Home Blog Page 54

Balkan Bülteni/ 30 Mayıs- 2 Haziran

0

 

Arnavutluk

Nesho: “Meta, demokrasiyi koruyan tek kurum.”

  • Blendi Fevziu’nun sunduğu “Opinion” programına konuk olan Arnavutluk ABD Eski Büyükelçisi Agim Nesho, “bütünlüğü ve muhalefeti olmayan bir parlamento meşru sayılamaz ve hepimiz, muhalefetin meclisten ayrılmasından sonraki tüm bu dönemin Arnavutluk için büyük bir anormallik olduğu konusunda hemfikir olmalıyız” ifadesini kullandı.
  • Eski Diplomat Nesho aynı zamanda, son seçimler sonrası iktidar ile Devlet Başkanı Ilir Meta arasında yaşanan olaylara ilişkin açıklama yaparken Arnavutluk’ta ziyadesiyle zarar gören ve kayma yaşayan demokrasi anlayışı karşısında Ilir Meta’nın son koruyucu kurum olduğunu dile getirdi.

Kaynak: Albanian Daily News

Tarih: 02.06.2021

 

Bosna – Hersek / Boşnak Hırvat Federasyonu

Saraybosna Belediye Başkanı, Gündemde Söylenenlerin Yasallığını Garanti Ediyor

  • Saraybosna Kent Konseyi’nin bugünkü ikinci oturumunda, gündemin beşinci maddesiyle diğer değişiklikleri tartışma yarattı.
  • Başkan yardımcısı Dragan Stevanoviç, iki federal yasanın ihlal edileceğini düşünerek, gündemin beşinci maddesinin değiştirilmeden kabul edilmesi gerektiğine dikkat çekerek 5. Madde Konsey’de kabul edildi.
  • Gündemin 8. maddesi olan “Yolsuzlukla Mücadele ve Önleme Faaliyetlerinde İşbirliği Anlaşması’na Muvafakat Verilmesine İlişkin Karar Önerisi” vesilesiyle, Belediye Başkanı Benjamina Karić, Kent Konseyi’nin bugünkü ikinci olağan toplantısında kamuoyuna seslendi.
  • Bununla birlikte sekizinci ve dokuzuncu maddeler de kabul edildi.

Kaynak: Dnevni Avaz

Tarih: 02.06.2021

 

Bosna – Hersek / Sırp Cumhuriyeti

Sırp Cumhuriyeti Sırbistan’dan Yardım Bekliyor

  • Yüksek Temsilcilik Ofisi’nin kapatılması gerkektiğini savunan Sırp Cumhuriyeti, bu konuda Sırbistan’dan yardım istedi.
  • Bosna Hersek Devlet Başkanlığı Konseyi Başkanı Milorad Dodik’in gayriresmi bir kurum olarak nitelediği Barış Uygulama Konseyi’nin (PIC) aldığı kararların ise resmi olamayacağını vurguladı.
  • Sırp Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Zeljko Cvijanovic, “Adalet ve daha iyi bir yaşam mücadelesinde Sırbistan’ın desteğini bekliyoruz.” dedi.

Kaynak: Rtrs

Tarih: 01.06.2021

 

Karadağ

Bojovic: Erken Seçim Tek Çözüm

  • Karadağ Yurttaş İnisiyatifi Konseyi üyesi Rade Bojovic, seçimlerden dokuz ay sonra Karadağ’ın hala bir kara deliğin içinde olduğunu ve içinden ancak erken parlamento seçimleriyle çıkabileceğini söyledi.
  • Karadağ Radyo Televizyonunda Zooming programında, Hükümetin kurulmasının yaklaşık üç ay sürdüğünü ve yeni bir hükümet kurmanın zor olduğunun ilk başta teyit edildiğini söyledi.
  • Bojoviç, “Onları bir araya getirdikten sonra, altı aydır olağanüstü derecede beceriksiz bir hükümete, açıkça bu pozisyona girmiş bir başbakana ve Karadağ’ın ihtiyaçlarına kesinlikle uymayan bir bakanlık görevine katılıyoruz.” dedi.

Kaynak: Mina News

Tarih: 31.05.2021

 

Karadağ Hükümetinin Sırp Kilisesi ile Tartışması Yeniden Patladı

  • Sırp Ortodoks Kilisesi ve Sırp yanlısı Demokratik Cephe partisi, Karadağ Başbakanı Zdravko Krivokapiç’i ülkedeki en büyük dini yapı olan kiliseyle anlaşma imzalamaktan kaçınmakla suçladı.
  • Ülkenin iktidar koalisyonunun bir parçası olan Sırp yanlısı Demokratik Cephe’nin liderlerinden Andrija Mandiç, Pazartesi günü Başbakan Zdravko Krivokapiç’i hükümet ile Sırp Ortodoks Kilisesi arasında bir tartışmanın yeniden alevlenmesi üzerine görüşmeye çağırdı.
  • Mandiç medyaya verdiği demeçte, iktidar çoğunluğu içinde konuşulması gerektiğini dile getirdi. “Bu hükümet ve başbakanı Sırp Ortodoks Kilisesi’ne verilen sözleri veya beklentilerimizi yerine getirmedi ve bize güvenmiyorlar.’’

Tarih: 31.05.2021

Kaynak: Balkan Insight

 

Türkiye Cumhuriyeti, Karadağ Ticaret Protokolünü Onayladı

  • Karadağ Hükümeti, 1 Haziran 2021 tarihinde gerçekleştirilen 26. oturumunda, Karadağ ile Türkiye Cumhuriyeti Arasındaki Protokolün ve Serbest Ticaret Anlaşmasının Onaylanması Hakkında Kanun Tasarısı ile Karadağ ile Türkiye Cumhuriyeti Arasındaki Serbest Ticaret Anlaşmasının Hizmet Ticaretine İlişkin Protokol III’ü onayladı.
  • Onlara göre, önerilen yasa, tarım ürünleri ticaretinde düşük derecede karşılıklı serbestleşme ve hizmet ticaretinde fayda eksikliği sorununu çözmelidir. Görüşmede, serbestleşmenin tarım ve hizmet sektöründe yabancı yatırımcıların Karadağ’a gelişini de etkileyeceği belirtildi.
  • Düzenlemelerin uygulanmasının, sınır ötesi hizmet sunumu, ticari mevcudiyet veya gerçek kişilerin ticari amaçlarla geçici giriş ve kalışları yoluyla Karadağ hizmetlerinin CEFTA taraflarının pazarına yerleştirilmesini sağlayacağını da ekliyorlar.

Tarih: 2.06.2021

Kaynak: CDM

Kosova

Lajcak ve Palmer Kosova’da

  • AB’nin Sırbistan-Kosova Diyaloğu Özel Elçisi Miroslav Lajcak ve ABD’nin Batı Balkanlar Özel Temsilcisi Matthew Palmer Priştine’de ortak bir basın toplantısı düzenledi.
  • Lajcak, Kosova ile Sırbistan arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesinde ilerleme sağlanacağını umduğunu söylerken, Palmer diyalog sürecine güçlü desteği yineledi.
  • Lajcak aynı zamanda, ziyaretin ana amacının Kosova Başbakanı Albin Kurti ile Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic arasında yakında Brüksel’de yapılacak ilk görüşmeye hazırlanmak olduğunu söyledi.

Kaynak: Aljazeera

Tarih: 01.06.2021

 

Yunanistan’ın Tanıma Kararı

  • İki ülke arasındaki ekonomik ve ticari iş birliğinin derinleşmesi ve Nikos Dendias’ın Kosova’yı ziyaret edeceğini duyurması gibi hamleler, Yunanistan’ın Kosova’nın bağımsızlığını tanımaya yaklaşması olarak görülmüştü.
  • Fakat Priştine ve Atina arasındaki iş birliğine rağmen, Yunanistan’ın Kosova’nın bağımsızlığına yönelik tutumu değişmedi.
  • Yunanistan Dışişleri Bakanlığı yapmış olduğu açıklamada, “Bildiğiniz gibi Yunanistan Kosova’yı tanımıyor ve konumu değişmedi” dedi.
  • Buna rağmen Bakanlık, Atina’nın Priştine’ye karşı yapıcı bir yaklaşım izlediğini ve Kosova’yı çeşitli alanlarda desteklediğini söyledi.

Kaynak: Ibna

Tarih: 02.06.2021

 

Sırbistan

Vucic: Batı, Sırbistan’ın Kosova’yı Tanımasını Açıkça Talep Etmekten Artık Utanmıyor

  • Batı, artık Sırbistan’dan Kosova’nın tanınmasına yönelik taleplerini düzgün bir şekilde kamufle etmeye çalışmıyor.
  • “Ülkemiz zor günler yaşıyor, durum kolay değil ama şikayet etmiyorum, çok zor dönemlerden geçtik ve bunlardan birini tekrar yaşamaya hazırlanıyoruz”
  • Sırp medyasının, Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic’in Kosova Başbakanı ile yapacağı görüşmenin Haziran ortasında gerçekleşeceğini bildirdiğini hatırlayın. 1 ve 2 Haziran tarihlerinde, Belgrad ile Priştine arasındaki müzakerelerden sorumlu AB Özel Temsilcisi Miroslav Lajcak ve ABD Yönetiminin Balkanlar Temsilcisi Matthew Palmer, Priştine ve Belgrad’ı ziyaret etti.

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 02.06.2021

 

Rusya Savunma Bakanlığı Sırbistan ile İş Birliği Geliştirecek -Şoygu

  • Rusya Savunma Bakanlığı, Sırbistan ile Rusya Federasyonu arasındaki askeri ve askeri-teknik alanda işbirliğinin kazanılan gelişme hızını güçlendirmeyi amaçlıyor. Rusya Federasyonu Savunma Bakanı Sergey Şoygu, 2 Haziran’da Moskova’da Sırbistan Ulusal Meclisi başkanı Ivica Dacic ile yaptığı toplantıda söyledi.
  • “Bugün askeri ve askeri-teknik işbirliğimizi aktif olarak geliştiriyoruz. Ortak tatbikatlar yapılıyor. Sırp subaylar, yüksek öğrenim kurumlarımızda eğitilmekte ve yetiştirilmektedir. Bu uygulamayı yaygınlaştırmayı amaçlıyoruz.” dedi.
  • “Hem Rusya’da hem de Sırp topraklarında yapılacak tatbikatların da bir o kadar başarılı olacağını düşünüyorum.” dedi.
  • Sırp parlamentosu başkanı Ivica Dacic, zor zamanlarda yardım ve destekleri için Rus halkına şükranlarını dile getirdi ve ülkeler arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine yaptığı katkılardan dolayı Rusya Federasyonu Savunma Bakanı’na teşekkür etti.
  • “Sırbistan’da her zaman, Sergey Şoygu’nun siyasi faaliyetinin en başından beri Sırp halkının en büyük dostlarından biri olan bir kişi olduğunu vurgularım. Bunun kanıtı, Sırbistan’ın zor zamanlar geçirdiği, Sırbistan’ın bombalandığı, eski Yugoslavya topraklarında savaşların olduğu, halkımızın çok zor günler geçirdiği zamanlar da yardım etmiştir.” dedi.

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 02.06.2021

Yunanistan

Yunanistan  Başbakanı Kyriakos Miçotakis ve Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu  Arasındaki  ‘Olumlu Gündem’ Görüşmesini Sonuçlandırıldı

  • Üst düzey hükümet kaynakları, Başbakan Kyriakos Miçotakis ile Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu arasındaki görüşmenin, başta ekonomik işbirliği olmak üzere, “Yunan-Türk ilişkilerinde olumlu bir gündem oluşturmaya yönelik karşılıklı iradeyi gösterdiğini” söyledi.

Kaynak : Greek City Times

Tarih : 31.05.2021

 

Ulusal Savunma Bakanı Nikos Panagiotopoulos, NATO Savunma Bakanlarının E-Toplantısına Katıldı

  • Ulusal Savunma Bakanı Nikos Panagiotopoulos, 1 Hazirn Salı günü NATO savunma bakanlarının düzenlediği bir video konferansa katıldı.Yunan bakan meslektaşlarıyla, Yunanistan’ın yeni nesil operasyonel planlamayı uygularken desteklediğini ve Güney Avrupalı müttefiklerin terörizm ve kitlesel göç akınları gibi endişelerini ele aldığı NATO 2030 gündemini tartıştı.
  • Panagiotopoulos’un, Yunanistan’ın Müttefik yakıt dağıtım sistemini NATO’nun doğu kanadı boyunca genişletme olasılığına verdiği desteğin de altını çizdiği bildiriliyor.Bakanlar ayrıca, 14 Haziran’da NATO’nun Brüksel karargahında yapılacak olan ve terör tehdidi, siber saldırılar, yıkıcı teknolojilerin ortaya çıkışı ve iklim değişikliğinin güvenlik üzerindeki etkilerini incelemesi beklenen Müttefik Liderler Zirvesi’ni de görüştüler.

Kaynak : Atina Makedon Haber Ajansı

Tarih : 1.06.2021

 

Dış Aktörler

AB ve ABD, Kosova-Sırbistan Diyalogunda “Yeni Dinamikler” İçin Zorluyor

  • Brüksel ve Washington, ilişkilerin normalleşmesi için durmuş Kosova-Sırbistan diyaloğunu canlandırma çabalarını sürdürmeye devam ediyor. Avrupa Birliği ve ABD’nin AB arabuluculuğundaki diyalog elçileri Miroslav Lajcak ve Matthew Palmer, iki ülke arasındaki anlaşmazlığı çözmek için ortak bir çaba göstermek amacıyla Priştine’de liderlerle bir araya geldi.
  • Görüşme sonrası yapılan açıklamada Lajcak, “Buraya her geldiğimde AB ve ABD arasındaki işbirliğinin kalitesi hakkında sorular alıyorum ve her zaman işbirliğimizin mükemmel olduğunu ve daha iyi olamayacağını söylüyorum. Bu işbirliğinin en iyi göstergesi Matthew Palmer’ın burada olmasıdır” ifadelerini kullandı.
  • Palmer ise “ABD, Kosova ile Sırbistan arasındaki diyaloğu güçlü bir şekilde destekliyor. Ancak diyaloğun parametreleri üzerinde anlaşmak tarafların inisiyatifindedir. Biz karşılıklı tanımanın doğru yol olduğuna inanmaya devam ediyoruz” diyerek ABD’nin anlaşmazlığı çözmek için “karşılıklı tanımanın doğru yol olduğuna” inanmaya devam ettiğini de sözlerine ekledi.

Kaynak: Balkan Insight

Tarih: 01.06.2021

 

Rusya’dan Sırbistan’a Kosova Güvencesi

  • Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Sırbistan Meclis Başkanı Ivica Dacic ile Moskova’da bir görüşme gerçekleştirdi. Görüşmede Lavrov, Daçiç ile bölgesel konuların yanı sıra Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile ABD Başkanı Joe Biden’ın Cenevre’de yapacakları görüşme ile ilgili konuları masaya yatırdı.
  • Lavrov’un, Rusya’nın Sırbistan’ın toprak bütünlüğü ve egemenliğinin savunulmasına destek olmaya devam edeceğini ve Kosova konusunda Sırbistan’n kabul edeceği bir çözümün Rusya için de uygun olacağını söylediği ifade edildi.
  • Sırbistan Meclisi tarafından yayınlanan açıklamaya göre resmi bir ziyaret için Rusya’da bulunan Daçiç, parlamentolar arası iş birliği ve münasebetlerin ülkeler arası ilişkilerin geliştirilmesinde önemli rolü olduğunu belirtti.

Kaynak: Balkan News

Tarih: 01.06.2021

 

Türkiye Son 5 Ayda Yunanistan Unsurlarınca Geri İtilen 3 Bin 763 Sığınmacıyı Kurtardı

  • Türk Sahil Güvenlik Komutanlığı ekipleri, Ocak’ta 169, Şubat’ta 524, Mart’ta 825, Nisan’da 1620, Mayıs’ta 625 sığınmacıyı karaya çıkardı.
  • Çocuklar ve kadınların da aralarında bulunduğu ve kapasitesinin çok üzerindeki bot, can salları ve teknelere binip Ege Denizi’ne açılan sığınmacılar, Yunanistan unsurlarına yakalandıktan sonra kötü muamelelere maruz kalıyor.
  • Değerli eşyaları, yiyecek, içecekleri alındıktan sonra motorları sökülen teknelerle Türk kara sularına geri itilen sığınmacılar, adeta ölüme terk ediliyor.
  • Sahil Güvenlik Komutanlığının internet sitesindeki verilere göre, Yunanistan unsurlarının 2021 yılı ocak-mayıs döneminde geri ittiği 3 bin 763 sığınmacı Sahil Güvenlik ekiplerince kurtarıldı.

Tarih: 01.05.2021

Kaynak: Time Balkan

 

Von Der Leyen’den Vize Muafiyetine Destek

  • Kosova Cumhurbaşkanı Vjosa Osmani, Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula Von Der Leyen’den bir mektup aldı. Mektupta, Batı Balkanlar için güvenilebilir AB perspektifinin, Avrupa Komisyonu’nun önceliği olmaya devam ettiği belirtildi. Mektupta ayrıca AB ile ilişkileri derinleştirilmesi ve iş birliği beklentilerine de vurgu yapıldı.
  • Reformların ve diyalog sürecinin öneminin de altını çizen Von Der Leyen, Kosova vatandaşlarına yönelik vize uygulamasının kaldırılmasının önemini vurgulayarak, Avrupa Komisyonu’nun AB’nin Kosova vatandaşlarına vize muafiyeti  konusunda olumlu bir karar alınmasına destek verdi.

Kaynak: Kosovaport

Tarih: 02.06.2021

 

AB, Hırvatistan’dan Geri İtmelere Karşı Göçmenlerin Temel Haklarını Korumasını İstiyor

  • Avrupa Birliği’nin (AB) İçişlerinden Sorumlu Üyesi Ylva Johansson, Hırvatistan’ın, Birliğin sınırlarını korurken göçmenlerin temel haklarını ihlal etmemesi gerektiğini söyledi.
  • Üye ülkelerin, Schengen bölgesine hukuksuz girişleri engellerken, temel hakları koruyabilmesinin önemini vurgulayan Johansson, “Hırvatistan Başbakanı ile bu konuda yakın zamanda iyi bir görüşme gerçekleştirdim. O, ülkesinin AB’nin sınırlarını ve temel hakları korurken denge gütmesi gerekliliğine çok bağlı.” diye konuştu.
  • Düzensiz göçmenlerin geçiş rotası üzerinde yer alan Hırvatistan’ın, “AB’nin dış sınırlarını koruduğu” gerekçesiyle özellikle Bosna Hersek üzerinden gelenlere şiddet uygulaması, özel eşyalarına el koyması ve iltica hakkı tanımaksızın geri itmesi gibi hak ihlalleri bir süredir gündemi meşgul ediyor.

Tarih: 02.05.2021

Kaynak: Time Balkan

 

TUİÇ Balkan Stajyerleri: Elifnur Ayhan, Melisa Agoviç, Dilek Keçeci, Ece Sumru Güvemli, Hilal Yel, İleyna Savuk, Rümeysa Güner, Şamil Orhan, Didem Şimşek, Aybüke Koçak ve Hatice Deniz Hızal

 

 

 

Türk Solundan Kopuş: Devrimci Doğu Kültür Ocakları

Özet

Türkiye’de 1969-1971 arası faaliyet gösteren Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) siyasal ayrışma bakımından önemli bir dönüm noktasıdır. DDKO’nun kurulması siyaseten Kürt kimliğinin ön plana çıkarılması açısından önem arz ediyordu. Bu çalışmada, Türk solundan bir kopuş olarak Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın kurulmasını, gelişimini ve kapatılmasını incelemeye ve Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) başlarda entegre olan Kürt aydınların daha sonrasında niçin TİP’ten ayrıldığı aktarılmaya çalışılmıştır. Türk solundan ilk kopuşun yarattığı atmosfer, Doğu Mitingleri tarafından tetiklenmişti. Ocağın kurulması ve gerçekleşen mitingler ile var olan Kürt meselesi ilk kez toplu olarak dile getirilmiş ve Türk siyasal hayatına eklemlenmişti. Bu makalede Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin ekonomik geri kalmışlığı ve Kürt toplumunun sosyolojik dışlanmaya karşı verdiği mücadeleler incelenmiştir. Ayrıca makalede komşu ülkelerdeki Kürt örgütlerinin faaliyetlerinin ülkeye yansıması, DDKO’nun kapanış süreci ve 1980 sonrası ardına bıraktığı miras araştırılmıştır. Bu çalışmada, özellikle 1974 sonrası kurulan ve DDKO’nun devamı niteliğinde olan Kürt örgütlerin ideolojik altyapıları ve kuruluş süreçlerine yer verilmiştir. Tüm bunlara ek olarak sosyalist Kürtlerin demokratik hak talepleri ve silaha başvurduğu süreç de analiz edilmiştir.

Anahtar Kelimeler: DDKO, Doğu Mitingleri, Türk Solu, Siyasal Kopuş, Kürt Sorunu.

Abstract

Revolutionary Eastern Cultural Center (RECC), which operated in Turkey between 1969 and 1971, are an important turning point in terms of political disintegration. The establishment of the (RECC) was important for highlighting Kurdish identity. This paper is intended to explain why the Kurdish intellectuals who were initially integrated into the Turkish Workers’ Party (TWP) then left it. The atmosphere created by the first break from the Turkish left was triggered by the Eastern Rallies. With the establishment of the quarry and the rallies that took place, for the first time, the existing Kurdish issue was expressed collectively and articulated into Turkish political life. In this article, the economic backwardness of the Eastern and Southeastern Anatolia regions and the struggles of the Kurdish community against sociological exclusion are examined. In addition, the article investigates the reflection of several Kurdish organizations’ activities in neighbouring countries, the closing process of (RECC) and its legacy after 1980. In particular, the ideological infrastructures and establishment processes of the Kurdish organizations, which are the continuation of (RECC) established after 1974, are included. Moreover, the democratic claims of socialist Kurds and the process of armed struggle are analyzed.

Keywords: (RECC), Eastern Rallies, Turkish Left, Political Separation, Kurdish Question.

Giriş

Kürt Siyasi Hareketi’nin ilk legal örgütlenmesi olarak kabul edilen Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) Kürt aydınları tarafından kurulan bir dernektir. Türkiye İşçi Partisi’nin politika üretiminde fikir ayrılıkları yaşanmış ve ardından “Kürt ulusal kimliği” yeniden tartışmaya açılmıştır. Bu siyasi oluşumun filizlenmesinde Doğu Mitingleri önemli bir yer teşkil etmektedir. DDKO, “Kürt Sorunu” kavramının ortaya atılması ve bu sorunun dile getirilmesinde öncü bir rol izlemiştir. 

1. Türkiye İşçi Partisi ve Kürt Siyasi Hareketi

Türkiye Cumhuriyeti’nde 1950’li ve 1960’lı yıllar kırdan kente ve doğudan batıya göçün yoğun olduğu yıllardı. 1960’larda Türkiye İşçi Partisi (TİP)’le beraber oluşan sosyalist dalga mevcut süregelmişti. TİP, göçlerle beraber oluşan küçük-burjuva kentli Kürt aydınların da siyasal bir zemin bulma kapısıydı. TİP’teki çoğu milletvekili sosyalist devrimle Kürt sorununun otomatik olarak çözüleceğini savunuyordu. Çünkü demokrasi “üst yapısal” bir olguydu ve Marx “alt yapının” belirleyici olduğunu belirtiyordu (Heywood, 2006, s. 31). Fakat siyasal mücadelelerini TİP’te sürdüren Kürt aydınlara göre “Doğu Sorunu” başlı başına bir kavramdı ve onlar için sosyalizm vurgusu yeterli değildi (Elçik, 2007). TİP’in 1966 Kongresiyle Milli Demokratik Devrimciler ayrışması oldu ve bununla beraber “ordu sempatizanlığı” gelmiştir. MDD’ciler “ordu-millet el ele” demese de genç subay-proleter halk bütünleşmesine sıcak bakıyorlardı. Kürtler, devlet-ordu mekanizmasına cumhuriyet tarihinden beri bir korkuyla bakma eğilimi içerisindeydiler. Bu olgunun Kürtleri kopuşa iten hızlandırıcı etkenlerden biri olduğu söylenebilir. Ayrıca TİP içinde Mehmet Ali Aybar ile Behice Boran kanadı arasında bir tartışma vardı. Aybar’ın “güler yüzlü sosyalizm” veya “hürriyetçi sosyalizm” ideolojisi Kürtlere de ılımlı yaklaşılmasını gerektiren düşünceleri içeriyordu (Zana, 2007, ss. 104-107). Aybar’ın şu konuşması dikkate değerdir:

“Doğu ve Güneydoğu illeri bir mahrumiyet bölgesi olmaktan kurtarılmalıdır. Şimdiye kadar ihmal edildiklerini de göz önünde bulundurarak okulun, fabrikanın, hastanenin, kütüphanenin, tiyatronun, yolun en çoğu bu illerde açılmalıdır. Memurun en iyisi, en insancılı ve yurtseveri bu illere gönderilmelidir. Ta ki, bu vatandaşlarımız anayurdun öz evlatları olduklarını kalplerinde duysunlar ve iç ve dış düşmanların kışkırtmasına kapılmasınlar. Bu meselenin başka bir çözüm yolu yoktur” (Ekinci, 2010, s. 17-18).

Burada esasında değinilmesi gereken bir diğer nokta şudur: Kürt ulusal hareketinin emperyalizmle iş birliğini önlemek TİP’li yöneticilerin düşünceleri idi. Bölgecilik, bölücülük sosyalizmle bağdaşmıyordu. TİP, 1964’te İzmir’de toplanan 1. Kongresi’nde “Vatandaşa Neler Getireceğiz” başlığı altında “Doğu Sorunu”nu üç alt başlığa ayırıyordu: Genel, ekonomik ve geri kalmışlık olarak. Arapça ve Kürtçe konuşan halkların ayrımcılığa uğradığı belirtilirken; Türkiye’nin ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bir bütün olduğu açıkça ifade ediliyordu (Akkurt, 2019, s. 326). “Millet” vurgusu ise TİP’in “ulusalcı” damarının göz ardı edilmemesi gerektiği şeklinde okunabilir.

TİP’teki tartışmaların Aybar’ın yenilgisiyle sonuçlanması Kürtlerin siyasal ayrışmasında bir diğer tetikleyici unsur olmuştur. Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın tohumları böyle bir atmosferde yeşermiştir. DDKO önce Ankara’da kurulmuş ardından İstanbul DDKO’su onu takip etmiştir. Yerel diye nitelendirilen Doğu Anadolu illerindeki yapılanmalar da aktif olmuştur. Ancak DDKO, federasyon biçiminde örgütlenen bir dernek değildi çünkü olası bir kapatılma durumunda toplu tasfiyeye uğramak istemiyorlardı (Kotan, 2007, s. 90). 12 Mart Muhtırası, “Kürt siyasi hareketinin” bu manevrasını savuşturabilmiş fakat aynı zamanda DDKO’nun filizlenmesinde ve Kürtlerin siyasallaşma sürecinin fitillenmesinde ise Doğu Mitingleri başat rol oynamıştır.

2. Doğu Mitingleri

Doğu Mitingleri Türkiye’de bulunan Kürtlerin, Cumhuriyet’in ilanından sonra demokratik bir çerçevede gerçekleştirdiği ilk kültürel hak arama hareketleri idi. Doğu Mitingleri ismi ile anılan kitlesel açık hava protestoları Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP) ve Türkiye İşçi Partisi’nin önde gelen isimlerin katılımı ile Siverek, Silvan, Tunceli, Diyarbakır, Ankara, Erzurum, Ağrı ve Batman’da düzenlenmişti. Bu illerin bir kısmında mitinglerin yöneticileri, illegal bir oluşum olan TKDP’nin tanınmış üyeleriydi, diğer mitinglere ise TİP’in yöneticileri yön veriyordu. Mitinglerdeki konuşmalar sırasında bazen TİP ve TKDP arasında çekişme yaratacak söylevler oluyordu. Bunun sebebi mitingler basın ile topluma yansıtılırken legal bir parti olan TİP’in ön plana çıkarılmasıydı (Şemikanli, 2006, ss. 79- 80).

Doğu Mitingleri tarihsel açıdan bakıldığında ikiye ayrılmaktadır; Birinci Doğu Mitingleri olarak adlandırılan protestolar 1967 yılının Ağustos ve Kasım ayları arasında yapılmış, ikinci Doğu Mitingleri ise 1969 yılının Nisan ve Eylül ayları arasında yapılmıştı. Mitinglerde konu edinilen ana görüş Doğu’nun geri kalmışlığı idi. O dönemki Türkiye’de Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri, devlet tarafından ihmal edilmiş durumdaydı. Bunun sonucu olarak Batı ve Doğu arasında gelişmişlik ve yaşam standartları arasındaki fark açılmıştı. Bahsedilen farklar elbette ekonomik dengesizliği de beraberinde getirmişti, yani o dönemde Doğu’nun aleyhine bir ortam söz konusu idi. Devletin Doğu ve Güneydoğu’yu ihmal etmesi Kürt halkının çoğunluğunun o bölgelerde yaşaması şeklinde yorumlanabilir. Aslında bu durumun farkına varan Kürt toplumunun kendi haklarını savunmak için Kürtlük ulusal bilinci etrafında birleşmesi sonucu mitingler gerçekleşmişti. Hatta her ne kadar protestolara TİP yöneticileri öncülük etse de bazı sağcı olduğu bilinen ağaların katılımı da mevcut idi. Yani hareketlerin merkezinde esas olarak Kürt ulusalcılığı düşüncesi vardı fakat buna ek olarak diğer bölgeler kadar gelişmemiş olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki yoksulluk durumu da protestoların gerçekleşmesinde etkili olmuştu. Bahsedilen Doğu aleyhinde gelişen eşitsizliğe örnek vermek gerekir ise; 1967’de Türkiye’nin genel şehirleşme oranı %28,3 iken, Doğu’da bu oran %17,2’ydi. Yine ülkede bulunan 1981 bankanın yalnızca %9,04’ü Türkiye’nin doğu coğrafyasındaydı (Beşikçi, 1967, s. 21). Mitinglerin yapılmasında başka etmenler de mevcut idi. Örneğin, TBMM’de Niğde Milletvekili olan CHP’li Asım Eren’in Kerkük’te katledilen Türkler hakkında meclise soru önergesinde bulunması Kürt kesimini rahatsız etmişti. Eren’in bu önerisi Türkiye’deki Kürtlere misillemede bulunulması gerektiği fikrini de içeriyordu. Ayrıca Irak’ta bulunan Barzani hareketinin etkileri de kendisini Türkiye’de göstermişti. Yine Nihal Atsız’ın Ötüken adlı dergide yayınlanan Kürtler hakkındaki olumsuz yazıları da büyük tepkiler toplamıştı (Karadoğan, 2006, ss. 260-261).

Tüm bunlara ek olarak Doğu Mitinglerinde atılan sloganlar, aslında mitinglerin hedeflerinin ne olduğunu da gözler önüne seriyordu. Örneğin: “Batıya medeniyet, Doğuya cehalet, neden?” sloganında vurgulanmak istenen Türkiye’nin doğusundaki eğitimin geri kalmışlığıydı. “Karakol değil, okul istiyoruz” sloganı ise yine eğitim eşitsizliğinden yakınmaktaydı. Ayrıca devletin bölgeye çok sayıda karakol inşa etmesi, o coğrafyada yaşayan kesime duyduğu güvensizlik durumunun da bir belirtisiydi. Doğu mitinglerindeki bu slogan devletin aşırı güvenlikleştirme politikalarına karşı atılmıştı. Güvenlikleştirme, devletin siyasal bir olguyu pireyi deve yaparmışçasına fazla realist algılaması ve ona göre politika gütmesi olarak yorumlanabilir. Yani güvenlikleştirme ‘siyasal olan’ın güvenlik gündemi içinde tartışılmasıdır (Nebi, 2011, s. 348). Ayrıca Kürtler mitinglerde, “Bu vatan bizim” ve “Doğu sürgünlerin yatağı değildir” söylemlerinde de bulunmuştu. Bu noktada Kürt toplumunun Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları tarafından sürgün olarak algılanan bir coğrafyada yaşadığı görülüyor. Bu durum elbette bir sosyal inşa mevzusudur ve düşünsel olarak o toprakların geri kalmışlığı halklar üzerine empoze edilmiştir. Bir diğer göze çarpan slogan “Bölücülük değil eşitlik istiyoruz” idi (Çobanoğlu, 2012). Burada; Kürtlerin hayatlarını idame ettirdikleri toprakların Türkiye’nin bir parçası olduğu belirtiliyor ve bu sebeple de eşit şartların istendiği görülüyordu.

Doğu Mitingleri daha sonradan kurulacak olan Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın ve sol örgütlenmelerin bir nevi önünü açmıştı. Bu sebeple Doğu Mitingleri, Kürt siyasal hareketinin başlangıcı niteliğindedir ve Türk siyasal yaşamında önemli bir yer teşkil etmektedir.

3. Komşu Ülkelerdeki Kürt Kimliğini Savunan Faaliyetler

Küçük burjuva solu ve illegal bir örgütlenme olan milliyetçi TKDP (Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi)’nin “ortak çatısı” DDKO olmuştur (Doğanoğlu, 2016, s. 944). Kürt milliyetçisi ve sosyalist oluşumların bu çeşit bir ortak paydada buluşması Kürt sorununun boyutunu gözler önüne sermekteydi. Milliyetçi ve sosyalist yapılanmaların Türkiye özelinde incelendiğinde birbirlerine bu kadar zıt görüşler olması bu birleşme hakkındaki analizi doğrulayıcı niteliktedir.

Esasen komşu coğrafyalarda Baas gibi bir örnek vardı. Arap milliyetçiliği ile sosyalizmin harmanlandığı bir ideoloji söz konusuydu. Bu durum ele alınan konuya tam bir benzerlik göstermese de anlamlandırmak için iyi bir örnek teşkil edecektir. Farklılığı oluşturan temel olgu Kürtlerin kendilerini resmi anlamda olmasa da “azınlık” hissetmeleri idi. Bu da milliyetçiliğin tanımını yeniden yapılandırmayı gerekli kılıyordu. Bu noktada mikro-milliyetçilik kavramı devreye girmektedir; bir diğer deyişle hâkim kültürü reddeden bir etnik milliyetçilik. Aslında bu harekete, Kürt sosyalizmi de denebilir çünkü ‘enternasyonalist’ kisvesi altına bürünen Kürt bir siyasi hareket mevcuttu. Dolayısıyla kendilerini ancak “daha az zararlı” gördüğü bir kalkanın arkasına sığınma ihtiyacı hissetmişlerdi çünkü sosyalizm SSCB’den gelen komünizm tehdidinden dolayı milliyetçilikten daha tehlikeli görülüyordu.

SSCB’den ülkesi Irak’a dönen Mesut Barzani’nin öncülüğündeki Kürt ulusal hareketi daha da büyük bir tehdit olarak Türkiye tarihine işlemiştir. 1958’de General Abdülkasım darbesi yapıldıktan sonra Molla Mustafa Barzani memleketine dönmüştü. Hükümet tarafından Kürtlere verilen özerklik sözü yerine getirilmeyince Barzani öncülüğündeki Kürt ulusalcılığı faaliyetleri iyice artmıştı. Bu durum Türkiye’deki siyasal Kürtçü oluşumlara bir nevi katalizör etkisi yaratmıştı. Cesaretlenen Kürt öğrenciler Marksist-Leninist çizgiyi revize edip Fikir Kulüpleri Federasyonu gibi bir öğrenci hareketi olan Kürt Talebe Cemiyeti’ni kurmuştu. Bu cemiyetin kurulmasında Iraklı Kürt öğrencilerin katkısı büyüktü. Yine Barzani hareketinin bir kolu olarak Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi kurulmuştu. 1975 yılında ise Kürdistan Demokrat Partisi bölünmüştü. Kendilerini daha çok sosyalist bloka ait hissedenler Celal Talabani önderliğinde ‘Kürdistan Yurtseverler Birliği’ni kurmuşlar ve Barzani hareketinden kopmuşlardı.

4. Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın Kapanması

DDKO’lar 12 Mart 1971 Muhtırasının üzerinden uzun bir süre geçmeden, 26 Nisan 1971’de kapatılmış ve başında bulunan yöneticilerin çoğu tutuklanmıştı. DDKO’nun tutuklanan yöneticileri dönemin siyasi Kürtçüleri olarak adlandırılan kişilerin gönderildiği cezaevi olan Diyarbakır cezaevine yollanmıştı. Tutukluların 15 yıla varacak kadar ağır cezalarla çarptırılması talep edilmiştir (Özer, 2010, s. 580). DDKO yürüttüğü faaliyetler sırasında görece daha Kürtçü tavır takınırken, 1971 sonrası dava dosyalarında kendilerini Kürtçü olmaktan çok sosyalist olarak tanımlamıştı. DDKO’nun mahkemedeki Sosyalist enternasyonalist vurgusu bir stratejik hamle olarak göze çarpmaktaydı (Doğanoğlu, 2016, s. 953). Doğu mitinglerinde kullanılan sloganlardan bir diğeri de şuydu: “Faşizme ve emperyalizme karşı savaşan bütün halklar ve yiğit halklarla beraberiz” (Çobanoğlu, 2012). Bu sloganın analizi yapılacak olursa; Kürt siyasal hareketinin enternasyonalist boyutu görülebilir. Kürtlerin bu tutumları yalnızca Türkiye İşçi Partisi’nde örgütlenmelerine bağlanamazdı. Hareket başlı başına bir enternasyonalist nitelik taşımaktaydı. Kürt halkının, diğer yiğit halklarla omuz omuza emperyalizme karşı dövüşmeye hazır olduklarını dile getirmeleri sosyalizmle özdeşleştirilebilirdi. Ancak “halklar” vurgusu ulus-devletin modernist ideolojisine ters idi ve bu hareketin bölücü olarak adlandırılmasına sebep oldu. Kürtlerin siyasal faaliyetlerinin bölücü olarak algılanmasının yarattığı tehlike sonucu 1971 Muhtırası, bir demir yumruk misali bu hareketin önünü kesmişti. Bu da PKK silahlı terör örgütünün oluşmasına zemin hazırlamıştı.

5. DDKO’ların Ardında Bıraktığı Siyasi Miras

12 Mart 1971 sonrası Kürt siyasal hareketleri ile öncekiler arasında farklılıklar vardı. En önemli fark ise 12 Mart Muhtırasından önce Kürtçülüğü savunan kesimler küçük görüş ayrıklıkları olsa da ortak hareket edebiliyorlardı. Bunun en büyük kanıtı da Doğu Mitingleri ve DDKO’nun içerisinde ortak amaç uğruna bir araya gelen Kürt halkı idi. Mitinglerde ve kültür ocaklarında birleşen Kürtler her ne kadar farklı siyasal görüşe sahip olursa olsun aynı çatı altında toplanabilmişlerdi. Tutuklanmalar ve özellikle Diyarbakır Cezaevi süreci Kürtlerin siyasi görüş olarak birbirlerinden ayrı düşmeye başladıkları zamanlardı (Kısacık, 2010, s. 8). Cezaevinde ortaya çıkmaya başlayan Kürt siyasetindeki ayrışmalar, aynı zamanda Kürtlerin kendilerine özgü siyasal görüşlerini geliştirdiği bir siyasal dönüşüm süreci olmuştu. Ayrıca tutuklu bulunan ve aynı görüşe sahip olanlar için de ortak hareket etmek önemliydi. Bu sebeple Diyarbakır Cezaevinde farklı siyasi çizgide olan komünler oluşturulmuştu. Oluşturulan komünlerin amacı daha kolay bir hayat sürdürmek ve cezaevinde bulunan yönetimine karşı daha güçlü bir tutum sergilemekti. Komünlerden ilki ve en büyüğü Ocak Komünüydü, bu komün aynı zamanda daha sonradan ortaya çıkacak olan Rizgari çizgisinin öncüsüydü (Çal-Ünlü, 2014, s. 113).

Bülent Ecevit’in Cumhuriyet Halk Partisi’nin ve Necmettin Erbakan’ın Milli Selamet Partisi’nin hükümette bulunduğu dönemde, 1974 yılında çıkarılan af ile birlikte cezaevinde tutuklu bulunanlar serbest bırakılmışlardı. Aftan sonra cezaevi süreci sone erdiğinde Kürt siyasal hareketi DDKO’nun sosyalist yolundan devam edecek fakat Türk sosyalist faaliyetlerinden ayrı örgütlenecekti. 1974 sonrası DDKO içerisinden gelen Kürtler yeniden siyasette aktif rol almaya başlayacaklardı. Amaçları ilk olarak, aynı hedefe sahip olan tüm devrimci ve ilerici Kürtleri aynı çatı altında toplamaktı. Bu sebeple DDKO’ya benzer isimde olan Devrimci Doğu Kültür Dernekleri (DDKD) oluşturuldu. 28 Nisan 1974 günü ilk DDKD şubesi Ankara’da açıldı (Buran, 2011, s. 354). Kürt ulusal çıkarlarını sağlamak için DDKD, Türkiye’de bulunan işçi sınıfı ve sosyalistlerden destek alabilmeyi önemli buluyordu. 1978 senesine gelindiğinde 50.000 üyeye sahip 40 DDKD şubesi bulunmaktaydı (Van Bruinessen, 2010, ss. 306-312). Tüm bunların yanı sıra DDKD yöneticileri yasadışı örgütlenmenin gerekliliğini savunmuştu ve Peşeng adlı illegal dergiyi çıkartarak Kürdistan İşçi Partisi’ni kurmuşlardı ancak bu partiyi günümüzde PKK olarak bilinen silahlı terör örgütü ile karıştırmamak gerekmektedir. DDKO’nun mirası niteliğinde olan bir diğer grup da Rizgari’dir. Kelime anlamı olarak “Kurtuluş” anlamına gelen Rizgari ilk olarak “Komal Yayınevi” çevresinde örgütlenmişti. DDKD’nin tersine Türk sosyalist hareketi ile ortak paydada buluşmaya şüpheci bakmış ve Kürt toplumunun kurtuluşunun Kürt proletaryasının emekleri sayesinde gerçekleşebileceğini savunmuşlardır. Fakat Rızgari grubu içerisinde bu proletarya fikrine karşı çıkanlar olmuştur, Kürt coğrafyasındaki işçi sınıfının Sovyetler Birliği’ndeki gibi sosyalist devrime öncülük edecek kadar güçlü olmadığını dile getirmişlerdir. Proletarya öncülüğüne fikrine karşı çıkanlar Rizgari grubundan ayrılarak 1979 senesinde Ala Rizgari (Kurtuluş Bayrağı) ismi ile yeni bir grup kurmuşlardır (Çal-Ünlü, 2014, s. 120). DDKO içinden çıkmış; Mao Zedong ve Çin Komünist Partisi’ne sempati duyan tek örgüt ise KAWA grubudur. KAWA grubunun diğer DDKO temelli gruplardan en büyük farkı silahlı mücadeleyi savunmasıydı.

Sonraları örgüt içinde çıkan Üç Dünya Teorisi¹ tartışmaları sonucunda KAWA grubu bölünecek ve Denge KAWA isimli yeni bir grup ortaya çıkacaktı. Üç Dünya Teorisine karşı çıkanlar ise KAWA Red olarak kendilerini adlandıracaktı. 1978 yılında Çin’in politika değişikliğinden ötürü, Çin-Arnavutluk ayrılığı yaşanmıştı (Çelebi, 2013). KAWA Red ise Enver Hoca ve Arnavutluk Emek Partisi (AEP) çizgisine daha yakındı. Daha sonralarında ise KAWA Red grubu ikiye ayrılacaktı. Bunlardan ilki KAWA- PSŞK (Peşmerge Sore Şoreşa Kürdistan – Kürdistan Devrimci Kızıl Peşmergeleri), ikincisi ise KAWA – KPSK (Komela Partizane Sore Kürdistan – Kürdistan Kızıl Partizanlar Örgütü) idi (Kısacık, 2010, ss. 198-200).

DDKO miraslı diğer gruplar ise Özgürlük Yolu grubu ve Kürdistan Ulusal Kurtuluş Hareketi (KUK)’tur. KUK, Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’nin belirli ölçüde sola kayması sonucu kurulmuştu. KUK örgütü üyeleri, 1980’lere doğru gelinirken PKK ile birlikte silahlı çatışmalara girmişlerdi (Akkaya, 2013). Bahsedilen tüm DDKO kökenli grupları en geniş açıdan sınıflandırmak gerekirse; DDKD sonrasında KİP olarak anılacak olan grubun temeli İstanbul merkezli DDKO’ya dayanıyordu. Rizgari grubuna öncülük eden grup ise Ankara DDKO’su olmuştu. Merkezi olmayan bölgesel DDKO’lar ise KUK, Özgürlük Yolu ve diğer grupların temelini oluşturmuştu (Çal-Ünlü, 2014, s. 121).

1980’ler ve sonrasında Partiye Karkerȇn Kürdistan (PKK) örgütü güç kazanmış ve artık Kürt siyasal hareketini kontrol eden ana grup olmuştu. PKK 1974 sonrası kurulmuş ve DDKO’ların temsil etmeye çalıştığı legal ve demokratik halk faaliyeti anlayışının dışındaydı (Kısacık, 2010, s. 25). DDKO kökenli örgütler 1980 sonrasında varlıklarını sürdürememişlerdi çünkü PKK gibi militan kadroları içeren illegal ve silahlı örgüt yapısını kuramamışlardı. 

Sonuç

Türk siyasal yaşamında önemli bir yer kaplayan Kürt sorununun temelleri, Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın kurulması ile ilişkilendirilebilir. Bu soruna çözüm arayan Kürt halkı, Doğu mitingleri aracılığıyla ilk kez kitlesel bir şekilde seslerini duyurmuşlardı. DDKO bu amaç uğruna kurulmuş ve siyasi faaliyetlerini bu yönde yürütmüştü. Kürt toplumu, Türk soluyla aynı eksende faaliyet göstermekten memnun değildi. Çünkü Doğu ve Güneydoğu bölgesinde ekonomik ve sosyo-kültürel bağlamda “dışlanan” bir toplum mevcut idi. DDKO “Türk Solu”ndan yani Türkiye İşçi Partisinden Kürt ulusal bilincinin oluşması üzerine kopan ilk siyasal Kürtçü hareket olmuştu.

DDKO’nun oluşmasında Barzani hareketinin etkisi de Iraklı Kürt öğrenciler tarafından kurulan Kürt Talebe Cemiyeti’nin ile açıklanabilir zira bu cemiyet DDKO ile sıkı ilişkiler kurmuştu. DDKO’nun 1971 Muhtırası ile kapanmıştı fakat 1974 affı ile serbest kalan ve faaliyetlerini yeniden gerçekleştirmek için fırsat bulan Sosyalist Kürtler; Rizgari, KAWA, KUK benzeri oluşumlarla DDKO mirasını devam ettirmeye çalışmışlardı. 1980 Darbesi ile beraber silahlı terör örgütünün güç kazanması DDKO gibi legal ve demokratik yollar ile hak talep eden cemiyetlerin neredeyse sonunu getirmişti. Kürtlerin Türk solundan kopuşu zamanın şartlarının getirisi olarak okunabilir fakat sonrasında Türkiye’de gerçekleşen darbeler ve muhtıralar Kürt halkı üzerindeki baskıyı arttırmıştır. Kürt sorunu bakımından Türk siyasal hayatı incelendiğinde, DDKO öncülüğündeki demokratik hak arayışları, sorunun çözüme kavuşmasına katkı sağlayabilirdi. Ancak sosyalist Kürtlerin git gide soldan sapması ve silaha başvurması Kürt sorununu daha da içinden çıkılmaz bir hale sokmuştur.

¹Üç Dünya Kuramı, bazı Maoistlerin, üzerinden politika ürettikleri teoridir. Bu teoriye göre ABD’nin temsil ettiği dünya kapitalist emperyalist, SSCB’nin temsil ettiği dünya da sosyal emperyalist olarak tanımlanır. Bunların dışındaki ülkeler ise ezilen ülkelerdir.

Çağlar GÜN

Mustafa Doğukan ÇETİN

Türk Siyasi Hayatı Staj Programı

Kaynakça:

Akkaya, A. H. (2013). Kürt hareketinin örgütlenme süreci olarak 1970’ler. Toplum ve Bilim, (127), 88-120.

Akkurt, M. (2019). 1961-1971 Yılları Arasında Türkiye’de Kürtçülük. Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, (42), 323-340.

Beşikçi, İ. (1967). Doğu Mitingleri’nin Analizi, Ankara: Yurt Kitap.

Buran, Ali. (2011). Bir DDKO’lunun Kürt Yaşamı, İstanbul: Peri Yayınları.

Çal, G. Y., & Ünlü, R. B. T. D. (2014). Kürt Siyasal Hareketinde Devrimci Doğu Kültür Ocakları Deneyimi (1969–1971) (Doctoral dissertation, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi Anabilim Dalı).

Çelebi, E. (2013). Enver Hoca Dönemi Arnavutluk. Erişim Adresi: http://www.arnavut.com/enver-hoca-donemi-arnavutluk/ (Mart, 2021).

Çobanoğlu, F. (2012). Kürtlerde Miting Geleneği. Erişim Adresi: https://www.mardinlife.com/kurtlerde-miting-gelenegi.html (Mart, 2021).

Doğanoğlu, M. (2016). Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) ve siyasal ayrışma. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 71(3), 941-959.

Ekinci, T. Z. (2010). Türkiye İşçi Partisi ve Kürtler. İstanbul: Sosyal Tarih Yayınları.

Elçik, G. (2007). 30 Yıl Önce: Kürtler, Sol ve DDKO. Erişim Adresi: https://bianet.org/bianet/toplum/100522-30-yil-once-kurtler-sol-ve-ddko (Mart, 2021).

Heywood, A. (2006). Siyaset. (Çev. Özipek, B., Şahin, B., Yıldız, M., Kopuzlu., Seçilmişoğlu, B. ve Yayla, A.) Ankara: Liberte.

Karadoğan, Y (2006Kürt Demokratik Mücadelesinde Bir Kilometre Taşı: 1967–1969 Doğu Mitingleri ve Kürt Uyanışı. Bir: Araştırma İnceleme Dergisi, 5, 274-280.

Kısacık R. (2010). KAWA- Denge KAWA – RED KAWA – PSŞK, İstanbul: Ozan Yayıncılık.

Kısacık, R. (2010). Rızgarî ve Ala Rızgarî, İstanbul: Ozan Yayıncılık.

Kotan, M. (2007). Tarihin Karartılması Eylemi Üzerine Somut Bir Örnek: DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları). Bir: Araştırma İnceleme Dergisi, 90.

Küçükşen, K. (2018). Cemil Meriç’e göre milliyetçilik ve birlikte yaşam. Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, (43), 581-595.

Nebi, M. İ. Ş. (2011). Güvenlikleştirme Teorisi ve Siyasal Olanın Güvenlikleştirilmesi. Akademik İncelemeler Dergisi, 6(2), 345-381.

Özer, Ahmet (2010). Beş Büyük Tarihi Kavşakta Kürtler ve Türkler, İstanbul: Hemen Kitap Yayınları.

Şemikanli, N. (2006). Geçmiş olmadan gelecek olmaz. Bir Dergisi: Araştırma İnceleme Dergisi, 5, 79-80.

Van Bruinessen, M. (2010). Kürdistan Üzerine Yazılar, (Çev: Kıraç, N.) (7.baskı), İstanbul: İletişim Yayınları.

Zana, M. (2007). DDKO ji Pêwistîya Doza Kurd Hatin Avakirin. Bir: Araştırma İnceleme Dergisi (6).

 

Kamu Diplomasisi Bağlamında USAID ve TİKA Faaliyetlerinin Karşılaştırması: Kosova Örneği

ÖZET

Bu çalışmada, kamu diplomasisinin ortaya çıkışında ve önem kazanmasında etki eden faktörlerin neler olduğu tarihsel bir yolla anlatılmıştır. Bu tarihsel süreç içerisinde kamu diplomasisi pratiklerinin ABD ve Türkiye özelinde nasıl bir değişime uğradığı ve dönemin hükümetlerinin dış politika hedefleriyle bu uygulamaları nasıl etkilediği ayrı başlıklar altında ifade edilmiştir. Kurumsal çerçevelere yer verilen çalışmada, iki ülke adına kamu diplomasisi alanında bilinirliği fazla olan TİKA ve USAİD kurumları seçilerek bu iki kurumun Kosova ülkesindeki faaliyetlerinin karşılaştırmalı bir analizi yapılmıştır. Bu iki kurumun kamu diplomasisi yaklaşımları ve faaliyetleri kimlik, ekonomi, tarih, dil ve kapsam parametrelerinin dikkate alınmasıyla birlikte incelenmiş ve bir sonuç kısmıyla tamamlanmıştır.

Anahtar Kelimeler: Yumuşak Güç, Kamu Diplomasisi, TİKA, USAİD, Kosova.

ABSTRACT

In this study, the factors that affect the emergence of public diplomacy and its importance are explained through the historical process. In this historical perspective, how the USA’s and Turkey’s public diplomacy practices are transformed and how governments of the time affected these practices with their foreign policy goals, are stated in separate parts. In this study that includes institutional framework, the institutions of these two countries USAID and TIKA that are well known in the field of public diplomacy on behalf of their countries are examined and a comparative analysis of the activities of these two institutions has been made in the case of Kosovo. The approaches and activities of these institutions are examined through the parameters of identity, economy, history, language, and content, and the study is accomplished with the final part.

Keywords: Soft Power, Public Diplomacy, TIKA, USAID, Kosovo.

Giriş

20. yüzyılın ilk yarısında gerçekleşen iki büyük dünya savaşı, insanlık adına kapanması güç yaralar meydana getirmiştir. Bu yaraların boyutu o güne dek kullanılan yöntemlerin değişmesi veya restore edilmesi gerektiği fikrini ortaya çıkarmıştır. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra gerek küresel birliktelikler gerekse bölgesel işbirlikleri sayesinde uluslararası ilişkiler kavramı “barış içinde bir düzen kurmak” adına daha çok üzerinde durulan bir kavram haline gelmiştir. Uluslararası ilişkilerin önem kazanmaya başlaması, bu kavrama ilişkin yeni önermeleri ve politikaları da beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda, devletler dış politikalarını daha ihtiyatlı bir şekilde uygulamaya çalışmışlardır. Ülkeler arasında barış ortamının istikrarının ve dostane ilişkilerin sürdürebilmesi için devletlerin iki taraflı veya çok taraflı işbirliklerine gereksinimi dikkate değer bir boyutta artmıştır. Gerekli görülen bu işbirlikleri ise karşılıklı ekonomik faydanın yanı sıra sosyal ve kültürel alanlara da belirli bir ilgiyi ve ihtiyacı gün yüzüne çıkarılmıştır. Bu ilgi ve ihtiyacın zeminin doğrudan halkın düşünce ve uyumunu da esas kılmakta olduğunu söylemek mümkündür.

Askeri ve ekonomik dominasyonun ülkeler arasındaki tek üstünlük aracı olmadığını fark eden devletler, yönünü davranış ve karar değiştirici yumuşak güç unsurlarına çevirmişlerdir (Nye, 1990). Yumuşak güç, bir ülkenin kültürünün, siyasi değerlerinin ve dış politikalarının cazibesinden kaynaklanmaktadır. Askeri güç tehdidi ve ekonomik yaptırımların yanı sıra dünya kamuoyunda gündeme belirleyebilmek ve diğer aktörlerin istenilen çıkarlar dâhilinde hareket etmesini sağlayabilmek, yumuşak güç açısından önemli hale gelmiştir (Akçadağ, 2010). Bir ülkenin kültürü, evrensel değerler içerdiğinde ve politikaları başkalarının da paylaştığı değerlere ve çıkarlara hizmet ettiğinde, yarattığı sorumluluk ve çekicilik ilişkileri sebebiyle istediği sonuçları elde etme olasılığını artırır (Nye, 2005). Yumuşak güç unsurunun işlevselliğini arttırdığı uluslararası arenada, bu kavrama eklemlenen yeni politika ve diplomasi fikirleri rağbet görmeye başlamıştır. Devletlerin yumuşak gücün kullanımında kamuoyuna nüfuz edebilmek için kullandığı kamu diplomasisi (Aydoğan) kavramı ilk olarak yumuşak güç ve ince güç kavramları dâhilinde 1965 yılında Edmund Gullion tarafından kullanılmıştır (Sancar, 2012) .

Bir eylemi kabul ettirebilmek, onun doğru olduğuna yönelik ortak bir düşünce oluşturabilmek için meşruiyet zeminine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu meşruiyet zeminini sağlamak için en elzem koşullardan birisi de şüphesiz hukuk çatısına uygunluktur. Bir devletin kendini demokratik atfetmesi diğer devletlerin ya da uluslararası ortamın onu demokratik kabul etmesiyle doğru orantılıdır. Bu minvalde devletlerin yaklaşımları ve politikaları da uluslararası ortamda belirli bir kabul görmeye ihtiyaç duymaktadır. Bu duruma istinaden, kamu diplomasisi devletler tarafından dikkatli bir şekilde uygulanmaya çalışılan ve önemini her geçen gün giderek arttıran bir diplomasi çeşididir. Kamu diplomasisi bir devletin diğer devletin toplumları üzerinde sadece politik kabul edilebilirlik talep etmesi değildir. Kamu diplomasinin temelinde bir devletin kendi ulusunun düşüncelerini, ilkelerini, kültürünü, kurumlarını, ulusal hedeflerini ve güncel politikalarını iletişim yolu ve uluslararası normların aracılığıyla yabancı halklara anlatabilme hedefi vardır (Touch, 1990). Ayrıca, kamu diplomasisi amaç olarak bir meşruiyet düzenine ihtiyaç duysa da bu amaca ulaşmak için araç olarak meşru olmayan yolları da kullanabilir. Ülkeler arasında hem profesyonel diplomatlar hem de sivil kuruluşlar aracılığıyla oluşturulan lobi faaliyetleri bu duruma örnek gösterilebilir. Kamu diplomasisinin sadece devletler arasındaki resmi misyonlar aracılığıyla yapılmadığını, medyanın, teknolojik araçların ve sivil kuruluşların da bu diplomasiyi uygulamada önemli rollere sahip olduğunu belirtmekte fayda olacaktır. Mevcut kamusal alan çoğunlukla yerel ve küresel medya sistemine dayanmaktadır. Bu medya sistemi televizyonu, radyoyu ve yazılı basını, çeşitli iletişim ve multimedya sistemini olduğu kadar günümüzde interneti de içermektedir (Bennett, 2004).

1. Amerika Birleşik Devletleri Kamu Diplomasisi Politikaları

Amerika Birleşik Devletleri, geçmişi o kadar da uzak görülmeyen kamu diplomasisi kavramının en önemli uygulayıcılarından biri olmuştur (Sevin, 2017). Ülkenin kurucu belgelerinden biri olan Bağımsızlık Bildirgesi içerik bakımından Amerikan siyaset tarzını paylaşan ve diğer ülkelerin desteğini kullanan bir ‘kamu diplomasisi pratiklerini’ öngörmekteydi (Isaacson, 2004). Kavrama yönelik atıfların ülkenin kuruluş tarihi kadar eski olmasına rağmen, kavramın öngördüğü politikaların uygulanmasını daha çok uluslararası ilişkilerin önem kazandığı II. Dünya Savaşı sonrası dönemde görmekteyiz. Bu durumun savaş sonrası döneme kadar ABD dış politikasının başat unsuru olan yalnızlık politikası gereği oluştuğunu söylemek mümkündür. İlk olarak I. Dünya Savaşı’ndan sonra terk edilen yalnızlık politikası, savaş sonrası dönemde tekrar denenmiş fakat başarılı olamayınca II. Dünya Savaşı’ndan sonra tamamen terk edilmiştir. Savaş dönemi ekseriyetinde terk edilen bu yalnızlık politikası yerini uluslararası ilişkileri öncelik alan, güvenlik kaygılarını ortadan kaldırmaya yönelik politikalara bırakmıştır. Şüphesiz bu durum ABD’nin kendi düşünce ve politikalarında dünya kamuoyunda belirli bir kabul edilebilirlik ihtiyacını beraberinde getirmiştir.

ABD’nde ilk kamu diplomasi faaliyetlerine yönelik politikalar, Başkan Woodrow döneminde başkanın politikalarını savunan ve seçim kampanyalarını yöneten gazeteci George Creel öncülüğünde kurulan “Halk Bilgilendirme Komitesi (Committee on Public Information, CPI)” tarafından yürütülmüştür (Günek, 2018). I. Dünya Savaşı yıllarında görevine başlayan komitenin başlıca görevi yurt içinde ve dışındaki gelişmeler hakkında ABD kamuoyunu ve yabancı halkları bilgilendirmek olmuştur. “Creel Committee” olarak da bilinen bu komitenin diğer bir kendine ilke edindiği görev ise Alman propagandasına karşı anti propaganda yapmak ve ülkesinin politika ve fikirlerini yaymaktı. I. Dünya Savaşı sonrası komite işlevini yitirmiş ve kapatılmıştır (Nesnay, 2002). İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Başkan Franklin Roosevelt tarafından kurulan “Savaş Bilgilendirme Ofisi (Office of War Information, OWI)”, adından da anlaşılacağı üzere Amerikan vatandaşlarına ve yabancılara savaş hakkında bilgiler sunmaktadır. Creel Commite’nin devamı sayılabilecek bu kuruluş içerisinde ilerleyen yıllarda adından sıkça bahsettirecek olan “Amerika’nın Sesi (Voice of America, VOA)” gibi radyo ve tv programlarını bünyesinde barındırmaktadır (Culbert, 1986). 1948 yılında Başkan Harry Truman Savaş Bilgilendirme Ofisi’ni kapatarak görevlerini Dışişleri Bakanlığı’na devretmiştir (Günek, 2018). Bu bilgiler ışığında, ABD’nin yürütmüş olduğu kamu diplomasisi faaliyetlerinin savaş dönemleri içerisinde bilgilendirme ve propaganda temelli yapılmış olduğunu söyleyebiliriz. Savaş sonrası dönemde kamu diplomasisi faaliyetlerini yürüten kurum ve kuruluşlarının kapatılması veya görevlilerinin başka bir kurum bünyesine taşınması, bu faaliyetlerin konjonktüre bağlı sorun veya tehditleri çözmeye yönelik olduğunu da kanıtlar niteliktedir. 

Uluslararası arena, Soğuk Savaş dönemi olarak adlandırılan 1945-1991 yılları arasında, ABD ve SSCB’nin başta olduğu Doğu ve Batı bloğu olarak iki kutuplu bir yapı haline gelmiştir. Soğuk savaş dönemi bu iki ülke arasında askeri ve ekonomik temelli bir rekabet ortamı yarattığı kadar aynı zamanda da psikolojik bir rekabet ortamı da yaratmıştır. Bu dönem içerisinde ABD’nin dış politikasının ana gayelerinden biri şüphesiz komünizmin yayılmasını engellemek olmuştur. Bu bağlamda, devletler özellikle bu dönem içerisinde sadece klasik diplomasi yöntemleriyle istedikleri sonuçları alamayacaklarının bilincine varmışlardır. Uluslararası ilişkilerde gelinen süreç kamu diplomasisi kavramı altında tanımlanan faaliyetlerle muhatap toplumları etkilemeyi ve deyim yerindeyse ‘gönül kazanmayı’ zorunlu kılmıştır (Kocabıyık, 2019). “ABD’li diplomat ve Sovyet uzmanı George Kennan’a göre ideolojiler savaşı olan Soğuk Savaş psikolojik bir savaştı ve ABD’nin başarılı olması ancak karşı ideolojileri geçersiz kılması ile mümkündür. Bunun yolu ise etkili bir enformasyon ve propaganda savaşıyla mümkündü.” Bu minvalde, 1953 yılında Başkan Dwight D. Eisenhower tarafından Birleşik Devletler Enformasyon Ajansı (United States İnformation Agency, USIA) kurulmuştur (Günek, 2018). USIA ‘Amerika’nın Hikâyesini Anlatma’ şiarıyla soğuk savaş yıllarında kamu diplomasisi bağlamında merkez noktasında olan bir kurumdur. USIA geçmiş yıllardaki kamu diplomasi uygulayan kuruluşlara nazaran daha kurumsal bir yapıya sahipti. Halkla İlişkiler, Enformasyon ve Kültür İşleri olmak üzere üç ana yapılanma ile hareket eden kurum, ayrıca Amerika’nın Sesi (VOI) gibi diğer enformasyon ağlarıyla da belirli bir korelasyon içerisinde hareket etmiştir (Sevin, 2017).

Evrensel Amerika değerlerini dünya kamuoyuna tanıtmayı amaçlayan USIA bu bağlamda kültürel ve akademik anlamda etkili çalışmalar yapmıştır. Dünyada 125 ülkeyi kapsayan ‘Fulbright’ programı ve geleceğin lider adaylarına Amerikan kurumlarını yerinde görme fırsatı tanıyan ‘International Visitors Program’ bu çalışmalara örnek gösterilebilir. Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra ise kuruma yönelik bütçe kısıtlamasına gidilmiş ve 1999 yılında USIA kapatılarak görevleri Dışişleri Bakanlığı bünyesine devredilmiştir.

Ayrıca, Amerikan kültürünün yayılmasında spor ve yayıncılık endüstrisinin hatırı sayılır bir yeri vardır. Film ve televizyon programı yapımcılığında dünya genelinde fenomen hale gelen ABD, (Hollywood) bu sektör aracılığıyla kendi kültürünü ve fikirlerini dünyanın her yerine yayma fırsatını elde etmektedir. Hollywood örneğinde olduğu gibi basketbol denince aklımıza NBA gelmektedir. Bu faktörler Amerika’nın dünya kamuoyunda görünürlüğünü arttırarak fikirlerinin yayılmasına ve makul görülmesine yardımcı olmaktadır (Akçadağ, 2010).

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden 9 Eylül olaylarına uzanan Amerikan dış politikasının ana çerçevesini George Herbert Bush’un “Yeni Dünya Düzeni” ve sonrasında Clinton’ın genişleme ve angajman stratejileri oluşturmuştur. Soğuk savaş sonrası bu dönemde tek kutuplu bir dünya düzeni oluşturmak isteyen ABD özellikle Clinton’ın başkanlığı süresince bu tek kutuplu Amerikan liderliğindeki yapının tüm dünya halkları için gerekli olduğunu savunmuştur (Arı ve Pirinççi, 2011). Kamu diplomasisi açısından gerek bu dönem içerisinde kullanılan söylemlerin tüm dünya halkları tarafından kabul görmeyecek bir konseptte olması gerekse bu stratejileri yaymakta etkili olacak kamu diplomasisi kurum ve kuruluşlarının asgari düzeye indirgenmesi ilerleyen yıllarda ABD’nin karşılaştığı büyük sorunların habercisi olmuştur. 

11 Eylül 2001 yılında ABD’ye karşı gerçekleştirilen terör saldırısı, kamu diplomasisi bağlamında farklı bir döneme geçişin başlangıcı olmuştur. Literatürde 9/11 sonrası olarak değerlendirilen kamu diplomasisi bazı kesimler tarafından “yeni kamu diplomasisi” olarak da tasvir edilmektedir. ABD’nin süper güç kimliğine meydan okunduğu ve kışkırtıcılığı yönünde belirli bir kamuoyu oluşurken aynı zamanda “insanlar neden bizden bu kadar nefret ediyor?” sorusu zihinlerde canlanmaya başlamıştır. Bu soru sadece Amerikan vatandaşları için değil kısa süre sonra Washington’daki politika yapıcılar açısından da sıkça sorulan bir soru haline gelmiştir (Melissen, 2005). Bu bilgiler ışığında, Amerikan kamu diplomasisi bu dönem içerisinde stratejik iletişim kavramıyla bir arada kullanılmış, ulusal güvenlik öncelik tutulmuştur. Yapılan kamu diplomasisi faalietlerinin ana teması ‘terörle savaş’ olmuştur. Bu bağlamda, kamu diplomasisi uygulayıcıları bir yandan terörün insanlık değerlerine karşı bir saldırı olduğunu dile getirerek ortak düşman olarak betimlenen terör karşısından ülkeleri ABD safına çekmeye çalışırken, diğer yandan oluşan olumsuz ABD imajının düzeltilmesi için çaba sarf etmişlerdir (Günek, 2018).

9/11 olayları akabinde gerçekleşen Irak’ın işgali uluslararası kamuoyunda ABD imajını olumsuz yönde etkilemiştir. Bu durum ABD politika yapıcıları tarafından daha fazla kamu diplomasisi anlayışı yerini yeni bir kamu diplomasisi anlayışını gerekli kılmıştır. 2009 yılında göreve gelen Barack Obama ise dış politika anlayışını Bush döneminin tek taraflı dış politika anlayışının aksine ittifaklara, işbirliklerine ve kurumsal yatırımlara önem veren çok taraflı bir anlayış çerçevesinde gerçekleştirmeyi hedeflemiştir. Obama Dönemi kamu diplomasisinin mihenk taşı mahiyetinde olan “White Oak” metni uygulanan kamu diplomasisi faaliyetlerinde özellikle Müslüman halklara karşı güvenlik, terör, etnisite ve ülke temelli yaklaşımlar yerine daha aktif ve bütünleyici stratejileri işaret etmektedir. Obama döneminde hedeflenen dış politika faaliyetleri ABD’nin dünya liderliğini ve meşruiyetini tekrar kazanmak maksadıyla yumuşak güç ve sert gücün birleşiminden oluşan akıllı güç kavramı ekseriyeti altında gerçekleştirilmeye çalışılmıştır (Oktay, 2012).

Trump’ın seçim kampanyası olarak başlayıp daha sonra dış ve iç politikalarını büyük oranda etkileyen ‘Önce Amerika’ sloganı ABD vatandaşlarının belirli bir kesimi tarafından sıcak karşılansa dahi uluslararası arenada ABD imajına yönelik bir güven kaybına neden olmuştur. Trump dönemi kamu diplomasisi faaliyetlerinde göze çarpan bir değişiklik olmamakla birlikte gelişen ve önemini arttıran teknoloji faaliyetleri daha sık kullanılmaya başlanmıştır. Özellikle Trump tarafından kullanılan Twitter, Beyaz Saray’ın açıklamalarını birinci ağızdan yayınlayan bir platform olmuştur (Günek, 2018). 

2. Türkiye Kamu Diplomasisi Politikaları

Günümüz kamu diplomasi anlayışının Türkiye açısından çok eski bir geçmişi olmadığını söylememiz gerekir. Fakat kamu diplomasisi uygulamalarına benzerlik teşkil eden politikaların Osmanlı dönemine kadar dayandığını ifade etmek mümkündür. Osmanlı’nın hüküm sürdüğü topraklar genişledikçe, yeni elde edilen topraklar üzerinden istikrarın ve verimin sağlanması için belirli politikalar izlenmiştir. İstimalet Siyaseti de bunlardan birisidir. Kelime anlamı olarak “meylettirme, cezbetme, gönül alma” mânasına gelmektedir. Kelimenin de anlamından anlaşılacağı üzere Osmanlı devleti fethettiği topraklar üzerindeki halklara hoşgörü ile yaklaşmış, onların inanış ve kültür özellikleri üzerinde herhangi bir asimilasyon çabası içerisine girmemiştir. Ayrıca Türkiye’nin ilk kamu diplomasisi kurumu olarak gösterilen “Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü” işlev açısından 1862 yılında kurulan “Matbuat İdaresi” ile benzerlik göstermektedir (Koçer, 2019).

Yumuşak güce ait uluslararası normların ve diplomasinin tercih edilirliğinin II. Dünya Savaşı’ndan sonra ivme kazandığı çalışmanın giriş kısmında değinilmiştir. Soğuk Savaş ve 11 Eylül terör saldırısından sonra değişen dünya düzeninde devletlerin o döneme kadar sağlanmış barış ortamını korumak ve böylesi bir ortamda kendilerini meşru bir zeminde olduğunu uluslararası kamuoyuna kabul ettirmek maksadıyla yumuşak güce olan ilgi ve uygulamalarını arttırdığı görülmektedir. Türkiye Cumhuriyeti yumuşak gücün temel dinamikleri olan demokratik araçları ve kurumları bünyesinde barındıran bir devlet olmuştur. Bu minvalde, Türkiye’nin küresel ve bölgesel örgütlere katılım, iki ve çok taraflı anlaşmalara taraflık, sosyal süreçlere gösterilen ilgi ve gerek bölgesel gerekse ulusal meselelere olan duyarlılık gibi politikaları izlediğini, yumuşak güce yönelik politikaların son zamanlarda eskiye nazaran önem kazandığını söylemek mümkündür. Türkiye’nin derin tarihsel ve kültürel kodlarının olması kamu diplomasisinin uygulama alanını etkileyen diğer bir önemli faktördür.

Türkiye yirmi birinci yüzyılın başına kadar “kamu diplomasisi” kavramını resmi olarak kullanmasa da bağımsızlık hareketinin ilk günlerinden itibaren, çeşitli araç ve medya aracılığıyla yabancı kitlelere ulaşma konusunda uzun bir geçmişe sahiptir (Sevin, 2017). 2000’li yılların neredeyse tamamında iktidar konumunda olan AKP hükümetinin kamu diplomasisini gerçekleştirmedeki temel dayanağının bu kültürel ya da tarihsel mirası uygun bir şekilde dünya kamuoyuna ifade ederek, bazı çevrelerce ülkenin tarihine atfedilen kötü imajı (Ermeni soykırımı, insan hakları ihlali, Osmanlı dönemindeki bazı uygulamaların doğru bulunmaması gibi) değiştirmek olduğu söylenebilir. Türkiye, uluslararası siyasi arenadaki marka değerini yeniden kazanmak için ağırlıklı olarak iletişim kampanyasını kullanmakta ve bunu genel olarak kendisine yakın bölgelerdeki, yani Orta Doğu, Balkanlar ve Orta Asya’daki topluluklarla iletişimini geliştirerek kurmaktadır. Türkiye, kendisini uluslararası arenada yükselen bir güç olarak görmekte ve uluslararası siyaseti etkileme kapasitesini göstermeye çalışmaktadır (Sevin, 2017). Türkiye’nin yükselen bir güç olma isteği yer aldığı uluslararası çok taraflı anlaşmalarla örtüşmektedir. Bu bağlamda, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi´nden G-20´ye, İslam Konferansı Örgütü´nden Avrupa Konseyi’ne, NATO´dan AGİT´e kadar hem bölgesel hem küresel işbirliklerinin bünyesinde kritik görevler ve misyonlar edinmesi bu isteğini kanıtlar niteliktedir (Kalın, 2011).

Aktif bir dış politika gündemi yürütme arzusu, özellikle 2002 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) iktidara gelmesinden sonra görülmektedir (Sevin, 2017). AKP hükümetinin “bölgesel bir aktör, merkez konumdaki ülke ve küresel bir aktör” olma ideallerini gerçekleştirebilmek için kamu diplomasisinin öneminin bilinciyle hareket ettiğini ve bu yönde politikalara özen gösterdiğini söyleyebiliriz.

Türkiye Cumhuriyeti için kamu diplomasisi hem bir fırsat hem de bir gereklilik arz etmektedir. Çağdaş Türk dış politikası, Avrupa ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri gibi Türkiye’nin uzun süredir Batılı müttefiklerinin tercihlerinden etkilenmeden bağımsız dış politika hedefleri oluşturmaya ve sürdürmeye dayanmaktadır (Davutoğlu, 2013). Bu dönem Türk dış politikası ana hatlarıyla Ahmet Davutoğlu tarafından şu başlıklar altında tanımlanmıştır: özgürlük ve güvenlik arasında denge, komşularla sıfır sorun, çok boyutlu ve çok kulvarlı dış politika, esnekliğe dayalı yeni bir diplomatik söylem ve ritmik diplomasi (Sözen, 2006). Bu bağlamda şekillenen Türkiye dış politikası, kamu diplomasisi araçlarının gelişmesine ve kullanılabilirliğine katkı sağlamıştır. Kamu diplomasisinin şekillenmesinde Kalın’a göre Türk dış politikasının üç temel dayanak noktası etkili olmuştur ve bunlar; küresel adalet, güvenlik ve özgürlük dengesi ile yeni filizlenen ekonomik ilişkiler ve yatırımlar ortamı olarak sıralanmaktadır (Kalın, 2012).

“Dış dünya ile girilen etkileşim ve tecrübe aktarımı Türkiye’nin modernleşmesinde etkili olduğu gibi diplomasideki kalıplaşmış yapıyı da yerinden oynatmıştır. 1990’lı yıllarda önce yeni bağımsız Türk cumhuriyetleri ile başlayan ve ardından dünya çapında sürdürülen insan, mal ve sermaye akışı Türkiye’nin iç ve dış politikasındaki dönüşümü devam ettirmiştir. AB’ye tam üyelik müracaatının uygun bulunmasının ardından başlayan katılım ve uyum müzakereleri ise, bu dönüşümde katalizör işlevi görmüştür. Bu süreçte diplomasi de Dışişleri Bakanlığının tekelinden çıkarak yeni aktörler ve uygulayıcıların katılımına açılmıştır” (Purtaş, 2013). Türk kamu diplomasisinin koordineli bir şekilde yürütülmesi amacıyla 2010 yılında Başbakanlık düzeyinde “Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü” kurularak kamu diplomasisi faaliyetlerine kurumsal bir zemin oluşturulmuştur (Ekşi 2018). 

90’lı yıllardan itibaren, özellikle insani yardım faaliyetleri ve eğitim alanında yurt dışında gerçekleştirilen sivil toplum çalışmaları ve Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı – TİKA gibi resmi kurumları aracılığıyla Türkiye’nin kamu diplomasisi faaliyetleri ivme kazanmıştır. 2000’li yıllardan sonra dış politikasını gözden geçirerek bölgesinde ve dünyada daha aktif bir uluslararası ilişkiler yöntemini benimseyen Türkiye, bu alanda adeta atılım yapan ülkelerdendir. Ak Parti hükümetleri bu konuyu daha öncelikli bir şekilde ele alarak belli bir strateji ve program çerçevesinde uygulamaya başlamışlardır. Bu kapsamda, TİKA’nın misyonunda değişikliğe gidilmesi, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı, Yunus Emre Vakfı, Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü, Maarif Vakfı gibi kurumların ihdas edilmesi, Anadolu Ajansının çok dilli yayın hayatına geçmesi, TRT’nin uluslararası yayınlara önem vermesi ve bu amaçla yeni kanallar açması gibi çalışmalar Türkiye’yi kamu diplomasisi alanında daha iddialı ve etkin hale getirmiştir (Kocabıyık 2019).

Turgut Özal dönemi ile birlikte serbest piyasa ekonomisinin benimsenmesiyle, Türkiye küreselleşme sürecinin de etkisiyle hem pazarlarını hem de politikasını dış pencerelere uyumlu hale getirmeye başlamıştır (Akgün, 2009). Kamu diplomasisinin sürdürülebilirliği ve daha etkili bir hale gelmesi için serbest ekonomi düzleminin oldukça önemli olduğunu söylemek mümkün. Bu bağlamda Türkiye’nin inşaat endüstrisinin Orta Asya, Afrika ve Orta Doğu bölgelerinde etkili olması, TAP-TANAP projeleri, Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı projesi, G-20 ve G-8 gibi uluslararası ekonomik platformlara katılım ve ev sahipliği gibi dış politikada Türkiye lehine olumlu çıktıları olan bu ekonomik atılımlar şüphesiz kamu diplomasisi adına Türkiye’ye belirli bir manevra alanı sağlamaktadır. Ayrıca Türk Hava Yolları gibi ulaştırma sektöründe uluslararası bilinirliği oldukça fazla olan bir şirketin, Türkiye’nin dünya kamuoyunda görünürlüğüne katkı sağladığını söylemek mümkündür. Son zamanlarda Türkiye kamu diplomasisi faaliyetlerinin daha koordineli bir sistemle ilerleyebilmesi adına iletişim faaliyetlerini Cumhurbaşkanlığına bağlı İletişim Başkanlığı yine bu alanda yürütülen kültürel faaliyetleri ise Kültür ve Turizm Bakanlığı çatısı altında toplamıştır (Kocabıyık, 2019).

3. USAID ve TİKA Faaliyetlerinin Karşılaştırılması: Kosova Örneği

Kimlik; psikoloji, sosyoloji, felsefe gibi birçok multidisipliner alanın inceleme konusu olagelmiştir. Bir kişinin, topluluğun, grubun, bölgenin veya ulusun kimliği o’nun veya onların kendini nasıl tanımladığı ile ilgilidir. Oluşan ya da oluşturulan kimliklerimizin de isimlerimiz gibi bizim tanımlamamıza, ilişkiler kurmamıza veya birliktelik sağlayabilmemize olanak sağlar. Kimlik bir aidiyet unsurudur. Bauman’a göre kimlik belirsizlikten kaçıştır. Ancak, bu ilişkiler ve tanımlamalardan doğan sonuçlardan her zaman olumlu çıktılar alınmayabilir. Aynı zamanda dış etkenlerin de kimlik kavramı üzerinde etkisinin olduğunu söylemekte fayda vardır. 

Balkanlar, gerek siyasi ve beşeri coğrafyası gerekse stratejik konumu (Batı’nın doğuya açılan kapısı – köprü gibi tanımlamalar ) itibariyle çeşitli dünya milletlerinin ilgisini çekmiş ve birçok medeniyeti, hanedanlığı, imparatorluğu bünyesinde barındırmıştır. Bu bilgiler ışığında, Balkanlar’ın kozmopolit, çok ırklı bir yapısının olduğunu söylemek mümkündür. Böyle bir yapının oluşmasında çeşitli kültürel öğeler, dinler ve dillerin olması başat konumdadır. Belirli bir bölge içerisinde bu kadar farklılık belirli bir girift (iç içe geçmişlik) yapıyı oluşturmaktadır. Bu girift yapı ise uzun yıllardır süre gelen kimlik bunalımlarını, belirsizlikleri, çatışmaları beraberinde getirmiştir. Kosova bu coğrafyada kimlik çerçevesinde gelişen olumsuz sonuçlardan en çok etkilenen ülkelerden biri olmuştur. Bölgedeki çok ırklı ve çok kültürlü yapı bölgede kimi zaman aşırı milliyetçilikten kaynaklanan çatışmalara sahne olmuştur. Bu bağlamda, Arnavutlar ve Sırplar arasındaki anlaşmazlıkların Kosova özelinde yankı bulması bölgedeki siyasi istikrarsızlıkla birleşince durum içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Uluslararası arena gerek istikrarlı bir barış ortamı sağlanması adına gerekse insan hakları ihlallerine karşı müdahale zorunluluğunu gerekçe göstererek bölgeye müdahale etmiştir. 1999 yılında Kosova’nın BM kontrolü altına girmesiyle arabuluculuk faaliyetlerine ihtiyaç duyulmuştur. Arabuluculuk faaliyetleri beraberinde insani yardım, işbirliği ve kalkınma gibi ülkelerin kamu diplomasisi alanına girebilecek faaliyetleri beraberinde getirmiştir. Bu minvalde, ABD ve Türkiye kamu diplomasi araçlarından biri olan TİKA ve USAID ile bölgede aktif olmaya çalışmışlardır.

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Orta Asya Türk devletlerinin bağımsızlığını kazanması hasebiyle bu devletlerin Türkiye Cumhuriyeti’nden belirli beklentileri olduğunu söylemek mümkündür. Bu minvalde, 1992 yılında Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA) kurulmuştur. TİKA’nın o dönem içerisinde ilke edindiği görev “ata toprakları” olarak sayılan bu bölgelerdeki devletler ile ekonomik, kültürel ve sosyal işbirliklerini arttırmak olmuştur. Bu çerçevede projeler yürüten TİKA 2000’li yıllarda dünyanın küreselleşmesine paralel olarak çalışma alanında genişleme yoluna gitmiştir. Özellikle 2011 yıllarından itibaren çalışmanın ilk kısımlarında bahsedilen Türkiye’nin esnek dış politikalarında etkisiyle TİKA çalışma alanını 5 kıtada toplam 150’ye yakın ülkede faaliyet gösterecek bir pozisyona getirmiştir. 60 ülkede 62 Koordinasyon Ofisi bulunan TİKA misyonunu ata topraklarıyla sınırlamayıp faaliyet gösterdiği ülke toprakları arasında bir “barış hattı” oluşturmayı hedeflemektedir. Kalkınma ve işbirliği temelli yürütülen projelerin yanı sıra TİKA kendi misyonunu; “doğumdan ölüme kadar insan hayatını ilgilendiren her sektörde nitelikli projeler üretmek” şeklinde tanımlamaktadır (TİKA).

USAID (ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı), Amerika dışındaki topraklarda demokratik değerleri teşvik etmek ve demokratik faaliyet alanını genişletmek, özgür, barışçıl ve müreffeh bir dünya geliştirmek adına Amerikan dış politikasını desteklemek amacıyla çalışmalar yürüten ABD kamu diplomasisi araçlarından biridir. 1961 yılında Kennedy başkanlığı döneminde “Dış Yardım Yasası” kapsamında kurulan USAID, 2021 yılına gelindiğinde 100’den fazla ülkede faaliyet göstermeye başlamıştır. Amerikan dış politikasının resmi faaliyetlerini yürütmede bir araç olarak görevler üstlenen organizasyon, dış işlerine ve Ulusal Güvenlik Konseyi’nin rehberliğine bağlıdır. Faaliyet alanları genel olarak küresel sağlığın teşviki, küresel istikrar, insani yardım, inovasyon ve ortaklıklar ve kadınların sosyal alandaki rolünün artırılmasına yöneliktir. Bu bağlamda hem küreselleşme ile birlikte meydana gelen eşitsizlikleri minimize etme hem de dış yardımı Amerikan çıkarları adına ilerletmek adına iki yönlü bir amaç yürüten USAID karşılıklı kalkınmayı incelemektedir (USAID, 2019).

Kosova müdahalesi akabinde bağımsızlığa giden süreç içerisinde Türkiye ve ABD bölgeye yönelik alınan kararlar neticesinde NATO ve BM nezdinde stratejik ortak olarak hareket etmiştir. Bu bilgiler ışığında, hem TİKA hem USAID bölgedeki soğuk barışın kalıcı bağımsızlığa dönüştürülmesinde etkili bir kamu diplomasisi sergilemişlerdir. Uluslararası organizasyonlar ve yapılan kamu diplomasisi faaliyetlerinde Kosova’nın bağımsızlığına yönelik ortak söylem birliğinin sahada karşılık bulması bölge halkının ihtiyaçlarının karşılanmasında etkili olmuştur. Bu bağlamda, USAID 1999 yılından günümüze kadar olan süreç içerisinde Kosova’ya 950 milyon doların üzerinde yardım yapmıştır (USAID, 2020). TİKA bünyesinde ise bölgeye 2019 yılında kadar olan süreç içerisinde 150 milyon dolara yakın yardım yapılmıştır (TİKA, 2019). OECD verilerine göre, Kosova Batı Balkanlar’da en az gelişmişlik düzeyine sahip ülkedir (OECD, 2019). Bu durum kentleşme, tarım, işsizlik ve eğitim alanları başta olmak üzere TİKA ve USAID’in yapmış olduğu yatırımların Kosova’nın kalkınması açısından önem arz ettiğini kanıtlar niteliktedir.

Tablo 1: (T.C Priştine Büyükelçiliği Ticaret Müşavirliği 2017

TİKA Kosova’da yürüttüğü kamu diplomasisi faaliyetleri kapsamında Priştine Yaşar Camii gibi Osmanlı döneminden kalma tarihi ve kültürel mirasları restore etmektedir (TİKA, 2011). USAID, yargı bağımsızlığını ve hukukun üstünlüğünü güçlendirmek için Kosova Hükümeti ile birlikte çalışmaktadır; seçilmiş yetkililer ve seçmenleri arasındaki iletişimi geliştirmek ve Kosova Meclisinin yürütmeyi yeterince denetlenmesini sağlamak amacıyla kimlik faktöründen ziyade liberal politikaların uygulandığı bir toplum inşası desteklenmektedir. USAID’in hukukun üstünlüğü kapsamında Kosova vatandaşlarına verdiği destek neticesinde Priştina Asli Mahkemesi’nin ilk kadın başkanı Aférdita Bytyqi liyakat ile seçilmiştir (USAID, 2021). Bu bilgiler ışığında, TİKA bölgeye yönelik uygulamış olduğu kamu diplomasisi faaliyetlerinde iki ülke arasındaki tarihsel kodlara ve ortak kimliğe vurgu yaparken, USAİD liberal düşüncelerin öngördüğü şekilde Kosova’da yaşayan tüm halkları kapsayacak bir yaklaşım benimsemiş ve yapmış olduğu faaliyetleri küresellik başlığı altında gerçekleştirmiştir.

ABD’nin bölgeye yönelik kamu diplomasisi faaliyetlerinin II. Dünya Savaşı yıllarında başladığını, bölgede kurumsal anlamda faaliyetlerin USIA ve VOI gibi önemli kuruluşlar tarafından o dönemlerden itibaren yürütüldüğünü söylemek mümkün. Dolayısıyla USAID’in bölgede yapmış olduğu kamu diplomasisi faaliyetlerinin bu kurumların faaliyetlerinin bir ardılı olduğu ifade edilebilir. Türkiye ise bölge ile derin tarihsel bağları olmasına rağmen bu bölgede yapılan kamu diplomasisi faaliyetlerini Soğuk Savaş sonrasındaki bir süreçte geliştirerek devam ettirmiştir.

Sonuç

Teknolojik faaliyetlerin geliştiği değil, teknolojik ve sanal bir âlemin bizi çevrelediği bir dünyada yaşadığımızı düşünmek çok akıl dışı bir varsayım olmayacaktır. Sosyal medya vasıtasıyla bilgi daha önce hiç yayılmadığı kadar hızlı bir şekilde kıtalararası yapılabilmektedir. Bir fikrin veya uygulamanın kolaylıkla yayılabildiği günümüzde kamu diplomasisi faaliyetlerinin hassasiyetle uygulanması, yapılan uygulamaların milliyetçilik gibi ırksal bir etmeden beslenen ve kolayca fanatik bir hal alabilen etmenlere vurgu yapmaması, insanoğlunu geçmişteki makûs kaderinden uzak tutmak adına önem arz etmektedir. Ayrıca, evrensel değerler göz önünde tutularak adaletli dağıtımın, işbirliklerinin, eşit fırsatların öne çıkarıldığı kamu diplomasisi faaliyetlerinin ülke adına çıktıları daha kalıcı olacaktır. İnsanların bir arada yaşayabilmesi için ırksal, dinsel, tarihsel şovenist duygulardan arındığı bir ortamı destekleyen ve bu yönde faaliyetler gerçekleştiren tüm kamu diplomasisi uygulayıcıları istikrarlı bir barış ortamının oluşmasında şüphesiz başat aktörlerden biri olacaklardır. Kamu diplomasisi faaliyetlerinin daha istikrarlı ve geleceğe yönelik olabilmesi için bu faaliyetlerin uygulayıcılarının daha inovatif olmaları gerekmektedir. Belirli bir dönemin, hükümetin veya olayın ekseriyeti altında gerçekleşen kamu diplomasisi faaliyetleri o döneme, o hükümete veya o olaya yönelik kalacak ve işlerliğini kaybetmesi kuvvetli bir ihtimal olacaktır.

Uygulanan kamu diplomasisi faaliyetlerinin ve bunu uygulayan araçların belirli bir koordinasyon ve ortak söylem içerisinde olması ise hem oluşturulmak istenen ülke imajına hem de uygulanan faaliyetin başarılı olmasına katkı sağlayacaktır.

Eren Yıldız

Balkan Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça

Akçadağ, E. (2010). Dünya’da ve Türkiye’de Kamu Diplomasisi. Kamu Diplomasisi Enstitüsü. Erişim adresi: https://www.kamudiplomasisi.org/makaleler (Erişim Tarihi: Ocak 18, 2021).

Akgün, B. (2009). Türk Dış Politikası ve Uluslararası Örgütler. Akademik Orta Doğu, 3(2), 1-40. 

Arı, T., ve Pirinççi, F. (2011). Soğuk Savaş Sonrasında ABD’nin Balkan Politikası. Alternatif Politika, 3(1), 1-30.

Aydoğan, B. (2011). Rapor: Güç Kavramı ve Kamu Diplomasisi. Politika Dergisi. 

Bennett, L. (2004). Global Media and Politics: Transnational Communication Regimes and Civic Cultures. Annual Review of Political Science, 7(1), 125-148.

Culbert, D. H. (1986). Information Control and Propaganda: Records of The Office of War Information. University Publications of America

Cull, N. J. (2012). The Decline And Fall Of The United States Information Agency: American Public Diplomacy, 1989-2001. Palgrave Macmillan US.

Çeçen, A. F. (2013). Algı Değişiminde Kamu Diplomasisi ve Diğer Parametreler. Kamu Diplomasisi Enstitüsü. Erişim Adresi: https://www.kamudiplomasisi.org/makaleler/makaleler/131-alg-deiiminde-kamu-diplomasisi-ve-dier-parametreler- (Erişim Tarihi: Ocak 15, 2021).

Davutoğlu, A. (2013). 2014 Yılına Girerken Dış Politikamız. MFA. Erişim Adresi: http://www.mfa.gov.tr/site_media/html/2014-yilina-girerken-dis-politikamiz.pdf (Erişim Tarihi: Ocak 15, 2021).

Demirkıran, D. (2019). Haluk Karadağ, Uluslararası İlişkilerde Yeni Bir Boyut Kamu Diplomasisi. Uluslararası İlişkiler Dergisi, 16(63), 145-148.

Ekinci, M. U. (2017). Türkiye-Balkanlar ilişkileri. Ankara: SETA, 7-20.

Ekşi, M. (2018). Kamu Diplomasisi ve AK Parti Dönemi Türk Dış Politikası. Cilt 2. Ankara: Siyasal Kitabevi. 

Ekşi, M., Erol, M. S. (2018). The Rise and Fall Of Turkish Soft Power and Public. Gazi Akademik Bakış, 11(23), 15-45.

Günek, A. (2018). Amerikan Kamu Diplomasisinin Üç Evresi: Propaganda, Geleneksel Kamu Diplomasisi ve Stratejik İletişim. The Journal of Social Science, 2(3), 55-56.

Isaacson, W. (2004). A Declaration of Mutual Dependence. Erişim Adresi: https://www.nytimes.com/2004/07/04/opinion/a-declaration-of-mutual-dependence.html (Erişim Tarihi: Ocak 16, 2021).

Justice for Kosovo. (2021). Erişim Adresi: https://www.usaid.gov/news-information/videos/justice kosovo (Erişim Tarihi: Ocak 27, 2021).

Kalın, İ. (2011). 2000’li Yıllar: Türkiye’de Dış Politika. İstanbul: Meydan Yayıncılık. 

Kalın, İ. (2012). Turkish Foreign Policy: Framework, Values, and Mechanisms. International Journal: Canada’s Journal of Global Policy Analysis 67(1) 14-17.

Kalın, İ. (2010). Türk Dış Politikası ve Kamu Diplomasisi. (Ed. Usul, A. R.) Yükselen Değer Türkiye içinde, Kamu Diplomasisi Enstitüsü. İstanbul: MÜSİAD.

Kocabıyık, H. (2019). Değişen Diplomasi Anlayışı, Kamu Diplomasisi ve Türkiye. Avrasya Etüdleri, 55(1), 163-196.

Koçer, D. N. (2019). Türkiye’de “Kamu Diplomasisi”nin Kurumsallaşması: Matbuat İdaresi’nden İletişim Başkanlığı’na. Konya Sanat Dergisi (2), 87-102.

Kosova Türkolojisinin 30. Yılı Paneli. (2018). Erişim Adresi: https://www.tika.gov.tr/tr/haber/kosova_turkolojisi%27nin_30_yili_paneli-43889 (Erişim Tarihi: Ocak 25, 2021).

Köksoy, E. (2015). Kamu Diplomasisi Perspektifinden Ulus Markalaması. Akdeniz İletişim Dergisi, (23), 43-61.

Medyada TİKA. (2015). Erişim Adresi: https://www.tika.gov.tr/tr/video/tikanin_arnavutluk_faaliyetleri 20693 (Erişim Tarihi: Mayıs 29, 2020).

Melissen, J. (2005). The New Public Diplomacy: Soft Power in International Relations. Palgrave Macmillan.

Nesnay, M. (2002). The Creel Committee’s Influence on the Image of the Great War. Historical Methods. Erişim Adresi: https://marynesnay.com/images/CPI.pdf (Erişim Tarihi: Ocak 20, 2021).

Nye, J. (1990). Bound to Lead: The Changing Nature of American Power. New York: Basic Books.

OECD. Development in Kosovo. 2019. Erişim Adresi: https://www.oecd-ilibrary.org//sites/c3aef350- en/index.html?itemId=/content/component/c3aef350-en#section-d1e10643 (Erişim Tarihi: Ocak 16, 2021).

Oğultürk, M. C. (2014). Kosova’nın Bağımsızlık Süreci Kapsamında ABD Dış Politikasının Analizi. Güvenlik Stratejileri Dergisi, 10(19), 0-132.

Oktay, E. G. (2012). NATO’nun Dönüşümü ve Kamu Diplomasisi’nin Artan Rolü. Uluslararası İlişkiler, 9(34), 125-149.

Purtaş, F. (2013). Türk Dış Politikasının Yükselen Değeri: Kültürel Diplomasi. Akademik Bakış, 7(13). 

Sancar, G. A. (2012). Kamu Diplomasisi ve Halkla İlişkiler. İstanbul: Beta Yayınları.

Sevin, E. (2017). Public Diplomacy And The Implementation of Foreign Policy In The US, Sweden and Turkey. London: Palgrave Macmillan.

Sözen, A. (2006). Changing Fundamental Principles in Turkish Foreign Policy Making. International Studies Association Annual Convention. San Diego: CA. 

T.C. Priştine Büyükelçiliği Ticaret Müşavirliği. (2017). Kosova’nın Genel Ekonomik Durumu Türkiye ile Ekonomik ve Ticari İlişkiler. Türkiye Cumhuriyeti Ticaret Bakanlığı. https://ticaret.gov.tr/data/5b8a43355c7495406a2276e2/Kosova.pdf (Erişim Tarihi: Ocak 20, 2021).

The U.S Government Contınues With Its Commitment to Support Kosovo’s Journey to Self-Reliance. (2020). Erişim Adresi: https://www.usaid.gov/kosovo/news-information/press-releases/us government-continues-its-commitment-support-kosovo%E2%80%99s-0 (Erişim Tarihi: Ocak 16, 2021).

TİKA. (2011). https://www.tika.gov.tr/tr/duyuru/tika_ve_kosova_cumhuriyeti_kultur_bakanligi_arasinda_ kosova_pristine_yasar_pasa_camiinin_ve_gazi_mestan_turbesinin_restorasyon_projesi_prot okolu_imzalandi-9255 (erişildi: Ocak 16, 2021).

TİKA. Erişim Adresi: https://www.tika.gov.tr/tr/sayfa/hakkimizda-14649 (Erişim Tarihi: Ocak 13, 2021).

Tuch, H. N. Communicating With the World: U.S Public Diplomacy Overseas. New York: St. Martin’s Press, 1990.

Türkiye Kalkınma Yardımları Raporları. (2019). Erişim Adresi: https://www.tika.gov.tr/tr/yayin/liste/turkiye_kalkinma_yardimlari_raporlari-24 (Erişim Tarihi: Ocak 16, 2021).

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı. (2020). TİKA’nın Kovid-19 salgını nedeniyle Kosova’daki yardımları sürüyor. Erişim Adresi: https://www.iletisim.gov.tr/turkce/yerel_basin/detay/tikanin-kovid-19-salgini-nedeniyle kosovadaki-yardimlari-suruyor (Erişim Tarihi: Mayıs 29, 2020).

Tüysüzoğlu, G. (2017). Soğuk Savaş Sonrası Türkiye’nin Balkanlar Stratejisi (s. 3-17). (Ed. Yürür, P., Özkan, A.) Soğuk Savaş Sonrası Türkiye’nin Balkanlar Siyaseti içinde, Ankara: Detay Yayıncılık.

USAİD. (2019). Erişim Adresi: https://www.usaid.gov/who-we-are (Erişim Tarihi: Ocak 15, 2021).

Who we are. (2019). Erişim Adresi: https://www.usaid.gov/who-we-are (Erişim Tarihi: Ocak 16, 2021).

Yürür, P., Özkan, A. (2017). Soğuk Savaş Sonrası Türkiye’nin Balkanlar Siyaseti. Ankara: Detay Yayıncılık. 

Brexit Süreci ve Bu Bağlamda İngiltere-Avrupa Birliği İlişkilerinin Değerlendirilmesi

 

Öz

Avrupa Birliği ile ilişkileri 1973’te başlayan Birleşik Krallık, Avrupa Birliği’nin kuruluş aşamasında önemli rol oynamış olmasına rağmen sürece dahil olmamıştır. Ulusal kimliğinin zedelenmesinden çekinen Birleşik Krallık, daha sonra ekonomik çıkarlar nedeniyle Avrupa Birliği’ne üye olmuştur. Üye olduğu dönemde bile mesafeli bir tutum sergilemiş ve Avrupa Birliği ile ilişkilerini bu zeminde yürütmüştür. Bu mesafeli ilişki, süreç içerisinde çeşitli krizlere sahne olmuş ve Birleşik Krallık’ı üyelikten ayrılma noktasına kadar getirmiştir. Brexit, Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği ile ilişkilerinde bir dönüm noktası olmuştur. Bu çerçevede Avrupa şüpheciliği, göçmen krizi gibi sorunlar gündeme gelmiş ve Brexit sürecinin en fazla ön plana çıkan konuları olmuştur. Tüm bu gelişmeler sonucunda 23 Haziran 2016 tarihinde yapılan referandumun ayrılma kararı ile sonuçlanmasıyla başlayan gergin ve belirsiz ortam, 31 Ocak 2020’de sona ermiştir. Bu anlamda ikili ilişkileri Brexit’e götüren sürecin tarihsel zeminde nedenlerini ve sonuçlarını incelemek gerekmektedir.  Bu çalışmada ortak tarihsel ve kültürel bağlara sahip iki aktörün, Avrupa şüpheciliği gölgesinde süren ilişkilerinin tarihsel ve teorik analizi yapılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Brexit, Avrupa Birliği, Birleşik Krallık, Avrupa Şüpheciliği, Göçmen Krizi.

 

Abstract 

The United Kingdom, whose relations with the European Union started in 1973, was not involved in the process although it played an important role in the establishment of the European Union. The United Kingdom, which does not want its national identity to be damaged, later became a member of the European Union due to economic interests. It had a distant attitude even when it became a member and maintained its relations with the European Union on this ground. This distant relationship has witnessed various crises in the process and brought the UK to the point of withdrawing from European Union membership. Brexit has been a turning point in the UK’s relations with the European Union. In this context, problems such as Euroscepticism and the migrant crisis have also come to the fore, and in the Brexit process has been the most prominent issues. As a result of all these developments, the tense and uncertain environment that started with the decision to leave the referendum on June 23, 2016 ended on January 31, 2020. In this sense, it is necessary to examine the historical reasons and results of the process that led to Brexit. In this study, historical and theoretical analysis of the relations of two actors who have common historical and cultural ties will be made.

Keywords: Brexit, European Union, United Kingdom, Euroscepticism, Migrant Crisis.

 

 

1. GİRİŞ

Orta çağ dönemlerinden beri fikirsel anlamda var olmaya başlayan Avrupa Bütünleşmesi, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği maddi ve manevi yıkımlarla birlikte hukuki bir çerçeveye oturtulmuştur. Bu doğrultuda 1951’de Paris Antlaşması ile Avrupa Kömür-Çelik Topluluğu (AKÇT) kurularak, bu yolda ilk adımlar fiili olarak atılmıştır. Fransa, Almanya, İtalya, Lüksemburg, Belçika ve Hollanda’nın bir araya gelerek kuruculuğunu üstlendiği bu entegrasyon süreci, 1957’de Roma Antlaşması’nın imzalanması ile bir adım öteye taşınmıştır. Antlaşma sonucunda Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) kurularak Avrupa Toplulukları olarak başlayıp birlik olmaya giden süreç başlamıştır. Bu süreçte birlik bünyesinde genişlemeler ve bu genişlemelerin gerekli kıldığı derinleşme faaliyetleri gerçekleşmiştir. Her üye devletin birer egemen devlet olması ve farklı yaklaşımlara sahip olmaları, birlik içerisinde farklı boyutta sorunlara yol açmıştır. Bunun en iyi örneği ise, Avrupa Birliği’nin (AB) kuruluş aşamasına dahil olmayıp üye olduğu süreçte ise her zaman Birlik ile mesafeli bir ilişki yürüten Birleşik Krallık olmuştur. “Bizim kendi rüyamız ve kendi vazifemiz var. Avrupa’ylayız ama onun değiliz. Bağlıyız ama birleşik değiliz. Alakalıyız, ortağız ama işgal edilmiş değiliz” (Prins, 2011). Winston Churchill’in bu sözleri, iki aktörün hem geçmiş hem de günümüzdeki ilişkileri çerçevesinde İngiltere’nin Birlik’e yaklaşımını göstermektedir. Tarihin her döneminde, farklı biçimlerde birleşik bir Avrupa fikri kurulmuş olsa bile, bu hayal İngiltere için sınırlı bir anlam barındırmaktaydı (Sefer, 2014, s. 48). Birleşik Krallık, çok eski tarihlerden bu yana hem kıta üzerinde hem de uluslararası arenada çizdiği güçlü rolü gereği kendisini hiçbir zaman Avrupa ülkeleriyle eşit görmemiş ve her zaman bu oluşuma karşı şüpheci bir yaklaşım içerisinde olmuştur. 1973 yılında topluluğa üye olduktan sonra bile çok geçmeden 1975 yılında üyeliğin devam edip etmemesi konusunda bir referandum yaparak, bugün “Brexit” dediğimiz sürecin sinyallerini o dönemlerde vermiştir.

İngiltere’nin, 23 Haziran 2016’da gerçekleştirdiği ikinci referandumla AB’den ayrılmaya karar vermesiyle, 29 Mart 2017’de Brexit müzakereleri resmen başlamıştır. İngiltere’nin Avrupa Konseyi’ne, Lizbon Antlaşması’nın 50. Maddesi gereği yapmış olduğu ayrılma niyetiyle birlikte, 31 Ocak 2020’de üyelik resmi olarak sonlanmıştır (Şenbaş, 2019, s. 228). Bu anlamda Brexit referandumu, AB için tarihte bir ilkin yaşanmasıyla sonuçlanırken, İngiltere için ise daha ayrılık gerçekleşmeden üç başbakanın değişmesiyle derinleşen siyasi bir krize dönüşmüştür (Aktaş, 2019, s. 264).  Böylece ayrılık kararı ile başlayan, İngiltere’nin kendi iç siyasetinin ve AB ile ilişkilerinin seyrinin nasıl olacağı endişeleri de beraberinde doğmuştur.  Bu araştırmada, Brexit müzakerelerine giden sürecin tarihsel ve teorik bir analizi yapılacak ve bu bağlamda İngiltere-AB ilişkileri değerlendirilecektir.

 

2. TARİHSEL ANALİZ

2.1. Üyelik Dönemi

1923 yılında Coudenhove-Kalergi, Fransa ve Almanya’nın lider konumu temsil ettiği, Avrupa devletlerinin bir araya gelerek dünyada Sovyetler Birliği, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) gibi güçler karşısında başka bir güç olacak oluşumu temsil eden Pan-Avrupa düşüncesini ortaya atmıştır. Bu düşünce, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yüzyıllardır süregelen bir ütopya olmaktan çıkarak Schuman Planı ile pratiğe geçmiştir (Sokullu, 2017, s. 13). Avrupa siyasi bütünleşmesinin köşe taşlarından biri olarak görülen “Avrupa Birleşik Devletleri” fikrini ortaya atan Britanyalı siyasetçi Winston Churchill de bütünleşme sürecindeki önemli figürlerden biri olmuştur. Ancak buna rağmen İngiltere, birliğin kuruluş aşamasında, ulusal çıkarlar ve egemenliğin paylaşılamayacağı gibi sebeplerle bu sürecin dışında kalmayı tercih etmiştir. Öte yandan İngiltere’nin İngiliz Milletler Topluluğu’ndaki (Commonwealth) ayrıcalıklı konumunun zedelenmesi ihtimali ve uluslararası arenada daha çok ABD ile hareket etmesi de bu mesafeli ilişkinin sebepleri olarak değerlendirilebilir. Tüm bu durumlar, İngiltere’nin Avrupa’ya olan şüpheci ve kararsız tutumunun ne kadar geçmişe dayandığını da göstermektedir (Ayaz, 2017, s. 1).

1951’de Avrupa Kömür-Çelik Topluluğu ve 1957’de ise Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun kurulmasıyla birlikte üye devletler süreç içinde oldukça büyük bir başarı yakalamışlardır. Topluluk giderek artan bir yükselişteyken, İngiltere’nin o dönem yaşadığı ekonomik düşüş, 1956 Süveyş Krizi’nde eskisi kadar etkili bir güç olamaması ve ABD’den de beklediği desteği görememesi gibi sebepler İngiltere’yi toplulukla ilişkilerin revize edilmesi ve bir üyelik sürecine itmiştir. Öte yandan 1960 yılında İngiltere’nin AET’ye karşı bir alternatif olarak kurduğu Avrupa Serbest Ticaret Birliği (EFTA) üyeleri de AET’ye katılmıştır (Şenbaş, 2019, s.229). Bu doğrultuda en başta sergilenen Avrupa soyutlaması, 1961 yılında yapılan başvuru ile geri plana itilmiştir. Ancak bu üyelik başvurusu, Charles De Gaulle yönetimindeki Fransa’nın muhalif olmasıyla veto edilmiştir. De Gaulle, İngilizlerin, İngiliz Milletler Topluluğu’ndaki çıkarlarından feragat edemeyeceği düşüncesi ve İngiltere’nin uluslararası arenada ABD’ye olan bağlılığı nedeniyle bu üyeliğe sıcak bakmamıştır. Fransız lidere göre İngilizlerin ulusal karakterini belirleyen geleneksel alışkanlıkları vardı ve bu durum topluluğun karakteriyle çakışıyordu. Nitekim De Gaulle’un İngiltere’ye karşı olan bu tutumu, İngiliz Hükümetinin 1967 yılındaki ikinci üyelik başvurusunun reddedilmesiyle devam etmiştir (Büyükcan, 2019, s. 9). Tüm bu gelişmeleri düşündüğümüzde, iki tarafın birbirleri ile ilişkileri tarihsel bir sürecin de etkisiyle karşılıklı çekimser ve güvensiz bir tutum içerisinde gerçekleşmiştir diyebiliriz. Fransa için İngiltere’nin üyeliği kıtayı Amerikan emperyalizmine sürükleyecek ve federal bir Avrupa fikrini de zedeleyecek olumsuz bir gelişme olacaktı. İngiltere için ise bu topluluk Fransız çıkarlarına hizmet edecek bir blok niteliğindeydi (Sokullu, 2017, s. 14). Ancak yaşanan gelişmeler kendisini Avrupa kıtasının ötesinde gören İngiltere’nin toplulukla olan bağını daha fazla göz ardı etmesine engel olmuştur.

1969 yılında De Gaulle’ın istifası ve yerine daha ılımlı olan Pompidou’nun gelmesi üyeliğin ekonomik bir gereklilik haline geldiği İngiltere için bir fırsat olmuştu. Başbakan Edward Heath’e göre bu üyelik İngiltere için sadece Avrupa kıtasında değil, dünyanın her yerinde etkili olabileceği bir alan yaratacaktı (Sokullu, 2017, s. 15). Hatta üyelik konusunda 1971 yılında parlamentoda “Avrupa Toplulukları Yasası” adı altında bir yasa bile çıkarılmıştır. Bu doğrultuda İngiltere, 1973 yılında üçüncü başvurusunda topluluğa üye olmuştur.  İngiltere’nin üyeliği, hem kendi açısından hem de topluluk açısından bir entegrasyon sürecini de beraberinde getirmiştir. Topluluğa üye olmak, egemenliğin bir kısmının devri anlamına gelmekte ve birçok konuda topluluğun öngördüğü şekilde hareket etmek demekti (Büyükcan, 2019, s.10). İngiltere’de 1688 yılındaki Muhteşem Devrim sonrası oluşturulan Anayasal Monarşiye dayalı bir sistem (Westminster Sistemi) mevcuttur. 1973 yılında bu sistem radikal bir değişime maruz kalarak egemenliğin bir başka üst otoriteye kısmen de olsa devredilmesi gerekmiştir. Bu durum gelenekselci İngilizlerin siyasi tarihi için de bir devrim olmuştur (Ayaz, 2017, s. 2). Elbette İngilizlerin başından beri mesafeli duruşunun en temel sebeplerinden olan bu durum, İngiliz kamuoyunda da giderek artan farklı görüşlere neden olmuştur. Bu doğrultuda 1975 yılında, ilk Brexit olarak da nitelendirebileceğimiz bir referandum yapılmış ve %67,2 oy ile üyeliğin devamı kararı alınmıştır. İngiltere, kendisini Avrupa kıtası devletlerinden farklı bir yere koymasına rağmen uluslararası rekabet ve şartların gerekliliğine karşı koyamamış ve tüm vetolara ve sıkıntılara rağmen üyelik hedefinden şaşmamıştır. Ancak üyelikten çok kısa bir süre sonra gerçekleştirdiği bu referandum, İngiltere’nin Avrupa’ya karşı şüpheci tavrını hiçbir şartta aşamadığının bir göstergesidir.

İngiltere’nin Birlik ile kurduğu ilişkilerinde öne çıkardığı mesafeli tutumu, ikili ilişkilerin her alanında varlığını sürdürmüştür. Öyle ki İngiltere, Birlik bünyesindeki ortak para sistemi ve serbest dolaşım gibi oluşumlara da dahil olmamıştır. Nitekim İngiltere’nin üyelik konusunda en başından beri yaşadığı sancılı süreç 1980’li yıllarda da devam etmiştir. Dönemin “Demir Lady” lakaplı İngiltere başbakanı Margaret Thatcher’ın iktidara gelmesiyle, Avrupa şüpheciliği/karşıtlığı İngiliz siyasetinde giderek artan bir şekilde hâkim olmaya devam etmiştir.  Margaret Thatcher’ın 1988 yılında Bruges’da gerçekleştirdiği ve Avrupa karşıtlarının da referans noktası olan, tarihe “The Bruges Speech” olarak geçen konuşmasında, net bir şekilde siyasi bütünleşme ve derinleşmeden olan rahatsızlığını dile getirmiştir. Bu konuşmayla o dönem İngiltere’nin Avrupa’ya bakış açısını da ortaya koymuştur (Ayaz, 2017, s. 5). Thatcher’a göre Avrupa bütünleşmesi, Fransa ve Almanya’nın çıkarlarına hizmet etmekte ve İngiltere’nin uluslararası siyasetteki konumunu sarsmaktaydı. Öte yandan İngiltere, Topluluk içinde her zaman ayrıcalıklı bir konumda olmuş ve kendi çıkarlarını göz etmeyen hiçbir politika içerisinde yer almamıştır. Bunun en iyi örneklerinden biri de Topluluk bütçesine olan katkısını azaltmak için başlattığı kampanyanın olumlu sonuç vererek 1984 yılında Avrupa Birliği Konseyi’nin oluşmasına ön ayak olmasıdır (Ayaz, 2017, s. 4). Bu anlamda İngiltere’nin bu mesafeli ve şüpheci yaklaşımını her durumda kendi lehine çevirerek o zamanlardan beri kendi Avrupa’sını yaratmaya çalıştığını söyleyebiliriz. İngiltere AB’nin ekonomik getirilerinden faydalanmış ancak hiçbir zaman egemenliğinin devredilmesi konusuna sıcak bakmamıştır. Çoğu kez Birlik ile hareket etmek yerine geçmişten bu yana sürdürdüğü otoritesini Birlik içinde de geri planda tutmamıştır. Öte yandan birçok kesim tarafından İngiltere’nin de Avrupalılık kimliği konusunda tartışmalar olmuştur. Britanya’nın coğrafi ve tarihi bağına rağmen ABD ile yakınlığı onun bir Avrupalı kimliğinden çok Atlantik kimliğine sahip olduğu görüşü de yaygındır. İngiltere için bir Avrupa şüpheciliği mevcuttur ancak tarihsel gelişmeler bu şüpheciliğin tek taraflı olmadığını da göstermektedir. Topluluğun kuruluş aşamasında bile Britanya Dışişleri Bakanı’na önceden bir bilgilendirme yapılmaması ve kıtada birlik oluşturma teorilerinin çoğunda İngiltere’nin bu oluşumun dışında bırakılarak rakip olarak nitelendirilmesi bunun en iyi örneklerindendir. Nitekim Churchill’in de 1946 yılında gerçekleştirdiği konuşmasında, “Avrupa Birleşik Devletleri” modeline Britanya’yı dahil etmemesi ve “Avrupa ile birlikteyiz, fakat onun bir parçası değiliz.” diyerek bu projede sadece destekçi olarak var olacağını vurgulaması, İngiltere’nin Avrupa algısını ve bugün gelinen durumu açıklar niteliktedir. İngiltere, birlik projesine dahil olmamış, fakat kendisini bu projenin lideri gibi görmüştür. Dolayısıyla kendisini lider olarak gördüğü bir oluşumun içinde, kendisinden daha zayıf gördüğü ülkelerle birlikte bir üst otoriteye boyun eğmesinin, onun yüzyıllardır süregelen mekanizmasına ters düşmesi şaşırtıcı değildir. Tarihe “güneş batmayan imparatorluk” olarak geçmiş İngiltere’nin bu liderlik hedefi, onun imparatorluk geçmişinden doğan bir refleksin sonucudur (Vatandaş, 2018, s. 2).

1990’lı yıllara gelindiğinde iktidarda bulunan John Major hükümetinin amacı, İngiltere’nin Topluluğa üyeliğinin yeniden gözden geçirilmesi ve daha fazla İngiltere merkezli bir Topluluk olmuştur.  Major bu hedeflerini 1991 yılındaki konuşmasında “İngiltere Avrupa Topluluğu’nun kalbi olmalıdır” diyerek vurgulamıştır. Major bütünleşmeyi desteklemiş ancak bu bütünleşmenin ulus devletlerin egemenliğine gölge düşürmemesi gerektiğini vurgulamıştır. Topluluğun genişlemelerle birlikte bir adım ileriye giderek Avrupa Birliği’ne dönüştüğü dönemde, Maastricht Antlaşması süreci de İngiltere’nin ulusal çıkarlarını korumaya çalıştığı bir dönem olmuştur. Her ne kadar antlaşmayı imzalamış olsa da Euro Bölgesi, Adalet ve İçişleri, Schengen gibi konularda çekimser kalmıştır (Sokullu, 2017, s. 17). 1997’de iktidara gelen İşçi Partisi öncekilerine göre daha ılımlı bir politika izlemiştir. Bu dönemde İngiliz hükümeti dış politika konusunda Avro-Atlantisist bir tutum benimseyerek daha az izole bir politika izlemiş ve ilişkiler bu düzlemde seyretmiştir. Ancak tüm yapıcı politikalara rağmen giderek artan Avrupa karşıtlığının önüne geçememişlerdir (Sokullu, 2017, s. 25).

2.2. Brexit Dönemi

Brexit sözcüğü, 2012 yılında tartışılan Yunanistan’ın ekonomik kriz dolayısıyla Euro bölgesinden ayrılmasını simgeleyen “Grexit” sözcüğünden türetilmiştir. “Greece” ve “Exit” sözcüklerinin birleştirilmesiyle oluşturulan Grexit mantığı, Brexit için de geçerli olmuştur. Böylece Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılma sürecini ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır (Karaca, 2019, s. 38).

Avrupa Birliği konusu, İngiltere siyasetinde, tarihin her döneminde oldukça kilit bir konu olmuş ve iktidardaki tüm partiler Avrupa ile ilişkileri gündemde tutmuşlardır. İlişkilerin en sert yaşandığı Thatcher döneminin ardından, 2015 yılında David Cameron’ın iktidara gelmesi önemli bir kırılma noktası olmuştur. 2015 seçimlerinde AB karşıtı bir tutum sergileyen Cameron, Nigel Farage liderliğindeki Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’ne (UKIP) yönelen AB karşıtlarını parti içerisinde tutabilmek adına, 2015 seçimlerini kazanması durumunda AB üyeliği için bir referandum vaat etmiş ve böylece bugün “Brexit” dediğimiz süreç başlamıştır (Vatandaş, 2019, s. 2).  AB’de kalınması yönünde propagandalar yapan Cameron, referandum sonucunda AB’den ayrılma yönünde sonuçların çıkmasıyla bir nevi oynadığı kumarı kaybetmiş ve Başbakanlıktan istifa etmek zorunda kalmıştır. Referandum süreci, Birleşik Krallık halkını ikiye bölmüş ve kutuplaşmalara neden olmuştur. Bu çerçevede referandum sonuçları Britanya halkının, kendi içerisinde AB konusunda sabit bir fikre sahip olmadığını da göstermiştir (Örmeci, 2017, s. 51). Örneğin İngiltere ve Galler, AB’den ayrılma yönünde oyların ağırlıklı olduğu ülkeler iken, İskoçya ve Kuzey İrlanda AB’de kalma yönünde karar vermiştir. Bu durum daha önce İskoçya tarafından bağımsızlık talep edilen İngiltere açısından oldukça zorlu ve derin bir krize dönüşebilir. Bu anlamda İskoçya’nın AB ile yeniden birlik olmayı hedeflemesi ve Başbakan Nicola Sturgeon’ın “İskoçya yakında yine Avrupa’da olacak” söylemleri Birleşik Krallık’ın siyasi geleceği hakkında soru işaretleri yaratmaktadır. İskoçya’nın yanı sıra, Brexit İrlanda sınır sorununu gündeme getirmiş ve bu sorun, 31 Ocak 2020 tarihinde imzalanan Brexit Antlaşması’nda, İngiltere AB’den ayrılsa da Kuzey İrlanda’nın AB ile Gümrük Birliği içerisinde kalması kararıyla çözülmüştür. Ancak buna rağmen AB, imzaladığı ayrılık antlaşmasının bazı bölümlerini değiştirerek yeni bir yasa tasarısı hazırlayan İngiltere’nin, bu konuda antlaşmaya uymadığını ve uluslararası hukuku ihlal ettiğini iddia etmiştir (Euronews, 2020). Bu durum İngiltere’nin ayrılık sonrası AB ile ilişkilerindeki tutumunun ne yönde olacağını da göstermektedir.

İngiltere’de öne çıkan iki Avrupa karşıtı parti olan Muhafazakâr Parti ve UKIP, Brexit sürecinde oldukça etkili rol oynamışlardır.  Dönemin Londra Belediye Başkanı olan Boris Johnson “Bizim Paramız, Bizim Ekonomimiz, Bizim Sınırlarımız, Bizim Güvenliğimiz ve Bizim Vergilerimiz: Kontrolü Geri Alalım” şeklinde sloganlarla egemenlik ve bütçe konularında ön plana çıkmıştır. Diğer tarafta ise Farage’ın önderliğindeki UKIP, göç karşıtı kampanyalarıyla öne çıkmış ve ırksal düşmanlığı tetiklediği gerekçeleriyle birçok eleştiriye maruz kalmıştır (Şenbaş, 2019, s. 233).  Brexit yanlısı kampanyalarda, Britanyalılar her ne kadar AB’den ayrılma gerekçeleri konusunda kendi içlerinde kutuplaşmalar yaşasalar da AB’ye olan karşıtlık konusunda ortak bir noktada oldukları aşikardır. Öte yandan egemenlik gibi konular her ne kadar İngiltere için hassas nokta olsa da kampanyanın asıl merkez noktası göç konusu olmuş ve artan göçmen nüfusuna paralel olarak artan İngiliz milliyetçiliği, referanduma giden süreci ve sonrasını ciddi oranda etkilemiştir. Bu noktada UKIP, referandum sonuçlarını belirleyen etkili bir aktör olmuştur.

2008’de yaşanan ekonomik kriz sonucunda AB içerisinde Avro krizi gerçekleşmiş ve AB bu krize karşı etkili bir mücadele gerçekleştirememiştir. Bu nedenle Britanya halkı, AB’yi ekonomik yönden eleştirmiştir. Diğer taraftan 1992 yılından itibaren 2008’deki Büyük Kriz’e kadar İngiltere ekonomisi istikrarlı bir gelişme göstermiş ve bu anlamda Euro Bölgesi ülkelerini geride bırakmıştır. Bir zamanlar ekonomik sebeplerle Birlik bünyesinde yer alma ihtiyacı güden İngiltere için bu durum, yavaş yavaş AB’nin pragmatik yönünü kaybetmesine neden olmuştur diyebiliriz. Tüm bu ekonomik gelişmelerin sonucu da göçmen nüfusunun artışı olmuştur (Büyükcan, 2019, s. 14). Bu durum süreç içerisinde ülkede popülizmin artış göstermesiyle beraber AB karşıtlığını da artırmıştır. İngilizler, henüz serbest dolaşım konusunda bile tereddüt yaşarken artan göç sorunuyla beraber daha da kaygılı hale gelmişlerdir. Bu sorun, Suriye Krizi ile birlikte yaşanan mülteci sorunuyla daha da derinleşmiştir. Diğer yandan AB’nin Ukrayna ve Suriye Krizi gibi uluslararası krizlerde yeterince etkili olamaması da İngiltere için bir eleştiri konusu olmuştur. Tüm bunlarla beraber, AB’nin 2004 yılındaki genişlemesiyle birlikte Polonya, Romanya ve Bulgaristan gibi ekonomik açıdan zayıf ülkelerden gelen göçler de göç sorununun başka bir boyutunu oluşturmuştur. Doğu Avrupa ülkelerinden gelen bu göçmen sayısındaki artış, Brexit sürecinde en etkili konulardan biri olmuştur.

AB’ye karşı bir başka eleştiri de karmaşık kurumsal yapısı ve karar verme mekanizması ile ilgili sorunlar olmuştur. Birliğin genişleyerek çok sayıda üyeyi barındırması, önemli konularda karar alınmasını gittikçe zorlaştırmıştır. İngiltere her ne kadar başlangıçta ekonomik açıdan daha geniş pazarlara hitap edebilmek için genişleme sürecini desteklemişse de derinleşme sürecindeki siyasi iş birliği, ortak para birimi gibi gelişmelere mesafeli kalmıştır. Bu çerçevede İngiltere’nin yalnızca ekonomik bütünleşme yolunda bir Avrupa hedefinin olduğunu söyleyebiliriz. Tüm gelişmeler sonucunda ekonomik nedenlerin de sürece zemin hazırladığı bir gerçek olsa da göçmen karşıtlığı, sürecin en hızlandırıcı faktörlerinden olmuştur (Büyükcan, 2019, s. 21).

Referandum sonucunda istifa eden Cameron’ın yerine Temmuz 2016’dan Theresa May, yeni Başbakan olarak göreve başlamıştır. Başbakan May, oldukça gergin ve belirsiz bir atmosferin sürdüğü bir dönemde Başbakanlık görevini üstlenmiştir. Bir tarafta İskoçya ve Kuzey İrlanda’nın AB’den ayrılmak istememesiyle oluşan iç siyaset sorununu, diğer taraftan ise Lizbon Antlaşması’nın 50. Maddesi çerçevesinde Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılmasını en az zararla yönetmesi gerekmiştir. Bu süreçte May, Brexit sürecine ilişkin tek pazar, serbest dolaşım ve göçmenlerin durumuyla ilgili net bir açıklama yapmaması nedeniyle eleştirilerin hedefi olmuştur (Kutlay, 2017, s. 12). Öte yandan Brexit sonrası, ülke ekonomisinde ciddi dalgalanmalar meydana gelmiş ve Pound son 30 yılın en düşük değerini görmüştür (Aras & Günar, 2018:96). Tüm bunlarla birlikte Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılması durumunda oluşabilecek senaryolar da hem kamuoyu hem de siyasi elit kesim için oldukça endişe verici olmuştur. 23 Haziran referandumundan memnun olmayan kesimler referandumun tekrar yapılmasını istemiş, ancak bu hükümet tarafından “AB dışındaki fırsatlara odaklanmalıyız” mesajıyla reddedilmiştir. Bu doğrultuda İngiliz halkının ayrılma yönünde karar verirken duruma ne derece objektif ve pragmatik yaklaştığı soru işaretleriyle doludur. Tüm bu tartışmalar sürerken nihayet Başbakan May süreçle ilgili “İngiliz toplumu 23 Haziran’da değişiklik için oy vermiştir. Ülkemizde sessiz bir devrim gerçekleşmiştir. Brexit Brexit’tir ve onu başarıyla sonuçlandıracağız” şeklinde konuşarak İngiltere’nin ayrılık konusunda geri adım atmayacağını da netleştirmiştir (Kutlay, 2017, s. 13). Nitekim May bu söylemini harekete geçirerek, Mayıs 2017’de Avrupa Konseyi Başkanı Tusk tarafından 50. Maddenin yürürlüğe konularak Brexit sürecinin başlatılmasını istemiştir (Şenbaş, 2019:234). Böylece Brexit müzakereleri 19 Haziran 2017 tarihi itibariyle başlamıştır. Müzakerelerin ilk etabında, vatandaş hakları, ayrılığın mali boyutları ve İrlanda sınır sorunu gibi konular ele alınırken, 2018’de yapılan ikinci aşamada geçiş dönemine ilişkin düzenlemeler ele alınmıştır (Türko, 2018, s. 140).

Tüm bu süreç devam ederken, Başbakan May, Brexit’e kurban giden ikinci İngiliz başbakanı olarak nitelendirilmiştir. Brexit sürecini daha etkili bir hükümetle yönetmek isteyen May, 2017 yılında erken seçime gitmiş ve seçim sürecinde sergilediği başarısız performansıyla birlikte istifa etmek zorunda kalmıştır (Anadolu Ajansı, 2019). May’in istifasının ardından Brexit sürecinin yönetimini yeni Başbakan Boris Johnson devralmıştır. Nitekim 3 başbakan değişimiyle sonuçlanan ve birçok iç ve dış siyasi krizin gündeme geldiği Brexit süreci, Avrupa Parlamentosu’nun çekilme anlaşmasını onaylamasıyla birlikte 31 Ocak 2020 tarihinde Birleşik Krallık’ın resmi olarak AB’den ayrılmasıyla sonuçlanmıştır. Böylece 31 Aralık 2020’de bitmesi hedeflenen geçiş süreci de başlamış ve 1 Ocak 2021 itibariyle de ikili ilişkiler için yeni bir dönem başlamıştır. Bu süreçte İngiltere’nin AB’den ayrılmasının getirdiği kurallar uygulamaya girerken İngiltere, daha ilk ayda Avrupa’nın en büyük mali piyasası olma özelliğini kaybetmiştir. Böyle bir düşüş karşısında İngiltere, AB’nin İngiltere’yi mali piyasalardan dışlamayı hedeflediğini iddia etmiştir. Öte yandan İngiltere’nin AB’nin Londra temsilcisine diplomatik statü vermemesi ve Kuzey İrlanda’nın Gümrük Birliği’nde kalmasıyla ilgili konularda sorunlar yaşaması ikili ilişkilerin ne derece yapıcı bir şekilde yürütüleceği konusunda soru işaretleri yaratmaktadır. Görülmektedir ki İngiltere, Birlik bünyesinde var olmasa dahi AB şüpheciliğinden taviz vermemekte ve ilişkilerini bu zeminde yürütmektedir. Tüm bu gelişmelerin yanında, Boris Johnson’ın AB ile yapılan ticaret anlaşmasını “ulusal egemenliğin geri alınışı” şeklinde nitelendirmesi bundan sonraki süreçte AB-İngiltere ilişkilerinin ne yönde seyredeceğine de ışık tutmaktadır (BBC, 2021).

 

3. TEORİK ÇERÇEVE: AVRUPA ŞÜPHECİLİĞİ

Euro bölgesi ve göç krizlerinin ardından, Avrupa entegrasyon sürecine muhalefeti tanımlamak için kullanılan bir terim olan Avrupa şüpheciliği, son yıllarda sık sık gündeme gelmektedir.  Bununla birlikte, Avrupa şüpheciliğinin uzun süredir devam eden bir geçmişi bulunmaktadır. İlk olarak 1980’lerde İngiliz gazete makalelerinde öne çıkmış, kullanımı hem Avrupa halkları hem de partiler arasında artan, Avrupa Birliği’nin siyasi ve ekonomik entegrasyonuna muhalefetlerini ifade eden bir terimdir. Avrupa siyasallaşmasının gündeme geldiği bir dönemde ortaya çıkmış ve Maastricht sonrası dönemde giderek yaygınlaşmıştır. Son dönemlerde Avrupa’da artan popülist söylemler, Avrupa şüpheciliğini de besler nitelikte olmuştur. “Avrupa şüpheciliği, AB’nin karar alma sürecini etkileyebilir ve AB yönetiminin gelişimini sınırlayabilir; ama aynı zamanda seçim ve parti sistemi dinamiklerini de değiştirebilir. Nitekim AB’ye karşı olan muhalefet, AB projesinin, kurumlarının, politikalarının ve kararlarının meşruiyeti için normatif sonuçlara sahiptir.” (Vasilopoulou, 2017, s. 2). İngiltere’nin ilişkilerinin ilk başladığı dönemden beri sergilediği tutum ve günümüzde yaşanan Brexit krizi, bunun en önemli örnekleridir.

Avrupa bütünleşmesi, ulus devletlerin egemenlik ve ulusal kimliklerinden ödün verme korkularının bir yansıması olarak Avrupa şüphecilerini her zaman barındırmıştır. AB’nin siyasal bütünleşmeye yönelmesi ve bu doğrultuda Maastricht Antlaşması’nı imzalamasıyla birlikte bu endişeler giderek artmıştır. Bu noktada 2004 genişlemesi önemli bir kırılma noktası olmuş, kendisini hukuksal ve kurumsal olarak bu genişlemeye hazırlamak isteyen Avrupa Birliği, AB Anayasasını oluşturmak istemiştir. Ancak bu fikir Fransa ve Hollanda’nın reddiyle hayata geçirilememiş ve bu da AB kimliğinin henüz içselleştirilemediğini göstermiştir. Tüm bunların yanı sıra yaşanan Avro Krizi, AB içerisinde ciddi bir ekonomik krize neden olmuş ve bu durum göç kriziyle birlikte giderek artan bir soruna dönüşmüştür. Bu noktada AB ile ilişkilerinin başlangıcından bu yana AB’yi hiçbir zaman içselleştiremeyen ve bunu ilişkilerine de yansıtan İngiltere, oldukça ön plana çıkan bir ülke olmuştur. David Cameron’ın 2010 yılında Başbakan olarak göreve gelmesiyle beraber, İngiltere’nin AB’ye karşı muhalif tavrı artmış ve ayrılma konusu gündeme gelmeye başlamıştır (Köroğlu & Çendek, 2015, s. 194). Bu noktada Avrupa şüpheciliğinin ve İngiltere’deki Avrupa şüpheciliğinin altında yatan nedenlere odaklanmak gerekir.

Kopenhag Okulu, ilk olarak İngiltere ile anılan Avrupa şüpheciliğini toplumsal güvenlik çerçevesinde kimlik ve bütünleşme kavramlarıyla birlikte ele almıştır. Toplumsal güvenlik anlamında kimliğin önemi, İngiltere’nin kendisini Avrupalı olarak tanımlamayışında ortaya çıkmış ve bu kimlik çatışması İngiltere’nin daha esnek bir Avrupa modeli istemesine neden olmuştur. Diğer yandan bütünleşme, toplumsal güvenliğe yani ulusal kimliğe ve egemenliğe bir tehdit gibi görülmüş ve İngiltere’de kimlik temelli bir Avrupa şüpheciliğinin oluşmasına zemin hazırlamıştır. İngiltere’nin Avrupa şüpheciliği, bütünleşme açısından düşündüğümüzde iki şekilde ön plana çıkmıştır; AB’den ayrılma ve AB’de reform. İngiltere’nin hayalindeki Avrupa modelinin oluşturulabilmesi için reformdan yana olan Muhafazakâr kesim, bunun gerçekleşmemesi durumunda ayrılma çağrılarını da bir strateji olarak kullanmıştır. Bu noktada aşırı bir Avrupa şüpheciliğinin, karşıtlığa dönüşerek toplumsal güvenlik anlamında bir güvenlikleştirmeye neden olacağını söyleyebiliriz (Köroğlu & Çendek, 2015, s. 195). Nitekim Brexit süreci tüm bu kanıların vücut bulduğu bir nokta olmuştur.

Tüm bunlarla birlikte Kopenhag Okulu güvenliği incelerken güvenliğe yönelik tehditleri ve bunların neler olabileceğini de ortaya koymuştur. Bu durumda toplumsal güvenliğe tehdit gibi görünen üç temel alan bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, nüfusun yapısındaki bir değişme ile kimliğin de değişeceği göç olgusudur. İkincisi, komşu kültürlerin baskın kültürel ve dilsel etkisi nedeniyle insanların kendilerini ifade ediş şekillerindeki değişimi kapsayan yatay rekabettir. Sonuncusu ise, bir bütünleşme projesi veya ayrılıkçı-bölgesel bir proje nedeniyle insanların kendilerini, kendileri gibi görmeyi bıraktıkları dikey rekabettir.” (Köroğlu & Çendek, 2015, s. 196). Bu çerçevede bir bütünleşme projesi olan AB, ulus devletler açısından ulusal egemenliğe yönelik bir tehdit unsuru oluşturmaktadır. Elbette AB’nin bütünleşme sürecinin ve Avrupa kimliğinin oluşumunun nasıl işlediği de önemli bir faktördür. Avrupa bütünleşmesi, başlangıcından bu yana her zaman bir tartışma konusu olmuş ve bütünleşmenin esnek bir konfederatif mi yoksa sıkı bir federatif modelde mi olacağı konuları gündemde olmuştur (Dedeoğlu, 1996, s. 49). Bu noktada daha esnek bir yapı isteyen İngiltere için bu durum, AB ile ilişkileri açısından önemli bir belirleyici faktör olmuştur.

İngiltere’de Avrupa şüpheciliği iki şekilde ortaya çıkmıştır; partiye dayalı ve kimliğe dayalı Avrupa şüpheciliği. Partiye dayalı Avrupa şüpheciliği partiler arası mücadeleler çerçevesinde bir olgu olmuştur. Kimliğe dayalı Avrupa şüpheciliği ise daha çok tarihsel ve kültürel bağlamda ele alınmıştır. Bu noktada İngiltere’nin kendisini Avrupalı olarak görmemesi ve Avrupa’nın ötesinde nitelendirilmesi ön plana çıkmaktadır. Nitekim bu iki olgu birbirleriyle bağlantılıdır. Spiering’e göre İngiltere’nin Avrupa’yı İngilizlerin Avrupa’ya ve Avrupalılara bakış açısı ve bu konudaki algıları, politikacılar için de etkili bir araç olmuştur (Köroğlu & Çendek, 2015, s. 200). Öte yandan İngiltere’de Avrupa şüpheciliğinin gelişimi, AB’deki gelişmelere paralel bir şekilde seyretmiştir. Siyasi bütünleşme ile birlikte Avrupa vatandaşlığı adı altında ortak bir Avrupa kimliğinin oluşturulmaya çalışılması ve hemen ardından bir Avrupa Anayasası fikrinin ortaya atılması tetikleyici faktörler olmuştur. Tüm bunlarla birlikte uluslararası konjonktürde meydana gelen krizler karşısında AB’nin yeterince etkili olamaması, Irak Savaşı’nda AB’nin Avrupa ve Amerika yanlıları olarak kutuplaşması ve halihazırda ekonomik bir krizle boğuşması gibi nedenler İngiltere için AB’nin pragmatik yapısını sorgulayıcı nitelikte olmuştur. Nitekim toplumsal güvenlik, ulusal kimlik ve egemenlik gibi faktörler İngiltere’de Avrupa şüpheciliğinin beslendiği temel alanlar olmuştur. Kuruluş aşamasından bu yana oldukça mesafeli ve şüpheci bir tutum sergileyen İngiltere için bütünleşme sürecindeki gelişmeler bir güvenlikleştirme eğilimi oluşturmuş ve günümüzde Brexit ile sonuçlanan ikili ilişkilerin seyrini belirlemiştir.

 

4. SONUÇ

İngiltere, üye olduğu ilk günden beri AB için birçok önemli konuya mesafeli yaklaşmış ve ayrıcalıklı bir statü elde etmiştir. Taraflar arasındaki ilişkilerin tarihsel sürecine baktığımızda, İngiltere ve AB’yi Brexit’e götüren sürecin şaşırtıcı olmadığı aşikardır. İngiltere’nin üye olduğu ilk günden bu yana sergilediği tutumun en önemli nedenlerinden birinin bir egemenlik kaygısı olduğu bilinmektedir. AB’nin giderek federatif bir yapıya dönüşmesi ve İngiltere’nin yönetiminde daha etkili bir konuma gelmesi, İngiliz milliyetçileri için rahatsız edici bir durum olmuştur. İngiliz siyasetçilere göre AB’nin artan hegemonyası, Birleşik Krallık’ın egemenliğini ve gelenekselci anlayışını zedelemektedir.

Öte yandan İngilizlerin bu negatif tutumları, federal bir Avrupa yaratma amacıyla yola çıkan Avrupa Birliği’nin amaçlarına ters düşmektedir. Kendisini her zaman Kıta Avrupa’sının ötesinde gören İngiltere, karar aşamalarında Birlik bünyesindeki en küçük ülkelerin dahi görüşlerini almayı bir türlü sindirememiş ve bu hoşnutsuzluğunu ikili ilişkilere her zaman yansıtmıştır. Birlik kurulurken, kendisini her ne kadar dahil etmese de bu oluşumun lideri olarak gören İngiltere, Almanya ve Fransa’nın AB’deki etkin rolünden rahatsız olmuş ve AB’nin bu ülkelerin ulusal çıkarlarına hizmet ettiğini düşünmüştür. Avrupa karşıtı birçok İngiliz siyasetçi, İngiltere’nin ancak Birlik’ten ayrılırsa Avrupa’daki etkinliğini koruyabileceğine inanıyordu (Aktaş, 2019, s. 266). Tüm bunlara rağmen İngiltere, sahip olduğu özel statüyle birlikte AB’nin sağladığı avantajların da meyvesini yemiştir. Ancak yine de İngiltere için, Birliğe üye olmanın avantajlarının yanı sıra dezavantajları da bulunmaktaydı. Bu sorunların en başında ise göçmen sorunu gelmiş ve bu sorun ülke sınırlarını kendisinin koruması gerekliliğini de beraberinde getirmiştir (Yavuzaslan, 2017, s. 236). Brexit tarihsel ve siyasal anlamda çok daha derin bir zemine dayansa da, son dönemlerde süreci tetikleyen birçok faktör gelişmiştir. Özellikle Doğu Avrupa devletlerinin üyeliği sonrasında başlayan yoğun göçler, Suriye İç Savaşı’nın sonucu olan mülteci kriziyle birlikte gitgide artan bir sorun haline gelmiştir (Aktaş, 2019, s. 265). 2015 ve 2016 yıllarında gerçekleşen Paris ve Brüksel saldırıları sonrası İslamofobi ve terör karşıtı söylemler, sorunu daha da karmaşık bir hale getirmiş ve popülist kampanyaların zeminini oluşturmuştur (Esen & Şekeroğlu, 2017, s. 44).  İngiltere’de meydana gelen bu göç sorunu, ülke nüfusunun artışıyla birlikte İngiliz halkının maaşlarında düşüşe neden olmuş ve dolayısıyla ekonomik kaygıları da beraberinde getirmiştir (Türko, 2018, s. 139). Tüm bunlarla birlikte geçmişten beri süren Avrupa şüpheciliği, Avrupa karşıtlığına dönüşmüştür. Öte yandan İngiltere’de Avrupa şüpheciliği hükümet perspektifinden ilk başta daha reformist bir şekilde ilerlemiş ve değişen konjonktürel yapıya göre seyretmiştir. Nitekim İngiliz halkının 2016’daki referandumla vermiş olduğu karar, bugün İngiltere’nin AB’den ayrılmasını niteleyen Brexit ile sonuçlanmıştır.   Üyeliği boyunca sürekli tehdit edercesine ayrılma sinyalleri veren İngiltere’nin AB ile ilişkilerinde bugün geldiği nokta beklenen bir senaryo  .

                                                                                           

Arıya KATI

Avrupa Çalışmaları Staj Programı

 

KAYNAKÇA

Adler, K. (25 Aralık 2020). Brexit: Manş’ın iki yakasında da zafer olarak sunulan ticaret anlaşması. https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-55447395   (17 Mart 2021).

Aktaş, M. (2019). AB Ülkelerinde Yükselen Popülizm, Brexit ve AB’nin Geleceği. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi. 12. 66. 264-272.

Aras, İ. ve Günar, A. (2018). Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’nden Ayrılma Referandumu: Brexit Süreci ve Sonuçları. Marmara Üniversitesi Siyasal Bilimler Dergisi. 6. 2. 90-110. https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/535864  (14 Mart 2021).

Ayaz, E. (2017). Brexit Avrupa Birliği’nin Sonu mu? Brexit’in Birleşik Krallık ile Avrupa Siyaseti Açısından Sonuçları. Lefkoşa: Yakın Doğu Enstitüsü.

BBC News. (1 Ocak 2021). Brexit: İngiltere’nin AB ile bağları fiilen sona erdi. https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-55501842  (17 Mart 2021).

BBC News. (21 Ocak 2021). İngiltere’nin, AB büyükelçisine diplomatik statü vermeyeceğini açıklaması krize neden oldu. https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-55749190  (18 Mart 2021).

BBC News. (11 Şubat 2021). Brexit: Amsterdam hisse senedi işlemlerinde Londra’yı geçti. https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-56025033  (18 Mart 2021).

Büyükcan, M. (2019). Brexit ve Sonrası: Avrupa Bütünleşmesi ve AB-İngiltere İlişkileri Üzerine Muhtemel Etkileri. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul: Maltepe Üniversitesi SBE.

Dedeoğlu, B. (1996). Adım Adım Avrupa Birliği. İstanbul: Çınar Yayınları.

Esen, E. ve Şekeroğlu D. (2017). Brexit – Elveda Avrupa İngiltere’nin AB’den Ayrılmasından Sonra Avrupa Bütünleşmesi ve Türkiye‐AB İlişkilerinde Fırsatlar ve Tehditler. Ankara: Siyasal Yayınevi.

Karaca, T. (2019). Lizbon Antlaşması’yla Tanınan Ayrılma Hakkı Çerçevesinde Brexit Süreci, Brexit’in Birleşik Krallık ve AB Üzerinde Muhtemel Etkileri. Yüksek Lisans Tezi. Ankara: Ankara Üniversitesi SBE.

Köroğlu, N. ve Çendek, S.Y. (2015). Toplumsal Güvenlik, Kimlik, Bütünleşme Bağlamında Avrupa Şüpheciliği: Cameron Dönemindeki Avrupa Şüpheciliğinin İçerik Analizi. Akademik İncelemeler Dergisi. 10. 2. 191-216. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/17960 (16 Mart 2021).

Kutlay, M. (2017). Brexit Sonrası İngiltere ve AB Bütünleşmesinin Geleceği. Özgürlük Araştımaları Derneği. 4. 5-25.

Küçük, B. (10 Eylül 2020). İngiltere’nin yeni tasarısı Brexit Anlaşmasını ihlal ediyor. Euronews. https://tr.euronews.com/amp/2020/09/10/uzmanlar-ingiltere-nin-yeni-tasar-s-brexit-anlasmas-n-dogrudan-ihlal-ediyor  (18 Mart 2021).

Örmeci, O. (2017). Brexit Referandumu Sonrası Birleşik Krallık’ın Geleceği. Euro Politika. 49-64. https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/700834  (15 Mart 2021).

Prins, G. (17 Ekim 2011).  “We should be with Europe, but not of it…linked but not combined.” MailOnline. https://www.dailymail.co.uk/debate/article-2049586/EU-referendum-UK-Europe-it.html (14 Mart 2021).

Salcı, T. (24 Mayıs 2019). Theresa May Brexit’e kurban giden ikinci İngiliz başbakan oldu. Anadolu Ajansı. https://www.aa.com.tr/tr/dunya/theresa-may-brexite-kurban-giden-ikinci-ingiliz-basbakan-oldu/1488443  (20 Mart 2021).

Sefer, Ö. (2014). Birleşik Krallık-Avrupa Birliği İlişkileri Üzerine Bir İnceleme. Marmara Sosyal Araştırmalar Dergisi. 6. 48-61. http://www.marmarasosyaldergi.org/makale/sayi6_aral%C4%B1k_2014_4.pdf (14 Mart 2021).

Sokullu, E.C. (2017). İngiltere’nin AB ile İmtihanı: Siyasal Söylemlerde Avrupa Şüpheciliğin Evrimi ve Brexit. EURO Politika. 11-34. https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/700833  (15 Mart 2021).

Şenbaş, D. (2019). Brexit Sürecinin İngiltere ve Avrupa Birliği Açısından Sonuçları. Dimitrov, K. D, Nikoloski, D. ve Yılmaz, R. (Ed.) Proceedings of International Balkan and Near Eastern Social Sciences Congress Series. Tekirdağ.

Türko, E.S. ve Gökçenoğlu S. (2018). AB Tarihinde Bir Geri Adım: Brexit. Manas Sosyal Araştırmalar Dergisi. 9. 1. 574-589. https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/942924  (14 Mart 2021).

Vasilopoulou, S. (2017). Theory, concepts and research design in the study of Eurosceptcism. Leruth B. Startin N. ve Usherwood S. (Ed.). The Routledge Handbook of Euroscepticism içinde. Londra: Routledge, 22-35.

Vatandaş, S. (12 Aralık 2018). “Brexit” Kimin Sınavı?: Birleşik Krallık ve Avrupa Birliği’nin Sancıları Üzerine. İNSAMER. https://insamer.com/tr/brexit-kimin-sinavi-birlesik-krallik-ve-avrupa-birliginin-sancilari-uzerine_1843.html  (15 Mart 2021).

Yavuzaslan, K. (2017). Brexit Yol Ayrımında Avrupa Birliği Sosyal Bütünleşme Çabalarına İnovatif Bir Yaklaşım: Sosyal İnovasyon. Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. 19. 1. 225-250. https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/360523  (14 Mart 2021).

 

 

 

 

 

 

 

Kalkınma Yardımları Komitesi’nin Çok Taraflı Kalkınma Yardımlarında Rolü

ÖZET

Sunulan çalışmada İktisadi İş birliği ve Gelişme Örgütü’nün (OECD) bünyesindeki Kalkınma Yardımı Komitesi’nin, çok taraflı kalkınma yardımlarının etkinliğini arttırmada nasıl bir rol üstlendiği araştırılmıştır. Bu sebeple, çok taraflılığın ve dış yardımların farklı tanımları, çok taraflı dış yardımların iki taraflı dış yardımlara kıyasla konumu, Kalkınma Yardımı Komitesi’nin kuruluşu ve işleyiş sistemleri incelenmiştir. Devam eden bölümde Komite’nin kalkınma yardımlarının etkinliğini arttırmak amacıyla düzenlediği Yüksek Düzeyli Forumlar, tarihsel gelişim süreçleri ve örgüt çerçevesinde alınan kararlarıyla birlikte okuyucuya sunulmuştur. Sonuç bölümünde Komite’nin etkinliğinde istenilen sonuçlara ulaşılması için yerel örgütlerin, sivil toplum kuruluşlarının, saha çalışanlarının ve alıcı devletin halkının fikirlerinin de karar alma süreçlerine dahil edilmesi gerektiği belirtilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Çok taraflılık, Resmi Kalkınma Yardımları, OECD, Kalkınma Yardımları Komitesi, Etkinlik

ABTRACT

In the presented study, what kind of a role does the Development Assistance Committee from the framework of Organisation for Economic Co-operation and Development (OECD) have in increasing the effectiveness of multilateral development aids was examined. For this purpose, the various definitions of multilateralism and foreign aid, the position of multilateral foreign aid in comparison to bilateral foreign aid, the foundation of Development Assistance Committee and its operation systems were analyzed. In the following chapter, High Level Forums that were organized in order to augment the effectiveness of development assistance were presented along with its historical development processes and decisions that were taken within the framework of the organization. In the conclusion chapter, it was asserted that in order to achieve the desired results in the effectiveness of the Committee, the ideas of local organizations, civil society institutions, field workers and the people of the recipient country should be included into the the decision-making processes.

Key Words: Multilateralism, Official Development Assistance, OECD, Development Assistance Committee, Effectiveness.

Giriş

Yapılan çalışmada İktisadi İşbirliği ve Gelişme Örgütü’nün (OECD) bünyesindeki Kalkınma Yardımı Komitesi’nin, çok taraflı kalkınma yardımlarının etkinliğini arttırmada nasıl bir rol üstlendiği araştırılmıştır. Komite’nin operasyonlarının incelenmesi amacıyla OECD tarafından sağlanan verilerden ve internet ortamındaki arşivinden faydalanılmıştır. Okuyucuyu Komite’nin çalışmalarına hazırlamak amacıyla öncelikle çok taraflılık kavramının ne olduğu, farklı görüşler tarafından nasıl tanımlandığı ve günümüzdeki haline geliş süreci açıklanmıştır. Daha sonra uluslararası dış yardımların Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde başlayan gelişme süreci, öne çıkan Batılı aktörlerin, Soğuk Savaş ortamında Sovyetler Birliği’nin ideolojik yayılışına karşı dış yardımları bir dış politika aracı olarak kullanışı ve günümüz dış yardım anlayışını şekillendirme süreci aktarılmıştır. Çok taraflı dış yardımların iki taraflı dış yardımlara kıyasla konumu, ilgili literatürden faydalanılarak açıklanmıştır. Devam eden bölümde Kalkınma Yardımları Komitesi’nin kuruluş süreci, üyeleri, vizyonu ve hedefleri 1960’lardan günümüze kadar gelen süreç göz önünde bulundurularak okuyucuya sunulmuştur. Son olarak Komite tarafından kalkınma yardımlarının etkinliğinin arttırılması amacıyla belirli aralıklarla gerçekleştirilen Yüksek Düzeyli Forumlarda alınan kararlar, Komite’nin yardım etkinliği anlayışını nasıl şekillendirdiklerine odaklanılarak incelenmiştir. Çalışmanın sonuç bölümünde ise Kalkınma Yardımları Komitesi’nin hükümet ve uluslararası örgüt temsilcilerinin toplantılarına ek olarak, yerel örgütler, saha çalışanları ve alıcı halkın yapılan yardım çalışmaları ile ilişki içinde bulunması ve Komite’nin alıcı devletin halkının ihtiyaçlarını yakından takip etmesi gerektiği tavsiyesinde bulunulmuştur.

1. Çok Taraflılık

Dünyadaki dengeleri derinden sarsan İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle oluşan yeni düzen uluslararası ilişkilerde kullanılan kurum ve platformlara dair bakış açılarını şekillendirmiştir. Devletlerin ilişkilerinde ayrımcılık olduğu düşüncesi ve güçlü devletlerin daha avantajlı anlaşmalar yapması aktörlerin çok taraflı yollarla ilerleme isteklerinde etkili olmuştur (Kahler, 1992, s. 681). Soğuk Savaş ile ortaya çıkan yeni dinamikler ve çok sayıda devletin birleşerek yanlarında güçlü bir devlet olmadan hareket edebilme imkanları, çok taraflılık kavramının her devleti eşit aktörler olarak kabul etme düşüncesiyle birlikte gelişmesini sağlamıştır (Kahler, 1992, s. 681).

Uluslararası ilişkilerde çok taraflılık denildiğinde, genel geçer bir tanımlama bulunmamaktadır. Bu konuda yapılan tartışmalarda öne çıkan isimlerden olan Robert Keohane’e göre çok taraflılık üç ya da daha fazla devletin oluşturduğu gruplar şeklinde ulusal politikaların belirli bir amaca yönelik (ad hoc) anlaşmalar ya da kurumlar aracılığıyla koordine edilmesidir (Keohane, 1990, s. 731). Bu tanımıyla Keohane, çok taraflı kurumları, kısa dönemli düzenlemelerden ayrı tutmuş, çok taraflı kurumların sürekli geçerli kurallara tabi olması sebebiyle üye aktörlerin davranışlarını devamlı şekillendirdiğine vurgu yapmıştır. Çok taraflılık üzerine çalışan bir başka isim olan Vincent Pouliot’a göre çok taraflılık kapsayıcı, kurumsallaşmış ve prensiplere dayalı bir siyasi diyalog tarafından belirlenen küresel yönetim pratiğidir (Pouliot, 2011, s. 19). Pouliot tarafından vurgulanan nokta, çok taraflılık kavramının doğasında aktörleri dışlayıcı kurallar yerine, genel ve önceden belirlenmiş prensipler ve birden fazla aktörün katılımından doğan bir çeşitlilik olduğudur (Pouliot, 2011, s. 19). Bu tanımlamalara ek olarak John Gerard Ruggie çok taraflılığı üç ya da daha fazla devletin genelleştirilmiş yürütme prensipleri üzerine temellendirilen ilişkilerini koordine eden kurumsal form olarak tanımlamıştır (Ruggie, 1992, s. 571). Ruggie, sadece aktör sayısının üç veya daha fazla olmasına odaklanarak çok taraflılık kavramının niteliksel boyutunu göz ardı eden tanımlamalara karşı çıkmıştır (Ruggie, 1992, s. 566). Ruggie’nin nitelik vurgusunu anlamak için verilebilecek bir örnek, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde çok taraflı anlaşmaların ortaya çıkış sürecidir. Bunun sebebi olarak Amerikan hegemonyasının ortaya çıkması değil ortaya çıkan hegemonyanın Amerikan nitelikli olması gösterilmektedir (Ruggie, 1992, s. 568). Amerika, Batılı değerleriyle şu anki dünya düzeninde kabul edilen çok taraflı anlaşmaları ve kurumları şekillendirmede büyük rol oynamıştır. Hegemon devletin Rusya ya da Çin olduğu bir Soğuk Savaş dönemi sonucunda günümüz çok taraflılık anlayışının bambaşka olacağı göz önüne alındığında, çok taraflı kurumların sadece niceliksel değil niteliksel özelliklerine de önem verilmesi gerektiği anlaşılmaktadır.

2. Dış Yardım Kavramının Oluşumu

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemden itibaren güçlü ve zengin devletlerin mal, servis ve fonların transferi ile diğer devletlerle başlattığı ilişkiler zamanla daha büyük miktarlarda kaynak aktarımına dönüşmüştür (Milner ve Tingley, 2013, s. 1). Yardımlar genellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde yaygınlaşan kaynakların hibe edilmesi ya da düşük faizli kredi şeklindedir (Milner ve Tingley, 2013, s. 1). Dış yardımların farklı politikalara göre askeri, eğitim, sağlık, çevresel, ekonomik veya siyasal sistemlerin güçlendirilmesi için, altyapı çalışmaları için, üretim sektörleri için, ekonomik krizler sonrası kalkınma için ya da insani ve doğal afet durumlarında destek ulaştırılması için verildiği görülmektedir (Milner ve Tingley, 2013, s. 1; Radelet, 2006, s. 7).

Dış yardım rejiminin gelişimi çoğunlukla Soğuk Savaş döneminde olmuş ve ilk defa büyük çaplı bir yardım olarak hazırlanan Marshall Planı, ABD tarafından dış politika amaçları için kullanılmıştır (Milner ve Tingley, 2013, s. 2). Soğuk Savaş döneminde Batılı devletler liberalizm, demokrasi ve market ekonomisi gibi değerlerini yaymak ve komünizmin dünyadaki yayılışına bir dur demek amacıyla İktisadi İşbirliği ve Gelişme Teşkilatı’nın (OECD) çatısı altında bir yardım programı oluşturmuştur (Milner ve Tingley, 2013, s. 2). Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ve müttefikleri tarafından karşıt yardım programları oluşturulmuş olsa da, Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle beraber dünyadaki yardım çekişmesi Batı’nın lehine sona ermiştir (Milner ve Tingley, 2013, s. 2).

Fakat burada belirtilmelidir ki alıcı devletin ekonomik büyümesi ile dış yardım arasında doğrudan ve basit bir ilişki yoktur (Radelet, 2006, s. 7). Yapılan yardımın alıcı devlet tarafından etkili şekilde harcanması için koşullu yardımlar gibi mekanizmalarla önlemler alınmaya çalışılsa da, kalkınma yardımları alıcı hükümetler için bir gelir kaynağına dönüşme potansiyeline sahiptir (Kosack ve Tobin, 2006, s. 210). Refah seviyesi yüksek elit sınıfın dışında, toplumun faydalanamadığı yardımlar yerine politik reformlarla şartlandırılmış kısa dönemli yardımlara ihtiyaç duyulmaktadır (Boone, 1996, s. 322-323). Bu doğrultuda, alıcı ülkenin politik destek alamayacağı uygulamaları alıcı hükümete dayatmak yerine reformların nasıl yapılması gerektiğine dair destek verilmesi fonksiyonel bir çözüm olabilmektedir (Dollar ve Svenson, 2000, s. 913).

3. Çok Taraflı Dış Yardımlar

Dış yardımlar yardımda bulunulan kurumlara ve kullanılan kanallara göre iki taraflı ve çok taraflı olmak üzere ikiye ayrılmaktadır (Karagöz, 2010, s. 5-6). Çok taraflı dış yardımlarda birden fazla sayıda aktörün katılımıyla yardım amaçlı bir platform oluşturulurken, iki taraflı yardımlarda donör ülke ve alıcı ülke arasında karşılıklı yapılan anlaşmalar aracılığıyla yardım organize edilmektedir (Radelet, 2006, s. 5). İki tür yardım arasındaki farklara bakıldığında ilk göze çarpan durum iki taraflı yardımlarda donör ülkede faaliyet gösteren belirli sektörlerin veya firmaların ekonomik çıkarlarının, çok taraflı yardımlara kıyasla daha çok gözetildiğidir (Radelet, 2006, s. 6). Bu duruma ek olarak, çok taraflı yardımların, iki taraflı yardımlarla kıyaslandığında ortalama olarak daha fakir ülkelere ulaştırıldığı görülmüştür (Karagöz, 2010; Maizels ve Nissanke, 1984). Bu sebeple çok taraflı yapılan yardımların insani yardım amaçlarına yönelik olduğu, iki taraflı yardımların ise donör devletlerin stratejik ya da politik çıkarlarıyla paralel olduğu düşüncesi oluşmuştur.

İki taraflı yardımların donör devletin sunduğu koşullar aracılığıyla kendi çıkarlarını gerçekleştirmede bazı avantajlar sunduğu gerçeği bir tarafa, örgütler aracılığıyla organize edilen çok taraflı yardımlar da donörler için bazı avantajlar sunmaktadır. Çok taraflı kuruluşların, alıcı tarafların ulaştırılan kaynakları nasıl kullandığını takip etmede (monitoring) daha verimli olması ve donör ülkeleri alıcı ülkelerin iç politikaları hakkında bilgilendirmesi burada öne çıkan bir avantajdır (Rodrik, 1995, s. 30). İkinci önemli nokta, çok taraflı bir organizasyon aracılığıyla yapılan bir yardımda, organizasyona üye ülkelerin hükümetlerinden bağımsız hareket edebilen kurum kendi otonom yapısını korumakta ve dolayısıyla yapılan yardımı daha az politik bir hale getirmektedir. (Rodrik, 1995, s. 30). Sonuç olarak organizasyonun politikalarında koşulsallık (conditionality) uygulamaları daha kolay uygulanabilir bir hal almaktadır (Rodrik, 1995, s. 30).

4. Kalkınma Yardımları Komitesi

Günümüzdeki dış yardım örgütleri arasında önemli bir yeri bulunan İktisadi İşbirliği ve Gelişme Teşkilatı’nın (OECD) öncüsü olan ve 1961’te çalışmalarına son veren Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü’nün bünyesinde, 13 Ocak 1960’ta Kalkınma Yardımı Grubu (KYG) kurulmuştur (OECD, 2006, s. 7). KYG az gelişmiş ülkelere yardım yapan donörlere danışmanlık yapılması hedefiyle ilk kez 9-11 Mart 1960’ta Washington’da bir araya gelmiş bir forumdur (OECD, 2006, s. 7). KYG’nin orijinal üyeleri Belçika, Kanada, Fransa, Almanya, İtalya, Portekiz, Birleşik Krallık, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Ekonomik Topluluğu olmuş, Japonya ve Hollanda aynı yıl içerisinde gruba dahil olmuştur (OECD, 2006, s. 7). KYG’nin kuruluşundan sadece bir yıl sonra, günümüzde dış yardım rejiminde önemli bir yeri olan Kalkınma Yardımları Komitesi kurulmuş ve 1961’den bu yana OECD’nin bir parçası olarak işlevsel şekilde çalışmalarına devam etmiştir.

İktisadi İşbirliği ve Gelişme Teşkilatı’nın Kalkınma Yardımları Komitesi’nin (KYK) ABD, Birleşik Krallık, Kanada, Güney Kore ve Avrupa Birliği de dahil olmak üzere 30 üyesi bulunmaktadır (OECD-DAC, 2021). Ek olarak Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlar gözlemci, Azerbaycan, Bulgaristan, Kuveyt, Katar, Romanya, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri katılımcı ülke konumundadır (Development Assistance Committee, 2021). KYK üyeliğine aday ülkeler, kalkınma iş birliği programını sağlayabilecek kapasiteye sahip politikaların ve kurumsal çerçevelerin ve performans takibi ve değerlendirmesi yapmaya müsait bir sistemin var olması durumunda değerlendirmeye alınmaktadır (Development Assistance Committee, 2021).

KYK’nın çalışmaları genellikle üye olan ya da verilerini KYK ile paylaşan devletlerin yaptığı resmi kalkınma yardımlarına (RKY) dair istatistikleri analiz ederek uygun tavsiyeler vermek ve rehberlik sunmaya odaklanmaktadır (Development Assistance Committee, 2021). Bu doğrultuda her 2-3 yılda bir yapılan Yüksek Düzeyli Toplantılarda KYK üyelerinin bakanları toplanarak önemli kalkınma sorunları üzerine tartışmaktadır (DAC High Level Meeting, 2020). 9-10 Kasım 2020’de sanal ortamda yapılan son KYK Yüksek Düzeyli Toplantı’da dünyayı etkisi altına alan Covid-19 salgınının etkisiyle oldukça azalan küresel kalkınma aktiviteleri ve kalkınma iş birliği donörlerinin nasıl hareket etmesi gerektiği üzerine odaklanılmıştır (DAC High Level Meeting, 2020). Yüksek Düzeyli Toplantılar dışındaki Üst Düzeyli Toplantılara yardım ajansları başkanları, Komite Toplantılarına ise 30 KYK üyesinin delegeleri katılarak Komite’nin güncel politikaları üzerine görüşülmüştür (Development Assistance Committee, 2021). Düzenli yapılan toplantılara ek olarak, KYK’nın güncel politikalarını belirlemek amacıyla istatistik, cinsiyet eşitliği, yönetim, kalkınma eğitimi, çatışma, çevre ve kalkınma iş birliği konuları üzerine oluşturulan yan kuruluşlar bulunmaktadır (Development Assistance Committee, 2021).

Kuruluşundan itibaren global trendlere ve sorunlara göre politikalarını yönlendiren KYK’nın aldığı son karar ile 2018-2022 dönemi için bazı hedefler belirlenmiştir. Alınan karara göre, sürdürülebilir ekonomik büyüme, fakirliği yok etme, gelişmekte olan ülkelerdeki yaşam standartlarını iyileştirme ve hiçbir ülkenin yardıma ihtiyacının olmadığı bir geleceği inşa etme hedefleri üzerine kurulu bir kalkınma iş birliği planlanmıştır (Development Assistance Committee’s Mandate, 2021). Bu hedeflere ulaşılması amacıyla Komite, şeffaf bir şekilde resmi kalkınma yardımlarına dair verileri toplayarak ve analiz ederek, ulusal ve uluslararası kabul edilmiş hedeflerle alakalı kalkınma iş birliği politikalarını gözlemleyecek, uluslararası normları gözetecek ve resmi kalkınma yardımlarının bütünlüğünü koruyacaktır (Development Assistance Committee’s Mandate, 2021). Bu hedeflere ek olarak, KYK üyelerine rehberlik ederek gereken destek sağlanacak ve fakirliğin sürdürülebilir bir şekilde ortadan kaldırılması amacıyla inovasyonu ve kalkınma etkinliğini arttıracaktır (Development Assistance Committee’s Mandate, 2021). Bu sebeple yürütülen politikalarda sadece KYK üyesi devletlerle değil, KYK üyesi olmayan OECD üyesi devletlerle, diğer OECD kuruluşlarıyla ve karşılıklı çıkar alanları bulunan devletler ve uluslararası örgütlerle iş birliği edilecektir (Development Assistance Committee’s Mandate, 2021). Alınan bu kararlar 31 Aralık 2022’ye kadar geçerliliğini korumaktadır (Development Assistance Committee’s Mandate, 2021).

OECD Kalkınma Yardımları Komitesi Başkanı Susanna Moorehead tarafından belirtildiği üzere, 2030 yılına kadar dünyadaki fakir nüfusun %80’inin çatışmalardan etkilenen bölgelerde yaşayacağı göz önünde bulundurularak, KYK’nın üyeleri arasında ahenkli yaklaşımlar aracılığıyla söylemden harekete geçişin sağlanması gerekmektedir (OECD, 2019b). KYK üyeleri ve partnerleri arasında ahengi sağlamak ve yapılan yardımların etkinliğini sağlamak, uzun yıllardır KYK’nın gündeminde yer tutmuştur. Bu çabaların başlangıcı KYK tarafından 1969 yılında resmi kalkınma yardımı (RKY) kavramının kabul edilmesi, RKY’nin diğer resmi giderlerden ayrılması ve RKY’nin gayrisafi milli hasılanın ne kadarına eş değer olduğu ile ölçülmesiyle gerçekleşmiştir (OECD, 2006, s. 15). OECD’nin tanımlamasına göre resmi kalkınma yardımı, DAC tarafından yayımlanan RKY alıcıları listesinde yer alan ülkelere ve çok taraflı kalkındırma kurumlarına, devlet ve yerel yönetimlerin de dahil olduğu resmi ajanslar veya onların yönetici ajansları tarafından sağlanan, imtiyazlı ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomik kalkınma ve refahını esas alan akımdır (OECD, 2020, s. 1).

5. Çok Taraflı Dış Yardımların Etkinliğini Arttırma Çabaları

Küresel anlamda çok taraflı dış yardımların gündeme getirilmesi ve yapılan yardımların etkinliğinin arttırılması amacıyla KYK bünyesinde düzenlenen bazı forum ve toplantılar sonucunda, günümüzün dış yardım anlayışının oluşturulduğu görülmektedir. Bunlardan Şubat 2003’te kabul edilen Roma Yüksek Düzeyli Forumu’nda, uyumlaştırma kararlarıyla farklı yardım ajansları arasında uygulanan politikalar ve prosedürler açısından koordinasyon sağlanması hedeflenmiştir (OECD, 2003, s. 10). Forum sonucunda katılımcılar tarafından fakirliği azaltıcı stratejilerin uygulanması, tarafların küresel ya da bölgesel politikaları arasında uyum sağlamaya yardımcı olacak yollara başvurulması, operasyonların yürütüldüğü ülkelerde etkinliği arttırmak amacıyla örgüt içi işleyişin iyileştirilmesi kararı alınmıştır (OECD, 2003, s. 11). Bu kararların 2003’ten günümüze kadarki süreçte ne kadar uygulanabildiği çok eleştirilen bir nokta olsa da, Roma Yüksek Düzeyli Forumu uluslararası bir bağlamda kalkınma yardımlarının etkinliğini arttırma ve alıcı devletlerin Milenyum Kalkınma Hedefleri’ne ulaşmasını kolaylaştırma niyetli ilk forum olması sebebiyle önemlidir.

Paris’te 2005 yılında düzenlenen ikinci kalkınma yardımı etkinliğini geliştirme odaklı forum sonucunda, toplamda 100’den fazla gelişmiş ve gelişmekte olan devletin kararlarını yansıtan Paris Deklarasyonu ilan edilmiştir (OECD, 2008b, s. 12). Paris Deklarasyonu ile alınan kararlar, günümüzde gerçekleşen KYK toplantılarında alınan kararlara temel olan bazı prensiplerin belirlendiği önemli bir bildiri haline gelmiştir. Belirlenen prensipler temel olarak beş farklı kategoride incelenebilir:

  • Sahiplik: Gelişmekte olan ülkelerin kendi ulusal kalkınma stratejilerini belirleyerek kurumlarını geliştirmeleri ve yolsuzluğu ortadan kaldırmaları
  • İttifak: Donör devletlerin ve yardım örgütlerinin bu stratejilere uyumlu bir şekilde hareket etmeleri, yeni yapılanmalar yaratmak yerine alıcı devlette zaten var olan sistemlerin kullanması, yardımın kabul edilmiş zaman çizelgesine göre dağıtılması ve iki taraflı yardımların donör tarafından sağlanan hizmetlere bağlı olmaması
  • Uyum: Donör devletlerin ve örgütlerin koordinasyon içinde hareket etmeleri ve birbirleriyle bilgi paylaşımında bulunarak yardım programlarında tekrara düşülmesinin engellenmesi, donörlerin saha çalışmalarında ve analitik çalışmalarda alıcı devletlerle beraber çalışması
  • Sonuçların ölçülmesi: Gelişmekte olan devletlerin ve donörlerin sonuç almaya odaklanması ve bu sonuçların şeffaf ve ölçülebilir çerçeveler aracılığıyla değerlendirilmesi
  • Karşılıklı hesap verilebilirlik: Donörlerin ve gelişmekte olan devletlerin kalkınma yardımı programlarına yönelik düzenli incelemelere tabi olması ve sonuçlardan sorumlu tutulmaları (OECD, 2005).

4 Eylül 2008’de Gana’nın başkenti Akra’da, daha önceki forumlarda alınan kararlara göre ne kadar gelişme kaydedildiğinin gözden geçirilmesi ve yapılan yardımların etkinliğinin arttırılması amacıyla üçüncü Yüksek Düzey Forum bir araya gelmiştir (OECD, 2008a). Forumda daha güçlü ve etkili ortaklıklar kurulması gerektiği, kalkınmanın gerçekleştirilmesinde demokrasinin, ekonomik büyümenin, sosyal gelişmenin ve çevreye duyarlı politikaların önemli bir yeri olduğu ve cinsiyet eşitliği, insan haklarına saygı ve çevresel sürdürülebilirlik kavramlarının KYK’nın politikalarının temeli olması gerektiği vurgulanmıştır (OECD, 2008b, s. 15). Sivil toplum kuruluşlarının alıcı devletin vatandaşlarının ihtiyaçlarının tespit edilmesinde ve bu ihtiyaçların giderilmesinde aktif bir rol üstlenmesi gerektiği, alıcı devletlerin kendi yönetim sistemlerini geliştirmesi ve donör devletlerin koordinasyon içinde çalışmaları gibi noktalar önemle vurgulanmıştır (OECD, 2008a). Bunlara ek olarak, donör devletlere koşullu yapılan yardımları ortaklaşa belirlenmiş şartlara göre düzenlenmesi ve bu şartların kamuya açık bir şekilde ilan edilmesi konusunda çağrıda bulunulmuştur (OECD, 2008a). Bunun karşılığında alıcı devletler yardımların nasıl harcanacağı üzerine belirlenen şartlarda söz sahibi olarak yardımları daha verimli kullanmaya teşvik edilmiştir (OECD, 2008a). Ayrıca Akra Forumu’nda çatışma sonrası yardıma ihtiyaç duyan devletler de dahil olmak üzere kırılgan bir durumdaki alıcıların çatışmalarının sebeplerinin belirlenmesi, gerçekçi barış inşa edici hedeflerle bu çatışmaların giderilmesi için donörler ile partnerlerin ortaklaşa çalışması ve Birleşmiş Milletler ya da diğer finansal kurumlarla gereken ortaklıkların oluşturulması kararı alınmıştır (OECD, 2008b, s. 19).

2000’li yıllardan itibaren, uluslararası yardım akışının geleneksel olarak Kuzey ülkelerinden Güney ülkelerine olan akışı yükselen güçlerin küresel kalkınma yardımlarındaki payının artmasıyla değişmiştir. Çin, Brezilya ve Hindistan gibi devletlerin “Güney-Güney İşbirliği” politikalarının gittikçe etkisini arttıran bir oluşum haline gelmesi, Güneyli donörlerin desteği olmadan KYK bünyesinde kalkınma yardımlarının tam kapasitede ilerleyemeyeceğini göstermiştir (Oxfam, 2012, s. 3). Bu düşüncenin, 2011’de Güney Kore’nin Busan şehrinde gerçekleştirilen dördüncü Yüksek Düzeyli Forum’da etkili olduğu görülmektedir. Buna ek olarak, önceki forumlardan sonra yapılan anketler sonucunda alıcı devletler ve sivil toplum kuruluşlarının sorumluluklarını yerine getirmede donör devletlerden daha iyi performans göstermeleri ve belirlenen kalkınma hedeflerinin çok azına ulaşılmış olması, var olan donörlerin bağlılıklarının sorgulanmasına ve Güney devletlerinin kalkınma yardımları programlarına dahil edilmesine sebep olmuştur (Oxfam, 2012, s. 3).

Roma’da 150 katılımcı ile gerçekleşen konferansa kıyasla oldukça çeşitli ve kalabalık olan Busan Forumu’nda 160 ülkeden 100’den fazla bakan, 30 uluslararası örgüt başkanı, yaklaşık 90 parlamento üyesi, 300 sivil toplum kuruluş ortağı ve 100’den fazla özel sektör ve akademi temsilcisinden oluşan 3000’den fazla katılımcı toplanmıştır (OECD, 2011, s. 10). Brezilya, Hindistan ve Çin gözlemci olarak katılmıştır (Eyben ve Savage, 2013, s. 459). Daha önceki forumlardan farklı olarak alıcı devlet hükümetlerinin temsilcilerinin ilk defa OECD donör hükümetleri ve diğer çok taraflı örgütlerle beraber katılımcılara dahil edilmesi, alıcıların donörlerle eşit statüde kabul edildiğini kanıtlar niteliktedir. Bu tavır değişikliğinin bir sebebi de, daha önceki forumların etkinliği üzerine yapılan anketlerde alıcıların sorumluluklarını gerçekleştirmede donörlere kıyasla daha başarılı olması sayılabilir.

Fakat Çin ve Hindistan’ın konferans öncesi dokümanlar hazırlanırken başlayan ve konferans süresince de devam eden Batı tarzı yardım karşıtı düşünceleri sonucu, Güney-Güney İş birliği devletlerinin sorumluluklarının Kuzey-Güney iş birliği anlayışından farklı olduğunun belirtilmesi zorunlu hale gelmiştir. Yardım anlayışlarının, “sağlayıcı” rolünü üstlenen devletler ve onlarla eşit konumda olan ihtiyaç sahibi devletler arasındaki ilişki üzerine temellendirildiğini ileri süren Güney tarafı bir yanda, Güney-Güney İşbirliği’ndeki başarı oranlarını hedefleyen Kuzeyli devletler diğer yanda ayrıldığında, iki farklı yardım anlayışının kıyaslandığı yeni bir paradigma ortaya çıkmıştır (Eyben ve Savage, 2013, s. 467). Bu paradigmada Güney-Güney İşbirliği’nin göze çarpan başarısı, Kuzeyli donörlerin yanlış politikaları sebebiyle kalkınma yardımlarında beklenildiği kadar etkin olunmadığı düşüncesini doğurmuştur (Eyben ve Savage, 2013, s. 467). Buna karşın, özellikle Hindistan ve Çin, kendi iki taraflı yardım politikalarının etkilenmemesi amacıyla, Güney-Güney İşbirliği’nde yapılan yardımların KYK’nın yardım programlarından farklı olduğunu belirtmiştir. Busan Forumu sonucu alınan kararlarda, Güney-Güney İşbirliği aktörlerinin kalkınma yardımları programlarına katılımı teşvik edilmiş, fakat kabul edilen prensiplerin ve sorumlulukların Güney-Güney İşbirliği sağlayıcısı devletlere gönüllülük temelinde atfedildiği vurgulanmıştır (OECD, 2011, s. 11). Böylece Çin, Hindistan ve Brezilya, diğer katılımcıların aksine KYK kararlarının sorumluluğunu tamamen üstlenmemiştir. Busan’da zaman sınırlamalı taahhütlerin Paris Forumu’na göre daha az olması, kırılgan devletlere ve gönüllü statüsünde olan Güneyli donör devletlerine esnek mekanizmalar sunulması sonucunda, yapılan yardımların etkinliğinin artması planlanmıştır (Martini vd, 2012, s. 932).

Sonuç

Kalkınma Yardımları Komitesi’nin kurulduğu günden itibaren kalkınma yardımlarındaki rolü göz ardı edilemeyecek bir konumdadır. Uluslararası arenada çok taraflı dış yardımların bir parçası olarak resmi kalkınma yardımlarının düzenlenmesi ve takip edilmesi, KYK ile özdeşleşmiş bir hale gelmiştir. KYK üyesi devletlerin 2019 yılında yaptıkları toplam resmi kalkınma yardımı miktarının 153 milyar Amerikan dolarını geçmesi, uluslararası resmi kalkınma yardımlarında KYK üyelerinin güçlü konumlarını vurgular niteliktedir (OECD, 2019a). Üye devletlerin 2019’da yaptıkları yardımların %72’si iki taraflı yardım olsa da, çok taraflı yardımlara gereken düzenleyici kurum rolünün KYK tarafından genel olarak başarılı bir şekilde yürütüldüğü söylenebilir. Fakat Kalkınma Yardımları Komitesi’nin etkinliğinin arttırılması amacıyla, karar alma mekanizmalarına alıcı devletin sadece yöneticilerinin düşünceleri değil, nüfusunun ihtiyaçları ve beklentilerini de dahil edebilecek yollar bulunmalıdır (Martini vd, 2012, s. 932). Böylece uluslararası seviyede alınan kararlar ve hükümet temsilcilerinin toplantıları sonucunda uygulanan politikalar ile alıcı devlet bünyesindeki sivil toplum kuruluşları, sahada çalışanlar ve yardıma muhtaç durumda olan nüfusun arasında aktif bir bağ oluşturulmalıdır.

İrem Sultan GÜLER

Uluslararası Örgütler Staj Programı

Kaynakça:

Boone, P. (1996). Politics and the Effectiveness of Foreign Aid. European Economic Review, 40, 289-329.

DAC High Level Meeting. (2020). OECD. https://www.oecd.org/dac/development-assistance-committee/dac-hlm.htm

Development Assistance Committee. (2021). OECD. https://www.oecd.org/dac/development-assistance-committee/

Development Assistance Committee’s Mandate. (2021). OECD. https://www.oecd.org/dac/thedevelopmentassistancecommitteesmandate.htm

Dollar, D. ve J. Svensson. (2000). What Explains the Success or Failure of Structural Adjustment Programmes?. The Economic Journal, 110(466), 894-917.

Eyben, R. & L., Savage. (2013). Emerging and Submerging Powers: Imagined Geographies in the New Development Partnership at the Busan Fourth High Level Forum. The Journal of Development Studies. 49(4), 457-469.

Kahler, M. (1992). Multilateralism with Small and Large Numbers. International Organization, 46(3), 681-708.

Karagöz, F. (2010). Yoksulluk Tuzağı ve Dış Yardım: Eleştirel Bir Yaklaşım. Sosyal Bilimler Dergisi, 4, 1-13.

Keohane, R. O. (1990). Multilateralism: An Agenda for Research. International Journal, 45(4), 731-764.

Kosack, S. & J. Tobin. (2006). Funding Self Sustaining Development: The Role of Aid, FDI and Government In Economic Success. International Organization, 60, 205-243.

Maizels, A. & M. Nissanke. (1984). Motivations for Aid to Developing Countries. World Development. 12(9), 879-900.

Martini, J, R., Mongo, H., Kalambay, A., Fromont, N., Ribesse, B. Dujardin. (2012). Aid Effectiveness from Rome to Busan: Some Progress But Lacking Bottom-Up Approaches or Behaviour Changes. Tropical Medicine and International Health. 17(7), 931-933.

Milner, H. V. ve D. Tingley. (2013). Introduction to the Geopolitics of Foreign Aid. Geopolitics of Foreign Aid, 1-15.

OECD. (2003). Rome Declaration on Harmonisation. https://www.oecd.org/dac/effectiveness/31451637.pdf (18 Nisan 2021).

OECD. (2005). Paris Declaration on Aid Effectiveness: Five Principles for Smart Aid. https://www.oecd.org/dac/effectiveness/45827300.pdf  (18 Nisan 2021).

OECD. (2006). DAC In Dates: The History of OECD’s Development Assistance Committee. https://www.oecd.org/dac/1896808.pdf#page=10 (16 Nisan 2021).

OECD. (2008a). The Accra Agenda for Action. https://www.oecd.org/dac/effectiveness/45827311.pdf  (20 Nisan 2021).

OECD. (2008b). The Paris Declaration on Aid Effectiveness and the Accra Agenda for Action. https://www.oecd.org/dac/effectiveness/34428351.pdf  (19 Nisan 2021).

OECD. (2011). Busan High Level Forum on Aid Effectiveness: Proceedings. https://www.oecd.org/dac/effectiveness/HLF4%20proceedings%20entire%20doc%20for%20web.pdf  (20 Nisan 2021).

OECD. (2019a). Total DAC Countries Data. https://public.tableau.com/views/AidAtAGlance/DACmembers?:embed=y&:display_count=no?&:showVizHome=no#1  (20 Nisan 2021).

OECD. (2019b). OECD DAC Senior Level Meeting. https://www.oecd.org/dac/chairs-summary-dac-slm-2019.htm  (17 Nisan 2021).

OECD. (2020). What is ODA?. https://www.oecd.org/dac/financing-sustainable-development/development-finance-standards/What-is-ODA.pdf  (10 Ocak 2021).

OECD-DAC. (2021). Development Assistance Committee (DAC). http://www.oecd.org/dac/development-assistance-committee/ (10 Ocak 2021).

Oxfam. (2012). Busan In a Nutshell: What Next for the Global Partnership for Effective Development Cooperation?. https://oxfamilibrary.openrepository.com/bitstream/handle/10546/245001/bn-busan-nutshell-global-partnership-021012-en.pdf?sequence=10&isAllowed=y  (20 Nisan 2021).

Pouliot, V. (2011). Multilateralism As An End In Itself. International Studies Perspective, 12, 18-26.

Radelet, S. (2006). A Primer on Foreign Aid. Center for Global Development, 92, 1-23.

Riddell, R. C. (2007). Does Foreign Aid Really Work? New York: Oxford.

Rodrik, D. (1995). Why is There Multilateral Lending?. National Bureau of Economic Research. 5160, 1-49.

Ruggie, J.G. (1992). Multilateralism: The Anatomy of an Institution. International Organization, 46(3), 561-598.

Balkan Bülteni/27-30 Mayıs

0

 

Arnavutluk

Eurostat Raporlarına Göre Arnavutluk Listenin Sonunda

  • Avrupa İstatistik Ofisi’nin (Eurostat) ekonomik hareketliliği ve meslek gruplarını referans alarak ülkelerin ortalama saatlik ücretlerini karşılaştırdığı raporda, Arnavutluk’un puanı diğer Balkan ülkeleri ile kıyaslandığında bir hayli düşük.
  • Arnavutluk’taki çalışan sınıf Avrupa Birliği ülkesindeki meslektaşlarının aksine saatlik olarak çok daha düşük maaş alıyorlar. Arnavutluk’un ortalama saatlik ücreti 2.3 Euro iken Avrupa Birliği ortalaması yaklaşık 15 Euro. Bu durum Sırbistan’ın sahip olduğu 3.14 Euro’luk saatlik ücretten sonra gelen Arnavutluk’u Avrupa’daki en düşük ücrete sahip ülke konumunda gösteriyor.

Kaynak: Albanian Daily News

Tarih: 28.05.2021

 

Bosna – Hersek / Sırp Cumhuriyeti

Yüksek Temsilci’nin Değişmesi Sebebi ile Sırp Cumhuriyeti’nde Parti Temsilcileri Bir Araya Geldi

  • Bosna Hersek’teki Barış Uygulama Konseyi (PIC) tarafından yapılan açıklamada, PIC üyesi olan ülkelerin büyükelçileri tarafından belirlenen oylamanın sonucunda oy çokluğunu elde eden Christian Schmidt yeni Yüksek Temsilci oldu.
  • Valentin Inzko’nun 12 yıldır devam ettirdiği Yüksek Temsilcilik görevini 1 Ağustos’ta Christian Schmidt’e devredeceği açıklandı.
  • Yüksek Temsilcilik Ofisi’nin kapatılması gerektiği fikrini defalarca dile getiren Sırp Cumhuriyeti yetkilileri ise yeni bir temsilcinin atanması haberinden sonra 28 Mayıs Cuma günü akşam 09.15’te Cumhuriyet Sarayı’nda bir toplantı gerçekleştirdiler.
  • SNSD sözcüsü Radovan Kovaçeviç yaptığı açıklamada, “Bosna Hersek’in yeni bir Yüksek Temsilci’ye ihtiyacı olup olmadığı sorulmalıdır. Ardından, bu göreve kimin geleceği konusunda Bosna Hersek halklarının anlaşmaya varması gerekmektedir.” dedi.
  • Sırp Cumhuriyeti tarafından yapılan bir diğer açıklama ise Valentin Inzko’nun görev süresi boyunca tek bir iş yaptığı, onun da SC’nin anayasal yetkilerine sürekli saldırı ve baskı yaptığı yönünde oldu.

Kaynak: Radio Sarajevo & Rtrs

Tarih: 29.05.2021

 

Bulgaristan

Cumhurbaşkanı Radev, İtalya Cumhurbaşkanı Matarella ile Roma’da Görüştü

  • 28 Mayıs’ta İtalya’ya yaptığı ziyaretin üçüncü gününde Bulgaristan Cumhurbaşkanı Rumen Radev, İtalyan mevkidaşı Sergio Matarella ile bir araya geldi.
  • İkili, pandemi nedeniyle bir miktar düşüş yaşayan ekonomik ilişkilerin nasıl iyileştirilebileceğini tartıştı. İtalya, Bulgaristan’da yatırım açısından dördüncü ülkedir.
  • Cumhurbaşkanı Sergio Mattarella ile Bulgaristan ve İtalya’nın geçen yıl bir miktar düşüşe rağmen ekonomi, yatırım ve ticaret alanlarındaki iş birliğini nasıl sürdürebileceklerini görüştük. Bulgaristan Devlet Başkanı, İtalyan Sergio Mattarella ile Roma’daki “Quirinal” Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda gerçekleşen görüşmenin ardından gazetecilere verdiği demeçte, bir salgında birlikte nasıl çalıştığımızın önemli olduğunu söyledi.
  • Rumen Radev, “2018-2019’da ticarette yaklaşık 5 milyar avroya ulaştık. Önümüzdeki yıllarda bu seviyelere tekrar ulaşmayı umuyorum.” dedi.
  • Toplantıda Cumhurbaşkanı Radev, Bulgaristan’ın Batı Balkanlar konusundaki tutumunu açıkça açıkladı ve bir soruya cevaben ülkelerin kendileri net, kesin ve geri döndürülemez bir ilerleme iradesi sergilediklerinde genişleme konularında ilerleme kaydedileceğini açıkladı. Başkan Mattarella’nın konumumuzla tamamen dayanışma içinde olduğuna dikkat çekti.

Kaynak: Sofia News Agency

Tarih:28.05.2021

 

Karadağ 

Devlet Savcılığı Kanunu Yeniden Kabul Edildi

  • 41 milletvekili yasaya oy verirken, muhalefet oylamaya katılmadı. İktidar çoğunluğunun milletvekilleri bugün Devlet Savcılığı Kanun’unda yapılan değişiklikleri yeniden kabul etti. Meclis çoğunluğunun 41 milletvekili yasaya oy verirken, muhalefet milletvekilleri oylamaya katılmadı.
  • Yasa, muhalefetin gıyabında 12 Mayıs’ta iktidar çoğunluğu tarafından kabul edildi. Ancak Karadağ Cumhurbaşkanı Milo Đukanović’in anayasal imkanı kullanarak yeni bir karar için parlamentoya iade etmesi nedeniyle milletvekilleri bugün tekrar konuştu.
  • Djukanovic, bu kararın gerekçeleri arasında Anayasa’nın 134. maddesi uyarınca Devlet Savcılığı’nın cezai suçların faillerini ve resen yargılanan diğer cezai suçları kovuşturan tek ve bağımsız bir devlet organı olduğuna ve Devlet Savcılığı, Karadağ Anayasası’nın 136. maddesinin 1. fıkrası uyarınca, Savcılık Kurulu tarafından sağlandığını hatırlattı. Kanunda yapılan değişiklikler diğer şeylerin yanı sıra mevcut Savcılık Kurulu üyelerinin görev sürelerinin yeni bir Savcılık Kurulu’nun sona erdirilmesini önermektedir.

Kaynak: Vijesti

Tarih: 27.05.2021

 

Krivokapic: Ülkemdeki Sırp Ortodoks Kilisesi ile Bir Anlaşma Yapacağım

  • Başbakan Zdravko Krivokapiç, Hükümet ve devlet adına Karadağ’daki Sırp Ortodoks Kilisesi (SOC) ile bir Anlaşma imzalayacağını duyurdu ve Anlaşmanın imzalanması için olası bir tarih olarak 30 Ekim’i önerdi.
  • Krivokapiç açık mektupta, “İfadeler, tutumlar ve açıklamalar denizinden sonra Sırp Ortodoks Kilisesi Patriği Hazretleri Porfirio’yu ziyaretim vesilesiyle, içinde ne olduğunu en açık şekilde iletmek benim için bir devlet görevi ve kişisel ihtiyaçtır. Karadağ ve yurtdışındaki halkımın hatırı için kalbim bunu yapmaktadır.” dedi.
  • Yanlış anlaşılmayı ve kınanmayı kabul ettiğini; çünkü bunun Karadağ’ın haykırdığı bir değişim çağrısı olduğunu iddia etti. Ona göre bu süreç, artık kimsenin Karadağ’dan bir şey alamayacağı ve kimsenin de Karadağ’a hiçbir şeyi yasaklayamayacağı özgürlük için bir haykırıştır.

Kaynak: Mina News

Tarih: 28.05.2021

 

Büyükelçilerin Atanmasında Başkanın Rolü

  • Geçtiğimiz aylardan beri süre gelen Karadağ Cumhurbaşkanının ofisinden yapılan açıklamalarda, ülkenin yurtdışı temsilciliklerinin geri çağırılması gündemdeydi. Son olarak 28 Mayıs 2020’de Karadağ anayasa yapıcısının en yüksek yasal kanunun 95. maddesinin 6. maddesinde “Karadağ Cumhurbaşkanı, Hükümetin teklifi üzerine Karadağ’ın yurtdışındaki büyükelçilerini ve diğer diplomatik misyonlarının başkanlarını atadığını ve geri çağırdığını.” belirtti.
  • Karadağ Cumhurbaşkanı’nın orijinal anayasal yetkisi, büyükelçilerin atanması ve geri çağrılmasına ilişkin bir kararname çıkarmasını öngörmektedir. Cumhurbaşkanlığı ofisinden yapılan açıklamaya göre, bu kararname ne resmi ne de protokoldür. Fakat bu esaslı ve değerlidir.
  • Dışişleri Bakanı Djordje Raduloviç 28 Mayıs Cuma günü yaptığı açıklamada, Karadağ Cumhurbaşkanı’nın, “yetkili parlamento organları olan Dışişleri Bakanlığı’nın (MFA) kararlarının aksine büyükelçilerin atanması ve görevden alınması gibi değerli bir alana girerek Anayasa’yı ihlal ettiğini” söyledi.

Kaynak: Mina News

Tarih: 29.05.2021

 

Kosova

Yunanistan Kosova’yı Tanıyacak Mı?

  • Kosova ile Yunanistan arasındaki ilişkiler düzelmeye başlayınca, Yunanistan’ın Kosova’yı tanıyabileceğine dair söylentiler ortaya çıktı.
  • Bunun üzerine, Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias’ın 4 Haziran’da Kosova’yı resmi ziyarette bulunacağı bildirildi.
  • İkinci kez Kosova’yı ziyaret edecek olan Bakan; Cumhurbaşkanı Vjosa Osmani, Başbakan Albin Kurti, Meclis Başkanı Glauk Konjufca, Dışişleri Bakanı Donika Gërvalla ve çeşitli temsilciler ile görüşme sağlayacak.
  • Bu sebeple bazı medya kuruluşları ise Yunanistan’ın yakın zamanda Kosova’yı tanıyacağını iddia etti.

Kaynak: Kosova Haber

Tarih: 28.05.2021

 

Kosova’nın Tanınmasını Kabul Etmeyeceğim!

  • Kosova ile Sırbistan arasında yasal olarak bağlayıcı bir nihai anlaşmaya varma olasılığından bahseden Avrupa Birliği Konseyi Resmi Raporu yayınlandı.
  • Belgeye göre, Temmuz-Aralık ayları arasındaki 6 aylık dönem Kosova ile Sırbistan arasında nihai bir anlaşmaya varılması için çok iyi bir fırsat olarak görülüyor.
  • Partisinin genel kurul toplantısında konuşan Sırbistan Cumhurbaşkanı Alexandar Vuçiç, Kosova ile uzlaşabileceği çok az alanın kaldığını çünkü Kosova’nın, 2011’de Jarinje’de yapılan anlaşmanın yükümlülüklerini yerine getirmediğini söyledi.
  • Tepkisi sertleşen Vuçiç: “Kosova, sadece tanınma hakkında konuşuyor. Kosova’nın tanınmasına ilişkin anlaşmayı asla imzalamayacağım!” diyerek toplantıyı sonlandırdı.

Kaynak: Panorama.al

Tarih: 29.05.2021

 

Sırbistan

Karadağ Başbakanı Sırbistan’da TWS ile Anlaşma İmzalamayı Reddetti

  • Belgrad’daki Sırp Ortodoks Kilisesi ile temel bir anlaşma imzalamayı reddeden Karadağ Başbakanı Zdravko Krivokapiç, 29 Mayıs’ta koalisyon ortaklarını, Sırp yanlısı Demokratik Cephe liderlerini hükümeti devirmek istemekle suçladı.
  • Krivokapiç, 29 Mayıs akşamı, Metropolitan Amfilohiy’nin ölümünden sonra Karadağ’daki yeni Sırp Ortodoks Kilisesi başının seçilmek üzere bir kilise toplantısının yapıldığı Sırp Ortodoks Kilisesi Patrikhanesi’ne yaptığı ziyarette, Karadağ ile Sırp Ortodoks Kilisesi arasındaki temel anlaşmayı imzalamak istemedi.

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 29.05.2021

 

Sırbistan Dışişleri Bakanı Çin’i Stratejik Ortak Olarak Nitelendirdi

  • Çin’e resmi bir ziyarette bulunan Sırbistan Dışişleri Bakanı Nikola Selakoviç, 29 Mayıs’ta Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi ile her iki tarafın kapsamlı stratejik ortaklıklarını ve tüm alanlardaki iş birliğini güçlendirmek için çaba göstereceği konusunda anlaştı.
  • Selakoviç, toplantının başında Çin’in Sırbistan için stratejik bir ortak ve çelik gibi bir dost olduğunu vurguladı.
  • Sırp halkının, iki ülkenin kapsamlı ortaklığının teyit edildiği 2016 yılında Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Belgrad’a yaptığı tarihi ziyareti hala hatırladığını söyledi.
  • Sırbistan Dışişleri Bakanı, Sırp halkının ve Sırbistan’dan yetkililerin koronavirüs pandemisinin en zor anlarında Çin’in yardımını hatırladığını da kaydetti.

Kaynak:Regnum.ru

Tarih: 29.05.2021

 

Yunanistan

Yunanistan Cumhurbaşkanı Katerina Sakellaropoulou AB Konseyi Başkanı Charles Michel ile Görüştü

  • Yunanistan Cumhurbaşkanı Katerina Sakellaropoulou, 28 Mayıs Cuma günü Avrupa Konseyi Başkanı Charles Michel ile yaptığı görüşmede, Covid zamanında seyahat için dijital sertifika üzerinde varılan anlaşmayı “çok önemli” olarak nitelendirdi
  • Ayrıca Sakellaropoulou, Avrupa’nın pandemi ile mücadelede hem Kurtarma Fonu konusunda hem de aşılar konusunda iyi refleksler gösterdiğini söyledi.Yunanistan’da 5 milyon aşı yapıldığını ifade ettikten sonra, yaza kadar yüksek oranda bağışıklığın sağlanması temennisini dile getirdi.

Kaynak : Atina Makedon Haber Ajansı

Tarih : 28.05.2021

 

Yunanistan ve Suudi Arabistan Turizm Bakanları Turizm Akışlarını ve Yatırımları Artırma Konusunda Anlaşmaya Vardılar

  • Yunanistan ve Suudi Arabistan Turizm Bakanları, çarşamba gününden bu yana Riyad’da düzenlenen “Turizm İyileştirme Zirvesi” bağlamında perşembe günü ulusal aşı sertifikalarının karşılıklı olarak tanınması konusunda anlaştılar.
  • Turizm Bakanı Harry Theocharis ve Suudi mevkidaşı Ahmed Al-Khateeb, daha yakın işbirlikleri ve Dünya Turizm Örgütü düzeyinde ve ayrıca AB’nin daha geniş Orta Doğu’daki ilişkileri dahilinde ortak eylemleri teşvik etmek için bir anlaşma da imzaladılar.İki ülke arasında turizmin yeniden başlatılması ve teşvik edilmesi ve Yunanistan’da turizm yatırımlarının teşvik edilmesi de iki bakan tarafından ele alındı.

Kaynak : 28.05.2021

Tarih : Greek City Times

 

Yunan ve Türk Diplomatlar İş Birliğini Görüşmek Üzere Kavala’da Bir Araya Geldi

  • Yunanistan ve Türkiye Dışişleri Bakan Yardımcıları cumartesi günü kuzey Yunanistan’ın Kavala kentinde ekonomik ve ticaret sektörlerinde ikili iş birliğinin yanı sıra ilgili halklar arasındaki temaslarla ilgili konularda planlanan üç günün ilkinde bir çalışma toplantısı düzenlediler.
  • Dışişleri Ekonomik Diplomasi ve Açıklıktan Sorumlu Bakan Yardımcısı Konstantinos Fragogiannis ve Türkiye Dışişleri Bakan Yardımcısı Sedat Önal, ticari iş birliği, turizm, ikili ve bölgesel düzeyde karşılıklı bağlantı ve henüz uygulanmayan eski girişimlerin yeniden etkinleştirilmesi konularına odaklandı. Her bir taraf, olgunlaşma derecelerini belirlemek ve sonraki adımlara karar vermek için yukarıdaki konularda hazırlanan önkoşul listeleri hakkında kapsamlı bir dosya sundu.

Kaynak : Ekathimerini

Tarih :29.05.2021

 

Dış Aktörler

ABD Ordusundan FSK’ya Destek

  • Kosova Savunma Bakanı Armend Mehaj, Kosova’da incelemelerde bulunan Avrupa ve Afrika’daki ABD Ordusu Komutanı General Christopher Cavoli’yi kabul etti.
  • Bu vesileyle, Savunma Bakanı görevinden ötürü Bakan Mehaj’ı tebrik eden General Cavoli, Kosova Savunma Bakanlığı ve Kosova Güvenlik Gücü’nü (FSK) stratejik hedeflere uygun şekilde gelişme ve geçiş sürecinde tam desteğini sürdüreceğine söz verdi.
  • Görüşmede FSK Komutanı General Rrahman Rama da hazır bulundu.

Tarih: 27.05.2021

Kaynak: Time Balkan

 

Bulgaristan Başbakanı ve Filistin Büyükelçisi Bir Araya Geldi

  • Bulgaristan Başbakanı Stefan Yanev ve Filistin Devleti’nin Sofya Büyükelçisi Ahmed el-Madbuh ile bir araya geldi.
  • Görüşmede iki ülke arasındaki iyi ilişkilere vurgu yapılarak, ilişkileri derinleştirme fırsatları üzerinde duruldu. İmzalanan eğitim, tarım ve turizm alanlarında ikili anlaşmaların etkin bir şekilde uygulanması ihtimaline vurgu yapıldı.
  • Görüşmede Bulgaristan’ın Ortadoğu’daki durumun gelişimini artan bir ilgi ve büyük endişe ile izlemeye devam ettiği kaydedildi. Bölgede gerilimin hafifletilmesi, şiddetin derhal durdurulması ve diplomatik araçların etkin kullanılması gerekliliği vurgulandı.
  • Filistin Büyükelçisi, ülkesinde yaşanan ilaç ve tıbbi cihaz temini sorununa dikkat çekti ve bu konuda destek çağrısında bulundu.

Tarih: 27.05.2021

Kaynak: Time Balkan

 

Almanya, Kuzey Makedonya’nın AB Umudunu Tazeledi

  • Almanya’nın Avrupa Bakanı Michael Roth, Üsküp’e yaptığı ziyarette, 22 Haziran’da AB Konseyi’nde Kuzey Makedonya’nın AB üyelik müzakerelerinin başlamasına izin verecek bir atılım şansı olduğunu söyledi.
  • Roth, 27 Mayıs’ta Kuzey Makedonya’nın Avrupa İşleri Bakanı Nikola Dimitrov ile yaptığı görüşmelerin ardından, “Kuzey Makedonya’daki ve Bulgaristan’daki dostlarımıza minnettarım çünkü 2021 Haziran ayında tüm taraflarca kabul edilebilecek bir çözüm önermek için büyük bir şansımız var.” ifadelerini kullandı.
  • Roth ayrıca, “AB olarak Batı Balkanlar’da inandırıcı başarılara ihtiyacımız var, bu sadece Kuzey Makedonya’nın çıkarı için değil, aynı zamanda bizim de kendi çıkarımıza olduğu için. Balkanlarda istikrar, bölgesel uzlaşı, güvenlik ve demokrasi AB için son derece önemlidir.” açıklamasında bulundu.

Kaynak: Balkan Insight

Tarih: 27.05.2021

 

Türkiye ve Bulgaristan Arasında Aşı Sertifikası Muafiyeti

  • Türkiye ve Bulgaristan arasında bağışıklık/aşı sertifikası şartlarını yerine getirenler ülkeye girişlerde Kovid-19 testi ve karantina uygulamasından muaf tutulacak.
  • Edirne Valiliğinden yapılan açıklamada, Türkiye ve Bulgaristan arasında karşılıklı Kovid-19 test muafiyeti şartlarının belirlendiği belirtildi. Açıklamada, şunlar kaydedildi:
  • “28 Mayıs 2021 tarihi itibarıyla vatandaşlarımızın Türkiye’de yetkili makamlarca tanzim edilen Kovid-19 bağışıklık/aşı sertifikalarının (Sinovac ve Pfizer/Biontech aşıları) bulunması halinde ayrıca PCR testi ibrazı ve/veya karantina uygulamasına tabi olmadan Bulgaristan’a seyahat edebileceklerdir. Bulgaristan vatandaşlarının da Bulgaristan yetkili makamlarınca tanzim edilmiş Kovid-19 bağışıklık/aşı sertifikalarının bulunması halinde (2. dozdan en az 14 gün sonra) Türkiye’ye PCR testi ibrazı ve/veya karantina zorunluluğundan muaf bir şekilde girmelerine izin verilecektir. Yaşları (18 yaş altı) nedeniyle aşı olmayan Bulgaristan vatandaşlarının aşı sertifikası hamili aileleri ile beraber seyahat etmeleri halinde, yukarıdaki maddeler kapsamında test ve karantinadan muaf tutulacaktır.”

Tarih: 28.05.2021

Kaynak: Time Balkan

 

Palmer ve Lajcak Kosova’yı Ziyaret Edecek

  • ABD Dışişleri Bakanlığı Avrupa ve Avrasya İşlerinden Sorumlu Müsteşar Yardımcısı Matthew Palmer ve AB Belgrad-Priştine Diyaloğu Özel Temsilcisi Miroslav Lajcak’ın 31 Mayıs’ta Kosova’ya gelmesi bekleniyor.
  • ABD’nin Kosova Büyükelçiliği tarafından yapılan açıklamada, Palmer’in ziyareti doğrulandı.
  • Palmer ve Lajcak’ın Kosova’yı beraber ziyaret etmeleri beklenirken, iki yetkilinin Cumhurbaşkanı Vjosa Osmani ve Başbakan Albin Kurti ile görüşecekleri ifade ediliyor. Görüşmelerin gündeminde, tekrardan başlaması beklenen Kosova-Sırbistan diyaloğunun olması bekleniyor.

Kaynak: Kosovaport

Tarih: 28.05.2021

 

BM Mahkemesi Mladiç’in Nihai Kararı Erteleme Talebini Reddetti

  • Hollanda’nın Lahey kentindeki Uluslararası Ceza Mahkemeleri Mekanizması (IRMCT), soykırım ve savaş suçlarından 2017’de ömür boyu hapse mahkum edilen Bosnalı Sırpların eski lideri Ratko Mladiç’in nihai kararın ertelenmesi konusundaki başvurusunu reddetti.
  • Avukatlarının hastalıkları nedeniyle celseye katılamayacakları gerekçesiyle mahkemeye nihai kararın ertelenmesi için başvuruda bulunan Mladiç’in müracaatı, IRMCT tarafından reddedildi.
  • Mahkeme, temyiz başvurusu sonrasındaki nihai kararın 8 Haziran’da Lahey’de ilan edileceğini duyurmuştu.

Kaynak: Balkan News

Tarih: 29.05.2021

 

TUİÇ Balkan Stajyerleri: Elifnur Ayhan, Melisa Agoviç, Dilek Keçeci, Ece Sumru Güvemli, Hilal Yel, İleyna Savuk, Rümeysa Güner, Şamil Orhan, Didem Şimşek, Aybüke Koçak ve Hatice Deniz Hızal

 

 

Libya İç Savaşı ve Kurulan Geçici Hükümetler

Arap Baharı’nın ardından oldukça karmaşık bir ortam içerisine sürüklenen Libya, halen çatışmaların yaşandığı ülkelerden birisi olmakla birlikte istikrarsız bir duruma maruz kalmıştır. Bu istikrarsız ortamda halk, kısa süreli iktidarlar görmüş ve Birleşmiş Milletler (BM) aracılığıyla kurulan geçici hükümetlerle yönetilmiştir. Düzenli bir sistemin kurulamamasının önemli nedenlerinden birisi ülke içerisinde etkinliği görülen Halife Hafter ve destekçileri olmuştur. Hafter’e ek olarak, ulusal ve uluslararası birçok aktörün güç mücadelesinde bulunduğu Libya’da, mevcut hükümet önderliğinde istikrarlı bir ortamın sağlanması amaçlanmakta ve bu doğrultuda faaliyetlerde bulunmaktadır.

 

1. Libya’da Arap Baharı’nın Yansımaları

Devrimlerin yaşanmasıyla beraber, 2010 yılında, Arap dünyasında büyük bir değişim gerçekleşmeye başlamıştır. Halk, bölgede bulunan işsizlik, istikrarsızlık ve diktatörlerden dolayı oluşan sorunlarını çözmek için çareyi ayaklanmalarda görmüştür (Baygül, 2020: 160). Söz konusu değişimin ilk noktası olan Tunus’ta yaşanan olaylar, diğer ülke halklarının da mevcut yönetimlere karşı ayaklanmasına neden olmuştur (Yılmaz, 2012: 2). Bu durum bazı kişiler tarafından “domino etkisi” olarak adlandırılmıştır. Kahire’de bulunan Amerikan Üniversitesi profesörü Said Sadık, gerçekleştirdiği bir konuşmasında domino taşları misali, bir ülkenin yaşanan olaylardan etkilenmesinin ardından bölgedeki başka bir devletin de söz konusu olaydan etkilendiğini dile getirmiştir (Arrott, 2011).

Ayaklanmaların gerçekleştiği ülkelerden biri olan Libya’da hareketlilik 15 Şubat 2011 tarihinde başlamıştır (Çendek ve Örki, 2019: 46). Kaddafi yönetimine karşı gerçekleştirilen ayaklanmalara cevap olarak yönetim tarafından halk katliamı gerçekleştirilmiş ve halk şiddete başvurarak susturulmaya çalışılmıştır. Bu kapsamda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK), 26 Şubat’ta sivillere karşı uygulanan şiddet ve insan hakları ihlallerini kınayan bir karar almıştır (Güneş, 2018: 276). Bir ay boyunca halka karşı gösterilen mücadelenin sonunda, 17 Mart’ta Libya’da uçuşa yasak bölge kararı BMGK tarafından verilmiştir. Bu kararın akabinde Fransa, İngiltere ve ABD, Libya’ya yönelik hava saldırıları düzenlemeye yönelmiştir. Böylelikle ülkedeki Kaddafi meşruiyeti yıkılmış ve yerine muhalifler desteklenmeye başlanmıştır. Yapılan gösteriler sonucunda Libya’da bir Geçici Ulusal Konsey (GUK) teşkil edilmiştir. GUK, eylül ayında, BM tarafından meşru temsilci olarak tanınmıştır (Mepa News, 2020). Yönetimin el değiştirmesinden sonra, Ekim 2011’de muhalifler tarafından yakalanan Kaddafi, 42 yıllık iktidarının ardından kendi memleketi Sirte’de öldürülmüştür (Kökçam, 2020).

Kaddafi’nin öldürülmesi ülkede huzuru sağlayamamıştır. Aksine oluşan otorite boşluğu, farklı güçlerin otorite uğruna verdiği mücadelelere dönüşmüştür. Ülkede özellikle kabile yapısının bulunması ve kabilelerin aralarında yaşanan çatışmalar, ülkenin istikrarsızlığa sürüklenmesine neden olmuştur (Güneş, 2018: 278). Mevcut istikrarsızlık ortamında yapılan seçimler sonucunda Mahmut Cibril’in partisi birinci sıraya yerleşmiştir. Cibril’in iktidarı uzun ömürlü olmamıştır. Ekim 2012’de Ali Zeydan, seküler bir siyasetçi olma özelliği ile başbakanlığa gelmiştir. Zeydan’ın başbakanlığı yaklaşık 2 yıl sürmekle beraber, Mart 2014’te son bulmuş ve Zeydan, söz konusu tarihte istifa etmek mecburiyetinde bırakılmıştır (Mepa News, 2020).

Yaşanan olaylar incelendiğinde, Arap Baharı olarak adlandırılan devrimlerin olumlu bir şekilde Libya’ya yansımadığı görülebilir. Tam tersine halk tarafından gerçekleştirilen eylemlerin aslında ülkeyi kaos ortamına soktuğu görülmektedir. Libya toplumunun amacı bir diktatörden kurtulmak ve istedikleri hakları elde etmek iken hedeflerine ulaşamamışlar ve tam anlamıyla istikrarsız bir ortama mecbur bırakılmışlardır. Sonuç olarak, özellikle kabileler arasında yaşanan iktidar mücadelesiyle başlayan kargaşanın, daha sonra dış müdahale ile birlikte içinden çıkılamaz bir Libya sahnesine neden olduğu belirtilmelidir.

 

2. 2014-2021 Arası Libya’da Gerçekleşen Olaylar

Ali Zeydan hükümetinin başarısızlığı sonucunda oluşan hükümet boşluğunda, 25 Mart tarihli karar Abdullah Sini başbakanlığında geçici hükümetin devamlılığı yönünde olmuştur. Bu açıklamadan yaklaşık 2 ay sonra, 4 Mayıs’ta Milli Genel Kurul (MGK), Müslüman Kardeşler ile bağlantılı Ahmet Maatik’in başbakanlığını ilan etmiştir. Yapılan ilanın sonucunda Libya sahalarında eski bir isim yeniden görülmeye başlamıştır. General Halife Hafter, bazı grupları “İslamcı terör örgütü” olarak isimlendirerek onlarla mücadele içerisine girmiştir (Yıldırım, 2015: 397).

Libya’yı mevcut duruma sürükleyen aktörlerden biri olan General Halife Hafter, 1969 yılında Muammer Kaddafi’nin gerçekleştirmiş olduğu darbeye destek vererek Kaddafi’nin yanında yer almıştır. Ordu içerisinde hızla yükselmesiyle birlikte, 1987 yılında bir savaşta Çad tarafından esir alınmıştır. Esareti bittikten sonra, özellikle CIA koruması ve desteği altında, 1999’da Kaddafi’ye karşı darbe girişiminde bulunmuş, başarısız olsa dahi Libya’nın doğusunda fiili bir yönetim kurmuştur. Uzun yıllar ABD’de yaşamasının ardından 2014’te kendi hükümetini kurmak üzere Libya’ya geri dönmüştür. Okuduğu bir bildiri aracılığıyla Libya’nın geleceği için askeri vesayet kurulmasını teklif etmiştir (NTV Haber, 2019).

General Hafter, yıl içerisinde Bingazi’de DEAŞ terör örgütüne yönelik düzenlemiş olduğu Onur Operasyonu ile Libya’yı olduğu durumdan daha fazla karışıklığa götürecek ilk adımı atmıştır (Babacan, 2020: 66). Ayrıca, bazı devletlerin Hafter’i belirledikleri bir proje kapsamında Libya’da bulundurmak istedikleri söylenmektedir. Söz konusu devletler, özellikle Doğu Akdeniz’de bulunan enerjinin dikkat çekmesi ve değerinin artmasıyla beraber ülkenin kontrol altında tutulması gerektiğine inanmıştır (Aslan, 2021: 2). Her ne amaçla olursa olsun Hafter’in Libya’daki etkinliği göz önünde bulundurulduğunda, attığı adımın bir nevi başarılı olduğu söylenebilir.

Hafter tarafından gerçekleştirilen operasyonun ardından kendisinin feshedilmesini isteyen Abdullah Sini’nin akabinde, başbakanlık 26 Mayıs’ta Ahmet Maatik’e devredilmiş ancak bazı bakanlıklara adaylar tesis edilmediğinden eksik bir hükümet kurulmuştur. Kısa bir süre sonra, 9 Haziran’da Anayasa Mahkemesi, eksik kurulan Maatik hükümetini yasadışı olarak değerlendirmiştir. 25 Haziran’da gerçekleştirilen seçimlerin akabinde MGK, Libya Temsilciler Meclisi (LTM) adını kullanarak Tobruk’ta toplanmaya başlamıştır. Kısa ömürlü Maatik hükümetinin ardından, yeni hükümeti kurma görevi MGK tarafından Ömer el-Husi’ye devredilmiştir. Yeni hükümetle birlikte görevinden feshini isteyen Sini, 9 Eylül’de yeniden başbakanlığa gelmiştir (Yıldırım, 2015: 397-398).

2015 yılına gelindiğinde, Libya’daki istikrarsızlığın devamlılığını engellemek amacıyla Cenevre’de görüşmeler başlamıştır. Ancak, yapılan görüşmeler sonuçsuz kalmış ve 19 Eylül’de Hafter Kıyamet Operasyonu adını verdiği yeni bir hareketle Bingazi Devrimcileri Şura Konseyi’ne saldırı düzenlemiştir. Aynı yıl içerisinde ülkede terör örgütlerinin eylemleri gerçekleşmiş ve bu kapsamda düzenlenen hava saldırısıyla Libya’daki IŞİD lideri Ebu Nebil el-Anbari’nin ölümü Pentagon tarafından açıklanmıştır (Polat, 2016: 394).

Hafter, 2015 yılında Tobruk Temsilciler Meclisi’nin kurduğu Libya Ulusal Ordusunun komutanı olarak atanmıştır (Babacan, 2020: 66). 17 Aralık 2015’te Libya Siyasi Anlaşması (LSA), bir diğer adıyla Suheyrat Anlaşması kapsamında BM tarafından Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) Başkanlık Konseyi kurulmuş ve Konsey, Libya’nın tek meşru temsilcisi sayılmıştır (Semerci, 2020). Yeni kurulan hükümet doğrultusunda, 5 Nisan 2016 tarihinde Başbakan Fayiz es-Serrac görevine başlamıştır (Alpar, 2020). Ancak LSA, demokratik bir sistem oluşturulması çerçevesindeki amacını yerine getirme noktasında başarısız olarak beklenilen güven ortamını sağlayamamıştır (Aslan, 2021: 2). Ayrı yönetimlerin bulunduğu ortamda devletler de verecekleri destek konusunda bir yol ayrımına gitmiştir. Hafter’in, UMH’yi tanımaması ile birlikte Hafter’e ekonomik destek ve silah desteği sağlayan Rusya, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) meşru hükümet yanlısı bir tutum sergilememiştir. Ancak, Türkiye, Katar ve Sudan UMH’yi desteklemektedir (Taşdemir, 2020: 378).

Hafter, Suheyrat Anlaşması ve UMH’yi reddettikten sonra, Libya’da kontrolü almak için faaliyete geçmiştir. Mart 2017’de DEAŞ’a karşı mücadele kapsamında Sabrata’ya giren Hafter güçleri, daha sonra şehirde hakimiyetini artırmıştır (Kalabalık, 2020). Kontrol sağlamak amacıyla atılan önemli adımlarından biri Bingazi’nin ele geçirilmesidir. Bingazi Devrimciler Şura Meclisi ile çatışmalarını gerçekleştiren Hafter güçleri, Temmuz 2017’de bölgede hakimiyeti sağlamıştır (NTV Haber, 2017). Daha sonra Derna’ya geçen Hafter güçleri, burada da Derna Mücahit Şura Konseyi ile mücadele etmiştir. Ayrıca, ülkedeki aktörlerden biri olan IŞİD, 4 Ekim’de Misrata’da gerçekleştirilen intihar saldırısının sorumluluğunu üstlenmiştir (Roth, 2018). Çatışmalar farklı bölgelerde Nisan 2019’a kadar devam etmiştir.

Tarih 4 Nisan 2019’u gösterdiğinde Hafter’in emri başkent Trablus’un ele geçirilmesi yönünde olmuştur. Emir, Trablus’u Özgürleştirme Operasyonu olarak adlandırdığı video ile Libya Ulusal Ordusuna verilmiştir (BBC News Türkçe, 2019). Bu doğrultuda yaşanan çatışmalarda siviller de hedef alınmıştır. BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Michelle Bachelet yaptığı açıklamada, bazı sivillerin ağır insan hakları ihlalleriyle yüz yüze geldiğini dile getirmiştir. Yaşanan olaylar karşısında uluslararası toplum sessiz kalmamış, ABD’nin de içerisinde bulunduğu çoğu devlet ateşkes söylemlerinde bulunmuştur (BBC News, 2019). Ancak, Hafter destekçileri Trablus içerisinde ilerlemeye devam etmiş, 6 Nisan 2019 tarihinde Trablus Uluslararası Havaalanı’nı ele geçirmiştir (Kalabalık, 2020). 

Hafter’in ülke içerisindeki ilerlemeleri devam ederken Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin aracılığıyla, Fayiz es-Serrac ve Hafter’in Moskova’da görüşme yapması ayarlanmıştır. Görüşmelerin sonucunda ateşkes anlaşmasının imzalanması planlanırken Hafter, anlaşmayı imzalamadan Moskova’dan ayrılmıştır (BBC News Türkçe, 2020). Ayrıca, UMH destekçisi olan Türkiye, Libya Tezkeresi kapsamında Ocak 2020’de Libya’ya asker göndermeyi kabul etmiştir. Tezkere dahilinde milli çıkarlar ile Türkiye’ye yönelik saldırılara karşı önlem alınacağı, toplu göçlerin engelleneceği ve Libya halkına yardım sağlanacağı kararlaştırılmıştır (Sayın, 2020). Türk askerinin Libya’da bulunmaya başlamasının hemen ardından Hafter güçleri yönünü Sirte’ye çevirmiş ve ocak ayı içerisinde sahil kenti olması dolayısıyla önem arz eden Sirte’yi ele geçirmiştir (Canlı, 2020).

Ocak 2020 içerisinde yaşanan önemli olaylardan birisi, Berlin’de gerçekleştirilen Libya Konferansı olmuştur. Konferansın yayınlanan Sonuç Bildirgesine göre katılımcılar, Libya Temsilciler Meclisi’nin onaylamış olduğu hükümete destek oldukları ve askeri faaliyetlerin sonlanması gerektiği noktasında karar birliğine varmışlar, BM’ye ateşkesin kontrolü için komiteler kurulması gerektiği bildirisinde bulunmuşlardır (Çetin ve Hatip, 2020).

Hafter güçlerinin ülkenin büyük bölümünü hakimiyeti altına almasının sonucunda Avrupa Birliği (AB), Mart 2020’de İrini Operasyonu adlı, BM’nin Libya’daki silah ambargosunun denetlenmesi amacını taşıyan harekatı başlatmıştır. AB’nin kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesini sağlayan operasyon, 2292 sayılı BMGK kararına aykırı olduğu gerekçesiyle yasadışı ve taraflı olarak değerlendirilirken, Avrupa ülkeleri AB fonlarından yararlanmak amacıyla harekata karşı sessizliğini korumuştur (İnat, 2020).

Nisan 2020’den itibaren ülkede UMH güçlerinin yükselişi görülmektedir. BM desteği ile birlikte hareket eden UMH güçleri, ilan ettiği Barış Fırtınası Operasyonu çerçevesinde Surman ve Sabrata’da hakimiyeti sağlamıştır (Kalabalık ve Uçar, 2020). Hafter, yaşadığı kayıpların akabinde, 27 Nisan 2020 tarihinde yayınladığı bir video aracılığıyla “Suheyrat Anlaşması’nın hükmünü yitirdiği ve ülkenin başına geçtiğini” ilan ederek darbe girişiminde bulunmuştur (Kalabalık, 2020).

Hafter’in kendisini ülkenin lideri ilan etmesinin ardından yaşadığı yenilgiler devam etmiştir. Haziran 2020’de Libya Ordusu, 6 Nisan 2019 tarihinde işgal edilen Trablus Uluslararası Havaalanı’nı geri almayı başarmıştır (Canlı, 2020). Yaşanan mağlubiyetlerin ve yapılan protestoların sonucunda Hafter yanlısı hükümet, Eylül 2020’de istifasını Tobruk’ta bulunan meclise iletmiştir (Uçar, 2020). İstifadan bir ay sonra, Ekim 2020’de Cenevre Görüşmeleri kapsamında UMH ile Hafter yanlısı heyetler arasında ateşkes imzalanmıştır. Kalıcı ateşkes doğrultusunda, Libya’da bulunan yabancı askerlerin ayrılması belirlenmiş ve yeni hükümet kurulana kadar askeri eğitim faaliyetlerinin durdurulması kararlaştırılmıştır (Aydemir, 2020). Gerçekleştirilen ateşkes sonrasında yeni hükümetin kurulması amacıyla görüşmeler başlatılmıştır.

 

3. Yeni Hükümet ve Beklentiler

2020’nin sonlarında başlayan yeni geçici hükümet görüşmeleri, 5 Şubat 2021 tarihinde İsviçre’de gerçekleşen Libya Siyasi Diyalog Forumu (LSDF) ile birlikte sonuçlanmıştır. LSDF üyelerinin oylarıyla hükümetin kurulması Abdulhamid Dibeybe’ye, Başkanlık Konseyi Başkanlığı Muhammed Menfi’ye devredilmiştir. Yapılan değişimden sonra, seçimlere ve hükümete karşı çıkan, hatta hükümetin güvenoyu almasını engellemeye çalışan Hafter güçleri, belirlenen hükümeti ve Başkanlık Konseyini tanıdıklarını açıklamıştır (Dalaa, 2021). Dibeybe önderliğinde kurulan hükümet, Mart ayı içerisinde Libya parlamentosu tarafından onaylanmıştır (DW, 2021).

Mevcut hükümetin belirlenmesinin ardından, birçok ülkeyle ikili ilişkilerin oluşturulması adına görüşmeler gerçekleştirilmiştir. Yapılan açıklamalar aracılığıyla Türkiye’nin yanı sıra Fransa, ABD ve İtalya oluşan hükümete destek vereceklerini duyurmuşlardır (Kurt, 2021). Mısır, taraf değiştirerek BM tarafından meşru sayılan hükümeti destekleme yoluna gitmiştir. Nisan ayı içerisinde yapılan ziyaretin sonucunda iş birliğini artırma amaçlı gerçekleştirilen anlaşmalar söz konusu desteğin göstergesi sayılabilir (Zaid, 2021). Mısır gibi, sonradan hükümet destekçisi olduğunu gösteren ülkelerden birisi de Rusya olmuştur. Dibeybe ile telefon görüşmesi yapan Putin, geçici hükümetle iş birliğine hazır olduklarını açıklayarak olumlu bir görünüm sergilemiştir (Cura, 2021). İkili görüşmeler ve destek yanlısı mesajların ardından BM, ateşkes kapsamında Libya’daki paralı yabancı askerlerin ülkeden çekilmesi noktasında çağrıda bulunmuştur (Africanews, 2021). Belirtilen çağrının yanı sıra BM, 24 Aralık’ta gerçekleştirilecek seçimlerin adil ve şeffaf yapılması doğrultusunda kontrolü sağlamak amacıyla 60 tane gözlemcinin ülke içerisinde bulunacağını açıklamıştır (Al Jazeera, 2021).

Dibeybe hükümetinin amacı 24 Aralık’ta yapılacak seçimler odaklı belirlenmiştir. Mevcut hükümetten, ülke içerisindeki gruplaşmanın bitirilmesi ve birliktelik ortamının oluşturulması, seçimlerde yaşanabilecek muhtemel çatışmaların önlenmesi ve sonucunda ise seçimlere hazır bir Libya toplumunun oluşturulması beklenmektedir. Seçim odaklı planlanan çalışmaların ve yapılan faaliyetlerin yanı sıra gündem maddeleri arasında, tüm dünyanın olduğu gibi Libya’nın da mücadele ettiği pandemi yer almaktadır. Ayrıca, ülke içerisinde sıklıkla gerçekleşen elektrik kesintileri ve toplumun yaşadığı büyük güven sorunu mücadele edilecek konular arasında bulunmaktadır (Kurt, 2021).

 

Sonuç

Arap Baharı’nın Libya’ya yansıması kaos ortamının oluşması şeklinde olmuştur. Kaddafi’nin baskıcı rejiminden kurtulmak isteyen Libya toplumu kendini, hem ulusal hem de uluslararası aktörlerin güç mücadelesi içerisinde bulmuştur. BM tarafından oluşturulan geçici hükümet aracılığıyla yapılacak seçimler ve istenilen barış ortamı halen sağlanamamış, özellikle Hafter etkisinin görülmesi ile birlikte farklı hükümetlerin yer aldığı bir devlet ortamı görülmüştür.

Hafter, 2014 yılından itibaren istediği Libya kontrolünü sağlamak amacıyla birçok operasyon gerçekleştirmiş, farklı bölgeleri hakimiyeti altına almış ve destekçileri ile birlikte BM tarafından meşru sayılan hükümete karşı büyük bir mücadele içerisine girmiştir. Ancak bu mücadelesi, 2020’den sonra UMH’nin özellikle Türkiye desteğiyle yeterli güce ulaşmasının ardından etkisini kaybetmeye başlamıştır. Ele geçirdiği bölgelerde hakimiyetini kaybetmeye başlayan Hafter’in, kabul ettiği yenilgilerle beraber, yanında bulunan uluslararası güçlerin 2021’de kurulan yeni hükümete verdiği destek mesajlarının ardından yalnızlaştırıldığı söylenebilir. Söz konusu yalnızlaştırmanın sonucunda Hafter’in yeni stratejisi ısrarla karşı çıktığı hükümeti desteklemek yönünde olmuştur. Ancak bu durum, Hafter’in tamamen geri çekilmesiyle oluşabilecek teslimiyeti göstermemektedir. Ülkede halen, Hafter destekçisi güçlerin etkisi bulunmaktadır. Şu an sessizliği koruyan Hafter güçlerinin seçim ortamına doğru ilerleyen dönemde yeniden mücadele içerisine girebileceği ihtimali göz önünde bulundurulmalıdır.

Bahsedildiği üzere Libya, 24 Aralık’ta gerçekleştirilecek seçimlere hazırlanmaktadır. Ülke içerisinde bulunan kabilelerin veya farklı düşünce gruplarının seçimlere olumsuz etkisinin engellenmesi noktasında BM’nin ve BM destekçisi hükümetin yanı sıra uluslararası toplumun da hedefleri bulunmaktadır. Rusya ve Mısır, Hafter’e verdiği desteklerle bilinirken, belirlenen geçici hükümete yönelik iş birliği mesajları aracılığıyla seçimlere olan desteğini açıklamıştır. Mevcut durumda özellikle 2019 yılından sonra önemli bir aktör konumunda olan Türkiye, Dibeybe hükümetine olan desteğini sürekli belirtmektedir.

Açıklamalar baz alındığında, hükümete verilen memnuniyet mesajları ve yansıyan olumlu tutumlar görülmektedir. Söz konusu olumlu tutumların 24 Aralık’a kadar korunması noktasında belirsizlikler bulunmaktadır. Şu an için hükümetin amacı bir barış ortamı sağlamak ve seçimlerin başarıyla sonuçlanmasının ardından istikrarlı bir Libya oluşturmaktır. Bu amaç doğrultusunda, Libya’da etkisi bulunan aktörlerin her hareketi ayrı bir önem arz etmektedir. Devletlerin iş birliği ve destek mesajlarının gerçekleştirilmesi istenilen barış ortamının sağlanması ihtimalini oluştururken, ülke içerisinde halen Hafter etkisi yer almakta, Hafter’in yanında bulunan bölgesel ve uluslararası güçlerin varlığı, mevcut seçim sürecinde önemli bir rol  .

 

BEYZA TÜKENMEZ

TUİÇ Akademi Birimi

 

KAYNAKÇA

Africanews, (2021). Libya: UN backs ceasefire mechanism, urges foreign forces withdraw. (17.04.2021), https://www.africanews.com/2021/04/17/libya-un-backs-ceasefire-mechanism-urges-foreign-forces-withdraw/ (Erişim Tarihi: 25.04.2021).

Al Jazeera, (2021). UN Security Council approves ceasefire monitors for Libya. (16.04.2021), https://www.aljazeera.com/news/2021/4/16/un-security-council-approves-ceasefire-monitors-for-libya (Erişim Tarihi: 25.04.2021).

Alpar, G., (2020). Başbakan Fayiz Es-Serrac’ın İstifa Kararı ve Libya’nın Geleceği. (19.09.2020), Stratejik Düşünce Enstitüsü. https://www.sde.org.tr/guray-alpar/genel/basbakan-fayiz-es-serracin-istifa-karari-ve-libyanin-gelecegi-kose-yazisi-18383 (Erişim Tarihi: 24.04.2021).

Arrott, E., (2011). 2011’in En Önemli Olaylarından Biri “Arap Baharı”. (29.12.2011), https://www.amerikaninsesi.com/a/article-2011in-en-onemli-olaylarndan-biri-arap-bahar-136368658/902169.html (Erişim Tarihi: 21.04.2021).

Aslan, M. (2021). Libya’nın Kalıcı Belirsizliği: Birçok Yanlıştan Tek Doğru ve Açmazlardan Bir Sonuç Çıkarmak?. Türkiye Siyaset Bilimi Dergisi, Cilt: 4 Sayı: 1, 1-20, 2021.

Aydemir, M., (2020). Libyalı yetkililer, Cenevre’de varılan ateşkesin, Türkiye ile imzalanan askeri anlaşmaları etkilemeyeceğini duyurdu. (26.10.2020), https://www.aa.com.tr/tr/dunya/libyali-yetkililer-cenevrede-varilan-ateskesin-turkiye-ile-imzalanan-askeri-anlasmalari-etkilemeyecegini-duyurdu-/2018967 (Erişim Tarihi: 24.04.2021).

Babacan, M. (2020). Libya’daki Vekâlet Savaşlarının Saha Dengeleri Üzerindeki Etkileri ve Siyasi İstikrar Sorunu. Uluslararası Çalışmalar Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 1, 51-74, 2020.

Baygül, S. (2020). Değişen Uluslararası Konjonktür ve Türk Dış Politikası Bağlamında Libya İç Savaşı Analizi. Ankara Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 6, 155-166, 2020.

BBC News, (2019). Libya crisis: UN warns attacks on civilians may amount to war crimes. (09.04.2019), https://www.bbc.com/news/world-africa-47868691 (Erişim Tarihi: 23.04.2021).

BBC News Türkçe, (2019). Libya’da ülkenin doğusunu kontrol eden komutan Hafter, başkent Trablus’a operasyon emri verdi. (04.04.2019), https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-47813694 (Erişim Tarihi: 23.04.2021).

BBC News Türkçe, (2020). Libya krizi – Rusya: Hafter ateşkes anlaşmasına olumlu bakıyor, iki gün süre istedi. (14.01.2020), https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-51101347 (Erişim Tarihi: 24.04.2021).

Canlı, E., (2020). Hafter milisleri sahil kenti Sirte’yi ele geçirdi. (07.01.2020), https://www.aa.com.tr/tr/dunya/hafter-milisleri-sahil-kenti-sirteyi-ele-gecirdi-/1694657 (Erişim Tarihi: 23.04.2021).

Canlı, E. (2020). AA Hafter milislerinden kurtarılan Trablus Havalimanı’nı görüntüledi. (04.06.2020), https://www.aa.com.tr/tr/dunya/aa-hafter-milislerinden-kurtarilan-trablus-havalimanini-goruntuledi/1864362 (Erişim Tarihi: 24.04.2021).

Çetin, Ş., Hatip, Y., (2020). Libya Konferansı Sonuç Bildirgesi yayımlandı. (19.01.2020), https://www.aa.com.tr/tr/dunya/libya-konferansi-sonuc-bildirgesi-yayimlandi/1707828 (Erişim Tarihi: 24.04.2021).

Cura, A., (2021). Putin, Libya Ulusal Birlik Hükümeti Başbakanı Dibeybe ile görüştü. (15.04.2021), https://www.aa.com.tr/tr/dunya/putin-libya-ulusal-birlik-hukumeti-basbakani-dibeybe-ile-gorustu/2210122 (Erişim Tarihi: 25.04.2021).

Dalaa, M., (2021). Hafter’in Libya’daki geçici yönetimden memnuniyeti yeni bir strateji mi?. (10.02.2021), https://www.aa.com.tr/tr/analiz/hafterin-libyadaki-gecici-yonetimden-memnuniyeti-yeni-bir-strateji-mi/2139847 (Erişim Tarihi: 25.04.2021).

DW, (2021). Libyan parliament approves unity government. (10.03.2021), https://www.dw.com/en/libyan-parliament-approves-unity-government/a-56826306 (Erişim Tarihi: 25.04.2021).

euronews., (2020). Libya’da siyasi dengeyi değiştiren General Halife Hafter kimdir?. (23.06.2020), https://tr.euronews.com/2019/12/31/libya-da-siyasi-dengeyi-degistiren-general-halife-hafter-kimdir (Erişim Tarihi: 21.04.2021).

Güneş, B. (2018). Libya İç Savaşı ve Kriz Yönetimi. Güvenlik Bilimleri Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 2, 263-291, Kasım, 2018.

İnat, K., (2020). İrini Skandalı: Türkiye ile Almanya Karşı Karşıya mı Geliyor?. (25.11.2020), https://www.setav.org/irini-skandali-turkiye-ile-almanya-karsi-karsiya-mi-geliyor/ (Erişim Tarihi: 24.04.2021).

Kalabalık, A., (2020). Hafter’in Libya’nın doğusunda ‘kendi kurduğu düzene darbe girişimi’ tartışılıyor. (29.04.2020), https://www.aa.com.tr/tr/dunya/hafterin-libyanin-dogusunda-kendi-kurdugu-duzene-darbe-girisimi-tartisiliyor/1822603 (Erişim Tarihi: 23.04.2021).

Kalabalık, A., Uçar, M. N., (2020). Libya’da hükümet güçleri Surman ve Sabrata ile 3 beldeyi Hafter milislerinden geri aldı. (13.04.2020), https://www.aa.com.tr/tr/dunya/libyada-hukumet-gucleri-surman-ve-sabrata-ile-3-beldeyi-hafter-milislerinden-geri-aldi/1802717 (Erişim Tarihi: 24.04.2021).

Kökçam, S., (2020). Kaddafi sonrası Libya. (02.01.2020), https://www.trthaber.com/haber/dunya/kaddafi-sonrasi-libya-450437.html (Erişim Tarihi: 19.04.2021).

Kurt, V., (2021). Geçici Hükümet ve Libya’nın Yakın Geleceği. (13.02.2021), https://www.setav.org/gecici-hukumet-ve-libyanin-yakin-gelecegi/ (Erişim Tarihi: 25.04.2021).

Kurt, V., (2021). Libya’da yeni dönem, yeni stratejiler. (19.04.2021), https://www.aa.com.tr/tr/analiz/libya-da-yeni-donem-yeni-stratejiler/2213305 (Erişim Tarihi: 25.04.2021).

Mepa News, (2020) Libya savaşı kronolojisi. (24.06.2020), https://www.mepanews.com/libya-savasi-kronolojisi-37129h.html (Erişim Tarihi: 21.04.2021).

NTV Haber, (2017). Libya’da Bingazi General Hafter’in kontrolünde. (06.07.2017),  https://www.ntv.com.tr/dunya/libyada-bingazi-general-hafterin-kontrolunde,uDE93EVgYkG4MsIaB5EJwA (Erişim Tarihi: 23.04.2021).

NTV Haber, (2019). Türkiye karşıtı General “Halife” Hafter kimdir?. (01.07.2019),  https://www.ntv.com.tr/dunya/turkiye-karsiti-general-halife-hafter-kimdir,UEDMpWdv6E-KTlTEJ37YSw (Erişim Tarihi: 21.04.2021).

Polat, F. (2016). Libya 2015. İnat, K., Ataman, M., Ortadoğu Yıllığı 2015, İstanbul: Açılım Kitap, 383-396, 2016.

Roth, K., (2018). World Report 2018: Libya. https://www.hrw.org/world-report/2018/country-chapters/libya (Erişim Tarihi: 23.04.2021).

Sayın, A., (2020). Libya tezkeresi Meclis’ten geçti, Genel Kurul’da neler yaşandı?. (02.01.2020),  https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-50978212 (Erişim Tarihi: 23.04.2021).

Semerci, A., (2020). Libya’daki meşru yönetimden ‘Suheyrat Anlaşması’na bağlılık’ vurgusu. (01.01.2020), https://www.aa.com.tr/tr/dunya/-libyadaki-mesru-yonetimden-suheyrat-anlasmasina-baglilik-vurgusu/1689757 (Erişim Tarihi: 21.04.2021).

Taşdemir, F. (2020). Uluslararası Hukuk Perspektifinden 2011 Sonrası Dönemde Libya’da De Facto Rejim ve Yeni Hükümetin Tanınması Sorunu. Uyuşmazlık Mahkemesi Dergisi, Cilt: 8, Sayı: 16, 375-405, Aralık, 2020.

Uçar, M. N., (2020). Libya’da Hafter yanlısı sözde hükümet istifa etti. (13.09.2020), https://www.aa.com.tr/tr/dunya/libyada-hafter-yanlisi-sozde-hukumet-istifa-etti/1972383 (Erişim Tarihi: 24.04.2021).

Yıldırım, B. (2015). Libya 2014. İnat, K., Ataman, M., Ortadoğu Yıllığı 2014, İstanbul: Açılım Kitap, 381-402, 2015.

Yılmaz, M. E. (2012). Kaddafi Sonrası Libya’da Siyasal Dönüşüm. Akademik ORTA DOĞU, Cilt: 7, Sayı: 1, 1-13, 2012.

Yüksel Çendek, S., Örki, A. (2019). Arap Baharı Sürecinde Libya, Suriye ve Yemen’de Yaşanan İç Savaşlar: Karşılaştırmalı Bir Çözümleme. Elektronik Siyaset Bilimi Araştırmaları Dergisi, Cilt: 10, Sayı: 1, 42-55, Ocak, 2019.

Zaid, M. A., (2021). Deals signed during Egyptian PM’s Libya visit. (20.04.2021), https://www.arabnews.com/node/1845931/middle-east (Erişim Tarihi: 25.04.2021).

 

 

 

 

USA vs China: The New Cold War On The Horizon

0

Deutsche Welle tarafından 2020 yılında hazırlanan USA vs China: The New Cold War On The Horizon adlı belgesel, DW Uluslararası Baş Editörü Richard Walker’ın anlatımıyla günümüzün iki süper gücü ABD ve Çin arasında yaşanması muhtemel yeni tip bir Soğuk Savaş riskini, bunun altında yatan sebepleri, olası senaryoları ve bu konuda yapılması gerekenleri konu edinmektedir. Belgeselde Çin Uzmanı DW muhabiri Melissa Chan, Çin ve Küreselleşme Merkezi’nin başı Wang Huiyao, Ulusal Asya Araştırma Bürosu kıdemli üyesi Nadège Rolland, Avrupa Parlamentosu Çin Delegasyonu Başkanı Reinhard Bütikofer ve eski Avustralya başbakanı Kevin Rudd gibi uzman isimlerle röportajlar bulunmaktadır. 

Belgesel objektif bir gözle Çin-ABD çatışmasını incelemektedir. Çin’in 21. yüzyıldaki yükselişini 20. yüzyıldaki ekonomik politikalarına bağlar. ABD’nin ise 11 Eylül olaylarından sonra girdiği düşüş trendini gösterir. Belgesel günümüzde güç dengesinin Çin’den yana olduğunu ima eder gibi görünmektedir; fakat bunun yanında Çin’in insan hakları ihlallerinden ve otoriter yapısından söz etmeyi de ihmal etmez. Belgeselde çizilen olası Soğuk Savaş senaryosunda tüm bağlarını koparan ve kendi etki alanlarına çekilen bir ABD ve Çin profili görürüz. Günümüzde Çin ve ABD ekonomilerinin ne kadar iç içe geçtiği düşünülürse bu senaryo pek gerçekçi durmamaktadır. Ancak yine de muhtemel Soğuk Savaş senaryoları düşünmek izleyiciye farklı perspektifler kazandırabilir. 

Çin-ABD çatışması, incelenmeye günümüzden başlanır. 2020 başlarında oldukça iyi olduğu gözlenen ABD-Çin ilişkileri koronavirüs Amerika’yı vurmaya başlayınca gerginleşir. Trump, Çin’i koronavirüs pandemisinin asıl sorumlusu olarak öne çıkarır. Amerika’nın Çin’i suçlama stratejisine karşılık Çin de Amerika’yı suçlamaya başlar. Belgesel günümüz dünyasının iki süper gücünün doğrulanmamış komplo teorileri üzerinden birbirlerine saldırmaları tuhaflığını gözler önüne sermektedir. Bu stratejinin nedeni muhtemelen ortak bir düşman yaratarak halkın odağını devletlerin koronavirüsle mücadeledeki yetersizliğinden başka yönlere çevirmektir. Fakat bu stratejinin doğurduğu, Trump yönetiminin Dünya Sağlık Örgütü’nden fonlarını çekmesi gibi, ciddi sonuçlar vardır. Amerika’nın pandemiyle mücadelede küresel liderliği üstlenmemesi, Çin’i dünyada bu boşluğu doldurmaya iter. Bunun yanında Amerika’nın Çin’e ne kadar bağımlı olduğu da pandemi sayesinde ortaya çıkmış ve bu da ayrışma politikasının konuşulmaya başlanmasına sebep olmuştur. Trump Çin ile bütün ekonomik ilişkileri kesmenin Amerika’nın yararına olacağını savunurken Çin böyle bir durumun yalnızca Çin’in yararına olacağını ve asıl Amerikan şirketlerinin zarar göreceğini söyler. Oysaki ayrışma söz konusu olursa iki tarafın da yadsınamayacak derecede zarar göreceği açıktır. 

Çin’in ABD’ye rakip olabilmesinin asıl sebebi Deng Xiaoping’in 1970’lerde başlattığı pragmatik ekonomik program olarak görülmektedir. Öyle ki Xiaoping gücünü kaybettikten sonra bile ekonomik büyüme devam etmiştir. Özellikle 1997’de, Hong-Kong’un Çin’e geri katılmasıyla Çin, dünya ekonomisine katılmaya başlamıştır. 21. yüzyılda Çin, küresel bir güç olma yolunda ilerlerken Amerika’nın bu konuda geri kalmaya başladığı görülür. 2001 yılında Çin, Dünya Ticaret Örgütü’ne katılıp ekonomisini büyütürken, Amerika 11 Eylül saldırıları sonrası, yıllarca bitmeyecek bir savaşın içine girer. 2008’de Çin, Pekin Olimpiyatları sayesinde ilgi odağı olmuşken Amerika’da Lehman Kardeşler’in batması Büyük Buhran’dan beri yaşanan en kötü finansal krizi daha da içinden çıkılamaz bir hale getirir. Çin ekonomisi dünyayı bu krizden toparlamada büyük bir rol oynayacak, ABD Çin’e büyük miktarlarda borçlanacaktır. Güç dengesinin zamanla nasıl değiştiği belgeselde açık bir şekilde görülmektedir. Xiaoping sayesinde güçlenmeye başlayan Çin ekonomisi artık başka ülkeleri kendine borçlandırabilecek bir konuma gelmiştir. 

2013 yılında, yeni Başkan Xi Jinping’in “Çin Rüyası”, pragmatik ekonomik programından çok daha iddialı bir programa geçildiğinin habercisidir ve Çin’in otoriter yapısının ekonomik başarısını sağladığını ima etmektedir. Bir Kuşak Bir Yol Projesi ise Çin’in bugüne kadarki en iddialı projesi olacaktır. Bu proje Çin’in altyapısını Asya, Avrupa ve Afrika’ya bağlamayı hedeflemektedir. Hem gelişmekte olan hem de yönetişim ve insan haklarıyla ilgili transparan olmayan ülkeler, milyonlarca dolarlık yatırımlardan yararlanabilecektir. Çin bu programıyla beraber aslında ekonomik büyüme için Batı stili bir demokrasiye sahip olmak gerekmediğini göstererek kendi yönetim şeklini pazarlamış olur. Yüzden fazla ülkenin projeye katılması, bu ülkeleri Çin’e bağımlı hale getirerek Çin’e çok büyük bir küresel etki alanı kazandıracaktır. Bunun yalnızca finansal değil politik sonuçlar da doğuracağı aşikârdır. Çin projeye katılan ülkelere karşı ekonomik bir koza sahip olacağından, bu ülkeler Çin’in politikalarına karşı gelemeyeceklerdir. AB ve NATO ülkelerinin de projeye katıldığı göz önüne alınırsa Bir Kuşak Bir Yol Projesi’nin Çin’in gücünü bir hayli artıracağı öngörülebilir. Çin’in gücünü artırdığı bu dönemde, ABD’nin yaşadığı federal hükümet krizi göze çarpar. Kongrenin fikir ayrılıkları sebebiyle karar alamamasından dolayı federal hükümet bir süreliğine kapatılmıştır. Bu olay yıllarca süren savaşların ve finansal krizin kongre içindeki kutuplaşmayı bile ne denli artırdığını meydana çıkarmıştır.  

2016 yılına gelindiğinde ABD’deki kutuplaşma iyice artmış ve Donald Trump’ın başkan seçilmesiyle sonuçlanmıştır. Trump’ın seçim konuşmalarında hep Çin ile alakalı konuştuğu görülmektedir. Çin’in ABD’den faydalandığını düşünen Trump, Çin ile bir ticaret savaşı başlatır. Günümüzde bu ticaret savaşı sürmektedir. Çin’in ekonomik büyümesi devam etmekle birlikte askeri alandaki gücü de artmıştır. Fakat bu gelişmelerin yanında Çin’de politik anlamda bir açılım görülmemektedir. Çin’in Hong-Kong’daki demokrasi yanlısı gösterilere karşı sert tutumu ve Müslüman Uygurlara uyguladığı insan haklarına aykırı, baskıcı, reformist ve asimile etmeye yönelik politikaları bunu kanıtlar niteliktedir. Jinping, Çin’in otoriter sistemini sıkılaştırmış ve kendi gücünü pekiştirmiştir. Hem Trump’ın hem de Jinping’in açıkça milliyetçi liderler olmaları söylemlerini etkilemekte ve iki ülke arasındaki ilişkileri iyice germektedir. Bu gerginlik ülkelerin içe kapanmak zorunda kaldığı koronavirüs dönemiyle birleşince yeni tip bir Soğuk Savaş ihtimali izleyiciye uzak gelmeyecektir. 

Elbette Sovyet Rusya ve ABD arasında yaşanan Soğuk Savaş’ın günümüzde yaşanması küreselleşmenin boyutu sebebiyle pek olası değildir. Çin-Pakistan ekonomik koridorunu korumak için Pakistan askeri güçlerinin kullanılması Çin’in Bir Kuşak Bir Yol projesini korumak için askeri güce başvurabileceğinin bir göstergesidir. Çin’in proje üyesi Hint Okyanusu ülkelerinde bulunan deniz üsleri, ABD ile eski stil Soğuk Savaş çatışmasına girebileceği bölgeler olarak değerlendirilmektedir. Fakat ABD ve Çin arasında eski tarz bir Soğuk Savaş olabilmesi için aralarındaki ekonomik ve finansal ilişkiyi tamamen kesmeleri gerekmektedir. ABD ve Çin ekonomisi adeta birbirinin içine geçmiş vaziyette bulunduğundan ayrışmaları oldukça zordur. Yeni tip bir Soğuk Savaş, yalnızca ABD ve Çin’in ticaret savaşı ve koronavirüs etkisiyle ekonomik ve politik bağlarını kopardığı ve kendi etki alanlarına çekildiği bir senaryoda mümkündür. Bu senaryo, en çok tarafını seçmek zorunda kalacak olan batılı değerlere sahip ama Çin ekonomisine dayanan AB’yi zorlayacaktır. Kevin Rudd, böyle bir durumda en mantıklı tutumun stratejik denge veya yumuşama sağlanana dek küresel yönetişim kurumlarını işlevsel tutmak olduğunu savunur. Bu liberal bakış açısı zaman zaman faydalı olmakla birlikte kurumlardaki temsilciler farklı görüşlere sahip olduğunda karar alma mekanizmalarının kilitlenebildiğini yok saymaktadır. Bundan daha verimli çözümler üzerine düşünmekse seyirciye kalmış gibi görünmektedir. 

 

TARA KOLCUOĞLU

Çin Çalışmaları Staj Programı




Oryantalizm ve İdeoloji Arasında Sıkışmış Bir Dal Olarak Oksidentalizm’in İzleri

Öz

Bu makale, oksidentalizmin bilgisine ulaşabilmek amacıyla; tarih, felsefe ve sosyoloji gibi disiplinlere başvurularak oluşturulmuştur. Doğu ve Batı kelimelerinden etimolojik olarak somut bir anlam çıkarılabilse de zihinlerde oluşturdukları mana karmaşıktır. Batı’nın doğusunda kalan her toplumun, kendi batısı hakkında araştırma yapabileceği fikri, yakınçağda belli başlı Avrupa ülkelerinin hızlı gelişimine paralel olarak artmıştır. Dolayısıyla bu makalede, Batı’nın Avrupa, Doğu’nun ise Ortadoğu ile eşdeğer olduğu düşüncesinin temellerini, geçmişten bugüne devlet sistemlerinin oluşturduğu ve beslediği savunulmuştur. Daha yalın bir açıklamayla, Ortadoğu’da Suriye, Irak, İran ve iki kıta arasında bir “Araf’ta yer” olarak telakki edilecek Türkiye ile Batı Avrupa’daki İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkeler çapında zemin bulan fikirlerin bir Doğu ve Batı ayrımı ürettiğini görmekteyiz. Bu nedenle oryantalizmi, ideolojilerinden sıyırarak henüz yeni bir araştırma alanı olan oksidentalizme ulaşılabileceği düşüncesi bu çalışmanın temasını oluşturmuştur.

Anahtar Kelimeler: Oksidentalizm, Oryantalizm, Ortadoğu, Avrupa

 

Abstract

This article, in order to reach the knowledge of occidentalism; it was created by applying to disciplines such as history, philosophy and sociology. Although a concrete meaning can be derived from the words of East and West etymologically, their meanings in minds is complex. The idea that every society in the east of the West can do research on its own west has increased in parallel with the rapid development of various European countries in recent times. Therefore, in this article, it is argued that the basis of the idea that the West is equivalent to Europe and the East is equivalent to the Middle East have been formed and nurtured by state systems from past to present. With a simpler explanation, Syria, Iraq, Iran in the Middle East; and between the two continents “in limbo” as seen in Turkey will be considered, which in Western Europe; We see that the ideas that find ground in countries such as England, France and Germany produce a distinction between East and West. For this reason, the idea that occidentalism, which is a new research field, can be reached by stripping orientalism from its ideologies, has formed the theme of this.

Key Words: Occidentalism, Orientalism, Middle East, Europe

 

Giriş

Latince Occident olarak kullanılan Oksidental kelimesi sözlükte: “Batılı, daha Batı’da olan” gibi anlamlara gelmektedir (Merriam-Webster). Basın yoluyla bir inceleme yapıldığında, 1851 yılından bu yana haber arşivi oluşturan New York Times Gazetesi’nin 1858 ya da 1860 yılında rastlanılan bazı haberlerinde, Occidental kelimesi geçmektedir. Occidental, bir ülkeyi başka bir ülkeyle ya da bir kıtayı başka bir kıta ile kıyaslamaktan ziyade, herhangi bir ülkenin batı kısımlarını tabir ederken kullanılmıştır (NYT, 1860, s.4). Bahsedilen yıllarda genel olarak Meksika ve Nikaragua gibi ülkelerin ele alındığı makalelerde kullanılan kelime, yine 1860’ta kurulan lüks bir otele isim olarak verilmiştir (NYT, 1864,  s.4).

Oksidentalizm, henüz Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisinde yer bulamamış ve bu nedenle oksidentalistik araştırmalarda Türkçe tabanlı bir metod ya da literatür üzerinden eser inşa etmek mümkün görünmemektedir. Ortaylı (2010) çalışmasında, “Türkoloji ve var olmayan bir dal: Oksidentalistik” başlığı altında, Türkoloji’nin oksidentalist bir bakışla bizzat Türk Türkologlar tarafından incelenmesi lüzumuna değinmiş ve oksidentalizmin bizdeki eksikliklerine dikkat çekerek kısıtlı da olsa bir tanım yapmıştır (s.159). İlber Ortaylı, bahsi geçen çalışmada oksidentalizmi, Batı-Bilimci olmak şekilde nitelerken, Doğu’nun ve özellikle Türklerin bu konudaki eksikliklerine dikkat çekmiştir.

Oksidentalizm; Batı’ya merak duymanın, dünü ve bugünü hakkında fikir yürütmek; Batılı’nın dilini, kültürünü ve politik karakterini gözlemlemek olarak kabaca değerlendirilebilir. Tarihsel açıdan oksidentalizmi incelemek aslında binlerce yıllık bir süreci ele alarak sonsuz bir alanı işaret etmek demektir. Bir yön mü, coğrafya mı, Avrupa’nın kastedildiği bir birlik ya da kıta mı, bir Hristiyanlar ligi mi, yoksa zihinlerde canlandırılan ütopik bir rakip mi? olduğu müphem olan Batı’yı, şimdilik bir “şey” olarak tabir etmek, herhalde en ihtiyatlı yaklaşım olacaktır. Oksidentalizm ya da Garbiyatçılık adı altında kavramsallaştırılması oldukça yeni bir ilgi alanı olan Batı’yı inceleme düşüncesinin üzerinde yürütülen fikirler, oldukça eski tarihlere konumlanmaktadır. Ancak Batı incelemelerinin ya da Oksidentalizm hakkında yapılan mevcut değerlendirmelerin savunmacı bir bilinçle yazılagelmiş olması, onu Oryantalizm’in maruz kaldığı farklı değerlendirmelere sürüklemiş görünmektedir.

Bu çalışmada temel amaç, oksidentalizmin ne olduğunu ve zihinlerde neyi hatırlattığını karşılaştırmalı incelemelerle ortaya koymaktır. Bunu yapabilmek için öncelikle, Doğu’da yapılan çalışmalara ve salt haliyle oryantalizmin kökenlerine inilerek girizgâh yapılacaktır. Batılı olarak adlandırılan araştırmacıların doğuyu araştırmadaki temel itkilerinin, somutlaşmış bir doğu merakıyla mı, dini temayüllerle mi, yoksa sadece akademik kaygılarla mı yapıldığı sorularının analizi ile incelenecek ilk bölümün temel tezi, dini temayüllerin ağır bastığı yönünde olacaktır. Kronolojik olarak ilerleyecek olan ilk bölümde, oryantalist bakışın tarihsel zemini oluşturularak, oksident olanın var olmuş zihin kodlarına ve kırılma noktalarına da ulaşılacağı umulmaktadır.

İkinci bölümde Doğu ve Batı’nın; savaşlar, icatlar, akademik araştırmalar gibi çok çeşitli etkenler sonucunda yaşadığı dönüşümler ve birbirleriyle temaslarının artışı incelenmiştir. Bu nedenle bir tarafta fetihlerin diğer tarafta ise keşiflerin incelendiği bu bölümde yaşanan yüzleşme ile birlikte oryantalizmin kâğıda dökülüşü anlatılmıştır. Böylece birinci bölümde bilim ile dinin zorunlu bir biçimde dirsek teması halinde yürüdüğü yeniçağ ele alınırken, ikinci bölümde ise bilim ve dinin sınırlarının açıkça çizilmeye başlandığı ve artık bir seçim yapılması gerektiği yakın çağ düşünceleri analiz edilmiştir. Bu nedenlerle ikinci bölümün ana tezi ise literatürde sıkça işlenen “Ben” ve “Öteki” figürlerinin aslında insandan bağımsız olarak devlet sistemlerinden dinsel ve mezhepsel anlayışlara kadar geniş bir çeşitliliği olduğudur. Üçüncü ve son bölümde ise Selim İleri’nin “Aşk-ı Memnû ya da Uzun bir Kışın Siyah Günleri” ve Rasim Özdenören’in “Yaşadığımız Günler” eserleri değerlendirilerek, referanslarla Osmanlı’nın Modernleşme sürecinden bugüne kadar gelen oksidental yaklaşımlar ve oksidentten ne anlaşıldığı tartışılmıştır.

 

Erken Oryantalizm

Batı tarafından Doğu’yu anlama ve ‘belirli bir kalıp içinde’ inceleme çalışmalarının Osmanlı Devleti’nin doğuşu ile başladığı ve İstanbul’un Fethi’nin oluşturduğu yankılarla körüklendiği düşünceleri yaygındır. Bu yöndeki iddialarını daha ileriye taşıyan bir kısım tarihçiler, İstanbul’un fethi ile Orta Çağ’ın kapanıp Yeni Çağ’ın açıldığını dahi kabullenmiştir. Öyle ki, fetihle birlikte paniğe kapılan Avrupalı sanatçılar, Roma’ya ya da çeşitli kültür başkentlerine dağılarak Rönesans’ı meydana getirmişlerdir. Ancak geçtiğimiz yüzyılla birlikte kavramsallaşan Annales Ekolü gibi pek çok bilimsel metot sayesindedir ki belli bir tarihte meydana gelen bir olay ya da vaka ile çağ açılıp kapanmayacağı, bunun bir süreç olduğu ve bu sürecin ya da süreçlerin, bilinen ya da bilinmeyen dinamikleri olduğu düşünceleri alışılagelmiş tarihsel anlayışları tamamen değiştirmiştir. Dahası Orta Çağ’ın, sanıldığı kadar karanlık olmadığı ve Yeni Çağ’da dahi karanlık dönemlere rastlanabileceği bulguları sayesinde, tarihsel ilerlemeciliğe şerh düşülmüş ve incelenen devletleri çağlara ya da dönemlere ayırma gibi yaklaşımlar da günden güne azalmıştır.

Doğu ve Batı’nın iki farklı coğrafya olarak birbiriyle temaslarının son bin yılını ele alacak olursak, on birinci yüzyıldan bu yana, Batı ve Doğu’nun ilk karşılaşması, Haçlı Seferleri (1092-1272) olarak belirlenebilir. Bahsi geçen yüzyıldan önceki karşılaşmaları kabaca, Roma İmparatorluğu ve İslam Devleti, İskender ve Pers-Mısır Uygarlığı, Yunan Kent Devletleri ve Pers İmparatorluğu gibi çatışmalar altında inceleyebilmek mümkünse de ele alınacak kaynakların çeşitliliği ve bahsi geçen mücadeleleri incelemenin ayrı bir uzmanlık alanı gerektireceği için bu çalışmanın dışında kalacaktır. Daha çok ekonomik ve siyasi sebeplerden ötürü düzenlenen Haçlı Seferleri dönemine tekabül eden on birinci yüzyıl, Batı ve Doğu arasında kültürel ve fikirsel temasların artması bakımından araştırmamız için bir milat olarak kabul edilebilir. Bu yüzyılda İspanya ve Fransa gibi ülkelerde başlayan tercüme faaliyetleri artarak devam etmiş, yüzyıl sonlarında neticelerini vererek, özellikle Arapça ve Latince arasındaki alışveriş yoğunlaşmıştır (Karlıağa, 2005, s.166). İbn-i Sina (M.S. 980-1037) ve İbn-i Rüşd’ün (1126-1198) eserleri yine bu yüzyılda uluslararası bir şöhret kazanmış, batı üniversitelerinde ve skolastik kurumlarda incelenip okutulmuştur. Paris ve Londra gibi dönemin önemli şehirlerindeki okullarda ele alınan İbn-i Sina’nın eserleri şüphe ve daha çok hayranlıkla karşılanmış ve nihayetinde on üçüncü yüzyılda Roma-Germen İmparatorluğu’nun tazyikleriyle karşılaşmıştır.

Çalışmamız açısından İbn-i Sina’nın gözlerini açtığı koşullara kısaca değinmek, kendisinin ve özellikle eserlerinin oluşturduğu etkinin çok kültürlülüğünü açıklayacaktır. Buhara’da 980-81 yıllarına tekabül eden bir tarihte doğan Ali bin Sînâ’nın babası aslen Hindistanlıdır ve bu sebeple ibn-i Sînâ’nın eğitim hayatında Hint matematiği ve aritmetiğinin önemli bir yeri vardır (Alper 1999, s.319). İbn-i Sina’nın babası Abdullah’ın ve amcasının Fatımî dâilerle (Şii-İsmailî misyoner) sıkı temas içinde olduğu ve evlerinde İsmailî düşünceye bağlı olarak heterodoks fikirlerin tartışıldığı bilinmektedir. Haçlı Seferleri’nin sebebi ya da sonucu olarak nitelendirilebilecek ve yıkıcı etkileri bugünkü bölünmüşlük baz alındığında tahmin edilebilen mezheplere ve halifeliklere bölünmüş bir İslam coğrafyasında elbette siyasi açıdan bir refah beklemek mümkün değildir. Ancak İbn-i Sinâ’nın Avicenna olma yolundaki yaşamında beslendiği bu çok kültürlülük hem onun eserlerinde ve felsefesindeki farkı oluşturmuş hem de Papalığın yoğun baskısı nedeniyle Batı’yı, henüz anlamlandıramadığı çok kültürlülükten beslenen ve kendini gerçekleştirmiş insan modeliyle tanıştırmıştır.

“İlk insan diye bir şey yoktur.”, “Öldükten sonra bedenden ayrılan nefsin maddî olarak cehennemde azap görmesi imkânsızdır.”, “İnsanların fiilleri ilahi inayete bağımlı değildir.” gibi görüşler içerdiği iddia edilen İbn-i Rüşd ve İbn-i Sinâ’nın fikirleri, 10 Aralık 1270 tarihi itibariyle Paris, Roma ve Köln olmak üzere başlıca şehirlerin de kısa süre sonra uyacağı bir genelgeyle maddeler halinde yasaklanmıştır (Karlıağa B., 2005, s.166). Maddelerin dini argümanlarla veya anlayışlarla bağdaşmamasının bir sonucu olarak reddedilmesinden çok, iki filozofun Katolik-Hristiyan dünyasında oluşturduğu yankının bir sonucu olarak maddelerin ortaya çıkartıldığı varsayımı daha olasıdır. Zira ikinci varsayımdan yola çıkacak olursak, örneğin İbn-i Sinâ’nın görüşleri Farâbi’nin ‘südûr’ teorisinden etkilenilerek oluşturulmuş ve teori olmasından dolayı da doğrudan bir reddediş ya da kabullenişle oluşturulmayacağı açıktır. Yasaklamaların arka planındaki sebep, Katolik üniversitelerin Kilise ile bağlarının güçlüğü olarak görülebilir. Skolastik otoritenin tehdit olarak algıladığı bu düşüncelerin cezası teorilerin sahiplerine ve çeşitli akademisyenlere kesilmiştir. Nitekim, Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu, daha da ileriye giderek aynı genelgede, düşüncelerin savunanların aforoz edileceğini belirtmiştir. İlerleyen zamanlarda oryantalizmin ve doğunun fikren bozulmaya uğramasından dolayı mistik bir algı katılacak olan “Doğu felsefeleri”, dini öğretinin tamamıyla zıttı bir anlayış ortaya koyması sebebiyle ve tahtını her geçen gün daha da sağlamlaştıran Tanrı-Devleti sistematiği ile çatışan fikirler dolayısıyla batıdan geçici olarak sınır dışı edilmiştir. Hemen hemen yüz yıl önce Nizamiye Medreselerinin yoğun gayretleriyle doğudan silinen İbn-i Sina, İbn-Rüşt ya da Aristo’nun görüşleri yüz yıl sonra kıta Avrupası’nın tedrisatından da kovulmuştur. Fakat doğuda Gazali’nin felsefeyi bitirdiği düşüncesi hâkim olmuşsa da İbn-i Rüşd ve özellikle Avicenne’in düşünceleri, batıda reformlar çağının fikirsel zeminine katkı sağlamıştır. Öte yandan ilerleyen yüzyıllarda Avrupa başkentlerindeki bilim insanlarının doğu ile temas halinde olmayı kesmemesi, bu temasın hâkim unsur olan Tanrı-Devlet sistematiğinden bağımsız bir biçimde ortaya çıktığını ve nihayetinde surda gedik açılmasına sebep olduğunu gösterecektir.

Hemen hemen bir yüzyıl boyunca batı literatürüne damga vuran İbn-i Sina (Avicenna) ve İbn-i Rüşd’ü, savundukları fikirlerin Aristo ile bağlar kurması ve ulaştıkları boyutlar açısından doğunun ilk oksidentalistleri olarak ele almak herhalde abartılı olmayacaktır. İki coğrafya arasındaki bütün bu fikir alışverişinde doğunun edilgen değil etken konumda olması ise dikkat çeken ayrı bir husustur. Bunun sebebi, Selçuklu, Fatımî ve öncesindeki Emevî kültürünün yerleşmişliğiyle açıklanabilir. Latinlerin on birinci yüzyılda başladığı tercüme faaliyetlerine, Emevîlerin sekizinci yüzyılda başlamaları ve Endülüs Emevilerinin ise İspanya’da bu faaliyetlere hız vermeleri çağının ilerisinde bir politika olarak oskidentalizmin ulaştığı boyutları göstermektedir. On birinci yüzyılda, daha çok Türkiye Selçuklularının kurmuş olduğu ticaret ağı Anadolu’yu bir ticaret merkezi ya da açık pazar haline getirmiştir. On ikinci yüzyıl Konya’sında ise Latin milletlerden; Piecenzalılara, Gaskonyalılara veya Normandiyalılara gerek askerlik mesleğinde gerekse tüccar olarak sıkça rastlamak alışılagelmiş bir durumdu (Yerasimos, 2000, s.164).

 

Oryantalizm ve Yüzleşme

On altıncı yüzyıl başları, İstanbul’un fethinden hemen hemen yarım asır sonrasına denk gelen süreç, artık batının Avrupalılaşma dönemini işaret etmektedir. Osmanlı ve ötesinin ise Doğu olarak isimlendirilmesi, yani oryantalizmin doğuşu başlamaktaydı. Terim anlamıyla basit fakat mahiyeti bakımından önemli dinamikleri içinde barındıran bu nitelemeleri doğuran ana etken, Tanrı-Devlet sisteminin Batı’da iyiden iyiye muhalefet bulması ve aslında fetihlerle adını duyuran Osmanlı Devleti’nin bu sistemin neresinde olduğunun merakıydı. Britanya’da Laudianism, başta Oxford Üniversitesi olmak üzere revaç bulmaktayken, bugünkü Orta Avrupa’nın büyük bölümünde Lutheran başkaldırı daha keskin bir biçimde ilerlemekteydi.  Doğu hakkında öncekilerden daha olumsuz fakat gelişen teknoloji sayesinde daha sarih malumatlar elde eden ve aktaran Batı’nın oryantalist faaliyetlerinin on altıncı yüzyıldaki artışının daha somut sebeplerini de sıralamak mümkündür.  Bunlardan en önemlileri arasında birçok akademisyenin müttefik olduğu, on beşinci yüzyıl ortalarında Meinz kentinde modern matbaanın keşfidir (Ağaoğulları 2015, s. 293). Matbaanın getirdiği kitap üretimindeki artış, ilerleyen dönemlerde roman türünü de ortaya çıkarmıştır. Fakat matbaanın icadıyla beraber bilgiye ulaşmak ve bilgi üretmek isteği o kadar hızlı gelişmiştir ki, ister roman olsun ister diğer türler, Terry Castle’ın belirttiği üzere artık antikite üzerine kurulu yazım tarzı yerine daha çağdaş daha demokratik olanı arayan bir bilincin tohumu atılmıştır (Stanford Humanities, 2020). Sayısı her geçen gün artan kitaplarda işlenen konular ne olursa olsun, Doğu vazgeçilmez bir tema arz etmiştir ve özellikle “Türk”, yazılan metinlerde önemli bir figür haline gelmiştir. Martin Luther’in 1541 yılında Wittenberg’deki ateşleyici vaazlarında dahi, Türkler soyut bir gücün somutlaşmış cezası olarak ele alınarak “Tanrı’nın Kırbacı” gibi ifadelerle anılmıştır (Tanyu,1981, s. 157). Aynı yıllarda Bordeaux’da Boétie (2015), acıyan bir ifadeyle Türkleri, “kitap düşmanı bir sultanın (Kanunî) esiri” olmakla itham etmiştir (s. 108). Étienne de la Boétie’nin “Büyük Türk” diye bahsettiği Kanuni ile ilgili malumatlarında, “duyduğuma göre” ifadesini kullanması, bulunduğu dönemde bir takım iletişim araçlarının faaliyette olduğunu göstermektedir. Bir dedikodu mahiyetindeki bu ithamlar dışında, İstanbul’da yaşanan bir durum veya olgunun Bordeaux’da yakın zamanlı olarak duyulması ve tartışılması da aslında haber alma olanaklarının genişliği yanında, kilise ya da manastıra bağımlılığın gitgide azaldığının bir göstergesidir.

Doğu’da, bir önceki bölümde ele alınan Emevi – Şii-Fatımî ayrılığının en yoğun olduğu dönemlerdeki çok kültürlülüğün getirdiği çatışma, geçen beş yüz yıldan fazla süre içerisinde daha da keskinleşmiş ve kendi içinde sistematik hale gelmiştir. Zira Şii cemaatin merkez konumu olarak İran artık netleşmiş ve on altıncı yüzyıl başlarında Osmanlı’nın demografik yapısını da ciddi biçimde tehdit edecek bir tehlike haline gelen Şah İsmail-Erdebil Tekkesi, kültleşmiştir. Şah İsmail, 1501 yılında henüz 20 yaşındayken emrinde yedi bin kişilik bir kuvvetle, Şirvan Ülkesi adı verilen Azerbaycan’a hareket etmiş ve karşısına çıkan hemen hemen üç katı büyüklüğündeki bir orduyu yenilgiye uğratmıştır (Sümer, 1999, s.24). Faruk Sümer’in zikrolunan çalışmasında, Şah İsmail’in ordusunu ve halkını oluşturan topluluklar/oymakların çoğunluğu Anadolu’daki İstanbul ile arası iyi olmayan “başıbozuk taifeden”; Rumlu, Ustacalu, Tekelü, Çepni, Turgutlu adıyla bilinen Batı Anadolu’daki yürükler olarak geçmektedir. Şah, bu topluluklarla birlikte kısmen şiddetli kısmen de tasavvuf etkisiyle merhametli pederşahi otoritesini kurarak yeni bir hanedanlık oluşturmuş ve Avrupa nezdinde bilerek ya da bilmeyerek bir alternatif görünümü almıştır. 

Oryantalizm çalışmalarına, on altıncı yüzyıl çerçevesinde oldukça sistemli bir biçimde başlayan Oxford Üniversitesi bu dönemde adeta bir misyon telakkisiyle çeşitli teologlar yetiştirmiştir. Bu teologlar; Osmanlı Irak’ına, Suriye’sine ve sonrasında İran’a çeşitli gezilerde bulunarak odak noktalarına öncelikle Kur’an-ı Kerim ve Hadis Kaynaklarını almıştır. Bu konuda dünya ölçeğindeki en etkili Arabist ve Oryantalist, Edward Pococke (1604-1691) olmalıdır. Pococke, Oxford üniversitesinin ilk Arapça Profesörü ve Şarkiyatçısı olarak tanınmaktadır (Korkut, 2007, s. 305). Kendisinden önce, İbranice, Aramice, Süryanice ve Arapça hakkında bilgi sahibi olan William Bedwell ve aynı zamanda William Laud’dan ders alan Pococke’ın çalışmalarının önemli bir bölümünün Suriye ve civar bölgelerde geçmesi kendisini önemli kılmaktadır.

1604 yılında Oxford’da doğan Pococke, Magdelen Hall’den mezun olarak, Oxford Üniversitesine bağlı olan Corpus Christi College’de 1629’da araştırmacı olarak görev almıştır (Korkut, 2007). Aynı sene Oxford Piskoposu olarak atanan Pococke İngiltere’de kaldığı süre içinde, Calvinizm’i reddeden ve Britanya’ya özgü bir dinsel anlayışın gelişmesinde öncülerden biri olan William Laud’un himayesinde bulunmuştur. Pococke, 1630’da William Laud’un destekleriyle ve Suriye’de imtiyaz sahibi İngiliz Levanten Şirketi’nin ev sahipliğiyle beş yıllık bir eğitim sürecinden geçmek için Halep’e seyahat etti. Suriye ve civar bölgelerde geçirdiği süre çerçevesinde dört yüze yakın yazma eser elde eden Pococke, aynı zamanda geliş amaçlarından biri olan Gazali felsefesi üzerine araştırmalarda bulunmuştur (MEND, 2019).  Öte yandan, Pococke’ın John Lock’un özel öğretmeni olması ve Thomas Hobbes’u etkileyen görüşleri bakımından Avrupa’nın dönüşümünde etkisi önemlidir. (Hub Talk, 2018).

On birinci yüzyıldan kabaca on altıncı yüzyıla kadar birbirinden bağımsız fakat ticari ve fikirsel alışverişlerin zaman zaman birleştirici etkisiyle iki blok olarak ilerleyen doğu ve batıda, artık oryantalizmin zeminini sağlamlaşmıştır. Başlangıcı beş asır önceye konumlandırılsa da daha çok günümüz ve yakın geçmişten referanslarla beslenen oryantalizm hakkında bu vesileyle çeşitli çıkarımlara varılabilir. Bunların en başında külli bir üslupla, Batı’nın Doğu’yu, “Tanınması gereken ötekiler” olarak ele aldığı çıkarımı yirminci yüzyıl itibariyle revaç bulmuştur. Bu çıkarımı bir tez halinde savunan ve oryantalizm denildiğinde akla gelen ilk kişilerden biri sayılabilecek Said’in (1978) oryantalizmini, emperyalizmin bir dejenerasyon aracı olarak telakki etmek mümkündür. Fakat Edward Said’den önce Yerasimos’un (2000) bu konu üzerinde kapsamlı bir külliyat oluşturduğu bilinmektedir (s.164). Ona göre batı tahakkümünün asıl sebebi, yine batı tarafından “az gelişmişlik” olarak adı konulan sömürü düzeninde doğunun metalaştırılmasıdır. Çalışmasında oryantalizm ismi geçmese de batıyı bir tahakküm öznesi olarak ele alması ve Cemil Meriç ile doğru orantılı olarak “bir-az gelişmişlik” sultası altında doğunun sömürgeleştirilme sürecini ele alan Stefanos Yerasimos, bahsi geçen çıkarımın öncülerinden sayılabilir. 1970 yıllarından itibaren geliştirilen bir başka çıkarım ise, bu sefer on altıncı yüzyıl oryantalistlerinin Doğu’yu, “Tanınması gereken Müslümanlar” olarak ele aldığı çıkarımıdır. Bu çalışmada da kısmen anlatılmaya çalışılan “oryantalist seferberlikler” neticesinde ortaya çıkan azim üzerinden post oryantalizmler türetildiği savunulabilir. Nitekim erken oryantalizm olarak da nitelenebilecek on altıncı ve on yedinci yüzyıl ortalarına kadar, Osmanlı’nın doğal sınırlarına ulaştığı düşünülürse, doğu ve batı açısından bir denge ve bu denge üzerinden daha saf bir oryantalizm “kurgulamak” mümkündür.

On sekizinci yüzyılın mekanik rüzgarının etkisiyle gelişen; sanayi devrimleri, anayasal devrimler ve reformlar, devletin uluslaşması ve “zor” gücünü kilisenin elinden tamamen alarak kendi zatında birleştirmesi gibi etkenler sonucunda adı konulan kapitalizm, oryantalizmi kendi hegemonik çıkarları doğrultusunda yoğurmuştur. On dokuzuncu yüzyıl ise artık doğunun kendisini bir meta olarak kabul etmesi ve ancak balolarda giydiği batılı kostümleriyle bu yabancılaşmadan sıyrılabileceği zannını beslediğinin açık tezahürlerini oluşturmakla birlikte çok eleştirilecek ve kendi içinde ‘ben’ ve ‘öteki’ yaratacaktır.

Çıkarımlar burada kısaltarak örneklendirilse de değinilen her bir ihtimal üzerinden bir oryantalizm türetildiğine şahit olunmakla birlikte, her birini genişletmek bu çalışmanın sınırlarını zorlayacağı için başka çalışmalarla üzerlerinde durmak gerekmektedir. Fakat çalışmamız açısından, birinci ihtimalin, yani algılayanın zihnindeki Batı’nın, Doğu’yu İslam olarak görmesinin anakronizmle hemhal olmuş sunumları, Oryantalizm adı altında çeşitli fikirler ve hatta ideolojiler bile üretmiştir. Avrupa’da oryantalist algı üzerine kurulan ideolojiler, esasında parçalanmış fakat hala statükoyla beslenen çeşitli imparatorlukların desteğiyle bir biçimde kendisinden söz ettiren Tanrısal akıl ve Tanrısal imparatorluk düzeniyle mücadeleye girişmiştir. Bu nedenle Osmanlı’nın kendisini revize edip edemeyeceği çıkarımları tartışmalarda önemli bir yapı oluşturmuştur. Çalışmamızın bu bölümünü oluşturan ideolojik tartışmalar, klasik anlatılardaki ıslahat ve reformlar üzerinden değil, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde yazılmış eserler ve yakın dönemde yazılan İslamlaşmış Osmanlı tahayyülleri üzerinden değerlendirilecektir.

           

Post Oryantalizm ya da Oksidentalizm’in Mücadelesi

“Bilim, insana gerçeği vermekten ziyade onu yanılmaktan korur; fakat yanılmamaktan emin olmak da bir şeydir”. Renan (1951; XVII)

Tarihsel, edebi, sosyolojik ya da felsefi yazının genel görünümünde, doğulu olmak yeknesak bir nitelemeyi ifade etmemektedir. Doğulu’nun çeşitleri ve sıfatları ile karşılaşmak mümkündür. Zira coğrafi terimlerden de hatırlanacağı gibi bir Doğulu; Orta-doğulu, Uzak-doğulu, Yakın-doğulu olarak farklılıklar gösterebilir. Batı’ya coğrafi veya zihnen daha yakın doğulu, “Rûmî” gibi nitelendirmelerle salt doğulu olmaktan kurtulabilmiştir. Diğer taraftan, Doğu’nun en uzağındaki uzak çağdaş; uzak olduğu kadar melankolik ve yavaş olsa da bir Çin vatandaşının batı normlarına göre “uygun ve düzenli” olması, onu cazip ve incelemeye değer hale getirebilmektedir (NYT, 1853, s.4). Bu nedenle Oryantalizmi kurgulayan doğulu ve oryantalistin kurguladığı doğulu gibi iki teori ortaya çıkmaktadır. İkisi arasında büyük farklar olmasa da bu çalışmada sunulan savlardan en önemlisi, birinin diğerini beslediği veya kurguladığıdır. Cemil Meriç’in muhtemelen belirtmekten keyif duyacağı şekilde, “Mütedeyyin” yazarlar ele alınacak olursa, iki teori arasındaki en önemli bağlantının, ikincinin birinciyi kurguladığı anlaşılmaktadır. Yani, zaten oryantalistin kurgulamış olduğu doğulunun oryantalizmi tekrar kurgulama girişiyle karşılaşılmaktadır. Böylece yirminci yüzyıl Türkiye’sindeki Oksidental algı hakkında da fikir sahibi olunacaktır.

Yirminci yüzyılda Mütedeyyin’in, oksidental olanı bağdaştırdığı modern, gerçeklikle bağlantısızdır. O’nun en önemli başvuru kaynağı olan tarih, bütüncül bir bakış açısıyla ilerleyen bir süreç ve adalet ile zulmün mücadelesidir. Zulüm ve adalet ya da suç ve ceza ise Kuran-ı Kerim’e göre biçimlendirilmiş bir yaşamdır ve geçmişten beslenir. Bu dönemde Akif’in “Ders alınsaydı hiç tekerrür eder miydi tarih?” yorumundan yola çıkarak, Kuran’ın öngördüğü içtihatlara göre, gelecek şekillenecek ya da geçmiş yargılanacaktır. Nitekim Kuran’da; Mümin-Münkir, Müslüman-Kâfir ayrımlarının ilk kısımlarında adillik, ikincilerinde ise zalimlik tecelli etmiştir (Özdenören, 1999, s.13). Fakat Batılı öyle değildir. Batılı filozof, cevaplarla değil, sorularla ilgilendiği için gök kubbeye somut bir seda bırakamıyor, “seç diyor ama insanın neyi seçeceğini göstermiyor” (Özdenören, 1999, s. 13). Bu nedenle sosyal bilimlere on dokuzuncu yüzyıl ile birlikte hakim olacak hakikate giden seçeneklerin bolluğu doğulu için hiçbir şey ifade etmemektedir. Esasında “Doğulu” nitelemesinin absürtlüğünün sebebi, daha önce de değinildiği gibi sonradan üretilmiş ya da içine sübjektif yargıların sindiği bir kavram olmasından ileri gelmektedir. Doğuluyu da batılıyı da belirleyen veya biçimlendiren, “Oksident” olandır. Keza, yuvarlak bir dünyada, Ortadoğu, Yakındoğu, Uzakdoğu’nun ne manası vardır? (Meriç, 2010, s.77). Bu nedenle demokrasi, özgürlük gibi kavramlar da külli ve sürekli çağlayan bir kaynağın ürünü olmadığı için mütedeyyine göre sadece muğlak bir anlatıdan başka bir şey değildir.

Oksidental olanın değerlendirilmesi ise Aşk-ı Memnû’daki “Melih Bey Takımında” karşılığını bulmaktadır. Melih Bey Takımı, romanın ana karakterlerinden olan Bihter ve Peyker, anneleri Firdevs Hanım ve babaları Melih Bey’dir. Batılı yaşam tarzını özümsemiş aile figürü olarak betimlenen Melih Bey’ler için yaşam, bugünden başka bir şey değildir. Bu sebeple, mütedeyyinin karşısında duran batıcı, daha önce belirtildiğinin aksine çağdaş ya da uygar olmayı, dünya gerçekliğini kabullenmiş olmakta bulmuştur. Melih Bey takımında vücut bulan batıcılar, sadece görülenlerle yaşam süren, fikir yürüten ayrıca çizdikleri fasit daire içinden çıkmayan insanlardır (İleri, 1985, s.25).

Görüldüğü üzere, mütedeyyin doğulu somut referanslar üzerinden soyut olanı arzularken, batı üzerinden kurgulanan oksidental doğulu ise tam tersine soyut referansları yaşam biçimi haline getirerek somut olanı muhafaza etmek ister. Batılı Melih Bey takımının batıdan daha gülünç, daha avare ve hatta bazen cemiyet için daha tehlikeli olarak görülmesinin sebebi ise dini literatürde münafık ya da münkirin, kafirden daha tehlikeli olarak görülmesinde aranabilir.

 

Sonuç

Bu çalışmada; toplumların dengeliliği hususu gözetilmiştir. Zira verilen örneklerden de anlaşılacağı gibi on birinci yüzyıl Bordeaux toplumuyla yine aynı yüzyılda Isfahan toplumu ya da E. Pococke ile İbn-i Sina, toplumsal statüleri, toplumlarının gelişmişliklerin farklılığı göz önünde bulundurularak eş değer tutulmamıştır. Çalışmanın ana gayesi, kişilerin bir felsefe üretmesinde ve felsefelerinin sınırlar aşmasındaki etkenleri incelemek ve bunların sonuçlarında devletler ve sistemlere dokunuşlarını irdelemektir. Bu vesileyle incelenen mikro örnekler daha büyük bir çıkarıma ulaşmak için yapılmamıştır. Çok kültürlülük örneklerinde görüldüğü üzere toplumsal alışverişi bünyesinde birleştiren insan, kendiliğini gerçekleştirerek ne doğuya ne de batıya sığamamış, fakat belirli bir kalıbın içinde yoğurulmuş toplumları, sistemleri veya gelenekleri bilerek ya da bilmeyerek sarsabilmiştir. Bu nedenle kendini gerçekleştiren İbn-i Sinâ yahut Pococke’un başarısı Isfahan veya Oxford’un başarısı anlamına gelmemektedir.   Oksidentalizm gibi henüz genç bir araştırma alanını bu gözle incelemek, onu filoloji, tarih, siyaset bilimi hatta psikoloji biliminin sunduğu araştırmalarla uygulamak, oryantalizmin doğuşundan bugüne kadar; yani kendini gerçekleştiren oryantalistten, doğudan olanı tüketmeyi alışkanlık haline getiren oryantaliste kadar geçen sürede yaşanan olumsuz tecrübelerden oksidentalizm çerçevesinde kaçınmayı sağlayabilecektir.

 

 BERKAY KOÇAK

TUİÇ Akademi Birimi

 

KAYNAKÇA

Ağaoğulları, M. A. (2015). Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyasal Düşünceler., İletişim Yayınları, 6. Baskı, İstanbul.

Alper, Ö. M. (1999). İbn Sînâ, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ibn-sina#1 (21.04.2021).

Boétie, É. (2015). Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, Çev. Ayşe Meral, İstanbul, Alfa Basım Yayım.

İleri, S. (1985). Aşk-ı Memnu ya da Uzun Bir Kışın Siyah Günleri, B/F/S, 2.

Karlığa, B. (2005). Doğu–Batı düşüncelerinde on üçüncü yüzyıl Dönüşümü. Doğu-Batı Dergisi, 33., 161-174.

Korkut, Ş. (2007). Pococke, Edward, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/pococke-edward (21.04.2021).

Meriç, C. (2010). Mağaradakiler. İletişim Yayınları, 19.

ORTAYLI, İ. (2011). Türkoloji ve Var Olmayan Bir Dal: Oksidentalistik. Tarih Yazıcılık Üzerine, Cedit Neşriyat, Ankara, 159-165.

Özdenören, R. (1999). Yaşadığımız Günler, İz Yayıncılık, 2.

Said, E. (1978). Orientalism: Western Concepts of The OrientNew York: Pantheon.

Sümer, F. (1999). Safevî Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü: Şah ismail ile Halefleri ve Anadolu Türkleri (Vol. 128). Türk Tarih Kurumu.

Tanyu, H. (1981). Martin Luther’in Türkler Hakkındaki Sözleri. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi24(1), 151-161.

Yerasimos, S., & Kuzuci, B. (2000). Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye (Bizanstan Tanzimata). C.1, Belge Yayınları, 7. Baskı, İstanbul.

Castle, Terry. (7 Ağustos 2020). Yeni insanın edebiyatı: Romanın tarihi. Stanford Humanities Center. YouTube. https://www.youtube.com/watch?v=077WEetr-zM, (19.04.2021).

Hub Talk. (19.09.2018). Hub Talk:Shaykh Hamza Yusuf. YouTube. https://www.youtube.com/results?search_query=shaykh+hamza+yusuf+hub+talks, (20.04.2021).

NYT, (13.09.1853), The Chinese Revolution. New York Times. The Chinese Revolution. – The New York Times (nytimes.com), (23.04.2021).

NYT, Delta New Orleans. (05.01.1860). Fillibustering in Nicaragua. New York Times. https://www.nytimes.com/1860/01/05/archives/fillibustering-in-nicaragua-gen-walkers-revelations.html?searchResultPosition=1, (15.04.2021).

NYT, (11.01.1860). The Japanese Embassy. New york Times. The Japanese Embassy. – The New York Times (nytimes.com), (23.04.2021).

NYT, Local Intelligence. (26 Nisan 1864). The Metropolıtan Fair. The Receipts Over One Million Dollars. The Machınery Department. Self-Sewer. Occıdental Hotel Cabınet. New York Times. https://www.nytimes.com/1864/04/26/archives/local-intelligence-the-metropolitan-fair-the-receipts-over-one.html?searchResultPosition=1, (15.04.2021).

MEND, (25.07.2019). Islam putting countries ‘literally centuries behind’? John Locke disagrees. https://www.mend.org.uk/islam-putting-countries-literally-centuries-behind-john-locke-disagrees/, (20.04.2021).

Merriam-Webster, Occidental. Merriam-Webster.com Dictionary, Merriam-Webster, https://www.merriam-webster.com/dictionary/occidental. (23. 04. 2021).

Sivil Toplum ve Akademi

Bu röportaj, Balıkesir Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde görevli olan Sayın Dr. Öğr. Üyesi Yonca Altındal ile “Sivil Toplum ve Akademi” üzerine gerçekleştirilmiştir.

Merhaba hocam, ben Hayra Üsküp, TUİÇ Sivil Toplum Çalışmaları Programı stajyeriyim. Başlamadan önce izninizle çok kısa Sayın Hocam sizi bir parça tanıtmak istiyorum.

Dr. Öğr. Üyesi Yonca Altındal Sosyoloji lisans eğitimini Süleyman Demirel Üniversitesinde tamamlamış, Adnan Menderes Üniversitesi Sosyoloji anabilim dalında yılında yüksek lisansını tamamlamıştır. Ardından Süleyman Demirel Üniversitesi’nde doktorasını tamamlamış ve şu an Balıkesir Üniversitesi’nde Uygulamalı Sosyoloji Anabilim Dalında Dr. Öğr. Üyesi olarak çalışmaktadır. Bütün eğitimi Sosyoloji üzerine olan Altındal’ın çalışma alanları; toplumsal cinsiyet sosyolojisi, sosyal politika, kent ve mekân sosyolojisi, medya sosyolojisi ve sinema sosyolojisidir. Belirtilen bu çalışma alanlarında ulusal ve uluslararası düzeyde yayınları ve bildirileri bulunmakta ve lisans, yüksek lisans ve doktora düzeylerinde dersler verdiği bilinmektedir.

1. Neo-liberal politikalar ile sivil toplum ya da hükümet dışı organizasyonların daha fazla önem kazanmaya başladığı bilinmektedir. Sizce belli bir amaç üzerine faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları amacı doğrultusunda mı hareket etmektedir? Amaçlarına ulaştıklarını düşünüyor musunuz? Bu konu hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Sivil toplumun aslında ilk kuruluş amacı neoliberal politikalardan ziyade yeni toplumsal hareketlerin ivme kazanmasıyla neoliberal politikalar ile piyasa düzeninin daha genişlediği buna karşın sosyal devlet anlayışının ortadan kalktığı bir dönemde sivil toplum ile karşı karşıyayız. Günümüzde hâkim olan sistemde bu ama bazı ülkeler bu politik düzlemden sıyrılmak istiyor. Çünkü özneyi temele almadığı toplumcu bakış açısının olmadığı noktasında sivil toplum çok önemli. Öncelikle sivil toplumun başarıya ulaşıp ulaşmadığını tartışmak için ülke nezdinde irdelemek gerekir. Ülkelerin gelişmişlik düzeyi belirgin olan noktalardan biridir. Ülkeler ve tarihsel konjonktür açısından sosyolojik konular ile ilişkilendirmek elzemdir. Dolayısıyla “Sivil Toplum ne zaman oluştu?”, “Hangi ülke açısından ne zaman meydana geldi ve nasıl evrildi?” gibi konulara bakmak lazım. Sivil toplumların çok artmış olması bir yönden tabii ki olumlu bir değişme. Sayının artması farkındalıklarının ortaya çıkmasını sağlıyor. Bir yönden de tam tersi olarak holistik bakış açısını ortadan kaldırıyor. Sayıları çoğalıyor ama o zaman amaç gerçek doğrultusundan uzaklaşıyor. Sivil toplum alanında dernek bünyesinde proje yürütenlerin Türkiye üzerinde çok daha yetersiz olduğunu düşünüyorum. Yıllardır buna emek veren kişilerin dahi tüzüğünden haberi olmadığı, yapılan çalışmalara yeteri kadar önem verilmediği ve gönüllülük kavramının çok fazla farkında olmadığı bir durum söz konusu. Çoğu projenin hayata geçmesinde sıkıntılı olduğu bilinmektedir. Sivil toplumu ayakta tutan proje yazmak ve faaliyete geçirmektir fakat ben bu konuda sivil toplumun özellikle yetersiz olduğunu düşünüyorum. Tabii bazı kendini çok iyi ispatlamış sivil toplum kuruluşları ile de karşılaşıyoruz. Sivil toplumların demokrasiyle oluşması çok değerlidir. Devletin herhangi bir konuda insana ulaşamadığı bağlamda sivil toplum kuruluşlarına çok önemli rol düşüyor. Niceliksel artışın nitelik bağlamında birbirini bütünlemediğini, paralel gitmediğini görüyoruz. Önemli olan benim açımdan da her zaman niteliktir. Bu bağlamda sivil toplum kuruluşlarını nitelik açısından güçlü görme konusunda soru işaretleri söz konusu.

2. Sivil toplumun disiplinler arası bir çalışma alanı olduğu bilinmektedir. Bu çerçeveden bakıldığında, STK’lar Türkiye’nin meselelerine ya da uluslararası STK’lar küresel problemlere çözüm üretebiliyor mu? Bu konu hakkında görüşlerinizi bizimle paylaşabilir misiniz?

İnterdisipliner alanlar daha çok sosyal bilimi ilgilendiriyor. Çünkü yine toplumsal hareketler de özellikle dışlanmışlığın, etiketlemenin hissedilmesi aslında günümüzde sivil toplumun oluşmasını ve şekillenmesini etkilemektedir. Küresel bağlamda güçlü olan sivil toplumlar daha çok Avrupa Birliği projesi yapan sivil toplum kuruluşlarında görülebiliyor. Bu bir ekip işi ve çok ciddi çalışma işi. Farkındalık sahibi, sosyal bilimde başarılı olan arkadaşlarımıza ve onları yönlendirecek akademik alandan destek vererek sivil toplum kuruluşunda yıllardır bunun sahasında bizzat çalışan kişilere çok ihtiyaç var. Sivil toplum tek bir alanla yapılabilecek veya o zihinsel repertuardan geçip ortaya konulacak bir alan değil, çok daha emek gerekmektedir. Küçük kentlerde bunun yeterince başarıya ulaştığını söyleyebilmek pek mümkün değil. Büyük kentlerde bu çalışmaların niteliklerinin daha iyi olduğunu görebiliyoruz. Ancak akademiden uzak yapılan her şey adeta sabun köpüğü gibi daha sonrasından kalıcı bir hale gelmeyen ‘çalışmacıklar’ haline bürünebiliyor. Kentlerde sivil toplumlarda iyi çalışan yıllardır projeler üreten ve şeffaflık ilkesi ile bu konulardan herkesi haberdar ederek farkındalık oluşmasını söyleyen sivil toplum kuruluşları var ve bunların artması temel ihtiyaçlardan bir tanesidir. Sayının değil; niteliğin olması önemlidir. Raporu hazırlayarak analizi yapabilmek işin çekirdeğinden itibaren yetişmiş akademik bireylerin varlığına ihtiyaç var. Eğer ki sivil toplum kuruluşları uluslararası çapta yeterli olabilmek istiyorsa, öncelikle yerel çapta nitelikli olması ve bu işi gerçekten iyi yapabilen insanlar ile birlikte yürümesi gerektiğini düşünüyorum.

3. Sivil toplum kuruluşları için gerçekleştirilen akademik faaliyetler sosyal düzen açısından, gelecek için tasarlanan demokratik toplumların oluşmasında ve toplumların sosyal bütünleşmesinde önemli bir rol alır mı? Bu konu ile ilgili nelerden bahsedebilirsiniz?

Sivil toplum kuruluşlarının akademi ile birlikte çalışmalar yapmadığında başarısız deneyimleri ile karşılaşıyoruz. Akademi bu işin mayasındadır. Bir proje yazılacağı zaman akademik destek alınmaz ise o proje zaten yeterli değildir. Projenin nasıl yapılacağı aslında bir araştırmadır. Dolayısıyla bir araştırma deseni hazırlamayı da akademisyenler bilir. Bu akademisyenlerde genellikle uygulamalı alanda çalışanlardır. Özellikle Türkiye gibi ülkelerde sivil toplum kuruluşlarında bu alanda çok büyük eksiklikler söz konusu. Bunun çözülebilmesi için sahada çalışan sosyal bilimcilere ihtiyaç var. O projenin nasıl yapılabileceğine yön göstermesi için sivil toplum kuruluşlarının akademiye ihtiyacı var. Sivil toplum kuruluşları yeterince o alanın uzmanı olan kişilerin kapısını çalmak da isteksizler ve ben de bunu büyük bir eksiklik olarak nitelendiriyorum. Sosyal bilimin özellikle sosyoloji alanı bu alandaki karşınızda muhatap alacağınız disiplindir. Sosyoloji zaten sahada çalışmanın, okumanın ve araştırma deseninin nasıl ortaya konulacağını, araştırma metodunun pozitivist mi hermeneutik mi gibi hangi açıdan bakmanızın gerektiğinin birçok aşaması var. Bu aşamalar bilinmeden ben bir proje yazmak istiyorum dediklerinde toplum için çok da fayda sağladığını düşünmüyorum. O yüzden bu alan için gönül vermiş ve konunun uzmanı olan akademisyenlere özellikle danışılmalı. Büyük kentlerde danışman desteği için uzman olarak çalışan akademisyenlerden destek alınıyor ama kentsel farklılıklarda bu farkındalığın oluşmadığı da görülmektedir. Projenin tasarlanabilmesi için yöntem bilinmelidir. Özellikle sosyal politika, kadın ve nitel çalışmalar için yaşam dünyasına girmek ve anlayabilmek için çok önemlidir. Ulusal ve uluslararası düzeyde etkileyebilmek için önemli olan projenin ortaya çıkması değil nitelikli olmasıdır.

4. Sizin sosyal politikalar ve refah devlet ile ilgili çalışmalarınız bulunmaktadır. Bu bağlamda Sivil topluma yüklenen ve/veya atfedilen farklı rol ve işlevlerin kapsamlı ve karşılaştırmalı bir biçimde incelendiğinde sosyal politikalar ile uygunluğu hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Sosyal politika aslında çok derinlikli bir alandır. Dolayısıyla çalışan akademisyenler de belli bir alanında veya birkaç alanında çalışabiliyor. Sivil toplum; sosyal politikanın ortaya çıkışını, günümüze kadar nasıl geldiğini ve ülkeler açısından öneminin bilmesi gerekir. Sivil toplumda genellikle böyle bir eksiklik var. Yapılan projenin belki kırılgan gruplar ile ilgili ama tarihsel yapısı ile ilgili bir fikri yok. Sosyal politikanın nasıl geldiği, alanın nasıl genişlediği ile ilgili bir bilgisi yok. İşte bu yine sivil toplumun eksikliği ile bizi karşı karşıya getiriyor. Sosyal politika çok önemli bir alandır. Çünkü politik düzlemin dışarısında daha iyi bir yaşamda nefes alabilmek adına bir kentin gelişmişliğinin binalardan ziyade insani yaşamın nasıl olduğu noktasında birçok konuda etiketlenen, yeterince haklar elde edemeyen grupların daha iyi bir şekilde yaşamasını sağlayabilmek ve hayatta aktif olabilmesi için politikaları anlamlı hale getirir. Farklı ülke deneyimleri var. Neo-liberal politikalar açısından baktığımızda kimi zaman sivil toplumların sesleri çıkabiliyor kimi zaman sayı çok ama yapılan çalışmalar anlamında yetersiz ya da sivil toplumun tanımını yapamayan, sosyal politika ile arasında bağlantıyı kuramayan kişilerin yaptığı çalışmalarının bağlam açısından yeterli olmadığını görüyoruz. Bu eksikliği yine bizler yıllardır okuduğumuz, sorguladığımız, yazdığımız ve anlatmaya çalıştığımız için görebiliyoruz. Sivil toplum kuruluşları hakkında bir çalışma yaptığınızda her dernek kendisini övecektir. “Ortak bir çalışma yapmak istiyor musunuz?” diye sorduğumuzda daha çekingen kalabilir. Aslında tüm dernek yapılarının akademik faaliyetlerle desteklenmesi ve akademik toplantılara dâhil edilmesi gerekir. Bizim ülkemizde böyle bir durum var. Akademi sivil toplumdan, sivil toplumda akademiden çok kopuk. Birbirini besleme konusunda yeterliliğe ulaşmış olduğumuzu düşünürsek, gerçekten karşımıza olumsuz bir cevap gelecektir. Aslında sivil toplum en başta lisans düzeyindeki öğrenci toplulukları ile başlar ve sivil toplum kuruluşlarında ileride çalışmak isteyen öğrenciler için bu bir fırsattır. Ben kendi öğrencilerime de aynı şeyi söylüyorum. Sosyolog adaylarının sivil toplum kuruluşlarında etkin bir rol üstlenerek yapılan çalışmalara farklı bakış açılarında yaklaşabileceğini ve daha iyi bir şekilde çözümler oluşturabileceği çok önemlidir. Çünkü bunun dersleri hocalarınız tarafından veriliyor ve artık sahada çalışma ve yazma aşamasına geçiyorsunuz. Sosyoloji, sosyal hizmet, psikoloji mezunlarının sivil toplum kuruluşlarında aktif olarak çalışması daha önceden bu eğitimleri almamış ve yıllarca sivil toplum kuruluşunda çalışan kişilerde bir farkındalık oluşturacaktır. Sosyal politikayı iyi anlamak ve yorumlamak gerekmektedir. Aksi taktirde sadece bir proje yapmış olursunuz, üretmiş olmazsınız. Çalışma üretmek daha derinlikli bir şeydir. Diğeri ise değinik bir şey olarak kalır.

5. Sivil topluma ilişkin literatürde kalkınma, hizmet ve dayanışma gibi kavramlar ve değerler ile sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin yeterliliğine ve uygulanabilirliğine dair bir akademisyen olarak değerlendirmeleriniz nelerdir? Sürdürülebilir kalkınma hedefleri, sivil toplum için neden önemlidir? Bu konu hakkında nelerden bahsedebilirsiniz?

Sürdürülebilir kalkınma hedefleri 1970’ler ile birlikte tanıştığımız bir kavramdır. Daha önce bir kentin gelişmişliğini ekonomik düzlemde ele alıyorduk. Şimdi bunun daha büyük bir yelpazesi olduğunu biliyoruz. Bu yelpaze içinde toplumsal boyut asla bir kenara atılamaz. Toplum sağlığını görebilmek noktasında sürdürebilir kalkınma ilkeleri ile farklı farklı alanlarda nasıl çalışma yapılabileceğini de göstermiş olur. Yeni kalkınma kavramı ile birlikte bazı sivil toplum kuruluşları daha yeni farkında. Bazılarının ise daha önce bunun fark edebildiği, literatür takip edebildiği ve okumalar yapması çok önemlidir. Sivil toplum bünyesinde yapılan araştırmaları ben çok önemsiyorum. Hem geniş alana yayılabilen hem de bu konu ile ilgili iyi analiz yapabilen hem de gerçekten yapmış olmak için değil; ciddi anlamda bir sorunsal tespit edip anlayabilmek için iyi çalışmalar üretebilirseniz sizden sonraki geleceğin farkındalık duygusunu kazanmasını sağlayacaksınızdır. Politikanın içerisine dayanışma dâhildir. Siz de dayanışmayı böyle gerçekleştireceksiniz. Böylece toplumsal farkındalık kavramını geliştirmiş olacaksınız. Bu yapılamazsa yaptığınız çalışmadan yaşadığınız kentteki birçok kişi haberdar olamaz. Duyulabilmesi için ciddi bir ekibin yoğun emek ile iyi çalışmalar yapması gerekmektedir.

6. Kırılgan gruplar üzerine yapmış olduğunuz çalışmalardan bahsetmek gerekirse eğer; sosyal refah devlet anlayışına göre bireylerin insan haklarından ayrıştırılmadan faydalanabilmesinde sürdürebilir kalkınma hedefleri sizce yeterli mi? Çoğaltılabilir mi?

Yeterli ama bu yeterlilik içleri doldurulabildiği sürecedir. Dezavantajlı gruplar ama ben burada kırılgan gruplar demeyi tercih ediyorum. Kırılgan gruplar dediğimiz kendi içinde de ayrışıyor. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar dediğimiz tek bir kesime bakmıyoruz aslında içerisindeki o sınıfsallık bizim için çok önemli ama tek başına sınıf değil tabii ki. Toplumsal eşitsizliğin ortadan kaldırılmasında topyekûn hepsi dâhil ediliyor. Kaldırabilir mi o konu çok emin değilim. Yapılacak çalışmaların nasıl yapıldığı ve hangi kitleye ulaşabildiği çok önemli. Türkiye’deki hangi kitleler ile hangi zaman aralıklarında nasıl bir araştırma yapıldığı, o araştırmanın bilimin gelişmiş olması açısından yineliyorum ama niteliği tabii ki çok önemli. Böylece sürdürülebilir kalkınma hedeflerine farkındaysanız, gerçekten o ülkenin ne olduğunu biliyorsanız düzgün bir çalışma ile kamuoyu etkilenecektir. Tecrübeli ve bu işin farkında olan yazan, okuyan, araştıran kişilere ve dil bilen, araştırma analizlerini çok iyi yapabilen gençlere çok ihtiyaç var.

İlgi ve bilgi aktarımlarınız için teşekkür ederiz hocam benim sorularım bu kadardı. Sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Sivil toplumu iyi bilen kişilerin çalışmaları bir sonraki sivil toplum için örnek niteliğindedir.

Covid-19 süreciyle ilgili 3 Haziran 2020 tarihinde ‘sivilsayfalar’la yapmış olduğum Sayın Süleyman Gök tarafından hazırlanan söyleşide de bahsetmiştim ama bu söyleşi bir parça daha kapsamlı şekilde gerçekleşti. Akademi ve sivil toplumun birlikte çalışması gerekir ki yeni düzen zaten üniversite kent ve sanayi işbirliği ile formüle ediliyor. Üniversiteler ve dolayısıyla bu durum artık şunu gerektiriyor: Kentin üniversiteden haberdar olabilmesi, aynı şekilde üniversitenin kentteki çalışmalardan haberdar olabilmesi için sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarını biraz daha güçlendirebilmesi adına bu kişilere gerçekten gereksinimleri olduğunu ortaya koymaktadır. Maalesef birçok araştırmacının hatta sosyal bilimcinin ve sadece teorik çalışma yapan sosyologların ki ben bir sosyoloğun sahaya inmeden sosyolog olabileceğine kesinlikle karşıyım, aslında sahadaki alanı bilmediği için akademi ve sivil toplum bir araya gelmelidir. Sosyal bilimlerde önemli olan sayı değildir. Eksik olan niteliği de en fazla layıkıyla yerine getirebilecek disiplin elbette ki sosyolojidir. Sosyoloji benim için bilimlerin kraliçesidir. Sivil toplumda sosyologların olması kaçınılmazdır. Sivil toplum kuruluşları, projelere destek alabilmesi için akademisyenlerin de ne çalıştığını çok iyi araştırmaları gerekmektedir. İnsanların kafalarında soru işareti oluşturan, onları sorgulamaya iten akademisyenlerin kapılarını çalıp bir “Merhaba” demek ve fikirlerinin ne olduğunu öğrenmek için çabalamaları gerektiğini düşünüyorum.

Tüm bu söyleşiyi gerçekleştiren genç ve dinamik sosyolog adayı Hayra Üsküp’e yönelttiği bu güzel sorular için çok teşekkür ederim.

Biz de Sayın Sosyolog ve akademisyen Dr. Öğr. Üyesi Yonca Altındal’a sivil toplum ve akademinin ortaklığının önemi hakkında özgün bakışlar kazandırdığı için teşekkür ederiz.

Hayra Üsküp

Sivil Toplum Çalışmaları Staj Programı