Home Blog Page 530

Türkiye’nin Libya Krizini Aşma Stratejisi

0

ORSAM’da 5 Nisan’da “NATO, Libya ve Türkiye: Krizden Çıkış Arayışları” adı altında yayınladığımız çalışmada NATO’nun Libya krizinde Türkiye’nin rolüne ciddi şekilde ihtiyaç duyduğunu belirtmiştik. NATO misyonunun başarısı için Türkiye’nin aktif bir şekilde Libya politikasına angaje olması gerektiğini aksi durumunda yalnızca Libya değil NATO’nun de bir çıkmaza doğru sürüklenmekte olduğunu ifade etmiştik. Çalışmamızda ayrıca Türkiye’nin başarılı olabilmesi için yalnızca tüm taraflarla görüşmesinin yeterli olmadığını ve mutlaka çözüm önerilerini kamuoyuna duyurması gerektiğinin altını çizmiştik. 7 Nisan tarihi itibariyle hem Başbakan Erdoğan hem Dışişleri Bakanı Davutoğlu Türkiye’nin Libya stratejisini açıklayarak bu konuda süren tartışmalarında ana çerçevesini belirlemiş oldular. Söz konusu stratejilerin hem Ankara’yı ziyaret eden Libya Dışişleri Bakan Yardımcı Abdulati Ubeydi hem de Doha’da Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile görüşen Libya muhalefeti liderlerinden Muhammed Cibril ile masaya yatırıldığı öngörülmektedir. Nitekim Katar’a düzenlediği ziyaretin ardından bir açıklama yapan Dışişleri Bakanı Davutoğlu, “Libya Ulusal Konseyi’nin önde gelen isimlerinden Muhammed Cibril ile kapsamlı görüşmeler yaptık. Pazartesi günü de Trablus’tan gelen özel temsilci ile görüştük. İlgili taraflarla yaptığımız görüşmelerde bir ateşkes ve siyasi değişimi destekleyecek bir yol haritası üzerinde çalışmalarımızı sürdürüp bu konuda geldiğimiz noktayı önümüzdeki günlerde kısa bir sürede açıklamayı düşünüyoruz” ifadesini kullanmıştı.(1) Dolayısıyla Başbakan Erdoğan tarafından açıklanan çözüm stratejilerinin Libyalı gruplarla yapılan görüşmelerin ardından kamuoyuyla paylaşıldığını ileri sürebilir. Bu çerçevede açıklanan stratejilerin tartışılmasının önemli olduğunu düşünmekteyiz.

Türkiye’nin Krizi Aşma Politikası

AK Parti Genel Merkezi’nde Libya krizine yönelik 7 Nisan 2011’de düzenlediği basın toplantısında (2) Başbakan Erdoğan öncelikli politikalarının “halkın meşru talepleri karşısında anayasal demokrasiye geçişi sağlayacak, gerekli şartların oluşturulması ve Libya’nın toprak bütünlüğünün ve egemenliğinin korunmak” olduğunu belirtmiştir. Türkiye böylelikle 17 Şubattan itibaren devam eden Kaddafi karşıtı gösteri ve eylemlerin meşru olduğunu bir kez daha kabul ettiğini açıklayarak bu konuda oluşturulmaya çalışılan soru işaretlerini gidermeye çalışmıştır. Meşru taleplerin başında ise halkın istediği lideri seçme hakkının da olduğunu görmek gerekir. Böylelikle Türkiye’nin yol haritasındaki temel amacının tarafları demokratik bir seçime ikna etmek olduğu görülmektedir.

Başbakan Erdoğan özellikle Bingazi’de yaşanan Türkiye karşıtı protesto eylemlerinin dönük olarak da açık bir ifade ile “Bingazili kardeşlerime seslenmek istiyorum” diyerek yapılan gösterileri önemsediklerini ortaya koymuştur. Erdoğan Bingazi’deki gösterilere yönelik olarak “kardeş Türkiye halkı, hak ve özgürlük çağrınızı yüreğinin derinliklerinde hissetmekte, yaşadığınız sıkıntıların son bulması ve taleplerinizin süreçlere yansıması için büyük bir duyarlılık sergilemektedir. Başından itibaren hakkını, hukukunu isteyen insanlara karşı yapılan müdahaleleri bizler şiddetle eleştirdik, maruz kaldığınız zorlukların aşılması için samimi bir gayret içinde olduklarını” ifade etmiş ve gösterilerin arkasında bazı güçlerin olduğunu ileri sürmüştür. Erdoğan isim vermese bile gösterilerin arkasında Fransa’nın olduğunu ileri sürmüş olabilir. Yapılan açıklamadan anlaşıldığı üzere Türkiye’deki karar vericiler, Fransa’nın veya bazı uluslararası basın yayın organlarının Türkiye’nin pozisyonunu bilinçli bir şekilde yanlış olarak tanımladıklarını ve bunun etkisinde kalan bazı Libyalıların farklı tepki verdiğini düşünmektedirler. Çünkü Erdoğan Bingazi ile ilgili olarak konuşmasının devamında “bölgede yaşanan insanlık dramlarına seyirci kalan ve demokrasiyi Libya halkına çok gören bir kısım güç odaklarının bugün hakkı ve hukuku savunan Türkiye’ye karşı karalama kampanyaları başlatması üzüntü vericidir. Bu karalama kampanyalarının ardında hangi odakların olduğunu biliyoruz, dikkatle izliyoruz ve bunları da not ediyoruz” diyerek bir anlamda sürecin kimler tarafından yönlendirildiğini bildiklerini ifade etmiştir. Ancak bu konuda Türkiye’nin son dönemde Libya konusunda çelişkili açıklamalarda bulunmasının da Libyalı muhalifleri etkilemiş olduğunu kabul etmek gerekir. Özellikle hava saldırıları konusunda Türkiye’nin baştan itibaren eleştirel bir duruşa sahip olması, muhaliflerin silahlandırılması konusunda olumsuz bir söylem kullanması, Kaddafi’nin görevi bırakması konusunda uluslararası topluma net ve açık mesajlar gönderilmemesi ve son olarak da Fransa, İngiltere veya ABD’nin muhaliflere verdiği askeri desteği petrol çıkarları ile ilişkili görme eğiliminin Libyalı muhalifleri etkilediği düşünülmektedir. Dolayısıyla Libyalı muhaliflerin Türkiye karşıtı politizasyonunda bazı güç odaklarının yanı sıra izlenen politikaların da bir etkisi bulunmaktadır. Bununla birlikte gelinen noktada Türkiye’nin tüm bunları bertaraf ederek Libya sorununu çözme gibi bir sorumluluk aldığını görmek gerekir. Dolayısıyla orta dönemde Türkiye’nin tüm Libyalıların güvenini bir kez daha kazanması izleyeceği doğru stratejilerle olasıdır.

Erdoğan Libya ile ilgili basın toplantısında Libya’nın toprak bütünlüğü ve egemenliğine bir kez daha vurgu yaparak krizin aşılması için bir geçiş dönemi öngördüğünü açıklamıştır. Geçiş döneminin nasıl olacağı konusunda net bir açıklama yapılmamakla birlikte bunun en azından demokratik sürecin başlayacağı tarihe kadar sürmesi öngörülmektedir. Erdoğan’ın açıklamalarında geçiş sürecinin hem muhaliflerin hem de rejime bağlı güçlerin üzerinde uzlaşabildiği bir liderin gözetimde gerçekleştirilmesinin düşünüldüğü öngörülmektedir. Çünkü, basın toplantısında Libya yönetimine de seslenen Başbakan Erdoğan, “başından beri bizzat söylediğim üzere, tarihi bir sorumluluk üstlenerek, halkın özgür iradesiyle yöneticilerini seçeceği anayasal demokrasiye geçiş sürecinin önünü lütfen açın. Kendi halkınızın ve uluslararası toplumun çağrılarına olumlu karşılık vermeniz, ülkenizin selameti açısından hayati derecede önemlidir. Yapılan çağrılara ivedilikle kulak verin ve gereken adımları atın” ifadelerini kullanarak Kaddafi’nin yönetimi zaman kaybetmeksizin bırakması gerektiğinin altını çizmiş olabilir. Konuşmasında kendi halkınız ve uluslar arası toplumun çağrılarına kulak verin demesi Türkiye’nin hem rejim yanlıları hem de muhaliflerle yaptığı görüşmelerde Kaddafi’nin iktidardan çekilmesi gerektiği mesajlarını verdiğini ileri sürebiliriz. Diğer yandan açıklamada Kaddafi’nin gereken adımların atması ifadesinin kullanılması geçiş döneminde Kaddafi’nin başta kalması olarak da yorumlanabilir. Dolayısıyla ilerleyen günlerde Kaddafi’nin bırakması konusunda net açıklamaların yapılması gerekebilir. Bununla birlikte şayet Kaddafi veya oğullarının liderliğinde bir geçiş dönemi öngörülüyorsa bunun başarılı olma şansı oldukça düşüktür. Hükümetin bu konuda daha açık bir dil kullanması yararlı olacaktır.

Erdoğan’ın basın toplantısında belirttiği “hak ve hukukun bir lütuf değil, her insanın sahip olması gereken kutsal değerler olduğunu ve siyasi hesaplarla bir defa şunu çok iyi bilmemiz lazımdır ki bunlar yok edilemez, yok sayılamaz, bastırılamazlar. Bizler en temel hakların yok sayılmasına, bastırılmasına nasıl tahammül gösteremezsek kanın akıp gitmesine, canların yitip gitmesine de sessiz kalamayız” ifadesi Türkiye’nin muhaliflerin baskı ve güç ile bastırılmasının kabul etmeyeceğinin açık bir şekilde ilan edilmesi olarak yorumlanabilir. Bundan önceki açıklamalardan farklı olarak Türkiye ilk kez muhaliflerin güç kullanılarak bastırılmasına razı olmayacağını ortaya koymuş oldu. Bu açıklamanın ardından Kaddafi’nin muhaliflere karşı güç kullanması durumunda Türkiye’nin söz konusu kesimleri koruması gündeme gelebilir. Böyle bir durumda Türkiye’nin doğrudan rejim yanlısı gruplara karşı ilerleyen dönemlerde güç kullanacağı ilk kez açıklanmış oldu. Böylelikle Türkiye Kaddafi rejimine muhaliflere saldırılarını sürdürmesi durumunda aktif olarak iç savaşa karışacağının mesajını vermiş olabilir.

Bununla birlikte Türkiye’nin güç kullanma konusunda önceliğinin muhaliflerin kesimlerin korunmasına yönelik olacağı öngörülmektedir. Erdoğan konuşmasında güvenli bölgeler kavramını kullanması da ilerleyen dönemlerde Türkiye’nin coğrafik olarak sınırları çizilmiş bölgeleri koruma görevini üstlenmeye hazır olduğunu göstermektedir. Zira, başından itibaren Türkiye’nin coğrafik olarak sınırları belirlenmiş güvenli bölgelerde muhalif grupların korunması sorumluluğunu alması oldukça önemli olduğunu ifade etmiştik. Böylelikle muhalif aşiretlerin bulunduğu yerleşim alanlarının saldırılardan korunması ve bu bölgelere aktif bir şekilde insani yardımların ulaştırılması sorumluluklarını Türkiye’nin  üstlenmesi oldukça yararlı olacaktır.

Erdoğan’ın konuşmasından anlaşıldığı kadarıyla Türkiye’nin Libya krizinden çözüm planının hayata geçirilmesi için öncelikli olarak derhal ve önkoşulsuz bir ateşkes sağlamaya çalıştığı görülmektedir. Ateşkes sağlandıktan sonra Türkiye ikinci bir aşama olarak muhaliflerin yaşadığı ve halı hazırda Kaddafi’ye bağlı güçlerin kuşatması veya denetiminde olan şehirlerden çekilmesini sağlamaya çalışacaktır. Her ne kadar kamuoyunda Libya’nın üçüncü büyük kenti Misurata kuşatması dikkat çekse de istikrarın sağlanabilmesi için Batı’da nüfusu muhalif kabilelerden oluşan Zintan gibi şehirlerdeki rejim güçlerinin de çekilmesi gerekir. Ancak bu sürecin oldukça zor olduğunu belirtmek gerekir. Dolayısıyla Türkiye hem muhalif gruplarla hem de rejime yakın gruplarla çalışmanın ötesinde doğrudan sorunlu yerleşim birimlerine gözlemci göndermek için yoğun bir diplomatik çaba harcaması gerekir. Türkiye’nin içerisinde Arap ülkelerinden temsilcilerin de bulunduğu bir komisyon kurarak tartışmalı olan şehirlerde araştırmalarda bulunması yararlı olacaktır. Böylelikle rejime bağlı güçlerin hangi şehirlerden çekilmesi gerektiği konusunda daha net ve birincil elden verilere ulaşması mümkün olacaktır.

Türkiye krizin çözümüne yönelik olarak son aşamada da kapsayıcı bir demokratik değişim ve dönüşüm sürecinin derhal ve ivedilikle başlatılmasını gerektiğinin altını çizmektedir. Bu sürecin hedefinin halkın özgür iradesiyle yöneticilerini seçeceği anayasal demokrasinin kurulması olduğunun altı çizilmektedir. Böylelikle Türkiye Libya krizinin sonlandırılmasında tek çözümü seçimlerle iktidara gelmiş bir yönetim olarak ortaya koymuş olmaktadır. Nitekim muhaliflerin de sürekli bir şekilde belirttiği üzere Libya’daki iktidar sorunun çözümünde özgür, şeffaf, adil ve bağımsız bir seçim sürecinin olduğu tezi Türkiye tarafından kabul edilmiş olunmaktadır.

Ancak bu noktada dikkat çeken en önemli unsur geçiş sürecinin nasıl olacağı yönündedir. Geçiş sürecinde kimlerin rol olacağı oldukça önemli bir konu olmakla birlikte yapılan açıklamalardan anlaşıldığı üzere Türkiye, Kaddafi’nin bırakması gerektiğini ifade ederek bir anlamda Kaddafi’siz bir geçiş dönemi öngördüğünü düşünülmektedir. Ancak bu konuda net ve açık bir açıklama yapılmamış olması muhaliflerin yol haritasına yaklaşımını olumsuz etkileyecektir. Bununla birlikte Kaddafi çekilmeyi reddederse Türkiye’nin bir B planının nasıl olacağı da açık değildir. Tüm bu planlar Kaddafi’nin de muhaliflerle uzlaşmaya ve son olarak da çekilmeye razı olması üzerine kuruludur. Aksi durumda çözüm stratejisinin işlemesi oldukça güç gibi görünmektedir. Bu konuda Türkiye’nin Kaddafi kabilesinden veya Magariha kabilesinden birilerinin de içinde yer aldığı bir geçici yönetim konseyinin kurulması yönünde çaba harcaması önerilmektedir. Geçiş sürecinin oluşturulmasında bir B planı olarak hem rejim yanlısı kesimlerin hem de muhalif liderlerin önereceği ve her ikisinin de karşılıklı olarak kabul edebilecekleri 5 veya 10 kişilik bir geçici yönetim konseyinin kurulması sağlayabilir. Devrim Komite Konseyi gibi bir yönetim anlayışına sahip olan Libyalıların Geçici Geçiş Konseyi fikrine yabancı olmadıklarını belirtmekte yarar vardır. Dolayısıyla Kaddafi’nin içerisinde yer almadığı bir yönetim konseyinin geçiş sürecinde önemli bir görevi yerine getirmesi mümkündür.

Sonuç olarak Türkiye’nin ortaya koymuş olduğu yol haritasının ve çözüm önerilerinin bir taslak olarak tartışılmaya açılması oldukça önemlidir. Libya krizinin çözümünde hem NATO hem hem Arap ülkeleri hem de Batılı müttefikler çözüm için Türkiye’nin rolünü oldukça önemsemektedirler. Özellikle NATO’nun Libya krizinde başarısız olması bu örgütün ilerleyen dönemlerde yeni krizlere müdahale etmesini engelleyebilecek boyutlardadır. Dolayısıyla ABD başta olmak üzere birçok ülkenin Türkiye’nin Libya krizinde oynadığı rolü önemsediklerini görmek gerekir. Bununla birlikte çözüm önerileri konusunda alternatif tartışmaların yapılmasının yararlı olacağını belirtmek gerekir. Son olarak ilerleyen günlerde Libya sorunun Türkiye’de birçok ülke ve liderin ziyaretleriyle daha ciddi şekilde tartışılacağını öngörebilir.

 

Doç.Dr.Veysel AYHAN

ORSAM Uzmanı

Abant İzzet Baysal Üniversitesi Öğretim Üyesi

 

http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=1726

 

 

(1) Dünya Bülteni Haber, “Davutoğlu: Libya’da yol haritası için çalışıyoruz”, 07 Nisan 2011,
http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=154532  

(2) bkz.: CNN Haber, “Erdoğan Türkiye’nin Libya kararını açıkladı” 07 Nisan 2011, http://www.cnnturk.com/2011/turkiye/04/07/erdogan.libyayla.ilgili.konusacak/
612539.0/index.html

 

Bulgaristan’da Başmüftülük Krizi

Müftü seçimlerine devlet müdahalesinden, seçilen müftülerin görevlerini yerine getirmesinin engellenmesi ve görev gaspından, dini özgürlüklerin engellenmesinden söz edildiğinde akla önce Yunanistan gelir. Bulgaristan’daki uygulamaların sonuçları ise aslında Yunanistan’da yaşananların benzeri bazı sonuçlara yol açıyor. Yunanistan’daki müftü seçimi sorunu, müftü seçimlerinin tanınmaması, atanmış müftü geleneğinin başlatılması ve seçilmiş müftülerin de çeşitli bahanelerle tutuklanarak cezalandırılması, bu konudaki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Yunanistan aleyhine aldığı kararların ihmal edilerek seçilmiş müftülerin makama iadesinin yapılmaması şeklinde gerçekleşiyor. Bulgaristan’da ise aynı sonuçlar bir mahkeme kararıyla alınıyor.

Bulgaristan’daki 920 imam ve 10 bölge vaizinin bağlı olduğu ve din hizmetlerini 16 Bölge Müftülüğü ve Müslümanların dinî işlerinden sorumlu olan 1300’e yakın cami encümenliği üzerinden yürüten Bulgaristan Başmüftülüğü,[1] Bulgaristan’daki Müslüman azınlık kadar Türkler için de en az Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH) kadar önemli. 19 Nisan 1909 tarihli İstanbul Protokolü ve eki olan sözleşme Bulgaristan’daki Müslümanların dini hak ve özgürlüklerini düzenlerken 29 Eylül 1913’te imzalanan İstanbul Antlaşması’nın eki olarak da Bulgaristan’daki müftülerin görev ve sorumluluklarını saptayan ek bir sözleşme imzalanmıştır. Başmüftü’nün görev ve sorumluluklarının yanı sıra seçiminin ülkedeki Müslümanlarca yapılacağı da bu ek sözleşmede belirlenmiştir.[2] Bulgaristan Anayasası ve Dinler Kanunu gereğince bağımsız bir kurum olan Başmüftülüğün işleyişinde yaşanan aksaklıklar ise söz konusu özgürlüklerin pratikteki işlerliği konusunda ciddi şüpheler uyandırıyor. Olağanüstü Millî Müslümanlar Konferansı ile 31 Ekim oy birliğiyle Başmüftü olarak seçilen Dr. Mustafa Hacı Aliş’in mahkeme kaydının yapılmaması ile başlayan kriz yüksek mahkemenin de seçimi usulsüz kabul etmesiyle büyüdü. Eski Başmüftü Nedim Gencev’in yaptığı itiraz üzerine önce Sofya Şehir Mahkemesi’nin 8. Mahkeme Odası Heyeti, Başmüftü seçiminin yanı sıra Yüksek İslam Şurası başkan ve üye seçimi ve bundan önce yapılan tüm şuraların kayıtlarının mahkeme kaydının sicilden silinmesi kararı aldı. Daha sonra bu karar İstinaf Mahkemesi ve en son da 12 Mayıs 2010’da Yüksek İdare Mahkemesi’nce onandı. Dolayısıyla yapılan seçim iptal edilmiş oldu.

Mahkemenin kararının arkasında her ne kadar gerekli tüm belge ve tüzüklerin usulünce ibraz edilmemesi gibi hukuki bazı aksaklıklar varsa da Jivkov döneminde Başmüftü olarak atanan Nedim Gencev’in devrede olması alınan kararın arkasında siyasi bazı niyetlerin bulunduğuna dönük şüphelerin oluşmasına sebep oldu. Nedim Gencev, Kırcaali müftüsü iken Jivkov yönetimi döneminde baş müftülüğe getirilmişti. Yapılan Başmüftülük seçimlerini mahkemeye taşıması ise Bulgaristan’da son dönemde artan yabancı düşmanlığı ve Türklere dönük kimi saldırılarla bağlantılı olarak psikolojik yanı ağır basan ve “1980’ler Bulgaristan’ı” döneminin yeniden canlandığı yönündeki bir endişeyi tetiklemektedir. Bundan başka özellikle Türkler için çok ağır baskıların yaşandığı dönemde verdiği “Müslümanların herhangi bir sorununun olmadığı” yönündeki demeçler nedeniyle Gencev üzerine yapışmış bir “Komünist dönem ajanı” imajının bulunması da kendisine yönelen tepkileri arttırmaktadır. Mahkemenin Gencev’in itirazı ile konferansı geçersiz kabul etmesi ise son dönemde Türklere dönük diğer tüm olumsuz gelişmelerle birleşiyor ve Bulgaristan’da neredeyse 20 yılda bir tekrarlanan Türklerin göçe zorlanması girişiminin yeni bir tezahürü olarak görülüyor. Nitekim 1989’da zirveye ulaşan asimilasyon hareketleri ve zorunlu büyük göçün üzerinden geçen 20 yılın son dönemleri ülkede özelde Türklere genelde ise tüm Bulgaristan azınlıklarına dönük ırkçı saldırı ve açıklamalara sahne olmuştu. Dolayısıyla Başmüftü seçimine mahkeme kanalıyla yapılan müdahaleler –1997, 2000 ve 2005’teki seçimlerinin akıbeti de benzer olmuştu- müftü seçimi serbestîsine müdahale olarak değerlendirildi ve devletin atama usulünü benimsediği ve bir anlamda Komünist dönem baskılarının geri döndüğü imajının oluşmasına neden oldu.

Başmüftü seçiminin bir mahkeme kararı ardından krize dönüşmesi Bulgaristan’daki Türkleri harekete geçirdi. Önce Müslüman din adamlarınca başlayan protestolar, ülkenin dört bir yanında yapılan yürüyüşlere dönüştü. Protestoların bir cephesini Başmüftü seçimine yapılan müdahaleye verilen tepki oluşturuyor. Gerçekte ise bu sadece son nokta idi. Bugün yaşananlar, uzun zamandır Türkleri hedef alan kimi saldırı ve Türk kimliğine yönelik düşmanca açıklamaların ürünü. Bunda gerek 2005 seçimlerinde Bulgaristan parlamentosuna giren ve siyasetini ülkenin azınlıklarından kurtulma üzerine oluşturan ırkçı parti ATAKA’nın gerekse de Temmuz 2009 seçimleri ile iktidara gelen ve ATAKA’nın desteği ile azınlık hükümeti oluşturabilen Avrupalı Gelişimi için Sivil Hareket (GERB) ve onun lideri Başbakan Boyko Borisov’un ciddi rolü bulunuyor. Hak ve Özgürlükler Hareketi, Komünist dönemin sona ererek demokratikleşme sürecinin başlaması ile birlikte Türklerin siyasi alanda kendilerine yer bulması ve parlamentoda haklarını -yetersiz de olsa- savunacak bir güce kavuşmaları anlamına geliyordu. ATAKA’nın direk Türkleri, GERB ve Borisov’un HÖH’ü hedef alan açıklama ve uygulamaları üzerine Başmüftülük gibi Müslüman ve Türk kimliklerinin korunması anlamında gelen bir kuruma yapılan müdahale, aslında yeni bir sürecin başladığı anlamına geliyor. 18 Haziran 2010’dan itibaren ülkenin dört bir yanında başlatılan yürüyüş artık sadece Başmüftülük seçimi krizi olarak adlandırılamaz. Bulgaristan’da yaşananlar bu noktadan sonra Türklerin ırkçılığa karşı koyuşu ve haklarını koruma mücadelesi olarak okunmaktadır.

Gözde KILIÇ YAŞIN

21.Yüzyıl Türkiye Enstitüsü

Kıbrıs ve Balkan Uzmanı

http://www.21yyte.org/tr/yazi6155-Bulgaristanda_Basmuftuluk_Krizi.html


[1] Bulgaristan Başmüftü Vekili Vedat S. Ahmet ile yapılan röportajdan, http://www.beyazhaberler.com/?cat=1140 Aynı röportajda aktarılan bilgilere göre Bulgaristan’da 1156 cami, Cuma namazı kılınmayan 302 mescit ve 51 tekke ve türbe bulunuyor.

[2] Bilal Şimşir, “Bulgaristan Türk Azınlığının Ahdi Durumu”, Türk Kül

‘Berlin Duvarı’na Çarpan Sarkozy ve Bulgaristan’ın Tepkisi

0

19 Mart 2011 günü ABD, Fransa ve İngiltere’nin öncülüğündeki uluslararası askeri koalisyonun, BM Güvenlik Konseyi’nin 1973 sayılı kararına dayanarak Libya’ya yönelik başlattığı hava operasyonu, başta AB olmak üzere, dünya ülkelerini farklı kamplara böldü. Bir kesim Libya’ya yeni yaptırımlar uygulanması konusunu dile getirir ve bu ülkeye insani yardım sağlamaya hazır olduğunu açıklarken, diğer bir kesim Libya’ya askeri operasyonu destekledi.

İsrail “Demir Kubbe”yi İlk Kez Kullandı

0

İsrail tarafından geliştirilen yeni füze savunma sistemi “Demir Kubbe” ilk kez kullanıldı. İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, yeni füze sisteminin Gazze’ye atılan iki roketi başarıyla düşürdüğünü açıkladı.

Birleşmiş Milletlerden Libya’ya Müfettiş

0

Libya’da yaşanan iç savaşta her iki tarafın da insan haklarını ihlal ettiği iddiaları yayılmış durumda. Birleşmiş Milletler artan bu iddiaları araştırmak üzere harekete geçti.

Kosova’da Kriz Sona Erdi

0

Kosova’da günlerdir süren Cumhurbaşkanlığı krizi sona erdi. Kosova Meclisi milletvekilleri tarafından yapılan ilk tur oylamada 80 oy alan Atifete Jahjaga, Kosova’nın bağımsızlık sonrası 3’üncü cumhurbaşkanı oldu.

Sırbistan, Hırvatistan ve Slovenya Ekonomi Paktı imzalandı

0

        Sırbistan Devlet Başkanı Boris Tadiç, Hırvatistan Başbakanı Yadranka Kosor ve Slovenya Başbakanı Borut Pahor ile bir araya geldi.

Kazakistan’da Hükümet İstifa Etti

0

Kazakistan Başbakanı Karim Masimov Bakanlarıyla yaptığı son toplantıda, anayasa gereği hükümetin görevinin sona erdiğini duyurdu.

Portekiz’den Yardım Çağrısı

0

Avrupa’da geçen yıl ekonomik kriz yaşayan Yunanistan ve İrlanda’ın ardından Portekiz yönetimi de yardım için Avrupa Birliği Komisyonu’na başvurdu.

Ortak Demokratik Platform Girişimi

0

Kuşkusuz, Türkiye’de çok bilinen yanlışlardan birisi de Türkiye Cumhuriyeti Anayasaları(Teşkilat-ı Esasiye Kanunu)’nın askerler tarafından yapılmış olduğu olgusudur. Hatta daha ileri bir deyimle bu olgu, geçerli bir fenomen hale getirilmiştir. Yanlıştır. Peki, son günlerde çok yaygın olarak kullanılan bu fenomen sözcüğü ne demektir? Fenomen- yeni Türkçesi “görüngü” demek olan bu kelime tutar mı? Doğrusu ben de bilmiyorum.- somut, duyularla algılanabilir ve denenebilir bir olay ve bir nesnedir. Böyle olmasına karşın, bilinen çevreler tarafından Türk toplumuna dayatılan bu algılama düzeyi külli yanlıştır. Şimdi gelin birlikte Cumhuriyet dönemi anayasa çalışmalarına bir bakalım.