Geride bıraktığımız 2010 yılı boyunca Türkiye’nin ismi uluslararası kamuoyunda en çok “eksen kayması” tartışmaları ile birlikte anılmıştır. Bu iddialar bilhassa ABD basını ve siyasi çevrelerinde sıklıkla dile getirilirken, bir taraftan da son dönemde bu durumun sorumluluğu bir ölçüde Türkiye’yi dışlayan AB’de aranmaya başlanmıştır. Bu tartışmalar arasında açıklanan 2010 İlerleme Raporu ve 16-17 Aralık tarihinde toplanan AB Liderler Zirvesi’nde Türkiye’nin bölgesel ve uluslararası konularda izlediği dış politikaya dair yer alan ifadeler bu anlamda önemini bir kat daha arttırmıştır.
Türk Dış Politikası Ve Kamu Diplomasisi
Türkiye’nin iç ve dış değişim dinamiklerinin son yıllarda sergilediği ivme, ekonomiden dış politikaya, bilim ve teknolojiden sanata kadar geniş bir alanda cereyan etmekte ve yeni risk ve fırsat alanlarının doğmasına imkân tanımaktadır. Kendi tarihi ve coğrafyasıyla yeniden barışmaya çalışan Türkiye, küreselleşen dünyada bu iki unsuru yani zaman ve mekânı stratejik bir değer haline getirmekte ve soğuk savaş döneminin tek boyutlu ve indirgemeci ayrımlarını hızla geride bırakmaktadır. Dış politikadan ekonomiye Türkiye’nin yeni aktörleri, kendilerini tarihin bir seyircisi değil aktörü olarak konumlandırmakta ve küresel merkez-çevre ilişkilerinin değişmesini ve daha demokratik ve adil bir yapıya kavuştum İmasını talep etmektedirler. Ekonomik kaynaklar, uluslararası kurum ve kuruluşlar, medya, popüler kültür, girişim ve seyahat özgürlüğü gibi jeopolitik sistemi oluşturan unsurların tek bir merkezden ve tek bir model üzerinden tanzim edilmesinin ürettiği maliyet, giderek ileri sanayi toplumları tarafından da taşınamaz hale gelmektedir.
Bu maliyetin bir diğer temel kaynağı, siyasi meşruiyet meselesidir. Küresel sistem içerisinde meşruiyeti olmayan herhangi bir politikayı temellendirmek ve uygulamak mümkün değildir. Bu meşruiyetin sağlanamadığı durumlarda sistem her zaman krize girmiş ve büyük maliyetler üretmiştir. Dünya kamuoyu, ülkelerin dış politikalarını belirlerken ve uygularken dikkate almak zorunda oldukları önemli referans noktalarından biri haline gelmiştir. Modernitenin meşruiyet krizi büyük oranda kendini merkeze alan ve bunu başkalarına izah etme ihtiyacı duymayan tutumundan kaynaklanmaktaydı. Bugün küresel sistemin temel meşruiyet sorunlarından biri, mevcut (niceliklerinin ve yöntemlerinin dünya kamuoyunun kahir ekseriyeti tarafından benimsenmemesidir. Meşruiyetin birinci şartı adil paylaşımdır ve bu ilke, uluslararası sistem için de geçerliliğini muhafaza etmektedir. Küresel sistemin meşruiyet krizinin aşılması, dünyanın ekonomik, siyasi ve kültürel kaynaklarının adil bir şekilde paylaşılması ve etno-sentrik hiyerarşilerin terk edilmesi ile mümkün olacaktır.
Küresel ekonomik sistemin giderek derinleşen bağımlılık ilişkileri üretmesi, küresel siyasal sistemin tek bir merkezden kontrol edilmesinin ağırlaşan maliyeti ve çoğul modernite tecrübesi, ulusal ve bölgesel dinamikleri doğaldan etkilemekte ve yeni ilişki biçimlerinin doğmasına imkân sağlamaktadır. 11 Eylül sonrasında ortaya çıkan “kaotik düzen‘” hali, merkezkaç güçlerin merkezi güçler üzerinde doğrudan etki yapabilmesini mümkün hale getirmektedir. Soğuk savaş döneminin başlıca aktörü olan ulus-devletlerin ve bölgesel blokların yanına medya, kamuoyu araştırmaları, insan hakları örgütleri ve sivil toplum kuruluşları (STK’lar) gibi yeni aktörler eklenmekte ve bu, küresel sistemin daha dinamik, çok boyutlu ve daha az kontrol edilebilir bir nitelik kazanmasını zorunlu hale getirmektedir.
Bu baş döndürücü gelişmelerin en önemli sonuçlarından biri, yeni bir jeopolitik muhayyilenin ortaya çıkması ve Avrupa-merkezci tarih ve toplum tasavvurunun aşılmasına yönelik çabaları güçlendirmesidir. Modern i ten in Batı medeniyeti içinde yaşadığı kırılmalar ve Batılı olmayan toplumlarda sergilediği zikzaklı tarihi süreçler, yeni bir küresel düzen fikrini hem zorunlu kılmakta hem de mümkün hale getirmektedir. 21’inci yüzyılda Aydınlanma anlatısının ve Fransız Devrimi’nin insanlığın tarih ve coğrafya, zaman ve mekân, birey ve toplum, akıl ve din, ben ve öteki, merkez ve çevre arasındaki dinamik ilişkiye yön veren tek anlatı olduğunu söylemek artık mümkün değildir. Yeni bir “coğrafi muhayyile” kendini her gün biraz daha hissettirmektedir (2).
Güçlü bir özgüvenle derinlik kazanan bu yeni zaman ve mekân tasavvuru, Türkiye’nin kendine özgü kavramlar üretmesine ve yeni bir dil evreni inşa etmesine de imkân sağlamaktadır. Semiyolojik açıdan bakıldığında Türk siyasetinin ve dış politikasının yeni kelimeleri ve kavramları, derindeki zihinsel dönüşümün kayda değer göstergeleri olarak not edilmelidir. Bu yeni tasavvur ve idrak düzlemi, Türk bilim adamlarının, aydınların ve politika yapıcıların kendi kavramlarını ve kuramlarını üretmelerine imkân tanımakta ve Türk düşünce hayatının ufkunu genişletmektedir. Ufuk metaforunun işaret ettiği gibi, bu değişim sürecinin sağladığı “açık ufuk”, Türkiye’nin temel meselelerinin yeni bir gözle ele alınmasını sağlamaktadır. Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Kontunu adlı çalışmasında ortaya koyduğu dünyaya Türkiye’den bakma gayreti, giderek normal bir söylem haline gelmekte ve yeni kavramsallaştırmaların önünü açmaktadır (3). Türkiye’nin bir Üçüncü Dünyacılık hevesine kapılmadan böyle bir zihinsel çabanın içinde olması, kaydedilmesi gereken önemli bir gelişmedir.
Türkiye toplumunda ve dış politikasında yaşanan bu değişim, Türkiye’de olduğu kadar bölgede ve küresel sistemde meydana gelen büyük kırılmalar aracılığıyla da tetiklenmektedir. Küresel sistemin önemli aktörlerinden biri haline gelen Türkiye, bu değişimi aynı zamanda kendi özgün şartlarında yaşamaktadır. Bu manada “yeni bir Türkiye hikâyesi”nin zuhur etmekte olduğunu söylemek yanlış olmaz. Türkiye’nin iç dinamiklerinden kaynaklanan bu değişim ve bunun dış politikaya yansıması, Avrupa’dan Amerika’ya, Ortadoğu’dan Asya’ya kadar geniş bir coğrafyada ve uluslararası ilişkilerden siyaset bilimine ve kültür çalışmalarına kadar farklı zeminlerde yeni bir Türkiye tartışmasının doğmasına da neden olmaktadır (4). Türk modernleşmesinin bu son evresinde ortaya çıkan yeni dinamikler, Türkiye’nin Avrupa ve Amerika’yla olan geleneksel ilişkilerine de yeni boyutlar eklemektedir.” (5). Bir başka yazımızda ele aldığımız üzere Türkiye’nin sergilediği bu değişim, bir tarafta yeni bir jeopolitik tasavvurun ve küresel muhayyilenin, öbür tarafta Türkiye’nin ekonomik ve güvenlik temelli önceliklerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu manada Türk dış politikasında değişim ne tek başına ideolojik mülahazalara ne de realpolitik kaygılara indirgenebilir (6).
Bu yazıda Türk dış politikasının iki önemli unsuru olan “ince güç‘” (soft power) ve “kamu diplomasisi” kavramlarını, özet olarak işaret ettiğimiz bu dönüşüm bağlamında ele alacağız. Türkiye’nin ince güç kapasitesi, onun tarihinin, coğrafyasının, kültürel derinliğinin, ekonomik gücünün ve demokrasisinin sağladığı imkânların bileşkesi olarak değerlendirilecek ve dış politikadaki yerine işaret edilecektir. İnce gücün bir uygulanım alanı olan kamu diplomasisi, Türkiye’de yeni bir kavramdır ve Başbakanlık bünyesinde bir Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’nün kurulmasından sonra yaygın bir şekilde tartışılmaya başlanmıştır. Dünyanın önde gelen ülkelerinin etkin bir siyasi iletişim dili olarak kullandığı kamu diplomasisi, bir ülkenin dünyayla paylaşmak istediği hikâyesinin tutarlı ve ikna edici bir şekilde ortaya konma çabasıdır. Yazının ikinci bölümünde kamu diplomasisine ilişkin kavramsal bir çerçeve sunulacak, dünya pratiklerinden kısa örnekler sunulacak ve Türkiye’nin kamu diplomasisi konsepti üzerinde bazı gözlemlerde bulunulacaktır.
Türkiye’nin İnce Gücü
“İnce güç” kavramını ilk olarak 1980’li yıllarda kullanmaya başlayan Joseph Nye, uluslararası ilişkilerde ekonomik ve askeri yığınak yapmanın ötesinde farklı güç biçimlerinin bulunduğu düşüncesinden hareket eder. Nye’a göre istediğiniz bir şeyi elde etmenin üç yolu var: Karşınızdakini kaba kuvvetle tehdit etmek ve gerekirse savaşmak; muhatabınızı çeşitli biçimlerde “satın almak‘”; ve “ince güç” kullanarak ikna etmek. İnce güç, “istediğiniz bir şeyi, kaba güç kullanarak değil, başkalarının sizin hedeflerinizi kabul etmesini sağlayarak elde etmenizdir”. Bu, karşı tarafı inandırıcı argümanlar ve rasyonel politikalarla ikna ederek mümkündür. Burada inandırıcılık ve ikna kabiliyeti, temel güç unsurlarıdır. Bunlar aynı zamanda güç kullanımına meşruiyet sağlayan unsurlardır.
Bir ülkenin izlediği politikaların doğruluğu ve etkinliği kadar, sahip olduğu ince güç potansiyeli de kamu diplomasisinin başarısını belirleyen unsurlar arasındadır. “Değer-merkezli bir güç tanımına dayanan ince güç, bir ülkenin başkaları tarafından ne kadar cazip ve örnek alınmaya değer görüldüğünü ifade eder. Kavramı formüle eden Joseph Nye’a göre ince güç, “bir ülkenin kültürünün, siyasi fikirlerinin ve politikalarının çekiciliğini‘” ifade eder. Bir ülkenin izlediği politikaların başkaları nezdinde meşru kabul edilmesi, o ülkenin ince güç kapasitesini de arttırır (7).
Nye, Amerika’nın soğuk savaşın ardından ve özelikle 11 Eylül’den sonra inandırıcılığını, ikna kabiliyetini ve cazibesini kaybettiğini, bunun maliyetinin ise hiçbir ekonomik göstergeyle ölçülemeyeceği görüşündedir. Ona göre Amerika’nın soğuk savaş dönemindeki başarısını devam ettirebilmesi, Afganistan ve Irak gibi ülkeleri işgal etmesine değil, kaybettiği ince gücünü yeniden kazanmasına bağlıdır. Amerikan karşıtlığının küresel bir olgu haline geldiği bir dünyada Amerika’nın tercih edilen ve güvenilen bir siyasi güç ve cazibe merkezi olması giderek zorlaşmaktadır. Barak Hüseyin Obama’nın 2008 yılında başkan seçilmesiyle Amerika’nın küresel algısında önemli bir değişiklik yaşanmış ancak son bir buçuk yılda yaşanan hadiseler ve Obama’nın bu sürede beklentileri karşılayacak düzeyde büyük başarılara imza atamaması. Amerikan algısının tekrar negatife doğru kaymasına neden olmuş görünmektedir (8).
“Kaba güç“ün (hardpoıuer) tersine ince güç, askeri ve ekonomik göstergelerin ötesinde farklı nüfuz ve çekim alanlarını ifade eder. İnce gücü pek çok unsur besler: Kültür, eğitim, sanat, yazılı ve görsel medya, film, şiir, edebiyat, mimari, yüksek öğretim (üniversiteler, araştırma merkezleri, vd.), sivil toplum kuruluşları, bilim ve teknoloji altyapısı ve inovasyon kapasitesi, turizm, ekonomik işbirliği platformları ve diplomasi. Bu unsurların bileşkesinden ortaya çıkan ince güç, bir ülkenin sosyal sermayesinin derinliğini de ortaya koyar.
Bunların yanı sıra bir ülkenin ince güç kapasitesini belirleyen en önemli unsurlardan biri de sahip olduğu siyasal sistemdir. Özgürlüklerin önünü açan, paylaşımcı, insanı merkeze alan, adil, şeffaf ve demokratik bir siyasal düzen, bir ülkenin ince güce sahip olmasını sağlayan unsurların başında gelir. Bu manada Türkiye’nin ince gücünün temel dayanaklarından biri, onun demokrasi tecrübesidir. inişli çıkışlı tarihine rağmen Türkiye’de demokrasinin her gün biraz daha kurumsallaşması ve halk arasındaki meşruiyetinin güçlenmesi, Türkiye’nin bölgesel ve küresel bir aktör olmasını sağlayan dinamiklerin başında gelmektedir.
Bu meyanda ince güç, bir ülkenin askeri ve ekonomik kuvvetinin dışında ürettiği bütün değer unsurlarını ihtiva eder. Kaba güçle ince güç arasında zorunlu bir oran ilişkisi yoktur. Kaba gücün varlığı, ince gücün garantisi değildir. Nye, sınırlı ekonomik ve askeri gücüne karşın etkin ince gücü olan ülkelere örnek olarak Kanada, Hollanda ve İskandinav ülkelerini gösterir. Bu ülkeler, ürettikleri değerler, organizasyon kapasitesi, eğitim, inovasyon ve uluslararası platformlardaki iş tutma biçimleri sayesinde askeri ve ekonomik güçleriyle orantılı olmayan bir etki alanına sahipler.
Türkiye’nin sahip olduğu ince güç, hem biçimi hem de kapsamı itibariyle diğer ülkelerden farklılıklar arz eder. Balkanlarda başlayıp Orta Asya’nın içlerine kadar uzanan Türkiye’nin ince güç potansiyeli, askeri yahut teknolojik üstünlükten ziyade, tevarüs ettiği tarih ve kültür derinliğinden kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin bu coğrafyada temsil ettiği değerler, tarihi birikim ve kültürel derinlik, bir tarafta bölge dinamiklerini harekete geçirmekte, öbür tarafta yeni etkileşim alanlarının doğmasına imkân sağlamaktadır. Balkanlardan Ortadoğu’ya ve Asya’nın içlerine uzanan geniş coğrafyada Türklerin, Kürtlerin, Boşnakların, Arnavutların, Çerkezlerin, Abazaların, Arapların, Azerilerin, Kazakların, Kırgızların, Özbeklerin, Türkmenlerin ve diğer etnik grupların ortak paydası, paylaştıkları ve beraber inşa ettikleri Osmanlı tecrübesidir. Bu farklı grupları bir araya getiren, onların ortak bir zaman ve mekân tecrübesini idrak etmelerini sağlayan, bu Osmanlı mirasıdır. Bugün Türkiye bu mirasın merkez coğrafyasını temsil etmektedir. Fakat bu, bazılarının iddia ettiği gibi “yeni-Osmanlıcılık” adı altında ortaya çıkan yeni bir emperyal güç macerası değildir. Tersine, şu anda tecrübe edilen şey, yukarıda işaret ettiğimiz yeni jeopolitik tasavvurun ve küresel muhayyilenin bölge insanının kendi referanslarıyla barışık hale gelmesine imkân tanımasıdır. Bu tecrübenin yeniden hatırlanması, bugüne ve yarına ilişkin ince güç alanlarının teşekkülü açısından önemli bir işleve sahiptir (9).
Bütün bu unsurlara ilaveten, Türk demokrasisi ve Türk sivil toplum sektörünün canlı yapısı, Türkiye’nin ince gücünün en önemli dayanaklarını oluşturmaktadır. Çok partili hayata geçtiğimiz 1950 yılından bu yana Türk demokrasisi inişli çıkışlı bir tarihi serüven yaşamıştır. Türk toplumunun farklı kesimlerinin adil paylaşım, katılım, temsil, şeffaflık ve hesap verebilirlik talebi, Türk demokrasisini besleyen ve gelişmeye zorlayan en önemli saiklerdir. Türkiye’nin doğal coğrafi hinterlandı olan Balkanlarda ve Ortadoğu’da bir cazibe merkezi haline gelmesi, özgürlük-güvenlik dengesini tutarlı bir şekilde kurabilmesine ve demokratik fırsat alanlarını genişletebilmesine bağlıdır.
Bu noktada Türkiye son derece önemli kaynaklara ve değerlere sahiptir. Joseph Nye’ın formüle ettiği ince güç kavramı, son tahlilde Amerikan gücünün dayandığı “havuç-sopa” diyalektiğine dayanmaktadır. Oysa Türkiye’nin merkezinde yer aldığı coğrafyada her şeyi havuç-sopa diyalektiğinde izah etmek mümkün değildir. Ortak hafızanın, vicdanın ve kelimenin en geniş manasıyla efkâr-ı umumiyenin sunduğu tahayyül ve idrak düzeyi, içinde yaşadığımız coğrafyanın en büyük imkânları arasında yer almaktadır. Bu imkânların doğru ve etkili bir şekilde kullanılması halinde sorunların çözümünde yeni imkânlar devreye girecek ve yeni fırsat alanları doğacaktır. Türkiye ve Türkiye gibi ülkelerin gerçek ince güç kapasitesine ulaşması, bu dinamikleri harekete geçirmesine bağlıdır. Bunun için Türkiye’nin yeni hikâyesinin ne olduğunu ve nasıl anlatmamız gerektiğini bilmemiz gerekmektedir. Kamu diplomasisi, bu hikâyenin mahiyetine ve aktarılmasına ilişkin bize önemli ipuçları sunmaktadır.
Kamu Diplomasisi
Stratejik bir iletişim aracı olarak kamu diplomasisi, “kamuoyunun anlaşılması, bilgilendirilmesi ve etkilenmesi'” faaliyetlerinin toplamı olarak tanımlanmaktadır (10). Bu sürecin önemli bir parçacı olan siyasi iletişim ise “siyasi bir imkân ve kaynak olarak bilginin devletler, örgütler yahut bireyler tarafından üretilmesi, dağıtılması, kontrolü, kullanımı ve proses edilmesi‘” olarak tasvir edilmektedir (11). Kamu diplomasisinin amacı propaganda değil, nesnel verilere ve gerçeklere dayalı stratejik bir iletişim dili inşa etmek ve farklı kesimlerin hizmetine sunmaktır.
Kamu diplomasisi faaliyetleri, “devletten-halka” ve “halktan-halka” iletişim olmak üzere iki ana çerçevede yapılmaktadır. Devlet-halk eksenindeki faaliyetler, devletin izlediği politikaları, yaptığı faaliyet ve açılımları resmi araçları ve kanalları kullanarak kamuya anlatmasıdır. Halktan halka doğrudan iletişim faaliyetlerinde ise STK’lar, araştırma merkezleri, kamuoyu araştırma şirketleri, basın, kanaat önderleri, üniversiteler, mübadele programları, dernek ve vakıflar gibi devlet dışı sivil araçların kullanılması esastır. Bu manada kamu diplomasisi, kavramın orijinal anlamında mündemiç olan “diplomatlar” ile “yabancı kamuoyları” arasında cereyan eden iletişim faaliyetlerinin ötesine geçer (12). “Kamu diplomasisi“, “diplomatik iletişim“den daha geniş bir alanı kapsar.
Kamu diplomasisi çift taraflı bir iletişim ve etkileşimi öngörür. Öncelikli hedef, muhatap kitlenin dinlenmesi ve önceliklerinin tespit edilmesidir. İkinci olarak bilgilendirme, paylaşım, ikna ve etkileme amaçlanır. Bu yüzden kamu diplomasisi dinamik ve çok boyutlu bir iletişim sürecidir. Konuşmak kadar dinlemek, anlatmak kadar anlamak, iletmek kadar iletişime açık olmak önemlidir.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi ince güç, kamu diplomasisinin en önemli araçlarından biridir. Kamu diplomasisinin bir diğer önemli unsuru, ulusal ve küresel politikaların belirlenmesinde giderek daha merkezi bir rol üstlenen, kamuoyudur. Ulusal ve uluslararası politika süreçleri, yakından izlenmekte ve basın aracılığıyla dünya kamuoyuna duyurulmaktadır. Kamuoyunun belli bir desteğini almadan ekonomi, dış politika, enerji yahut çevre konularında bir politika belirlemek ve uygulamak mümkün değildir.
Fakat başarılı bir kamu diplomasisinin en temci şartı, izlenen politikaların rasyonel, ikna edici ve savunulabilir olmasıdır. Evrensel hukuk kurallarını ihlal eden, adaletten uzak, tehdit, zorbalık ve işgal gibi gayr-ı meşru yöntemlere dayanan ve benzer çağrışımlar yapan bir politikayı ne savunmak ne de dünya kamuoyuna anlatmak mümkündür. Örneğin insan haklarını sistematik bir şekilde ihlal eden yahut bir başka ülkeyi işgal altında tutan bir ülkenin başarılı bir kamu diplomasisi izlemesi mümkün değildir. Çin’in Doğu Türkistan bölgesindeki politikaları, İsrail’in Filistin topraklarını işgal etmesi ve Bush döneminde Afganistan ve Irak’ın işgal edilmesi ve Guantanamo ve Ebu Gureyb hapishanesi gibi skandalların ortaya çıkması, birbirinden farklı siyasi ve coğrafi özelliklere sahip bu ülkelerin başarılı bir kamu diplomasisi yapmasını imkânsız hale getirmektedir. Aşağıda temas edeceğimiz gibi Türkiye de izlenen yanlış politikalar yüzünden uzun yıllar negatif bir imaja sahip olmuş ve fiilen kamu diplomasisi yapabilecek bir noktaya gelememiştir.
Kamu diplomasisinde dünya pratikleri
Dünyada çeşitli ülkeler farklı biçim ve tarzlarda kamu diplomasisi yapmakta ve kendi görüş, politika ve tezlerini ulusal ve uluslar arası kamuoyuna anlatmaktadırlar. Her ülkenin kullandığı dil ve araçlar, şüphesiz önemli farklılıklar arz etmektedir. Bu farklılıklar ülkelerin izlediği politikalar kadar, sahip oldukları tarihi ve kültürel birikimle de yakından ilgilidir. Aşağıdaki örneklerin de gösterdiği gibi, Avrupa’nın kamu diplomasisi hem öncelikleri hem de kültürel-toplumsal kodları itibariyle Çin’in yahut İsrail’in kamu diplomasi faaliyetlerinden farklıdır. Bu yüzden kamu diplomasisinde genel ilke ve kurallar olmakla beraber, ülkeden ülkeye değişen ve zengin bir tecrübe alanının doğmasına imkân tanıyan unsurlar da bulunmaktadır. Aşağıdaki birkaç örnek bu hususu aydınlatacaktır.
Avrupa Birliği
Alman Dışişleri Bakanlığının 2002 yılında hazırladığı bir rapora göre, “kamu diplomasisi Avrupa’da bütün meselelerin yanında en (incelikli konu olarak değerlendirilmektedir” (13). Kendini etkin bir “ince güç'” olarak konumlandırmaya çalışan Avrupa Birliği, hem Avrupa kamuoylarına hem de Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar ve Afrika gibi yakın komşu bölgelerinde kamu diplomasisi faaliyetleri yürütmektedir. Avrupa Komisyonunun 1999 yılında yaptığı yenilikler sonucunda AB, hem iç hem de dış kamuoyuna yönelik etkin bir iletişim politikası geliştirmiş bulunmaktadır.
Bu iletişim stratejisi, ilk başarısını 1 Ocak 2002 yılında hayata geçirilen yeni para birimi Euro’nun lansmanında göstermiştir. 1999da kurulan AB Basın Genel Müdürlüğü (Director-General Press), Avrupa ülkelerinde var olan AB şüpheciliğine karşı çeşitli programlar uygulamaktadır. Bu politikaları uygularken AB Basın Genel Müdürlüğü, üye ve üye olmayan ülkelerde var olan çeşitli basın kuruluşlarını ve iletişim ajanslarını sürece dahil etmekte ve onların kaynaklarından faydalanmaktadır (14).
Avrupa Birliği, harici iletişim alanına da büyük kaynaklar ayırmakta ve AB dışındaki kamuoylarına yönelik iletişim ve diplomasiyi, dış politikasının stratejik bir unsuru olarak görmektedir. Ortak bir AB dış politikası oluşturma sürecinin zorluklarına rağmen Avrupa Komisyonu ve ona bağlı iletişim birimleri, AB’nin dış politikasını hem AB hem de yabancı kamuoyuna etkin bir şekilde anlatmaya çalışmaktadır. AB ülkelerinin 2003 Irak işgali sırasında sergilediği bölünmüşlük, ortak bir dış politika vizyonunun geliştirilmesi ihtiyacını açık bir şekilde ortaya koymuş ve bu konudaki çabalara hız kazandırmıştır. Bu durum, Kasım 2003 tarihinde yeni bir Avrupa Güvenlik Stratejisi’nin kabul edilmesine yol açmıştır.
İngiltere
Bir zamanlar “üzerinde güneşin batmadığı imparatorluk” olarak bilinen İngiltere’nin kamu diplomasisi ve stratejik iletişim alanındaki çalışmaları, İngiltere’nin görece azalan gücüne rağmen yoğun ve etkin bir şekilde devam etmektedir. İngiliz kamu diplomasisi, siyaset, dış politika, ticaret, kültür, dil, eğitim, turizm ve “markalaşma” gibi unsurları başarılı ve dengeli bir şekilde mezceden bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. İngilizce’nin dünyanın en fazla rağbet edilen lingua franca’sı haline gelmesi, İngiliz kamu diplomasisi faaliyetlerine muazzam bir avantaj sağlamakta ve dil öğretimi üzerinden kültürel diplomasi ve sosyal empati yapılmaktadır.
İngiltere’nin kamu diplomasi faaliyetleri, başlıca üç kurum tarafından yürütülmektedir: İngiliz Dışişleri Bakanlığı, British Council ve BBC Dünya Servisi. Son iki kurum resmi hüviyet taşımasına ve kamu kaynaklarını kullanmasına rağmen, özerk bir niteliğe sahiptir ve hükümetin propaganda amaçlı kontrolüne tabi değildir. Bu kurumlar arasında etkili bir iş bölümü vardır: Dışişleri diplomatik iletişimi, British Council kültürel iletişimi, BBC medya iletişimini sağlamaktadır. Bu üç kurumun dışında İngiliz kamu diplomasisine katkı veren pek çok kurum daha bulunmaktadır (15). Bu kurumların etkin kullanımı, İngiliz kamu diplomasisinin başarısında önemli bir rol oynamaktadır.
Çin Halk Cumhuriyeti
Çin Halk Cumhuriyeti, kamu diplomasisini etkin bir şekilde kullanmaya çalışan ülkelerden biridir. Her ne kadar “kamu diplomasisi” kavramı Çin siyasi literatüründe yaygın bir şekilde kullanılmasa da, Çin devletinin bu yemde pek çok faaliyet yaptığı bilinmektedir. Çin kendini “barışçıl, kalkınmakta olan, güvenilir, işbirliğine açık ve devasa nüfusuna hizmet eden bir ülke” olarak takdim etmeyi hedeflemektedir. Bu amaca ulaşmak için Çin, ASEAN’daki etkinliğini arttırmış, Kuzey Kore nükleer silah krizinde sorumlu bir arabulucu rolü oynamaya çalışmış ve 2008 Dünya Olimpiyatlarını büyük bir PR aracı olarak kullanmıştır. Aynı şekilde Çin, kendisinden korkmamaları gerektiği konusunda komşularını ikna etmek için diplomatik araçları kullanmaktadır.
Otoriteryen bir şekilde ve tek bir komünist parti tarafından yönetilen Çin’in iç ve dış kamuoyuna yönelik olumlu bir Çin imajı çizmesinin zorlukları ortadadır. İnsan hakları ihlalleri, Tibet ve Hong Kong sorunları ve son olarak Uygur Özerk Bölgesi’nde yaşananlar, bu imajın ne kadar kırılgan olduğunu ve Çin yönetiminin işinin zorluğunu göstermektedir. Ekonomik kalkınmasını dış politikasının ve kamu diplomasisinin merkezine yerleştiren Çin, “demokratik değerler olmadan ekonomik kalkınma olmaz” diyen Batı devletlerine de dolaylı bir cevap vermekte ve iç işlerine karışmamalarını garanti altına almaya çalışmaktadır.
Batılı devletlerden ve kamuoylarından gelen eleştirilere rağmen, Çin Halk Cumhuriyeti’nin bu alandaki propaganda ve diplomasi çalışmaları, yakın bölgesinde etkili olmaktadır. Ekonomi, ticaret ve diplomasi ağırlıklı bir imaj çalışmasına yoğunlaşan Çin, şu andaki komünist yönetimine rağmen geleneksel Çin kültürünün zengin imkânlarından yararlanmaya çalışmaktadır. Bu noktada Çinli sanatçılar, edebiyatçılar ve özellikle Çin sineması, yeni bir Çin imajının inşa edilip yaygınlaştırılmasında kayda değer bir rol oynamaktadır (16). Çinli yöneticilerin modern dememden önce de Çin kültür ve medeniyetinin tarihi derinliğini ve zenginliğini yabancıları etkilemek için etkin bir şekilde kullandığı bilinmektedir (17).
Amerika Birleşik Devletleri
Amerika Birleşik Devletleri, kamu diplomasisi alanında dünyanın en geniş imkânlarına sahip ülkesidir. Diğer ülkelere göre Amerikan kamu diplomasisinin uzun bir tarihi vardır. Mevcut literatürde Amerikan tecrübesinin soğuk savaş dönemindeki propaganda faaliyetlerinden yakın zamanlardaki stratejik iletişime nasıl evrildiği geniş bir şekilde tartışılmaktadır. Ayrıca 11 Eylül sonrasında Amerika’nın imajını düzeltmesi ve itibarını yeniden kazanması için çeşitli tavsiyelerde bulunulmaktadır.
ABD, kamu diplomasisi başlığı altında yapılan faaliyetleri, beş kurum aracılığıyla yürütmektedir. Bunlar Broadcasting Board of Governors (Amerikanın Sesi gibi askeri olmayan bütün yayın faaliyetleri bu birim tarafından yürütülmektedir), Dışişleri Bakanlığı, Beyaz Saray, USAID (Amerika’nın teknik yardım kuruluşu) ve Savunma Bakanlığıdır. Bu kurumlar arasında koordinasyon sağlayan herhangi bir birim yoktur. Fakat faaliyetler hem planlama hem de uygulama aşamasında belli bir işbirliği içerisinde yapılmaktadır.
Doğrudan kamu diplomasi faaliyetlerine 2008 yılı Amerikan bütçesinde toplam 1,6 milyar dolar ayrıldığı tahmin edilmektedir. Bu rakam 2003 yılında 1,3 milyar olarak belirlenmiştir (18). İslam ülkelerine yönelik faaliyetlere ayrılan ödeneğin 400 milyon dolar civarında olduğu talimin edilmektedir. Bu bütçeye Amerikan ince gücünün ve kamu diplomasisinin diğer unsurları, örneğin Fullbright, üniversite ve araştırma bursları, mübadele programları ve medya faaliyetleri dahil değildir. Faaliyet alanları olarak televizyon ve radyo, uluslararası değişim programları, araştırma ve eğitim projeleri, dil eğitimi programları ve diplomatların görev yaptıkları ülkelerde yürüttüğü faaliyetler öne çıkmaktadır.
Dünyanın en büyük kamu diplomasi faaliyetini yürütmesine rağmen 11 Eylül sonrasında ABD’nin imaj ve güvenilirlilik sorunu var olmaya devam etmektedir. Bu noktaya dikkat çeken Amerikan Genel Kurmay Başkanı Mike Mullen, “politikalarımızı değiştirmediğimiz müddetçe yapacağımız hiçbir iletişim faaliyeti başarılı olmayacaktır” diyerek izlenen politikalar ile kamu diplomasisi arasındaki ilişkinin altını çizmektedir. Bu, bizim yukarıda işaret ettiğimiz başarılı bir kamu diplomasisinin ancak makul ve savunulabilir politikalar izlendiği zaman mümkün olduğu gerçeğini teyit etmektedir.
Türkiye ve Kamu Diplomasisi
Aynı anda hem küreselleşen hem de yerelleşen (glocalizatiori) dünyamızda benzerliklerin ve farklılıkların aynı anda tecrübe ediliyor olması, uluslar arası ilişkiler ve kamu diplomasisi faaliyetlerini doğrudan etkilemektedir. Bu manada Türk kamu diplomasisi, hem küresel verileri hem de kendi hikâyesinin öngördüğü hususi özellikleri dikkate almak durumundadır.
Bu noktada Türkiye’nin kamu diplomasisini, üç soru etrafında ele almak mümkündür. Kamu diplomasisi Türkiye için bir öncelik midir? Türkiye’nin yürütmesi gereken kamu diplomasisinin kavramsal çerçevesi, muhtevası ve öncelikleri nelerdir? Türk kamu diplomasisinin araçları nelerdir?
Bu sorulara cevap vermeden önce Türkiye algısı hakkında birkaç noktaya değinmek yerinde olacaktır. Yukarıda başarılı bir kamu diplomasisinin ancak makul ve ikna edici politikalar izlenmesi halinde mümkün olduğunu ifade etmiştik. Bugün Türkiye hakkındaki olumsuz algılar, Türkiye aleyhine yürütülen propaganda faaliyetleri kadar, geçmişte izlenen yanlış politikaların da bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. 12 Eylül darbesinden sonra yaşanan fail-i meçhul cinayetler, hapishanelerdeki işkenceler, Kürt meselesinde izlenen politikaların ürettiği maliyet, insan hakları ihlalleri ve din ve vicdan hürriyeti sorunları, Türkiye’nin içerde baskıcı ve otokratik bir ülke olduğu söylemini güçlendirmiştir. Yurt dışındaki bazı çevrelerde ise Türkiye Kıbrıs’ı işgal eden, Ermenileri katleden ve PKK ile mücadele adı altında komşu ülkelerin topraklarına askeri operasyon düzenleyen bir ülke olarak takdim edilmektedir.
Bugün Türkiye bu alanlarda hızla mesafe aldığı için bu algının değişmeye başladığını söyleyebiliriz. Bazı diyaspora topluluklarının keskin tutumu dışında bugün Türkiye’yi işgalci, baskıcı, inkarcı, vs. olarak tanımlayan çevrelerin sayısı azdır. Doğudan batıya dünya kamuoyu Türkiye içinde yaşanan sosyal değişime, ekonomik büyümeye ve bunların dış politikadaki yansımalarına odaklanmaktadır. Ulusal olanla uluslararası olan arasındaki çizginin giderek belirsizleştiği dünyamızda, Türkiye algısının düzelmesi ve bir başarı hikâyesi haline gelmesi, iç ve dış politikasını doğru kurgulaması ve tutarlı bir şekilde uygulamasına bağlıdır.
Fakat yaşadığımız çağda imajın, hakikatin önüne geçtiği de bir gerçektir. Bir ülkenin ve izlediği politikaların nasıl algılandığı, hangi anahtar kelimelerle tahlil edildiği, hangi atıf çerçevesine yerleştirildiği, genellikle o ülkenin nesnel gerçekliğinden daha önemlidir. Moda dünyasının “imaj her şeydir” sözü, sadece bireyler için değil, toplumlar, ülkeler ve bölgeler için de geçerlidir.
Yüzlerce yıla kök salmış bir imajı ve tasavvuru bir anda değiştirmek şüphesiz mümkün değildir. Örneğin Avrupa’nın bilinç dünyasında yer etmiş olan Türk-Osmanlı imajını değiştirmek, “güncellemek” ve bugünün gerçekleriyle uyumlu hale getirmek, zor bir görevdir. Türkiye’nin iki asırlık modernleşme tecrübesine, küreselleşmenin sunduğu yeni iletişim imkânlarına, Avrupa’da yaşayan beş milyona yakın Türkün varlığına ve Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin üyesi olma çabalarına rağmen Avrupa toplumlarının çoğunda Türk, Osmanlı, Müslüman ve Ortadoğulu imajı, ortaçağlardan tevarüs edilen algı ve tutumlar tarafından beslenmeye devam etmektedir. Gadamer’in de işaret ettiği gibi tarih, kullandığımız dilde, kelimelerde, remizlerde, zihnimizdeki resimlerde ve anlattığımız hikâyelerde yaşamaya devam etmektedir. Bu unsurlar Avrupa’nın Türkiye algısında hâlâ etkin bir rol oynamaktadır (19).
Bu noktada bölgesel bir güç ve önemli bir küresel aktör haline gelen Türkiye’nin, yeni dinamizmini ve gelişme trendlerini ulusal ve uluslararası kamuoyuna doğru ve etkin bir şekilde anlatabilmesi, izlenen politikalar kadar stratejik önemi haizdir. Dünya kamuoyunun bu politikaları nasıl algıladığı, çoğu zaman hakikatin önüne geçmektedir zira “kamuoyu” uluslararası ilişkilerin ve küresel eğilimlerin belirleyici etkenlerinden biri haline gelmiştir. Küçük büyük, açık kapalı, demokratik otokratik, Doğulu Batılı hiçbir toplumun kamuoyunun gücüne bigane kalması artık mümkün görünmemektedir. Ekonomi politikalarından enerji kaynaklarının kullanımına, çevre sorunlarından göç politikalarına, medyadan ulusal ve bölgesel ihtilaf ve çatışmalara kadar çok geniş bir alanı kapsayan dünya siyasetinin şekillenmesinde, takip edilen politikaların uygulanmasında ve sonuç alınmasında yahut başarısız olunmasında, ulusal ve uluslararası kamuoyunun rolü her gün biraz daha artmaktadır. Bu gerçeğin farkında olan ülkeler, uluslararası örgütler, STK’lar ve diğer kuruluşlar, kamu diplomasisini etkin bir şekilde kullanmaya çalışmaktadırlar.
Türkiye, BM Güvelik Konseyi’nden G-20’ye, İslam Konferansı Örgütü’nden Avrupa Konseyine, NATO’dan AGİT’e kadar bölgesel ve küresel pek çok platformda aktif bir rol oynamakta, bölge ve dünya siyasetini belirleyen gelişmelerin merkezinde yer almaktadır. Türkiye ile ilgili son yıllarda meydana gelen iç ve dış gelişmeler, kendine özgü yeni bir “Türkiye hikâyesi“nin doğmakta olduğunu göstermekte ve bu, dünya kamuoyunun ilgisini her geçen gün biraz daha Türkiye’ye yöneltmektedir. Bu hikâye Türkiye toplumunun kendisi kadar çok katmanlı ve dinamik özelliklere sahiptir. Türkiye’nin yeni kimliklerini, “ben” tasavvurunu, hayal ve vizyonunu, açık ve geniş ufkunu, iç mücadelelerini, sorunlarını ve açılımlarını, müzakereci demokrasi süreçlerini, çok boyutlu sosyal ve siyasal dönüşümünü ve bütün bu konulardaki başarı ve başarısızlıklarını, sevinç ve hüzünlerini, heyecan ve hayal kırıklıklarını tek bir hikâye, söylem ve anlatı üzerinden anlatmak mümkün değildir.
Çoğul modernite ve çok-merkezli küreselleşme süreçleriyle eş zamanlı olarak Türkiye’nin yeni kimlikleri de çoğulluk, çeşitlilik ve farklılık arz etmektedir. Bu da Türkiye’ye duyulan ilgiyi her gün biraz daha arttırmakta ve bu ilginin çeşitlenmesini sağlamaktadır. Son on yılda Türkiye’nin yükselen profili, uluslar arası basında artan görünürlüğü, Türkiye’de kayıtlı yabancı gazeteci sayısının artması, akademik çevrelerde çağdaş Türkiye çalışmalarının hız kazanması, Türkiye’ye yapılan üst düzey ziyaretler ve bunların dünya kamuoyundaki yansımaları ve benzer pek çok unsur, “Türkiye hikâyesi”ni doğudan batıya küresel anlatıların en önemlilerinden biri haline getirmiştir.”(20).
Bu dinamik sürecin hem iç hem de dış kamuoyuna doğru bir şekilde anlatılması, Türkiye’nin bundan sonra sergileyeceği değişim ve izleyeceği politikalar açısından büyük önemi haizdir. Yükselen bir güç olarak Türkiye’nin stratejik iletişim ve kamu diplomasisi alanlarında etkin ve başarılı olması, ulusal çıkarlarının, bölgesel etkinliğinin ve küresel sorumluluklarının vazgeçilmez bir unsurudur. Bu hususlar göz önüne alındığında kamu diplomasisinin Türkiye için stratejik bir öncelik olduğunu söyleyebiliriz.
Türk Kamu Diplomasisinin İmkânları
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Türk kamu diplomasisi, Türkiye’nin yeni hikâyesinin etkin ve kapsamlı bir şekilde dünya kamuoyuna anlatılması faaliyetidir. Bu faaliyetlerin muhtevasını belirleyen, Türkiye’nin tarihinden ve coğrafyasından tevarüs ettiği birikimidir. Türk dış politikasının derinlik kazanması, bu birikimi stratejik bir değer haline getirmesiyle doğrudan orantılıdır. Adalet, paylaşım, meşruiyet, temsilde eşitlik, şeffaflık, hesap verebilirlik, farklılıklara saygı, erdemli toplum, din ve vicdan hürriyeti, insan onurunun korunması ve temel hak ve hürriyetlerin anayasal güvence altına alınması, Türkiye’nin yeni toplumsal muhayyilesinin kurucu unsurlarıdır. Türkiye’yi hem doğuda hem de batıda bir cazibe merkezi haline getiren bu unsurlar, aynı zamanda Türk dış politikasına ve kamu diplomasisine mukayeseli üstünlük sağlamaktadır.
Son yıllarda görsel ve yazılı medyadan düşünce kuruluşlarına, ekonomi platformlarından akademik çalışmalara kadar geniş bir alanda giderek zenginleşen Türkiye tartışması, bu değerler etrafında şekillenmekte ve Türkiye’nin sınırlarını aşarak modernite ve küresel düzen hakkında daha kapsamlı ve dinamik bir söylemin oluşmasına imkân tanımaktadır. Örneğin gelenek-modernite bağlamında Türkiye, Osmanlı-İslam kültürünün temsil ettiği gelenek ile çağdaşlaşmanın temsil ettiği moderniteyi görece başarılı bir şekilde mezcedebilmiş bir ülke olarak görülmektedir. Türk modernleşmesi, klasik modernite, çoğul modernlikler, çok kültürlülük ve küreselleşme tartışmalarının içinde ele alınmakta, bu da Türkiye tartışmalarını ulusal sınırların ötesine taşımaktadır. Gelenek ile modernite arasında kurulan ilişki, aynı zamanda muhafazakar değerlerle modern araçlar arasında bir denge ilişkisi kurulması fikrini ve idealini de ihtiva etmektedir. Türkiye, geleneksel muhafazakar değerlerine sahip çıkarak moderniteyi dönüştüren bir ülke olarak öne çıkmaktadır.
Türkiye’nin tarihi birikimine dayanarak etkin bir dış politika izlemesi, yeni Türkiye tasavvurunun temel unsurlarından biridir. Türkiye’nin Osmanlı tecrübesini tevarüs eden bir ülke olması. Balkanlardan Ortadoğu’ya uzanan geniş coğrafyada doğal Cinsiyetler kurmasını ve bölge politikalarında etkin bir rol oynamasını sağlamaktadır. Bunun bir sonucu olarak Türkiye ile Arap dünyası arasındaki duygusal ve siyasi mesafe giderek azalmakta ve ilişkiler uzun bir süre sonra yeniden normalleşmektedir. 20. yüzyılda uğradığı hezimetlere rağmen bölgesel Arap milliyetçiliğinin halâ etkin olduğu göz önünde bulundurulursa, Türkiye’nin Arap kamuoyu tarafından yakından takip edilen bir ülke haline gelmesi, kayda değer bir gelişmedir. Türkiye’nin bu özelliği, sadece Araplar değil, Avrupalılar, Ruslar, Amerikalılar, Afrikalılar, Japonlar ve diğer Asyalılar tarafından dikkatle izlenmektedir.
Yeni Türkiye tasavvurunun bir diğer önemli unsuru, değişim-süreklilik ekseninde ortaya çıkan dinamiklerdir. Türkiye’de merkez-çevre ilişkileri yeniden tanımlanmakta, yeni sosyal sınıflar ve elitler ortaya çıkmakta, farklı sosyal sınıflar arasındaki mesafe azalmakta ve etkileşim alanları artmakta, çoğul tecrübeler eş-zamanlı olarak yaşanmakta ve tabu kabul edilen konular özgürce tartışılmaktadır. Bu toplumsal ve siyasal dönüşüm, geleneksel değerleri ve ilişki ağlarını bütünüyle ortadan kaldırmamakta, onları yeni bağlamlara taşımakta ve modernliğin yeni kurucu ve taşıyıcı unsurları haline getirmektedir. Bu manada Türk modernleşmesinin son yıllardaki seyri, değişim ile sürekliliği aynı anda içinde barındırmaktadır. Bu da Türkiye’nin yaşadığı özgün ve dinamik tecrübenin farklı kamuoylarının ilgi alanına girmesine imkân sağlamaktadır.
Burada son olarak kısaca temas edeceğimiz tahlil unsuru, küreselleşme ve yerelliktir. Türkiye’deki yeni sosyal sermaye ve hareketlilik, bir tarafta köksüz, kimliksiz ve ulusal değerleri yok sayan küreselleşme modellerini reddetmekte, öbür tarafta dünyaya kapalı bir kimlik tasavvurunu ve aidiyet duygusunu yetersiz bulmaktadır. Türkiye’de son yıllarda modernleşmenin ve küreselleşmenin aktörleri çeşitlenmiş ve çok farklı kesimleri ve unsurları ihtiva eder hale gelmiştir. Bu aktörler artık sadece bürokratik elitlerden yahut patron sınıfından ibaret değildir. Çok farklı sosyal bağlara ve kimlik temellerine sahip yeni aktörler sürecin başat unsurları haline gelmektedir. Bu da dünyadaki küreselleşme-yerellik tartışmaları açısından özgün bir nitelik arz etmektedir.
Kısaca temas ettiğimiz bu hususlar, Türkiye’nin kamu diplomasisi konseptini ve pratiğini temellendiren ve farklı biçimlerde şekillendiren unsurlardır. Türk dış politikasının ve kamu diplomasisinin başarısı, bu unsurları tutarlı ve etkin bir şekilde kullanabilmesine ve yeniden üretebilmesine bağlıdır. Bu programın hayata geçirilebilmesi için Türkiye’nin elinde devlet kurumlarından STK’lara, iş çevrelerinden sanatçılara, medya mensuplarından bilim adamlarına, aydınlardan akademisyenlere, insani yardım kuruluşlarından insan hakları örgütlerine kadar geniş bir aktörler manzumesi bulunmaktadır. Türkiye’nin yükselen bir güç olması, bütün bu aktörlerin bu tarihi sürece yapıcı katkı vermelerine bağlı olacaktır.
Doç. Dr. İbrahim KALIN
T.C. Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörü
Dipnotlar:
1. Başbakan Başdanışmanı (Senior Advisor to Prime Minister)
2. Bkz. Bülent Araş ve Hakan Fidan, “Turkey and Eurasia: Fronliers of a New Geographie Imagination”, New Perspectives on Turkey, No. 40, 2009, s. 195-217.
3. Türk bilim dünyası; tarih, siyaset, sosyoloji, uluslararası ilişkiler, felsefe yahut antropoloji alanlarında kendine özgü bir kavram ve kuram dünyası inşa etmede henüz arzu edilen noktada değildir. Bu konunun interdisipliner bakış açısıyla ayrı bir çalışmada detaylı olarak ele alınması gerekliğini ifade etmekle yetindim. Bu yönde dikkat çeken birkaç çalışma olarak şu eserler zikredilebilir: İsmail Kara, Bir Felsefe Dili Kurmak: Modern Felsefe ve Bilim Terimlerinin Türkiye’ye Girişi (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2001), Cüneyt Kaya (haz.), Tûrktye’de/TûrkçedeFelsefe ÜzerineKonuşmalar'(istanbul: Küre Yayınlan, 2009) ve Ersel Aydınlı, Erol Kuru baş, Haluk Özdemir, Yöntem. Kuram. Komplo: Türk Uluslararası İlişkiler Disiplininde Vizyon Arayışları (Ankara: Asil Yayın Dağılım, 2009).
4. Örneğin son yıllarda Arap dünyasında Türkiye’ye duyulan ilgi bu dinamiklerin bir sonucu olarak ortaya çıkmakladır. Bu konuda bkz. benim “Debating Turkey in the Middle Easl: The Davvn of a Ne\v Geopolitieal Imagination”, Insight Turkey, Vol. 11, No 1 (2009 Kış), s. 83-96.
5. Türk-Amerikan ilişkilerine bu açıdan yaklaşan bir değerlendirme için bkz. benim “US-Turkish Relations under Obama: Promise, Challenge and Opportunity in the 21st Century”, The Journal of Balkan and Near East> Studies, Vol. 12, No 1, (2010), s. 93-108.
6. Türk dış politikasının değer ve real-polilik eksenli dönüşümünün bir analizi için bkz. benim “Turkey and the Middle Easl: Ideology or Geopolitics?”, Private Viewy (Aulumn 2008), s. 26-35.
7. Joseph S. Nye, Soft Poıver: TJw Mearıs to Succeed in World Politics (Kcw York: Public Affairs, 2004), s. x.
8. Joseph Nye ve Richard Armilagc’ın yürüttüğü ince güç projesi için bkz. hllp://\v\v\v.csis.org/smarlp()wcr.
9. İnce güç kavramının uluslararası literatürdeki yeri ve Türkiye açısından anlamı için Bilgin, Elis, Beng, Allunışık ve Altınay’ın Insight Turkey, Cilt 10, No 2 (Nisan-IIaziran 2008) ince güç özel sayısındaki makalelerine bakınız.
10. Peter Krause ve Staphen van Evera, “Public Diplomacy: Ideas for the War of Ideas”, Belfer Center for Science and International Affairs, Harvard Kennedy School (Eyli’il 2009).
11. Jarol B. Manheim, ‘The War of Images: Strategic Communication in the Gulf Conflict”, Stanley A. Renshon (ed.), The Political Psychology of the Gulf War. Leaders, Publics, and the Process of Conflict icinde (Pittsburgh. Londra: University of Pittsburgh Press, 1993), s. 166-7.
12. Jan Melissen (ed.), Tfje New Public Diplomacy: Soft Power in International Relations (New York: Palgrave MacMillan, 2005), s. xix.
13- Ambassador K. T. Paschkc, Reporl on thc Spccial Inspection of 14 German Embassics in ıh e Counlrics of thc Europcan Union (Berlin: Auswârtigcs Amt, 2002).
14. Anna Michalski, “Thc EU as a Soft Powcr: Thc Porce of Persuasion”, Jan Mclisscn (ccl), TheNetvPublic Diplomacy (Ncw York: Palgravc Macmillan 2007) içinde, s. 128.
15. Ali Fisher, “Four Seasons in One Dav: The Crovvded Ilouse of Public Diplomacy in the UK”, Nancy Snovv ve Philip M. Taylor (ed.) Routledge Handbook of Public Diplomacy (New York: Routledge, 2009) içinde, s. 251-261.
16. Gary D. Ravvnsley, “China Talks Back: Public Diplomacy and Sofi Povver for thc Chincsc Century”, Snow ve Taylor (ed.) Routledge Handbook of Public Diplomacy, s. 284.
17. Ingrid d’IIooghc, “Public Diplomacy in thc Pcoplc’s Rcpublic of China” Jan Mclisscn (cd.), The Neıu Public Diplomacy-içinde, s. 88-9.
18. Richard Armilagc ve Joscph Nye, “A Smarl Funding Slralegy?”, 24 Nisan 2009, hltp://www.csis.org.
19. Bu konuda bkz. benim İslam ve Batı (istanbul: İSAM Yayınları, 2007).
20. Örneğin Türkiye’de kayıllı yabancı gazeteci sayısı 2002 yılında sadece 36 iken, bu sayı 2009 yılında 265’e çıkmıştır. Yabancı basın mensupları arasındaki ulusal ve bölgesel çeşitlilik de Türkiye’ye duyulan ilginin farklı kesimler arasında paylaşıldığını göstermekledir.
*Bu makale MÜSİAD tarafından yayınlanan “Yükselen değer Türkiye’ isimli kitaptan alınmıştır.
Eksen Kayması Tartışması ve Türkiye-Ortadoğu İlişkileri
Uluslararası ilişkilerde devletlerin dış politikaları farklı paradigmaların temel varsayımları dikkate alınarak analiz edilmektedir. Bir devletin dış politikası ya sistem düzeyinde ya devlet düzeyinde ya da birey düzeyinde analiz edilebilir. Sistem düzeyine yapılan analizlerde sistemin yapısı, ittifaklar, güç dağılımı, bloklar vs. gibi unsurlar dikkate alınarak bir sistem tanımlaması yapılır ve buradan hareketle sistemin devletlerin politikalarına etkisi irdelenir. Realist, neorealist veya globalist paradigmalar sistem düzeyinde devletin dış politikasını analiz etmektedir.
“Kamu Diplomasisi, çağın en stratejik gücü…”
Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmaları (TUİÇ) platformu olarak son yıllarda sıkça konuşulmaya başlanan “kamu diplomasisi” kavramını mercek altına almak istedik ve Türkiye’de bu alanda ilk kurumsal yapılanmayı gerçekleştiren Kamu Diplomasisi Enstitüsü’nün kapısını çaldık. Sorularımızı Enstitü Direktörü ve İstanbul Arel Üniversitesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Abdullah Özkan cevapladı:
Başbakan Erdoğan’ın Kuveyt ve Katar Ziyaretleri
Başbakan Erdoğan’ın 9-11 Ocak 2011 tarihleri arasında ilk önce Kuveyt ve ardından Katar’a düzenleyeceği resmi ziyaretler bir kez daha dikkatlerin Körfezin bu iki önemli ülkesine çevrilmesine yol açmıştır. Başbakan Erdoğan’ın bu ülkelerde yapacağı üst düzey temasların yanında Türkiye-Kuveyt İş Forumu ile Türkiye-Katar İş Forumu’na katılacak olması ziyaretin ekonomik yanının ağır basacağına işaret etmektedir.
2000 Sonrası Dönemde Türkiye-Yemen İlişkileri
Türkiye-Yemen ilişkilerini birçok boyutta ele almak mümkündür. Ancak bunları kendi içerisinde birini devlet düzeyindeki ilişkileri içeren resmi ilişkiler, diğerini de ticari ve toplumsal düzeydeki ilişkiler boyutuyla incelemekte fayda vardır. Böylelikle Türkiye-Yemen ilişkilerinin her iki düzeyde de ciddi bir değişim geçirdiğini daha iyi ortaya koymak mümkün olacaktır. Resmi ilişkiler, diplomatik ve devlet düzeyindeki ilişkiler Yemen’deki Osmanlı mirasına rağmen Türkiye ile Yemen arasındaki hükümet düzeyindeki ilişkiler 1990’ların başına kadar istenilen düzeyde gelişme göstermemiştir.
20 Aralık 1986 tarihinde Başbakan Turgut Özal’ın Yemen ziyaretinin ardından 1988 tarihinde San’a’da ilk Türkiye Büyükelçiliği açılmıştır. İki Yemen’in 1990 yılında birleşmesinden sonra da Türkiye-Yemen ilişkileri düşük yoğunlukta seyretmeye devam etmiştir. İki taraf arasındaki ilişkiler ilk önce Temmuz 2005’te Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün İslam Konferansı Örgütü’nün toplantısı çerçevesinde düzenlediği Yemen ziyareti; ardından da Yemen Başbakanı Abdulqadir Bajammal’ın Türkiye ziyareti ve Ekim 2005’de Başbakan Erdoğan’ın Yemen ziyaretiyle değişmeye başlamıştır.
Yemen ziyareti hakkında basına bir demeç veren Başbakan Erdoğan “Bizler pek çok farklı alanda ilişkileri geliştirmek için Yemen tarafının gerçek arzusu olduğunu hissettik” demişti. Erdoğan ayrıca Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih ile olan görüşmesinin oldukça verimli geçtiğini ve Cumhurbaşkanı Salih’in iki ülke arasındaki ilişkilerin siyasi, ekonomik, ticari ve kültürel alanda geliştirilmesi için kendilerini teşvik ettiğini sözlerine eklemiştir. Karşılıklı heyetler arası ziyaretler 2008 yılının başında en üst seviyeye çıkmıştır. Bu çerçevede Yemen Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih, 25-26 Şubat tarihlerinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün resmi davetlisi olarak Türkiye’ye bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Türkiye ile Yemen arasında cumhurbaşkanları düzeyinde gerçekleşen bu ilk ziyarette taraflar siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkilerin yanı sıra bölgesel ve uluslararası konular üzerine fikir alışverişinde bulunmuşlardır. Abdullah Salih’in ziyaretine üst düzeyde bürokratların yanı sıra iş adamları ve bakanlar da eşlik etmiştir. Abdullah Gül ile yapılan görüşmede Irak’taki sorunların yanı sıra Filistin sorunu, terörle mücadele, karşılıklı ticari yatırımların artırılması gibi konular da gündeme gelmiştir. Yemen Cumhurbaşkanı basına verdiği demeçte Yemen’in, Türkiye’nin Filistin sorununun çözümünde oynadığı role değindikten sonra Lübnan’daki cumhurbaşkanlığı krizinin aşılmasında oynadığı rolden de memnuniyet duyduğunu ifade etmiş ve Yemen’in Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine adaylığını açıklayan Türkiye’yi desteklediğini belirtmiştir. Cumhurbaşkanı Abdullah Salih’in ziyareti öncesi ise 7 Eylül 2005 tarihinde Ankara’da imzalanan “Türkiye-Yemen Karma Komitesi Üçüncü Dönem Toplantısı Protokolü”nün onaylanması işlemi gerçekleştirilmiştir. Protokol kapsamında ticari, kültürel, enerji, sağlık ve turizm gibi birçok alanda ortak çalışmaların yapılması kararlaştırılmıştır. 2009 yılında taraflar arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine dönük birtakım karşılıklı ziyaretin gerçekleştirildiği görülmektedir. Bu çerçevede Şubat 2009 tarihinde Dışişleri Bakanı Ali Babacan Yemen’e resmi bir ziyaret düzenlemiştir.
Özellikle Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın ziyareti sırasında Türkiye-Yemen ilişkilerinin geliştirilmesine dönük birtakım çabaların gösterilmesi konusunda tarafların görüş alışverişinde bulunmasından öteye gündeme Babacan’ın resmi karşılanma töreni damgasını vurmuştur. Uluslararası kamuoyu açısından ziyareti daha da önemli kılan gelişme Yemenlilerin Babacan’ı karşılarken Osmanlı Valisine uygulanan protokolü uygulaması olmuştur. Böylelikle Yemenli Arapların tarihsel olarak Osmanlı dönemiyle ilişki olarak bir kaygı taşımadıkları gibi söz konusu dönemin hatıralarını canlı tutukları algılaması oluşmuştur. Nitekim Yigal Schleifer tarafından Foreign Policy dergisinde yayınlanan “Osmanlılar Dirilişi” başlıklı çalışmada Babacan’a Yemen’de uygulanan Osmanlı Valisi protokolüne vurgu yapılarak Türkiye’nin Arap dünyasında artan etkisi bir kez daha gündeme getirilmiştir. Yemen’deki temasları sırasında Yemen Times’ın ilk kadın Genel Editorü Nadia Al Sakkaf’a bir mülakat veren Babacan iki ülke arasındaki ilişkilerin mükemmel derecede iyi olduğunu ifade etmiştir. Bakan Babacan’ın ziyaretinden kısa bir süre sonra da TBMM Başkanı Köksal Toptan ve beraberindeki milletvekili heyeti resmi davetli olarak Yemen gitmiştir. Parlamenterler arasındaki görüşmelerin ardından Yemen Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih’le de bir görüşme gerçekleştiren Meclis Başkanı Toptan iki ülke arasındaki diyalogun geliştirilmesinin önemi üzerinde durmuştur. Görüşme sırasında Yemen Cumhurbaşkanı Türkiye’nin Filistin politikasının önemini belirtikten sonra Gazze olayları sırasında Türkiye’nin oynadığı role vurgu yapmış ve bu konularda Türkiye ile iş birliği yapmak istediklerini ifade etmiştir. Nitekim resmi düzeyde ilişkilerin gelişmesi kısa sürede Türkiye’nin Yemen’de yaşanan şiddet olayları karşısındaki politikalarını da etkilemiştir. Yemen’de taraflar arasındaki gerginliğin tırmandığı günlerde Türkiye ilk başlarda sorunun bölgesel bir krize dönüşmesi endişesi taşımasına karşın doğrudan iç sorunlara müdahil olmamıştır. Bununla birlikte Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan resmi açıklamalarda Yemen’in toprak bütünlüğünün desteklendiği açıkça ifade edilmiştir.
Haziran ayında Şii güçler ile hükümet birlikleri arasındaki gerginliğin silahlı çatışmalara dönüştüğü günlerde 18 Haziran 2009’da Dışişleri Bakanlığı tarafından konuya dönük yapılan açıklamada “Türkiye, Yemen’in istikrarını, ulusal birliğini ve toprak bütünlüğünü desteklemektedir” ifadesi kullanılmıştır. Açıklamanın devamında “Kökleri uzun, ortak bir tarihe dayanan ve ilişkilerimizin mükemmel olarak tanımlanabileceği dost ve kardeş Yemen’de son aylarda meydana gelen, ülkenin siyasi istikrarını hedef alan şiddet olayları üzüntüyle karşılanmaktadır. Yemen’in istikrarı tüm bölgenin barış ve istikrarı için önem taşımaktadır” denmiştir. Yemen’de şiddet olaylarının yaşandığı Eylül ayında Yemen Cumhurbaşkanı ile bir telefon görüşmesi gerçekleştiren Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hem Abdullah Salih’i bir kez daha Türkiye’ye davet etmiş hem de Yemen’in ulusal birliği, istikrarı ve güvenliğine olan desteğini ifade etmiştir. Çatışmaların derinleşmesi üzerine ise 23 Eylül’de Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan bir açıklamada da şiddet olaylarından duyulan kaygılar ifade edildikten sonra Yemen’in ulusal birliği ve toprak bütünlüğü temelinde çözüme kavuşturulmasının desteklendiği ifade edilmiştir. Türkiye’nin Yemen hükümetine verdiği destek Dünya Gıda Programı tarafından uluslararası kamuoyuna duyurulan yardım çağrısına 100 bin dolar tutarında bir nakdi yardımla daha da somutlaşmıştır. Sonuç olarak Türkiye’nin Yemen’de meydana gelen şiddet olayları karşısında açıkça San’a hükümetini desteklemesi dikkat çekicidir. Bu kapsamda Türkiye Yemen’deki sorunların aşılması için kurulan Yemen’in Dostları grubuna katılmış ve bu kapsamda Yemen sorununun çözülmesinde uluslararası bir çaba harcamaya başlamıştır Nitekim Haziran 2010’da Abdullah Gül tarafından ulusal birlik günü münasebetiyle Yemen Cumhurbaşkanı’na gönderilen resmi mektupta Türkiye’nin her zaman Yemen’in istikrarı, ulusal bütünlüğü ve güvenliğine verdiği önemi vurgulamış ve bundan sonra da Ankara’nın kardeş olarak tanımladıkları Yemenlilerin yanında olacağını ifade etmiştir.10 Türkiye ile Yemen Arasındaki Toplumsal ve Ticari İlişkiler Türkiye ile Yemen arasındaki hükümet düzeyindeki ilişkilerin son dönemde hızlı bir şekilde gelişme göstermesine paralel olarak toplumsal düzeydeki ilişkilerin seyri de değişmeye başlamıştır. Türkiye ile Yemen arasındaki toplumsal düzeydeki ilişkiler ekonomik, ticari ve eğitim alanında kendisini göstermektedir. İki ülke arasındaki toplumsal ilişkiler karşılıklı ziyaretlerin ötesinde sağlık ve eğitim alanındaki iş birliğiyle de oldukça önemli bir aşamaya gelmiştir. Haziran 2010 tarihinde gerçekleştirilen Türkiye-Yemen Ortak Komite 5. dönem toplantısında bir yandan turizm alanında iş birliği uygulama protokolü imzalanırken diğer yandan da Yemen tarafının talep ettiği üniversite ve üstü eğitimi ile ilgili burslardaki kontenjan artırımı talebi de olumlu şekilde karşılanmıştır.
Ankara’daki görüşmelere Yemen tarafını temsilen katılan Yemen Sanayi ve Ticaret Bakanı Yahya El Mütevekkil ise Türkiye ile Yemen arasında imzalanan turizm alanındaki iş birliğinin ötesinde ticaret alanında iş birliğinin geliştirilmesine dönük bir takım taslakların hazırlandığına dikkat çekmiştir. Bu görüşmelerin sonucunda çok önemli noktalara gelindiğini belirten Mütevekkil “İki devlet arasında ekonomi ve ticari ilişkilerin temelini belirlemiş olduk. Temennimiz bu sene bitmeden iki ülke arasında iş konseyi kurulması. Bu konsey iki ülke ilişkilerinin lokomotifi olacaktır’’ ifadelerini kullanmıştır. Nitekim 25 Kasım 2010’da Başbakan Yardımcısı Arınç’la bir görüşme gerçekleştiren Yemen’in Ankara Büyükelçisi bir kez daha ticaret, yatırımlar ve turizm alanındaki ikili ilişkilerin geliştirilmesi isteklerini ifade etmiştir. Esasında İş Konseyi’nin kurulmasına dönük mutabakat zaptının 2009 yılında imzalanmış ve Türk tarafının 2010 yılında Sadık Yıldız’ı kurucu başkan olarak atamış olmasına karşın Yemen tarafında henüz bir başkan atanmamış olmasından kaynaklanan bir gecikme yaşanmaktadır. Nitekim Yemen Büyükelçisi’nin dikkat çektiği üzere iki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin istenilen düzeyde olmadığı görülmektedir. Türk-Yemen İş Konseyi Kurucu Başkanı Sadık Yıldız’a göre Türkiye ile Yemen arasındaki ticari ve ekonomik ilişkileri geliştirmek amacıyla iki ülke arasında 2009 yılında Türkiye-Yemen İş Konseyi kuruldu. Mevcut ikili ekonomik ilişkilere bakıldığında ikili ticaretin yetersiz olduğunu ifade eden Yıldız, Türkiye’nin Yemen’e ihracatın 2008 yılı sonu itibariyle 353 milyon dolar iken 2009 yılında bu rakamın ancak 379 milyon dolara yükseldiğini ifade etmiştir. Yemen’den yapılan ithalat ise 2008 yılı sonu itibariyle 703 bin dolar iken bu rakam 2009 yılında 310 bin dolara düşmüştür. İki ülke arasındaki toplam ticaret hacmi ise 2007 yılından beri sürekli olarak artmaktadır. 2007’de 274 milyon dolar, 2008’de 354 milyon dolar, 2009 yılında ise 379 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir. Türkiye ile Yemen arasındaki ticari ilişkilerin artırılmasına dönük olarak bir “Serbest Ticaret Anlaşması”nın yapılması gündeme gelmektedir. Ancak bu konudaki çalışmaların sürdüğünü ifade etmek gerekir. Yıldız’a göre 2010’un Mayıs ve Haziran ayları içinde Yemen’den İstanbul ve Ankara’ya 4 ayrı heyet ziyaret ederek ticari iş birliğinin geliştirilmesi yönünde görüşmelerde bulunmuşlardır. Yıldız, Haziran ayı itibariyle Yemen’de faaliyet gösteren 9 Türk şirketinin bulunduğunu ancak bu sayının bölgeye gidecek olan yeni firmalarla kısa sürede artacağına inandığını ifade etmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM) ve İstanbul Ticaret Odası iş birliğiyle 16 Haziran 2010 tarihinde İstanbul’da düzenlenen Türkiye-Yemen Forumu, iki ülke ilişkilerinin bir kez daha güçlü bir şekilde gündeme gelmesini sağlamıştır. Türkiye-Yemen Forumu’nun en önemli amaçlarından biri Türkiye ile Yemen arasındaki ilişkilerin toplumsal ve akademik ayağının da güçlendirilmesine katkı sağlamak iken bir diğer amacı da Yemen’deki farklı gruplar arasındaki diyalog çabalarını desteklemek olmuştur. Nitekim Forumun düzenlendiği günlerde aynı zamanda 2007 yılında tesis edilen Türk-Arap İş Birliği Forumu (TAF) Dışişleri Bakanları Üçüncü Toplantısı için İstanbul bulunan Yemen Dışişleri Bakan Yardımcısının da katılması dikkat çekicidir. Türkiye-Yemen Forumu’na Yemen tarafından verilen resmi desteğin yanı sıra akademisyen ve sivil toplum liderlerinden de önemli bir katılım olmuştu. Yemenli katılımcılar arasında eski Yemen Cumhurbaşkanlarından Abdurrahman el Iryani’nin yeğeni ve aynı zamanda Arap Kadınlar Birliği Genel Sekreteri görevini yürüten Remzia Abbas Al Eryani, Sana Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Amat Alrauf Hussein Mohammed Al Sharki, Medya Kadın Forumu Başkanı Sayın Rahma Hugaira, Sana Üniversitesi Sanat ve Beseri Bilimler Fakültesi Dekanı Sayın Hamid al Awadhi, Yemen Kamuoyu Arastırma Merkezi Baskanı Sayın Hafez Al Bukari, Thamar Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Amin A. Al Hemiari, St. Andrews Üniversitesi Ögretim Üyesi Dr. Khaled Fattah yer almıştır.20 Türkiye-Yemen Forumu’nun açılış oturumu için bir mesaj gönderen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İstanbul’da düzenlenen Türkiye-Yemen Forumu’na büyük bir önem verdiğini ve iki ülke arasındaki iş birliğinin geliştirilmesini güçlü bir şekilde desteklediğini ifade etmiştir. Cumhurbaşkanı Gül’ün mesajında, kısa bir süre içerisinde Yemen Cumhurbaşkanı Abdullah Salih’in davetlisi olarak Yemen’e yapacağı ziyaretini oldukça önemli gördüğünü ifade etmiştir.
Yemen Büyükelçisi Nuriye Hamami ise Türkiye’nin Ortadoğu’da oynadığı yapıcı rolden duyduğu memnuniyeti belirttikten sonra Türkiye’nin hem Yemenin Dostları Grubuna verdiği uluslararası destekten hem de Yemen’in istikrarına özel olarak sunduğu katkılardan dolayı duyduğu memnuniyeti ifade etmiştir. İki ülke arasındaki köklü ilişkilere değinen Büyükelçi Al-Hamami, Türkiye ile Yemen arasındaki ticaret hacminin yeni yatırımlarla artmasını temenni ettiklerini belirtikten sonra, özellikle toplumsal düzeydeki ilişkilerin güçlendirilmesi için akademik, kültürel ve medya alanında ortak çalışmaların yapılmasının önemini vurgulamıştı. Türkiye ile Yemen arasındaki ilişkilerde dikkat çeken bir diğer olguda Yemenli diplomatların Türkiye ile ilişkilere bakışıdır. Bu kapsamda İstanbul’daki Yemen forumuna katılan Yemen Dışişleri Bakanlığı Bakan Yardımcısı Dr. Ali Musenna, Türkiye’nin Yemen’le ilişkilerini geliştirme çabalarını desteklediklerini ifade ettikten sonra özellikle uluslararası alanda Türkiye’nin Yemen’in istikrarına verdiği desteği dile getirmesi dikkat çekicidir. Yemen Cumhuriyeti Dışişleri Bakan Yardımcısı Dr. Ali Musenna ayrıca Türkiye’yi demokratik ve modern yapısı, İslamiyeti çağdaş bir şekilde yaşaması, gelişmiş sanayisi ile örnek ülke olarak gördüklerini, Türkiye’nin dış politikadaki başarısının da Arap dünyası tarafından büyük bir takdirle takip edildiğini belirtmiştir. Bu bağlamda Yemen’deki Türkiye algısının birçok toplumsal unsurda kendisini farklı bir şekilde gösterdiğini belirtmek gerekir. Konuya daha detaylı bakmakta yarar vardır.
Yemen’deki Türkiye Algısı
Yemenlilerin Türkiye algısını besleyen oldukça farklı unsurların olduğunu belirtmek gerekir. Bu kapsamda Osmanlı dönemi, İmam Yahya dönemi ve son olarak 2003 Irak Savaşı sonrası Türkiye’nin Ortadoğu politikasının Yemenlilerin Türkiye algısının oluşmasında önemli bir rol oynadığını belirtmek gerekir. Osmanlı dönemine ilişkin olarak Yemenlilerin arasında birbiriyle farklılaşan bir algıya sahip oldukları görülmektedir. Sayın Iryani’ye göre Osmanlı İmparatorluğu Yemen’deki denetimi bu toprakları ve Mekke ile Medine gibi kutsal bölgeleri Avrupalı sömürgecilere karşı korumak içindi. Aynı şekilde Al Sharki de Osmanlı dönemine ilişkin ilginç detaylar üzerinde durmaktadır. Yemenlilerin Osmanlının Yemen’deki varlığına İngilizce işgal anlamına gelen “occupation” olarak kullanmadıklarını bu kavram yerine varlığı anlamına gelen “Presence” kavramıyla ifade ettiklerini belirtmektedir. Nitekim Osmanlı dönemine ilişkin olarak da Yemenliler Arapça “Ihtilal al Ottoman” değil de “Vucud el-Ottoman’ kavramlarını kullandıkları belirtilmektedir. Söz konusu kavramları İngilizceye çevirdiğimizde ise işgal kelimesi yerine varlık kelimesini kullanmak daha doğru bir tercüme olmaktadır. Bu bağlamda bir kez daha dönemin Dışişleri Bakanı Babacan’ın Yemen ziyaretini irdelemekte yarar vardır.
Yukarıda da vurgulandığı üzere söz konusu ziyarette Yemenliler Babacan’ı eski Osmanlı valilerini karşılarken düzenledikleri protokol ve heyecanla karşılama yoluna gitmişlerdir. Schleifer’de vurguladığı üzere, törende karşılayan gruplar içinde önemli kabile reislerinin de bulunması dikkat çekicidir. Yemen’deki Osmanlı algısı ile diğer Arap ülkelerindeki algının birbirinden farklı olduğunu bir kez daha belirtmek gerekir. Elbette bunun birçok nedeni bulunmaktadır. Osmanlı dönemi bir yanıyla çatışmacı iken bir diğer yanıyla da uzlaşmacı ve iş birliği dönemi olarak ele alınmalıdır. Birçok yazar Osmanlı-Arap ilişkilerini ele alırken ağırlıklı olarak çatışmacı dönemlere vurgu yapmaktadır. Oysa Yemen tarihinde de görüldüğü üzere taraflar çatışmadan ziyade iş birliği içinde hareket etmişlerdir. I. Dünya savaşında hem Osmanlı askerleri hem de Imam Yahya’ya bağlı gruplardan çok sayıda insan, İngilizlerle yapılan savaşta aynı cephede yaşamlarını yitirmişlerdir. Osmanlı sonrası dönemde Ragıp Bey gibi bürokratların Yemen’de önemli mevkilere gelişi Yemenliler açısından bir sorun teşkil etmediği gibi bu şahsiyetler Yemen’in önemli değerleri olarak görülmektedirler. Nitekim Yemen’deki demokratikleşme süreci üzerinde duran Yemenlilerin bir kısmının bunun Osmanlı döneminden itibaren başlatılması gerektiğini ileri sürmesi dikkat çekicidir. Bu bağlamda Osmanlı hâkimiyetindeki dönemini Yemen’in kalkınma döneminin başlangıcı olduğunu ifade eden Iryani’e göre Yemen’deki parlamento sistemi de Osmanlı döneminden kalmadır. Osmanlı döneminde Yemen’in bir vilayet olarak parlamentoda temsil edildiğine dikkat çeken Iryani ayrıca her vilayette yönetim meclislerinin oluşturularak yerel unsurların siyasal sürece katılımın sağlandığını belirtmektedir. Akşam gazetesi yazarlarından Senay Yıldız da Yemen’deki araştırmasında sözkonusu olguya dikkat çekmektedir. İman Üniversitesi dahil olmak üzere birçok yerde araştırma yapma imkanı bulan Yıldız’a göre Yemenliler Osmanlı dönemine işgal altındaki bir dönem olarak bakmamaktadırlar. Osmanlı tarihini olumlu yaklaşan Yemenlilerin aynı zamanda güncel olarak da Türkiye’deki politik süreci yakından takip ettiklerini ifade etmektedir. Yemen sokaklarında bir bayan olmasına karşın çok rahat araştırma yapabildiğini ve Yemenlilerin kendilerine çok yardımcı olduğunu araştırma yazısında ortaya koymaktadır. Bu noktada Yemen Dışişleri Bakan Yardımcısı Ali Musenna’nın Yemen’in en az üç yönden Türkiye’yi örnek alması gerektiğine dikkat çekmektedir.
Dr. Ali Musenna’a göre Türkiye, siyasi yönlerde ve demokratik gelişim konusunda Arap ülkelerinden ileridedir. Bunun yanı sıra, çağıyla uyumu yakalamış bir İslam ülkesi olarak, İslami modernleşme karşıtı bir pozisyonda görmek isteyenlerin yanıldığını gösteren bir örnek olarak da uluslararası toplumun gözlemleyebildiği bir ülkedir. Dr. Musenna’a göre Türkiye’nin örnek olduğu ikinci bir alan da sanayi alanında gösterdiği gelişmelerdir. Bu örnek gelişme, kalkınma ve çağdaş bir model ortaya koymaktadır. Musenna Arapların ve Müslüman ülkelerinde Türkiye’nin ortaya koyduğu bu örnek üzerinde önemle durmaları gerektiğini ifade etmektedir. Yemenliler açısından Türkiye’nin örnek teşkil ettiği üçüncü konu ise Türk Dışişleri’nin uluslararası alanda izlediği siyasettir. Türkiye’nin uluslararası toplumla kurduğu ilişki sayesinde Batı ile Doğu arasında olumlu bir köprü oluşturmayı başardığını ifade eden Musenna’a göre Türkiye’nin dış politikası Arap dünyası tarafından saygı ile karşılanmaktadır. Dr. Khaled Fattah ise Yemenlilerin Türkiye algısına oldukça farklı bir şekilde yaklaşmaktadır. Türkiye’nin Arap ve İslam alemi açısında önemsenen bir ülke haline geldiğini ifade eden Fattah’a göre son dönemlerde Türk dizilerinin Yemen dahil Arap dünyasında gösterime girmesi bu halkların Türkiye bakışını ciddi şekilde etkilemiştir. Türkiye’nin Yemenlilerin gözünde modern ve gelişmiş bir ülke olarak algılandığını ifade eden Fattah’a göre Türk dış politikasının Filistin ve Irak sorununda izlediği siyaset Yemenliler tarafından dikkatle takip edilmiştir. Türk dış politikasında son dönemdeki Yemenli aydınların bakışlarını Türkiye’ye çevirmesinde oldukça önemli bir rol oynadığını ifade edilmektedir. Tüm bunların üstüne 2010 yılı içerisinde Thamar Üniversite tarafından üniversite personeli ve öğrencilerini kapsayan ve Türkiye’nin dış politikası ve Türkiye’nin uluslararası ilişkilerdeki rolünün nasıl algısına dönük yapılan anket çalışmasına yer vermek yerinde olacaktır. Anket çalışması toplam 13 bay 3 bayan 16 öğretim üyesi, 30 bay ve 8 bayan toplam 38 üniversite idari personeli ile 104 bay ile 42 bayan 146 öğrenci üzerinde gerçekleştirilmiştir. Anket 2010 Haziranında tamamlanmış olup İstanbul’da düzenlenen Yemen Forumu’nda sunulmuştur. Anket sonuçlarına bakıldığında ankete katılanların yüzde 79.5’inin Türkiye’nin Ortadoğu’nun barış ve istikrarı üzerinde önemli bir rol oynayabileceği düşündüğü ortaya koymaktadır. Bu çerçevede Yemenlilerin Türkiye’nin Ortadoğu’nun istikrarına ve barışına önemli bir katkı sağlayabileceğine inanmaktadır. Çalışmaya katılanlardan yüzde 70’i de Ortadoğu’da izlenen yeni Türk dış politikasının Ortadoğu’nun yararına olduğunu belirtmektedir.
Bu noktada dikkat çeken bir diğer olgu ise çalışmaya katılan 13 üniversite profesörlerinden 12’sinin Türkiye’nin Ortadoğu politikasını olumlu değerlendirmesi olmuştur. Dolayısıyla Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerine yönelik olarak da ankete katılanlardan yüzde 83.5’inin ise komşularla yürütülen ilişkilerden memnun olduğunu göstermektedir. Bir anlamda komşularla sıfır sorun hedefi altında yürütülen politika Yemen kamuoyu üzerinde etkili bir kabul görmektedir. Ayrıca çalışmaya katılanlardan yüzde 66.5’i de Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleri arasında var olan sorunların çözümünde etkili bir rol oynayacağını ifade etmiştir. Bu çerçevede Türkiye’nin dile getirdiği arabulucu rolünün Yemenliler tarafından kabul görüldüğüne işaret etmek gerekir. Diğer yandan anket çalışması Yemenlilerin Türkiye’nin ekonomik olarak Ortadoğu’da daha aktif bir rol oynayabileceğine inandığını gösterirken bunlardan yüzde 9’u ise Türkiye’nin kültürel düzeyde de Ortadoğu’da rol alabileceğine dikkat çekmektedir. Anket çalışmasına katılan öğrenci, öğretim üyesi ve idari personelin önemli bir kısmı Türkiye ile Yemen arasındaki ilişkiler her alanda geliştirilmesini desteklediklerini ifade etmektedir. Ayrıca anket çalışmasına katılanların önemli bir kısmı da Türkiye’nin Batı’ya karşı dengeleyici bir ülke olarak öne çıkmasını istedikleri görülmektedir. Ankette Türkiye’nin Batı ile ilişkileri ile ilgili sorulara verilen yanıtlarda dikkat çekicidir. Ankete katılanların yaklaşık yüzde 64’ü, yeni diye tanımladıkları Türk dış politikasının Türkiye’nin Batı ile olan ilişkilerine negatif bir etkisinin olmayacağını ifade etmiştir. Katılımcıların yaklaşık yüzde 46’sı ise Batı ile iyi ilişkilere sahip bir Türkiye’nin Ortadoğu ülkelerinin istikrar ve barışına olumlu katkı yapacağına inanmaktadır. Türkiye’nin Filistin politikasına verilen destek ise ankette yaklaşık yüzde 83 çıkmaktadır. Ankete katılanlardan yüzde 85.5’i, Türkiye ile Yemen arasında özellikle ekonomik, eğitim ve kültürel iş birliğinin geliştirilmesini desteklemektedir.30
Sonuç
1990 sonrası dönemde Türkiye-Yemen ilişkileri hızlı bir şekilde gelişme göstermektedir. Yemen politikasında önemli konumlar elde etmiş eski Cumhurbaşkanın yeğeni Iryani’ye göre Türkiye ile Yemen arasında kültürel düzeyden mimari konulara kadar ciddi benzerlikler bulunmaktadır. Tüm bunlara rağmen ilişkilerin yaklaşık 80 yıl boyunca ciddi bir ilerleme göstermemesini her iki ülkenin karşı karşıya kaldığı bölgesel ve küresel sorunları dikkate alarak düşünmek gerekir. Nitekim 1990 sonrası uluslararası sistemde ve bölgesel güvenlik algılamalarında yaşanan değişimin de etkisiyle, Türk-Yemen ilişkileri arasındaki diplomatik ilişkiler olumlu yönde gelişmeye ve hatta ivme kazanmaya başlamıştır. Türk okullarının açılması, karşılıklı ziyaretler ve son olarak da ekonomik ilişkilerde ve ticaret hacminde de önemli iş birliği alanları yaratılmaya başlanmıştır. Tüm bu iş birliği sürecini karşılıklı saygı ve ortak çıkarların geliştirilmesi temelinde sürdürülen diyalogun bir sonucu olarak görmek gerekir. Sonuç olarak iki ülke arasındaki ilişkilerin kısa sürede daha da güçlenerek gelişeceği ileri sürülebilir.
Kanakça
1 Yemen Observer Newspaper, “ Business Cooperation Tops Yemeni-Turkish Dialogue”, 27.10.2005
2 Official Web Site of President Ali Abdullah Saleh, “Yemen, Turkey review last developments in Iraq”, 25.02.2008 http://www.presidentsaleh.gov.ye/shownews.php?lng=en&_nsid=6095&_newstitle=turkey
3 Official Web Site of President Ali Abdullah Saleh, “Yemen backs Turkey to get permanent seat on UN security
council”, 25.02.2008, http://www.presidentsaleh.gov.ye/shownews.php?lng=en&_nsid=6097&_newstitle=turkey
4 Bkz., T.C. Resmi Gazete, “Türkiye-Yemen Karma Komitesi Üçüncü Dönem Toplantısı Protokolü” 15 Şubat 2008,
Sayı : 26788, Karar Sayısı : 2008/13219
5 Yigal Schleifer, “The Ottoman Revival: Turkish nationalism goes back to the future”, Foreign Policy, 15 April 2009,
http://www.foreignpolicy.com/articles/2009/04/15/the_ottoman_revival
6 Official Web Site of President Ali Abdullah Saleh, “President Saleh receives Turkish senior official”, 05.03.2009,
http://www.presidentsaleh.gov.ye/shownews.php?lng=en&_nsid=7017&_newstitle=turkey
7 Yemen’de Son Aylarda Meydana Gelen Şiddet Olayları Hk Dışişleri Bakanlığı Açıklaması, No:97, 18 Haziran 2009.
8 Official Web Site of President Ali Abdullah Saleh, “Saleh receives phone call from Turkish president”, 07.09.2009,
http://www.presidentsaleh.gov.ye/shownews.php?lng=en&_nsid=7636&_newstitle=turkey
9 Yemen’deki Gelişmeler Hk Dışişleri Bakanlığı Açıklaması, No: 166, 23 Eylül 2009
10 Official Web Site of President Ali Abdullah Saleh, “Turkish president congratulates Saleh on Unification Day”, 01.06.2010, http://www.presidentsaleh.gov.ye/shownews.php?lng=en&_nsid=8362&_newstitle=turkey
11 Finans Gündem, “Yemen ile turizm protokolü imzalandı”, 09.06.2010, http://www.finansgundem.com/haber/
Yemen-ile-turizm-protokolu-imzalandi/27964
12 TRT Haber, “Türkiye-Yemen Ortak Komite Toplantısı”, 08.06.2010, http://www.trt.net.tr/trtavaz/turkiye-yemenortak–
komite-toplantisi–haber-detay,tr,5957b164-5062-408b-b2d7-1bc2c8630ac3.aspx
13 Saudi News, “Yemen, Turkey review bilateral relations”, Nov 25, 2010, http://www.saudinewstoday.com/article/
38986__Yemen,+Turkey+review+bilateral+relations
14 M. Sadık Yıldız, “Yemen’le Ekonomik İşbirliği İmkanları”, Türkiye-Yemen Forumu, İstanbul Ticaret Merkezi, İstanbul,
16 Haziran 2010, http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Etkinlikler/Dosyalar/2010624_orsam.yemen.forum112.
pdf
15 Zaman Gazetesi, “Yemen’de hangi sektöre yatırım yaparsanız yapın lider olursunuz”, 06.07.2010, http://www.
zaman.com.tr/haber.do?haberno=1003082&title=yemende-hangi-sektore-yatirim-yaparsaniz-yapin-liderolursunuz
16 Bkz., TUSKON, “Yemen’e Ticaret Ve Yatırım Heyeti Düzenlendi”, http://www.tuskon.org/icerik/haber_detay.
php?id=796
17 Daha detaylı bilgi için bzk., http://www.tissenior.org/
18 Türkiye Büyük Millet Meclisi Resmi İnternet Sitesi, “TBMM Başkanı Toptan Yemen’de”, 04 Mart 2009, http://www.
tbmm.gov.tr/develop/owa/haber_portal.aciklama?p1=84304, (e.t.. 06.10.2009)
19 Tarım Haber, “Tuskon Üyesi Nikita Tarım, Yemene 1 Milyon Dolarlık İhracat Yapacak”, 05.03.2010, http://www.
tarim.com.tr/haber/haberdetay.asp?ID=10489
20 Katılımcılar hakkında bkz., I. Türkiye-Yemen Forumu, İstanbul Ticaret Merkezi, İstanbul, 16 Haziran 2010, http://
www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Etkinlikler/Dosyalar/2010624_orsam.yemen.forum112.pdf
21 Veysel Ayhan, “Dışişleri Bakanlığı, ORSAM ve İTO İşbirliğiyle I. Türkiye-Yemen Forumu Yapıldı”, ORSAM Dış Politika
Analizi, 24 Haziran 2010, http://www.orsam.org.tr/tr/etkinlikgoster.aspx?ID=172
22 Remzia Abbas Al Eryani, “Türkiye-Yemen İlişkileri: Kazanımlar ve İşbirliğiyle Dolu Bir Yürüyüş”, I. Türkiye-Yemen
Forumu, İstanbul Ticaret Merkezi, İstanbul, 16 Haziran 2010
23 Al Sharki, loc. cit.
24 Iryani, loc. cit.
25 Söz konusu yazı dizisine Akşam Gazetesi’nin 25 Ocak-29 Ocak 2010 tarihli baskılarından ulaşabilirsiniz.
26 Ali Musenna, “Kapanış Değerlendirmesi”, I. Türkiye-Yemen Forumu, İstanbul Ticaret Merkezi, İstanbul, 16 Haziran
2010
27 Mülakat, Khaled Fattah, 16.06.2010, İstanbul.
28 Anket çalışması Thamar Üniversitesi Rektörlüğü ile Khalil S. Al-Wagih tarafından gerçekleştirilmiştir. Anket sonuçları
I. Türkiye Yemen Forumunda Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Amin A. Al Hemiari tarafından sunulmuştur. ORSAM
tarafından hazırlanan I. Türkiye-Yemen Forumu Bildiri Metinlerinde tüm anket sorularına ve sonuçlarına ulaşılacaktır.
29 Amin A. Al Hemiari-Khalil S. Al-Wagih, “Yemen’s view concerning Turkey’s role in the Middle East”, The
First Turkey-Yemen Forum, İstanbul Ticaret Merkezi, İstanbul, June 16, 2010.
Irak’ın Yeni Hükümeti: Kazananlar ve Kaybedenler
Sekiz aylık bir müzakere süreci, bölge ülkelerine gerçekleşen ziyaretler, Batılı ülkelerin sürece müdahalesi ve taktik savaşlarının ardından Irak’ta Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve Meclis Başkanlığı sorunu en nihayetinde salı günü Irak Parlamentosunda yapılan seçimlerin ardından belirlendi. Sürecin hem Irak hem de bölge ülkeleriyle ve ABD açısından da oldukça zorlu geçtiği aşikardır.
Maliki’nin Türkiye Ziyareti ve Irak’ta Yeni Hükümet Kurma Senaryoları
7 Mart 2010 seçimleri üzerinden yaklaşık 8 ay geçmesine rağmen Irak’ta henüz bir hükümet kurulabilmiş değildir. Yeni hükümet kurma çalışmalarının yoğun bir şekilde sürdüğü 21 Ekim 2011’de, Başbakan Maliki’nin Türkiye ziyaretinin oldukça anlamlı bir yanı bulunduğu açıktır. Başbakan Maliki Türkiye ziyaretinden önce; İran, Suriye, Ürdün ve Mısır gibi bölge ülkelerinde bulunmuştur. Söz konusu ziyaretler sırasında Maliki’nin yeni hükümet kurma çalışmaları hakkında bilgi paylaşımında bulunduğu belirtilmesine karşın, bağımsız gözlemcilere göre Maliki’nin bölge turunun asıl nedeni başbakanlığında kurulacak yeni bir Irak Hükümeti’ne destek sağlama ziyaretleridir.
İsrail İnsani Yardım Ekibine Neden Askeri Saldırıda Bulundu?
Gazze’de İsrail ablukası altında yaşayan Filistinlilere insani yardım ulaştırmayı amaçlayan gemilere İsrail askerlerinin müdahalesi sonucu 10’larca sivil kişinin yaşamını yitirmesi Türkiye-İsrail ilişkilerinde onarılması oldukça güç derin bir iz bırakacaktır. İsrail’in sivil birimlere yönelik silahlı müdahale politikasının izah edilebilir ne hukuki, ne siyasi ne de askeri yanı bulunmaktadır. Saldırı fiili uluslararası sularda gerçekleştirildiği gibi aynı zamanda askeri olmayan unsurlara karşı güç kullanılması söz konusudur. Askeri müdahale karırının siyasi iradenin onayıyla yapıldığı düşünüldüğünde İsrail’in hem Türkiye’ye hem de Filistin sorununda diyalog ve barıştan yana olan tüm bölgesel ve küresel aktörlere ciddi bir mesaj vermek istediğini anlaşılmaktadır. İsrail tarafı Filistin sorununda çözüm istemediğini ve çözüme doğru atılan her adımı düşmanca bir yaklaşım olarak gördüğünü açık bir şekilde son saldırısıyla ortaya koymuş olmaktadır.
Gazze’de İsrail ablukası altında yaşayan Filistinlilere insani yardım ulaştırmayı amaçlayan gemilere İsrail askerlerinin müdahalesi sonucu 10’larca sivil kişinin yaşamını yitirmesi Türkiye-İsrail ilişkilerinde onarılması oldukça güç derin bir iz bırakacaktır. İsrail’in sivil birimlere yönelik silahlı müdahale politikasının izah edilebilir ne hukuki, ne siyasi ne de askeri yanı bulunmaktadır. Saldırı fiili uluslararası sularda gerçekleştirildiği gibi aynı zamanda askeri olmayan unsurlara karşı güç kullanılması söz konusudur. Askeri müdahale karırının siyasi iradenin onayıyla yapıldığı düşünüldüğünde İsrail’in hem Türkiye’ye hem de Filistin sorununda diyalog ve barıştan yana olan tüm bölgesel ve küresel aktörlere ciddi bir mesaj vermek istediğini anlaşılmaktadır. İsrail tarafı Filistin sorununda çözüm istemediğini ve çözüme doğru atılan her adımı düşmanca bir yaklaşım olarak gördüğünü açık bir şekilde son saldırısıyla ortaya koymuş olmaktadır.
Gazze sorunu bilindiği üzere Filistin seçimlerinden Hamas’ın başarılı bir şekilde çıkmasından sonra başlamış ve Batılı ülkelerin de desteğiyle Hamas yalnızlaştırılmıştı. Hamas’a karşı uygulanan diplomatik, ekonomik ve siyasi yaptırımlar 2009 yılında İsrail’in askeri müdahalesine zemin hazırlamıştı. 2009 sonrası dönemde ise İsrail Gazze’yi uluslararsı alandan soyutlamış ve Gazze, Türkiye başta olmak üzere tüm uluslararası kamuoyunun girişimlerine karşı bir insanlık dramına sahne olmuştu. İşte bu insanlık dramına karşı çıkmak ve İsrail’in Gazze ablukasını dünyada teşir etmek isteyen bir grup sivil girişimcinin ilk önce karadan ardından da denizden Filistinlilere yardım ulaştırma politikası İsrail’in sert tepkisine yol açmış ve bu tepki bugün itibariyle 20’e yakın sivilin yaşamını yitirdiği bir insanlık dramına dönüşmüştür. İsrail her ne kadar askeri müdahaleyi meşru müdafaa kapsamında göstermeye çalışsa da olayın uluslararası sularda yaşanması, gemidekilerin sivil olması, gerçek mermilerin kullanılması, gemilere farklı şekilde müdahale etme imkânının bulunması ve eylemin salt insani bir soruna dikkat çekmek için yapılıyor olması gibi unsurlar birlikte düşünüldüğünde, İsrail’in gerçekte askeri bir müdahale ve ölüm olaylarını hesaba kattığı öngörülmektedir.
Gazze Savaşı sonrası daha da tırmanan Türkiye-İsrail ilişkilerinin son saldırının ardından daha da kötüleşeceğini öngörülmektedir. İsrail’in saldırgan bir yöntemi benimsemesinde son yıllarda uluslararası kamuoyunda Filistin sorununda yeni adımlar atması konusunda kendisine yapılan telkinlerin önemli bir rolü vardır. Türkiye’nin yanı sıra Obama yönetimi de Filistin konusunda, özellikle yeni yerleşim birimlerinin inşası konusundaki politikalarını açık bir şekilde ortaya koymuş ve İsrail’in Filistin topraklarında yayılmacı bir politika izleme girişimlerine karşı olduğunu göstermiştir. Türkiye ise hem yeni yerleşim birimlerinin inşası hem de İsrail’in Filistin başta olmak üzere Lübnan veya Suriye ile ilişkiler konusunda da adım atması ve Ortadoğu’daki istikrarsızlıkları azaltma konusunda İsrail’in yeni bir söylem içerisine girmesi konusunda daha açık bir politika izlemeye başlamıştır. Türkiye’nin Ortadoğu’daki sorunları barışçıl yöntemlerle çözme konusundaki girişimleri ise başta İsrail olmak üzere bölgedeki şiddet ve istikrarsızlıktan beslenen ve varlığını şiddet ortamına dayandıran güçlerin tepkisine yol açmaktadır.
İsrail’in Askeri Saldırıda Bulunmasının Nedenleri
İsrail tarafının sivil gemilere askeri bir müdahale seçeneğini hayata geçirmesinin birkaç nedeni olabilir. Bunlar arasında en önemlisinin İsrail’in tarihsel olarak tüm sorunlarını veya girişimleri güç kullanarak bastırma politikasıyla bağlantılı olduğu düşünülmektedir. Diğer bir deyişle İsrail kurulduğu günden günümüze kadar gelen süre içerisinde tüm sorunlarını askeri yöntemlerle veya güç kullanarak bastırma politikasını birincil dış politika seçeneği olarak görmektedir. Son sivil amaçlı gemilere saldırı olayı da bu politikanın yalnızca Araplara karşı değil esasında tüm ülkelere ve sivil birimlere karşı da kullanıldığını göstermektedir.
Askeri müdahalenin bir diğer nedeni de İsrail’in bir iç sorun olarak gördüğü Gazze ablukasının uluslararası olmasını engelleme amacından kaynaklanmış olabilir. Böylelikle İsrail tüm uluslararası kamuoyuna Gazze sorununda tek söz sahibi aktörün İsrail olduğunu ve bunu delme girişimlerine de askeri yöntemlere cevap verileceğini göstermiş olmaktadır.
Askeri müdahalenin bir diğer hedefi ise doğrudan Türkiye’ye yönelik olabilir. İsrail’e göre Türkiye’nin barışçıl çözüm konusundaki girişimleri doğrudan İsrail’in toprak bütünlüğü ve Yahudi devletinin tarihi Kenan toprakları üzerindeki mevcudiyetini tehdit altına sokmaktadır. İsrail en son Başbakan Netanyahu’nun açıklamalarından da anlaşıldığı üzere kendisini bir Yahudi devleti olarak tanımlamaktadır. Yahudi devletinin sınırları ise tarihte Yahudilerin yaşadığı topraklar olarak görüldüğünden tüm Filistin topraklarının Yahudilere ait olduğu gibi bir iddiayı rasyonalize etmeye çalışmaktadır. İsrail günümüze kadar bir şekilde bu politikayı başarılı bir hayata geçirmiştir. Ancak son yıllarda ve özellikle Türkiye’nin de girişimleriyle bu politikayı sürdürmesi oldukça zorlaşmıştır. Bu yüzden İsrail bir şekilde Türkiye’nin uluslarararası toplum tarafından da kabul gören yaklaşımlarını boşa çıkartmak için güvenlik sorunlarını ortaya çıkartarak Türkiye’nin soruna müdahalesini minimize etmeye çalışmaktadır.
İsrail’in askeri müdahalesi, sorunu insani alandan çıkartıp bir askeri ve güvenlik alanı içerisinde çekme amacından kaynaklanıyor da olabilir. Böylelikle Türkiye’nin diplomatik ve siyasi çözüm girişimlerinin önünü kapatmış olacaktır.
Askeri müdahalenin bir diğer nedeni de İsrail’in Türkiye’nin bölgede artan rolünü azaltma veya Türkiye’nin Arap ve dünya kamuoyunda artan etkisini sınırlandırma olarak da görülebilir. Böylelikle İsrail Türkiye’nin Filisin konusunda taraf olduğunu ancak buna rağmen etkisiz bir aktör olduğunu dünya kamuoyuna göstermek istiyor olabilir. Ortadoğu kamuoyunda artan Türkiye ilgisi ve beklentisini askeri güç kullanarak silmek istiyor olabilir. Ancak bunun ters teptiğini ileri sürebiliriz.
Ayrıca Türkiye’nin son İran olayında da barışçıl ve diplomatik çözümün merkezi olması da İsrail’in politikalarını ve Türkiye’ye yönelik tutumunu etkilemiştir. Çünkü, Türkiye İran’ın diplomatik çözüm konusunda teşvik ettikten sonra İsrail’in İran tehdidi dolayısıyla şiddet kullanma girişimleri de engellenmiş olacaktır. Bu aşamadan sonra İsrail bir İran tehdidi dolayısıyla kendi askeri politikalarına meşruluk kazandırması güç görünmekteydi. İsrail sivil birimlere askeri müdahalede bulunarak hem Türkiye’yi hem de bölge ülkelerini radikal adımlar atma konusunda provoke etmeye çalışmak isteyebilir. Böylelikle kendi sorunlarını “İsrail’in varlığına yönelik tehdit var” söylemiyle haklılık kazandırmak isteyecektir.
Nitekim İsrail açısından İran’ın sertlik ve askeri söyleme dayanan politikaları ne kadar sevindiriciyse Türkiye’nin diplomatik ve insani çözüm çabaları da o kadar tehdit olarak görülmektedir. Çünkü, İran doğrudan uluslararası kamuoyu tarafından kabul görmeyen bir aktör olduğundan söylemleri de İsrail açısından nefsi müdafaa adı altında şiddet kullanmasını meşrulaştırmaktadır. Oysa Türkiye’nin barışçıl çözüm politikası İsrail’in şiddete dayalı politikasının meşru bir yöntem olarak görülmesini önlediği gibi, esasında Filistin sorununda çözüm istemeyen tarafın İsrail olduğunu gözler önüne sermektedir.
Askeri Müdahalenin Türkiye-İsrail İlişkilerine Etkisi
İsrail askeri müdahalesi her ne kadar sivil gemilere yapılmış gibi görünse de bu olayın Türkiye-İsrail arasındaki ilişkilerde telafisi oldukça zor yaralara yol açacağını belirtmek gerekir. Son yıllarda Türkiye-İsrail arasında yaşanan tüm sorunlardan farklı olarak İsrail tarafı artık Türkiye’nin içerisinde yer aldığı girişimlere diplomatik veya politik bir karşılık vermeyeceğini ve doğrudan askeri yöntemleri Türkiye’ye karşı da kullanacağını göstermiş olmaktadır.
Son saldırı olayı, ilk etapta diplomatik alanda Türkiye’nin İsrail’deki büyükelçisini geri çekmesine, askeri alanda ise İsrail ile olan ortak tatbikatların iptaline yol açmıştır. Ancak buna ek olarak, askeri müdahalenin Türkiye İsrail arasındaki krizi derinleştirmekten öteye ilişkileri halklar bazında koparmaya yol açacağını belirtmek gerekir. Halklar bazında kopan ilişkilerin siyasi düzeyde de büyük bir yankı bulacağını ifade etmek gerekir. Önümüzdeki günlerde Türkiye-İsrail ilişkilerinde daha önemli gelişmeler gündeme gelebilir.
Ülkelerin ve halkların tarihinde bazı olayların dönüm noktası olabildiği bilinmektedir. Nitekim sivil gemilere yönelik bu askeri müdahalenin de maalesef halklar üzerindeki tesiri oldukça büyük olacaktır. Dolayısıyla İsrail’in Ortadoğu’nun en önemli güçlerinden biri haline gelmeye başlayan Türkiye’yi kaybetmesinin getirdiği yalnızlaşmayı başka bir ilişkiyle telafi etmesi de oldukça güçtür.
İsrail’in beklentilerinin aksine saldırılar Türkiye’nin Filistin sorunu konusundaki barışçıl çözüm çabalarının önemini bir kez daha ortaya koymuştur. Türkiye bu aşamadan sonra Filistin sorunun nihai çözümü konusunda daha aktif bir rol de oynayabilir. Bugüne kadar Filistin sorununa dışarıdan müdahil olan Türkiye’nin son öldürme olaylarının ardından sorunun bir tarafı haline geldiği görülmektedir. BM Güvenlik Konseyi’nin Geçici Üyelerinden biri olan Türkiye’nin Filistin sorununu uluslararası alanda daha sık dile getirmesi İsrail üzerindeki barışçıl çözüm baskısını daha da artırması beklenmektedir. Bu durum İsrail’in daha da radikalleşmesini beraberinde getirebilir.
Sonuç olarak sivil gemilere yönelik askeri müdahale, Türkiye-İsrail arasındaki krizi derinleştirmekten öteye, ilişkilerde telafisi oldukça zor yeni bir sürecin başlamasına yol açmıştır. Bununla birlikte Türkiye’nin diplomasiye öncelik veren ve Filistin sorununda diplomatik çözümü savunan politikaları İsrail’in daha da radikalleşmesine yol açacaktır. Ancak, güç ve şiddete dayalı bir dış politika İsrail’in uluslararası kamuoyunda daha da yalnızlaşmasını beraberinde getirecektir.
Yrd. Doç. Dr. Veysel Ayhan
ORSAM Ortadoğu Danışmanı
Abant İzzet Baysal Üniversitesi U.İ.B
veyselayhan.com.tr
Irak’ın Geleceği Ortadoğu’nun Geleceğidir
Osmanlı devlet anlayışı; egemenliği altına aldığı bölgelerde yeni kimlikler inşa etmek yerine, var olan baskın unsurları devlete bağlayarak egemenliği sürdürme biçiminde kendini göstermiştir. Batılı ülkeler ise bilhassa 1. Dünya Savaşı’nın ardından bölgemizde etki alanı olarak paylaştıkları ülkelerin önemli bir kısmında, kimliksel açıdan sayıca daha az bulunan unsurları ön plana çıkararak bu ülkeler üzerindeki kontrollerini perçinlemeye ve sürekli hale getirmeye çalışmışlardır.