Lizbon Anlaşması’nın 1 Aralık 2009 tarihinde biraz da itekleyerek yürürlüğe girmesi birlik yapısında temel dinamiklerle ilgili değişikler getirse de Ortak Güvenlik ve Dış Politika konusundaki belirsizlikler devam ediyor. Her ülkenin tarihsel eğilimleri, mevcut ilişkileri değerlendirme şekilleri farklı olduğundan birlik çatısı altında dahi bu durum etkisini hala sürdürmektedir. Kuzey Afrika’da başlayan ve Ortadoğu’ya doğru domino etkisi gösteren halk hareketlerini anlamlandırmak ülkelerin tarihsel ve mevcut ilişkileri ile doğru orantılı incelendiğinde daha isabetli bir şekilde değerlendirilebilir.
Kosova’nın Tek Havalimanı Limak’ın
Kosova Priştina Havalimanı, yüzde 90 Limak ve yüzde 10 Fransız Aeroports de Lyon ortaklığından oluşan Limak Kosova International Airport JSC konsorsiyumuna devredildi. Limak’ın Sabiha Gökçen’den sonra ikinci havalimanı olan Priştina Havalimanı’na 140 milyon euro yatırılırken yolcu sayısının 4 milyona çıkması hedefleniyor.
Paralimni’deki Kayıplarımız
Neredeyse son on yıldır Kıbrıs TV, Genç TV, Kanal T, Ada TV, ART ve BRTK gibi yerel televizyon kanallarımızda “Kıbrıs Türk Milli Mücadele Tarihi” veya “Kıbrıs Türk Ulusal Direniş”i ile ilgili çeşitli programlar yaptım.
Ermenistan ve Sırbistan Arasında İşbirliği Çabaları
Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan ve Sırbistan Cumhurbaşkanı Boris Tadic Sırbistan cumhurbaşkanlık rezidansında baş başa görüştü. İkili ilişkileri geliştirmek amacıyla Sırbistan’a yapılan ziyarette ayrıca Ermenistan ve Sırbistan kültür bakanları Hasmik Poğosyan ve Predrag Markoviç de bir araya geldi. İki ülke Dışişleri Bakanları Edward Nalbadyan ve Vuk Jeremiç’de görüşme gerçekleştiren yetkililer arasında bulunuyor.
PKK’dan Balkan Sorumlusuna İnfaz Kararı
PKK terör örgütünün Balkanlar sorumlusu Hıdır Yıldırım’ın örgüt için toplanan 100 bin avroyu kendi adına ticari konularda kullandığı ve örgütü dolandırdığının ortaya çıkmasıyla Kandil’deki terör örgütü yönetimi tarafından hakkında infaz kararı çıkarıldığı ve karardan haberdar olan Hıdır Yıldırım’ın Belçika’ya kaçtığı bildirildi.
Fildişi Sahili’nde Çatışmaların 5.Günü
1960 yılında Fransa’dan bağımsızlığını kazanan ve 2003 yılından itibaren fiilen bölünmüş durumda olan Batı Afrika ülkesi Fildişi Sahili’nde, şiddetli çatışmaların 5. gününe girildi. Geçen yıl yapılan, ülkedeki bölünmeyi ortadan kaldıracağı umut edilen seçimlerin akabinde Bağımsız Seçim Komisyonu’nun açıkladığı sonuçları kabul etmeyen Cumhurbaşkanı Laurent Gbagbo görevi bırakmayı reddedince ülke yönetilemez hale gelmişti. Uluslararası toplumun cumhurbaşkanı olarak tanıdığı Alassane Outtara’ya bağlı güçler görevden inmeyi reddeden Laurent Gbagbo’nun başkanlık sarayını ele geçirdiklerini belirtiyorlar. Bağımsız kaynaklarca henüz bu bilginin doğruluğu açıklanmazken, gece boyunca Gbagbo’nun başkanlık sarayı çevresinde ve ülkenin en büyük kenti olan Abidjan’da çatışma sesleri duyulduğu kaydedildi.
Küresel İletişim Çağında Kamu Diplomasisi
Küresel İletişim Çağında Kamu Diplomasisi ve Türk Dış Politikası Üzerine Bir İnceleme
1.Giriş
Dünya siyasi tarihine yön veren kırılma noktaları nasıl ki tek bir sebebe indirgenemez ise sonuçları da bir o kadar çeşitli ve uzun vadeli etkilerin tezahürüne yol açar. Bu perspektiften bakıldığında, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve yeni bir dünya düzenine geçişteki süreç daha geniş bir şekilde anlamlandırılabilir. Çöküş sonrası bölgede meydana gelen güç boşluğu ve bunun doldurulmasına yönelik politikalar Türkiye’yi daha geniş bir coğrafya üzerinde ortaya çıkan taleplere yanıt vermeye zorlasa da ilk on yıl itibariyle istenen başarı elde edilememiştir. Ardından 11 Eylül 2001’de meydana gelen saldırıların sonucu olarak Amerikan hegemonyasını Afganistan’ın işgali ile Asya’nın kalbine ve sonrasında Irak’ın işgali ile Ortadoğu’nun kalbine sirayet edişine tüm dünya tanık oldu. Türk Dış Politikası’nda ise özellikle Irak’ın işgalinden sonra bölgesinde meydana gelen olaylara daha net reaksiyonlar ortaya konulmuş ve buna yönelik çalışmalarda hız kazanmıştır.
Yakın coğrafyada gelişen olaylara geliştirilen farklı tepkiler ve arada gelişen etkileşim sürecinde de dikkate değer bir değişim yaşandığı bir gerçektir. Bu değişimi diplomasi anlayışında meydana gelen tarihsel dönüşüm içinde değerlendirmek ancak diplomasinin de dayanağı olan güç unsurlarının kullandığı mekanizmaları ve araçları iyi çözümlemekle mümkün olacaktır. Klasik anlayışa göre askeri hamleler diplomasinin silahlı hali olarak görülürken; kitle iletişim araçlarının sürece müdahil olma kapasitesi ile bu anlayış ters bir orantıya sahip olmuştur. Artık güç politikalarındaki sert hamlelerden ziyade, yumuşak güçle amaca dolaylı ama kesin bir varış üzerinde durulmaktadır. Bu da ancak kitleleri etkilemekten ve aynı amaca dair çekici bir resim çizerek bu resmi onlara beğendirmekten geçmektedir. İletişim dilinin daha etkili kullanılması ve kamu diplomasisinin devreye girmesi de bu süreci Türk Dış Politikası ile iç içe incelemeyi gerekli hale getirmiştir.
2.Değişen Güç ve Diplomasi Anlayışı
Güç denildiği zaman zihnimizde ilk tahayyül ettiğimiz; askeri güçtür. Ancak askeri güç ile vurgulanan ise amaca giden yolda zora başvurarak ve müdahale ederek olduğu için tümüyle katı bir uygulama niteliğine sahiptir. Ancak savaşlar maddi ve manevi bir külfet getirmektedir. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ise ekonomik güç ön plana çıkmıştır. Ekonomik güç her ne kadar güç politikasında sert gücün kullanımı gibi görünmese ‘sopa’ özelliğine sahiptir ancak ucunda ‘havuç’ vardır. Günümüzde ise askeri harcamalar ülke bütçelerine ciddi kısıtlamalar getirmekte ve bu kısıtlamalar ülkelerin refahını olumsuz yönde etkilemektedir.[1]Farklı bir çıkış yolu ve cazibe merkezi haline gelmek için de artık gücün niteliğindeki değişim kaçınılmaz olmuş ve yumuşak güç kavramı oldukça yankı uyandırmıştır.
İlk olarak Joseph Nye tarafından ortaya atılan yumuşak güç kavramı, 1990’da yayınlanan “Bound to Lead” kitabı ile ortaya çıkmış, 2004 yılında “Soft Power” isimli kitabıyla daha geniş kavramsal bir çerçeveye oturtulmuştur. Nye’a göre yumuşak güç; dünya siyasetinde amaçlara ulaşmak için özenilen, hayran olunan, değerlerine sahip çıkılan ve refah seviyesi ile fırsatları ile cezbeden bir ülke olmaktan geçmektedir.[2]Güç politikalarının etkisini kaybetmese de etkinliğini yitirdiğini ve bunun yerine kitlelere hitap ederek onların akıllarını ve kalplerini kazanmanın; uygulanan politikaların müşterek yararına inandırmanın ikna yolundan geçtiği görülmektedir.[3]
Diplomasi; uluslararası ilişkilerde devletin dış politikalarını yürütme biçimi veya sanatı olarak tanımlanabilir. Birinci Dünya Savaşı öncesi diplomasi sadece belirli çevreleri ilgilendiren ve sadece belirli bir elit tarafından karar verilen bir alandı. Savaştan sonra Wilson Prensipleri ile görüşme-açık sözleşme ilkesinin uygulandığı görülmüştür. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra devlet-dışı aktörler ve sivil toplum kuruluşlarının sürece daha etkin katılımıyla daha geniş bir yelpazeden etkilenen diplomasi; gelişen iletişim araçları ve küreselleşmenin itici güç olarak dünyanın bir yerindeki olayın artık herkesin ilgi alanına girmiştir.[4] Kamuoyunun bu süreci daha fazla etkilemesini ve süreçte daha fazla söz almasını kaçınılmaz hale getirmiş ve dünya kamuoyunu diplomasisinin içine dâhil etmiştir.
3.İletişimin İtici Gücü ve Kamu Diplomasisi
Kamu diplomasisi kavramını ilk kez 1965’de Tufts Üniversitesi’nde ‘Fletcher School of Law and Diplomacy’nin Dekanı’ Edmund Gullion ortaya atmıştır. Gullion’a göre kamu diplomasisi; halkların dış politikanın yapımı ve yürütülmesi sürecindeki ilişkiyle alakalıdır. Geleneksel diplomasinin ötesinde hükümetler tarafından diğer ülkenin kamuoyunun dostluğunun kazanılması, farklı ülkelerdeki özel kuruluşların ilişkilerinin gelişmesi, dış ilişkilerden haberdar edilmesi, diplomatlar ve yabancı meslektaşlar arasında iletişim kurma ve kültürlerarası etkileşim gibi süreçlere değiniliyor.[5]
Leonard ve Small bu konuya dikkat çekmektedir: Geleneksel diplomasi ve kamu diplomasisi arasındaki en büyük farklardan biri, kamu diplomasisinin çok daha fazla grubu ve çok daha çeşitli çıkarları içermesidir. Kamu diplomasinin uluslararası ilişkilerde önem kazanmasının bir sebebi de Soğuk Savaş’taki düşünsel cepheleşmenin derinleşmesi ve çatışmasıyla ilişkilendirilebilir. Emine Akçadağ’ın Thomas A. Bailey ‘in aktardığı söz aslında kamu diplomasinin etkisini özetlemektedir: “Düşünceler dayanıklıdır, silahlarla veya bombalarla yok edilemezler. Uluslararası sınırları ve okyanusları aşarlar. Onlarla ancak daha iyi düşünceler üreterek başa çıkılabilir”.[6]
Kamu diplomasisi alanında yapılan çalışmalar her ne kadar propaganda faaliyetleri olarak çok uzun bir geçmişe sahip olsa da; gelişen iletişim imkanları sayesinde büyük kitlelere hitap etme olanağı bu konuyu çağdaş anlamda mercek altına almayı gerektirmektedir. Küreselleşme çağında iletişimin sihirli gücü her ne kadar sonucu değiştirmese de savaşların her anını dünyaya aynı anda aktarmıştır. Tepkilerden doğan geniş çaplı gösterilerin yapılmasına sebep olmuş ve her ne kadar savaşa engel olunamamışsa da; örneğin dünya çapında Amerika Birleşik Devletleri’nin imajının zedelenmesini kaçınılmaz kılmıştır. Bu imajı düzeltmek adına yapılacak hamleler artık sadece hükümetler arası zeminden çıkmış ve hedef devletin kamuoyunu etkilemeyi zorunu hale getirmiştir.
Kamu diplomasisi tanımı ve işlevi itibariyle bu boşluğu doldurmak için kullanılan bir yöntemdir. Hedef ülke ya da ülkelerin sadece üst düzey bürokrat kitlesini değil; devletten halka ya da halktan halka karşılıklı iletişim sürecinin diplomasi, akademik çevre, sanat, eğitim ve medya camiasının olanaklarını kullanarak kendi politikalarınız hakkında bilgilendirme ve fikirlerinizi çekici hale getirme sürecini ifade eder.[7] Kamu diplomasisinin bir diğer özelliği ise sadece kriz dönemlerinde ya da belli bir sürece ve olaya bağlı kalmadan uzun vadeli bir çalışma ile ortaya çıkmasıdır. Ayrıca, herhangi bir ülkenin bu yolla kendi politikalarını kabul ettirmesinin, politikaları üzerinden karşı devletin kamuoyunu cezbetmesinin muhakkak ki uzun vadeli olumlu sonuçları zuhur edecektir.
Yani insanların hayallerini ele geçirme ve takdirlerini toplama ayrı bir güç türü olarak düşünülmektedir.
4.Kamu Diplomasisi ve Türk Dış Politikası: Doğru Zamanı Beklemek ve Geç Kalmak İkilemi
Son on yılda Türk Dış Politikası’nda meydana gelen değişiklerinin sebeplerini çok farklı iç dinamiklere, bölgesel ve küresel konjonktürde meydana gelen değişikliklere bağlayabiliriz. Ancak, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’ta içine düştüğü belirsizliğin ve bölge halklarında oluşan tepkinin ciddiyeti göz önüne alındığında; Türkiye’nin bölgedeki yükselişini anlamak kolaylaşır.[8] Özellikle Suriye ve Lübnan ile geliştirilen diyalogla önü açılan yüksek düzeyli stratejik iş birliği bölgede Türkiye’ye duyulan güveni arttırmıştır.[9] Bununla beraber, Irak’ta tüm gruplarla etkileşim içinde olunması Türkiye’nin bölgedeki kilit rolünü güçlendirmiştir.[10] Bahsi geçen hususlardan farklı olarak; Türkiye’nin Balkan ülkelerindeki etkisi Türkiye’yi artık farklı dinamiklerle yol almaya zorlamıştır.[11]
Son dönemde Türk Dış Politikası’nda öne çıkarılan söylem; ortak coğrafya ve tarih bilincinin yanı sıra müşterek bir gelecek için yeni yönelimler sunmaktadır. Bu yönelimler tarihsel olarak Osmanlı tecrübesini referans göstermekle birlikte; Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcut imkanları doğrultusunda müşterek bir şekilde yeni bir oluşumun taşlarından biri olma çağrısı yapmaktadır. İşte tam bu noktada; artık Türkiye’nin yumuşak gücü ortaya çıkarılmaktadır.[12] Askeri ve ekonomik gücün ortaya konulması ya da yaptırım gücünden ziyade; sözü geçen ortak bilinç ve zihinlerin kazanımıyla yeni bir yol haritası oluşturulmaktadır. Bu yol haritasının takibi için kullanılacak yöntem de kamu diplomasisidir. Bu yolla Türkiye, sadece coğrafi ve tarihi bağlarının olduğu bu ülkelerle değil, dünya çapında bir imaj düzeltme ve ulusal markalaşma ve tanıtım sürecinin eşiğindedir. Ortak medeniyet algısının yaratılması, yeni bir iletişim süreci ile monologdan diyaloga, diyalogdan iş birliğine gidilmesi öngörülen süreç çok ciddi önem arz etmektedir. Bunun en önemli ayaklarından birini, Türkiye’nin uluslararası kamuoyuna kendini doğru anlatabilmesi, değerlerini doğru aktarabilmesi ve mevcut önyargılardan, karalama kampanyalarından soyutlanması adına alacağı önlemler ve atacağı adımlar oluşturmaktadır.[13]
Belirtilen adımlar ve yaşanan konjonktürel değişime ayak uydurulduğunda ise sorulacak bir soruyla süreç kendi içinde sistematik bir anlam kazanabilir: “Türkiye nasıl bir güç olmak istiyor?” Yani Türkiye kamu diplomasisi faaliyetlerini yürütürken küresel hegemonik bir güç mü; yoksa bölgesel bir güç mü ya da değişen şartlara göre öne çıkan ve değer-yüklü politika izleyen bir ülke mi olmak istiyor?[14] Bu sorunun cevabını kısa vadede net olarak vermek çok mümkün görünmemekle birlikte Türkiye’nin dış politikada yansıtmak istediği değişiklik ve yürüttüğü dış politikada uzun vadeli hedefler yoksa anlık krizlerle değişirse; Türkiye kendini doğru yerde konumlandıramayacağı gibi doğru konuma ulaşmak üzere net bir yol haritası çizmesi olanaksız hale gelebilir.
Türkiye, özellikle kendini doğru anlatmak ve yanlış algıları yıkma çalışmalarını yaparken; yapması gereken ve ama tarihsel süreçte yapamadığı bir etkinliği gerçekleştirecek. İçinde bulunduğu zaman diliminde uluslararası ilişkilerden etkilenip kendi kapasitesi el verdiğince kamu diplomasisini uygulayacak. Ancak tarih geçmiş, uluslararası ilişkiler içinde bulunulan zamanda gelişen süreçtir. Bu sarmalda son nokta ise stratejidir. Strateji de bugünden geleceğe yönelik planlar yapmak ve var olan trendlerden gelecekte en uygulanabilir olanı seçmekle oluşturulabilir. Bu noktadan bakıldığında son dönemde ABD’de ortaya çıkan “akıllı güç” olarak adlandırılan ve yumuşak ve sert gücün müşterek kullanımını öngören proje takip edilmelidir. Çünkü ileriye yönelik yapılacak kamu diplomasisi ataklarını destekleyecek şey maddi olarak ekonomi, irade zorlayıcı güç ise yine askeri güç olacaktır ancak ön plana çıkarılmadan. ABD Dışişleri’nin Kamu İşleri Bürosu’nun tanımı “akıllı gücü” şu şekilde tanımlayıp uygulamaya dair temel hususu ortaya koyuyor:
”Uluslararası ilişkilerde bütün enstrümanlar bizim inisiyatifimizde ve elimizin altındadır. Bunlar diplomatik, ekonomik, askeri, politik, hukuki ve kültürel değerlerdir ve her bir durum için uygun enstrüman veya bunların kombinasyonu tarafımızdan seçilebilir. Akıllı gücün temelinde yatan unsur, eldeki bütün enstrümanların uygun zaman ve mekâna göre kullanılmasıdır.”[15]
Görülmektedir ki; kamu diplomasisinin göz alıcı yöntemleri ve cazip hali ortaya çıkışı itibariyle yine uluslararası ilişkilerin en somut ve vazgeçilmez kaideleri üzerine kurulmuştur: Reel-politik ve ulusal çıkarlar. İşte bu noktada var olan ya da planlanan politikaların oluşturulma ve yürütülme sürecinde çıkış noktasının verilerinden hareketle maksimum fayda sağlanmalıdır.
5.Sonuç
Tüm bu bilgilerin ışığında; Türk Dış Politikası’nda son dönemde meydana gelen gelişmeler ve bu değişimlere uygun izlenen yeni yöntemler ayrılmaz birer bütündür. Bütünün parçalarını birbirinden bağımsız olarak ele almak genel çerçeveyi eksik çizmemize neden olacaktır. Türk Dış Politikası ve kamu diplomasisi konuları bu bağlamda ele alındıktan sonra fayda-maliyet analizine tabi tutulmalıdır. Tarihteki olaylara yönelik doğru anlatım- şu anda yumuşak gücün gereklerini yapmak ve kamu diplomasisinin tüm olanakları olabildiğince kullanmak- ama geleceğe yönelik yumuşak güç ve sert güç kompozisyonunu gerçekleştirmek ve askeri gücü hiçbir zaman ihmal etmeden devam arka planda bu anlamda sert gücü yaptırımla değil ince gücü destekleyici ve onun itici gücü olarak konumlandırarak akıllı güce dönüştürmek ise stratejik bir hamle olacaktır. Böylelikle olumlu ve olumsuz sonuçları ele alındıktan sonra Türkiye için; tarih referansı güçlü, mevcut ilişkileri gelişmeye açık ve stratejisi geleceğe dair parlak sonuçlar vadeden bir ülke görüntüsü ortaya konulabilir.
Ömer ŞİMŞEK
Hacettepe Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü
[1] Yılmaz, Sait. «”YUMUŞAK GÜÇ NEDİR, NASIL UYGULANIR?”.» BUSAM. 12 Nisan 2007.
http://yeni.beykent.edu.tr/WebProjects/Web/egitim.php?CategoryId=897&ContentId=591&phpMyAdmin=26b1ab37aa748d52c4747d623bec741b (Mart 20, 2011 tarihinde erişilmiştir).
[2] Akçadağ, Emine. « “Dünya’da ve Türkiye’de Kamu Diplomasisi”.» Kamu Diplomasisi Enstitüsü. http://kamudiplomasisi.org/pdf/emineakcadag.pdf (Mart 14, 2011 tarihinde erişilmiştir).
[3] Nye, Joseph S. «La nouvelle diplomatie publique.» Project Syndicat . 10 02 2010. http://www.project-syndicate.org/commentary/nye79/French (Mart 15, 2011 tarihinde erişilmiştir).
[4] Tuncer, Hüner. «Küresel Diplomasi.» 22-27. Ankara: Ümit Yayıncılık , 2006.
[5] http://fletcher.tufts.edu/murrow/public-diplomacy.html
[6] Akçadağ, Emine. “Dünya’da ve Türkiye’de Kamu Diplomasisi” Kamu Diplomasisi Enstitüsü
. http://kamudiplomasisi.org/pdf/emineakcadag.pdf (20 Mart 2011 tarihinde erişilmiştir.
[7] EFEGİL, Ertan. «TÜRK DIŞ POLİTİKASI VE KAMU DİPLOMASİSİ.» Kamu Diplomasisi Enstitüsü. http://kamudiplomasisi.org/makaleler/makaleler/94-tuerk-di-poltkasi-ve-kamu-dplomass.html (Mart 12, 2011 tarihinde erişilmiştir)
[8] .( Bülent Aras, “Davutoğlu Era in Turkish Foreign Policy”, SETA Policy Brief, no: 32, May 2009).
[9] Veysel AYHAN,” TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİNDE YENİ BİR DÖNEM: YÜKSEK DÜZEYLİ STRATEJİK İŞBİRLİĞİ KONSEYİ”, Ortadoğu Analiz, Kasım’09, Cilt 1 – Sayı 11
[10] Serhat ERKMEN,“YENİ DÖNEMDE TÜRKİYE-IRAK İLİŞKİLERİ ve ORTADOĞU AÇILIMI”, Ortadoğu Analiz, Kasım’09, Cilt 1 – Sayı 11
[11] Talip Küçükcan “Türkiye bölgede düzen kurucu rol üstleniyor”, Sabah Gazetesi, 22.01.2011
http://www.sabah.com.tr/Perspektif/2011/01/22/turkiye_bolgede_duzen_kurucu_rol_ustleniyor (15.03.2011 tarihinde erişilmiştir.)
[12] İbrahim Kalın “Türkiye’nin ince gücü” Sabah Gazetesi, 23 Ocak 2010
http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/ibrahim__kalin/2010/01/23/turkiyenin_ince_gucu
[13] İbrahim Kalın,” Türk Dış Politikası ve Kamu Diplomasisi”, Kamu Diplomasi Koordinatörlüğü
http://kamudiplomasisi.org/makaleler/makaleler/100-tuerk-d-politikas-ve-kamu-diplomasisi.html (16.03.2011 tarihinde erişilmiştir.)
[14] Erhan Doğan” Kamu Diplomasisi ve Türkiye”, Kamu Diplomasisi Enstitüsü
http://kamudiplomasisi.org/pdf/kamudiplomasisiveturkiye.pdf (18.03.2011 tarihinde erişilmiştir.)
[15] Serdar Erdurmaz, “ABD Obama’dan sonraki uluslararası ilişkilerinde “smart power-akıllı güç” yaklaşımını öncelikli, uygulama olarak belirlemiştir” Türksam, 11 Mayıs 2009 /// http://www.turksam.org/tr/a1658.html
NATO, Libya Ve Türkiye: Krizden Çıkış Arayışları
BM’de alınan 1970 ve ardından 1973 sayılı kararların ardından 19 Martta koalisyon güçlerinin Libya’da Kaddafi’ye bağlı güçlere karşı başlattığı hava operasyonları Londra Konferansı sonrası doğrudan NATO’nun komutası altına girerken, NATO’nun Libya misyonu hakkında da oldukça farklı tartışmaların da yaşanmasına yol açmıştır. Nitekim 27 Martta NATO Genel Sekreteri Rasmussen’in 1970 ve 1973 sayılı BM kararlarının tam olarak uygulanmasını sağlamak adına NATO’nun Libya’daki tüm askeri operasyonları üstleneceğini açıklamış NATO üyeleri arasında Libya misyonu hakkında yürütülen görüşmelerin ardından NATO 31 Martta sorumluğu tam alarak ele almıştır. 1 Nisan’da NATO tarafından yapılan açıklamada Libya misyonunun üç unsurdan oluştuğu açıklanmıştı. Silah ambargosunun denetlenmesi, uçuşa yasak bölge uygulanması ve saldırı veya saldırı tehdidi karşısında sivillerin korunması görevlerini yürütmek [1].
Diğer yandan hem açıklanan NATO metinlerinde hem de BM’de alınan ve güç kullanmayı meşrulaştıran 1973 sayılı Güvenlik Konseyi kararı doğrudan Kaddafi’yi devirmeye cevaz vermiyorsa da NATO üyesi bazı ülke liderleri tarafından yapılan açıklamalarda Libya operasyonunun hedefinin Kaddafi’yi devirmek olduğu açıkça ifade edilmiştir [2]. Diğer yandan Türkiye ise NATO’nun Libya’daki iç savaşa doğrudan askeri olarak taraf olacak bir misyonunun olmadığını farklı şekillerde dile getirmesi dikkat çekicidir. Bu bağlamda NATO üyeleri arasında Libya misyonu konusunda net bir görüş birliğinin oluşmadığını görülmektedir. Ayrıca Başbakan Erdoğan’ın Libyalı muhalifleri silahlandırmayı düşünmüyoruz demesine karşın Amerikan yönetiminden yapılan açıklamalarda ise muhaliflerin silahlandırılabileceği ifade edilmiştir. ABD’nin BM Daimi Temsilcisi Susan Rice, ABD yönetiminin Libya lideri Muammer Kaddafi’ye karşı mücadele veren muhalifleri silahlandırma seçeneğini göz önünde bulundurduğunu açıklamıştır [3]. NATO üyesi ve Libya operasyonunun öncülerinden Fransa ve İtalya Bingazi’de kurulan Geçici Konseyi diplomatik olarak tanırken Türkiye hem muhaliflerle hem de Kaddafi rejimiyle ilişkilerini sürdürmektedir. Bu bağlamda NATO üyeleri arasında Libya krizine farklı yaklaşımları çoğaltmak mümkündür. Dolayısıyla her ne kadar NATO Libya misyonunun komutasını üstlenmişse de, NATO üyesi ülkelerin Libya krizinde farklı politikaları sahip olduğu görülmektedir. bununla birlikte 5 Nisan’a gelindiğinde askeri anlamda ne muhaliflerin ne de Kaddafi’ye bağlı güçlerin Libya’yı kendi kontrolü altına alacak güçte olmadıklarının ortaya çıkmış olması NATO’nun bundan sonra izleyeceği stratejinin de oldukça önem kazanmasına yol açmıştır.
NATO Misyonu ve Libya Çıkmazı
NATO’nun Libya misyonunun çerçevesi 1970 ve 1973 Sayılı kararlar ortaya koymaktadır. Bu bağlamda NATO tarafından açıklanan belgelerde de NATO misyonunun silah ambargosunu denetlemek, uçuşa yasak bölgenin denetlenmesi ve sivillerin korunmasını olarak tanımlandığı dikkat çekmektedir. Ancak bu noktada da farklı tartışmaların yapılması kuvvetle ihtimaldir. Tartışmaların başında silah ambargosunun denetlenmesi, uçuşa yasak bölgenin nasıl uygulanacağı ve sivillerin korunmasının nasıl sağlanacağı yönündedir. İlk iki unsur üzerinde nispeten anlaşılabilmekle birlikte son dönemde muhaliflerin silahlandırılması gibi söylemler karşısında NATO’nun nasıl bir yöntem izleyeceği açık değildir. NATO silah ambargosunu uygulamak adına muhaliflere silah verilmesini engelleyecek midir? Bir diğer soru işareti ise Akdeniz dışında NATO’nun karadan Libya’ya silah girişlerini kontrol edip etmeyeceği yönündedir. NATO Mısır’dan Libya’ya silah girişlerini kontrol edeceği yönünde bugüne kadar herhangi bir açıklama yapılmış değildir. Muhaliflere Mısır üzerinden silah akışına göz yumulması NATO’nun 1973 Sayılı kararlarını tam olarak uygulayıp uygulamadığı sorusunu gündeme taşımaktadır.
İkinci bir konu ise sivillerin korunmasına yöneliktir. Bu noktada da sivillerin kim olduğu tartışması ortaya çıkmaktadır. Örneğin, muhaliflerin sivil olup olmadığı tartışmasının pek yapılmadığı dikkat çekmektedir. Oysa basın yayın organlarında açık bir şekilde görüldüğü kadarıyla sivillerin de silahlı olduğu ve Kaddafi denetiminde olan şehirlerin alınması için askeri güce başvurmaktadırlar. Bu bağlamda muhaliflerin saldırısı karşısında yaşamları tehdit altına giren sivillerin korunması konusunda NATO’nun nasıl bir rol oynadığını tartışmak gerekir. Görüldüğü kadarıyla NATO muhalif güçlerin baskısı altında olan sivillerin korunmasını sağlamaktan oldukça uzak durmaktadır. Uçuşa yasak bölge ve hava saldırılarının askeri kapasiteye sahip olan muhaliflerin korumak gibi bir görev yüklenmesi gelecekte NATO’nun benzer krizlerde oynayacağı rolü tartışmalı hale getirecektir. Ayrıca böyle bir görev ve misyon tanımlaması NATO’nun Libya krizinde çözümü getirecek stratejiler bulmasını da zorlaştıracaktır.
NATO’nun bir diğer çıkması ise üye ülkelerin Libya’daki iç savaşta sahip oldukları politik duruştur. Özellikle Fransa, İtalya ve İngiltere gibi ülkelerin Kaddafi’yi devirmek gibi bir amaca sahip olduklarını açıklamış olmaları ve 19 Mart sonrası başkent Trablus dahil ülkenin bir çok bölgesinde hava saldırıları düzenlemeleri dikkat çekicidir. Oysa her hangi bir uluslararası krizde çatışmaların çözümünde yalnızca askeri gücün kullanılmasının yeterli olmadığını 2003 Irak kriziyle bir kez daha doğrulanmıştı. Çatışmaların çözümünde askeri güç kadar diplomatik çözümler üzerinde de durmak gerekir. Eğer Batılı ülkelerin çatışmaların bir tarafını oluşturan gruplarla diplomatik çözümler konusunda tüm alternatiflere kapalı olursa, sorunun çözümü de oldukça zorlaşır. NATO üyelerinin Libya misyonunu tanımlarken sorunu güvenlik politikalarının dışında alternatif çözüm opsiyonları da geliştirmeleri gerekmektedir. Başta Türkiye olmak üzere bir çok ülkenin Libya’daki sorunun çözümünde hangi barışçıl çözüm önerileri getirdiğini tartışmakta yarar vardır. Dolayısıyla NATO’nun Libya’da ciddi bir kriz yaşamaması için üye ülkelerin diplomatik çözüm için bazı spesifik öneriler üzerinde de durması ve bunu gerektiğinde hem Libyalı hem de müttefikler arasında tartışması gerekmektedir. 29 Aralıkta Londra’da toplanan yaklaşık 35 ülkenin Dışişleri Bakanları ile BM, Arap Ligi, İslam Konferansı Örgütü ve Afrika Birliği temsilcileri Libya krizinde izlenecek stratejiyi tartışmışlardır. Ancak, Londra Konferansında Kaddafi rejiminin meşruiyetini yitirdiğini bir kez daha dile getirmekten öteye hiçbir somut karar alınamadan sona ermiştir. Söz konusu toplantıda sivillerin korunması, bir Temas Grubunun oluşturulması, rejimin eylemlerin sorumlu tutulması ve Libya halkının kendi geleceğini belirlemesi konusunda uzlaşılmasına karşın, muhaliflerin Libya’nın meşru temsilcisi olarak tanınması ya da silahlandırılmaları gibi konularda ortak bir politika belirlenememiştir [4].
NATO’nun Libya Krizinde Çıkış Stratejileri
Libya’daki askeri ve siyasi duruma bakıldığında muhaliflerin ağırlıklı olarak doğu Libya topraklarında Kaddafi’ye bağlı güçlerin de güney ve Batı Libya’da etkili otorite oldukları görülmektedir. Batı’da Zintan, Zaviye ve Misurate gibi yerleşim birimlerinde çatışmaların sürmesine karşın coğrafik olarak bu bölgelerin Doğu Libya’daki muhalif grupların etkisinde uzak olması bu bölgedeki direnişi daha da zorlaştırmaktadır. Bu noktadan itibaren bir analiz yapacak olursak Libya topraklarının fiili olarak birbirine rakip ve birbiriyle askeri ve siyasi olarak mücadele eden iki güç arasında bölündüğü görülmektedir. 19 Martta başlayan askeri operasyonlar ilk başlarda Kaddafi’yi bağlı güçlerin askeri olarak zayıflatılması ve muhaliflerin daha fazla toprak kazanmasını sağlamaya yönelik iken daha sonra NATO ile birlikte yoğun hava saldırıları yerini sınırlı saldırılara bırakmış oldu. Bu noktada da farklı tartışmaların yaşanması kaçınılmaz olmuştur. Tartışmalar üzerinde gidecek olursak: Libya’nın toprak bütünlüğünü muhalifleri fiili olarak desteklemek ne kadar mümkündür. daha açık bir deyişle NATO şayet fiili durumu korumaya yönelirse uzun dönemde NATO’nun doğrudan Libya’yı iki ayrı devlete bölmesi gündeme gelecektir. Libya’nın bölünmesini sağlayan uluslar arası kurum ise NATO olacaktır. Çünkü NATO bir yandan muhalifleri korurken diğer yandan da Kaddafi’yi iktidardan düşürecek herhangi bir kara operasyonu veya yoğun hava operasyonları gerçekleştirmezse, Libya’nın hem fiili hem de hukuki olarak bölünmesinin aracı olacaktır.
Bu bağlamda NATO’nun bir kara operasyonu düzenlemesi oldukça riskli olduğu kadar ciddi bir direniş karşısında başarısız olması de kuvvetle muhtemeldir. Afganistan’da NATO’nun ne kadar başarısız olduğu ortadadır. Dolayısıyla Libya’da da salt askeri çözümde dayatmak ya Libya’nın bölünmesine ya da NATO’nun başarısız bir operasyona komuta etmesine yol açabilir.
NATO’nun Libya krizinden çıkış için çözümler aradığı bir dönemde başvurulması gerekilen en önemli strateji ise hem muhalifleri hem de Kaddafi’ye bağlı güçleri yeni bir formül üzerinde uzlaştırmak olmalıdır. Dolayısıyla her iki tarafla da görüşen ülkeler Libya krizinde NATO’nun mutlak bir başarısızlığının önüne geçebilirler. Fransa, İtalya ve İngiltere’nin yalnızca muhaliflere dayalı Libya politikası NATO’nun içine sürüklendiği Libya krizinden çıkış formülleri geliştirmesini engellemektedir. ABD ise askeri anlamda Libya’daki sorumluluğunu azaltma yönünde adımlar atarak krizin aşılmasında ikinci planda kalmayı tercih etmiştir.
Tüm bunlardan hareketle Libya krizinden çıkış için NATO’nun daha fazla Türkiye’nin rolüne dönük açılımlar yapacağı öngörülebilir. NATO Genel Sekreteri’nin Ankara ziyareti de bunun açık işaretlerini içermektedir. NATO Libya krizinde daha fazla sorun yaşamamak için acil bir çözüm bulma çalışmasında Türkiye’nin daha fazla politik rol oynaması konusunda önemli bir adım atmış bulunmaktadır. Bu aşamadan sonra Türkiye’nin yapması gereken ise daha özgün çözüm formülleri geliştirmesi ve Libyalı grupları bu çözümler konusunda ikna edebilecek enstrümanları kullanması gerekir. Türkiye tüm taraflarla konuşmanın ötesine geçerek artık doğrudan masaya çözüm önerileri koyması gerekir. Nitekim, son dönemde Lübnan ve Yemen krizlerinde Türkiye’nin istediği şekilde rol olamamasının en önemli nedenlerinden bazı faktörlerin yanı sıra biri de özgün çözüm modellerini masaya getirememesinden kaynaklandığı düşünülmektedir. Ancak, NATO’nun Libya krizinden çıkabilmesi için Türkiye’nin alternatif çözüm modelleri üzerinde çalışmasının zamanı gelmiştir.
Doç.Dr.Veysel AYHAN
ORSAM Uzmanı
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Öğretim Üyesi
http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=1704
________________________
[1] Official NATO web site, “NATO and Libya”,http://www.nato.int/nato_static/
assets/pdf/pdf_2011_04/20110402_110402-oup-update.pdf
[2] Özellikle Fransa ve İngiltere tarafından yapılan açıklamalar dikkat çekicidir. Bkz.: Leon Mangasarian, “NATO Allies Look to Tripoli Residents to Topple Qaddafi in Libyan Endgame”, Bloomberg News, Mar 29, 2011, http://www.bloomberg.com/
news/2011-03-29/nato-allies-look-to-tripoli-residents-to-topple-qaddafi-in-libyan-endgame.html
[3] ABD Libya’daki muhalifleri silahlandırmayı düşünüyor, 29 Mart 2011, http://www.bloomberght.com/guncel-siyaset/haber/869774-abd-libyadaki-
muhalifleri-silahlandirmayi-dusunuyor
[4] Foreign Secretary statement following the London Conference on Libya
29 March 2011, 29 Mar 2011, http://www.fco.gov.uk/en/news/latest-news/?view=News&id=575592482
Müzakereler ile ilgili Üçlü Görüşme Haziranda Yapılacak
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban ki Moon, Haziran ayında KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ve Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas ile müzakereler çerçevesinde tekrardan görüşmek istediğini belirtti. Ban Ki Moon, Cenevre’deki üçlü görüşmelerden sonra müzakerelerde önemli bir ilerleme kaydedilememesi nedeniyle böyle bir karar aldığını ve o zamana kadar daha iyi şartlar oluşmasını umut ettiğini söyledi.
İran Nükleer Programının Körfez Ülkelerine Etkisi
Soğuk Savaş döneminden bu yana muhtemel bir savaş sebebine dönüşmeye başlayan nükleer güç, günümüze kadar herhangi bir savaşa neden olmasa da, bir çatışma tehdidi olarak ön plana çıkmaktadır. Soğuk Savaş zamanındaki Sovyet tehdidinin yerini bugün halkını baskı altında tutan liderlerin, terörün ve nükleer faaliyetlerin aldığı gözlemlenmektedir.