Home Blog Page 583

İleri Teknolojiler Stratejisi

Bilim ve teknikteki ilerlemeler tarihte olduğu gibi gelecekte de toplumların sosyo-ekonomik yapılarını ve uluslararası siyasi düzeni belirlemeye devam edecektir. Ekonomik faydaya dönüştürülebilen teknolojilerde alınan mesafeler ülkeler arası rekabetin sabit temel unsurunu oluşturmaktadır. Geçmişte, teknolojinin üretim sürecindeki kritik rolünü kavrayan ülkeler bugün gelişmiş ülke konumundadır.

Avrupa’da Füze Krizi Derinleşiyor

0

ABD oluşturmayı planladığı “Füze Kalkanı” Projesi kapsamında Polonya ve Çek Cumhuriyeti ile anlaştı. Anlaşma kapsamında bu ülkelere radar ve balistik füzeleri imha edebilme kabiliyetine antibalistik füze sistemleri yerleştirmeyi planlıyor. Polonya ile yapılan anlaşma hem ABD hem de Polonya parlamentolarında onaylanmayı bekliyor.

Merkel’in Kıbrıs Çıkarması

Kıbrıs Sorunu’nun çözümüne ilişkin müzakere sürecinin çıkmaza girdiği artık gizlenemiyor. Angela Merkel’in 11 Ocak 2011’deki Lefkoşa ziyaretinin de böylesi bir ortamda gerçekleşmesi vesilesiyle önemlidir. Kıbrıs Rum Yönetimi lideri Dimitris Hristofyas’la düzenlediği ortak basın toplantısında Merkel’in “Rum tarafı onurlu bir anlaşmaya hazırken Türk tarafının bu adımlara karşılık vermedi.” şeklinde ifadeleri de gündeme damgasını vurdu. Merkel’in çözümsüzlük nedeniyle Türkiye’yi suçlamasına rağmen BM Genel Sekreteri, açıklama ve raporlarında Rum Yönetimi’ni sorumlu gören bir yaklaşım sergiliyor. Merkel’in açıklamaları da aslında BM Genel Sekreteri’nin süreci farklı bir rotaya yönlendirme ihtimalini “hafifletmek” amacını taşıyor. Nitekim resmi açıklamalara göre BM Genel Sekreteri, 26 Ocak’ta Cenevre’de Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum liderleri ile buluşacak. Müzakerelerde herhangi bir ilerleme olmadığının kaydedilmesi durumunda BM’nin görüşmelerden çekileceği iddiası var. Oldukça kritik bu görüşme öncesinde Merkel, Rum tarafına açık destek vermekle kalmıyor ve Kıbrıs Sorunu’nu gerçek mecrası olan BM zemininden AB zeminine doğru biraz daha çekiştirmeye çalışıyor. Bir yandan da Hristofyas’a seçimlerde kullanabileceği bir “aklanma” fırsatı veriyor.

BM’nin Artan Ağırlığı

Öncelikle BM’nin görüşmelerden çekilmesinin söz konusu olamayacağını belirtmek gerekir. Ancak oluşturulan bu imaj, Rum tarafının masada uyumlu davranmasını sağlayacak bir araçtır. BM’nin çekilmesi, KKTC için de Kosova sürecinin başlatılması anlamına gelir ve bu sürecin BM Genel Sekreteri eliyle başlatılması söz konusu bile olamaz. Rum Yönetimi’nin en büyük endişesi, herhangi bir şekilde KKTC’nin “statüsünün” yükseltilmesi ihtimalidir. Suriye-KKTC arasındaki feribot seferlerinden Doğrudan Ticaret Tüzüğü’nün gündeme gelmesine dek pek çok gelişme bu endişeyi tetikliyor. Rum Yönetimi’nin müzakere stratejisi ise masada mümkün olduğunca uzun kalmak üzerine kurgulanmıştır. Yani yavaş ilerleyen görüşmelerle zaman kazanmak ve Kıbrıslı Türklerin zaman kaybı haline gelen müzakerelerden sonuç beklemek yerine uluslararası tanınmışlığı bulunan Rum devletinin sunduğu vatandaşlıktan bireysel olarak yararlanmayı tercih etmesini sağlamak amaçlanmaktadır. Kıbrıslı Türklerin Türkiye’ye güveninin zedelenmesi de bu süreci hızlandıracaktır. Türkiye’ye AB üzerinden, KKTC’ye Türkiye üzerinden uygulanacak baskı ile bir gün kendi taleplerini karşılayacak bir sonuca ulaşabilecekleri hesabı yapılmaktadır. Türkiye’nin limanlarını Rum gemi ve uçaklarına açması dahi statükonun korunmasına değecek sonuçlar doğuracaktır. Nitekim bu, Türkiye’nin Rum Yönetimi’ni tüm adayı temsilen “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak tanıdığı anlamına gelecektir.

Rum müzakere stratejisinin işleyebilmesi de BM’nin “hakemlik” ve “takvim” kriterlerini devreye sokmamasını gerektirir. Halbuki Ban Ki Moon, birdenbire devreye girdi ve BM’nin müzakerelerdeki ağırlığını arttırdı. 18 Kasım 2010’da BM Genel Sekreteri’nin ev sahipliğinde liderlerin bir araya getirilmesi de Hristofyas’ın türlü bahanelerle ayak diremesine rağmen gerçekleştirilebilmiş ve adı konmamış bir takvim ortaya çıkmıştı. Sürecin tüm aşamaları takvimlendirilmemişse de 26 Ocak 2011’e dek kayda değer bir ilerleme sağlanması istenmişti. BM Genel Sekreteri, görüşmelerin seyrini ilkelden belirleyeceği ve takip edeceğini deklare etmiş oldu. Elbette gözlemleri müzakerelere ilişkin hazırlayacağı raporlarda da daha net ifadelerle yer alacaktır.

Doğal Takvim Devrede

Ban Ki Moon’u harekete geçiren ise 2011 itibariyle müzakere sürecini donduracağı kesin olan “doğal takvim”di. Nitekim Rum Yönetimi’nde 22 Mayıs 2011’de yapılacak parlamento seçimleri ilk önemli tarihtir. Partisi AKEL’in zemin kaybetmesini istemeyen Hristofyas, “Türkleri ve Türkiye’yi çözümsüzlükle suçlama” ve “AB yetkililerine Türkiye’yi hedef alan açıklamalar yaptırma” yolları ile partisine oy kazandırmaya çalışacağı döneme girdi. Artık seçim sonuçları kesinleşene dek müzakerelerin ilerlediği imajını verebilecek en ufak bir açıklama dahi yapamaz. 17 Temmuz 2011’de ise Türkiye’de seçimler var ve bu tarihe kadar da Türkiye Hükümeti’nin açılımlarını durduracağına kesin gözüyle bakılıyor.

Rum Yönetimi’nin AB Dönem Başkanlığı’nı devralacağı Temmuz 2012’ye dek müzakerelerde kısmi ilerleme sağlanabilecekse de Rumların hep istedikleri Türkiye’yle baş başa kalma, birebir görüşme, yüz yüze gelme fırsatını beklemeyi tercih etmesi daha yüksek bir ihtimaldir. Aynı şekilde Türkiye’nin de Rum vetosunu geçersiz kılacak olan Lizbon Anlaşması’nın devreye gireceği 2014’e dek “rölantide bekleme” yolunu tercih etmesi de mümkündür. 2013 Şubat’ında gerçekleştirilecek Rum Cumhurbaşkanlığı seçimleri de beklemeyi isteyen Türkiye’ye önemli bir fırsat sağlayacaktır. Zaten 2014’de de KKTC parlamento seçimlerine gidecek ve her bir seçim tarih boyunca her tür müzakereyi durdurmuştur. Dolayısıyla müzakerelerin Ağustos 2011’e dek donması dahi zaten bir anlamda sürecin sonlanmasıdır ve BM Genel Sekreteri aslında bunu engellemek istemektedir. BM Genel Sekreteri’nin bizzat devreye girmesi de “işin ciddiye binmesi”, BM’nin ağırlığının artması, yeni bir “dışarıda yazılmış planın” tarafların önüne konulması ihtimalinin canlanması anlamlarına gelir.

Süreçte Merkel Kesintisi

BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi, müzakere sürecine başlangıcından itibaren eşlik ediyordu ancak Ban Ki Moon’un Kasım ayındaki doğrudan müdahalesine dek BM’nin müzakerelerde aktif bir tutum sergilemediğini söylemek yanlış olmaz. Özel Temsilcinin yaptığı liderlerin her buluşmasından sonra “sürecin çok iyi ilerlediğini” ifade eden basın açıklamalarından ibaretti. Açıklamaları da gerçeği yansıtmıyordu. Bu zaman diliminde AB’nin süreci yapıcı şekilde yönlendirmek için fırsatı vardı ancak tüm girişimlerinde olduğu gibi Kıbrıs’ta da başarısız oldu. Belki bunda İngiltere ve Fransa açısından çakışan çıkarlarının etkisi olmuştur ancak Almanya için aynısını söylemek doğru olmaz. Kesin olan AB ne Doğrudan Ticaret Tüzüğü’nde vaatlerine uygun bir ilerleme sağlayabildi ne Kuzey Kıbrıs’ın ekonomik anlamda güçlendirilmesine girişti ne de Rumları sorununu halletmesi için zorladı. Şimdi BM Genel Sekreteri’nin ikişer aylık sürelerle süreci çok sıkı bir şekilde yakın takibe aldığı dönemde ise müzakere sürecini olumsuz etkileyecek bir açıklama Merkel’den geldi.

Kıbrıs Sorunu’nun çözülmesini özellikle AB-NATO iş birliğinin geliştirilebilmesi için isteyen Merkel’in kendi hedefine de hizmet etmeyen açıklaması, BM’nin girişimine zarar veriyor. Ban Ki Moon’un uluslararası bir konferansı gündeme getirerek 2003’deki Bürgenstock sürecinin bir benzerini oluşturma niyetinde olduğu, Rum gazetelerinde başlıca endişe kaynağı olarak işlenmekteydi. Anlaşılan Hristofyas 26 Ocak buluşması öncesi için acil yardım talebinde bulundu. Merkel’in “Hangi Gezegende Yaşıyor” başlıklarının atılmasına sebep olan “Rum tarafı onurlu bir anlaşmaya hazırken Türk tarafının bu adımlara karşılık vermediği” sözleri de Rumların uzlaşmazlığı algısını kırma amacı taşıyor olsa gerek. Aslında Hristofyas’ın elini 26 Ocak için güçlendirdiği gibi görüşmeden kaçma fırsatı da yaratmıştır. Her halükarda AB’nin sorunun bir tarafı olduğu vurgusu yapılmış, Bir Alman Başbakanı’nın Kıbrıs’ı ilk ziyareti anlamlandırılmıştır.

Rum ana muhalefet partisi DİSİ’nin lideri Nikos Anastasiadis’in Merkel’e, AB’nin Kıbrıs sorununa üst düzey bir yetkili atayarak müdahil olması çağrısı da kayda değerdir. Anlamı, olası bir uluslararası konferansta masada Kıbrıslı Türklerin karşısına Rum ve Yunan temsilcilerle birlikte hareket edecek bir de AB temsilcisinin oturtulması için mekanizmanın artık tetiklendiğidir.

Hristofyas’a Destek

Muhalefetin ve özellikle Ortodoks Rum Kilisesi’nin hedefindeki Hristofyas için Merkel’in ziyaret ve açıklamalarının ayrı bir önemi daha bulunuyor. Uluslararası kamuoyunda Papadopulos döneminde oluşan olumsuz imajın Rum Yönetimi lehine düzeltilmesi Hristofyas’ın liderlik vaatlerinden biriydi. Merkel’in “onur”landırması, hedefe ulaşıldığına ilişkin önemli bir veri oluşturdu. Oy kaybı yaşamakta olan Hristofyas ve partisi AKEL’e de Mayıs’taki parlamento seçimleri için moral destek oldu. Şu an seçimlerde şansı biraz daha yüksek görünen DİSİ’nin Yunan milliyetçiliğine yakın olması ve Yunanistan’ın yeni dönemde Türkiye ile ilişkileri sertleştirme politikasına yönelmesi, DİSİ’nin müzakerelerde daha da fazla ayak direyeceğinin emaresidir. Komünist ideolojiden uzaklaşarak Makarios, Papadopulos çizgisine yerleşmesine rağmen AKEL müzakerelerin devamını isteyenler için hala eldeki en iyi ihtimal. Bu, 26 Ocak’tan sonra da, Rum tarafındaki seçimler sonuçlanana dek, Merkel’in yaptığı türden açıklamalarla sık sık karşılaşılacağı anlamına gelir.

Gözde KILIÇ YAŞIN

21.Yüzyıl Türkiye Enstitüsü

Balkanlar ve Kıbrıs Uzmanı

http://www.21yyte.org/tr/yazi6057-Merkelin_Kibris_Cikarmasi.html

Füze Kalkanının Gerçek Hedefi

füze kalkanının gerçek hedefi

Geçtiğimiz aylarda dünyanın ve Türkiye’nin gündemine oturan füze kalkanının gerçek hedefi meselesi kamuoyunda birçok kez tartışıldı. George W. Bush döneminde Polonya merkezli ve kısa menzilli olmak üzere hayata geçirilmesi planlanan Füze Kalkanı Projesi, Barack Obama döneminde menzili genişletilip bütün Avrupa’yı içine alabilecek bir şekilde modifiye edildi. Projenin yayınlanan detaylarına bakıldığında yenilenmiş Füze Kalkanı Projesi’nin tam anlamıyla hayata geçirilmesinin 2020’leri bulacağını görmek mümkündür. Kamuoyunda da sıkça tartışıldığı gibi akıllara gelen asıl soru şudur: “Eğer Füze Kalkanı Projesi sadece İran’a yönelik yapılan bir hamleyse nükleer yapılanmasını bir kaç yıl içinde tamamlayacak İran için alınması gereken önlem bu mu olmalıdır?”

 Asıl sorulması gereken soru şudur:

Amerika Birleşik Devletleri’ni, George W. Bush döneminde Polonya merkezli olarak hazırlanmaya başlanan, daha az kapsamlı ama daha kısa sürede hayata geçirilebilecek bir proje yerine; daha geniş kapsamlı ama uzun vadede sonuç verecek bir projeye yönelten sebep nedir? 

Bu sorunun cevabını “Füze kalkanı’nın gerçek hedefi ne?” sorusu üzerine yoğunlaşarak bulabiliriz. Füze Kalkanı Projesi’nin asıl hedefi İran mıdır yoksa hedef daha büyük ya da daha farklı mıdır? George W. Bush döneminde hazırlanan projenin temel öğesinin İran olduğunu söylemek zor değildir. Gerek projenin kısa zamanda hayata geçirilmesi özelliği gerekse belli bir alanı kapsaması göz önünde bulundurulduğunda İran‘a karşı yapıldığını söylemek mümkündür. Ancak Obama döneminde yenilenen proje kapsamında genişletilen menzil özelliği ve daha uzun sürede uygulanacağı durumu dikkate alındığında projenin hedefinin değiştiği; bunun tek ve uzun vadeli hedefinin İran olmadığı anlaşılmaktadır.

Türkiye yeterli farkındalığa ulaşmamış olsa da Şii bir İran, Sunni çoğunluğa sahip ancak Şii azınlıkları tehdit olarak gören Arap devletlerini barındıran Arap dünyasında tehlikeli görülmektedir. Bununla birlikte Arap olmayan ve Şii olan İran’ın ekseriyeti Arap ve Sunni olan Arap dünyasında nükleer silah sahibi olma ihtimali bile bir çok Arap ülkesini tedbir almak zorunda bırakmıştır. Son dönemde Fransa’nın, Rusya’nın, Çin’in ve hatta Hindistan’ın destekleriyle Ürdün, Suudi Arabistan, Mısır gibi bir çok ülkenin yavaş da olsa nükleer enerji çalışmalarına başladığını görmek mümkündür.

Kısacası İran sadece ABD ve Avrupa gözünde değil Sünni Arap dünyasının gözünde de bir risk haline dönüşmektedir. İran’ın nükleer yapılanma yolunda ilerlemesi kısa zamanda Orta Doğu’da birçok ülkenin hızlı ve kontrolsüz bir biçimde nükleerleşmesine sebebiyet verebilir.

Bu durum göz önüne alındığında 2020‘lerde Orta Doğu‘da sadece İran değil bir çok ülkenin nükleerleştiğini görmek ve bölgenin patlamaya hazır bir durumda olabileceğini anlamak kimse için zor değildir. Bununla beraber Pakistan‘daki nükleer silahlanmanın şu an için ABD ve Avrupa ile ittifak halindeki ordunun kontrolünde olması bir emniyet sibobu olarak görülmektedir. Bununla birlikte nükleer yapılanmanın radikal bir Pakistan’ın eline geçmesi olasılığı Orta Doğu’nun nükleer tehdit durumuna Asya‘yı da eklemektedir. Bütün bu hesaplar ve olasılıklar değerlendirildiğinde ABD’nin bu projeyi niçin daha geniş kapsamlı bir hale getirdiği ve daha geniş bir zamana yaydığını anlamak zor olmayacaktır.

Füze Kalkanının Gerçek Hedefi

Sonuç olarak, Füze Kalkanı Projesi’nin hedefi bugün İran gibi görünmekle beraber asıl hedefinin nükleer geleceği bulanık görünen Orta Doğu ve Asya olduğu öngörülebilmektedir.

Yrd. Doç. Dr. Burak Küntay

Bahçeşehir Üniversitesi

Hükümet ve Liderlik Okulu (HLO) Başkanı

Enerji ve Güvenliği Üzerine Notlar

0

Devlet içinde ve dışındaki bilgi birikimi, uzmanlık, insan kaynağını, bakış açısı, hafızayı bir araya getirecek bir Enerji Güvenlik Konseyi’nin kurulması isabetli olabilir.

WikiLeaks’in Gerçek Etkisi

0

WikiLeaks belgeleri ortaya çıktığından beri gündemden düşmeyen önemli bir konu olarak dünya gündeminin en ön sıralarında yer almaya devam ediyor. Belgeler açıklandığı gün itibariyle tüm dünya diplomasisinde büyük sıkıntılar yaratacağı ifade edilmiştir. WikiLeaks belgeleri öyle bir durum yarattı ki belgeleri kaale alıp bir ülkeye tavır almaya kalktığınız zaman bütün dünya ile karşı karşıya geleceğiniz bir ortam meydana geliyor. Bundan dolayı WikiLeaks belgelerinin diplomatik anlamda dünyada kriz yaratacağı kanaatinde değilim. Zaten belgeler yayınlanmaya başladığı ilk günden itibaren bir çok ülkenin üst düzey yöneticilerinin verdiği mesajlar ülkelerin ikili ilişkilerinde belgelerin kötü bir etki yaratmayacağı doğrultusundaydı. WikiLeaks belgelerinin asıl büyük deprem etkisini dış politikadan ziyade ülkelerin iç politikalarında, bilhassa ABD’nin iç politikasında yaratacağı inancındayım.

Füze Kalkanı Projesi’ne Genel Bakış

0

ABD’nin yıllardır süren tehdit algısı günümüzde de varlığını sürdürmektedir. ABD bu kapsamda kendisine gelebilecek olan olası bir saldırıyı engellemek için olağan gücünü ortaya koymaktadır. Günümüzde ABD, İran’dan veya Kuzey Kore’den gelebilecek bir füze saldırısı için Füze Kalkanı Projesi adı altında bir füze savunma sistemi geliştirmiştir.

Türkiye’nin Tam Üyelik Başvurusu ve Başvuruya AT Komisyonun Görüş Raporu

0

Türkiye’nin Tam Üyelik Başvurusu  (1987-1989)  ve Başvuruya AT Komisyonun Görüş Raporu (18 Aralık 1989)

Türkiye Cumhuriyeti 1923 yıllındaki kurulumundan bu yana siyasi bir misyon yüklenip yüzünü batıya dönmüştür. Bu misyon doğrultusunda daima batılı medeniyetler seviyesini kendisine hedef olarak belirlemiştir. Bu yeni kimliğin doğal sonucu olarak da, 1950’li yıllarda başlayan Avrupa Topluluğu’nun oluşum hareketiyle olabildiğince yakın ilişkiler sürdürme çabası göstermiştir.

Küreselleşen Dünyada İstanbul

0

Sizleri, gittikçe kozmopolitleşen ve küreselleşen dünyanın getirdiği fırsat ve zorlukları anlamamıza yardımcı olacak, “İstanbul deneyimi üzerine değerlendirmelerin” yapılacağı sempozyumlar serisine davet etmekten memnuniyet duyarız. Sempozyumlarımızın Bahçeşehir Üniversitesi ve İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı tarafından desteklenmekte, devam eden “Küreselleşen Dünyada İstanbul” projemizin kapsamında yer almaktadır.

Bahçeşehir Üniversitesi

Ayrıntılar için afiş resmini inceleyebilirsiniz…

Kosova Seçimlerinin Ardından

0

Kosova, bağımsızlığını ilan ettiği 17 Şubat 2008’den sonraki ilk parlamento seçimlerini 12 Aralık 2010’da gerçekleştirdi. Resmi olmayan seçim sonuçlarına göre Kosova’yı bağımsızlığa taşıyan Başbakan Haşim Taçi ve lideri olduğu Kosova Demokratik Partisi’nin (PDK- Partia Demokratike e Kosoves) yeni döneminde de oyların çoğunu aldı. Anayasa Mahkemesi’nin aldığı kararla parti liderliği ve Cumhurbaşkanlığı arasında tercih yapmak zorunda kalarak Cumhurbaşkanlığından istifa eden ancak Kurultay’da parti liderliğini de kazanamayan Fatmir Seydiu seçimlerin “en çok kaybedeni” oldu. Ancak partisi Kosova Demokratik Birliği (LDK- Lidhja Demokratike e Kosoves),[1]yeni lideri İsa Mustafa ile seçimleri ikinci sırada bitirdi. Seçimlerin “en çok kazananı” ise ilk kez seçimlere girerek halkın kendine desteğini ölçen Lëvizja Vetëvendosje (Kendin Karar Ver/ Kendi Kaderini Tayin / Self Determinasyon) Hareketi ve liderleri Albin Kurti oldu.

Kosova Cumhurbaşkanı Fatmir Seydiu’nun 27 Eylül 2010’da istifa etmesi ve Kosova Demokratik Birliği’nin koalisyon hükümetinden çekilmesi ülkede siyasal krizi başlatmıştı. Muhalefet partisi Yeni Kosova İttifakı’nın (AKR) önergesi ile gidilen güven oylamasında, Başbakan Haşim Taçi Hükümeti düşürüldü[2]ve erken seçim süreci başladı. Ancak olağan seçim tarihi de 13 Şubat 2011’di ve iktidar partisi, erken seçime gönüllü olmakla seçimlerdeki avantajını arttırdı ve daha fazla yıpranmadan bir anlamda “seçim tazelemiş” oldu. Seçimler Kosova’nın bağımsızlık sonrasındaki ilk parlamento seçimleri olması nedeniyle de önemli. Kosova Parlamentosu’nun 120 sandalyesi için 12 Aralık’taki seçimlerde 29 siyasi oluşumdan[3]1,262 milletvekili adayı yarıştı. Seçimleri sivil toplum kuruluşlarının 5 bin, uluslararası örgütlerin 493 ve büyükelçiliklerin 351 gözlemcisi izledi. Aslında özellikle Vetëvendosje-Self Determinasyon Hareketi’nin Drenas, Skenderaj ve Dukagjini bölgelerinde seçim usulsüzlükleri yapıldığı iddiaları bulunuyor ancak itirazlar ciddi bir ses haline gelmedikçe uluslararası gözlemcilerin raporu olumlu çıkacaktır.

Kosova’daki 1 milyon 630 bin kayıtlı seçmenin ancak %45’i sandık başına gitti. Henüz Sırbistan’ın parçası iken 17 Kasım 2007’de yapılan genel seçimlerde de katılım %40,1 düzeyindeydi. Kosovalı Sırpların seçimleri boykot etmesi dikkate alınması gereken bir unsurdur ancak açıktır ki nüfus oranları da %55 değil. Dolayısıyla görüldüğü kadarıyla “yeni bir devlet”, “kendini yönetme hakkı” Kosovalılar için dünyanın geri kalanında yarattığı heyecanı yaratmış değil. Burada, Kosova’nın aslında hala kendini yönetemiyor olması, UNMIK,[4] EULEX[5] ve NATO’nun ülkenin gerçek karar vericileri gibi görünmesinin etkili olduğu düşünülebilir. Bu ihtimali değerlendirebilmek, yani genelde Kosova’nın, özelde Arnavutlar’ın yönetimi belirlemedeki isteksizliklerinin ardında “gerçek bağımsızlık” arayışı olup olmadığını test edebilmek mümkündür. Vetëvendosje Hareketi’nin alacağı oylar bu anlamda önemli bir veri olabilir veya olabilirdi.

  • Gerçek Bağımsızlık İçin “Kendin Karar Ver”

Albin Kurti’nin liderliğindeki Vetëvendosje-Self Determinasyon Hareketi, kendi misyonunu, “Siyasi kutuplaşma ve şiddete başvurmayan demokratik çatışma” olarak tanımlıyor. Kosova’daki BM yönetim; Ahtisaari Planı ve EULEX’e yönelik sert muhalif tutumuyla biliniyor. Bir anlamda Gürcistan ve Ukrayna’da yaşanan Turuncu Devrimleri modelliyor. Ancak Kosova’ya yerleşmiş ve dolayısıyla “Kosova’nın gerçek bağımsızlığını engelleyen” uluslararası güçlere karşı olmaları nedeniyle onlardan farklılaşıyorlar. Hareketin liderleri de şiddete başvurmayan aktivistler olarak biliniyorlar. UNMIK’e atfen hazırladıkları, “UNMIKistan” ve “UNMIKolonialism” gibi “esprili” pankartlarının yerini son dönemde EULEX’in araçlarını hedef alan zarar verici eylemlerin aldığı da bir gerçek. Ancak Kurti’nin bu eylemlerin sorumlusu olarak yargılanması, liderliğini yaptığı Hareket’e duyulan sempatiyi arttırdı ve kesinlikle seçim sonrası başarısına katkı sağladı. Self Determinasyon Hareketi’nin ayırt edici bir özelliği de Ahtisaari paketinin tamamen yürürlükten kaldırılması ve bir referandumla “geleceğin tayin edilmesi” nin siyasi ajandasında bulunmasıdır.[6] Albin Kurti, lafı dolandırmadan da Kosova’nın Arnavutluk’la birleşme hakkı olduğunu ifade etmektedir.[7] Seçim çalışmalarına da Kosova’nın bölünmüş kenti Mitroviça’dan başlayan Kurti, Sırp paralel yapılarının tamamen kaldırılması suretiyle toprak bütünlüğünün tam olarak sağlanmasını öncelikli hedef olarak gösteriyor. Söylemlerinde şiddet tehdidi içeren ifadeler hiçbir şekilde bulunmuyorsa da özellikle Arnavutları “gerçek bağımsızlık” noktasında keskinleştirme girişimi, Batı’yı rahatsız ediyor. Üstelik Albin Kurti söylemlerinde bölgesel istikrar ve güvenlik konularını ikincil mesele olarak tanımlıyor. Her halükarda dikkatle takip edilmesi gereken bir isim ve bunu “tam bağımsızlık” söyleminin cazibesine borçlu.

Sandık çıkışı anketleri oyların  %31’ini Haşim Taçi’nin PDK’sının, % 25’ini İsa Mustafa’nın liderliğindeki LDK’nın, %17’sini de Vetëvendosje-Self Determinasyon Hareketi’nin aldığını gösteriyor. Bu, Vetëvendosje Hareketi’nin büyük bir çıkış yaptığının göstergesi kabul edilebilir. Seçim öncesi kamuoyu yoklamaları da benzer oranları gösteriyor idiyse de, aslında Kurti’nin daha fazla oy alması beklenebilirdi. Bulgaristan’da GERB’in iktidara ani çıkışı gibi birçok ülkede seçimlere ilk kez katılan partilerin kendilerini tek başına iktidara taşıyan oy alabildiği gözlemlenmiştir. Ancak Self Determinasyon Hareketi’nin artık bir siyasi parti olarak varlık göstermesinin seçimlere ilgisizlikte dahi bir değişiklik yapmaması dikkat çekicidir. Açıkçası kendisinden beklenen heyecan ortamını Kosova’da yaratamamıştır. İlk iki partinin değişmemesi de sadece Kurti’nin değil diğer tüm partilerin önceki yönetimler için gündeme getirdiği yolsuzluk, kötü yönetim ve başarısızlık iddialarının halkta karşılık bulmadığını da gösteriyor. Elbette ki, seçimlerde çok ciddi usulsüzlükler yapılmadı ve seçim sonuçlarıyla oynanmadıysa. Bu tablo, Kosova’daki çoğunluğun AB ve NATO hedefini örneğin Arnavutluk’la birleşmeye göre daha fazla önemsediğinin de bir göstergesi olsa gerek. Bunu tetikleyenler arasında ise herhalde yüksek işsizlik oranları ve iyileşemeyen ekonomi başı çekmektedir.

  • Kosovalı Türkler

Seçimlerin önemli gelişmelerinden biri de, Kosovalı Türklerin ikinci bir parti çıkarması olmuştu. Altı ay önce kurulan Kosova Türk Birliği (KTB) bu yıl ilk kez seçimlere katılan Kosova partilerinden biriydi. Kosova Türk Demokratik Partisi (KDTP) 12 Aralıkta yapılacak genel seçimlere 48 aday ile katılırken Kosova Türk Birliği de 25 aday gösterdi. Mamuşa şehrinde kurulmuş olması nedeniyle, iki Türk partisinin özellikle Mamuşa’da yarışacağı, KTB’nin şimdilik Kosova’nın diğer bölgelerinde çok etkili olamayacağı düşünülüyordu. Nitekim sandık çıkışı anketleri Mamuşa’da da ibrenin KDTP’den yana olduğunu gösterdi.

KDTP, seçimlerde 4 milletvekilliği kazanmayı hedeflemişse de resmi olmayan sonuçlar ancak 3 milletvekili çıkarabildiğini gösteriyor. Parlamentodaki 2 sandalyenin zaten Türk azınlığa ayrılmış olduğu[8] ve bir önceki dönemde de KDTP’nin Kosova Türklerini parlamentoda 3 milletvekili ile temsil ettiği düşünüldüğünde “yeni bir başarı”dan söz etmek mümkün değildir. Yeni bir Türk partisinin varlığına rağmen konumunu koruması, “göreceli” başarı sayılabilecekse de yine bir Türk partisi ile yarışması başlı başına bir talihsizliktir. Nisan 2011’de yapılacak nüfus sayımına yönelik iki Türk partisinin ortak çalışması ise elzemdir. Nitekim bundan sonraki seçimlerde “parlamento kota”larını bir anlamda nüfus sayımı sonuçları belirleyecektir.

Türklerin yaşadığı bölgelerde seçime katılımın ülke geneline göre yüksek olması, kuşkusuz ki “kimlik” algılaması bakımından bir avantaj yaratmaktadır. Ne var ki, Bulgaristan örneğinde görülen “ülke genelinde seçimlere katılımın düşük olması ancak Türk azınlığın nerdeyse firesiz sandığa gitmesinin sonucu olarak Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin ülkenin 3. Büyük partisi haline gelmesi” gibi bir sonuçtan henüz KDTP ya da KTB uzaktır. İki parti arasındaki rekabetin en yoğun yaşandığı Mamuşa’da seçimlere katılımın yüzde 60’larda “kalması”, bu yargıyı güçlendirmektedir. Türkiye’deki sivil toplum örgütlerinin girişimi ile Türkiye’de yaşayan yaklaşık iki bin Kosovalının uçak ve otobüslerle Kosova’ya taşındığını da belirtmek gerekir. Kosovalı Türk seçmenin yaklaşık sayısı için 7 bin denilebilecekse, özellikle Mamuşa’da oyların bölünmesi aslında bir talihsizlik olmuştur.

  • Yeni Dönemde Kosova

Yeni dönemde Kosova Türklerini, Anayasal hakları olan Türkçe düzenlenmiş nüfus cüzdanlarını almak başta olmak üzere genel anlamda bir kimlik mücadelesi bekliyor. KDTP’nin Prizren’den aday gösterdiği Orhan Lopar da “kimlik” direnişinin en önemli isimlerinden biridir ve Türkçe kimlik verilene dek kimliğini almayı reddetmektedir. Bu seçimlerde oy pusulalarında ve seçimlerle ilgili tüm evraklarda Türkçe’nin de kullanılmış olması ümit verici olsa da mücadelenin Nisan 2011’de sonlanmayacağı kesin.

Kosova’nın koalisyon gerektiren hükümeti, aslında geçmiş dönemin sorunlarıyla uğraşmaya devam edecek. Bunların başında ise Sırbistan ile ilişkilerin normalleştirilmesi ve sınır anlaşmazlıkları başta olmak üzere pek çok konuya çözüm aramak amacıyla başlatılan müzakerelerin uluslararası toplumu memnun edecek düzeyde sürdürülmesi geliyor. Yeni Kosova Hükümeti’nin karşısında ise AB’ye katılma isteklisi bir Sırbistan yönetimi olacak. Her ne kadar Kosova Sırbistan için “kırmızı çizgi”ler kapsamında da olsa bir tarafta Uluslararası Adalet Divanı’nın Kosova’nın bağımsızlık ilanını uluslararası hukuka aykırı bulmayan kararı diğer tarafta BM üyesi 72 ülkenin Kosova’nın bağımsızlığını tanımış olması duruyor. Dolayısıyla Sırbistan bir ara formülde anlaşmak zorunda kalacak bu da ülkede erken seçim mekanizmasını harekete geçirecektir. Sırbistan için ara formül, Kosova’nın “bir parça” toprak tavizine razı olması ile ulaşılabilecek bir hedef. Bu noktada Albin Kurti ve partisinin muhalefet sıralarında oturuyor olması, süreci ciddi anlamda zorlayacaktır. Dolayısıyla bu bölge, dünden daha istikrarlı olmayacaktır. Kurulacak yeni hükümetin temel sorunları arasında yolsuzlukla etkin mücadele, hukukun üstünlüğünün tesisi ve daha önemlisi işsizlik sorununda iyileştirmenin sağlanması bulunuyor. Resmi rakamlar yüzde 48 olarak verse de Kosova’da işsizliğin yüzde 60’ları bulması, halkın gerçek sorunudur ve Arnavut, Sırp, Türk, Boşnak ya da Goralı dinlemeksizin herkesin ortak sıkıntısıdır. Böylesi bir ortamda önde gelen siyasi partilerin sadece gazete ilanlarına 60 bin Euro’dan fazla para harcadığının tespit edilmesi, bu rakamın yarısından fazlasının da Başbakan Haşim Taci’nin Demokrat Parti’si tarafından harcandığının ilan edilmesi,[9] yeni iktidarın cevaplaması gereken sorular arasında olacaktır.

Seçimin galiplerinin LDK ve PDK olması, Kosova’nın Avrupa Birliği, NATO ve Birleşmiş Milletlere üyelik hedefinin devam edeceğinin de işareti olabilir. Ancak LDK’nın lideri İsa Mustafa’nın bundan sonra PDK ile koalisyon yapmayacakları ve muhalefette kalmayı tercih edeceklerini dile getirmesi, Haşim Taçi’nin yeni bir ortak arayışına şimdiden girmesi gerektiğini gösteriyor. Muhtemeldir ki Albin Kurti öncelikli tercih olmayacaktır. Genel Başkanı (Ramuş Haradinay) Lahey’de tekrar yargılanmakta olan Kosova’nın Geleceği için İttifak (AAK- Aleanca per Ardhmerine e Kosoves) partisi, önceki seçimlere göre oy kaybına uğramış görünüyor. Ancak AAK da PDK ile koalisyon yapmayacağını ilan etti.Öyle ki, Taçi için azınlık partileri dışında alternatif kalmıyor. Sırpların parlamentoya yaklaşık 15 milletvekili sokabilmesi, sadece oy kullanan Sırpların artık Kosova’yı tanıdığı anlamına gelmiyor. Aynı zamanda Kosova’nın Sırbistan’la yeniden başlatılacak müzakereleri yürütecek yeni hükümetin ortağı olabilecekleri anlamına da geliyor. Kosovalı Türkleri temsil eden KDTP’nin de önceki üç dönemde olduğu gibi hükümette yer alması ve belki 1 bakanlık, 2 bakan yardımcılığı formülünü biraz daha ileriye taşıması söz konusu olacaktır. Haşim Taçi’nin seçim çalışmalarında Türk bayraklarını kullanması da böylesi bir beklentiyi güçlendirmektedir.

Gözde KILIÇ YAŞIN

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü

Balkanlar ve Kıbrıs Uzmanı

http://www.21yyte.org/tr/yazi6024-Kosova_Secimlerinin_Ardindan.html


[1] Kosova’nın ilk Cumhurbaşkanı İbrahim Rugova’nın liderliğini yaptığı Kosova Demokratik Birliği (LDK), Rugova’nın ölümünden sonra 2006 yılında Fatmir Seydiu’yu parti başkanı seçmişti. 2007 seçimlerinde oyların yüzde 22,6’sını alarak parlamentoya 25 milletvekiline sokmuş, ikinci parti olarak PDK ile koalisyona gitmişti. Priştine belediye başkanı İsa Mustafa, LDK’nın 7 Kasım 2010’da yapılan 7. Kurultay’ında 234 oyla parti liderliğine getirildi. (Seydiu ise 125 oy aldı)

[2]Güven oylamasında, Taçi’nin PDK milletvekillerinin de dahil olduğu 66 milletvekili, hükümetin düşmesi yönünde oy kullandı. 1 milletvekili karşı oy verirken, 2 milletvekili çekimser kaldı.

[3]Bunların içinde Arnavutların çoğunluğu oluşturdukları parti sayısı 7, Türklerin parti sayısı 2’dir.

[4] UNMIK-United Nations Interim Administration Mission in Kosovo, BM Geçici Kosova Misyonu, http://www.unmikonline.org/

[5] EULEX-The European Union Rule of Law Mission in Kosovo, (AB’nin Polis ve Yargı Misyonu), http://www.eulex-kosovo.eu

[6] Albin Kurti, Guardian of Flame of Kosovo Nationalism, 8.Aralık 2010, http://www.balkaninsight.com/en/article/albin-kurti-guardian-of-flame-of-kosovo-nationalism

[7] Albin Kurti: Kosovo has the right to union with Albania, 21 Haziran 2010, Radio Free Europe; http://balkanblog.org/2010/06/22/dumm-sabbel-albin-kurti-zur-wieder-vereinigung-mit-albanien/print/

[8] Kosova Parlamentosu’ndaki 120 sandalyenin 10’u Sırplara olmak üzere 20’si azınlıklara ayrılmıştır. Türklere verilen sandalye sayısı ise 2’dir. 2 milyon nüfuslu Kosova’da 120 bin Sırp’ın yaşadığı hesaba katılarak 10 sandalye verilmişse de, bugün Sırpların gerçek nüfusunun 80 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir.

[9] STK’lar koalisyonu Democracy in Action’ın 5 Aralık Pazar günü yaptığı açıklama, “Kosova’daki siyasi partiler kampanya kurallarını çiğnediler”, SETİMES, 6 Aralık 2010