Home Blog Page 583

Yeni Büyükelçi, Yeni Dönem

0

James Jeffrey’nin Irak Büyükelçisi olarak atanmasından sonra Ankara’ya bir türlü yeni bir büyükelçi atanamadı. James Jeffrey’nin Bush’un son Ankara Büyükelçisi ataması olduğunu düşünürsek herkesin Obama’nın başkan olduktan sonra ki ilk Ankara büyükelçisi atamasını merakla beklediğini söyleyebiliriz. Obama’nın Ankara büyükelçiliği için atamayı düşündüğü isim Türkiye’yi yine yakından tanıyan, iyi bilen hem de en az Jeffrey kadar tecrübeli olan Frank Ricciardone idi. Obama’nın ataması Amerikan Senatosu’na onaya sunulmakla birlikte Senato’dan onay alıp kabul gördü. Ancak dönemin Kansas Senatörü Sam Brownback’in veto etmesi nedeniyle atama uzunca bir süre gecikti. Sam Brownback’in veto etmesinin sebebi Türkiye’de Ermeni lobisiyle ilişkilendirilse de Brownback’in tavrının Ermeni lobisiyle hiç bir alakası yoktu. Brownback’in tavrının asıl sebebi Ricciardone’nin Mısır’daki büyükelçiliği döneminde Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek ile olan ilişkileriydi. Ricciardone’nin ataması Mübarek’in anti-demokratik uygulamalarına göz yumduğu ve Mübarek’ten kaynaklanan bir takım ithamlardan dolayı Brownback tarafından veto edildi.

KKTC Lefkoşa Milletvekili Serdar Denktaş İle “Kıbrıs Sorunu” Üzerine Röportaj

İlknur Yantuna: Yaklaşık iki buçuk yıldır sürmekte olan Kıbrıs görüşmelerinde son dönemde herhangi bir gelişme sağlanamaması sebebiyle BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un çağrısıyla liderler 26 Ocak 2011’de Cenevre’de buluştu. Kıbrıs Türk basınında yayınlanan dört maddelik Türk önerileri ve Rum tarafından yapılan açıklamaları göz önüne alırsak siz Cenevre görüşmelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Serdar Denktaş

Serdar Denktaş: Türk tarafı Cenevre görüşmelerine 6 başlık üzerinde iki tarafı uzlaştırmaya yönelik bir belge ile katılmıştı. Birleşmiş Milletler (BM) önerilerimizi içerik açısından BM zemini içinde bulmasına rağmen Rum tarafı ayni önerileri zemin dışı olduğu iddiası ile reddetmiştir. BM Genel Sekreterliği her ne kadar da tarafları yeniden görüşmeye davet edeceğini belirtmişse de mevcut sürecin bir sonuca ulaşma ihtimali son derece düşüktür.

İlknur Yantuna: KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, Türk tarafının Cenevre’deki görüşmelerde artık Kıbrıs konusunda sonuca varabilecekleri şekilde bir çalışma yapılması beklentisi içinde olduklarını belirtmişti. Hem Güney Kıbrıs’ta, hem de Türkiye’de yapılacak olan seçimleri düşündüğümüzde, sizce Cenevre görüşmelerini gerektiren bir etken de Kıbrıs’taki doğal takvim midir?

Serdar Denktaş: Bu yıl içinde Türkiye ve GKRY seçimleri göz önünde bulundurularak süreç hızlandırılmıştır. Türkiye’de mevcut iktidarın devam edeceği kanaati var olsa da, ayni kanaat Rum tarafı için geçerli değildir. Hristofyas kendi partisi içinde dahi eleştirilmekte ve seçimleri kaybedeceği kesin görülmektedir. Kısa süre önce KKTC seçimlerinde yaşanan lider değişikliğinin sürece olumsuz katkı yaptığı düşüncesi ile BMGS mevcut liderlerle bir sonuca ulaşabilme uğraşı içerisine girmiştir.

AKP iktidarı Kıbrıs Sorununu bir çözüme ulaştırma konusunda ne kadar iyi niyetli davranırsa davransın, Kıbrıs’ın iki tarafındaki liderler kim olursa olsun,1964 yılında BMGS’ye yüklenen “iyi niyet misyonu” çerçevesinde Kıbrıs sorununun çözümlenebilmesi imkansızdır. Aradan geçen süre içerisinde ortaya çıkan de facto durum 1964 yaklaşımı ile çözülemez. Bize göre Türk tarafının zafiyeti bu gerçekle BM’yi yüzleştirme becerisinde yatmaktadır. Rum tarafı kendilerini legalize eden 1964 kararına sıkı sıkı sarılarak zamana oynamakta, Türk tarafı ise “olumsuz” görünmeme psikolojisi içinde pozisyon korumaya çalışmaktadır. Karşılıklı olarak ortaya konulan bu yaklaşımdan en büyük zararı görenler ise Kıbrıslı Türklerdir.

İlknur Yantuna: Almanya Başbakanı Angela D.Merkel’in 11 Ocak 2011 tarihinde Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ne yaptığı günübirlik ziyareti ve görüşme esnasında Kıbrıs Türk tarafının çözüm sürecinde Rum’ların adımlarına karşılık vermediğine yönelik yorumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Serdar Denktaş: Daha önce de belirttiğim gibi Hristofyas’ın seçimlerine yönelik olarak yapılmış, son derece zamansız ve Almanya Başbakanı’nın çok iyi bildiği gerçekleri ters yüz ettiği bir açıklamadır. Türk dış politikasının “bir adım önde olma” gayretlerinin de bir işe yaramadığının en bariz göstergesidir. Son iki buçuk yıllık süre içerisinde Rum tarafı bilinen pozisyonlarından hiç sapmaksızın yoluna devam ederken, sürekli açılım yaparak zeminini zayıflatan taraf Türk tarafı olmuştur. Türkiye’nin halen yürütmeye çalıştığı “komşularla sıfır sorun” siyasetinde Kıbrıs önemli bir sorun ve ayni zamanda göstergedir. Rum tarafının taleplerini kabul ederseniz komşu Kıbrıs’la sıfır sorun hedefini yakalarsınız. Elbette ayni şekilde diğer komşularla sorunlarınızı da ayni yaklaşımla sıfırlayabilirsiniz. Peki bu Türkiye’nin önünü açar mı yoksa Türkiye’yi istendiği anda istenilen yere sürüklenen bir pozisyona mı sokar? Bu soruların cevabı için Kıbrıs konusunda Merkel yaklaşımını iyi etüt etmek gerekir. AB tüm üyeleri ile birlikte Kıbrıs konusunda artık taraf konumundadır. Türkiye ise bu birliğe adaydır ve Rum tarafı üyelik kozunu sonuna kadar oynayacaktır. Almanya Fransa gibi ülkeler ise Türkiye’nin üyeliği konusundaki çekincelerini Kıbrıs arkasına saklanarak devam ettireceklerdir. Merkel olayı da bu açıdan bakarak irdelenmelidir.

İlknur Yantuna: Devlet Planlama Örgütü’nün KKTC istatistiklerine baktığımızda 1999-2005 arası yüzde 1 olan nufüs artış hızının 2006’da yüzde 16.9’a çıktığını görüyoruz. Benzeri Çin ve Hindistan’da bile görülmeyen bu denli hızlı nüfus artışını insani kalkınma, güvenlik ve tehdit açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Serdar Denktaş: 2006 yılında yapılmış olan nüfus sayımı nedeni ile böylesi bir artış istatistiklere girmiştir. Eskiden var olan “nüfus=güç” yaklaşımı son on yıldan beri terk edilmiş durumdadır. Artık anlaşılmıştır ki güçlü toplum, yaşam standardı yüksek eğitimli toplumdur. KKTC kendi vatandaşlarını bu anlamda güçlendirmek zorundadır.

İlknur Yantuna: Kıbrıs meselesi ve iç politikanın yanında KKTC’de ekonominin ciddi bir sorun olarak gündeme geldiği görülmektedir. Büyüme, kayıt dışı ekonomi, bütçe açığı, üretimsizlik, maaşların gününde ödenememesi gibi sorunlar halk arasında gündemin birinci sırasında yer almaktadır. Sizce ekonominin hareketlendirilmesi için neler yapılabilir? Ekonomik sorunlarının çözmüş bir KKTC’nin müzakere masasında daha güçlü duracağına inanıyor musunuz?

Serdar Denktaş: Ekonomik anlamda kendi ayakları üzerinde duran bir KKTC elbette uluslararası arenada da daha saygın bir yer elde edecektir. Yıllardan beridir gerek Türkiye Cumhuriyeti gerekse KKTC hükümetlerinin yanlış yaklaşımları nedeniyle bugünkü sıkıntılar yaşanmaktadır. Bu uygulamaların içerisinde yer alan bir siyasi olarak bu özeleştiriyi yapmak zorundayım. Kararların bir kısmına itiraz etmiş olmam bu anlamdaki sorumluluğumu azaltmaz.

Üretimden kopmuş olmamızda elbette yaşamakta olduğumuz izolasyonun payı vardır. Ancak 250,000 nüfuslu bir ülke olarak 40 mil ötemizdeki 75 milyonluk pazara ürettiklerimizi satamamanın gerekçelerini hiçbir mantık izah edemez. Devlet yapılanması açısından varolan tıkanıklıkları aşmak için KKTC parlamentosunun yeterli birikimi vardır. Bu birikimin hayata geçmemesinin ana nedeni ticari ilişkiler açısından anavatan Türkiye ile sorunlarımızı aşamamış olmamızdır. Tek yapılması gereken TC-AB Gümrük birliği antlaşmasına KKTC’nin de tek taraflı olarak dahil edilmesidir. Kıbrıslı Türklere “balık tutmayı öğretmek” yaklaşımı son derece yanlış bir yaklaşımdır. Balık tutmayı biliyoruz. Bütün sorun balık tutabileceğimiz bir denize gitmemizin engellenmekte olmasındadır. Bu manada çözüm dünya pazarları değildir. Oralara ulaşmak açısından siyasi sıkıntımız vardır. Ancak aynı sıkıntı bizi siyaseten de tanıyan tek ülke konumundaki Türkiye ile aramızda olmamalıdır.

Son zamanlarda hem Türkiye yöneticilerini hem de Kıbrıs Türk halkını rahatsız etmekte olan ve TC-KKTC ilişkilerini bir “al-ver” ilişkisi gibi sunan yaklaşımlardan kurtulmanın yolu Türkiye ile aramızda bir serbest ticaret ilişkisinin kurulmasından geçer. Bunun sağlanması halinde bütçe katkısı olarak her yıl büyüyerek tekrarlanmakta olan katkıya en fazla üç yıl içerisinde gerek kalmaz.

Bu hedefe ulaşılması iki devlet arasındaki ilişkinin şekillenmesinden ziyade Kıbrıs Sorununu yakından izleyen ülkelerin Türkiye’ye yönelik baskıları ve Kıbrıslı Türkleri aşağılayan ve yok sayan davranışlarının değişmesi açısından önemlidir.

İlknur Yantuna: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde kaçak işgücü sayısının yaklaşık 21.000’e ulaştığı tespit edilmiştir. Kayıt dışı işgücünün, ekonomik kaybın önemli bir sorun haline geldiği göz önüne alındığında bu durumun KKTC’ye etkisi ve alınabilecek tedbirler nelerdir?

Serdar Denktaş: Kayıt dışı iş gücü resmi rakamların çok üstünde bir noktaya ulaşmıştır. Bu durum sosyal yapıyı da olumsuz etkilemektedir. Kendi vatandaşlarımızın özel sektörde iş bulamadığı bir ortamda Türkiye’den de olsa işgücünün ve buradaki asgari ücretin yüksekliğini duyarak adaya dolan işsiz gücünün yarattığı sorunlar elbette büyüktür. Buna karşı duran örgütlere “Türkiye düşmanlığı” yakıştırması yapılarak sindirilmekte ve bu da halk arasında daha büyük bir infiale neden olmaktadır. Dış dünya ise gerek kendi içimizden gerekse Rum propagandasından kaynaklanan sebeplerle Türkiye’yi “nüfus aktarmak”la suçlayabilmektedir. Oysa bu gelişe “dur” demeyen KKTC muhaceretidir. Bu akışı mutlak suretle ters çevirmek zorundayız. TC-KKTC arasındaki işgücü antlaşması gelişigüzel akışı zaten engellemektedir. Ancak “aman Türkiye karşıtı suçlaması bana bulaşmasın” korkusu ile hareket eden yetkililer bu protokolü hayata geçirmemektedir.

Buradaki yüksek ücretler nedeni ile Kıbrıs’a ailesiyle beraber göç eden nüfusun aile bireylerine de eğitim ve sağlık hizmeti vermek durumunda olan KKTC devleti denetimsizlik nedeni ile sağlık ve eğitim alanında da bir planlama yapamamakta ve netice itibarı ile kendi vatandaşlarımıza eğitim ve sağlık hizmetleri devlet tarafından verilememektedir. Sürekli işbilmezlik ve tembellik suçlamasıyla karşı karşıya kalan KKTC halkının bu konulardaki duyarlılığı artık anlayışla karşılanmalı ve göç konusunda alınacak tedbirlerin bir Türkiye karşıtlığı olmadığı netleşmelidir.

İlknur Yantuna: Ortadoğu stratejisinde Kıbrıs’ın önemini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Serdar Denktaş: Kıbrıs adası tüm tarih boyunca konumu nedeni ile stratejik öneme haiz bir ada olmuştur. Özellikle son dönemlerde açığa çıkan ada etrafındaki petrol ve doğal gaz yatakları nedeniyle adanın önemi bir o kadar daha artmıştır. Kısa süre öncesine kadar Akdeniz münhasır ekonomik alan antlaşmasının var olmadığı bir bölge halinde idi. 2003 yılında GKRY’nin Mısır ile yaptığı bir anlaşmadan hareketle ada etrafında zengin petrol yatakları bulunduğunu iddia ettiğimde ilk yalanlama TC Enerji Bakanlığından gelmişti. Aradan geçen süre içerisinde nedenini hala anlayamadığım bir biçimde Türkiye bu konuda sessiz kaldı. Ancak o zamanlarda da söylediğim gibi GKRY, Mısır’dan sonra Suriye ve İsrail’le de benzeri anlaşmalara imza attı. Şimdi Yunanistan ile aynı türden bir anlaşma imzalamak peşindedirler. Bu anlaşmalar süreci tamamlandığında Türkiye Akdeniz’deki Ekonomik Münhasır Alan iddiasını zayıf bir konumda bulacaktır. Ada bu haliyle Ortadoğu Stratejisi dışında artık AB ve Türkiye açısından farklı bir stratejik önem yakalamıştır. Ada üzerinde Kıbrıslı Türk varlığının devamı ve buna bağlı sahiplilik haklarımızın korunması çok daha önem arz eden bir noktaya ulaşmıştır.

İlknur Yantuna: Bir ülkenin izlediği politikaların doğruluğu ve etkinliği kadar sahip olduğu yumuşak gücün önemi dikkate alındığında karşımıza ‘kendini anlatmak’ unsuru çıkmaktadır. Türkiye’nin yaklaşık 50 yıllık askeri ve siyasi temelli Kıbrıs politikasının beraberinde, Kıbrıs’ta Türk ve Rum halkının bağlarını kuvvetlendirecek kamu diplomasisi çalışmaları yapılmış mıdır? Bu hususta önerileriniz nelerdir?

Serdar Denktaş: Siyasi sorun ve Rum uzlaşmazlığı nedeniyle TC-GKRY ve GKRY-KKTC arasında herhangi bir çalışma yapılamamaktadır. Görüşme masasında eşit olarak bulunmamıza rağmen gerçekleşen günlük toplantılar sonrasında GKRY uluslararası alanda her türlü girişimi yapabilme imkanına sahipken biz aynı imkana sahip değiliz. Kuş gribi veya çevre sorunları gibi konularda dahi iki yönetim arasında herhangi bir işbirliği imkanı bugüne kadar yakalanamamıştır.

Türk ve Rum halklarının tarihsel olarak da hiçbir ortak mücadelede bulunmadıklarını dikkate alarak, bu iki halkı bir arada çalışmaya zorlayacak tek unsurun ekonomik unsurlar olduğuna inanmaktayız. Rumlara Türkiye’nin bir tehdit değil bir fırsat olduğunu anlatmak bizim Türkiye ile oluşturacağımız müşterek bir stratejik planlama ile mümkün olabileceğine inanmaktayım. Rum tarafı AB üyeliğine rağmen, Kıbrıslı Türkleri atlayarak Türkiye ile ilişki içerisine giremeyeceğini anladığı gün ortaya koyduğumuz yaklaşımları daha rahat içselleştirebilecektir. Bunu sağlamanın yolu her şeyden önce devam etmekte olan anlamsız ve bizi bir sonuca taşımayacak olan toplumlararası görüşmelerin bitirilmesinden geçer. Sürecin bitirilmesi ve sonrasında yapılması gerekenler konusu ayrı bir irdeleme konusudur ve günü geldiğinde bu konudaki düşüncelerimizi de gerek Türkiye gerekse KKTC kamuoyuyla paylaşacağız. Ancak bugünkü durum çerçevesinde düşüncelerimizin hayata geçirilmesi mümkün görülmemektedir.

İlknur Yantuna: KKTC’de ülkenin tanıtımına katkıda bulunan aktif ve dinamik bir genç nüfustan bahsedebilir miyiz? Kıbrıs Türk gençleri ve Türkiye’deki gençler arasında birlik ve beraberliği sağlayıcı, önyargıları kırmaya yönelik, sosyal ve kültürel ne gibi paylaşımlar yapılabilir?

Serdar Denktaş: Bu konu sanırım en hafife alınan ama aslında çok ciddi olan sorunlarımızdan bir tanesidir. 80 öncesi birçok gencimiz Türkiye üniversitelerinde okumakta, siyasal düşünceleri ne olursa olsun Türkiye’nin havasını solumakta, gerçeklerini tanımakta ve kendi içinde bir saygı oluşturmaktaydı. Kendi üniversitelerimizin kurulması sonrasında belki en olumsuz yönü gençlerimizin Türkiye’yi tanımadan yetişmeye başlaması olmuştur. Bunca üniversiteye rağmen karşılıklı bir öğrenci değişim programını bilinçli bir şekilde uygulamaya koyamamış olmamız da önemli bir eksikliktir. Anavatan-yavruvatan söylemi içinde aslında birbirini tanımayan nesiller yetişmektedir şu anda. Tatil için bile Kuzey Kıbrıs bir tercih nedeni olamamaktadır. Kuzey Kıbrıs sanki sadece gazinoların olduğu, başka enteresan hiçbir şeyin olmadığı bir destinasyon haline dönüşmüştür. Bu büyük bir hatadır ve düzeltilmesi gerekmektedir. Ayni şekilde İstanbul–Antalya dışındaki Türkiye’yi bizim insanımızın görmesi tanıması yönündeki eksikliğinde giderilmesi yolunda adımlar atılmalıdır.

Bugün Türkiye dahil dünyanın birçok ülkesinde gençlerimiz çok iyi pozisyonlarda mevkilerde bulunmaktadır. Maalesef bu gençlerimizden devletimizin yeterince faydalanmakta olduğunu söylemek pek mümkün değil. Buna rağmen birçok gencimiz bireysel uğraşları ile ülkelerine katkıda bulunma uğraşı içerisindedir. Bunu daha organize bir şekle dönüştürebilirsek, Türkiyeli ve Kıbrıslı gençleri müşterek hareket etme yolunda teşvik edebilirsek çok daha iyi sonuçlar alınacağından eminim.

İlknur Yantuna: Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmaları (TUİÇ) Platformu kuruluşundan itibaren üç yıllık süreçte oluşan, ulusal ve uluslararası alanda 30 üniversiteyi kapsayan diyalog ağı ile çalışma alanlarından birini kamu diplomasisi olarak belirlemiş bir öğrenci oluşumudur. Bu bağlamda Kıbrıs’ta bir üniversitede düzenlenecek “birbirini anlamak, birlikte yaşamak” temalı projenin yapılabilirliği ve yaratacağı etki açısından ne düşünüyorsunuz?

Serdar Denktaş: Bu ve benzeri çalışmaları son derece olumlu bulurum. Mehmetçik ve mücahidin kol kola şehit olması ile vatanlaştırdığımız bu topraklara sahip çıkmanın yolu öncelikle kendini Türk dünyasının içinde kabul eden devletlerin gençlerinin birbirini anlamasından geçtiğine inanan bir siyasetçiyim. Bunun başlangıcı elbette Türkiye ile KKTC gençlerinin bu buluşması olur. Bu örnek sonraları diğer ülkelerle de tamamlanır.

Size çalışmalarınızda başarılar dilerim…

Batı Balkanlar: Küçük Gelişmeler, Büyük Skandallar

0

Geride bıraktığımız 2010 yılının Balkanlar coğrafyası özelinde kısa bir değerlendirmesini yapacak olursak, geleceğe dair atılan önemli adımların yanı sıra daha çok sarsıcı olaylarla gündeme geldiğini görürüz. Zira bölge ülkeleri, 1990’lardan bu yana yaklaşık 20 yıllık bir dönemi geride bırakmış olmalarına rağmen, halen geçiş döneminin etkisinden tam anlamıyla kurtulamamıştır.

Yeni Dönem Türkiye-İsrail İlişkileri

0

Bu yazımda, 2007 Gazze Ablukası sonrası gelişen Türkiye-İsrail ilişkilerini mercek altına alacağım. Ancak ‘yeni dönem ilişkiler’ olarak adlandırılan bu dönemi değerlendirmeden önce Türkiye-İsrail arası ilişkilerin tarihsel boyutundan, iki ülkeyi de etkileyen bazı önemli bölgesel ve küresel gelişmelerden bahsetmekte yarar olduğu kanısındayım. Bu nedenledir ki iki ülke arası ilişkilerin başlangıç tarihi olarak 28 Mart 1949’u gösterebiliriz. Bu tarihte Türkiye, İsrail devletini halkının çoğu Müslüman olan ilk ülke olarak tanımıştır.[1]

Nedenleri ve Sonuçları ile 2006 İsrail-Lübnan Savaşı

0

Bu yazımda 2006 İsrail-Lübnan Krizi’ne yol açan nedenleri, krizin adım adım nasıl savaşa doğru ilerlediğini, savaşın görülmeyen nedenlerini ve de sonuçlarını incelemeye çalışacağım. 2006 İsrail-Lübnan Krizi; Lübnan’da bulunan Hizbullah Örgütü’nün 12 Temmuz 2006 tarihinde 8 İsrail askerini öldürmesiyle ve 2 İsrail askerini de kaçırmasıyla başlamıştır. Ayrıca Hizbullah militanları Katyuşya Füzeleri ile İsrail topraklarını vurmasını İsrail bir savaş sebebi saymış ve 12 Temmuz 2006 tarihinde başlayan kriz koşar adımlarla savaşa doğru yol almıştır. Bunun üzerine İsrail, Lübnan topraklarına havadan ve karadan operasyonlar düzenlemeye başlamıştır.

Güney Amerika’daki Gelişmeler

0

2010 yılının son ayları Latin Amerika için bazı önemli gelişmelere sahne oldu. Bu gelişmeler kıtadaki huzuru bozabilecek nitelikler taşımaktadırlar. Özellikle Nikaragua ve Kosta Rika arasındaki sınır sorunlarının tekrar gündeme gelmesi, kıtadaki bütünleşme çabalarına gölge düşürmemesi için OAS ve SICA tarafından hemen çözüm arayışlarına gidilmesine yol açmıştır. Kıtada karışıklıkların yaşanması gibi bazı ülkelerin faaliyetleri Amerika ve diğer sermaye sahibi ülkeler tarafından tepkiyle karşılanmasına ve 2011’de Latin Amerika’nın daha gündemde kalmasına sebep olacaktır.

Merkel’in GKRY’ni Ziyaretinin Düşündürdükleri

0

Almanya Başbakanı Sayın Angela D. Merkel’in 11 Ocak 2011 tarihinde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne” (GKRY) yaptığı günübirlik ziyaret sırasında Hristofyas’a “bu kadarını da beklemiyordum doğrusu” dedirtecek ölçüde gerçeklerle bağdaşmayan tek yanlı ifadelerle Rum Tarafı’nın Kıbrıs sorununa çözüm bulmayı amaçlayan müzakerelerdeki tutumundan “cesaret ve yaratıcılık” gibi nitelemeler de kullanarak övgüyle söz etmesi; Kıbrıs Türk Tarafı’nın Rumların “adımlarına karşılık veremediğini” öne sürmesi:

Yunanistan Başbakanı’na Açık Mektup

0

George A. Papandreou

10 Ocak 2011

Sayın George A. PAPANDREOU

Elen Cumhuriyeti Başbakanı

Atina

Özbek-Kırgız Çatışması

0

Küçük Vadideki Büyük Oyun

Orta Asya‘da Bağımsızlık

1985 yılının Nisan ayında SSCB Komünist Partisi sosyalist sistemin potansiyelinin tam olarak kullanılamaması, çalışma disiplininin güçlendirilmesi ve sanayi gücünün artırılması amacıyla “Sosyo-ekonomik gelişimin hızlandırılması” politikasını başlatmıştır.[1] Bu çerçevede “yolsuzluk sonucu elde edilen gelirler”e karşı mücadele kampanyası yürütülmüş, fakat olumlu sonuçlar alınamamıştır. 1985 yılının Nisan ayında başlatılan “perestroyka” ve “glasnost” reformu devlet ve toplum hayatındaki çatlamaların sinyallerini verince, komünist rejimin çöküş sürecine girmesiyle beraber dünyanın kara parçasının altıda birine sahip olan Sovyet İmparatorluğu dağılma sürecine girmiştir.[2]

Karzai’nin Rusya Ziyareti

Karzai’nin Rusya Ziyareti

B946C9E2-45BD-45A6-A067-98E3A8855566_w987_r1_s

Tarih boyunca birbirleri arasında tatsız anıları olan devletler genellikle uzunca bir süre birbirleri ile diplomatik ilişki kurmakta bir çekingenlik içinde bulunmuşlardır. Bunlara son günlerden verilebilecek örneklerden birisi de Rusya ve Afganistan arasındaki yenilenmeye çalışılan ilişkilerdir. 24 Aralık 1979 yılında Marksist hükümetin daveti üzerine Afganistan’a giren SSCB 9 yıl boyunca bu topraklarda işgalci bir kimlikle barındı. Bu 9 yıl SSCB’nin adeta bir bataklıkta çırpınışı olarak betimlenebilir ve SSCB’nin yıkılmasındaki en büyük etkenlerden birisidir. İşte bu işgalden sonra SSCB ve Afganistan ilişkileri haliyle SSCB’nin yıkılmasından sonraki süreçte de Rusya-Afganistan ilişkileri sıfıra yakın bir seyir almıştır. Böyle olması da tabii ki olağan karşılanmalıdır.

Son 1-2 yıllık periyoda kadar bu diplomatik ilişkilerdeki zayıflık devam etmiş fakat Rusya’nın yavaş yavaş pozitif yönlü davranışlarıyla bağlantılı olarak iki ülke arasındaki diplomasi trafiği artmaya başlamıştır. Örnek olarak 2010’un yaz ayı içerisinde Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Afganistan’ın toplam 12 milyar dolarlık borcunu sildiklerini açıklaması çok önemli bir olguydu. Bununla beraber Rusya’nın Afganistan’a NATO adına yaptığı Mi-171 tipi savaş helikopteri satışları, ABD ile ortaklaşa şekilde düzenlediği uyuşturucu operasyonu, NATO ile anlaşarak Afganistan’daki sorunlar için asker sevkiyatı gibi Afganistan’a yönelik tutumlarının ardından, 21 Ocak 2011 tarihinde Afganistan Cumhurbaşkanı Hamid Karzai Moskova’ya bir ziyaret gerçekleştirdi.

Karzai’nin Rusya’ya yaptığı ilk resmi ziyaret, Afganistan’ın 1979 yılında Sovyet Birliği tarafından işgalinden bu yana ikili ilişkilerde yakınlaşmanın ilk belirtisi olarak değerlendirildi.[i] Medvedev, Rusya’nın Afganistan’ın yapılanma sürecine dair yardım edeceğini belirtti. Rusya’nın Afganistan’daki enerji santralleri ile ülkenin kuzeyiyle güneyini birbirine bağlayan Salang tünelinin yenilenmesi projelerine destek vermesi bekleniyor. Bu noktada Rusya’nın tekrardan Afganistan’a dönmek istediğini fakat SSCB zamanındaki gibi plansız ve meşru olmayan bir şekilde işgal ile değil diplomasiyi üzerinden ekonomik ve enerji kaynaklarını ayrıca kültür  bağlantılarını kullanmak istediği aşikar. Örnek olarak Rusya Afganistan’a, polis, asker ve uyuşturucu ile mücadele yürüten görevlilerin öğretilmesinde yardım etmekte. Bugün Rus üniversitelerinde 400’den fazla Afganlı eğitim görüyor. Rus üniversitelerinde Afgan öğrencileri için yıllık kota 100 yere kadar artırılmış durumda…[ii]

SSCB’nin dağılmasından sonra büyük bir mirasa sahip olan Rusya, büyük gücün getirdiği büyük sorumluluktan dolayı SSCB zamanından kalma olan zayıf diplomatik ilişkilere sahip olduğu ülkeler ile birer birer masaya oturmaya başlamıştı. Afganistan’ın bu ülkeler içinde son sıralarda olmasının sebebi diğer hiçbir ülkenin ABD ve NATO  tarafından bu kadar gözetim altında olmamasından kaynaklıdır. Rusya yıllarca belki de doğru hamle için doğru zamanı beklemiş bulunmakla beraber 1-2 yıllık periyod içerisinde yeni konjonktürün getirdiği “tüm ülkerin eşit olması” prensibine uygun hareket ederek Afganistan ile olan ilişkisini de bu yönde ilerletmektedir.

Rusya’nın Afganistan’a olan hamlelerinden en büyüğü şüphesiz ki bir zamanlar kendisine karşı Afganistan’ın yanında bulunan Batılı devletler için NATO altındaki ISAF (Uluslararası Güvenlik ve Destek Gücü)‘a yardım etmeyi kabul etmesidir. Bu anlaşma dahilinde Rusya, Afganistan ordusu ve narkotik birimlerine eğitim vermesi; Afganistan’da kullanılmak üzere NATO’ya helikopter sağlaması ve Taliban’ın saldırısına maruz kalan Pakistan üzerindeki yola alternatif olarak silah ve mühimmatın Rus topraklarından geçirilmesine izin vermesi gibi maddeler bulunmaktadır.[iii]

Karzai’nin ziyaretinde söz alan Medvedev bu konuyu tekrar hatırlatırken, NATO liderliğindeki Uluslararası Güvenlik ve Destek Gücü’nün (ISAF) Afganistan’dan çekilmesinden sonra da bu ülkeye yardıma devam edeceklerini söyledi. Medvedev basın toplantısında yaptığı konuşmada da Afganistan’a yardım ettiklerini ve ISAF’ın Rusya üzerinden Afganistan’a malzeme göndermesini desteklediklerini belirtti.[iv] Karzai ise yaptığı açıklamalarda Rusya’yı kendileri adına bir ortak olarak gördüklerini ve iki ülke arasındaki ilişkilerin daha da ilerletilmesi adına çaba göstereceklerini açıkladı.

Peki Afganistan’ın Rusya için önemli noktaları neler? Böyle bir soruyla karşılaşırsak akla gelebilecek en önemli sebep Afganistan’dan Taliban’ın silinmesi çünkü Taliban sürekli olarak Çeçenistan’ı ve ordaki radikal dincileri destekleme politikası gütmekte ve silah yardımı yapmakta. Bu da tabii ki Rusya’nın zayıf karnı olarak gösterebilecek bir sorunun da lehine olan bir durum oluşturmuyor. Bu yüzden Rusya Afganistan’ı ve dolaylı olarak orda bulunan NATO ve Amerikan güçlerini desteklemek zorunda kalmakta.

Sonuç olarak gerek Medvedev’in gerek ise Karzai’nin karşılıklı ortaklık beyanları ilerleyen dönemde bu iki ülkenin daha da yakın ilişkiler oluşturması adına önemli izlenimler ortaya koymakta. Afganistan’ın Orta Doğu’da sahip oldu jeopolitik özellikleri, her zaman ABD’nin gözetimi altında olması Rusya adına işleri kolaylaştırmamakla beraber Afganistan gibi bir ülkenin de kendinden uzak olmasını aldıramayacak durumda olması iki ülke arasındaki ilişkileri daha da aktifleştirilmesinin nedenleri arasında. Yeni konjöktür ile Afganistan ABD’ye karşı Rusya’yı bir nevi denge politikası olarak öne sürerken, Rusya ise kendisi adına önemli bir pozisyona sahip bir ülkeyi tamamen Batılı devletlerin eline bırakmak istememekte. İki ülke arasındaki anlaşmalarda ekonomik yardım paketleri de ilerleyen zamanda devreye girerse Rusya Orta Doğu’da sahip olmak istediği kendisine yakın bir ülke profilini Afganistan üzerinde inşa edebilir.

Erdem PARLAK

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

KAYNAKÇA

[i]http://www.usakgundem.com/haber/61078/karzai-rusya-39-dan-desteks%C3%B6z%C3%BC-ald%C4%B1.html

[ii] http://turkish.ruvr.ru/2011/01/21/40586449.html

[iii] http://www.taraf.com.tr/haber/rusya-afganistan-a-donuyor.htm

[iv] http://turkish.cri.cn/781/2011/01/22/1s130898.htm