yunanistan’ın Mültecilere Yönelik Şiddeti Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde

Lesvos (Midilli) Hukuk Merkezi’nin iddiasına göre balıkçı teknesiyle İtalya’ya gitmekte olan 200’e yakın göçmen, Girit Adası’nda fırtınaya yakalandı ve yardım çığlıkları atan göçmenlere Yunanistan tarafından önce Yunan karasularında beklemeleri söylendi. Başka çaresi olmayan göçmenler korku ve panik içinde beklerlerken, yanlarına yaklaşan Sahil Güvenlik tarafından kötü muameleye uğradılar. Hukuk Merkezi, bu şiddet içeren görüntülerin ellerinde olduğunu ve aralarında hamile ve çocukların bulunduğu insanları darp ettiklerini açıkça belirtti.

 

Kaynak: BBC

Tarih: 27.04.2021

 

Geri Gönderme Merkezlerinde İntihar Sayıları Artıyor

İdari gözetim altında tutulmasına karar verilen yabancıların kontrol ve denetime tabii olması için kurulan ve İl Göç İdaresine bağlı olan GGM’lerde uzun süredir soruşturması devam eden kötü muamele ve şiddet iddiaları süregeliyor. Daha önceleri denetimde olan mültecilerin ihbarı üzerine dikkatleri çeken Aydın Geri Gönderme Merkezi’nde intihar vakaları günden güne artıyor.

Mezopotamya Ajansı’nın yaptığı habere göre, Afgan mülteci kaldığı Aydın GGM’de intihar girişiminde bulunduğu sırada fark edilerek kurtarıldı.

 

Kaynak: Mezopotamya Ajansı

Tarih: 27.04.2021

 

Pandeminin Mültecilere ve Yerinden Edilenlere Çıkardığı Fatura: 87 Milyon Dolar

Covid-19 tüm dünyayı etkileyip kalıcı hasarlar bırakırken, adil aşılama hakkından yoksun bırakılan mülteciler için durum daha da zorlaştı. Hastalık ile artan temel hizmetlerden yoksunluk, yerinden edilen insanların hayatını ciddi ölçüde etkiliyor.

Uluslararası Göç Örgütü (IOM), Doğu Afrika özelinde yaptığı araştırma kapsamında, mültecilerin Covid-19 sürecinde gördüğü zararın karşılanabilmesi için gerekli yardım fonunun 87 milyon dolar tutarında olduğunu açıkladı. Ayrıca, maddi desteğe ilave olarak aşılamada eşitlik anlayışının herkes için uygulanabilir olması gerektiğini ve bunun için çalışmaya devam edeceğini belirtti.

 

Kaynak: IOM

Tarih: 30.04.2021

 

ABD’de Halk Sağlığını Koruma Gerekçesi ile Sınır Dışı Edilen Göçmenlerin Hayatı Tehlikede

Eski ABD Başkanı Trump, global pandemiye karşı halkın sağlığını korumayı gerekçe göstererek ‘Başlık 42’ düzenlemesi kapsamında düzensiz göçmenleri Meksika’ya sınır dışı etmişti.

Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü tarafından bildirilen habere göre, sınır dışı edilen düzensiz göçmenler, Meksika sınırında bulunan, uyuşturucu çetelerinin yoğun olduğu bölgede ve küçük kulübelerde yaşıyor. Kulübede yaşam mücadelesi veren göçmenler, su ve gıdaya yeteri kadar ulaşamadıklarını ve bu konuda Meksika hükümetinin imkân sağlamadığını söyledi.

 

Kaynak: SonDakika

Tarih: 30.04.2021

 

İtalya’da Mültecilere Ramazan Kolileri Ulaştırıldı

Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) İtalya şubesi, mültecilere ve ihtiyaç sahiplerine erzak kolileri hazırlayarak yardımlaşma ayı olan Ramazan’a yakışır şekilde farklı bölgelerdeki ailelere ulaştırdı. 30’dan fazla ülkede programlarını gerçekleştiren dernek Milano’da bulunan mülteci yurdunu da ziyaret etti.

Milano Din Hizmetleri Ataşesi Yalçın, “Bu zorlu süreçte İtalya’da yaşayan mülteci ve ihtiyaç sahibi ailelere yardım eli uzatan DİTİB teşkilatına ve hayırseverlere teşekkür ediyorum. Yaptıkları yardımların kabulünü Cenabıhak’tan niyaz ediyorum.” dedi.

 

Kaynak: AA

Tarih: 30.04.20221

 

Yunanistan’dan Mültecilere Tam 52 Yıl Hapis Cezası

 The Independent’in haberine, 2020 yılında ailesiyle birlikte savaştan kaçıp Yunanistan’a sığınma talebinde bulunan ancak başvurusu reddedilen Suriyeli K.S kaçarak üç çocuğu ve ailesiyle birlikte tekneyle sınırı geçti. Bunun üzerine Midilli adası mahkemesi tarafından mülteciye 40 yasadışı göçmenin ülkeye girmesine yardımcı olduğu” ve “gemi enkazına neden olduğu” gerekçesiyle tam 52 yıl hapis cezası verildi.

Defalarca BM tarafından mültecilere yönelik uyguladığı şiddet doğrultusunda uyarı alan Yunanistan’ın verdiği bu ağır kararın, sığınma başvurusu yapmak isteyenlerin gözünü korkutmak ve önüne geçmek için alındığı düşünülüyor.

 

Kaynak: Milliyet

Tarih: 30.04.2021

 

 

Hazırlayan: Yağmur BAŞ