19 Mart tarihinde gerçekleştirilen ve yeni bin yıl içerisindeki üçüncü koalisyon hareketi olan Libya müdahalesi ile birlikte yeni bir tarihi döneme daha girdik. Bu dönemin sonuçları daha tam olarak belli olmasa da ve bunun tahmin edilmesi için tarihin oldukça erken olduğunu söylense de nedenleri ve izlenen yol açısından çığır açıcı olduğu söylenebilir.
Fransa’da İslam-Laiklik Tartışması
Fransa’da geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve İktidar partisinin İslam ve Laikliği ulusal tartışmaya açma kararına karşı tepkiler büyüyor. Fransa geneline yayılan bu karara karşı koyan bir tavır da Laik ve Cumhuriyetçi bir grup aydın, sanatçı ve siyasetçiler tarafından geldi.
Türkiye’nin İstediği Oldu, “NATO Komutayı Devraldı”
Başından beri Libya’da Kaddafi yönetimine karşı askeri operasyonlar düzenleyen, Fransa, ABD ve İngiltere’nin başını çektiği Koalisyon Güçleri bugünden itibaren tüm yetkilerini NATO’ya devretti. NATO’ya üye ülkeler arasında yaşanan Libya anlaşmazlığı sona erdi.
Libya ve BM Müdahalesi
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 18 Mart’ta, Libya’ya karşı hava sahasını kapatma, yaptırımlar uygulama ve askeri saldırı kararı aldı.
Türkiye Libya’da Ne Yapmalı?
Türkiye’nin özelde Libya’da, genelde Orta Doğu’da ekonomik (ticaret, yatırım, müteahhitlik, enerji, petrol fiyatlarının istikrarı), siyasi (bölgesel diplomatik, demokratikleşme, bölgesel liderlik), hukuki (devlet egemenliğinin kutsallığı prensibinin daha fazla aşınmaması) ve insani çıkar ve hassasiyetleri vardır. Seçim sathına girerken AKP Hükümeti Libya’nın iç politikada beklenmedik komplikasyonlar yaratmasından endişelenmektedir. Özellikle petrol fiyatlarındaki artışın hassas cari açığı daha da şişirerek Türk ekonomisine ciddi olumsuz etki yapması mümkündür.
Orta Doğu’da İsyan Dalgasının Son Durağı Suriye
Orta Doğu bölgesi son aylarda yaşanan isyan dalgası ile bir anlamda meşruiyet testinden geçmektedir. Suriye birkaç hafta öncesine kadar bu testten başarılı bir şekilde geçiyordu. Zira Suriye, isyan ateşinin sardığı Orta Doğu bölgesinde El Cezire haber kanalının ifadesi ile “Sessizlik Krallığı” şeklinde bir görüntü çiziyordu. Ocak ayının sonuna doğru bazı protesto gösterileri olmuştu fakat bunlar etki yaratacak çapta değildi. Ancak Mart ayının başında Suriye’nin güneyinde yer alan Dara şehrinde başlayan protestolar şu an itibariyle 25 kişinin öldüğü ve güvenliği sağlaması için şehre askeri birliklerin sevk edildiği geniş çaplı gösterilere dönüşmüştür. Böylece Orta Doğu’yu saran isyan dalgasının son durağı Suriye olmuştur.
Suriye’de Rejim Karşıtı Gösteriler: Bir Arap Halk Hareketinin Ontolojisi
2011 yılı Arap Orta Doğu’sunda çok önemli değişim rüzgarlarının etkisi altına girdiği bir yıl olarak tarihteki yerini alacaktır. Tunus’la başlayan Mısır, Bahreyn, Libya, Yemen, Umman, Katar ve Suudi Arabistan’la devam eden halk hareketlerinin diğer ayağını ise günümüzde Suriye oluşturmaktadır. Özellikle Mısır’la paralel olarak başlayan Yemen’deki hareket her geçen gün daha farklı kesimlerin katılımı ile genişleyerek sürerken, Suriye’de ise Der’a ve Şam’da başlayan gösterilerin Haseki, Halep, Arfin, Rakka, Kamışlı, Banyas ve Ermenilerin sürgün edildiği yer olarak bilinen Deir ez-Zor’daki gösteriler ile sürmektedir. Suriye’deki halk hareketleri ilk önceleri Sünni Arapların yaşadığı Der’a kenti, ardından da Kürtlerin ve Sünni Arap grupları yer aldığı şehirlere sıçramıştır. Hali hazırda siyasal sistemde temsil edilen Arap Aleviler, Dürziler ve Hıristiyanların gösterilerde yer almadığı dikkat çekmektedir. Dolayısıyla Suriye’deki eylemler bir anlamda yıllardır siyasal ve ekonomik yapıdan dışlandıklarını öne süren ve ayrımcılığa uğradıklarını varsayan kesimler tarafından doğrudan Baas rejimine karşı gelişen bir muhalefet hareketi olarak ortaya çıktığı görülmektedir.
Suriye’deki Muhalefet Hareketi: Sünni Araplar ve Kürtlerin İsyanı
Suriye’deki gösteriler siyasi tutukların sorununa dikkat çekmek için ilk önce Şam’da başlamıştır. Daha sonra Der’ada başlayan gösteriler daha büyük bir sorun olarak Baas rejiminin varlığına bir eleştiri olarak ortaya çıkmıştır. Bu noktada Der’a’daki gösterilerde ilk başlarda ekonomik sorunlara dikkat çekilmişse de ardından gösteriler doğrudan rejimin yıkılmasını hedefleyen kitlesel gösterilere dönüşmüştür. İlk başlarda reform yanlısı yazılar yazdıkları için tutuklanan 20’e yakın kişinin serbest bırakılması için Der’a’da düzenlenen gösterilere müdahale edilmesi sırasında bazı göstericilerin yaşamını yitirmesi ile başlayan olaylar ardından da cenaze törenlerine ateş açılması ile daha da büyümüştür. İçlerinde Arap aşiretlerinin yanı sıra Müslüman Kardeşler üyelerinin de bulunduğu göstericilerin temel talepleri siyasal reformlardır. Der’a’ya bakıldığında bu bölgede yaşayanların Sünni Arap olduğu ve önemli bir kesiminin ise doğrudan Ürdün’le yürütülen sınır ticaretini elinde bulundurduğu görülmektedir. Yıllardır Ürdün-Suriye sınırındaki kaçak malların taşımacılığını yapan Der’alıların sınır muhafızlarının rüşvet baskıları karşısında oldukça zor durumda kaldığı bilinmektedir. Kişisel olarak hem Der’a hem de Ürdün sınırından geçerken Der’alıların Suriye polisine ve güvenlik güçlerine karşı oldukça tepkili olması bölgede daha önce gerçekleştirdiğimiz saha araştırmalarında tespit edilmişti. Ayrıca bu kesimin diğer Suriyelilere göre Ürdün’deki nispeten daha demokratik olan siyasal sistemle iyi ilişkiler kurduğu bilinmektedir. Suriye’de Ürdün ile ticari ve toplumsal ilişki içinde olan Sünni Arapların Ürdün’deki Müslüman Kardeşler örgütü ile de organik bağları bulunduğunu belirtmek gerekir. Ayrıca Arap kabilelerin yaşadığı Der’a’da güvenlik güçlerinin göstericilere karşı güç kullanması sonucu sivil ölümlerin yaşanması da kabile üyelerinin kısa sürede rejim karşıtı eylemlere destek vermesine yol açmıştır. Ayrıca bu bölgede Müslüman Kardeşlerin de etkili bir örgütlenmesi olduğu düşünülmektedir. Ürdün’deki Kardeşlerle de doğrudan bir ilişkileri olması bu kesimlerin bu bölgede etkili olmasına yardımcı olmuştur. Dolayısıyla Der’a’daki gösterilerin kısa sürede son bulmayacağı düşünülmektedir. Son günlerde ölen sivillerin sayısının 100 civarında olduğunun öne sürülmesi ise bölge halkıyla rejim arasındaki sorunların artacağını göstermektedir.
Bu bağlamda Suriye’deki rejimin Lazkiye kökenli Arap Alevilerin denetiminde olarak algılanması da ciddi bir sorun oluşturmaktadır. Özellikle istihbarat ve güvenlik birimlerinde Lazkiye kökenli kesimlerin ağrılıklı olarak önemli konumları elinde bulundurmaları da diğer grupların tepkisine yol açmaktaydı. Bu kapsamda rejiminin meşruiyetinin bazı gruplarca yıllardır sorgulandığına dikkat çekmek gerekmektedir. Rejimle sorun yaşayan kesimlerin başında İslamcı olarak görülen Sünni Araplar gelmektedir. Bu noktada Sünni Arapların ideolojik olarak kendi içerisinde bölündüğünü ve İslamcı olan kesimin rejimle sorunlar yaşadığı diğer kesimlerin ise siyasal katılım sorunları yaşamakla birlikte rejimle ideolojik bir sorun yaşamadığını görülmektedir.
Bu bağlamda Suriye’de yasaklı bulunan Müslüman Kardeşler Örgütü liderlerinin Der’a’daki gösterilerin ardından yayınladıkları bir bildiride tüm Suriyelileri bir devrim hareketi içerisinde olmaya davet edilmiş ve yandaşlarına halk hareketlerine destek vererek ülkeyi diktatörlüktün kurtarma çağrısı yapılmıştır. Kardeşlerin güney illerinin dışında Humus, Hama, Banyas ve Derül Zor’da destekçilerinin olduğu düşünülmektedir. Ancak halk hareketinin İslami bir yapıya dönüşmesi durumunda Dürzi ve Hıristiyanların da Alevi Esad rejimi desteklemesi gündeme gelebilir.
Rejimle sorun yaşayan bir diğer kesim ise Kürt azınlığıdır. 2003 Irak işgali sonrası Kürtlerin ABD ile birlikte hareket etmesinin ardından Suriye’de Kürt ve Araplar arasında bazı bölgelerde önemli çatışmalar yaşandığına dikkat çekmek gerekir. Ciddi halk hareketlerinin ve çatışmaların yaşandığı Kürt kentlerinde Şam rejimi kontrol kurmayı başarmakla birlikte iki grup arasındaki kuşku ve güvensizlik son bulmuş değildi. Özellikle Araplarla Kürtlerin birlikte yaşadığı Haseki bölgesi en fazla çatışma dinamiği barındıran kent olarak dikkat çekmektedir. Haseki şehrine bağlı Nusaybin sınırındaki Kamışlı ilçesinde 2004 yılında El-Cihad ve El-Fetva futbol takımları arasındaki maç sırasında çıkan Arap-Kürt çatışması kısa sürede tüm bölgeye yayılmıştı. 2009 yılında Kamışlı’da yaptığımız mülakatlarda Kürtler rejim tarafından ağırlıklı olarak Deir ez-Zor’a getirtilen Arapların Kürtlere saldırmasına bir tepki olarak Kürt gençlerin de isyan ettiğini öne sürmüşlerdi. Haseki ve Kamışlı’da yaşanan olaylar sırasında yaklaşık 100 kişinin yaşamını yitirmesi bölgedeki Arap-Kürt gerginliğinin tırmanmasına yol açmıştır. Dolayısıyla Der’a ve Şam’ın ardından Haseki, Kamışlı, Halep ve Arfin gibi bölgelerde Kürtlerin de rejim karşıtı gösterilerde bulunması beklenen bir gelişmeydi. Kürtlerin kitle gösterilerini sürdürmesi beklenmekle birlikte gösterilerin bölgedeki Arap-Kürt gerginliğine dönüşme ihtimali taşıması ise Suriye rejiminin istikrarsızlaşmasına ve ilerleyen dönemlerde dış müdahalelere açık hale gelmesine yol açabilir.
Sonuç olarak Sünni Arapların eylemlerine destek veren Müslüman Kardeşler örgütü ile Kürtlerin gösterilere destek veren Kürt Örgütlerin eylemleri sürdürme konusunda yaptıkları açıklamaları önemsemek gerekir. Her iki hareketin de dışsal destek konusunda önemli tecrübelere sahip olduğunu belirtmek gerekir. Kürt hareketi hem Türkiye hem de Irak’taki gruplarla ilişki içerisinde iken Sünni muhafazakâr Arap hareketi de Ürdün ve Mısır başta olmak üzere birçok dış örgütlenme ile organik ilişki içerisindedir. 1982 sonrası yurt dışında örgütlenmek zorunda kalan Müslüman Kardeşlerin Suriye’de önemli bir destek tabanının olduğunu belirtmek gerekir. Bu bağlamda Suriye’deki gösterilerin büyüme ve genişleme potansiyeli taşıdığı öngörülmektedir.
Doç. Dr. Veysel AYHAN
ORSAM Uzmanı
Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Öğretim Üyesi
Suriye’den Geri Adım “Reformlar Yapılacak”
Suriye’de yakın zamanda başlayan rejim karşı protestolar etkilerini gösteriyor. Suriye Devlet Başkanı Bessar Esad’ın danışmanının yaptığı açıklamada, 48 yıllık olağanüstü halin kaldırılacağı ve basın özgürlüğünün genişleteceğini bildirdi.
Çavuşoğlu: Bosna-Hersek’te Reform Süreci Başlamalı
Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) Başkanı Mevlüt Çavuşoğlu resmi ziyarette bulunmak üzere dün geldiği Bosna-Hersek Banja Luka’da Bosna Sırp Cumhuriyeti Başkanı Milorad Dodik’le basına kapalı görüşme gerçekleştirdi.
Türkiye-İsrail İlişkilerinde Gergin Bekleyiş
2000’li yılların atmosferi içinde Türkiye-İsrail ilişkileri birçok sancılı süreç geçirmiş ve son olarak 31 Mayıs 2010 tarihindeki Mavi Marmara baskını ile yaklaşık yıldır yıldır ilişkilerde gelişme gözlemlenmemiştir. İki tarafın uzlaşmayan tutumları ve karşılıklı sert açıklamalarıyla gergin süreç iyice geriliyor ve Türkiye-İsrail ilişkileri yeni bir döneme giriyor. Bu durum kuşkusuz Ortadoğu dengelerinde kendini belli edecektir.
İsrail stratejik olarak Ortadoğu’da önemli ülkelerden biridir. Konum itibariyle husumet içinde olduğu Arap ülkeleri ile çevrili olduğu düşünülürse, bölgede yalnızlığını azaltmak için Türkiye gibi müttefiklere ihtiyacı vardır. Türkiye’nin son zamanlarda İsrail’i eleştiren tavırlarıyla çıkış yapması ve özellikle sınır komşuları İran ve Suriye’yle olan yakın ilişkileri İsrail’in tepkisini çekmiştir. 2009’dan bu yana ilişkiler adeta krizlerle sınanmaktadır. Özellikle 31 Mayıs 2010 tarihindeki Mavi Marmara baskınından sonra hala gergin bir sürecin devam ettiğini görmekteyiz.
Türkiye-İsrail ilişkileri var olduğundan buyana gerginliklere oldukça aşinadır. İlişkiler tarihine baktığımızda Filistin Sorunu’nun bu gerginliklerde belirleyici bir rol oynadığını görürüz. Bunun en somut örneği 1990’lı yıllarda Madrid Konferansları ile başlayan İsrail-Filistin barış süreci Türkiye-İsrail ilişkilerinde yakınlığa neden olmuş ancak 2000’li yıllarda yine Filistin sorununa bağlı olarak II. İntifada’nın yaşanmasıyla ilişkiler bozulmaya başlamıştır. Ayrıca 2000’li yıllarda İsrail’in Gazze’ye ve Lübnan’a yönelik operasyonları, Davos Krizi, Koltuk Krizi ve son yaşanan Mavi Marmara baskını Türkiye-İsrail ilişkilerinde gerilimlere neden olan olaylardır. Bütün bu krizlerin temelinde Filistin Sorunu yatmaktadır. Öte yandan Türkiye İsrail’e yönelik dış politikasını sadece Filistin tarafını destekleyerek şekillendirmemelidir. Örneğin, yakın zamanda 20 Mart 2011 tarihinde Gazze Şeridi’nden İsrail tarafına 54 roket saldırısında bulunulmuştur. Fakat Türkiye’den herhangi bir açıklama yapılmamıştır. Türkiye, İsrail’e yönelik eleştirilerini yaparken Gazze’den yapılan bu saldırıları da kınamalıdır. Olaylar sadece Filistin Sorunu açısından değerlendirilmemeli, Türkiye kendi hassasiyetlerini de göz ardı etmemelidir. Eğer Türkiye şiddet içeren her unsura karşı olduğunu belirtiyorsa bunu sadece İsrail’e yönelik olarak kullanmamalı, ilişkileri daha da gerecek açıklamalar yapmamalıdır.
Türkiye ve İsrail’in karşılıklı sert tutumu normalleşme sürecini olumsuz etkilemektedir. Burada Türkiye açısından dikkati çekilen husus, 31 Mayıs’taki baskın sonucunda hayatını kaybeden Türk vatandaşlarıdır. 23 Ocak 2011 tarihinde İsrail’de Mavi Marmara baskını ile ilgili olarak oluşturulan komisyonun hazırladığı raporun ilk bölümünde müdahalenin uluslararası hukuka uygun olduğu ifade edilmiştir. Türk Dış İşlerinden yapılan açıklamada ise “İsrail’in sorumluluğunun kabul etmesi, Türkiye Cumhuriyeti’ne resmi bir özür iletmesi ve hukuksuz saldırıdan kaynaklanan tüm zarar ve kayıpları tazmin etmesi gerektiği” hassasiyetle vurgulanmıştır. Öyle görünüyor ki, İsrail’in yumuşamayan tavrı normalleşme sürecini engelleyecek ve Türkiye bu koşulların yerine getirilmemesi durumunda İsrail’e sert tutumunu devam ettirecektir. Türkiye’nin özür talebi ve İsrail’in meşru gördüğü tavrı dolayısıyla iki tarafın da uzlaşamadığı bu ifadelerde açıkça görülmektedir. Sorunu oluşturan asıl nokta Türkiye ve İsrail’in gerginliğin çözümünde orta yolu bulamamasıdır. Söz konusu olayların ardından Türkiye’nin özür ve tazminat talebinin yaklaşık bir yıldır sürmesi bu durumun İsrail açısından neden bu kadar zor olduğunu ve İsrail’in eskisi kadar Türkiye’ye ihtiyacı olup olmadığını gündeme getirmiştir.
Büyükelçi Mithat Rende’nin 11 Şubat 2010’da düzenlediği basın toplantısında; “İsrail’in Türkiye’den özür dileyeceğine, tazminat ödeyeceğine inanıyoruz ve ilişkilerin de normalizasyonunu bekliyoruz” açıklamasından anlaşıldığı gibi Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerin düzelmesi umudunu ve isteğini taşıdığını söyleyebiliriz. Fakat değişen mevcut durumun ardından İsrail’in de bu görüşte olması hem Türkiye’nin hem de İsrail’in çıkarına olacaktır.
Diğer yandan, Türkiye-İsrail ilişkilerinin gelişmesinde etkili olan ABD faktörünü unutmamak gerekir. ABD 1990’lı yıllarda İsrail’in Ortadoğu’da yalnız kalmaması adına Türkiye-İsrail ilişkilerini yakın tutmak istemiştir. Hatta o dönemde Ortadoğu’da yaşanan barış sürecinde ABD’nin etkisi önemlidir. Fakat Soğuk Savaşın sona erdiği 90’lı yıllardaki mevcut durumun bugün değişmesi, Türkiye-İsrail ilişkilerinde ABD faktörünü daha az etki hale getirmiştir. Bugün ABD’nin arabuluculuk yapması durumunda ilişkiler eski halini alabilir.
Ortadoğu’da yeni bir dönemin şekillendiği şu günlerde Türkiye-İsrail ilişkilerinde bundan sonra atılacak adımlar hayati önem taşımaktadır. İki taraf birbirinin hassasiyetlerini göz ardı etmeden daha yapıcı bir şekilde hareket etmelidir. Gerginliğin devam ettiği şu dönemde ilişkilerin normalleşme sürecine girmesi zor gibi gözüküyor. Hem Türkiye’nin hem de İsrail’in sert ve yanlı açıklamalardan vazgeçerek karşılıklı adım atmaları halinde süreç normalleşebilir. Fakat gergin bekleyiş devam ediyor…
Tuba AKTAŞ
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü