Home Blog Page 55

Yanlış Batılılaşmanın Türk Romanına Yansımaları: Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Şıpsevdi İncelemesi

0

Giriş

Tanzimat Fermanı’yla birlikte yaşanan toplumsal dönüşümler dönemin edebi eserlerine de yansımıştır. Türk romancılığında önemli bir isim olan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın eserlerinde Anadolu yoktur ve olaylar İstanbul’da geçmektedir. Toplumun farklı kesimlerini farklı ek temalarla detaylıca inceleyen yazar, o dönemde neredeyse bütün eserlere dahil olmuş olan Batılılaşma konusunu da Şıpsevdi romanında konu almıştır. Hüseyin Rahmi bu eserde Batılılaşmayı tamamen kötülemeyerek döneminden farklı olarak yüceltmemiştir de. Batılılaşmanın yanlış algılanması sonucu yanlış uygulanmasına değinmiş bu yanlış değişimle geleneksel Osmanlı kültürüyle şekillenen aile yapısının bozulmasını konu almıştır.

1. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Hayatı ve Sanatı

Hüseyin Rahmi, 17 Ağustos 1864 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Babası Mehmet Sait Paşa hünkâr yaveridir. Annesini küçük yaşta kaybeden Hüseyin Rahmi, dönem dönem babası ve anneannesiyle yaşamıştır. Mülkiye’de eğitim gördüğü sırada geçirdiği ciddi hastalık yüzünden eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalmıştır. İş hayatına da bu sırada başlayan Hüseyin Rahmi, kısa bir süre devlet memurluğu yaptıktan sonra İkdam ve Sabah gazetelerinde yazarlık yapmıştır. Hayatının çoğunluğunu kalemiyle kazanmış olan yazar, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 5. ve 6. dönemlerde Kütahya milletvekilliği yapmıştır. Ömrünün son otuz bir yılını geçirdiği Heybeliada’da 8 Mart 1944 tarihinde vefat etmiş, Abbas Paşa Mezarlığına defnedilmiştir. 

Servet-i Fünûn topluluğu ile çağdaş olan Hüseyin Rahmi, bu akıma dahil olmamış hayatı boyunca bağımsız bir yazar olmuştur. Emile Zola’dan etkilenerek sanat hayatında natüralist bir duruşa sahip olmuştur. Modernleşme çabalarıyla toplumun yaşadığı değişimi iyi tahlil etmiş ve bu değişimin toplumda yarattığı çelişkileri eserlerinde konu almıştır. İstanbul’u, sokakları, fahişeleri, kadın erkek eşitsizliklerini, hurafeleri, yüzeysel batılılaşmayı olduğu gibi yansıtmasından dolayı “günlük yaşama ayna tutan yazar” olarak nitelendirilir. Bu çerçevelerde yazdığı romanları genelde cahillik, kadın-erkek eşitsizlikleri ve toplumsal adalet temasını konu almaktadır. 

Anneannesiyle birlikte yaşadığı zamanlarda kadınlarla çok iç içe olması onun hem sokak hayatını eserlerine çok iyi yansıtmasına neden olmuş hem de eserlerindeki kadın karakterlerini ince detaylarla oluşturmasını sağlamıştır. Toplumsal hayatı tahlil ederek olduğu gibi işlemesinden dolayı eserlerinde halk deyimlerine oldukça yer vermiştir. Sanatın toplum için olduğunu savunarak eserlerini anlaşılır bir dille yazmıştır. Ahmet Mithat geleneğini sürdürmüş, eserlerinde zaman zaman kendi düşüncelerine yer vermiştir. Roman akışına bu şekilde dahil olması bazı zamanlarda çok uzamış bu sayede bütünlüğü bozduğu ve gereksiz olduğu gerekçesiyle eleştirilmiştir. 

Şıpsevdi, Şık, Mürebbiye ve Metres eserlerinde yanlış batılılaşmayı, Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç, İffet, Sevda Peşinde, Tesadüf, Nimetşinas eserlerinde köklü aile yapısındaki çözülüşü ve eski ile yeni düşünce çatışmalarını, Gulyabani, Cadı, Muhabbet Tılsımı ve Efsuncu Baba eserlerinde ise batıl inançları konu edinmiştir. 

2. Şıpsevdi

Paris’e okumaya giden Meftun, orada yalnızca gezip tozmuş ve eğitimini tamamlamadan amcasının ölümü üzerine İstanbul’a dönmüştür. Meftun’un Paris’te geçirdiği zaman onu Batı hayranlığına sürüklemiş ve Osmanlı-Türk kültürüne dair her şeyi küçümser bir hale getirmiştir. Meftun döndükten sonra ailesini de Batı kültürüne alıştırmak istemiş ‘Savoir Vivre’ isimli kitaptan yemek yeme adabını öğretmeye çalışmıştır. Meftun’un kız kardeşi olan Lebibe Hanım’ın görüştüğü biri olduğunu öğrenen Meftun, erkeğin kim olduğuna dair yaptığı araştırma sonucunda çok zengin ama çok cimri olan komşuları Kasım Efendi’nin oğlu Mahir olduğunu öğrenir. Araştırmaları esnasında Mahir’in bir de kız kardeşi (Edibe Hanım) olduğunu öğrenir. Meftun, yaşamak istediği batılı hayat tarzı için ihtiyacı olduğu paraya kız kardeşinin Mahir ile kendisinin ise Edibe Hanım ile evlenerek ulaşabileceğini düşünür. 

Lebibe’nin görüştüğü biri olduğunu duyan diğer erkek kardeşleri Raci ile birlikte bir gece Lebibe ve kuzenleri Rabia’yı erkeklerle yakaladıktan sonra sorguya çekerler. Bu sorgu esnasında Rabia’nın hamile olduğu ortaya çıkar. Meftun tüm bunlara ulaşacağı paranın hayaliyle sert tepkiler göstermezken Raci olaylara daha çok kızar. Raci geleneklerini bilen ve buna sahip çıkan bir karakterken Meftun batı hayranlığı yüzünden etrafı tarafından çoğu zaman gülünç hale gelen bir karakterdir. Bu gülünç hali yüzünden Kasım Efendi kızını Meftun’a vermek istemez. Bunun üzerine Meftun, Kasım Efendi’nin paraya olan düşkünlüğünü bildiğinden dolayı piyango kazandığı yalanını haber ederek Edibe ile evlenmeyi başarır. Lebibe ise Mahir ile kaçarak evlendikten sonra kocasıyla birlikte ağabeyinin evine geri döner. Rabia’nın sevgilisi hamileliği öğrendikten sonra kendisiyle evlenmek istemez ve ayrılır. Bunun üzerine Rabia depresyon yaşarken bir gece tesadüfen evin hizmetlisi Zerafet’in düşük yaptığına tanık olur. Zerafet’ten gizlice aldığı ilaçla o da düşük yapar. Evde bu iki düşük olayının üzeri kanlı basur hastalığı denerek örtülmeye çalışılmıştır. Edibe’nin dostu olan Azize Hanım düşük olduğunu anlayarak ev halkının gözünü açmaya çalışmıştır. Azize hanım tarafından gerçekleri öğrenen Meftun’un anneannesi Şekure Hanım olayın şokuyla vefat etmiştir.

Şekure Hanım’ın ölümünün üzerinden iki yıl geçmiş ve Meftun da Lebibe Hanım da çocuk sahibi olmuştur. Evin neredeyse ikiye katlanan nüfusu zaten kısıtlı olan ev bütçesini daha çok zora sokmaya başlamıştır. Kasım Efendi’nin servetini hala ele geçiremeyen Meftun, Mahir’e yaklaşarak babasından bir miktar para ve hanlarının senedini almayı teklif etmiştir. Mahir ilk başta geçirdiği zor çocukluk günlerini hatırlayarak babasına sinirlense de Meftun’un teklifini kabul etmemiştir. Bunun üzerine Meftun Mahir ile yakınlaşabilmek için onu kendi Batılı özellikleri taşıyan ortamlarına sokmuştur. Bu şekilde Mahir’in Madam Mc Ferlan’a olan ilgisini anladıktan sonra bu durumu da kullanarak Mahir’in babasından senetleri ve parayı almasını sağlamıştır. Meftun’un evinde düzenlenen partide Meftun ve Mahir’in diğer kadınlara olan yakınlığından rahatsız olan eşleri bu durumun üzerine gitmiştir. Evde çıkan kavganın üzerine beyler kadınların davranışlarını yargılayarak kadınlıklarının (giyim tarzları, ilgi alanları, yaşam şekilleri ve makyaj yapmıyor olmaları) yetersiz olduğunu söylemiştir. Kadınların da bu eksikliği kabul etmesi üzerine Meftun Bey, Lebibe Hanım’ı ve Edibe Hanım’ı Batılı kadınların özelliklerini anlatmak üzere eğitmeye başlamıştır. Mahir ve Meftun Kasım Bey’den aldıkları paraları gece hayatında harcamaya başlamış ve bunun sonucunda eşleriyle büyük kavgalar etmeye başlamışlardır. Kadınlar eşlerinden göremediği ilgiyi başka adamlarda arayarak geceleri eve erkek almaya başlamışlar ve Raci’ye yakalanmışlardır. Kasım Efendi ve Raci, Mahir ve Meftun’un Kasım Efendi’nin paralarını çaldıklarını öğrendikten sonra Mahir intihar etmiştir. Yazdığı intihar mektubunda Mc Ferlan’dan karşılık alamamasından dolayı derin bir üzüntü duyduğunu ve bu durumun onu intihara sürüklediğini aktarır. Meftun da bütün karışıklıklar arasında Paris’e kaçmıştır. Edibe babasının evine dönmüş ve orda da eve gizli gizli erkek almaya başlamış, Kasım Efendi kızının bu ahlaksızlığını öğrendikten sonra felç geçirmiştir. Aradan iki yıl geçtikten sonra Meftun ailesine mektup yazarak ona olan sinirin geçmesini beklediğini, Kasım Efendi’nin felç geçirdiğini öğrendiğini yazar. Hatta mektupta Kasım Efendi’nin vefat ettiğini öğrenince memlekete geri döneceğini, karısını boşamadığı için hala Kasım Efendi’nin servetine sahip olmanın hayalini kurduğunu da yazmıştır.

3. Eserin Yanlış Batılılaşma Hususunda Değerlendirmesi

Osmanlı’da Tanzimat Fermanıyla birlikte yaşanan modernleşme sürecinden sonra İkinci Abdülhamid’in yönetiminde ‘İstibdat Dönemi’ dediğimiz bir süreç yaşanmıştır. Bu süreçte modernleşme yolunda adımlar atılsa da basına ve edebiyata karşı çok yoğun bir baskı ve sansür uygulanmıştır. Yönetimi eleştirmek kesinlikle yasaktır ve devletin yaptığı icraatların sorgulandığı veya tenkit edildiği durumlarda gazete ve dergiler kapatılmıştır. Bundan dolayı edebiyat dünyası ağır bir sarsıntı yaşamıştır. Yazarlar evlerine kapanarak “Sanat, sanat içindir” anlayışıyla çalışmalar yapmış, halka dokunmak yerine sanatsal değerlere ulaşmak amaçlanmıştır çünkü dergilerde, gazetelerde veya romanlarda toplumsal konular ele alınınca sansür uygulaması yapılmıştır. Hüseyin Rahmi bu süreci romanına eklediği “Hikâyenin Hikayesi” başlığında sansürün Osmanlı yazarlarına karşı kınından sıyrılmış kılıcını göstererek susmayı emrettiğini aktarmaktadır. Böyle bir süreçte roman 1901 yılında İkdam Gazetesi’nde “Alafranga” adıyla ilk kez tefrika edilmeye başlandığında zararlı görülerek yayından kaldırılmıştır. Bunun ardından 1911 yılında kitap olarak basılmıştır. Bu sansür uygulamalarından dolayı Hüseyin Rahmi bu kitabından “istibdat yönetiminin şehidi” olarak bahseder.

Hüseyin Rahmi toplumu aydınlatma çabasıyla yazdığı için döneminden farklı olarak “Sanat, toplum içindir” anlayışıyla ilerlemiştir. Bu nedenle daha önce de bahsedildiği gibi eserlerini anlaşılır bir dilde kaleme almış ve halkı bilinçlendirmek için yazmıştır. Eserleri hep İstanbul’da geçmektedir ve Batılılaşma dahil dönemin farklı toplumsal sorunlarını ve dikkat çeken önemli yanlarını konu almıştır. Çağdaşı olan Servet-i Fünûncular da Batıdan etkilenmiş ve eserlerinde Batılılaşmayı konu almışlardır. Halit Ziya Uşaklıgil, Hüseyin Cahit Yalçın, Ali Ekrem Bolayır gibi isimler dönemin önemli sanatçılarıdır. Özellikle Fransız edebiyatından etkilenmişler ve bu sayede Türk romanına realizm ve sembolizm akımlarını dahil etmişlerdir.

Aynı dönemi konu alan Araba Sevdası romanındaki Bihruz Bey karakteri, Felatun Bey ve Rakım Efendi romanındaki Felatun karakteri ve Şıpsevdi’deki Meftun Bey birbirlerinin yansımalarıdır. O dönemde Batıya hayranlık duyan ve özellikle Fransız kültürünü üst kültür olarak belirleyip o yaşam tarzına sahip olmaya çalışan kişiler konu alınmıştır. Bu karakterler eserlerde Batılılaşmayı yanlış anlayan ve bu sayede komik duruma düşen karakterler olmuşlardır. Bunun yanında Hüseyin Rahmi’nin Mürebbiye eserindeki Dehri Efendi, Peyami Safa’nın Fatih Harbiye romanındaki Faiz Bey karakteri de dönemin bir gerçekliğidir.

Şıpsevdi romanında, Hüseyin Rahmi’nin çoğu romanında görülen natüralist ve realist yaklaşımlar bir arada kullanılmıştır. Tanzimat yıllarından gelen bir sorun olan Batılılaşma meselesi evlilikler, kadın erkek ilişkileri, aldatma gibi ek temalarla birlikte incelenmiştir. Hüseyin Rahmi, kitapta “Cemiyet Hayatımız ve Alafranga” başlığıyla dönemin Batılılaşmaya çalışan kesimlerini üç farklı grupla tasvir etmiştir. İlk olarak soylu ailelerin çocuklarından bahseder. Bunlar Fransızcayı çocukluktan beri evlerinde aldıkları eğitimle öğrenmiş ve güzel konuşabilen kişilerdir. Avrupa ziyaretlerinden sonra ülkeye döndüklerinde oranın giyiminden, yemeğinden, dansından ve kumarından başka bir şey getirmemişlerdir. İkinci grubu ise Batılılığı, Avrupalı kadınlarla evlenerek yakalamaya çalışan Levantenler olarak tanımlar. Bu iki farklı kültüre sahip insanın evlenmesiyle aile yaşamında çıkacak zorluklardan bahseder. Avrupa’nın üstün olmasından dolayı kadının da erkeğe karşı üstünlük sağlamaya çalışacağından çocukların herhangi bir dili doğru düzgün öğrenemeyeceğinden ve Osmanlı kültüründen uzak olarak yetişeceğinden bahsetmektedir. Üçüncü tip alafrangalık ise kitabın ana karakteri olan Meftun Bey tipidir. Bunlar Beyoğlu’nda vakit geçirip yakalarının yüksekliğiyle dikkat çekmektedirler. Hüseyin Rahmi kloş redingotları, dar pantolonları, sivri ayakkabıları ve zarif şemsiyeleriyle modaya uymaya çalıştıklarını aktarır. Yaptığı bu üç farklı kesim için de ısrarla bir alay söz konusu olmadığını vurgulamıştır.

Kitapta olaylar çoğunlukla aile bireyleri olan aynı karakterler ve herkesin bir aradığı yaşadığı evde gelişmiştir. Bütün karakterler kitabın en başında tanımlanmıştır. Meftun’un kardeşi olan Raci, geleneksel değerlere bağlı bir karakterdir ve dönemin geniş bir kesimini temsil etmektedir. Meftun ise Paris’te kaldığı dönemde geleneksel kültürden tamamen uzaklaşmış ve Batı kültürüne olan hayranlığından dolayı dejenere olmuş bir karakterdir. Aile bireyleri de tamamen geleneksel kültüre sahip, Meftun’un abartılı Batı hayranlığıyla dalga geçen ve toplumun çoğunluğunu oluşturan insan tipidir. Fakat romanın alt metninde Meftun’un anneannesi Şekure Hanım ve annesi Latife Hanım, Meftun’un abartılı ve yanlış Batılılaşma özelliklerine ses çıkarmadıkları için eleştirilmektedir. Kız kardeşi Lebibe Hanım ve kuzeni Rabia da geleneksel kültürle yetişmiş kızlar olsa da roman sonunda bu kültürde asla kabul edilemeyecek olan ahlaksızlıklara bulaşmışlardır. Aynı zamanda Hüseyin Rahmi bu ahlaksızlıkların Batı kültüründe de yeri olmadığını, Batının cahillikle yanlış anlaşılmasından kaynaklanan tahribatlar olduğunu belirtmiştir. Ayrıca Rabia, sokakta top oynayan ve yaramaz bir çocuk olarak tasvir edilerek içinde olduğu geleneksel kültürde kabul edilemeyecek hareketlere sahiptir. Oldukça dindar ve ahlaklı olarak tanımlanan Kasım Efendi ise Batının karşısında iyi olarak tanımlanan bu özelliklere rağmen aşırı cimri bir insandır. Hüseyin Rahmi karakterlere verdiği bu zıtlıklarla iki kültür içerisinde de doğru ve yanlışın bulunduğunu göstermeye çalışmıştır.

Roman boyunca Meftun ve Raci karakterlerinin arasında kültür yapılarının getirdiği farklı değerlendirme şekillerinden dolayı bir çatışma mevcuttur. Batılılaşma ev bağlamında da yansıtılmış, dönemin önemli tablolarının kopyalarının olduğu bir salon tasvir edilmiştir. Meftun’un aile bireylerine aşılamaya çalıştığı Fransız kültürünün etkisi, köpeklerine koydukları Fransızca bir kelime olan “coquin” isminde de görülmektedir. Meftun’un bu abartılı ve gülünç özellikleri arasında konuşma esnasında araya Fransızca kelimeler sıkıştırmak, edebiyatla ilgilendiğini gösterebilmek için tek camlı gözlük takmak ve çok özenildiği belli olan bir giyim tarzı da vardır. Meftun bu Batılılaşma çabasını ailesine de yansıtmaya çalışmış, Fransız kültürünü baz alarak yemek yeme dersi vermekte ve herkesin az da olsa Fransızca konuşabilmesini isteyerek bu konuda da onları eğitmeye çalışmaktadır. Bir genç kızın sevgilisinin olması modern dünyada normal karşılansa da dönemin şartlarında Lebibe ve Rabia’nın sevgililerinin olması ayıp sayılan bir durumdu. Meftun’a göre ise bu durum Batılı yaşam şartlarıyla değerlendirilerek normal karşılanabilirdi ki zaten hayal ettiği miras ne yaşanırsa yaşansın Meftun’un tepkisiz kalmasına neden olmuştur. Edibe ve Lebibe’nin evliliklerinde yaşadıkları problemler sonucunda eve erkek almaları, kocalarını aldatmaları, makyaj yapmaya başlamaları ahlaksızlık olarak yansıtılarak Batılılaşmanın sonucu olarak görülmüştür. Bu iki karakterin kocalarını aldatmaları evliliklerindeki problemden kaynaklansa da Meftun’un verdiği Batılı kadın olma dersleriyle birlikte yaşadıkları değişimin sonucu olarak yani Batılılaşma olarak yansıtılmıştır. Romanda Batılı kadın olarak seçilen kadınların hepsi erkekler tarafından çekici olarak tanımlanmış ve ahlaki açıdan sorunlu kadınlardır. Evdeki iki hizmetlinin yaşadığı aşkta kadının para için kandırılıyor olmasıyla ve eşlerin birbirlerini aldatmasıyla romanda sadakat ve sevgi çerçevesinde yaşanan evliliklerden ziyade cinsel arzulara ve çıkarlara dayanan evlilikler ve ilişkiler konu alınmıştır. Lebibe-Mahir ve Edibe-Meftun evliliklerinde yaşanan aldatmalar daha kötü sonuçları doğurmasıyla yıkıcı etkilere sahip olmuştur. Fakat Madam Mc Ferlan ve Mösyö Mc Ferlan’ın evliliklerinde aile dostlarıyla yaşanan apaçık aldatmalara çift ses çıkarmamaktadır. Bu problemsiz evlilik Batılı tarzda evliliklerin bir özelliği olarak yansıtılmış gibi gözükse de romanın alt metnine bakıldığında ahlaksızlığın Batı kültürüne mâl edilmeye çalışılmadığı anlaşılabilmektedir. Bu şekilde Hüseyin Rahmi karakterlere verdiği artı ve eksi özelliklerle doğru ve yanlış kavramını kültürlere mal etmemektedir.

Rabia’nın hamileliğinde yaşadığı buhran sürecindeki düşünceleriyle (sevgilisini de ilgilendiren bir olay olmasına rağmen sadece kadının suçlanması, bu sorunla sadece kadının baş etmek zorunda kalması) toplumsal cinsiyet eşitsizliğine de değinilmiştir. Roman sonunda Mahir ve Rabia karakterlerinin intiharıyla bilinçsiz Batılılaşma çabasının yarattığı ahlaksızlıkların sonucunun hüsran olduğu vurgulanmaktadır. Kitap boyunca bencilliği ve hırsıyla anılan Meftun ise ailesine yazdığı mektubunda hala miras peşinde olduğunu belirtmesi yaşanılan ağır olayların onun bu zararlı duygularını bastıramadığını göstermektedir.

Sonuç

Yanlış batılılaşmanın ele alındığı eser, Meftun karakterinin edindiği amacı gerçekleştirme yolundaki süreci konu alır. Batılılaşmayı yanlış anlayarak “dejenere” olan dönem züppelerinin konu alındığı birçok eserden biri olan Şıpsevdi romanında toplumsal birçok olgunun dönemdeki şartları incelenebilmektedir. Yanlış Batılılaşmanın biraz da mizahi bir dille anlatıldığı eserde incelenen konu farklı yollarla başarılı bir şekilde ortaya konmuştur. İlişkilerin çarpıklığına ve Meftun karakterinin özentiliğine yapılan vurgudan dolayı roman sonunda Batılılaşmanın ahlaki değerlerden uzaklaşarak basit meselelerde aranması fikrinin yanlış olduğu sonucuna varılmaktadır. Meftun karakterine eşlik eden felsefi fikirleri de Batılılaşma amacından çok Batı özentiliğini yansıtmaktadır. Eser aynı karakterler üzerinden işlense de toplumdaki üç farklı kesimi içerdiğinden dolayı (Kasım Bey ve ailesi ile geleneksel taraf, Meftun ile Batılılaşma çabasında olan taraf, Madam ve Mösyö Mc Laren ile Batı’nın insanları) dönemin önemli toplumsal sınıflarını yansıtabilmiştir. Hüseyin Rahmi’nin oldukça eleştirildiği bir konu olan metin akışı içerisinde fikirlerini yansıtması ve verdiği bilgilerle konudan uzaklaşılması, bu eserde de mevcuttur ve uzun süren anlatımlar kimi zaman olay örgüsünden koparmaktadır.

Hüseyin Rahmi, Avrupa’nın Osmanlı’dan önde olduğunu ve Osmanlı’nın bir değişime mecbur olduğunu kabul etmiştir. Romanla birlikte kendisine gelen Batılılaşma karşıtı olduğu eleştirilerine ise, “Cemiyet Hayatımız ve Alafranga” başlığında yanıt vermiştir. Romandaki amacının Batılılaşma çabalarını kötülemek olmadığını fakat bu meselenin gündelik meselelerle bilinçsizce gerçekleşmesinin toplumda yarattığı ve yaratacağı yıkımları göstermek, Batı kültüründe olmayan tuhaflıkların cahillikle birlikte Batılılaşma zannedilmesini engellemeye çalışmak olduğunu belirtir. Hüseyin Rahmi’nin toplumu eğitmek için yazdığını gözeterek romanın anlatmaya çalıştığı şey Batının ahlaksız olması ve Batılılaşmaya çalışan halk tabanının gülünç insanlar olması değil, farklı bir kültüre özenilmesinin o kültürü doğru şekilde tanıyamamaya sebep olmasıdır. Bu özentilik meselelere sığ yaklaşmaya neden olarak Batılılaşmanın esas amacı olan “ilerleme” hedefinin üzerini örtmektedir. Böylelikle onun Batılılaşma hedefinin öncelikli olarak Osmanlı’nın o dönem yaşadığı ekonomik sıkıntılardan ve geri kalmışlıktan kurtulmak olduğunu anlarız.

Dönem şartları göz önüne alındığında, baskıcı ve eğitimin niteliksizleştirildiği bir siyasi dönemin oluşturduğu cahilliğin karşısında bir Batılılaşma gayesi varken gidilecek yolun bilinmemesi toplumdaki Meftun gibi karakterlerin varlığını açıklamaktadır.

Ülküm SARICAN

TUİÇ Akademi Türkiye Birimi

Haftanın Öne Çıkanları

0

AVRUPA’DAN TÜRKİYE’YE: PLASTİK ATIK İTHALATINDA KARAR (29.05.2021)

Türkiye uzun yıllardır Avrupa’dan plastik atık ithal ediyor. Son 16 yılda Türkiye’ye Avrupa’dan ithal edilen plastik sayısı 196 kat arttı. Sivil toplum örgütlerinin tepkisi üzerine Çevre ve Şehircilik Bakanlığı konuya el attı. Etilen polimer grubuna dâhil olan tüm atıkların ithalatı yasaklandı.

Türk Akademi Hayatında Kadının Konumu

Bu röportaj, Aşkın İnci Sökmen ile ” Türk Akademi Hayatında Kadının Konumu” üzerine yapılmıştır. Aşkın İnci Sökmen Alaca, Lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde bitirmiştir. Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler programında “Orta Doğu’da Sınır Aşan Sular“ başlıklı teziyle yüksek lisans eğitimini tamamlamıştır. Kara Harp Okulu Savunma Bilimleri Enstitüsü Güvenlik Bilimleri Ana Bilim Dalı Uluslararası Güvenlik ve Terörizm programında 2012 yılında hazırladığı “ İdeolojik Boyutu İle PKK Terör Örgütü” isimli tez çalışması ile “doktor” unvanı, Ocak 2018 tarihinden itibaren de Doçent unvanını kazanmıştır. Sökmen, 2013 yılından itibaren İstanbul Arel Üniversitesi Uluslararası İlişkiler İngilizce bölümünde öğretim görevlisi olarak görev yapmaktadır. Alaca, uluslararası güvenlik ve terörizm, Asya Pasifik, Savunma alanında yeni teknolojiler ve uzay güvenliği gibi alanlarda birçok çalışması olan başarılı bir kadın akademisyendir.

 

1- Yıllardır akademide çalışan, eğitimini üç farklı üniversitede tamamlamış,  kadın bir akademisyen olarak, tecrübe ettiğiniz ya da şahit olduğunuz ne tür cinsiyet ayrımcılıkları oldu?

İ: Öğrenciyken bu durumu çok gözlemleyemedim. Akademik çalışma hayatıma 2013 senesinde başladığımda, genelde akademisyenler arasında ideolojik (sol/muhafazakar) ve emekli askerler gibi gruplaşmalar olduğu fark edilebiliyor. Gittiğimiz üniversite misafirliğindeki konferanslarda da bunu deneyimleyebildim.  Hangi grup baskınsa ona uygun bir yönetim tarzını görmekte mümkün. Askeri kökenli akademisyenler çok disiplinli, çalışkan ve idari görevlerde ön plana çıkıyorlar. Gruplar genelde birlikte yükselip, birlikte yol alıyorlar ve eğer bir gruba yakınlığınız olmazsa iletişimlerde sorun çıkabiliyor. Dışlandığınızda da ekiple devam etmemek için farklı manipülasyon yöntemleri devreye girebiliyor. Kısaca denebilir ki yaşanan gruplaşmalar, ayrımcılık ve kayırmalar cinsiyetten çok ideolojilerden kaynaklanmaktadır.

 

2- Türkiye’de Yükseköğretim kurumlarında birçok batılı ülke ile karşılaştırıldığında kadın istihdamı daha fazla fakat buna rağmen örneğin kadın profesörlerin sayısı %20 gibi bir oranda kalıyor. Bir kadın akademisyen unvan kazanım sürecinde ne tür zorluklarla veya baskılarla karşılaşıyor?

İ: Araştırma görevlisi ve doktor unvanına sahip olan kadın akademisyen sayısı çok fakat doktoradan sonra kadınlar arasında yükselme sayısı azalıyor. Doçentlik süreci bireysel ciddi emek isteyen stresli bir süreç. Jüri değerlendirmelerinde farklı değerlendirme tarzları (siyasal görüşe yakınlık gibi) bazen beklenmedik olumsuz sonuçlar çıkabiliyor. Bu süreçte kendime yönelik değil ama kadın- erkek fark etmeksizin sıkıntı yaşayan çok fazla arkadaşım oldu.

Fakat şu da bir gerçek ki evli çocuklu kadın akademisyen olmak gerçekten iş yükü bakımından zorluyor.  Örneğin, pandemi döneminde uzaktan eğitimden dolayı kadınların iş yükünün üç katına çıktığını kadın meslektaşlarımız raporla ortaya koydular. Evdesiniz hem evin işleriyle hem çocukların ihtiyaçlarıyla hem de akademik görevlerinizle ilgilenince nefes alacak zaman azalıyor. Bir kadının akademide karşılaştığı en büyük zorluk bana kalırsa

Kariyer mi yoksa çocuk ve aile yaşamı mı?” ikilemi oluyor. Geleneksel Türk aile yapısı da kadınların akademide kariyer yapmasında engeller çıkartabiliyor. Bir kadının eşini, çocuğunu bırakıp yurtdışında eğitim alması veya bir projede çalışması hep ertelenme yaşayan kariyer planlarına dönüşebiliyor.

Kadına karşı ayrımcılık sadece Türkiye’ye özgü de değil. Yurt dışında da ilginç bir şekilde ayrımcılık olayları yaşanabiliyor. Genelde sadece erkeklerden kadınlara değil, kadınlardan da kadınlara yönelik ayrımcı olaylarla karşılaşılabiliyor. Aynı branşta meslektaş olmak rakip olmak değildir. İnsanların uzman olabildiği ve birlikte güzel şeyler başarabildikleri muazzam bir konu genişliği var. Ancak birçok arkadaşımızdan kendi başlarına gelen çok tatsız olayları duyarak üzülüyoruz. Akademik çalışma kişiye özeldir, çünkü yayınlarınız önemlidir. Yayınlanması süreçlerinde engellenme yaşayamazsınız ancak yurt dışı konferans ya da kısa süreli eğitimlerde izin verilmeyerek, asılsız iddialarda bulunarak, yakıştırmalar yapılarak psikolojik şiddet uygulanabildiği çok örnek var. Aslında sistemi erkekler kuruyor ve kadınları birbirleriyle rekabete sokup kendi egemenliklerini sürdürmeye devam ediyorlar. Özellikle mühendislik alanlarında kadın akademisyenler oldukça zorlanıyorlar. Sosyal bilimlerde ise bu oran daha az gibi.

 

3- Özgeçmişinize baktığımda doktoranızı Kara Harp Okulu Komutanlığında yaptığınızı gördüm, erkek egemenliği altında bir kurum olarak öğrenciliğinizde tanık olduğunuz cinsiyet ayrımcılıkları oldu mu?

İ: Daha önce belirttiğim gibi öğrencilik dönemimde belli zaman aralıklarında okulda olduğumuz için bunu fark etmemiz zor. Ancak askeriye erkek hakimiyetinde bir kurum. Az sayıda olsa da kadın asker adayları, eşit olarak aynı teorik ve fiziksel eğitimleri alıyorlar. Kadınlara özgü pozitif ayrımcılık yok; eğitimde eşitlik var. Her sınıfta, her askeri kuvvette 1 ya da daha fazla kız öğrenci olabiliyor. Kadınlar kendilerini ispat etmek için çok yoğun çalışıyorlar ve yeteneklilerse askeri görevlerde yükselebiliyorlar. Özellikle silah kullanımında oldukça başarılı sonuçlar alındığını biliyorum. Kadın pilotlarımız da oldukça başarılılar. Şu an Kurmay kadın askerler var, general olma şansları açık.  Kadın özel harekât birliğimiz oluştu. Üzülerek söylemek isterim ki kadın asker şehitlerimiz de var. Kurallarla örülmüş hiyerarşik bir düzende kadının normalden çok daha fazla kendini ispat etmesi gerekir. Askerler görsel olarak temizlik ve nizama, dakiklik ve tertibe ciddi önem verirler. Böyle bir ortamı kariyer olarak seçmek isteyenler için en uygun yerdir. Hata yapınca tüm sınıf beraber cezalandırıldığı için sınıfın zayıf halkası olmamak adına çok fazla efor sarf etmek kadınlar için söz konusudur. Rütbe konusunda hala şu düşünce erkeklerde var olabilir, nasıl olsa pes edecek rütbemi engellemesin diye daha da zorlayıcı uygulamalarla karşılaşıyorlardır. Okul yönetimi ayrı sınıflandırmaya tabii tutarak bu sorunu aslında çözmüştü. Sadece Türkiye’ye özgü değil bu genellemeler, dünyanın en iyi ordularında da bile var. Bu önyargıyı kırabilmek kadınların kendi elinde. Farkındalıklarını ortaya koymaları ve başarılı olduklarını her fırsatta göstermeleri gerekiyor. Ketum olması gereken yerde fazla konuşmaları, erkeklerin dikkatini dağıtabilmeleri, ikilik çıkarabilmeleri, itaatsizlik gibi eylemler bu önyargıları kapsasa da çoğu zamanda, kadın askerleri görmezden gelmek daha kolay bir seçim olabiliyor. Sonuçta Atatürk; Çanakkale ve Kurtuluş Savaşında Türk kadının fedakarlığını, cesaretini ve yokluk içinde dayanma gücünü gördü. Şu anki imkanlarımız doğru planlama ile başarılı kadın asker savaşçı ve lider konumda yetiştirebilmeyi çokça mümkün kılıyor. Erkek egemen yapıda ister istemez ayrımcılık bir şekilde karşılaşılacaktır. Sivil olarak doktora düzeyinde askeri okulda olmanın yeni beceri ve kabiliyetleri geliştirmeye imkân tanıdığını söyleyebilirim.

 

 

 

GÜLRU KAYALIER

Toplumsal  Cinsiyet Staj Programı

 

KAYNAKÇA

(2021). Terörizm ve Radikalleşme ile Mücadele Araştırma Merkezi: https://www.teram.org/Yazar/askin-inci-sokmen-alaca-11 adresinden alındı

Haftalık Sivil Toplum Bülteni/28 Mayıs-4 Haziran

0

Hukuki Düşünce Topluluğu- Toplumsal Cinsiyet Zirvesi

Hukuki Düşünce Topluluğu Kadın Hakları Komisyonu, en büyük toplumsal sorunlarımızdan biri haline gelen kadın cinayetlerinin, kadın ve erkeğin her alanda yaşadığı cinsiyet eşitsizliklerinin temelinde toplumsal cinsiyet kavramının yer aldığını, bu eşitliğin sağlanmasının toplumun bilinçlendirilmesi ile gerçekleşeceğine ve değişimin gençler sayesinde olacağına inanıyor. Sanat, medya ve hukuk alanlarında “toplumsal cinsiyet” kavramını alanlarında uzman değerli katılımcılarla 29-30-31 Mayıs tarihlerinde Toplumsal Cinsiyet Zirvesi gerçekleşecektir.

Etkinlik Tarihi ve Kanalı: 29-30-31 Mayıs 2021 / Youtube

Detaylı Bilgi ve Başvuru için: 

https://docs.google.com/forms/d/e/1FAIpQLSfbYpMImrhXEn8PlZlDlePRbtY2pvcaLdipXjUErpvL_9YtbQ/viewform

 

Bilim Akademisi- Sosyal Bilimler Yaz Okulu 2021

23–25 Haziran tarihleri arasında çevrimiçi düzenlenecek olan Bilim Akademisi Sosyal Bilimler Yaz Okulu 2021 Ekonomi, Hukuk, Psikoloji, Siyaset Bilimi ve Sosyoloji alanlarında eşzamanlı olarak düzenlenecek olan BA Yaz Okulu ikinci yılında da Türkiye’nin farklı üniversitelerinden ve yurtdışından konunun uzmanı hocaların katkıları ile yine Türkiye’nin her tarafından öğrencilere ulaşmayı hedefliyor.

Detaylı Bilgi ve Başvuru için: 

https://bilimakademisi.org/bilim-akademisi-sosyal-bilimler-yaz-okulu-2021/ 

 

Habitat Derneği- Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Atölyesi 

Habitat Derneği, Kız Kardeşim Projemiz kapsamında Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları arasında 5. hedef olarak yer alan “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” teması çerçevesinde eğitim ve atölye gerçekleştiriyor.

Eğitim Tarihleri ve Saati: 02-04 Haziran 2021 / 13:00-15:00

Atölye Tarihleri ve Saati: 08-10 Haziran 2021 /13:00-15:00

Detaylı Bilgi ve Başvuru için:  

https://habitatdernegi.org/blog/toplumsal-cinsiyet-esitligi-egitimi-ve-atolyesi-2/ 

 

Sağlıkta Genç Yaklaşımlar Derneği- Cinsel Sağlık Üreme Sağlığı Eğitici Eğitimi

Genç Mültecileri Destekleme Programı (GMDP), Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA) Türkiye Ofisi ortaklığında, Japonya Hükümetinin finansal desteği ile ilk kez dijital ortamda gerçekleştirilecek olan Cinsel Sağlık Üreme Sağlığı Online Eğitici Eğitimi için katılımcılarını arıyor!

Genç Mültecileri Destekleme Programı, Cinsel Sağlık Üreme Sağlığı (CSÜS) ve Hakları konusunda gençten gence öğrenmeyi ve güçlenmeyi hedefleyen akran eğitimleri düzenliyor. Akran eğitimleri; gençlerin CSÜS durumu, vücudumuzu tanıyalım, kondom, aile planlaması, istenmeyen gebeliklerin önlenmesi ve erken gebelikler, cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlar, HIV ve AIDS, toplumsal cinsiyete dayalı şiddet, haklar ve çocuk yaşta erken ve zorla evlilikler konularında akran eğitmenleri tarafından süpervizyon ile gerçekleşiyor.

Eğitim Tarihleri: 19-20, 26-27 Haziran, 3-4, 10-11 Temmuz

Eğitim Son Başvuru Tarihi: 2 Haziran 23:59

Eğitim Kanalı: Zoom

Detaylı Bilgi ve Başvuru için:  

https://docs.google.com/forms/d/e/1FAIpQLSeBP64NmFlnosZ3eWqAH6ag69sVcOYKfRwFICckeU7qFxCh7A/viewform

 

Yeşilay- 5. Uluslararası Teknoloji Bağımlılığı Kongresi

Uluslararası Teknoloji Bağımlılığı Kongresi’nde, teknoloji ve internet kullanımına dayalı davranışsal bağımlılıklar alanına dikkat çekilerek; dijital oyun oynama, çevrim içi kumar oynama, çevrim içi pornografi, akıllı telefonun ve sosyal medyanın aşırı kullanımı, COVID-19’un davranışsal bağımlılıklar üzerindeki etkileri, dijital bağımlılıklar konusunda aileler için öneriler gibi önemli konular yer alacak. 

Uluslararası Teknoloji Bağımlılığı Kongresi’ne Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya, Brezilya, Çin, Endonezya, Güney Kore, Hindistan, İngiltere, İsviçre, Kanada, Malezya, Nijerya ve Tayland dâhil olmak üzere; dünyanın farklı ülkelerinden dijital bağımlılıklar alanında önde gelen bilim insanları katılacak.

Eğitim Tarihleri: 2-3 Haziran 2021

Detaylı Bilgi ve Başvuru için: http://kongre.yesilay.org.tr/

 

Etkiniz- Salgında Ne İzliyoruz?

Etkiniz Forum’da, salgın sürecinde Türkiye ve Dünyada hangi hak alanlarının izlendiği, pandeminin etkisiyle artan ve yeni biçimlerde karşılaşılan hak ihlalleri, salgının dezavantajlı gruplar üzerindeki etkileri, COVID-19 sırasında toplumsal hareketler vb. konularında paneller düzenlenecek. Forumda ayrıca katılımcıların bilgi ve birikimlerini paylaşabilecekleri ve ağ kurabilecekleri oturum ve atölyeler yer alacak.

Eğitim Tarihleri: 17- 18 Haziran

Eğitim Son Başvuru Tarihi: 1 Haziran 17:00

Detaylı Bilgi ve Başvuru için:  https://forms.gle/nW1mEL7fHYVUKVRg9

 

SU Gender – Feminist Bakış Açısıyla Siyasal Alan: Teori, Politika ve Savunuculuk

Programda Türkçe-İngilizce simultane çeviri sağlanacaktır.

Eğitim Tarihleri ve Kanalı: 3-5 Haziran 2021 / Zoom

Detaylı Bilgi ve Başvuru için:

https://sugender.sabanciuniv.edu/sites/sugender.sabanciuniv.edu/files/2021_conference_program_sugender.pdf

 

Denizli Avrupa Birliği Bilgi Merkezi ve Eskişehir Avrupa Birliği Derneği – Avrupa Birliği Simülasyon Etkinliği

Söz konusu Simülasyon Avrupa Parlamentosu kapsamında olacaktır. Simülasyon konusu Çevre ve İklim Değişikliğidir. Etkinlik dili Türkçe olmakla birlikte katılımcı sayısı 50 kişidir. Katılımcılar AP’deki 7 farklı siyasal partiyi ve Avrupa Parlamentosu’nu temsil ederek Avrupa Birliği deneyimi yaşayacaklardır.

Etkinlikte katılımcılar, temsil edecekleri siyasal partinin Çevre ve İklim Değişikliği hakkında savundukları fikirleri simülasyonda uygulayarak partilerinin ve Avrupa Birliği’nin hedefleri doğrultusunda bir karar metni oluşturmaya çalışacaklardır. Etkinliği tamamlayan katılımcılarımız katılım belgesi almaya hak kazanacaklardır.

Son Başvuru Tarihi: 28 Mayıs Cuma 23:59

Detaylı Bilgi ve Başvuru için: http://eskisehirab.org/tr/ab-simulasyonu-etkinligi/

 

 

İzmir Sanal Kitap Günleri- Dünyayı Felsefeyle Yeniden Anlamak: Pandemi Sonrası Yeni Dünya

İzmir Sanal Kitap Günleri’nde, Slavoj Žižek, Kurtul Gülenç ve Özgür Emrah Gürel’in katılımıyla gerçekleşecek olan “Dünyayı Felsefeyle Anlamak: Pandemi Sonrası Yeni Dünya” başlıklı etkinlik 30 Mayıs Pazar günü 18.30da ‘İzmirtube’ Youtube kanalında canlı yayınlanacaktır.

 

Etkinlik Tarihi ve Saati: 30 Mayıs 2021/ 18:30-19:50

Etkinlik Kanalı: Youtube

 

 

Hazırlayanlar: Banu TÜYSÜZ, Ecem GÜVEN, Gizem AŞAR

TUİÇ Akademi Sivil Toplum Çalışmaları Birimi

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tek Parti Döneminde Rejim ve Laiklik Tartışmaları (1923-1938)

ÖZET

Bu çalışmada, Türk siyasal hayatının siyasal yapısında ve kültüründe önemli değişimlere yol açan demokrasi ve laiklik tartışmaları incelemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünün ardından kurulan Türkiye’de, Cumhuriyetin ilan edilmesiyle birlikte Batılılaşma ve modernleşmeye ulaşmak için ne tarz yollar izlendiği ve bu yolların demokrasiye ve Kemalist laiklik ideolojisine uygun olup olmadığı, laiklik ve demokrasi tartışmalarıyla birlikte nasıl düşünüleceği araştırma sorusu olarak kullanılmıştır. 1923-1938 yılları arasında Mustafa Kemal, Türkiye’nin demokratik ve seküler bir devlet olmasını amaçlayan reformlarda ve demokrasi denemelerinde bulunmuştur fakat Cumhuriyetin ilk yıllarında çok partili hayata geçiş denemeleri olmasına rağmen laikliğin Kemalist yorumuna uymadığı ve dönemin koşulları imkan vermemesi gibi sebeplerle başarılı olamamıştır. Bu yüzden de tek partili hayata geri dönülmüş ve farklı politik görüşler üzerindeki baskılar arttırılmıştır. Araştırmada, hükümetin yaptığı yasalar ve Halk Fırkası’nın tüzüğünün sağladığı gücün demokrasiyi zedelemesi, nicel kaynaklar tarafından araştırılmış ve değerlendirilmiştir. Ayrıca demokrasinin Türkiye’de ne ölçüde bulunduğuna ve Kemalist laiklik ideolojisinin evriminin yapılan reformlara etkisine değinilmiştir. Araştırmanın sonucunda, CHP’nin o dönemde halktan uzaklaşmasının nedeni olarak Kemalist rejim ve laiklik ideolojisini uygulamadaki eksikliklerine ulaşılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Mustafa Kemal Atatürk, Tek Parti Dönemi, Rejim, Laiklik, Cumhuriyet Halk Partisi

ABSTRACT

This study analyses the disputes of democracy and laicity that caused important changes in the structure and the culture of Turkish political life. What sort of ways were used to reach westernization and modernization with the collapse of the Ottoman Empire and the proclamation of a republic in Turkey and if those ways are appropriate to democracy and Kemalist laicity ideology were determined as the research question. Mustafa Kemal applied some reforms and attempts of democracy whose aim to create a secular and democratic state between 1923-1938 years but although there were some attempts of multiparty system, they could not be achieved because of not being appropriate for Kemalist laicity and incapable conditions of the period. Therefore, the one-party system was returned and the pressures increased. In this study, the damaging of the democracy that was provided by the laws and legislation of the Republicans People’s Party (RPP) is investigated and evaluated via quantitative resources. Also, it is mentioned how successful this democracy attempt was and the impact of the evolution of Kemalist laicity ideology to the reforms that have been applied. As a result of the study, its deficiencies in implementing the Kemalist regime and secularism ideology were found why RPP distanced itself from the public at that time

Keywords: Mustafa Kemal Atatürk, One Party Era, Regime, Laicity, Republican People’s Party

Balkan Bülteni / 23-26 Mayıs

0

 

Arnavutluk

Muhalefet 25 Nisan Seçimlerine İlişkin Eleştirilerini Sürdürüyor

  • Arnavutluk Demokratik Partisi (PD) lideri Lulzim Başa geçtiğimiz salı günü yaptığı parti toplantısında 25 Nisan seçim sonuçlarına yönelik eleştirilerini yineledi. Seçimlerin demokrasiyle herhangi bir bağının olmadığını dile getirirken mevcut siyasi durumun artık değişmesi gerektiğinin altını çizdi.
  • Lulzim Başa aynı zamanda siyasi entrikalara ve usulsüzlüklere rağmen bu seçim imtihanından Demokratlar olarak daha güçlü, daha büyük ve bir olarak çıktılarını ifade ederken halkın iradesine saygı duyduklarını belirtti.

Kaynak: Albanian Daily News

Tarih: 25.05.2021

 

 

Bosna – Hersek / Boşnak Hırvat Federasyonu

BH Tütün Yasası’nın kabul edilmesine AB ve ABD’den destek geldi

  • AB BH Delegasyonu, Dünya Sağlık Örgütü ve İsviçre’nin BH Büyükelçiliği, 25 Nisan Salı günü Bosna Hersek Federasyon (BHF) Temsilciler Meclisi, BHF Başbakanı Fadil Novaliç ve Federal Sağlık Bakanı Vjekoslav Mandiç ile Tütün Yasası’nın kabul edilmesinin önemini teyit etmek için ortak bir mektup hazırladı.
  • BHF’de Tütün, Tütün Mamulleri ve Diğer Sigara Ürünlerinin Kontrolü ve Kısıtlı Kullanımına İlişkin Kanun’un orijinal haliyle kabul edilmesinin ve uygulanmasının nüfus sağlığını olumlu etkiyeceğine inanılmakta.
  • ABD’nin BH Büyükelçiliği, vatandaşlarının sağlığını koruyacak ve iyileştirecek bir yasa çıkarmaya da çağırarak, ABD’nin yabancı hükümetlerine uygun halk sağlığı politikaları oluşturma ve sürdürme hakkını desteklediğini de sözlerine ekledi.

Kaynak: Dnevni Avaz

Tarih: 25.05.2021

 

Mitrovic, sınırlarla ilgili sorunu açıkladı

  • Bosna Hersek(BH) İletişim ve Ulaştırma Bakanı Vojin Mitrovic, Hırvatistan ile olan sınır geçişlerinin durumu hakkında kamuoyuna seslendi.
  • 2008 yılında alınan bir karar olduğunu ancak 20 Mayıs 2021’e kadar uygulanmadığından bahsetti.
  • Sorunun aktif ve yasal olarak çözülmeye çalışıldığı açıkladı.
  • Mitroviç bugüne kadar uygulanılmayan karar hakkında Hırvatistan tarafından bir bilgilendirme almadıklarını da dile getirdi.

Kaynak: Dnevni Avaz

Tarih: 26.05.2021

 

Bosna – Hersek / Sırp Cumhuriyeti

Karadağ Başbakanı’ndan  Sırp Cumhuriyeti’ne Ziyaret

  • Karadağ Başbakanı Zdravko Krivokapiç, 25 Mayıs Salı günü Sırp Cumhuriyeti Başbakanı Zeljka Cvijanovic ile bir araya geldi. Banja Luka Havaalanı’na inen Krivokapiç’i Cvijanovic karşıladı.
  • Resmi ziyaretin ilk rotası Kurtarıcı İsa Tapınağı oldu. Tapınak ziyaretinde, 1992 yılında oksijen yetersizliğinden dolayı hayatını kaybeden bebekler için dua ettiler.
  • Ziyaretin sonunda ise Karadağ Başbakanı Banja Luka Siyasal Bilimler Fakültesi’nde bir konferans verdi.

Kaynak: Rtrs

Tarih: 25.05.2021

 

Bulgaristan

Rusya, Bulgar Büyükelçiliği Yetkilisini Misilleme Olarak Sınır Dışı Etti

  • Rusya Dışişleri Bakanlığı 26 Mayıs Çarşamba günü yaptığı açıklamada, Rusya’nın bir Bulgar büyükelçiliği resmi persona non grata ilan ettiğini söyledi.
  • Açıklamada, “26 Mayıs’ta, Rusya Dışişleri Bakanlığı Bulgaristan Büyükelçisi Atanas Krystin’i kendisine bir Bulgar büyükelçiliği resmi persona non grata ilan eden bir not vermeye davet etti.” Rusya Dışişleri Bakanlığı, “Bu hareket, Bulgaristan’ın Nisan ayında verdiği istenmeyen bir Rus diplomatını istenmeyen kişi ilan etme yönündeki asılsız karara yanıt olarak geldi.” dedi.
  • 29 Nisan’da Bulgaristan Dışişleri Bakanlığı bir Rus diplomatın sınır dışı edildiğini duyurdu. Bulgar yetkililer daha önce savcıların, 2011 ve 2020 yılları arasında silah tüccarı Emilian Gebrev’in EMCO şirketine ait mühimmatların depolandığı Bulgar silah depolarında ve Gebrev’e düzenlenen suikast girişiminde altı Rusun çok sayıda patlamaya karıştığından şüphelendiklerini söylemişlerdi.

Kaynak: Sofia News Agency

Tarih: 26.05.2021

 

Hırvatistan

Hırvatistan, Karadağ’a 10 Bin Doz Koronavirüs Aşısı Gönderecek

  • Zagreb’e resmi bir ziyarette bulunan Karadağ Sağlık Bakanı Elena Borovinich Bojovic, Hırvat mevkidaşı Dr. Vili Beroš ile Karadağ’a 10.000 doz koronavirüs aşısı bağışlanması konusunda anlaşma imzaladı.
  • “Karadağ adına, Karadağ ile Hırvatistan arasındaki dayanışma ve dostluk jesti için teşekkür ederim. Borovinich Bojovich, hükümet olarak iki ülke arasındaki ilişkileri mümkün olan en yüksek düzeye çıkarmak için elimizden gelenin en iyisini yapacağız ”dedi.
  • Beros, “Hırvatistan’ın Karadağ’a yardım etmek ve önceki yıllarda kazanılan deneyimi aktarmak için her şeyi yapacağından emin olabilirsiniz.” dedi.

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 24.05.2021

 

Karadağ

Karadağ, İstanbul Başkonsolosu Geri Çağrıldı

  • Geçtiğimiz aylarda Türkiye de dahil olmak üzere birkaç ülkeden Büyükelçilerini geri çağıyan Karadağ hükümeti, Türkiye Cumhuriyeti Başkonsolosu Selim Lika’yı geri çağırdı. Dan, söz konusu bilginin Karadağ hükümetinin son oturumundaki materyallerde doğrulandığını yazdı.
  • Başbakan Zdravko Krivokapiç tarafından imzalanan kararda, “Selim Lika, İstanbul merkezli Türkiye Cumhuriyeti Karadağ Başkonsolosluğu’ndaki Başkonsolosluk görevinden geri çağrılıyor.” denildi.
  • Konsolosluk görevi için yeni bir atama yapılıp yapılmayacağı ya da konsolosluk biriminin çalışmalarına devam edeceği şu an için netleşmiş değil.

Kaynak: CDM

Tarih: 24.05.2021

 

Krivokapic: Hükümet, Görev Süresinin Sonuna Kadar Sürecek

  • Başbakan Zdravko Krivokapiç, Banja Luka Siyasal Bilimler Fakültesi’nde bir konferans sırasında, mevcut Karadağ Hükümeti’nin görev süresinin sonuna kadar süreceğini söyledi.
  • Karadağ’daki sorunun hukuk sisteminin abluka olması olduğunu söyledi. “Ele geçirilen devletin dışında, ele geçirilmiş bir yargı sisteminiz de var. Krivokapiç, “Birisi partiden veya kişisel çıkarlardan memnun olmadığı için tüm sistemi bloke ediyor.” dedi.
  • “Halk bunun daha iyi bir gelecek için umut hükümeti olduğunu anladı” dedi. Ona göre hükümet, halkın desteği sayesinde ayakta kalıyor.

Kaynak: Mina News

Tarih: 25.05.2021

 

Vukovic: Eğitim Sistemi Büyük Sırbistan Hareketinin Tsunamisi Tarafından Battı

  • DPS milletvekili Aleksandra Vukoviç, 1.000 okul müdürü ve asistanının işten çıkarılmasının duyurulması hakkında bir açıklama yaptı. Karadağ eğitiminin anti-faşist varlığının ortadan kaldırılmasının sürdüğünü söyledi. Bu şekilde işten çıkarılan herkes DPS’den hukuki yardım alabilecek.
  • Vukovic, “Karadağ eğitim sistemi, doğrudan uygulayıcısı Bakan Vesna Bratic olan Büyük Kolordu hareketinin tsunamisi tarafından sular altında kaldı. Karadağ eğitiminin anti-faşist ve sivil karşıtı varlığının parçalanması iş başında, kimlik değişikliği, bizi eğitim alanında ulusal yapıda şiddetli bir değişikliğe götürecek olan sağa dönüyor “dedi.
  • Vukovic, işini dürüstçe yapmış insanların kahramanı olan siz ultra güçsüzlere yazıklar olsun. Olmayanlar varsa, onların görevden alınmasını ilk destekleyeceğini vurguladı.

Kaynak: CDM

Tarih: 25.05.2021

 

Kosova

Kurti, Haradinaj ile Bir Araya Geldi

  • Başbakan Albin Kurti, Sırbistan ile diyalog da dâhil olmak üzere siyasi konuları görüşmek ve bu yönde koordinasyon sağlamak için parlamentodaki parti liderlerine mektup gönderdi.
  • Kosova’nın Geleceği İçin İttifak Partisi (AAK) Başkanı Ramush Haradinaj ile bir araya gelen Kurti, istişare ederek iş birliği yapmayı amaçladı.
  • Haradinaj, Sırbistan ile yapılacak diyalog için ABD’nin varlığını istedi.
  • Kosova Demokratik Partisi (PDK) Başkan Vekili Enver Hoxhaj ise Kurti’nin davet ettiği toplantıyı reddetti.

Kaynak: Panorama.al

Tarih: 25.05.2021

 

Mutabakat Zaptı İmzalandı

  • Savunma Bakanı Armend Mehaj ve İngiltere’nin Priştine Büyükelçisi Nicholas Abbott tarafından temsil edilen Kosova ile Birleşik Krallık Hükümeti arasında imzalandı.
  • Amacı, kamu hizmetlerinin verimli yönetilmesini temin etmek için satın alma süreçlerinde reformları uygulamada Savunma Bakanlığı’nın kapasitelerinin iyileştirilmesi ve vatandaşların güvenini yeniden tesis etmektir.
  • İmzalanan bu memorandum, İngiltere ile güvenlik ve savunma alanında yapılan birçok anlaşmadan biridir.

Kaynak: Kosova Haber

Tarih: 25.05.2021

 

Kurti, Abdixhiku ile Görüşme Gerçekleştirdi

  • Başbakan Albin Kurti ve Kosova Demokratik Birliği (LDK) Başkanı Lumir Abdixhiku, Sırbistan ile müzakereler konusunda konuştular.
  • Görüşme sonrasında yapılan basın toplantısında Abdixhiku, “Önceki hükümetin, müzakereler ile ilgili sahip olduğu tüm belgeleri teslim ettiğini teyit ettik. Kosova Hükümeti’nin müzakerelerde alması gereken siyasi pozisyon ile ilgili belgeyi kendisine takdim etme teklifinde bulunduk. Bu belge, Kosova’nın müzakere sürecinde uyması gereken ilkeleri içermektedir.” dedi.

Kaynak: Kosova Haber

Tarih: 26.05.2021

 

Kuzey Makedonya

Polonya ve Kuzey Makedonya Dışişleri Başkanları Toplandı

  • Polonya ve Kuzey Makedonya Dışişleri Bakanları arasında yapılan toplantıdan önce yaptıkları açıklamada hem Kuzey Makedonya’nın hem de Arnavutluk’un görüşmelere başlamasını istediklerini belirttiler.
  • Polonya Dışişleri Bakanı Zbigniew Rau Şubat 2020’de ikilinin arasında gerçekleşen resmi ziyaretlerin de gerçekleşmesini örnek vererek aralarındaki iyi ilişkileri vurgulamıştır.
  • Bakan Rau, Kuzey Makedonya’nın AB entegrasyon politikalarını geliştirdiği için övdü.
  • Ayrıca, AB Konseyi’nin Kuzey Makedonya ve Arnavutluk ile müzakere çerçevesini mümkün olan en kısa sürede kabul etmeye karar vermesi ve katılım müzakerelerinin fiilen başlatılmasına eşdeğer olacak hükümetler arası konferanslar çağrısı yapması yönündeki umudunu da dile getirdi.

Kaynak: gov.pl

Tarih: 25.05.2021

 

Sırbistan

Sırbistan Cumhurbaşkanı: Zeman’ın NATO Saldırganlığından Dolayı Özrü Tarihe Geçecek

  • Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vuciç 25 Mayıs’ta düzenlediği basın toplantısında, Çek Cumhurbaşkanı Milos Zeman’ın ülkesinin 1999 Sırbistan bombalandırmasına katılmasından ötürü özür dilemesinin tarihi bir olay olduğunu söyledi, ancak NATO’nun bu saldırılar için özür dileyeceğine inanmadığını da sözlerine ekledi.
  • “Beni şaşırttı ve çok memnun kaldım. Onun sözlerini duyduğuma çok sevindim. Bu ifade, Sırp milleti için şifalı bir merhemdir. Böylece Zeman, Sırbistan ve Sırp milletinin tarihine girdi ve tarih ders kitaplarımıza dahil edilecek ”dedi.
  • “Bunun Avrupa’daki küçük bir ülke için ne kadar önemli olduğunu biliyor musunuz? Küçük milletimiz, her zaman insani bir felaket nedeniyle yaptıklarını söyleyen 19 yabancı devletin, çocuklar sebep gösterilerek saldırıya uğradı. Bunun yerine Sırbistan’da meydana gelen bir patlamada 72 çocuğu öldürdüler. Ödemek zorunda kaldığımız bedel bu muydu? Bizi bu şekilde cezalandırmak mı istediler? Bu gerçekten yasal bir ceza değildi ”dedi.

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 26.05.2021

 

Yunanistan

ABD ve Yunanistan Askeri İş Birliğini Artırıyor

  • ABD, Yunanistan’daki silahlı kuvvetlerinin varlığını hem kalıcı hem de rotasyonel olarak artırmaya karar verdi ve bu şekilde müttefiklerini ve ortaklarını bilgilendirdi.
  • ABD’nin Yunanistan’daki askeri varlığı noktalarının artması, Karşılıklı Savunma İşbirliği Anlaşması’nın yenilenmesine yönelik müzakerelerde verilmişti. ABD askeri varlığının mevcut noktalarına Souda, Girit’teki deniz üssü, orta Yunanistan’daki Larissa ve Stefanovikeio’daki hava üsleri ve kuzey Yunanistan’daki Dedeağaç limanı  en az dört tane daha eklenecek.

Kaynak : Ekathimerini

Tarih : 24.05.2021

 

Yunanistan  Dışişleri Bakanı Nikos Dendias ve Rusya Dışişleri  Bakanı Sergey Lavrov Soçi’deki Görüşmeyi Tamamladı

  • Yunanistan ve Rusya Dışişleri Bakanları Nikos Dendias ve Sergey Lavrov 24 Mayıs Pazartesi günü Soçi’de bir toplantı yaptıktan sonra ortak bir basın toplantısı yaptı.
  • Nikos Dendias, Lavrov tarafından Rusya’da memnuniyetle karşılandı ve iki ülke arasındaki ilişkilerin özel geçmişine dikkat çekti, özellikle Güney Rusya’da ve Rumların hala aktif topluluklara sahip olduğu Karadeniz kıyılarında çok belirgindir.Rus yetkili, bu gün Rusya’nın Slav Yazı ve Kültür Günü’nü antığını söyledi.

Kaynak : Atina Makedon Haber Ajansı

Tarih  : 24.05.2021

 

Dış Aktörler

Kosova ve İngiltere Arasında İyi Niyet Sözleşmesi İmzalandı

  • Kosova ve İngiltere arasında savunma alanında iyi niyet sözleşmesi imzalandı.
  • Sözleşme, Kosova Savunma Bakanı Armend Mehaj ve İngiltere’nin Kosova Büyükelçisi Nicholas Abbott tarafından imzalandı.
  • Bugün imzalanan iyi niyet sözleşmesi ile kamu hizmetlerinin daha iyi yönetilmesi ve verimli bir şekilde sunulmasını sağlamak için Savunma Bakanlığının satın alma süreçlerinde reformlar uygulama kapasitesini geliştirmeyi amaçlıyor.
  • Söz konusu iyi niyet sözleşmesi ile ayrıca, iyi yönetilen, şeffaf, adil ve verimli satın alma süreçleri ile kamu sektörünün verimliliğinin artırılması ve halkın güveninin yeniden tesis edilmesi amaçlanıyor.

Tarih: 25.05.2021

Kaynak: Time Balkan

 

Gërvalla ve Bjørnstad Kosova’da Bir Araya Geldi

  • Kosova Dışişleri Bakanı Donika Gërvalla ve Savunma Bakanı Armend Mehaj 25 Mayıs Salı günü Norveç’in Batı Balkanlar Özel Temsilcisi Arne Sannes Bjørnstad ile bir araya gelerek Kosova’nın dış politika önceliklerini ve ülkedeki güncel siyasi gelişmeleri görüştü.
  • Bakan Gërvalla, Norveç’in Kosova’ya sürekli olarak verdiği destek için Bjørnstad’a teşekkür etti ve COVID-19 salgın yönetimi konusunda Norveç’in vermiş olduğu yardıma teşekkür etti.
  • Toplantıda Kosova ve Sırbistan arasındaki normalleşme sürecinin de ele alındığı ifade ediliyor.

Kaynak: Kosova Press

Tarih: 25.05.2021

 

Japonya’dan Kosova’ya 810 Bin Avro Değerinde Tıbbi Ekipman Desteği

  • Japonya Hükümeti, Covid-19 ile mücadele kapsamında, Kosova’daki hastanelerin kapasite artırımı için Sağlık Bakanlığına 810 bin Euro değerinde tıbbi ekipman bağışında bulundu.
  • Sağlık Bakanlığına ilk aşamada 20 Şırınga Pompası ve 10 Elektrokardiyogram teslim edildi. Tıbbi malzemeler, Japonya’nın Kosova Büyükelçisi Akira Mizutani tarafından, Sağlık Bakanı Armend Zemaj’a teslim edildi.
  • Törende yaptığı konuşmada Bakan Zemaj, Covid-19 salgını süresince Japonya Hükümeti’nin sağlık alanında sunduğu desteklerden dolayı minnettar olduğunu ifade etti.
  • Japonya Hükümeti tarafından yapılan bağışın ikinci kısmındaki ultrason cihazı ile portatif x-ray cihazlarının yaz aylarında Kosova’ya gelmesi bekleniyor.

Tarih: 26.05.2021

Kaynak: Time Balkan

 

Çavuşoğlu Yunanistan’a Gidiyor

  • Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, 31 Mayıs’ta Yunanistan’ı ziyaret edeceğini ifade etti. Çavuşoğlu’nın, mevkidaşı Nikolaos Dendias ile bir araya gelerek Türkiye-Yunanistan ilişkilerini ele alması bekleniyor.
  • Görüşmede Doğu Akdeniz ve Ege’deki gelişmelerin yanı sıra, Yunanistan’ın göçmenlerle ilgili tutumu da değerlendirilecek. Ayrıca Yunanistan’ın ülkede bulunan Türk azınlığa yönelik tutumu da görüşülecek.

Kaynak: TRT Haber

Tarih: 26.05.2021

 

TUİÇ Balkan Stajyerleri: Elifnur Ayhan, Melisa Agoviç, Dilek Keçeci, Ece Sumru Güvemli, Hilal Yel, İleyna Savuk, Rümeysa Güner, Şamil Orhan, Didem Şimşek, Aybüke Koçak , Hatice Deniz Hızal

 

Kıbrıs Sorunu ve Türkiye’nin Enerji Politikalarının Doğu Akdeniz’e Etkisi

Özet

Kıbrıs adası yıllardan beri Yunanistan ve Türkiye arasında tartışma konusu olmuş, Akdeniz’in kalbinde denilebilecek bir bölgedir. Ada, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) olarak ikiye ayrılmış ve bir tarafın Yunanistan ile iş birliği içerisinde, diğer tarafın da Türkiye ile taraf olması, sorunları bugüne kadar taşımıştır. Son  yıllarda enerji talebine olan artış göz önüne alındığında Doğu Akdeniz’in tartışmaların merkezinde olması çok doğaldır. Ülkelerin münhasır ekonomik bölgelerini genişletmek için atmış olduğu adımlar ve karşılaşılan sorunlar da enerji arzını yaratmaya dayanmaktadır.  Bu araştırmanın amacı, Kıbrıs sorununu ve Türkiye’nin geçmişten bugüne uyguladığı enerji politikalarının Doğu Akdeniz üzerindeki etkisini ele alıp, sorunu çözebilmek için bir öneri sunmaktır. Bu amaca ulaşmak adına iki ana konu da titizlikle incelenmiş ve oluşabilecek sorulara cevaplar verilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Doğu Akdeniz,  Kıbrıs Sorunu, Münhasır Ekonomik Bölge, Enerji Politikası, Türkiye

 

Abstract

The Island of Cyprus, which can be said as “the heart of the Mediterranean”, has been the subject of the argument between Greece and Turkey for years. The island is divided into two; Northern Cyprus of Turkish Republic (TRNC), and Greek Cypriot Administration (GCA- Officially called Republic of Cyprus). The southern part being in cooperation with Greece and the other part being in cooperation with Turkey, made the problems go on to this day. Combining that with the recent increase in energy need, makes the Eastern Mediterranean being the center of attention for arguments naturally. The steps taken by the countries to increase their exclusive economic zones and the problems that occured, aims to create the energy supply. The purpose of this research is to look at Cyprus Dispute and Turkey’s energy policies from the past to present, to see their effects on the eastern Mediterranean, then give a suggestion to solve the problem. To reach that purpose, both main topics are searched meticulously and answers were given to the questions that may arise.

Key Words: Eastern Mediterranean, Cyprus Issue, Exclusive Economic Zone, Energy Policy, Turkey.

 

Giriş

            Bu çalışma, son yıllarda enerji potansiyeliyle, tarihi süreçte de ticaret yolu üzerinde olmasıyla öne çıkan Doğu Akdeniz’i etkileyen Kıbrıs Sorunu’nun ve bölgenin önemli aktörlerinden Türkiye’nin enerji politikalarının bölgeye etkilerini anlatmayı amaçlamaktadır.

            Doğu Akdeniz coğrafi konum olarak dünya nüfusunun ağırlıkta yaşadığı üç kıtanın yani, Asya, Afrika ve Avrupa’nın birbirine en çok yaklaştığı yer olma önemine  ve en verimli topraklarda olma özelliğine sahiptir. Bu konumun getirisi olarak doğu-batı arasında yapılan insan, uyuşturucu, silah kaçakçılığı ve petrol, doğal gaz gibi enerji ticaretinin en kritik geçiş noktası olmaktadır. Bu ticaret trafiğini en çok besleyen bölge olan Ortadoğu’yu kontrol edebilmek için Doğu Akdeniz’de öne çıkan konum ise Kıbrıs Adası olmaktadır. Kıbrıs, Doğu Akdeniz’in tam ortasında, sahip olduğu konum ile tarih boyunca bölgede yapılan seferler, savaşlar ve operasyonlarda bir kale önemine sahip olmuştur. İlerleyen ve değişen askeri teknoloji bu önemi azaltmadığı gibi artırarak Kıbrıs’a bölge ülkelerini kontrolünde bulunduran “sabit bir uçak gemisi” benzetmesini kazandırmıştır (Yaycı, 2012).

            Kıbrıs’ın jeopolitik önemi, tarih boyunca pek çok uygarlığın, imparatorluğun ve devletin iştahını kabartmıştır. Bugün adanın sahibi olarak iki halk öne çıkmaktadır. Rum halkı ve Türk halkı uzun zamandır adayı paylaşabilmek için mücadele etmektedir. Karada yaşanan sorunlar tam anlamıyla çözülmemişken iki halkın arasına deniz yetki alanlarının paylaşılması sorunu da girmiştir. Enerji politikalarının dışa bağımlılığıyla boğuşan bir ülke olan Türkiye için Doğu Akdeniz’de sahip olunacak her bir bölge hazine değerindedir. Bu sorun artık sadece ada üzerinde yaşayan halkları değil Doğu Akdeniz’de yer alan tüm halkları etkileyen bir noktaya gelmiştir. 

 

1. Kıbrıs Sorunu

          Kıbrıs tarih boyunca Akdeniz’de söz sahibi olmak isteyen devletler için stratejik öneme sahip bir konumda olmuştur. Ada, tarihi süreçte pek çok uygarlığa ev sahipliği yapmıştır. Mısırlılar, Hititler, Fenikeliler, Asurlular, Persler, Romalılar, Araplar, Bizanslılar, Cenevizliler adaya hükmetmiş uygarlıklardan bazılarıdır. 16. yüzyılda Osmanlı hakimiyetine girene kadar, ada Venediklilerin yönetimi altındaydı. Ada, Akdeniz’de sefer yapan ticaret ve hac gemilerine saldıran korsanların sığınağı haline gelince 1570 yılında Osmanlı Devleti adayı fethetmiştir. Venedik kontrolü altında olduğu dönemde, adada Katolik kilisesi hakim olmuştur. Bu dönemde adada Ortodoks Rum sayısı azdır. Osmanlı’nın gelişi ile Katolik kilisesi adada gücünü kaybetmeye başlamış böylece adaya Ortodoks Rum göçü başlamıştır. Kıbrıs’ın Osmanlı İmparatorluğu’nun idaresi altına girmesi ile bölgede Türk hakimiyeti başlamıştır. Bu hakimiyeti güçlendirmek için dönemin Osmanlı padişahı II.Selim, “Sürgün Hükmü” çıkartmıştır. Bu hüküm gereği olarak Anadolu’dan bazı aileler seçilerek adaya yerleştirilmişlerdir. Böylece adadaki Türk ve Müslüman nüfusun oranı artırılarak adada kalıcı olmak amaçlanmıştır (Vatansever, 2010).

            Osmanlı’nın sürdürdüğü hoşgörü politikası sonucu, adada huzur dönemi başlamıştır. Bu huzur dönemi 19. yüzyıla kadar sürmüş ve bu dönemde Osmanlı’ya karşı önemli bir isyan hareketi olmamıştır. 19. yüzyılda başlayan Yunan isyanları ve “Megali İdea(Büyük Hayal, Büyük Yunanistan)” hareketleri adada yaşayan Rum nüfusu da etkilemiştir. Osmanlı Devleti’nin gerileme dönemi olan bu yüzyılda, devlet girdiği savaşların çoğundan mağlubiyetle ayrılmıştır. Kıbrıs adasının kaderini etkileyen bu gerileme döneminin harplerinden birisi de 1877 yılında yapılan Osmanlı-Rus savaşıdır. Osmanlı bu savaşta ağır bir mağlubiyet yaşamıştır. Osmanlı, Ruslara karşı önemli miktarda toprak kaybetmiştir. Bölgede, Rusların güç kazanmasından rahatsız olan İngiltere, Osmanlı ile gizli savunma antlaşması imzalamıştır. İmzalanan bu antlaşma ile Osmanlı Devleti üç asırdır elinde bulundurduğu Kıbrıs adasını İngiltere’ye kiralamıştır. Kıbrıs’ı idaresi altına alarak İngiltere Akdeniz’e hakim olma yolunda önemli bir noktayı ele geçirmiştir. İngiltere, Kıbrıs’ı ele geçirerek başta Hindistan olmak üzere Uzak Doğu’daki kolonilerine giden yolu kısaltma ve güvene alma amacına ulaşmış olmuştur (a.g.e).

            20.yüzyıla geldiğimizde ise dünya büyük bir sınav vermek üzereydi. Sanayi Devrimi ve Coğrafi Keşiflerin sonucu olarak başlayan sömürgecilik yarışı dünya devletlerini büyük bir dünya savaşının eşiğine getirmişti. 1914-1918 yılları arasında yaşanan I. Dünya Harbine Osmanlı Devleti başta taraf olmadıysa da zamanla gelişen şartlar ile Almanya yanında savaşa girmiştir. İngiltere, Osmanlı ile karşı cephelerde savaşıyor olmalarını fırsat bilerek Kıbrıs’ı ilhak etmiştir. I. Dünya Savaşı’ndan yenilgi ile ayrılan Osmanlı’ya imzalatılan Sevr Antlaşması’nı, Anadolu Türklerinin kabul etmemesi neticesinde, Anadolu topraklarında Kurtuluş Savaşı gerçekleşmiştir. Türklerin zaferi ile sonuçlanan bu savaştan sonra imzalanan Lozan Barış Antlaşması’nda, İngilizlerin Kıbrıs’ı ilhakı kabul edilmiştir. Kıbrıs’ın resmen İngilizlerin yönetimine bırakılması ile adada yaşayan Türklere Türk vatandaşlığı ya da İngiliz vatandaşlığını tercih etme kararı bırakılmıştır. Türk vatandaşlığını tercih eden Türkler adayı on iki ay içerisinde terk etmek zorunda kalmışlardır. Bu uygulama neticesinde adanın nüfusu zamanla Türkler aleyhine azalmaya başlamıştır ve bu süreçte Rum nüfusu ağırlıklı bir ada nüfusu oluşmuştur. Türkiye Cumhuriyeti, ilhakı kabul ederek Kıbrıs’tan vazgeçmiş gibi gözükse de Lozan Antlaşması’nda Kıbrıs’ın geleceğinde söz sahibi olma hakkından vazgeçmeyerek bu hakkı ileriki süreç için saklı tutmuştur(a.g.e).

            Kıbrıs Adasını resmen ilhak eden İngiltere ise adanın statüsünü İngiliz Taç kolonisi olarak değiştirmiştir. Ada, 1959 yılına kadar da bu statüsünü koruyarak yönetilmiştir. Bu süreçte, İngilizler, Rumların ve Ortodoks kilisesinin tarafını tutmuş ve onları ekonomik, siyasal ve kültürel olarak desteklemiştir. Bu süreçte adada yaşayan Türkler için hayat daha zor hale getirilmiş, onların adayı terk etmeleri sağlanmaya çalışılmıştır.

            Dünya yaşanan savaşlar sonucunda yeniden şekillenirken Rumların “Enosis” hayali güç bulup canlanmıştır. Adanın Rumları, Yunanistan’a bağlanarak “Megali İdea”nın bir parçası olmayı arzulamaktaydılar. Bu amaçla Rumlar adadaki İngiliz yönetimine birkaç defa isyan etseler de bu isyanlar İngilizler tarafından kontrol altında tutulmuştur. Kıbrıs’ta bu olayların yaşandığı dönemde, dünya bir kez daha savaşın eşiğindedir. 1939-1945 yılları arasında yaşanan II. Dünya Savaşı dünya siyasetini yeniden şekillendirmiştir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Yunanistan, Kıbrıs’ın kendisine bağlanması için çalışmalarına hız vermiştir. Yunanistan, Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere ile Kıbrıs’ın kendine bırakılması karşılığında topraklarında üs kurmalarına izin verme konusunda pazarlık edecek kadar bu konuda kararlıydı. Adadaki Rumlar da bu süreçte boş durmamışlardır. 1949 yılında Birleşmiş Milletlere başvurarak Yunanistan’a bağlanmak istediklerini bildirmişlerdir. Bu başvurunun olumlu sonuçlanması için adada Rum nüfusunun ağırlıkta olması gerekmektedir. Bunu bilen Rumlar, adadaki Türklere baskı yaparak onları adayı terk etmeye zorlamışlardır(a.g.e).

            Yunanistan ve Rumların bu çabalarını gören Türkiye’deki kuruluşlar ve dernekler Kıbrıs Türklerine destek vermeye başlamışlardır. Kıbrıs Türkleri, Türkiye halkından gördüğü bu destekle adada, Türkiye’ye bağlanma isteklerini dünyaya gösterebilmek için mitingler düzenlemişlerdir. 1954 yılına gelindiğinde, Yunanistan adanın akıbetinin Genel Kurulda görüşülmesi için meseleyi Birleşmiş Milletlere taşımıştır. Türkiye, Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması konusuna şiddetle karşı çıkmıştır. Birleşmiş Milletler’de, Yunanistan’ın bu talebi reddedilmiştir. Ret kararı, adadaki Rumları daha da öfkelendirmiş ve adayı Türklerden temizlemek amacıyla EOKA isimli bir terör örgütü kurulmuştur. Sorun Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında daha da çözülmez bir duruma gelmiştir. Üç ülkenin uzlaşması için 1955 yılında Londra’da bir konferans düzenlenmiştir. Fakat Yunanistan, adanın kendine bağlanmasında ısrarcı olurken Türkiye hem Rumların hem de Türklerin kendi geleceklerini kendilerinin belirleme haklarını savununca konferans amacına ulaşamadan sona ermiştir. Uluslararası arenada bu gelişmeler yaşanırken adada ise Rum-Türk çatışması giderek artmış ve tehlikeli bir hal almıştır. Adadaki yaşamın daha fazla yara almaması için taraflar sonunda bir araya gelerek önce 1959 yılında Zürih Antlaşması’na, daha sonra da Londra Antlaşması’na imza atmışlardır. Bu antlaşmaların sonucunda İngiltere, Yunanistan ve Türkiye üçlüsünün garantisi altında, Kıbrıs Cumhuriyeti kurulması hakkında karar alınmıştır. Kıbrıs Cumhuriyeti, 16 Ağustos 1960 tarihinde, anayasanın yürürlüğe konması ile resmen kurulmuştur. Böylece ada halkı için iki toplumlu, bağımsız bir devlet kurulmuş ve adada yeni bir dönem başlamıştır  

            Adada oluşturulan bu barış ve huzur ortamı uzun ömürlü olmamıştır. 1964 yılına gelindiğinde, Rum lider Makarios daha önce yapılan antlaşmaları tanımadığını ilan etmiştir. Makarios bununla da yetinmeyip Rum halkını, Türk halkına karşı kışkırtan açıklamalar yapmaya devam etmiştir. Türkler bir kez daha Rum baskısına maruz kalarak adada dışlanıp yalnızlaştırılmıştır. Rum baskısı şiddetini artırıp daha kanlı bir hal aldığında, Türkler adanın büyük bir kısmını terk ederek çok küçük bir kısımda yaşamlarına devam etmeye çalışmışlardır. Yunanistan ada Rumlarına destek vermekteyken diğer yandan İngiltere ve özellikle Türkiye bu şiddet ortamından rahatsız olarak Birleşmiş Milletler’e başvurmuştur. BM Güvenlik Konseyi adada barışı tekrar tesis etmek amacıyla adada “Birleşmiş Milletler Barış Gücü” mekanizması oluşturmak için 186 Sayılı kararı vermiştir. Fakat bu çabalar olumlu bir sonuç vermemiştir. Kıbrıs Türklerine karşı yapılan bu kanlı baskıya daha fazla dayanamayan Türkiye Cumhuriyeti, 1960 yılındaki Garanti Antlaşması’ndaki garantör devletlerden biri olarak 1974 yılında adaya askeri harekat düzenlemiştir.

            Türkiye’nin adaya müdahale etmesi üzerine, BM Güvenlik Konseyi 353 Sayılı ateşkes kararını taraflara bildirmiştir ve bunun üzerine Türk Birlikleri adadaki ilerleyişini durdurmuştur. Ateşkes kararı verilince Türkiye, İngiltere ve Yunanistan İsviçre’nin Cenevre kentinde toplanmışlardır. Bu konferansta Türkiye’nin bu müdahale ile antlaşmalardan doğan garantör devlet hakkını kullandığı kabul edilmiş ve Türkiye’nin isteklerinin çoğunun kabul edildiği bir protokol üç ülke arasında imzalanmıştır. Ne yazık ki, Yunanistan ve Rumlar ilerleyen süreçte bu protokole uymayıp Türk köylerine saldırmaya devam etmişlerdir. Bunun üzerine Türk Birlikleri ilerlemeye devam ederek adanın kuzey kesiminin kontrolünü ele geçirmiştir. Böylece günümüz Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin sınırları oluşmuş ve fiilen güvence altına alınmıştır. Ortaya çıkan bu yeni durumu koruyabilmek için ada Türkleri, 13 Şubat 1975 tarihinde Kıbrıs Türk Federe Devleti’ni duyurmuşlardır. Rumlar, KTFD’nin varlığını kabul etmemişler ve bu durumun Zürih ve Londra Antlaşmalarına aykırı olduğunu savunmuşlardır. Birleşmiş Milletler, Kuzey ve Güney kesimi uzlaştırmak için çabalamış ve bu çabaların sonucunda iki taraf arasında nüfus değişimi olmuştur. Güneydeki Türkler kuzeye, kuzeydeki Rumlar güneye geçmiştir ve böylece tarihte ilk kez adada Rumların ve Türklerin bölgesi keskin bir şekilde ayrılmıştır. 1983 yılına kadar olan süreçte BM uzlaşmacı bir tavır yürüterek iki tarafı anlaşmaya ikna etmeye çalışmıştır(a.g.e).

            1983 yılına gelindiğinde ise BM, uluslararası antlaşmalardan doğan garantörlük haklarını kullanan Türk Birliklerini işgalci kuvvet olarak nitelendiren ve KTFD’nin hemen sona erdirilmesini bildiren bir karar yayımlamıştır. Bu karar ile Türk kesimi adada uzlaşmanın mümkün olmadığına karar verip self determinasyon hakkını kullanmayı seçmiştir. Bu kararın ışığında Kıbrıs Türkleri, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurulduğunu bütün dünyaya ilan etmiştir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ilk ve tek tanıyan devlet Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. Kuzey kesimde yaşanan bu gelişmeyi, İngiltere’nin Birleşmiş Milletler’e taşımasıyla BM Güvenlik Konseyi 541 Sayılı karar ile KKTC’nin kurulmasının hukuka aykırı olduğu için geçersiz olduğunu ve dünya devletlerinin KKTC’yi tanımaması gerektiğini bildirmiştir.  Bu karar ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin uluslararası çevrede tanınmasının önüne geçilmiş ve KKTC dünya siyasetinde dışlanan bir ülke olmuştur.

            KKTC’nin kurulmasının ardından Türk ve Rum liderler hem kendi istekleriyle müzakereler düzenlemiş hem de BM’nin çözüm önerileri ile masaya oturmuşlardır. Ancak ne müzakereler ne de BM çözüm önerileri bir sonuç vermemiştir. Kıbrıs meselesi bir kördüğüm halini alırken Güney Rum yönetimi ve Avrupa Birliği işleri daha da çıkmaza sokan bir hamle yapmışlardır. 2004 yılında Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni bütün adayı temsilen “Kıbrıs Cumhuriyeti” adıyla Avrupa Birliği’ne üye sıfatıyla almışlardır. AB’nin ve Rum yönetiminin bu hamlesi, Kuzey kesimini yok sayan en önemli uluslararası hamlelerden biri olarak tarihte yerini almıştır. Kuzey ve Güney yönetimleri arasındaki sorunların çözümü için ortaya konan en önemli ve kapsamlı plan “Annan Planı” olmuştur. BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından geliştirilen bu çözüm planı temelinde eski Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yeniden canlandırıp devam ettirmek üzerine kuruludur. Bu yüzden Rumların lehine olan bu plan Türkler için birçok kazanımdan vazgeçmek anlamına gelmektedir. Bu gerçeğe rağmen 24 Nisan 2004 tarihinde gerçekleşen referandumda Rumlar %75,8 oranında hayır oyu verirken Türkler %64,9 oranıyla evet oyu kullanmıştır. Böylece Rumların oyu ile Annan Planı reddedilmiştir. Annan Planı’ndan sonra taraflar çözüm için zaman zaman adım atsalar da bir sonuç alınamamış ve ada hala çözülememiş sorunlarla kalmıştır(a.g.e).

            Son yıllarda uluslararası enerji şirketlerinin Doğu Akdeniz’de hidrokarbon rezervi potansiyeli olduğuna dair çalışmaları, Kıbrıs Sorununa yeni bir boyut kazandırmıştır. Denizin altındaki bu potansiyelden maksimum seviyede yararlanmak isteyen Doğu Akdeniz ülkeleri Münhasır Ekonomik Bölgelerini(MEB) belirlemek için diplomatik adımlarına hız vermişlerdir. Denizdeki MEB sınırlarını yaptıkları uluslararası antlaşmalarla belirleyen ülkeler, KKTC’yi tanımadıklarından Kıbrıs adası için GKRY ile masaya oturmaktadırlar. Böylece Kıbrıs Türklerinin hakkı bir kez daha çiğnenmiş olmaktadır.  Türkiye, KKTC ile MEB Antlaşması imzalamış olmasına rağmen KKTC tanınmadığı için GKRY bu antlaşmayı tanımamaktadır. Bu nedenle Türkiye ve GKRY’nin MEB ilanları çakışmaktadır. Bu çakışmalar da Doğu Akdeniz’de yaşanan sorunu karmaşık bir hale getirmektedir. Yani ada üzerinde oluşan Rum-Türk cepheleşmesi denize taşınmıştır. Doğu Akdeniz’de GKRY-Yunanistan ve Türkiye odaklı bir taraflaşma sorunu doğmuş ve Doğu Akdeniz’in deniz üstü ve altı zenginlikleri paylaşılamayan bir sorun haline gelmiştir. 

 

2. Türkiye’nin Enerji Politikaları

2.1. Kıyıdaş Ülkeler Arası Güvenlik

          Doğu Akdeniz bölgesinin stratejik konumundan dolayı öneminin artmasının yanı sıra güvenlik açısından da önemi günden güne artmaktadır. Bölgeye kıyıdaş olan ülkelerin tutumları ve kendi ülkeleri içindeki deniz kuvvetlerinin sağladığı güvenlik de bu yüzden çok önemlidir. Türkiye; Suriye, Libya ve Filistin tarafından doğrudan, Mısır ve Lübnan tarafından ise dolaylı yollardan güvenlik açısından tehdit altındadır bunun sebebi devam eden çatışmalar ve güncel gelişmelerdir (İnat ve Duran,  2020, s.10). Türkiye’nin tehdit altında olduğu ülkelerle tek tek problemlerini incelemek için yakın geçmişe bakmak yeterli olacaktır. Suriye’de yaşanan iç karışıklıklardan en çok etkilenen ülke, komşusu olan Türkiye’dir. Türkiye; Esad yönetimini halka olan tavrı konusunda ikaz etmiş ancak bunun yetersiz kalmasının sonucu olarak  Özgür Suriye Ordusu adı altında askeri yardımlarda bulunmuş ve binlerce Suriyeli mülteciyi sınırlardaki kamplara yerleştirmiştir (Karkın ve Yazıcı, 2015, s.7) . İki ülke arasındaki kriz henüz tam anlamıyla çözülememiş olsa da Türkiye, Suriye’nin güvenliğini sağlamak adına ciddi adımlar atmaya devam etmektedir. Libya’da ise duruma Türkiye tarafından temkinli yaklaşılmasına rağmen durum kötüleşmeye devam etmiştir. bunu sonucunda, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Libya’da bulunan farklı ülkelerin vatandaşları için ülkelere vatandaşlarını koruma yetkisi  vermiştir (Aydın ve Dizdaroğlu, 2018, s.10). Filistin- İsrail anlaşmazlığı ise bugün hala devam etmektedir. Türkiye’nin  Filistin’e kalkınma yardımları ise 15 yılı aşkın bir süredir devam etmektedir. Kıyıdaş ülkelerin birbirleri ile olan çekişmeleri bitmedikçe, daha fazla çıkar sağlayabilecek ilişkilerin kurulması ve huzur ortamı içerisinde gerçekleşen enerji alışverişi, tarihin her döneminde olduğu gibi günümüzde de imkansız gözükmektedir.

 

2.2 Münhasır Ekonomik Bölge ve Kıta Sahanlığı 

          Kıta sahanlığı, denize kıyısı olan bir ülkenin deniz alanındaki doğal uzantısıdır. Kıta Sahanlığı terimi ilk kez Amerika Birleşik Devletleri (ABD) başkanı Harry Truman tarafından 1945 yılında, bir bildiri ile ortaya atılmıştır. Bahsi geçen bildiri ile ABD Kıta Sahanlığı adı altında, ülke sınırlarında bulunan denizin altındaki ve denizin üstündeki tüm kaynakların ABD’ ye ait olduğu ilan edilmiştir. Kıta Sahanlığı hakkı ilan edilmesine gerek yoktur; çünkü kıyı devletinin halihazırda kullanımındadır. Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) terimi ise karasularının başlangıcından itibaren 200 deniz mili alanında bulunan canlı ve cansız kaynaklar için kıyı ülkelerin uluslararası hukuka uygun/ uygun olmayan yollarla bir takım ekonomik haklara sahip olmasıdır. Kısacası kıta sahanlığı doğal hak iken, münhasır ekonomik bölge uygun biçimde ilan edilip Birleşmiş Milletler’e deklare edilmesi sonucu elde edilmektedir. Doğu Akdeniz bölgesi oldukça zengin yeraltı ve yer üstü maden kaynakları ve birçok ülkeyi ortak paydaya toplayan, özellikle verimli bölgelerin birleşmesinden oluşan kritik öneme sahip bir bölgedir. Birçok  tarihçinin deyimiyle bu zengin bölgeye ‘’Verimli Hilal’’ denmektedir. Tarihte çok uzun zamanlardan beri bu bölgeye hakim olma savaşları olmuştur/ olmaktadır. Dünden bugüne Yunanistan, Ege Denizi ‘nde Türkiye ile kıta sahanlığı problemi yaşamaktadır.

(Erciyes, 2019)

Dünyanın günümüzde olmazsa olmazı enerji kaynaklarıdır. Özellikle 10 yıl önce Kıbrıs çevresinde bulunan zengin doğal gaz  yataklarının keşfedilmesiyle birlikte kaynak bölgesi olan Doğu Akdeniz, yeni bir sorunla beraber gündeme oturmaktadır: Kıta sahanlığının ve münhasır ekonomik bölgenin deniz yetki alanlarını sınırlandırması problemi. ‘Türkiye’nin doğusundan itibaren Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin, Mısır, Libya ve Yunanistan soruna taraf diğer devletlerdendir. Doğu Akdeniz Bölgesi’nin batısındaki Türkiye-Yunanistan-Libya hattı, merkezinde Türkiye-Kıbrıs Adası-Mısır, doğusunda  Türkiye-Kıbrıs Adası ve Suriye hattı MEB’in belirlenmesi için ilgili hatları oluşturmaktadır ‘’(Arıdemir ve Allı, 2019). Türkiye Cumhuriyetinin Karadeniz, Akdeniz ve Ege denizlerinde ilan ettiği deniz yetki alanlarını yani; karasuları, münhasır ekonomik bölge, kıta sahanlığını kapsayan doktrine Mavi Vatan denmektedir. 2018 yılının ilk aylarında GKRY’nin sahada arama amaçlı ruhsat verdiği şirketin gemileri, KKTC adına Türk fırkateyni tarafından NAVTEX bildirimi ile hükümranlık haklarını güvenceye alma adına geri çevrilmiştir. Mısır ile deniz yetki alanı sınırlandırılması anlaşması hayati önem taşımaktadır, çünkü Doğu Akdeniz üzerinde Türkiye’nin hak ve menfaatlerini güvence altına almak  söz konusudur (Şeker, 2019). 2019 yılında ise Türkiye tarihinde ilk kez 3 denizde (Akdeniz, Karadeniz, Ege) eş zamanlı olarak Mavi Vatan tatbikatı yapılmıştır. Yunanistan ve GKRY de askeri tatbikatlar düzenlemişlerdir. Yunanistan ve Türkiye’nin birbirlerinin sondaj gemilerini engellemeye çalışmaları, bunun çok da barışçıl bir ortam olmadığını gözler önüne sererek uluslararası barışı tehdit etmektedir.

 

2.3. Türkiye’nin Enerji Kaynakları

Türkiye, enerji kaynakları bakımından kendine yetemeyen ve dışa bağımlı olan bir ülkedir. Türkiye enerji üretiminin neredeyse %90’ını yenilenemez enerji kaynaklarından karşılamaktadır. Bu kaynaklar arasında en çok pay sahibi olan ise %50 oran ile linyittir ve yaptığı enerji üretimleri ile ihtiyacın ancak %8’ini karşılayabilmektedir. Petrolün ise arama maliyetinin yüksek olması ve doğal gazın maliyet düşüklüğü sebebiyle bir bakıma doğal gaz petrolün ikamesi haline gelmiştir. Üretimin tüketimi karşılayamadığı bu gibi ülkelerde de dış politika, bağımlı olunan ülkeye göre etkin bir biçimde şekillenir. Örneğin Türkiye, doğal gaz ihtiyacının neredeyse tamamını Rusya, Azerbaycan ve İran’dan ithal etmektedir.        Tamamlanan birçok proje (Mavi Akım Projesi,  Bakü-Tiflis-Erzurum Doğal Gaz Boru Hattı Projesi, Doğu Anadolu Doğal Gaz Ana İletim Hattı Projesi vb.) bu ithalatlara kolaylık sağlamıştır. Türkiye, enerji kaynakları açısından yetersiz olsa da bu ihtiyacını  jeopolitik konumu ile karşılayabilecek bir ülkedir. Doğu Akdeniz’e olan uzun şeritli kıyıları buna en güzel örnektir.

            ‘Jeostratejik açıdan değerlendirildiğinde boğazların stratejik konumu, coğrafi konumu ile doğu ve batı arasında bir enerji koridoru olma pozisyonu ve hızla dünyanın ihtiyaç duyduğu enerji arz yollarındaki güvenli yapısı, Türkiye’nin enerji vizyonu için önemli avantajlarından biridir. Türkiye, coğrafi konumu itibariyle dünya petrol ve doğal gaz rezervlerinin %70’nin bulunduğu bölgeye yakındır ve batı pazarlarının artan talebini karşılayabilmek için güvenli arz yollarına duyulan ihtiyacı karşılamaktadır. (Durmuşoğlu,  2015)

ŞEKİL 1: TÜRKİYE’DEKİ BAZI PETROL VE DOĞAL GAZ  BORU HATLARI (Coğrafyadefterim, 2016)

          Yenilenemez enerji kaynaklarının yanı sıra, Türkiye yenilenebilir enerji kaynakları açısından potansiyeli oldukça yüksek bir ülkedir. Türkiye gibi enerji açısından dışa bağımlı ülkeler için yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı önemlidir. Çünkü başlangıç için bu kaynakları kullanım maliyetleri yüksek olsa da ilerleyen yıllarda yenilenemeyen enerjiler için harcanan tutarlar ve çevre kirliliğine etkileri göz önüne alındığında, yarın için yapılacak enerji yatırımları fazlasıyla makul gözükmektedir. Ekonomide enerjide dışa bağımlılığın etkisi çok önemlidir, çünkü ithal edilen kaynaklarda oluşabilecek birim başı 1 dolarlık artış, milyarlarca dolar cari açığa sebep olabilmektedir. Enerji yönelimlerinin yenilenebilir kaynaklarla yapılan üretime dönmesi, dış politikası ihracatçı ülkelere bağımlı bu ülkeler için hayati önem taşımaktadır.

 

   2.4. Türkiye’nin Enerji Politikaları

          Enerji politikaları; ülkelerin üretim aşamasında güvenliği sağlayabilmelerini, diğer ülkelerle olan rekabet koşullarını oluşturabilmelerini ve en önemlisi enerjinin sürdürülebilirliğine ilişkin yani yenilenemez enerji kaynaklarından yenilenebilir enerji kaynaklarına doğru yönelim için geliştirilen çalışmaları kapsayan projelerdir. Üretimi yapan ülke ve bu ürünü diğer ülkelere taşıyan/taşımada rol üstlenen ülkeler arası ilişkiler önemli iken, enerji tüketimi yüksek olan ülkeler ve gelişmekte olan ülkelerin ilişkilerinin önemi de gün geçtikçe artmaktadır. Türkiye’nin enerji politikası ise uluslararası enerji politikalarının gereklerine ek olarak  enerjiye sahiplik eden ülkeler ve enerjinin ulaşmasını sağlayan güzergahların çeşitlilik kazanmasına, ülkede potansiyeli bulunan nükleer enerjiden  faydalanılmaya başlanmasını ve enerji verimliliğinin artmasına yönelik çalışmalardır. İhtiyaçlarını tamamıyla karşılayamayıp enerji ithalatı çok olan Türkiye için enerji arzının güvenliği çok önemlidir ve ülkede uygulanan politikalar dünya enerji sektörünün hareketliliğinden büyük ölçüde etkilenmektedir. Son yıllar itibari ile Türkiye’de kömür ve petrole olan bağımlılık yerini doğal gaza bırakmış  olsa da doğal gaz ihtiyacının çok büyük bir bölümünü ithal ediyor olması, ülke ekonomisine uzun dönemde fayda için  yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımının artmasına mecbur bırakmaktadır. Ancak  Türkiye’nin enerji politikası ve yaptığı projeler ele alındığında tutumunun yanlış ve eksik olduğu görülmektedir (Uğurlu, 2016, s.314). Çünkü komşu ülkelerle olan çözülmemiş/çözülememiş  güvenlik sorunları olan bir ülkedir. Doğu Akdeniz’de bulunan hakları konusunda bir sonuca varılamamış olması ve birçok boru hattına sahip olmasına karşın doğal gaz ithalatında Rusya’ya bağımlı olması politikalarının şu an için gelecekte ekonomik fayda vadetmediğini gözler önüne sermektedir. Türkiye’de enerji politikaları altı ( Cumhuriyet öncesi dönem, 1923-1930 dönemi, 1930-1950 dönemi, 1950-1960 dönemi, 1960-1980 dönemi, 1980 sonrası dönem) farklı tarihsel dönemde birbirinden farklı özellikler barındırmaktadır. Cumhuriyet öncesi dönemde enerji üretimi piyasası hem yabancı hem de yerli sermayelere açıktı lakin devlet, enerji politikasına ve planlamasına sahip olmadığından rekabet ortamı yoktu. 1923-1930 döneminde ise petrolü arama ve işletmede tüm yetki devlettedir; ancak önceki dönemlerden gelen yabancı sermayeler pazarlamada etkinliğini sürdürmüşlerdir. 1930-1950 yılları arasında ülkede bulunan tüm yabancı sermayeli ortaklıklar devletleştirilmiştir, belediyeler ve kamu kuruluşları elektrik sektöründe çalışmışlardır. 1950-1960 yıllarında karma ekonomi politikası uygulandığından özel sektöre ağırlık verilmiş ve yabancı sermayeler ülkenin ilgi odağı olmuştur. Ancak elektrik işletmeciliğinde bu ilgi dağılmış, yabancı sermayelerden arındırılmış ve özel sektörle ortaklıklar kurulmuştur. Ayrıca bu dönemde hidroelektrik santrallere yönelim olmuştur. 1960-1980 aralığındaki 20 yılı enerji açısından planlı kalkınma dönemi olarak adlandırmak pek de yanlış olmaz ve etkisini gösteren devletçilik etkisini iyice artırmıştır. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı (ETKB) bu dönemde kurulmuş ve bir çok alt kuruluşu tek çatı altında toplamıştır. Ancak dönemine damga vuran özelliği yaşanan elektrik kesintileridir. Çünkü tüm santraller olması gerektiğinden daha fazla sürede tamamlanmıştır. Nükleer enerji planlaması, ve alternatif enerji kaynakları politikasının temelleri yine bu dönem içinde atılmıştır. Son olarak 1980’den günümüze kadar olan dönem ele alınırsa, enerji işletmelerinin hepsinin özelleştirilmesi gerektiği ama devletin de rehberlik etmesi ve denetlemesinin şart olduğu söylenebilir (Ültanır, 1998). 2006 yılında Türkiye %8’lik enerji talebi büyümesi oranı ile dönemin en büyük oranlarından birine ulaşmıştır. Enerji politikalarının belirlenme sürecinde en önemli etkenlerden biri olan ve her ne kadar Türkiye için kullanılmıyor olsa da  enerji planlamasıdır. Çünkü planlamalar ihtiyaca karşılık için üretim, tüketimin doğru tahmini ve kaynaklarda bu tahmine yönelik üretim için kullanılacak sermaye ve enerjinin düzenlenmesidir (Pamir, 2005, s.58). Türkiye’deki enerji politikalarını ayrı başlıklar altında incelemek mümkündür: Petrol Politikaları, doğal gaz Politikaları, Yenilenebilir Enerji Politikaları.

  • Petrol Politikaları

          Anadolu’da petrole ilişkin ilk yazılı kaynak olarak Evliya Çelebi’nin ‘Seyahatname’si gösterilebilir. Osmanlı Devleti’nin sınırlar içerisinde bulunan madenleri işleyip gelir elde etmek ve bilgilerin kayıt altında tutulması için düzenlediği ilk yasa olan ‘Maden Yasası-1861’ sonraki 45 yılda üç kere yeniden düzenlenmiştir. Yapılan bu değişikliklerle üretim artmış ancak bu üretime dahil olan yabancı sermayeler sebebiyle gelirde öngörülen artış olmamıştır (Kepenek ve Yentürk, 2005, s.15). Sonrasında yaşanan petrol rekabetleri beraberinde Almanların ve İngilizlerin iş birliği ile kurulmuş olan  Türk Milli Petrol Şirketi’ ni getirmiştir. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise Atatürk, yerli kalkınmaya verdiği önemden dolayı Osmanlı döneminde verilen imtiyazları kaldırmıştır. 24 Mart 1926’da, 792 sayılı  ‘Petrol Kanunu’ çıkarılmıştır, bu kanun ile petrol arama ve üretme yetkisi tamamen hükümete geçmiştir. 1988 yılındaysa milli kaynaklar yetersiz geldiğinden,   yurtdışında petrol arama ve üretimi hizmetleri için Turkish Petroleum International Company (TPIC) kurulmuştur. Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) ve TPIC, günümüzde petrol arama faaliyetleri için bir çok ülkede faaliyette bulunmaktadır ve bu ülkelerin petrol şirketlerinin birçoğu ile ortak çalışmalar yürütmektedir (Akalın ve Tüfekçi, 2014, s.60) .

                                                                                      (Petrol-is, 2020)

Ancak Türkiye 1970’ten bugüne kadar umulan milli üretim/araştırma ve sonucundaki kalkınmaya, yetersiz olanaklar, az sayıdaki sondaj kuyuları, ekonomik şartlar, yanlış adledilebilecek maden politikaları ve dışa bağımlılığının sonucu olarak ne yazık ki ulaşamamıştır.

 

  • Doğal Gaz Politikaları

          1970 yılında dünyada yaşanan petrol krizi Türkiye’de de etkisini göstermiştir. Krizin ardından alternatif enerji arayışı başlamış doğal gaz bu yıllarda ülkede kullanılmaya başlamıştır. İlk gaz Kırklareli’nde 1970’te keşfedilmiş ve 1976’da Pınarhisar Çimento fabrikasında tüketilmiştir. 1974 yılındaysa Irak’tan ham petrol taşımak için Boru Hatları ile Petrol Taşıma A.Ş. (BOTAŞ) kurulmuştur ve 1984’te Türkiye, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ile doğal gaz ithalatı için ilk kez anlaşmaya oturmuştur. 1987 yılında ise ilk gaz akışı gerçekleşmiştir. Rusya’ya ödenecek olan doğal gaz bedelinin büyük bir kısmının Türk ihraç mallarının alımında kullanılacağı tahmin ediliyordu, yani bir nevi bu doğal gaz alışverişi iki ülke arasındaki ticareti dengelemek amacıyla yapılmıştır. 1970-1990 yıllarında Ankara şehrindeki hava kirliliği çok ciddi sınırlara ulaştığından konutlara ulaşan doğal gaz ilk kez 1988’de, Ankara’da verilmeye başlamıştır. Doğal gazı kullanan ülkeler arz güvenliğini sağlamak ve arz esnekliğini artırmak amacıyla doğal gazı depolamaktadır. Depolama şekli ise yeraltı veya yer üstü olarak ikiye ayrılır, tercih edileni yeraltında depolamaktır. Çünkü hem saklanma şekli hem de maliyeti avantajlıdır. Yer üstünde depolamak için gereken sıvılaştırma işlemi gerekmemektedir. 2015’te Trans Anadolu doğal gaz Boru Hattı (TANAP) projesi başlatılmıştır. Gaz tedariki yapılan bölge sayısı 66’ya ulaşmıştır. Dünya’nın hiçbir ülkesinde doğal gazın elektrik sanayisinde kullanımı %20 sınırını geçmezken bu oran 1999 yılı Türkiye’sinde %53 idi. Bu durum da enerji politikasının yanlışlığını gözler önüne sermektedir (Bayraç,  1999, s.216). Dünyada gaz alım sözleşmeleri yaz mevsimi doğal gaz alımı ve kış mevsimi arasında çok az bir farka izin vermektedir, ve bu kesintilerin takibini BOTAŞ yapmaktadır. Doğal gaz Türkiye’de kullanılmaya başladığı zamandan bu yana dışa bağımlılık sebebiyle gönderici olan ülkenin fiyatlandırmasından çok etkilenmiştir ve dünyanın artan doğal gaz talebi yüzünden diğer yakıtlarda da olduğu gibi bir fiyat sabitliği söz konusu değildir. ‘İthal edilmesine rağmen doğal gazın elektrik üretiminde yaygın olarak kullanılmasının başlıca nedeni, özel şirketlerin yapım maliyeti diğer santrallere göre düşük olan doğal gaz santrallerini kurmayı tercih etmeleridir.’ (Kantörün, 2010).  Türkiye konumundan dolayı köprü olan bir ülkedir, Rusya’dan ve birçok Doğu Akdeniz ülkesinden gelen doğal gazı iletmek için boru hatlarına sahiptir. Bunlar; Rusya-Türkiye Doğal Gaz Boru Hattı (Batı Hattı), Mavi Akım Gaz Boru Hattı, Doğu Anadolu Doğal Gaz Ana İletim Hattı (İran-Türkiye), Bakü-Tiflis-Erzurum Doğal Gaz Boru Hattı, Türkiye-Yunanistan Doğal Gaz Enterkonneksiyonu, Trans-Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı Projesi, TürkAkım Gaz Boru Hattı Projesi’dir.

 

(Türkiye Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, 2021)

Atılan adımlar arasında pandemi öncesinde, 2018 yılında, yeni Floating Storage Regasification Unit (FSRU) Projeleri  ve Organize Toptan Satış Piyasası devreye alınması gösterilebilir. Ancak enerji konusu ülkelerin gündeminde her zaman olan bir konudur. Bugünün gündemine  bakıldığında, İsrail-Türkiye arasında normalleşme sürecine yönelik görüşmeler yapılmış ve olumlu olduğu yönünde açıklamalar yapılmıştır. Azerbaycan-Türkmenistan-Türkiye arasında doğal gaz enerji ortaklığının konu edildiği bildiri imzalanmış ve Filistin-Mısır arasında Gazze Marine doğal gaz sahasının oluşumunda altyapıya destek vermek ve geliştirmek için anlaşma imzalanmıştır.

 

  • Yenilenebilir Enerji Politikaları

          Dünyada enerji tüketiminin büyük bir bölümünü Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler gerçekleştirmektedir. 1984 yılında yürürlüğe giren beşinci beş yıllık kalkınma planında yenilenebilir enerji kaynaklarından yararlanmak için gereken girişimlerin desteklenmesi gerektiği belirtilmiştir. Yedinci beş yıllık kalkınma planında ise, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımının yaygınlaştırılması gerektiği belirtilmiştir (Güler ve Çobanoğlu, 1997, s.49). Türkiye’de yenilenebilir enerji kullanma konusunda  en önemli adım,  2005 yılında “Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanun”  adıyla resmi olarak değinilmesi gösterilebilir. Türkiye 2009 yılında yenilenebilir enerjiye verdiği önemin göstergesi olarak Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı’nın (IRENA) kurucu üyeleri arasında yer almıştır. Yenilenemez enerji kaynaklarından yenilenebilir olan kaynaklara teşvikin sebebi ise öncelikli olarak sabit fiyat ile alım garantisidir(Çepik, 2015, s.99). Türkiye’de yaygın olan yenilenebilir enerji kaynakları; hidroelektrik, rüzgar ve jeotermal enerjidir.

Ülkedeki enerji üretimi içerisinde yenilenebilir enerjinin payı %30’dur. Ücretsiz oluşu ve çevreye olan olumlu etkileri göz önüne alındığında imkanlar dahilinde bu oranın artması şarttır. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığının bildirdiği  Türkiye Enerji Görünümü Raporu’ na göre enerji ile ilgili 2023 hedefleri arasında elektrik üretiminde doğal gazın oranının %30 seviyelerine düşmesi yer almaktadır.

 

Sonuç

            Doğu Akdeniz ülkeleri MEB sınırlarını belirlerken Akdeniz’in coğrafi koşullarını da göz önüne almalıdırlar. Türkiye dışa bağımlı enerji politikaları ile aldığı zarardan artık dönmek zorundadır. Mavi Vatan Doktrini’nde belirlenen yerler Türkiye’nin hakkı olan bölgelerdir. Münhasır ekonomik bölgenin deklaresinin ardından Türkiye’yi daha ekonomik enerji politikaları beklemektedir. Türkiye’nin üretime başlaması ve ithalatın azaltılması ile ülkeye sağlanabilecek yarar göz ardı edilmemelidir. Türkiye, KKTC, Yunanistan, GKRY, Mısır, Suriye, İsrail, Libya ve Lübnan gibi birçok ülkenin kıyı şeridine sahip olduğu Doğu Akdeniz’de barış ortamı sağlanmadığı sürece doğal zenginliklerin paylaşımı mümkün değildir. Devletlerin bu gerçeği kabul ederek diplomasiyi kullanmaları gerekmektedir. Doğu Akdeniz’in tam merkezinde yani kalbinde bulunan Kıbrıs adası bir çözüme ulaşmadan, Doğu Akdeniz’in çözüme ulaşması mümkün değildir. Buradan hareketle halklarının doğal hakkı olan ada çevresindeki zenginliklerden faydalanabilmeleri için Türk ve Rum liderlerinin çözüm odaklı müzakerelere başlamaları gerekmektedir. Hem Rum kesimi hem de uluslararası kesim anlamalıdır ki 450 yılı aşkın süredir adanın bir parçası olmuş Türkleri ve onların haklarını yok sayarak bir çözüm planı ortaya koymak işe yaramamaktadır. Hem Rum halkının hem de Türk halkının haklarını tanıyan ve güvence altına alan bir devlet yapısı ve anayasa ortaya konulmalıdır. Böylece uluslararası çevreye karşı adayı hem fiilen hem de hukuken tam anlamıyla temsil eden bir Kıbrıs devleti oluşturulmalıdır. Eğer Rum kesim, Türklerle bir olmaya ikna olmayacaksa da KKTC’nin tanınmaması için yaptığı çabaları bir kenara bırakarak en başta kendisi ve Yunanistan KKTC’yi tanımalı ve haklarına saygı duymalıdır. GKRY, ya Türklerle bir devlet olmalı ya da aynı ada ve deniz üzerinde komşu ülke olarak tanıyarak Doğu Akdeniz bölgesinin refahı için adım atmalıdır. Böylece sorunun tarafları, Kıbrıs merkezli Doğu Akdeniz’i bu sorunun gölgesinden kurtarmalıdır.

 

YAĞMUR SAÇAK

REŞİDE SERİN

Doğu Akdeniz Çalışmaları Staj Programı

 

KAYNAKÇA

Akalın U. S. ve Tüfekçi S. (2014). Türkiye’nin Petrol Politikaları ve Enerji Özelleştirmelerine Bir Bakış. İktisat Politikası Araştırmaları Degisi. 1. 1: 51-66. https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/14689 (21.03.2021)

Aksar, Y. (2017). Uluslararası Hukuk-I-. 4. Ankara: Seçkin

Arıdemir, H. ve Allı Ç. (2019). Doğu Akdeniz Bölgesi’ndeki Münhasır Ekonomik Bölge Tartışmalarının Analizi. İktisadi İdari ve Siyasal Araştırmalar Dergisi. 4.10: 188-202.

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/829290 (20.03.2021)

Aydın, M. ve Dizdaroğlu, C. (2018). Levantine Challenges on Turkish Foreign Policy. Uluslararası İlişkiler Dergisi. 15.60: 89-103.

https://www.uidergisi.com.tr/source/JUI_2018_60_89_103.pdf (07.03.2021)

Bayraç, H. N. (1999). Uluslararası Doğal Gaz Piyasasının Ekonomik Analizi, Türkiye’deki Gelişimi ve Eskişehir Uygulaması, Doktora Tezi. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi SBE

Bobat, A. ve Özdemir, N. (2016). Türkiye’nin Yenilenebilir Enerji Politikaları Yenilenebilir Enerjide Yeniden Yapılanma. Electronic Journal of Vocational Colleges. 06. 04: 153-154.

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/460573#page=151 (21.03.2021)

Şeker, B.Ş. (2019). Doğu Akdeniz Enerji Güvenliği Ekseni : Yunanistan- GKRY’nin Muhtemel Politikalarının Analizi ve Türkiye’nin Tutumu. 1st. İstanbul: Tasam Yayınları.

Çepik, B. (2015). Sürdürülebilir Kalkınma Çerçevesinde Türkiye’de Yenilenebilir Enerji Politikaları, Doktora Tezi. İstanbul: Maltepe Üniversitesi SBE – İktisat

Durmuşoğlu, S. (2015) . Türkiye’nin Enerji Politikaları ve Komşu Ülkeler İle Uluslararası İlişkilerine Etkileri. Yayınlanmış Yüksek Lisans Tezi. İstanbul: İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler

Doğal Gaz Boru Hatları ve Projeleri https://enerji.gov.tr/bilgi-merkezi-dogal-gaz-boru-hatlari-ve-projeleri (19.03.2021)

Erciyes, Ç. (2019). DOĞU AKDENİZ Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması Türkiye’nin Siyasi ve Hukuki Tezleri Sahadaki Uygulamaları http://www.mfa.gov.tr/data/dogu-akdeniz-deniz-yetki-alanlarinin-sinirlandirilmasi.pdf

Güler, Ç. ve Z. Çobanoğlu. (1997). Enerji ve Çevre. 1st. Ankara: Sağlık Projesi Genel Koordinatörlüğü.

İnat, K ve Duran, B. (2020). Doğu Akdeniz ve Türkiye’nin Hakları. 1.Baskı. İstanbul: Turkuvaz Haberleşme ve Yayıncılık.

 İktisadi Kalkınma Vakfı. 2012. Sorularla AB Politikaları ve Türkiye: Enerji Politikası. Nu: 258 p: 39

Kantörün, U. (2010). Bölgesel Enerji Politikaları ve Türkiye. Bilge Strateji. 2. 3: 103-110. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/43515 (22.03.2021)

Karkın, V. ve Yazıcı,Ö. (2015). Arap Baharı’nın Suriye’ye Yansıması ve Türkiye’ye Sığınan Mülteciler (Gaziantep Örneği). DergiPark. 4.12: 7-14. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/367636  (12.03.2021)

Kepenek, Y. ve N. Yentürk. (2005). Türkiye Ekonomisi. 18.Baskı. İstanbul: Remzi Kitabevi.

PAMİR, N. (2017). Enerji Politikaları ve Küresel Gelişmeler. http://www.emo.org.tr/ekler/c6744c9d42ec2cb_e k.pdf  (08.03.2021)

Sur, M. (2017). Uluslararası Hukukun Esasları.11. İstanbul: Beta

Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı. Nisan 2016. Türkiye’nin Enerji Profili ve Stratejisi. http://www.mfa.gov.tr/turkiye_nin-enerji-stratejisi.tr.mfa (18.03.2021)

Türkiye’de Petrol Sektörü ve TPAO. (2012). https://petrol-is.org.tr/sites/default/files/ek2-petrol-sektoru-tpao.pdf (20.03.2021)

Uğurlu, Ö. (2006). Türkiye’de Çevresel Güvenlik Bağlamında Sürdürülebilir Enerji Politikaları. Yayımlanmış Doktora Tezi. Ankara: Ankara Üniversitesi SBE

Ültanır, M.Ö. (1998). 15.1. Türkiye’de Enerji Politikası Aşamaları. 21.Yüzyıla Girerken Türkiye’nin Enerji Stratejisi’nin Değerlendirilmesi. İstanbul: Lebib Yalkın Yayımları ve Basım İşleri A.Ş.

Vatansever, M. (2010). Kıbrıs Sorununun Tarihi Gelişimi. Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi. 12.: 1487-1530. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/756756

Yaycı, C. (2012). Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Paylaşılması Sorunu ve Türkiye. Bilge Strateji. 4.6: 1-70. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/43488

 

Büyük Veri Bağlamında Facebook

Özet

Uluslararası sistemde petrol çok önemli bir madde iken; günümüz dünyasında bilgi, petrol kadar değerli bir hale gelmiştir. İnternet teknolojilerinin artmasıyla birlikte var olan bilgi ve bu bilgilere dayanan verilere ulaşım gün geçtikçe artmaktadır. Gelişen teknolojiyle birlikte verilerin toplanması ve analiz edilmesi kolay hale gelmiştir. Birçok alanda önemli analizler yapabilmek için veriler kullanılır. Soyut haldeki veriler kullanım şekline göre neredeyse somut olarak insan hayatına etkide bulunmaktadır. Saklanan ve kullanılan bu verilerin kullanım avantajları ve dezavantajları göze çarpmaya başlamıştır.

Her hareket bir veri oluştururken bunun yanında sosyal medya, verilerin toplanabilmesinde önemli bir yere sahiptir. Farklı milletlerden, farklı yaşlardan ve farklı özelliklere sahip insanların paylaştığı veya işlediği bilgiler büyük önem kazanmaktadır. Veri toplama konusunda başarılı olan sosyal medya uygulamalarından bir tanesi Facebook’tur. Ek olarak, veriler kamu ve özel sektör tarafından da toplanarak analiz edilebilmektedir. Bu analizlerin sonucunda, hükümetler tarafından siyaset, sağlık, ekonomi ve eğitim gibi politikalar şekillenmektedir. Bu konuda dünyada pek çok örnek vardır. Bilgiye sahip olmak güce sahip olmak anlamına gelmiştir.

Anahtar kelimeler: Veri, Büyük Veri, Facebook, Cambridge Analytica, Facebook Davası, Veri Güvenliği, Anti-Trust

Çin Kuşak Yol Projesi ve Orta Asya’daki Güvenlik Tehditleri

ÖZET

Çin, her geçen gün yükselen güç olma yolunda emin adımlarla ilerlemektedir. Büyüyen Çin ekonomisinin başta Orta Asya ülkeleri olmak üzere dünyadaki birçok ülkeyi etkilediği gerçeği karşımızda durmaktadır. Çin, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) dağılmasından sonra Orta Asya’da oluşan otorite boşluğunu, bağımsızlığını yeni kazanan devletlerle siyasi, ekonomik ve ticari ilişkiler seviyesinde geliştirerek doldurmayı başarmıştır. Hem ekonomik büyüme hem de bu siyasi etkinlikler Çin’i daha fazlasını istemeye itmiştir. Çin’in 2013 yılında duyurduğu Bir Kuşak Bir Yol Projesi, eski İpek Yolu’nu canlandırma adında gerçekleştirilen ve Çin’in otoritesini daha da artırmaya yarayan bir proje şeklinde dizayn edilmiştir. Proje deniz ve kara ayaklarından oluşmaktadır. Proje tamamlandığı takdirde birçok ülke ticari yollarla birbirine bağlanacaktır. Ancak, bu projenin artılarının yanında eksilerinin de olduğunu unutmamak gerekir. Ülkeler siyasi, ticari, askeri olarak bu projeden etkilenmektedirler. Çalışmamızda Bir Kuşak Bir Yol projesinin kara ayaklarından biri olan Orta Asya’daki ülkelerin siyasi, askeri ve ticari durumunu hem avantajlarını hem de dezavantajlarını incelemeye çalışacağız.

Anahtar Kelimeler: Çin, Orta Asya, Bir Kuşak Bir Yol Projesi

ABSTRACT

China is taking firm steps towards becoming a rising power in the world every day. The fact that the growing Chinese economy affects many countries worldwide, especially Central Asian countries, stands in front of us. China has managed to fill the authority gap created in Central Asia after the collapse of the Union of Soviet Socialist Republics (USSR) by developing political, economic and commercial relations with the newly independent states. Both economic growth and political effectiveness have led China to want more. China’s One Belt One Road project, announced in 2013, was designed as a project called Reviving the Old Silk Road, which serves to increase China’s authority further. The project consists of sea and land legs. If the project is completed, many countries will be connected by commercial means. However, it is essential to note that this project has its pros as well as its cons. Countries are politically, commercially and militarily affected by this project. In our study, we will examine both the advantages and disadvantages of the political, military and commercial situation of the countries in Central Asia, which are one of the black legs of a generation Road project.

Keywords: China, Central Asia, One Belt One Road Project

1. Giriş

İnsanlık tarihinden günümüze kadar birçok uygarlık yaşayan bir organizma gibi doğmuş, gelişmiş, yaşlanmış ve ölmüştür. Uygarlıklar, hüküm sürebildikleri zaman zarfı içerisinde başka medeniyetler ile savaşarak, ticaret yaparak, teknoloji geliştirerek ve günümüz diplomasisinin temellerini atarak sürekli olarak etkileşim içinde bulunmuşlardır. Çeşitli etkileşimler doğrultusunda tarih şeridindeki önemli şahsiyetler ve yaşanan olaylar bir yana, ulaşım ağı, tarih şeridinin günümüz dünyasını biçimlendirmesinde en önemli unsurlardan biri olmuştur. Ulaşım ağı veya ulaşım yolu uygarlıkların ticaret yapması, kültür etkileşiminde bulunması, kimi zaman savaşması, coğrafi bilginin geliştirilmesi gibi alanlarda etkileşim kurmalarına olanak sağlamıştır. Ulaşım yolunun önemi, güzergahı boyunca jeopolitik konumu doğrultusunda uygarlıkların güvenle geçiş yapabilme seviyesine bağlıdır (Kutluay Tutar ve Bahsi Koçer, 2019, s. 619).

Geçmişteki Kral Yolu, Baharat Yolu gibi ticari yollar yukarıda bahsetmiş olduğumuz ulaşım ağının en bilinenlerindendir. Bu ticaret yollarından biri olan İpek Yolu da unutulmamalıdır. Çin’den başlayıp Batı’ya uzanan bu ticaret yolu bugün Çin’in tekrar canlandırmaya çalıştığı bir proje olarak karşımıza çıkmaktadır Bir Kuşak Bir Yol projesi adı altında hayata geçirilmeye çalışılan İpek Yolu tüm dünyada ilgi ile takip edilmektedir.

Bu projenin dünyaya yansımaları neler olacaktır veya proje tamamlanabilecek midir gibi sorulara bugünden net bir şeyler söylemek için vakit çok erkendir. Ancak, belli başlı göstergeler bize bu projenin ne gibi sonuçlar yaratacağını belli etmektedir. O sonuçlardan biri Orta Asya üzerinde gerçekleşecektir.

2. Bir Kuşak Bir Yol Projesi

Yukarıda bahsettiğimiz gibi tarihteki en önemli ulaşım ve ticari yollardan biri İpek Yolu’dur. İpek Yolu, Avrupa ve Çin arasında uzanan, Anadolu ve Akdeniz bölgelerinden geçen ve geçmişten günümüze kadar ticari amaçla kullanılan bir yoldur (Tanas Karagöl, 2017, s.1). İpek Yolu, birçok milletin sadece ekonomik değil, kültürel anlamda da birbirlerinden güvenli bir şekilde etkilendiği bir yapıydı. Adının İpek olarak geçmesinin sebebi zamanın ticaret ağında ipeğin, para kadar değerli görülmesidir (Şakı, 2020 s.4).

İpek yolu üzerindeki ticaret tarım ve hayvancılık ürünlerinden ipek, baharat ve diğer malların alınıp satıldığı uzun mesafeli ve çeşitli ticari ilişkilere dayanmaktadır. Birçok kaynakta Çin’den başlayıp Avrupa’nın bir diğer ucuna kadar uzanan İpek Yolu tek bir güzergahtan ibaret değildir” (Kutluay Tutar ve Bahsi Koçer, 2019, s.619).

Antik çağlara adını altın harflerle yazdıran İpek Yolu, uzun yıllar boyunca aktifliği ile gelişmiş, değişmiş ve kollara ayrılmıştır. Sanayi devrimi, coğrafi keşifler ve ulusların teknolojik birikiminin artmasıyla ve yeni tedarik zincirlerinin geliştirilmesiyle eski önemini yitirmiş olsa dahi halen aktif olarak kullanılmakta ve günümüze ulaşmayı başarabilmiş medeniyetler için etkileşim kapısı oluşturmaktadır.

Soğuk savaş bittiğinde dünya ekseninde güvenlik tehdidi ve ekonomik algılar değişmiştir. Özellikle SSCB’nin yıkılmasından sonraki süreçte dünyada birçok güçsüz ulus-devlet türemiş, güç boşluğu meydana gelmiştir (Kutluay Tutar ve Bahsi Koçer, 2019, s.620). Asya kıtasında bağımsızlık ilan eden ulus-devletler coğrafyası içerisinde güçlü konumda yer alan Çin, kendi ekseni etrafında ve Asya’da etkisini arttırmak için Yeni İpek Yolu projesini tasarlamış ve komşu ülkelere sunmuştur.

Çin’in Yeni İpek Yolu Projesi, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in 7 Eylül 2013 tarihinde Kazakistan’da Nazarbayev Üniversitesi’ni ziyaretinde ortaya atılmıştır” (Zorlu, 2019, s.145).

Çin’in Kazakistan’dan başlayarak sırayla Dünya ülkelerine duyurduğu projenin; Modern İpek Yolu, Çin Kuşak-Yol Projesi, Yeni İpek Yolu Yapılanması veya borç diplomasisi gibi çeşitli isimlendirmeleri mevcuttur. Yeni İpek Yolu, enerji yollarından, kara yollarından, demiryollarından, hava yollarından ve internet ağı sisteminden oluşmaktadır.

Görsel: https://natoassociation.ca/bridging-eurasia-the-new-silk-road/

3. Bir Kuşak Bir Yol Projesinin Orta Asya Ülkelerine Sunduğu Fırsatlar

Orta Asya ülkelerinin, Bir Kuşak Bir Yol projesinin (One Belt One Road- OBOR) kara ayağının önemli bir parçasını hatta merkezini (Nogayeva, 2019, s.29) oluşturduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Çin liderinin söz konusu açıklamayı Kazakistan’da yapması projede Orta Asya’nın en büyük gücü olan bu ülkeye verilen ehemmiyeti göstermesi açısından önemidir (Özdaşlı, 2015, s.585). Orta Asya jeopolitik ve jeostratejik açıdan önemli ve enerji kaynakları Çin için vazgeçilmez bir değere sahiptir (Duran ve Yılmaz, 2011, s.37). SSCB’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan jeopolitik, ekonomik ve kültürel mücadeleye (Alperen, 2018, s.19) ev sahipliği yapan Orta Asya, Çin için bütün dikkatini vermesi gereken bir alan olmuştur. Çin ile hatırı sayılır ortak sınıra sahip olmaları, Çin’in hem ham madde hem de yeni pazar arayışları, (Abdyldaeva Salman ve Özbay 2019 s.318) Orta Asya ülkelerinin cazibesini artırmıştır. Bu noktada Çin proje kapsamında büyük yatırımlar gerçekleştirmiştir. Çin’in bağımsızlıklarını kazanan devletlerle ilişkilerini üç döneme ayırmak mümkündür.

Birinci dönem olarak 1992-1995 yılları; ikinci dönem olarak Çin’in Tayvan krizinden sonraki dönem yani 1996-1999 yılları ele alınırken; üçüncü dönem ise 21. yüzyıl başlarına tekabül etmektedir (Abdyldaeva Salman ve Özbay 2019, s.319-322). Yatırımların elbette ki Orta Asya ülkeleri için bazı fırsatlara veya avantajlara gebe olduğu açıktır. BYBK projesinin Orta Asya ülkelerine sunduğu fırsatlara iki başlık halinde bakmayı çalışmamız kapsamında uygun gördük. Bu yüzden ilk önce BKBY projesinin siyasi daha sonra da ticari olarak ne gibi fırsatlar sunduğuna değinmek isteriz.

3.1. Siyasi

SSCB’nin dağılması uluslararası sistemin tüm aktörlerinin politikalarını alt üst ettiği gibi Çin’in de Orta Asya’ya yönelik politikasında büyük bir değişikliğe neden olmuştur (Duran ve Purevsuren 2016, s.282). Çin, SSCB’nin dağılmasından sonra Kırgızistan, Tacikistan ve Kazakistan ile komşu olmuştur. Siyasi açıdan istikrara sahip olmayan bu devletler “Avrasya Balkanları” (Duran ve Purevsuren 2016, s.282) benzetmesine sahip olarak Çin’in dış politika güzergahının önemli durakları haline gelmişlerdir. Sınır komşularında oluşacak herhangi bir tehlikenin Çin bakımından da tehlike arz edeceği aşikardır. Çin, 1992 yılına gelindiğinde yeni bağımsız olan Orta Asya ülkelerinin hepsini tanımış ve bu ülkelerle siyasi ilişkilerini geliştirmiştir (Duran ve Purevsuren 2016, s.282). Çin ile bağımsızlığını kazanan yeni devletler arasında sınır sorunlarını çözmek için Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ile “4+1” adı verilen ve daha sonra Şangay İş Birliği Örgütü (ŞİÖ)’ne (Abdyldaeva Salman ve Özbay 2019, s.320) giden yol hazırlanmıştır. Çin, Rusya, Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan ve Tacikistan‘ın bu örgütün üyeleri olması; Moğolistan, Hindistan, Pakistan ve İran’ın gözlemci üye olması ve Türkiye’nin de diyalog ortağı ülkesi konumunda olması, örgütün önemini göstermektedir (Abdyldaeva Salman ve Özbay 2019, s.323). 1994 yılına gelindiğinde Çin hükümeti, yeni kurulan bu devletlere ziyaretler gerçekleştirerek siyasi ilişkilerini artırmıştır. Bu ziyaretler sırasında Çin’in bölgeye ait bölgesel olumsuzlukları ve belirsizlikleri (Alperen, 2018, s.21) gidermeyi öncelediği, bu minvalde antlaşmalar yaptığı gözlenmektedir.

Tacikistan, Kırgızistan ve Özbekistan ile “kapsamlı stratejik ortaklık” (comprehensive strategic partnership) anlaşmalarını imzalamıştır. Bu anlaşmaya göre taraflar birbirlerinin egemenliğini, güvenliğini ve toprak bütünlüğünü; Çin’in “Tek Çin” politikasını yani terörizm, bölücülük ve aşırıcılık olarak tespit edilen üç kötü güce karşı mücadelesini desteklemeye devam edeceklerini uluslararası arenada deklare etmişlerdir (Omonkulov, 2020, s.79). Özbekistan tarafı, Çin hükümetinin Çin’i temsil eden tek meşru hükümet olduğunu, Tayvan ve Tibet’in Çin topraklarının ayrılmaz parçası olduğunu teyit etmiştir (Omonkulov, 2020, s.79).

2017 yılında Pekin’de düzenlenen Kuşak ve Yol İş Birliği Forumu’na katılan Özbekistan Cumhurbaşkanı Şevket Mirziyoyev BKBY projesi hakkında görüşünü şöyle ifade etmiştir;

İnanıyorum ki, dünya nüfusunun yüzde altmışını kapsayacak bir şekilde tasarlanan bu devasa proje barış, refah ve gelişmeyi temin ederek, ülkeler ve halklar arasındaki dostluğu pekiştirecek ve iş birliğini sağlamaya hizmet edecektir” (Omonkulov, 2020, s.80).

3.2. Ticari

Orta Asya ülkelerinin ekonomik karakteristiği bakımından coğrafya, alt yapı sorunları, denize direk bir ulaşımın olmaması gibi birkaç ortak (Erol ve Seyfettin 2013, s.113) özellik sayabiliriz. Gene olumsuz bir unsur olarak sayabileceğimiz SSCB’den kalan ekonomik sistem, bu ülkelerin sadece ham madde üreticisi veya tedarikçisi (Erol ve Seyfettin 2013, s.114) olmasına neden olmuştur. Böyle bir mirasla bağımsızlık yolculuğuna başlayan Orta Asya devletleri, 1992 yılında %5 ile %20 arasında büyüme gösterebilmişlerdir (Erol ve Seyfettin 2013, s.115). 1990’larda Orta Asya ülkeleri ekonomik olarak yeni pazar arayışı, yabancı sermayeyi ülkeye getirme yolları gibi sorunlarla uğraşmaktaydılar. Ülke içi istikrar mevzularının da ekonomik yansımalarını göz ardı etmemek gerekir. Çin hükümeti oluşan bu ekonomik boşluğu iyi değerlendirerek siyasi ilişkilerin yanında ticari ilişkilerini de geliştirmiştir. 1996-2000 yılları arasında Çin ile Orta Asya ülkeleri arasında ticari ilişkiler birinci döneme göre iki katına çıkmıştır (Abdyldaeva Salman ve Özbay 2019, s.321).

Böyle bir ortamda Çin’in BKBY projesi ülkelerin ekonomik açıdan kalkınması için bir umut olmuştur. Sadece Orta Asya ülkeleri için değil Çin için de yanı başında doğal kaynakların olması, Orta Doğu, Güney Asya ve Avrupa’ya alternatif bir yol olma ihtimali (Abdyldaeva Salman ve Özbay, 2019, s.322) Orta Asya’yı cazip hale getirmiştir. Örneğin; Çin 2013 yılında Kazakistan’da Kashagan Petrol Yatağı da içinde olmak üzere 22 projeye toplam 30 milyar dolar yatırım yapacağını bildirmiştir (Omonkulov, 2020, s. 51). Çin; Kazakistan’dan petrol, doğalgaz, uranyum, Türkmenistan’dan ve Özbekistan’dan doğal gaz ithalatı yapmaktadır (Kodaman ve Gonca 2016, s.1257). Yaptığı yatırımlarla Çin, özellikle Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan’ın en büyük dış ticaret ortağı haline gelmiştir (Omonkulov, 2020, s.51; Nogayeva 2019, s.31). Orta Asya ülkeleri, sahip oldukları enerji kaynaklarının yanı sıra diğer hammadde sağlayıcı ülkelerle de bu maddeleri transfer konusunda Çin’e bağlayabilecek güvenli bir coğrafyaya sahiptir (Duran ve Purevsuren 2016, s.288).

Kazakistan ile Çin birçok anlaşmaya imza atmışlardır. Bunun yanında Kazakistan’da üretilen toplam uranyumun %55’i Çin’e ihraç edilmiştir (Omonkulov, 2020, s.54). Kazakistan’ın “Nurlu Yol” programı, son beş yıl içerisinde uluslararası yatırımcılar ve BYBK projesi kapsamında sağlanan krediler sayesinde enerji, alt yapı ve lojistik projeleri hayata geçirmiştir (Omonkulov, 2020, s.54). Çin, Kazakistan’a kurulan ilk ilişkilerden bu yana toplamda 15 milyar dolardan fazla doğrudan yatırım yapmıştır; petrol, gaz, kimya, enerji, madencilik, tarım ve madencilik sektörlerinde ise 27 milyar dolar civarında projeyi uygulamaya koymayı beklemektedir (Omonkulov, 2020, s.54).

Tacikistan Çin’in BKBY projesini ilk imzalayanlar arasındadır. Eylül 2017’de Çin ile Tacikistan ilişkileri “kapsamlı stratejik ortaklık” (comprehensive strategic partnership) düzeyine yükseltilmiş ve enerji, ulaştırma ve tarım sektörü gibi alanlarda birçok yatırım için anlaşmalar imzalanmıştır (Omonkulov, 2020, s.62). Tacikistan’a en fazla döviz geliri sağlayan en büyük tekstil ihracatçısı Zhongtai (Dangara) Yeni İpek Yolu Tekstil Sanayii A.Ş., Çin yatırımıyla Çinli şirketler tarafından kurulmuştur (Omonkulov, 2020, s.62).

Kırgızistan, Avrupa Ekonomik üyesi olmasına rağmen alt yapı sorunları ve kalkınmanın sürdürülmesi için BKBY projesini destekleyeceğini açıklaması ve açıklamadan sonra Çin’in Kırgızistan’a yatırımları hız kazanmıştır (Omonkulov, 2020, s.71). 2015 yılı itibariyle Çin’in Kırgızistan’a yaptığı doğrudan yatırım miktarı 984 milyon dolara yükselmiştir, ayrıca yatırımlar bu ülkede ulaştırma projeleri ağırlıklı yapılmıştır (Omonkulov, 2020, s.71). Kırgızistan da Tacikistan gibi “kapsamlı stratejik ortaklık” (comprehensive strategic partnership) anlaşmasını imzalamış ve üç kötü güce karşı Çin’i desteklemiştir (Omonkulov, 2020, s.75). 

Yukarıda belirttiğimiz gibi Özbekistan hükümeti BYBK projesine açık destek vermiştir. Karşılıklı yapılan anlaşmalar sonucunda Özbekistan ve Çin arasında toplam 23 milyara dolara denk gelen ar-ge, turizm, kültürel ekonomik alanlara yönelik yatırım yapmıştır (Omonkulov, 2020, s.79). Son yıllarda, Çin’in Özbekistan’da yapmış olduğu yatırımlar 7,8 milyar dolara ulaşmış ve karşılıklı ticaret hacmi ise 4,2 milyar doları aşmıştır (Omonkulov, 2020, s.83).

Türkmenistan, diğer Orta Asya ülkelerinden farklı olarak “daimî tarafsız” statüsüne sahiptir. Bu da onun birçok bölgesel veya uluslararası örgüte üye olmaması sonucunu doğurmuştur. Dünya ile ilişkilerini genel olarak ikili düzeyde gerçekleştirmiştir. Bu noktada Çin’in BYBK projesine yaklaşımı önemlidir. Türkmenistan, bu projeyi ikili ilişkiler çerçevesinde desteklemiştir (Omonkulov, 2020, s.85). Özellikle Türkmenistan doğal gaz, temiz enerji, ulaşım gibi alanlar için bu projenin önemli olduğuna vurgu yapmıştır. Çin ve Türkmenistan ilişkilerinin ticaret hacmi 2017 senesinde 6,9 milyar doları aşmıştır.

Görüldüğü üzere, Orta Asya ülkelerinin ticari alandaki en büyük ortağı Çin’dir. Çin özellikle ham madde ve enerji ihtiyacını bu ülkelerden temin etmektedir. Çin bu ülkelerle ticari ilişkileri sıkı tutarak BYBK projesine destekleri sürdürmeyi planlamaktadır.

4. Bir Kuşak Bir Yol Projesinin Orta Asya Ülkelerinde Oluşturduğu Tehditleri

Çin, BKBY projesini hayata geçirdiği zaman küresel GSYH’n yaklaşık %55’ini üreten ve keşfedilmiş enerji rezervlerinin yaklaşık %75’ini topraklarında barındıran dünya nüfusunun %70’ini bir araya getirmiş olacaktır (Omonkulov 2020, s.47). Çin her fırsata bu projenin “barış, kalkınma, iş birliği ve çıkar” (Atawulla 2020, s.143) odaklı olduğunu belirtmiştir. Bu kadar büyük bir etki alanı oluşturabilecek bir projenin bölge açısından elbette ki olumsuz etkileri de olacaktır. Özellikle Çinli şirketlerin ülkelerde nüfus sahibi olmaları ve Çinli işçilerin yoğunluğu konusunda bölgede tedirginliklerin oluştuğunu söyleyebiliriz. Bu olumsuz etkileri aşağıda üç başlık altında incelemeye çalıştık.

4.1. Siyasi

Çin, yukarıda da belirttiğimiz gibi Orta Asya ülkelerini ilk tanıyan ve ülkelerle hemen ilişkiler kuran bir devlet olmuştur. Hatta bölgedeki bazı ülkeler için Çin, “vakit sınavından geçen güvenli ortak” (Omonkulov, 2020, s.50) sayılmıştır. Her ne kadar hükümet seviyesinde bu tip söylemler duyulsa da halk nezdinde Çin’e duyulan güven konusunda farklı yaklaşımlar görülmektedir.

Kazakistan halkı Çin’e güvenme konusunda derin endişelere sahip olup; Çin’in ülke kaynaklarını ele geçirme niyetinde olduğunu düşünmektedir (Omonkulov 2020, s.57). Çin’in Kazakistan ile kurulan ikili ilişkiler süresince bölgenin toplamda 16 bin km2’lik bölümünü kendi topraklarına katması da bu argümanı destekler nitelikte halkın önünde durmaktadır. Kazakistan halkı bu durum hakkındaki endişelerini 2009 ve 2016 yıllarında protestolar düzenleyerek göstermiştir. Bu protestolar kapsamında eski Pekin büyükelçisi Murat Auezov’un açıklamaları dikkat çekicidir. Eski büyükelçi şu ifadeler ile Çin’in politikasına dair endişelerini dile getirmiştir;

“Çin’in stratejik amaçlarının neler olduğunu ve Çin’in hedeflerine ulaşmak için her türlü terminolojiyi nasıl kullanabileceğini biliyoruz. Çinliler, farklı seviyelerde rüşvet verme konusunda ustalar… Başkanın (Nursultan Nazarbayev’in) son gezilerinden birinde Kazakistan’a 10 milyar dolar “kredi” veren Çin bu… Bu konuda Çin’den gelen teklif lehine (hükümetten) bir karar çıkarsa, o zaman bu Kazakistan’ın kolonileştirilmesi anlamına gelecektir” (Omonkulov, 2020, s.58).

Auezov, sınır antlaşmaları sırasında Çin’in jeopolitik bakımından önemli noktaları elde ettiğini de belirtmiştir. Ayrıca, Kırgızistan’da Ocak 2019’da yolsuzluk ve Çinlilere vatandaşlık verme vb. meseleleriyle ilgili olarak da protestolar düzenlenmiştir (Nogayeva, 2019, s.33).

Çin, bölge halklarındaki bu kötü imajı silebilmek için yumuşak güç kullanma politikasına büyük önem vermiştir. Çin’in yumuşak güç politikasına başvurmasının temel nedenleri olarak; Çin yatırımlarının olduğu yerde artan çevre kirliliği, Çinli şirketlerin olduğu sektörlerdeki kötü çalışma koşulları, Çinli göçmen işçilerin yaratmış olduğu rekabet dolayısıyla işsiz kalan yerel işçiler, Çin’in bölgedeki çatışmacı tarihsel geçmişini (Birgül ve Yılmaz 2020, s. 1146) sayabiliriz. Çin bu politika kapsamında kültür ve eğitim alanlarında değişim programları başlatmış, Çin televizyon ve radyo yayınlarını uluslararası bir sistemde kurmuş, Çin kültürünü tanıtmak, ülkenin imajını iyi yönde değiştirmek ve Çinceyi yaygınlaştırmak amacıyla Konfüçyüs Enstitülerini kurdurmuştur (Birgül ve Yılmaz 2020, s. 1145).

Çin’in gerçek niyetini anlamak o kadar kolay olacağa benzememektedir. Fakat Çin’in izlediği yöntemler bize birkaç ipucu da vermektedir. Bu ipuçlarından biri de Kırgızistan-Özbekistan demir yolu projesidir. Bilindiği gibi eski SSCB coğrafyasında ray aralığı 1520 milimetre iken Çin demir ray aralığı 1435 milimetredir. Bu durum bize sıfırdan alt yapı ve ulaşım imkanlarının yapılması gerektirdiği sonucuna ulaştırmaktadır. Bu proje hayata geçirilecek olursa Çin’e maliyetinin çok fazla olacağı aşikardır. Burada, peki Çin bu maliyetli projeyi neden istemektedir sorusu akla gelmektedir. Bu soruya, projenin Çin’in yayılmacı politikasının bir parçası olduğu ve Çin standartlarında bir demir yolu yapımı sonucunda Çin ordusunun bölgeye erişimin kolaylaşacağı cevapları verilmektedir (Omonkulov, 2020, s.74).

4.2. Ticari

Yukarıda belirttiğimiz gibi Çin, Orta Asya ülkelerine birçok yatırım yapmıştır. Bunun yanında bu ülkelere yüksek miktarlarda kredi temini de sağlamıştır. Anlaşmaların kamuoyuyla paylaşılmaması ve bazı sonuçları bölge halklarında rahatsızlığa neden olmuştur. Bu durum Orta Asya halklarının Çin’e daha şüphecilikle yaklaşmasına neden olmuştur. Örneğin; Kırgızistan’da altın madenlerini işleten Çinli şirketlere karşı yerel direniş çıkmıştır (Kodaman ve Gonca 2016, s.1257). 2013 yılında Kazakistan haber ajansı KazTAG mevcut Kazakistan enerji sektöründeki Çin şirketlerinin payının %40’ı aştığını ve önümüzdeki yıllarda Kazakistan topraklarında doğal gaz ve petrol üretimindeki Çin payının %50’ye ulaşabileceğini tahmin etmektedir (Duran ve Purevsuren, 2016, s. 288). Forum sonunda ayrıca Çin Kalkınma Bankası 36 milyar dolar ve Çin İhracat/İthalat Bankası 18 milyar dolar özel kredi düzenlemeleri ile BKBY’a yönelik desteklerini artırmıştır (Nogayeva, 2019, s.30). Ayrıca Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC), Kazakistan’dan 1,3 milyar dolar karşılığında Uzen petrol yatağının %60’ını satın almıştır (Omonkulov, 2020, s.53). Yapılan bu yatırımlar, sahip oldukları özel şartlar nedeniyle endişeyle karşılanmaktadır. Özellikle kredi anlaşmalarının şeffaf olmaması ve kamuoyuyla paylaşılmaması büyük tepkilere yol açmıştır.

Dış borcu GSYH’nin %35-40’ına ulaşmış ülkeler, bağımsızlığı tehdit edilmeye başlanmış ülkeler olarak algılanır. Kırgızistan’ın Çin’e bilinen borcu 1 milyar 711 milyon dolar civarındadır. Ayrıca yakın gelecekte de Kırgızistan’ın borcunun GSYH’nin %62’sinden %71’e çıkacağını tahmin edilmektedir (Kırgız Cumhuriyeti Maliye Bakanlığı’na göre, ulusal borç yüzde 53,6’ydı); Kazakistan’ın Çin’e borç miktarı 13, 6 milyar dolar veya Kazakistan’ın toplam dış borç miktarının %8, 8’i denilebilir, Tacikistan’ın ise Çin’e 1, 8 milyar dolar borcu vardır (Nogayeva, 2019, s.33). Bu rakamlar ülkeler bakımından pek iç açıcı gözükmemekte ve Çin’in elde ettiği kazanımlar düşünülünce “kazan kazan” durumundan bir tarafın kazandığı bir tarafın kaybettiği duruma geçildiğini bizlere göstermektedir.

Tacikistan, Çin’den aldığı 331 milyon dolar karşılığında ülkenin kuzeyindeki iki altın madeninin işletme lisansını Çinli bir şirket olan Xinjiang Tebian Electric Apparatus Stock Co. Ltd.’ye vermiştir (Omonkulov, 2020, s.53). Çin, Tacikistan’ın en büyük yabancı kreditörüdür. Bu durum Tacikistan’ı Çin’e bağlı konuma getirmiştir. 2016 yılı itibariyle Tacikistan’ın Çin’e borcu yaklaşık 1,2 milyar dolara yani ülkenin toplam dış borcunun %53’üne ulaşmıştır (Omonkulov, 2020, s.53). Çin hükümeti Tacikistan’dan bu borçlara karşılık toprak da talep etmiştir. Ülke, Çin ile yapılan müzakereler sonucunda, borcuna karşılık 28 bin 500 km2 şeklinde talep edilen toprak parçasının yaklaşık %5’ini Çin’e teslim etmiştir (Omonkulov, 2020, s.66).

Çin’in bu şekilde ülkeleri borçlandırarak onlardan doğal kaynak, toprak veya Çin’e bağımlılık elde etmeyi planladığı düşünülen ve tartışılan bir gerçektir. Hatta bu taktiğe “Çin’in borç tuzağı diplomasisi” denilmiştir (Omonkulov, 2020, s.66). Çin yaptığı bu yatırımlarla bölgedeki etkinliğini son derece artırmıştır (Atawulla, 2020, s. 143). Çin, eskiden beri alışkın olduğu “böl, parçala, yönet” politikasını gelişen ve değişen siyasi atmosfere göre “borçlandır, satın al ve yönet”e çevirmiş gibi gözükmektedir. Elbette bu durum sadece bölge ülkeleri için değil, diğer devletler için de dikkat edilmesi gereken bir durumdur. Orta Asya, Çin’in “ekonomik arka bahçesine” dönüşme yolunda ilerlemektedir (Omonkulov, 2020, s.66).

4.3. Güvenlik

Çin, SSCB’nin dağılmasından sonra bölgede oluşan veya oluşabilecek tehditler konusunda dikkatli davranmıştır. Çin’in BKBY projesinin bir diğer amacı da batı sınırlarında güvenli ve istikrarlı bir bölge oluşturmayı hedeflemesidir (Alperen, 2018, s.20) Bu noktada da bölge ülkeleri ile kurduğu ilk ilişkilerden itibaren çatışma ve istikrarsızlık durumunun ortaya çıkmaması (Duran ve Purevsuren 2016, s.283) için girişimlerde bulunmuştur.

Özellikle de üç Orta Asya ülkesi ile sınırını paylaştığı Doğu Türkistan Özerk bölgesindeki Müslüman Uygur etnik azınlığının (Duran ve Purevsuren 2016, s.283) kendisi için bir tehdit unsuru oluşturmasını engellemeye çalışmıştır. Çin, komşu ülkelerin Uygur ayrılıkçı gruplarına herhangi bir destek sağlamaması (Duran ve Purevsuren 2016, s.285) için ilişkilerini her açıdan geliştirmeyi amaçlamıştır. Çin ,Uygur azınlık konusundaki endişesini ŞİÖ’yü kurarak belli bir zemine oturtmaya çalışmıştır (Duran ve Purevsuren 2016, s.284). Çin, ŞİÖ kapsamında, “mücadele edilmesi gereken üç tehdit” olarak belirlediği “ayrılıkçılık, aşırıcılık ve terörizm”e karşı karşılıklı güven arttırıcı önlemler çerçevesinde ortak güvenlik sistemi inşa etmeyi hedeflemiştir (Alperen, 2018, s.21).

Çin, Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin askeri varlığını bölgeden çıkarmak için ŞİÖ’nün terörle mücadele konusunda NATO’yla kıyaslanabilecek bir yapısı olduğunu Orta Asya ülkelerine inandırmak için yoğun bir çaba harcamaya başlamıştır (Duran vePurevsuren 2016, s.285). Ancak 2005 ve 2010 yılında Kırgızistan’da meydana gelen siyasi istikrarsızlık ve Özbek-Kırgız etnik çatışmalarında, ŞİÖ’nün herhangi bir müdahalede bulunmaması için Çin’in Kırgızistan’ın içişlerine karışmama kararı almasıyla, Orta Asya ülkeleri örgütün gerçek rolünün ne olduğunu sorgulamaya başlamıştır (Duran ve Purevsuren 2016, s.285). Her ne kadar Çin, ŞİÖ ve BKBY projesi kapsamında bölgedeki devletlerin güçlü ilişkilere sahip olacağını belirtse de somut durumda Çin’in önceliğinin kendi güvenliği olduğu düşünülebilir.

5. Orta Asya’da Rusya ve Çin İlişkileri

Orta Asya arenası, büyük güçlerin etki mücadelesinde yeni bir dengelenmeye gitmektedir. SSCB’nin dağılmasına kadar Rus egemenliğinde kalan bölge, günümüzde özellikle belirgin bir Rusya – Çin rekabetine sahne olmaktadır. Birçok uluslararası durumda müttefik olan Rusya ve Çin’in arasındaki rekabet özellikle Orta Asya’da açığa çıkmaktadır. Kültür bakımından halen daha yoğun bir Rus etkisi görülmektedir. Orta Asya toplumlarının çoğunluğu Rusça bilirken, kimi ülkelerde resmi işlemler dahi Rusça üzerinden yapılmaktadır. Bunun dışında haber ve dizi gibi televizyon programları, sinema ve radyo gibi Rus medya araçları da bölgede yoğun olarak takip edilmektedir. Rus temelli okullara bölgede yoğun katılım sağlanırken eskiden bölgedeki eğitim yüzdesi düşük olan devletlerden olan Çin de günümüzde bu konudaki katkısını arttırmaktadır. Bölgedeki sert güç ve yumuşak güç üzerine yoğunlaşmalara baktığımızda ise Çin’in ağırlıklı olarak yumuşak güç üzerine hareket ettiğini, Rusya’nın ise çoğunlukla sert güç politikaları üzerine yoğunlaştığı kolaylıkla fark edilmektedir. Rusya-Çin ilişkileri, Vladimir Putin’in 2000 yılında Rusya’nın devlet başkanı olması ve iç politikada istikrarı sağlayarak daha etkin bir dış politika izlemeye başlamasıyla da yeni bir boyut kazanmıştır (Güneş, 2015, s.840).

Asıl sorumuza gelecek olursak, uluslararası arenada çok yoğun ilişkileri olan iki müttefik gibi görünen Rusya ve Çin neden Orta Asya’da belli bir rekabet yaşamaktadır? Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle bölgenin tarihsel sürecinden bahsetmemiz elzemdir. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi bölge uzun yıllar boyunca SSCB’nin egemenliği altında kalmıştır. SSCB’nin dağılmasını izleyen süreçte bağımsızlıklarını kazanan bölge ülkelerinin kaynaklarını uluslararası pazara taşıma yatırımlarını uzun yıllar tek başına sürdüren ülke Rusya’dır. Bu noktada bölgeye yeni bir yatırımcı olarak giriş yapan Çin’in, yatırım yollarında Rusya’dan ayrılan ciddi niteliksel farkları vardır. İki ülke de bölgedeki yatırımlarının ve etkilerinin güvencesi için bölgede istikrarın sağlanmasını ve sürdürülebilir olmasını istemektedir lakin bunu sağlamaya yönelik aktiviteleri birbirlerinden farklıdır. Rusya yaptığı yatırımlar ve bölge ülkelere pazar sağlarken çeşitli politik yaptırımları da uygulamak yoluyla bölgede de facto bir egemenlik kurmak istemektedir. Bu egemenliği ve politik yaptırım gücünü bölge istikrarının anahtarı olarak görmektedir.

“Ülke sınırlarının korunması, herhangi bir bölgesel istikrarsızlığın Rusya’ya sıçramaması ulusal güvenliğin temel amacı olmuştur. Orta Asya bölgesinde istikrarsızlık Rusya’nın güvenliğini tehdit edecek olursa, Rusya gerekli müdahalede bulunacağını açıklamıştır. Orta Asya, Rusya’nın güvenliği için bir tampon bölgedir ve asla ihmal edilemez. Bu nedenle bölge ülkeleriyle yakın ilişkiler kurulması gereklidir. Buradan da anlaşılacağı üzere Rusya’nın Orta Asya politikasında temel kaygısı, ulusal güvenlik üzerine şekillenmektedir” (Aydın, 2015 s.6)

Çin ise salt ekonomik gelişmenin ve büyümenin istikrarı da beraberinde getireceği düşüncesinde gözükmektedir. Bu sebeple bölge ülkelere herhangi bir politik veya askeri yaptırım uygulamamaktadır. Bu durum da güncel şekli ile Çin’i, Rusya’ya kıyasla daha cazip yapmaktadır.

Bunun ardında yatan sebep, hızla büyüyen ekonomisiyle gelecekte küresel bir güç olma amacı taşımasıdır. Bu sebeple Soğuk Savaş’ın sona ermesinden günümüze kadar Orta Asya konusunda en istikrarlı politikalara sahip ülke Çin’dir” (Aydın, 2015 s.8)

Geçmiş yıllarda bütün bölge ülkelerin petrol ve doğal gaz kaynaklarının uluslararası piyasalara sunulmasında başat olan Rusya, git gide bu etkisini yitirmektedir. Günümüzde Kırgızistan yeraltı kaynaklarının pazarı için neredeyse bütünüyle Çin’e bağlıdır.

Aynı zamanda Çin ve Rusya’nın bölge için kurdukları ekonomik projeksiyonlar da farklılık göstermektedir. Rusya kendisine bağlı, kapalı bir tek market ekonomisi arzularken, Çin ise çok taraflı ve uluslararası piyasalara açık bir ekonomi kurmayı istemektedir. Çin bölgeye yaptığı altyapı yatırımları, petrol ve doğalgaz boru hatları ile bölge ülkeleri her geçen gün yumuşak güç açısından kendine bağımlı hale getirmektedir. Bu durumdan belli oranlarda rahatsız olan Rusya, Çin ve bölge ülkeler arasında yapılan ikili antlaşmaların ŞİÖ gibi ortak örgütlerin altında yapılmasını istemektedir lakin bu isteği şimdiye kadar pek gerçekleşmemiştir.

Çin tarafından yapılan bu antlaşmaların ve yatırımların çoğunluğu ise Kuşak Yol Projesi kapsamında gerçekleşmektedir. Projenin beklentileri fazlasıyla uzun vadeli olmasına rağmen projenin basamakları olarak yapılan yatırımlar şimdiden Çin’in bölgedeki etkisini arttırmıştır. Rusya ise projeye dahil olmasına rağmen bu dahil olma durumu, bölgedeki etkisini arttırmasına hizmet etmemektedir. Proje bir bütün olarak değerlendirildiğinde, projenin bölgeye yapılan en büyük ekonomik yatırım aracı olduğunu söylersek yanılmış sayılmayız. Çin bölgeye yaptığı yatırımlar sayesinde hem kendi taşımacılık ve lojistik sektörünü geliştirmekte hem bölge ülkelerinin gelişimine bir katkı sağlama vaadindedir. Yakın dönemde finansal olarak çeşitli sıkıntılar içerisinde olan Rusya’nın ise böyle büyük çaplı bir ekonomik yatırım projesi uygulaması kısa vadede mümkün gözükmemektedir. Bu sebeple de Rusya, bölgede geçerli olan kültürel egemenliğini ve ortak geçmiş söylevini elinden geldiği kadar kullanmaya çalışmaktadır. Bununla birlikte bölgedeki askeri kaynaklarını arttırmaya çalışan Rusya, tam da bu sebeplerle yukarıda bahsettiğimiz gibi sert güç unsurlarına daha yatkındır. Zira Çin’in uyguladığı gibi bir yumuşak güç potansiyeli mevcut değildir.

Araştırma yazımızın konusu olan Kuşak Yol Projesi’nin özeline inmemiz gerekirse, projenin Orta Asya ölçeğinde Çin’in en büyük Orta Asya odaklı hedeflerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Çin bu amaçları doğrultusunda uluslararası müttefiki olan Rusya’yı elinden geldiğince az tedirgin etmeye çalışmaktadır. Bu doğrultuda ise yaptığı yatırımların Rusya’nın kısa vadeli çıkarlarına ters düşmemesine dikkat etmektedir. Kendi açısından ise bu projeyi kısa vadeli bir yatırım veya çıkar amacı olarak görmemektedir. Çin’in bu alanlara yaptığı yatırımlar, yüksek hızlı demiryolları, köprüler, tüneller ve altyapılar uzun vadeli yatırımlar olarak görülmektedir ve bu doğrultuda Orta Asya’daki kısa vadeli yatırımlarının yaklaşık %30’unu kaybetmeyi göze almıştır. Bu yatırımlar ve özellikle Kuşak Yol Projesi’nin aracılığı ile eskiden 350-750 milyon dolar civarında olan Orta Asya – Çin ticareti, proje ile birlikte 30 milyar dolara kadar çıkmıştır. Bu miktar ise Rusya’nın 18 milyar dolar civarında olan ticaret kapsamını neredeyse yarı yarıya olacak şekilde daha az bırakmıştır.

Çin’in Orta Asya üzerindeki bu etkisi belli bir miktarda sürpriz olmuştur. Çin’in bölgedeki varlığına kadar bölgede hegemon güç olan Rusya’nın hegemonyasını beklenildiği gibi Avrupa ülkeleri veya ABD değil, müttefiki olan Çin kırmıştır. Lakin Kuşak Yol Projesi genel etki alanı olarak Çin’in avantajına ve Rusya’nın dezavantajına gibi gözükse de projenin yatırım yaptığı ülkelere getirdiği belli dezavantajları da vardır. Orta Asya devletleri, ulusal altyapılarını modernize etmek veya Kuşak Yol Projesi’nin bağlantı vizyonundan yararlanabilecek yeni ekonomik fırsatlar ve endüstriler yaratmak için kendilerine ait geniş ölçekli planlar geliştirmemişlerdir. Bu durum Kuşak Yol Projesi’nin Orta Asya devletlerini en basit şekliyle bir dizi transit devlet haline mi getireceği veya bu devletlerin yeni altyapı projelerinden yararlanabilecek daha sürdürülebilir ekonomilere dönüşüp gelişebileceği sorusunu gündeme getirmektedir. Bu devletlerin Çin için transit devletler olarak kalması ise Rusya’nın çıkarları ve bölgedeki etki alanı açısından daha tercih edilebilirdir. Zira bölgedeki fakir devletlerin Rusya’ya bağımlılıkları daha yüksekken, görece zengin devletler daha bağımsız hareket edebilmektedir. Uluslararası arenada Avrupa ve ABD’nin dayattığı sisteme birlikte karşı duruyormuş gözüken iki ülke olan Çin ve Rusya’nın belki de en büyük rekabet alanıdır Orta Asya.

Yakın gelecekte olmasa da orta veya uzun ölçekli bir gelecek projeksiyonuna bakıldığında iki ülke arasındaki müttefiklik bağlarının bozulmasına dair bir ihtimal var ise dahi bunun Orta Asya’dan çıkacağını söyleyebiliriz. İki ülkenin potansiyel ve fikirsel ayrılıklarının ön gösterimi gibi duran bölge sürekli yumuşatılmaya çalışılan karşılıklı gerilimin Kuşak Yol Projesi’nin her geçen gün gelişimi ile birlikte dengelerin bozulmasına sebep olacağını söyleyebiliriz. Orta Asya’yı ayrıcalıklı etki alanı olarak gören Rusya’nın bölgedeki gücü azaldıkça, bölgeyi taşıma, lojistik ve altyapı ağları ile saran Çin’in gücü artmaktadır. Bu durum Çin ve Rusya arasındaki ayrılıkların ana sebebi olmasa da bunun belirgin başlangıcı olma kabiliyetini taşımaktadır ve Çin de bu gücünü kaybedecek gibi gözükmemektedir.

6. Sonuç

SSCB’nin ardından bağımsızlıklarını kazanan Orta Asya devletleri Çin ile siyasi, ticari ve ekonomik alanda sıkı bir çalışma yürütmektedirler. Bir Kuşak Bir Yol projesi kapsamında da bu ilişkiler giderek artmaya devam etmektedir. Çin, zengin doğal kaynaklara sahip olan Orta Asya’da her geçen gün nüfusunu artırmaktadır. Bu durum projenin sağladığı kolaylıkla da yadsınamaz bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.

Çin, Şangay İş Birliği Örgütü’nün kurulmasına öncülük ederek güvenliği bakımından gerekli önlemleri almaya çalışmıştır. Özellikle, Kazakistan, Tacikistan ve Kırgızistan’ın Çin’in belirlediği “üç kötülük” ve “Tek Çin” politikasına verdikleri destek, Çin’in bölgedeki güvenlik politikasının sağlamlaşmasına yardımcı olmuştur.

Orta Asya devletleri tarafından benimsenen Bir Kuşak Bir Yol projesi, Orta Asya halkları açısından aynı memnuniyetlikle karşılanmamaktadır. Ülkelerdeki Çin işçilerinin yoğunluğu, Çin şirketlerinin etkileri gibi faktörler halklar arasında protestolara giden hoşnutsuzluklara neden olmaktadır. Bu da devletlerin iç güvenlik politikalarına yansımaktadır.

Bir Kuşak Bir Yol projesinin bir diğer önemli sonucu da Orta Asya devletlerine verilen kredilerdir. Her ne kadar ilk başta yatırım açısından olumlu bir gelişme gibi gözükse de geri ödeme zamanında Çin’in ülkelerden borç karşılığındaki talepleri Orta Asya ülkeleri bakımından borç diplomasisi gibi sorunlara yola açabilmektedir.

Rusya, bölgedeki etkinliğini kısa vadede bırakmamaya niyetli olmakla birlikte ekonomik açıdan Çin ile yarışabilecek seviyede gözükmemektedir. Bu da ilerde Rusya ve Çin arasında gerilimli bir ilişkinin olabileceğinin habercisidir.

Arda Atakan Yığın

Şeyma Nur Demiray

Kerem Çetiner

Güvenlik Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça: 

Abdyldaeva Salman Z., Özbay, İ. (2019). Çin’in Orta Asya Politikası ve Kırgızistan. Asya Araştırmaları Dergisi 3(2), 317-328.

Aljazeraa Turk (2014, Mart). Orta Asya’da Rusya-Çin Mücadelesi [Basın bülteni]. Erişim adresi: http://www.aljazeera.com.tr/gorus/orta-asyada-rusya-cin-mucadelesi

Alperen, Ü. (2018). Bir Kuşak Bir Yol Girişimi ve Çin’in Orta Asya Politikası, Bilge Strateji, 10(19), 17- 38.

Atawula, M. T. (2020). Çin: Ulusal Güvenlik Politikaları ve Küresel Rekabet Stratejileri Mao’dan Deng’e, Deng’den Xi’e. Ankara: Seçkin Yayınları.

Aydın, A. (2015). Küresel Mücadele Politikaları: Orta Asya’da Rusya, ABD ve Çin. Vizyoner Dergisi, 6(13), 1-11.

Birgül S., Yılmaz, O. (2020). Çin’in Orta Asya’da Yumuşak Gücü, International Social Sciences Studies Journal, 6(58), 1142-1150.

Carnegie Endowment for International Peace. (2018). Cooperation and Competition: Russia and China in Central Asia, the Russian Far East, and the Arctic. Erişim adresi: https://carnegieendowment.org/2018/02/28/cooperation-and-competition-russia-and-china-in-central-asia-russian-far-east-and-arctic-pub-75673

Duran, H., Purevsuren, N. (2016). Güvenlik, Enerji ve Pazar Ekseninde Çin’in Orta Asya Politikası, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (Afro-Avrasya Özel Sayısı), 281-294.

Duran, H., & Yılmaz, K. K. (2011). The Ties That Binds the Giant: China’s Interests in Energy Sources of Central Asia. International Conference on Eurasian Economies, 36-43.

Erol, M. S., Şahin, M. (2013). Bağımsızlıklarının 20. Yılında Orta Asya ve Kafkasya’daki Türk Cumhuriyetlerinin Entegrasyon Süreci (1991– 2011) Karadeniz Araştırmaları, 37(37), 111-136 .

Güneş, E. (2015). Çin-Rusya İlişkilerindeki Asimetrik Denge ve Amerika Birleşik Devletleri, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 70(4), 839-867.

Karagöl, E. T. (2017). Modern İpek Yolu Projesi. SETA Perspektif, 174 Erişim adresi: https://www.setav.org/modern-ipek-yolu-projesi/

Kodaman, T., Gonca, İ. B. (2016). Jeoekonomik Hayaller: Çin’in Yeni İpek Yolu Girişimi’nin Orta Asya’da Algısı, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 5(5), 1251-1261.

Kutluay Tutar, F., Bahsi Koçer, F. Ş. (2019). Çin’in Yeni İpek Yolu Projesi: Bir Kuşak Bir Yol, Journal Of Social, Humanities and Administrative Sciences, 5(16), 618-626.

Nogayeva, A. (2019). Çin’in Bir Kuşak Bir Yol Projesi ve Orta Asya, II. Uluslararası Kahramanmaraş Yönetim, Ekonomi ve Siyaset Kongresi, 26-37. 

Omonkulov, O. (2020). Kuşak ve Yol Projesi Bağlamında Çin-Orta Asya İlişkileri, Bölgesel Araştırmalar Dergisi, 4(1), 45-115.

Özdaşlı, E. (2015). Çin’in Yeni İpek Yolu Projesi ve Küresel Etkileri, Turkish Studies 10(14), 579-596.

Şakı, M. (2020). Çin’in Dünya Ekonomisindeki Yeni Yüzü: Kuşak ve Yol Projesi. İktisat Ve Toplum, 114, 4-11.

Wishnick, E. (2009). Russia, China, and the United States in Central Asia: Prospects for Great Power Competition and Cooperation in the Shadow of the Georgian Crisis, Carlisle: Strategic Studies Institute.

Zorlu, K. (2019). Nazarbayev Liderliği, Ankara: Kripto Yayıncılık.

Savaşın Görünmeyen Silahı “Korku”: Kükreyen Dalgalar (The Admiral: Roaring Currents)

2014 yılı Kore yapımı olan film Japonlar ile Koreliler arasında geçen “Myeong-ryang” deniz savaşını konu edinmekte ve aksiyon, tarih, savaş ve dram türündedir. Filmde Choi Min-sik, tarihte gerçek bir karakter olan Joseon dönemindeki Amiral Yi Sun-sin’e hayat vermiştir. Film, 1592-1598 yılları boyunca Japonların Kore Yarımadası’na yönelik gerçekleştirdiği istilaların bir bölümünü ve özellikle o dönemdeki Koreli kölelerin ve halkın hayatını, psikolojisini izleyicisine yansıtmaktadır. Filmin bir diğer etkileyici özelliği ise Amiral Yi Sun-sin’in sahip olduğu askeri ve stratejik zekayı oldukça etkileyici bir şekilde göstermektir.

Tarihi bir film olmasından dolayı geçmişten kısaca bahsetmekte fayda var. Öncelikle belirtmek gerekir ki 1500’lü yıllarda Portekiz’in Japonya ile olan ilk temasından sonra bölgede “köle ticareti” kavramı gelişmiştir. Böylece Japon halkı köleleştirilmiş ancak zamanla bu durum tepkilere de sebep olmuştur. Özellikle dönemin daimyosu Toyotomi Hideyoshi, Japon halkının köleleştirilmesine karşı çıkmıştır. Ancak filmde gözlemlenebileceği üzere Hideyoshi de istila boyunca ele geçirdiği Koreli savaş tutsaklarını saldırı anında Japon gemilerinde köle olarak çalıştırmış ve böylece Korelileri kendi ülkelerine karşı kullanmıştır. Filmde Japon samuraylar önüne gelen Koreliyi ya öldürmekte ya da savaş tutsağı ederek köleleştirmektedir. Bu yüzden ölümden kurtulmak için başka şansları olmadığını düşünen Koreliler, samuraylarla karşılaştıklarında artık Japon gemilerinde kürek çekerek onlara yardım etmek için yalvaracak hale gelmişlerdir.

1592 yılında başlayan ve yaklaşık yedi yıl sürecek olan bu Japon istilası Kore üzerinde oldukça büyük hasar bırakmış, halkı tamamen ümitsizliğe sürüklemiştir. Kore Kralı Seonjo bile o yıl gerçekleştirilen bahar istilasından dolayı kuzeye doğru kaçmıştır. Ancak tüm bunlara rağmen Kore gerçekleştirilen saldırılara Amiral sayesinde direnmiştir. Filmde tarihten bilinebileceği üzere eskiden aldığı zaferlere rağmen Amiralin kral tarafından desteklenmemesi seyirciye ilgi çekici gelebilir. Bunun sebebi ise Korelilerde “milli kimlik” anlayışının o dönemlerde tam olarak yerleşmemiş olmasıdır. Fakat film boyunca izleyiciye yansıtılan Yi Sun-sin’in askeri zekâsı sayesinde Kore’deki milli kimlik anlayışı daha da sağlamlaşacaktır.

“Bir savaşçı kralını, kral ise insanlarını izlemek zorundadır.”

Yukarıda filmde geçen replikten anlaşılacağı üzere Amiral kralın desteğini almamasına rağmen elinden geldiğince kralına karşı var olan bağımlılığını göstermektedir. Buradan Japonların imparatorlarına karşı var olan sadakat duygusunun Korelilerde de var olduğunu çıkarabiliriz. Ancak Kore’de kral, Japonlardaki gib, tanrısallaştırılmamıştır. Bunu da yine filmde geçen diğer repliklerden anlıyoruz. Korelilerin bir kısmı ülkenin içerisinde bulunduğu durumdan dolayı krala karşı oldukça öfkelidir. Asya toplumlarında var olan kültürün bir diğer yansıması ise izleyiciye Japon samuray Kurushima ile Wakisaka Yasuharu arasında geçen diyalog ile yansıtılmaktadır. O dönemlerde önemli ve saygın kişilerin isimlerinin doğrudan telaffuz edilmesi hoş karşılanmamaktadır, aynı anlayış Kore krallığında da mevcuttur.

“Korkuyu Kullanmak”

“Korku” filmde sık sık karşımıza çıkan bir duygudur. Koreli askerler ve halk arasında oldukça yaygındır. Ancak bu duygunun Amiral tarafından zekice yönetilmesi Korelileri zafere götürmüştür. Filmde Kore askerleri korkularından dolayı artık Yi Sun-sin’e kaçmak için yalvaracak hale gelmişlerdir çünkü 300 tane Japon gemisini ellerinde bulunan 13 adet gemi ile yenebileceklerine dair en ufak umutları bile kalmamıştır. Hatta son çareleri olan “Kaplumbağa Gemisi”ni bile yangında kaybetmişlerdir. Fakat ileride Yi Sun-sin’in Kore’de büyük savaş kahramanı olarak anılmasını ve milli kimlik duygusunun pekişmesini Korelilerde var olan bu korkunun ustaca yönetilmesi sağlayacaktır. Filmde Japonların saldırısına birkaç gün kala Koreli askerlerin Amiral’e kaçmak için yalvarmasının ardından Amiral’in herkesi askeri üssün meydanına toplaması ve üssün yakılması için askerlere emir verilmesi bu korku duygusunun cesarete dönüştürülmesine yönelik atılan ilk adımıydı. Askeri üssün yok olması askerlere ve ailelerine savaşmaktan başka bir seçenek bırakmamıştı.

“Korku ayrım gözetmez. Her iki tarafı da eşit olarak etkileyebilir.”

Amiral’in bu sözünden çıkarabileceğimiz diğer bir sonuç ise korku duygusunun yalnızca Korelilere yönelik değil, Japonlara yönelik de kullanılacak olmasıdır çünkü içinde var oldukları durumdan dolayı Kore halkı her ne kadar Yi Sun-sin’in cesaretine güvenmese de Amiral’in birçok savaştan zaferle çıkmış olması, Korelilerle kıyaslandığında ellerinde son teknoloji silahları bulunan Japonları korkutmaktadır. Kore halkındaki korku duygusunun cesarete dönüştüğü diğer bir an ise Kurushima emrindeki onlarca Japon gemisinin saldırısına rağmen ana geminin halen ayakta kalmış olmasıdır. Onun yerinde güvertede Japon askerlerinin sayıca fazla olması ve barutlu silah kullandıkları göze çarpmaktadır. Ayrıca her iki ulusun gemileri de insan gücü ile hareket etmektedir. Batı’nın gemileri ise karavel ve kalyon olarak bildiğimiz üstün manevra gücüne sahip gemilerdir. O dönemde var olan Asyalı gemilerden daha gelişmiştir, sanayi devrimi sonrasında ise kömürle çalışan buhar motoru sayesinde hareket eden gemiler haline gelmiştir. Tarihte hareketi esnasında çıkardığı siyah dumandan dolayı ise Japonlar tarafından “Kurofune” yani “kara gemiler” olarak adlandırılmıştır. Ancak o dönem Batı’nın sahip olduğu gelişmişlik henüz Asyalı gemilerde mevcut değildir. Bu durumda aslında Japonya, Çin ve Kore gibi uygarlıkların Batılı gemiler aracılığı ile sıkıştırılarak limanlarının ticarete açık hale getirilmesi için zorlanmasına sebep olacaktır. Bunun en bilindik örneği ise Amerikalı Amiral Perry’nin kontrolünde olan beş adet buharlı yani kara gemilerin Japonya’ya giderek iki ülke arasındaki diplomatik ve ticari ilişkilerin kurulmasına yönelik girişimde bulunmasıdır. Japonya her ne kadar bu teklifi reddetse de yaklaşık bir sene sonra Perry bu sefer on adet gemi ile Japonya’yı ziyaret etmiş ve iki taraflı bir anlaşma imzalanması için baskı yapmıştır. Sonuç olarak ise ikili arasında “Kanagawa Konvansiyonu” olarak bilinen anlaşma imzalanmıştır. Böylece gemilerde var olan yaklaşık yüz yıllık geri kalmışlık bizleri Asya’nın sömürü haline getirilmesinin de önünü açtığı sonucuna vardırabilir.

Film yalnızca Myeong-ryang Savaşı’nı konu edindiği için bahsi geçmemektedir ancak o döneme yönelik bilinmesi gereken diğer bir unsur ise Kore’de var olan gerilla topluluklarıdır. Tıpkı Amiral gibi bu topluluklar da Japonlara karşı verdikleri mücadeleler ile bilinmektedir. Özellikle savaş boyunca Japonların iletişim ve tedarik ihtiyaçlarını engellemişlerdir.

Kısacası yaklaşık yedi sene süren Japon istilasına karşı verilen bu mücadele başlarda Kore ve Japonya arasındaki ilişkileri oldukça zedelese de Korelilerin milli kimliğinde Japon karşıtlığı duygusunun oluşmasında etkili olmuştur. Özellikle genel bir algı olarak “köle” teriminin zihinde var olan karşılığı “siyahi topluluklar” olarak düşünülse de bu film izleyicisine Koreliler üzerinden Asyalıların köleleştirilmesini ve o dönem bölgede var olan köle ticareti anlayışını başarılı bir şekilde göstermektedir. Ayrıca bir ulusta mutlaka var olması gereken milli kimlik ya da bir millete aitlik duygusunun gerekliliğini bir kez daha göstermiştir. Son olarak film ilk yarıda durağan ilerlese de ikinci yarısından itibaren izleyicinin dikkatini savaş sahneleri sayesinde son dakikaya kadar üzerine çekmeyi başarmaktadır. Şimdiden izleyecek olan herkese iyi seyirler dilerim…

 

Melis PEKTAŞ KIM

Kolonyalizm Çalışmaları Staj Programı