Home Blog Page 53

Dedemin İnsanları (2011)

Çağan Irmak’ın senaryosunu kendi hayat hikayesinden esinlenerek kaleme aldığı ve kendi çocukluğunu anlattığı 2011 yapımı Dedemin İnsanları’nın başlangıç hikâyesi, 1980 Ege’sinde geçmektedir. Dizideki “dede” Mehmet Bey, 1923 yılında zorunlu göç (mübadele) ile Girit’ten Anadolu’ya gelmiş bir adamdır. 1970’li yılların sonlarında başladığını anladığımız bu film, 1990lı yılların ortasında bitmektedir. Film, mübadele dönemi, 1970’lerdeki siyasi hayat, Bulgaristan göçmenleri ve 1980 sonra merkezi yönetimin taşraya olan etkisi ve Yunanistan ile olan gerilimleri, gözaltında kaybolan insanlar gibi noktalara değinerek mübadelenin memleket insanlarında ve hayatlarında nasıl değişimlere yol açtığını, nasıl etkiler bıraktığını anlatmaktadır. 

Mehmet Bey, çok sevilen ve herkes tarafından saygı duyulan bir esnaftır. Film Mehmet Bey’in torununun gözünden anlatım ile ilerlemektedir. Mehmet Bey’in saygıdeğer biri olması ve insanlarla ilişkileri, mahallede bulunan diğer göçmenlerin kendisinin de yaşadığı ayrımcılıkla karşılaşmasını engellemektedir. Hikâyenin anlatıcısı ve aynı zamanda Mehmet Bey’in torunu olan Ozan ise, dedesinin göçtüğü yerden dolayı, okulda ve çevrelerindeki birçok kişi tarafından “gavur” olarak görülmelerini, arkalarından konuşulmasını gururuna yedirememektedir ve “Türk” olduğunu kanıtlamak için göçmen çocuklarla birlikte kavgalara katılmaktadır. Ozan’ın bu kendini kanıtlama çabası çok sevdiği dedesinin köklerinden kopamadığını gördükçe de öfkeye dönüşmektedir. 

– “Orda Türk Tohumu Burada Yunan Gavuru”

Mehmet Bey, Mübadele ile Girit’ten Ege’ye gelen bir göçmendir. Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi, 1923 yılında Lozan Barış Antlaşması’na dayanarak Türkiye ve Yunanistan arasında yapılan zorunlu göçe verilen addır. Lozan antlaşmasının ek protokolüne göre, Türkiye’de bulunan Yunan kökenlilerle, Yunanistan’da bulunan Müslüman azınlık yer değiştirmiştir.

Film genel olarak, Ozan’ın çevrelerindeki kişiler tarafından “gavur” olarak görülmelerini, arkalarından konuşulmasını gururuna yedirememesinden dolayı yaşadığı kendini kanıtlama çabası ve duygusal buhranı işlemektedir. Bu buhran, birçok kez dedesiyle çatışmasına da neden olmuştur. Dedesi ise yaşadığı her yerde dışlanmasını ve aidiyet duygusunu tam olarak yaşayamamasını bu kelimelerle ifade etmiştir:

-“Bazı şeyler unutulmaz işte… Doğduğun yer misal… Azıcık büyüdüğün azıcık hatırladığın yer bile…”

Mehmet Bey Ege’de mutlu bir hayat sürmesine rağmen, köklerine ve mübadele sırasında kaybettiği küçük kardeşine özlemi hala devam etmektedir. Bu özlem, Mehmet Bey’e her denize gidişinde Girit’e içinde not yazılı şişeler yollatmaktadır ve bir gün bu şişelerden birinin bulunacağını ve ona çok özlediği memleketinden, küçüklük evinden haber geleceğini düş etmesine neden olmaktadır. Bürokratik engelleri aşıp, doğduğu yer olan Girit’i iki kere ziyaret etmek istediyse de 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ve 1980 darbesi ona engel olmuştur. Türk siyasal hayatının bu önemli mihenk taşları; Mehmet Bey’in doğduğu toprakları gidip görmesini bir kez daha engelleyen talihsizlikler olarak, olaylarda fazla derine inilmeden karşımıza çıkmaktadır. 1980 darbesi, sadece Mehmet Bey’in memleketini ziyaretini engellemekle kalmamış, belediye başkan yardımcısı olan damadını ve dolayısıyla ailesini de büyük ölçüde etkilemiştir.

-“ama halkın gücünü unutma başkan!

onların da söyleyeceği iki çift lafı vardır belki.

yoktu.

vardıysa da biz duymadık.

bir fısıltı bile.”

Film, Ozan’ın dedesinin memleket özleminin yanı sıra 1980’de gerçekleşen askeri müdahale ile belediyede çalışan babasının yaşadığı zorluklara da yer vermektedir. Askeri müdahale sonrası, Ankara’dan atanan ve bölge hakkında hiçbir bilgisi olmayan Belediye Başkanı ile Ozan’ın babası çatışmakta ve sonrasında baba haksız yere işten çıkarılmaktadır. Atanmış başkana son sözleri ise tüm inancıyla “ama halkın gücünü unutma başkan! onların da söyleyeceği iki çift lafı vardır belki.” olmuştur. Fakat umduğu ve inandığı gibi olmamış, halkın hakkını savunduğu için atılmasına kasaba sakinleri sessiz kalmıştır. Hatta Mehmet Bey’in hak arayışlarının da destek görmemesi Mehmet Bey’i incitmiş ve intiharına giden süreci tetiklemiştir.

Film, Türk Siyasal Hayatındaki olayların Ege’de bir kasabada yaşayan kişiler üzerindeki etkilerini sadece göçmenlik ve askeri darbe ekseninde yansıtmamakta, aynı zamanda kocası öğrenci hareketleri kapsamında gözaltına alınmış ve sonrasında kaybolmuş, senelerdir ondan haber alamayan ve Mehmet Beylerin komşusu olan, ruh sağlığını yitirmiş ressam kadının Ozan ile ilişkisini de konu edinmektedir.

Dedemin İnsanları; Ozan’ın olgunlaşma hikayesi ekseninde, Mehmet Bey’in henüz yedi yaşındayken koparıldığı memleketine özlemini ve Türkiye’nin 1980 öncesi ve sonrası değişen politik yapısını, Türk-Yunan ilişkilerinin geçmişi ve şimdisi hakkında tarihsel olayları doğrudan anlatmamakta ama bize gerçek hayattan kesitler sunmaktadır. Film bu olayların küçük bir kasabada yaşayan insanların hayatlarını ve iç dünyalarını nasıl etkilediğini gözler önüne sermektedir.

İpek Bozbura

Türk Siyasal Hayatı Staj Programı

Balkan Bülteni/3-6 Haziran

0

 

Arnavutluk

Demokratik Parti 25 Nisan Seçimlerini Tanımadığını Açıkladı!

  • Demokratik Parti lideri Lulzim Başa, geçtiğimiz 5 Nisan Cumartesi günü Dıraç bölgesinde gerçekleşen toplantıda yaptığı konuşmada, parti olarak 25 Nisan seçimlerini tanımadıklarını ifade etti.
  • Başa, Parti olarak parlamentoda neden kaybettiklerine ilişkin nedenleri sıralarken en dikkat çeken açıklaması 25 Nisan oylarının elektronik oy kıyımı ile manipüle edildiği ifadesi oldu.
  • DP lideri, Edi Rama ve Sosyalist Parti’ye yönelik eleştirilerini sürdürürken Sosyalistlerin seçim zaferini düzenbazlık olarak nitelendirdi. Demokrasinin zarar görmesine izin vermeyeceklerini dile getiren Başa, ayrıca 25 Nisan seçimlerinin meşru olmadığını belirtti.

Kaynak: Albanian Daily News

Tarih: 06.06.2021

 

Bosna – Hersek / Sırp Cumhuriyeti

Milorad Dodik: Ratko Mladic Bir Asker, Suçlu Değil

  • Srebrenitsa Katliamı’nın kilit isimlerinden biri olan Ratko Mladiç’in, 8 Haziran Salı günü Lahey’deki Ceza Mahkemeleri Mekanizmasının Temyiz Dairesi tarafından ikinci derece kararı açıklanacak.
  • Bunun üzerine açıklama yapan Milorad Dodik, “Mladiç’i bir suçlu olarak ilan etmek istiyorlar ki bu Sırp halkı ve onların başkanı olan benim için kabul edilemez.” ifadelerini kullandı.
  • Ratko Miladiç’in Hırvatistan ve Bosna Hersek Federasyonu’ndaki muadillerinin hiçbir zaman hüküm giymemiş olmasını tamamen haksızlık olarak değerlendiren Dodik, “hiçbir mahkeme kararının onun kahraman olduğu gerçeğini değiştiremez” dedi.

Kaynak: Novosti

Tarih: 05.06.2021

 

Kosova

Kurti ve Vucic Bu Yıl Anlaşma İmzalayabilir

  • ABD Dışişleri Müsteşar Yardımcısı ve ABD’nin Batı Balkanlar Özel Elçisi Matthew Palmer, Kosova Başbakanı Albin Kurti ile Sırbistan Cumhurbaşkanı Vucic’in ilişkileri normale döndürmek amacıyla bu yıl bir anlaşma imzalayabileceklerini söyledi.
  • Palmer, tarafları diyaloga aktif olarak katılmaya ve iki ülke arasındaki bütün sorunları tartışmaya davet etti.
  • Kosova’nın sınır değişikliği ve toprak takası konusunda istişareye hazır olmadığını ve her iki tarafın da Brüksel’de varılan anlaşmalara saygı göstermeleri gerektiğini de belirtti.

Kaynak: Kosova Haber

Tarih: 04.06.2021

 

Dendias Kosova’da!

  • Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias Priştine’yi ziyaret ederek, Kosova siyasi liderleriyle bir araya geldi.
  • Dendias, Yunanistan’ın devam eden diyaloğu desteklediğini söyledi, kalıcı ve nitelikli bir çözüm bulmak için yoğun çaba gösterilmesi çağrısında bulundu.
  • Albin Kurti ise Kosova’nın bağımsızlığının tanınması talebini yineledi ve Kosova vatandaşları için serbest vize uygulamasının önemli olduğunu vurguladı.
  • Cumhurbaşkanı Vjosa Osmani de ticari ve ekonomik işlemlerin yanı sıra turizm ve kültür alanındaki işbirliğini artırma konusunda da görüştüklerini ifade etti.

Kaynak: Ibna

Tarih: 05.06.2021

 

Sırbistan

Sırbistan ve Macaristan İki Muhtıra İmzaladı

  • 4 Haziran’da Sırbistan Ticaret, Turizm ve Telekomünikasyon Bakanlığı, Ekonomi Bakanı Angelka Atanaskoviç ve Macaristan Dışişleri ve Ticaret Bakanı Peter Siarto başkanlığında Sırbistan ve Macaristan arasındaki ekonomik iş birliğine ilişkin ortak komisyonun onbirinci oturumunu düzenledi.
  • Ortak komisyon toplantısının ardından Angelka Atanaskoviç ve Peter Siarto 11. toplantının tutanaklarını imzalarken, Avrupa Entegrasyon Bakanı Jadranka Joksimovic ve Peter Siarto Sırbistan ve Macaristan hükümetleri arasında iki ülke arasındaki iş birliğini derinleştirmek için bir mutabakat zaptı imzaladılar.
  • Ayrıca Sırbistan Enerji Endüstrisi ile Macaristan Elektrik Şirketi arasında Mutabakat Zaptı imzalandı.
  • Siyarto, Avrupa Birliği’nin Sırbistan’a ihtiyacı olduğunu vurguladı. Ona göre Macaristan, AB bu yönde somut önlemler alana kadar Sırbistan’ın Avrupa entegrasyonunu destekleyecek.

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 05.06.2021

 

Sırbistan Parlamentosu Anayasa Değişikliğini Görüşecek

  • 6 Mart’ta Sırbistan Parlamentosu, Sırbistan Başbakanı Anna Brnabiç’in toplantıda milletvekillerine sunacağı Sırp Anayasası’nda değişiklik önerisini değerlendirecek.
  • Meclis Başkanı Ivica Daciç 5 Haziran’da düzenlediği basın toplantısında, Cumhurbaşkanı’nın tüm girişimlerinin, yani Belgrad’da parlamento, cumhurbaşkanlığı ve şehir seçimlerinin aynı anda yapılması halinde, bu durumda bu anayasa referandumunun parlamentonun feshedilmesinden önce gerçekleşmesi gerektiğini söyledi.
  • Daciç, “Çünkü bu meclis toplantısı yeni anayasa değişikliklerini duyurmalıdır.” dedi. Bu durumda sonbaharda referandum yapmaya değer olduğunu söylüyor.

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 06.06.2021

 

Yunanistan

Yunanistan Dışişleri Bakan Yardımcısı Varvitsiotis, Rusya Büyükelçisi ile Görüştü

  • Yunanistan Dışişleri Bakan Yardımcısı Miltiadis Varvitsiotis ve Rusya Büyükelçisi Andrei Maslov arasında 2 Haziran Çarşamba günü Moskova’da 13. Yunan-Rusya Bakanlar Arası Karma Komite’nin toplanması gereği vurgulandı.
  • Oldukça samimi bir ortamda gerçekleşen görüşmede, Başbakan Kyriakos Mitsotakis’in Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile görüşeceği Rusya’ya yapmayı planladığı ziyaretin hazırlıklarına ilişkin görüş alışverişinde bulunuldu. Aynı zamanda, ekonomik konular ve Yunanistan’daki Rus yatırımlarının beklentileri tartışıldı. Varvitsiotis, Yunanistan ve Rusya arasındaki düzenli hava bağlantılarının yeniden kurulması konusunu gündeme getirerek, iki ülkenin seyahat acentelerinin büyük ilgisini vurguladı.

Kaynak : Greek City Times

Tarih : 3.06.2021

 

Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias ile Kosova Cumhurbaşkanı Osmani-Sadriu Arasındaki Görüşmeye Batı Balkanlar’daki İş Birliği ve Gelişmeler Damgasını Vurdu

  • Cuma günü Priştine’ye yaptığı ziyarette Dışişleri Bakanı Nikos Dendias, Kosova Cumhurbaşkanı Vjosa Osmani-Sadriu tarafından kabul edildi.Dışişleri bakanlığının Twitter’dan yaptığı açıklamaya göre, iki taraf arasındaki iş birliği ve Batı Balkanlar’daki gelişmeler hakkında yapıcı bir görüşme yaptılar.
  • Görüşmelerde Belgrad-Priştine diyaloğu ve Batı Balkanlar’ın Avrupa perspektifi ele alındı. Dışişleri Bakan Yardımcısı Kostas Fragogiannis’in eşlik ettiği Dendias’ın daha sonra Cumhurbaşkanı Vjosa Osmani-Sadriu, Başbakan Albin Kurti ve Meclis Başkanı Glauk Konjufca ile görüşmesi bekleniyor. Son olarak Dendias, orada uluslararası örgütlerde görev yapan Yunan yetkililerle görüşecek.

Kaynak : Atina Makedon Haber Ajansı

Tarih : 04.06.2021

 

ABD Güvenlik Danışmanı Yunan Mevkidaşı ile Görüştü

  • ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, iki ülke arasındaki derinleşen ilişkileri görüşmek üzere 4 Haziran Cuma günü Yunan mevkidaşı Thanos Dokos ile görüştü.
  • Doğu Akdeniz’de istikrarın önemini tartıştılar. Bay Sullivan, Yunanistan ve Türkiye arasındaki diyaloğun yeniden başlamasını memnuniyetle karşıladı ve ABD’nin Kıbrıs’ı iki bölgeli, iki toplumlu bir federasyon olarak yeniden birleştirme çabalarına ABD’nin desteğini sürdürme sözü verdi.

Kaynak: 05.06.2021

Tarih : Ekathimerini

 

Dış Aktörler

ABD, 3 Bulgaristan Vatandaşını ve 64 Şirketi Kara Listeye Aldı

  • ABD’den, yolsuzlukla mücadele kapsamında yeni yaptırımlar geldi. ABD Hazine Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada, ABD’nin 64 şirketi ve aralarında bir oligarşi yöneticisinin (oligark) de yer aldığı 3 Bulgaristan vatandaşını, yolsuzluk nedeniyle kara listeye aldığı kaydedildi.
  • Kararın, yolsuzluğa karşı bugüne kadarki en büyük eylem olduğunu belirten Bakanlık, 64 yaşındaki iş insanı ve oligark Vassil Krumov Bozhkov’u Rus liderlerin Bulgaristan hükümetini etkilemek için bir kanal oluşturmayı planlamakla suçlayarak yaptırım uyguladığını ifade etti.
  • Diğer yaptırım uygulanan kişilerin ise, Bulgaristan Parlamentosunun eski üyesi Delyan Peevski ve Ilko Dimitrov Zhelyazkov olduğunu belirten Bakanlık, yaptırım uygulanan bu 3 kişinin sahip olduğu veya yönettiği 64 şirkete de yaptırım uygulandığını kaydetti.
  • Yaptırımlar kapsamında kara listeye alınan kişilerin ve şirketlerin, ABD finansal sistemine erişmesini engellendiği ve ABD varlıklarının dondurulduğu belirtildi.

Tarih: 03.06.2021

Kaynak: Time Balkan

 

AB Yunanistan’dan Türkiye Sınırındaki ‘Ses Topu’ Hakkında Bilgi İstedi

  • Avrupa Birliği Komisyonu, Yunanistan’ın göçmenlerin geçişlerini engellemek için Türkiye sınırına çok yüksek ses çıkaran “ses topu” yerleştirmesinden “endişeli” olduğu ve Atina’dan konu hakkında bilgi istediği bildirildi.
  • Avrupa Birliği (AB) Komisyonu sözcülerinden Adelbert Jahnz, günlük basın toplantısında Yunanistan’ın göçmenlerin geçişlerini engellemek için Türkiye sınırına çok yüksek ses çıkaran “ses topu” yerleştirmesine ilişkin soruyu yanıtlarken, AB’nin dış sınırlarındaki altyapıdan üye ülkelerin sorumlu olduğunu hatırlattı.
  • Sınırlarda alınacak tüm tedbirlerin orantılı olması, temel haklara ve iltica hukukuna saygı göstermesi gerektiğini vurgulayan Jahnz, şunları dile getirdi: “AB Komisyonu, ses topu adı verilen ekipmanın kullanıldığına yönelik haberlerden endişe duymaktadır. Görünüşe göre bu ekipman sınır geçişlerini caydırmak için kullanılıyor. AB Komisyonu, Yunanistan makamlarıyla irtibat halindedir. Kendilerinden bu konuda bilgi istedik.”
  • Türkiye-Yunanistan sınırında göçmenlerin geçişini engellemek için “dijital bariyer” kurulduğu bildirilmişti. AB’nin sağladığı 3,7 milyar dolarla 200 kilometrelik sınırdan Avrupa’ya yasal olmayan yollardan geçişleri engellemek için son aylarda kurulan sistemin test edildiği belirtilmişti.

Tarih: 03.06.2021

Kaynak: Time Balkan

 

AB, Türkiye ve Batı Balkanlar için 14,2 Milyar Avro Ayırdı

  • Avrupa Birliği, Türkiye ve Batı Balkanlar’daki aday ülkelere toplam 14 milyar 162 milyon Avro reform yardımı yapacak.
  • AB Konseyi ile Avrupa Parlamentosu (AP), bugün Batı Balkan ülkeleri ve Türkiye’ye 7 senelik dönem için mali destek sağlanmasına karar verdi. 2021 ile 2027 yılları arasında Karadağ, Sırbistan, Kosova, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Kuzey Makedonya, Sırbistan ve Türkiye gibi ülkelere reform yardımı sağlanacak.
  • Söz edilen reform siyasi, adli, sosyo-ekonomik, kurumsal ve idari anlamdaki reformları kapsıyor. Katılım Öncesi Yardım Aracı’nın 2021-2027 yıllarını kapsayan üçüncü dönemi (IPA III) için toplam bütçe ise 14 milyar 162 milyar Avro olarak belirlendi.
  • IPA III’ün sonbaharın başlarında kabul edilip imzalanması bekleniyor.

Tarih: 03.06.2021

Kaynak: Balkan News

 

Von der Leyen: “Batı Balkanların Geleceği AB’de”

  • Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, Slovenya’nın yaklaşmakta olan AB Dönem Başkanlığı çerçevesinde Slovenya Cumhurbaşkanı Borut Pahor ile bir araya geldi.
  • Görüşme sonrası Twitter hesabından yaptığı açıklamada Von der Leyen: “Batı Balkanlar’ın geleceğinin Avrupa Birliği’nde olduğu konusunda hemfikiriz ve bu konuda ilerleme kaydetmek istiyoruz” ifadelerini kullandı.
  • Slovenya başkanlığının pandemi ve AB ekonomisine verilen ağır darbe sonrasında AB’nin toparlanması ve dayanıklılığı konusundaki çalışmalarda önemli bir rol oynayacağını söyleyen Von der Leyen, “Şimdi toparlanma, yatırım ve reform zamanı” dedi. Ayrıca Pahor’a AB içinde birliğe olan bağlılığı ve birliğin geleceğiyle ilgili müzakerelere olan bağlılığı için teşekkür etti.

Kaynak: B92

Tarih: 04.06.2021

 

KFOR, Gerekli Olduğu Sürece Kosova’da Kalmaya Devam Edecek

  • NATO Kamu Diplomasisinden Sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı Baiba Braje 4 Haziran’da yaptığı açıklamada, KFOR misyonunun Kosova’da kalacağını ve Kosova’daki tüm topluluklar için güvenli ve emniyetli bir ortam ve hareket özgürlüğü sağlamak için BM Güvenlik Konseyi 1244 sayılı kararının hükümlerine uygun olarak hareket edeceğini söyledi.
  • Braje, NATO’nun AB himayesinde Belgrad ile Priştine arasındaki diyaloğu ve ilişkilerin normalleşmesini tam olarak desteklediğini belirterek, Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vuciç’in diyaloğa olan bağlılığını yinelediğini de sözlerine ekledi.
  • NATO’nun Batı Balkanlar’da her zaman barış ve istikrara bağlı olduğunu sözlerine ekledi ve Batı Balkanlar’da barış ve güvenlik olmadan Avrupa-Atlantik bölgesinde hiçbir barış ve güvenlik vizyonunun var olamayacağını söyledi.

Kaynak: N1

Tarih: 04.06.2021

 

Palmer: “Kurti ve Vucic bu yıl Kosova-Sırbistan anlaşmasını imzalayabilir”

  • AB’nin Kosova-Sırbistan Diyaloğu Özel Temsilcisi Miroslav Lajcak ile Priştine’ye yaptığı ziyaretin ardından Belgrad’da kalan ABD’nin Batı Balkanlar Özel Elçisi Matthew Palmer, Kosova Başbakanı Albin Kurti ile Sırbistan Cumhurbaşkanı Vucic’in iki ülke arasındaki ilişkileri normale döndürmek için bu yıl bir anlaşma imzalayabileceklerini söyledi.
  • Palmer, açıklamasında, “ABD müzakerelere dahil değil ama biz sürecin aktörleri ve ortağıyız. AB Özel Temsilcisi Miroslav Lajcak ile yakın bir şekilde çalışıyorum ve ikimiz de çalışmaları gereken alanları belirlemelerine yardımcı olmak için Belgrad ve Priştine ile yakın çalışıyoruz” ifadelerini kullandı.
  • Diyaloğun amacının ilişkilerin tamamen normalleşmesi olduğunu vurgulayan Palmer, sözlerini “Batı Balkanlar için vizyonumuz, istikrarlı, barışçıl, müreffeh bir bölge ve AB ve Avrupa-Atlantik Birliği’ne tam olarak entegre olmasıdır. Karşılıklı tanımayı, Sırbistan ile Kosova ilişkilerinde bir son söz olarak görüyoruz. Ancak zaman alacak ve zor bir iş olacak” şeklinde noktaladı.

Kaynak: Independent Balkan News Agency

Tarih: 04.06.2021

 

 

 

TUİÇ Balkan Stajyerleri: Elifnur Ayhan, Melisa Agoviç, Dilek Keçeci, Ece Sumru Güvemli, Hilal Yel, İleyna Savuk, Rümeysa Güner, Şamil Orhan, Didem Şimşek, Aybüke Koçak ve Hatice Deniz Hızal

 

Deniz Hakimiyet Teorisi ve Çin Halk Cumhuriyeti

Giriş

Geçmişten günümüze kadar bütün devletler uluslararası ortamda başat konuma gelmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Başat ülke olup kendi uluslar çıkarlarının tüm dünya devletlerini yaptırmayı, bütün devletleri kendi hegemonyaları altına almak istemişler ve bunun için de birçok strateji üretmişlerdir. Bu stratejiler temel olarak askeri, siyasi, sosyal ve kültüreldir. Bu stratejilerin gerçekleşmesi ve uluslararası konjonktüre egemen olmaları için ilk olarak kendi coğrafi konumlarının en iyi derecede kullanmaları gerekmektedir. Bu coğrafi sınırların en iyi şekilde kullanılması, dış politikanın coğrafyaya dayalı sergilenmesi ya da diğer bir tanıma göre coğrafyanın yön verdiği dış politikaya “jeopolitik” konum adı verilir (Kocakenar, 2015: 1). Jeopolitik konumun bulunduğu özellikler nedeniyle tüm devletler için ortak bir tanımı bulunmamaktadır. Ülkelerin temel amacı jeopolitik konumlarının en iyi avantajla kullanılması ve bunun da dış politikada bir araç olarak kullanılmasıdır. Bunun yanında ülkelerin jeopolitik ile gelen güvenlik sorunları vardır. Bu güvenlik sorunları da ülkenin jeopolitik konumuyla yakından alakalıdır. Eğer ülkenin hem kara hem deniz sınırları var ise ülke kendini hem karadan hem de denizden gelebilecek tehditlere karşı korumak zorundadır. Bunun yanında dünya üzerinde devlet sınırları; kıta devletleri (Coğrafi toprak bütünlüğünü sağlayan devletlerdir), ada devletleri (Bu ülkeler adalar veya takımadaları üzerine kurulmuştur. Savunma bakımından özel bir konuma sahiplerdir. Konumları gereği zorunlu olarak denizcilik alanında ilerleme göstermektedirler), kenar devletleri (Bu ülkeler hem kara hem de denize komşudurlar. Burada önemli olan deniz uzunluklarının karadan daha uzun olmasıdır. Böylelikle daha az komşuya sahiptirler) ve son olarak kıta içi devletleri (Bu ülkelerin denize çıkışları ya hiç yoktur ya da çok azdır. Bu durumda deniz güvenlikleri yok denebilecek kadar azdır. Ülke sınırları içinde birden çok komşuya sahiptirler. Bu durumda doğal olarak her an kendilerini savunma ihtiyacı çekmelerine neden olmuştur. Ayrıca işgal edilmenin yanında komşuları ile sınır anlaşmazlıkları görülme ihtimali diğer devlet sınıflandırmalarından daha çoktur) şeklinde sınıflandırılmıştır. Bu sınırlar da ülkelerin bulunduğu konumlar ve sahip oldukları coğrafi özellikler göz önüne alınarak yapılmıştır. Bu durumda bağımsız ve sorunsuz bir dış politika için en iyi seçenek kendileri konumlarını en iyi değerlendirmekten geçmektedir (Yılmaz, 2004: 2).

1. Jeopolitik Kavramı

Jeopolitik kavram ülkelerin varlıklarından beri önemlidir. Ülkeler bulundukları konum itibari ile gelişmişlerdir. Bu duruma M.Ö. 4.yüzyılda yaşamış olan Heredot’un (M.Ö. 485-425) “Mısır, Nil’in hediyesidir.” (Kocakenar, 2015: 2) örnek gösterebiliriz. Bir başka örnek ise Aristo’un (M.Ö. 384-322) kendi yarattığı devlet modeli gösterilebilir. Bu devlet modeline göre nüfus ile toprağın nitelikleri esas alınmıştır. Nüfusun ihtiyacı, ordunun ve deniz gücünün kuruluşları, devletin sınırlarını ve diğer coğrafi etmeleri inceleyerek devletin yapılanmasında fiziki çevrenin ve iklimin belirleyici olduğu görüşünü savunmuştur (Kocakenar, 2015: 2) . Bu iki örnekte görüldüğü üzere devletlerin doğdukları topraklar daha onlar gelişmeden ya da diğer devletleri ile ilişkiye girmeden gerek iç politikalarını gerekse dış politikalarını belirlemektedirler. F. Ratzel, “Siyasi Coğrafya” adlı eserinde bu konunun üzerinde durmuştur. Ratzel’e göre; siyasi olayların incelenmesinde mekan, mevki ve mekan duygusu gibi üç faktör ön plana çıkmaktadır. Bu faktörler birbirleriyle yakından ilişki içindedirler. Mekan faktörüne baktığımız zaman iklim, bitki örtüsü, genişlik gibi fiziki faktörleri içerir. Mevki ise mekanın dünya üzerindeki yerini gösterir. Ratzel’ın görüşüne göre dış politika şekillenmelerinde mevki ve mekan birlikte ele alınması gerekmektedir. Aksi takdirde başarılı bir dış politika sergilenemez. Bu görüş bir bakıma İbni Haldun’un dediği gibi “coğrafya kaderdir” sözlerinin başka bir yansımasıdır. Devletleri bu kaderlerin kendi lehine çevirmek için ellerinden gelenin en iyisi yapmaya çalışmaktadır. Yaptıkları çalışmalar ise kendi jeopolitik unsurlarını göz önüne alarak belirlemektedirler.

2. Jeopolitik Unsurlar

Jeopolitiğin özünü coğrafya oluşturmaktadır. Buna bağlı olarak ise jeopolitiği oluşturan unsurlar; değişmeyen unsurlar, değişen unsurlar ve zaman olarak üç ayrı kategoriyi oluşturmaktadır. Değişmeyen unsurlara baktığımızda; devletlerin ve bölgelerin dünya üzerindeki fiziki konumları ve sınırları, devletlerin fiziki sınırlarından kaynaklı yapıları. Bunlar; kıta, ada, kıta içi devleti ve kenar devleti olmanın yanında bunlara benzer özelliklerini coğrafi karakterleridir. Devletlerin coğrafi, saha ve fiziki bakımından arazi yapılarıdır. Bu özellikler devletlerden önce de vardır ve olmaya da devam edeceklerdir. Değişen unsurlara baktığımızda; devletlerin nüfus yapıları, nüfus nitelikleri, demografik yapıları gibi sosyo-kültürel özellikleri, devletlerin ekonomik değerlerini belirleyen doğal kaynakları, emekleri, sermaye ve yönetim gibi, devletlerin politik unsurları, siyasi rejimi, ittifakları ve benzeri yönetim şekilleridir. Son özellik ise askeri boyutlarıdır (kara, deniz, hava gibi). Jeopolitiğin değişen unsurları zaman için önemli tehlikelerden ve tehditlerden geçmektedirler (Yılmaz, 2004: 4). Bu tehlike ve tehditler bir fırsat olabileceği gibi önemli bir kırılma noktası da yaratabilirler. Devletin dış politikasının nispi özelliği de burada yatmaktadır. Jeopolitiğin tüm unsurları dış politikaya araç olarak kullanılmaktadır.

3. Klasik Jeopolitik Teoriler

Jeopolitik anlamda olayları açıklamak için geçmişten günümüze kadar teoriler oluşturulmaya çalışılmıştır. Başat ülke konumuna gelmek isteyen devletlerin nihai eylemlerini, amaçlarını ve nasıl bir yol izleyeceklerini ön görmek için bu teoriler devletlerin yol kılavuzluğunu yapmaktadırlar. Bu teoriler iki grupta toplanmışlardır. Buna göre; kuvvete dayalı teoriler Deniz hakimiyet ve Hava Hakimiyet teorileridir. Bu iki teorinin ana noktası askeri stratejileri temel alan ve askeri stratejinin cevap alacağı noktalardan oluşur. Coğrafi verilere dayalı teoriler ise Kara Hakimiyet ve Kenar Kuşak teorileridir (İşcan, 2004: 59-60).

3.1. Coğrafi Verilere Dayalı Teoriler

3.1.1. Kara Hakimiyet Teorisi

İlk jeopolitik teori olarak bilinir. İngiliz Halford J. Mackinder tarafından ortaya çıkarılmıştır. Mackinder görüşlerini Tarihin Coğrafya Mihveri (The Geographical Pivot of History -1904) adlı eserinde açıklamıştır. Mackinder; devletlerin gücünü kara ve deniz gücü olarak sınıflandırmıştır. Zaman içinde iki gücünde birbirini dengeleyebileceğini fakat oluşturulacak olan yeni uluslararası küresel sistem içinde kara gücünün galip geleceğini ön görüşmüştür. Kara gücü olarak ise lider konumda olan merkez çevreyi ise “Avrasya’nın iç bölgesi” olarak görmüştür. Avrasya’nın iç bölgesine daha sonra “Heartland (Kalpgah)” adını vermiştir (İşcan, 2004: 60). Mackinder göre “Doğu Avrupa’yı ele geçiren Hearyland’a (ana karaya) hakim olur, Heartland’ı ele geçiren Dünya Adasına (Avrasya) hakim olur, Dünya Adasını ele geçiren Dünya’ya hakim olur demektedir” (Yılmaz, 2004: 9). Nitekim günümüzde hala Avrasya bölgesini önemi korumaktadır. Bunu Çin Halk Cumhuriyeti’nin faaliyetlerinde görmekteyiz. Çin’in Avrasya’ya çıkış kapısı olan Sincan Uygur Özerk Bölgesi (Doğu Türkistan) sorunları bu duruma örnektir ve Çin bu sorunları iç sorunu olarak görmekte dışarıdan hiçbir şekilde müdahale istememektedir.

3.1.2. Kenar Kuşak Teorisi

Yale Üniversite’sinden Nicholas Spykman (1893-1943) yaptığı dünya coğrafya teorisinde “Kenar Kuşak Teorisi (Rimland)’ni” ortaya koymuştur. Spykman yaptığı değerlendirmede Mackinder’ın ortaya koyduğu Kara Hakimiyet Teorisine (heartland) önemli bir alternatif ortaya çıkarmıştır. Spykman’a göre dünyanın kuzey yarım küresinde kalan devletler geçmişten günümüze dünya siyaseti daha etkili olmuşlardır. Bu görüşüyle beraber Mackinder’in görüşünü eski ve günün şartlarına uygun bulmamakla eleştirmiştir. Spykman’a göre; iklim şartları, tarımsal ürün faaliyetleri, üretim gücü, enerji rezerv kaynaklarının dağılımı ile kuzey, doğu, güney ve güneybatı kesimlerindeki coğrafi etmenler Mackinder’in teorisini önemli ölçüde zayıflatacaktır (Yılmaz, 2004: 10).

3.2. Kuvvete Dayalı Teoriler

3.2.1. Hava Hakimiyet Teorisi

Bu teorinin kurucusu Alexander P. De Seversky (1894-1974)’indir. Aynı zamanda Seversky ABD’de Cumhuriyet Havacılık Şirketi’ni kurmuştur. Seversky görüşünü ilk olarak 1942 yılında yayınladığı “Hava Gücü Aracılığıyla Zafer (Victory Through Air Power)” adlı kitabında görmekteyiz. Bu kitapta savaş sırasında yeniden gözlemlediği deniz gücünün çöküşünü açıklamıştır. Seversky göre; zafer için gerekli olanın hava üstünlüğü olması gerektiğidir. 1950 yılında yayınladığı “Hayatta Kalmanın Anahtarı: Hava Gücü (Air Power: Key to Survival)” adlı kitabında ise kara ve deniz gücünün hava gücüne bağlı olduğunu önemli bir şekilde vurgulamıştır (Kocakenar, 12). Bu duruma ise Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını örnek göstermiştir. Hatta İkinci Dünya Savaşında Mihver Devletlerinin yenilmesini hava güçlerinin yetersiz olduğuna bağlamıştır.

3.2.2. Deniz Hakimiyet Teorisi

Bu teorinin kurucusu “Denizlerin Clausewitz’i” olarak bilinen Thayer Mahan (1840-1914)’dir. Askeri bir geçmişe sahip olan Mahan, gözlemlerini o döneminin küresel güçleri olan İngiliz ve Fransız güçlerinin denizdeki rekabetinden almaktadır. Dönemin iki süper gücü sömürgecilik yarışında en önemli olanın deniz gücü olduğunu anlamışlar ve denizlerde rekabet etmeye başlamışlardır. Hiç kuskusuz denizlerde egemenliği sağlayan sömürgecilik yarışından diğerinden önde olacaktır. Mahan gözlemlediği bu rekabetle birlikte sömürgecilik ile deniz gücü arasındaki bağlantıyı fark etmiştir. Onun bu gözlemleri modern savaş döneminde denizciliği merkeze konulmasının önünü açmıştır. Mahan’ın başarısı bu görüşlerinden gelmektedir. Ayrıca Mahan 1890 yılında yazdığı Deniz Gücünün Tarihe Etkisi, 1660-1783 (The Influence of Sea Power Upon History, 1660-1783) makalesinde de Deniz Hakimiyet Teorisi’nin esaslarını ortaya koymuştur (Yılmaz, 2004: 6). Mahan’a göre ise:

  • Denizler karalara göre çok daha iyi hareket alanı ve ulaşımı sağlanabiliyordu.
  • Denizcilik alanı dünya doğal kaynakları bakımından daha büyük bir bölümü ile irtibatlıdır. (Mahan’ın bu görüşüne ek olarak denizlerdeki enerji taşımacılığının yani sıra; denizlerin büyük bir bölümündeki enerji rezervlerinin halen keşfedilmemesi, önemli boru hatlarının denizlerden geçmesi, kritik altyapıya sahip olan internetin denizler sayesinde tüm dünyayı dolaşması, enerji nakil sahasının deniz olması, enerji güvenliğini yine deniz alanından sağlanması günümüzden birkaç örnek gösterilebilir. Bu örneklerin ispat niteliğinde olması ise Doğu Akdeniz bölgesidir. Doğu Akdeniz bölgesi kıyıdaş olsun olmasın tüm dünyanın çekim merkezi haline gelmiş olmasıdır.)
  • Denizcilik gücü ile birlikte önemli su yolu ve ticaret merkezlerine; Süveyş Kanalı, Cebelitarık, Seylan, Singapur, Babülmendep Boğazı, Türk Boğazları, Seylan Kanalı, Tayvan Kanalı, Kore Kanalı, Hürmüz Boğazı, Florida Boğazı ve Yukaton Boğazı gibi kritik noktaları hakim olarak dünya ticaretine egemen olunabilir.
  • Denizlere hakim olan tüm dünyaya hakim olur.
  • Kara sınırları güvende olmayan hiçbir devlet, nispeten güçlü bir ada devleti ile deniz üstünlüğü için rekabetinde başarılı olamaz (Kocakenar, 2015: 6-7).

Bunların yanında bir ada devletini savunmak kara devletini savunmaktan çok daha kolaydır. Kara devletine nereden, hangi bölgeden tehdit geleceğe öngörülemez fakat ada devletine tahdit noktaları daha kolay hesaplanabilir. Mahan, kitaplarında deniz hakimiyeti için altı unsur belirlemiştir. Bu unsurlar; coğrafi konum, fiziki yapı, toprakların genişliği, nüfus sayısı, milli karakter, hükümetin karakteri ve politikasıdır (Kocakenar, 2015: 7). Mahan bu unsurlardan en çok ise milli karakteri önemsemiştir. Mahan’a göre; bir ülke coğrafi sınırları ne kadar deniz gücü avantajı için olursa olsun, devleti oluşturan bireyler denizci bir karaktere sahip değillerse ya da deniz bireylerin ilgisini çekmiyor ise coğrafyanın bir önemi yoktur. Coğrafya bir avantaj sağlar fakat bu avantajı kullanmak bireylerin elindedir. Mahan’ın oluşturduğu teorinin önemini geçmişten yaşadığımız güne kadar görmekteyiz. Uluslararası ilişkilere baktığımız da her başat ülke denizcilik alanında başarılara sahip olmuştur. Yine denizlerdeki yenilgi savaşların yönünü değiştirmiştir. Nazilerin İngiltere’yi ele geçirememesinin başlıca nedeniz deniz sektörüdür. Orta Doğu’ya baktığımızda ise büyük petrol krizlerin yaşanması (Süveyş’in millileştirilmesi), Irak-İran savaşı, Rusların sıcak denizlere inme politikası bu teorinin önemine ilişkin örneklerden birkaçıdır.

Günümüzde hızlı yükselen ve giderek başat ülke konumuna geçmek isteyen, ABD’nin rakibi olan Çin’e baktığımızda bu teorinin günümüzde hala geçerliliğini sürdürdüğünü görmekteyiz.

Deniz Hakimiyet Teorisi ve Çin

Çin son yıllarda küresel güç olma yolunda adımlarını siyasi, ekonomik, bilimsel her türlü yoldan atmaktadır. Bu yollar arasında ise en günceli 2020 yılı sonu itibari ile Çin donanmasının en güçlü ülke olan ABD donanmasını geçmesidir (Sözcü, 2021). Çin’in deniz kuvvetlerine olan ilk adımı “modernizasyon” çalışmaları ile başlamıştır. Daha sonra bu çalışmalar “büyüme” adını almışlar ve nihai sonuç olarak Çin donanmasının son yirmi yılında beklenilen rakamdan fazla olarak gücünü üç kat arttırarak 360 savaş gemisi ile birinci sıraya yükselmiştir (Erkan, 2021). Bu sıçramayla birlikte denizlerde birinci sırada olan ABD donanması ikinci sıraya düşmüştür. ABD donamasının elinde bulunan 297 savaş gemisi vardır (CNNTURK, 2021). Çin donanması ABD dahil bütün ülkeler için tehdit oluşturmaktadır. ABD donanması dahi savaş gemisi inşa programlarında Çin’i baz alarak yeniden yapılandırmaktadırlar (Erkan, 2021). Buna örnek LCS (Littoral Combat Ship) projeleridir (Kıyıya yakın ortamlarda çalışmak için hazırlanan platform, sessiz denizatlarını, mayınları, hızlı su üstü araçları gibi asimetrik tehditlere karşı inşa edildi.) Çin donanmasına yakından baktığımızda ise konvansiyonel nükleer denizaltılarının halen eskiden kalma 2100 tonluk TİP 35 denizaltısında 16 tanesinin hizmet verdiği görmekteyiz. Çin donanmasındaki en ilginç gemilerden birisi Tip 22 Houbei füze gemisidir. Bu 220 tonluk 42 metrelik alüminyum malzemeden imal katamaran tipi teknelerden 8 yıl içinde 83 adet üretildi. Ayrıca bu gemilerin amacı kendi bölgelerini savunmaktır. Korvet gemilerine baktığımızda ise savaşmanın yanı sıra; devriye ve karakol görevleri görmektedirler. Çin’in ilk özgün firkateynine baktığımızda 8 gemi savar füzesi, kısa menzilli hava savunma füzesi ve torpidolara artırıcılarına sahip olduğunu görmekteyiz. Buna ek olarak ise helikopter pisti bulunmaktadır (Erkan, 2021). Askeri olarak Çin hala ana karadaki üstlerine dayanak noktası olması üzerine stratejiler yürütmektedir. Bu askeri yapılanmaya ek olarak ise Çin’in denizlerde ekonomisini ve etki alanını güçlendirmek için “Bir Kuşak Bir Yol” politikası, konteyner krizi diğer faaliyetleridir. Bir Kuşak Bir Yol projesi hakkında Clingendael Hollanda Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Çin Uzmanı Frans-Paul van der Putten’e göre; “Deniz İpek Yolu, deniz ticaret modellerinin coğrafyasını değiştiriyor ve gelişmekte olan birçok ülkenin küresel ticaret sistemine entegrasyonunu artırabilir. Bu yol, küresel ticaret hacmini artıracaktır. Bu süreçte pek çok ülkenin Çin’e ekonomik olarak daha bağımlı hale gelmesi muhtemel” (AA, 2018). Şeklinde görüş bildirmiştir. Mahan’ın belirttiği üzere denizlere hakim olan dünyaya hakim olur düşüncesiyle Çin’in bu politikalarını adlandırmak gayet doğaldır.

Sonuç

Geçmişten günümüze ülkelerin coğrafi konumları, jeopolitik konumları onların dış politikalarını şekillendirmektedir. Bu politikalar ise birçok politika ile açıklanmaya çalışılmıştır. Günümüzdeki küresel güç olma yolundaki potansiyel gücü olan Çin’e de bu çalışmada bakılmaya çalışılmış ve son güncel durumdaki deniz hakimiyet alanı incelenmek istenmiştir.

Gaye Bozkurt

TUİÇ Akademi Asya Birimi

Kaynakça

AA. (2018). Çin’in Küresel Ticarette Deniz Hamlesi, https://www.aa.com.tr/tr/dunya/cinin-kuresel-ticarette-deniz-hamlesi/1093903 (Erişim Tarihi: 27 Nisan 2021).

CNN TURK. (2021). Dünya’nın En Büyük Donanması Artık Çin’e Ait, https://www.cnnturk.com/video/dunya/dunyanin-en-buyuk-donanmasi-artik-cine-ait, (Erişim Tarihi: 27 Nisan 2021).

Defence Turk. (2019). Çin Halk Kurtuluş Ordusu Deniz Kuvvetlerine Bakış, https://www.defenceturk.net/cin-halk-kurtulus-ordusu-deniz-kuvvetlerine-bakis, (Erişim Tarihi: 27 Nisan 2021).

Sözcü. (2021). Çin Donanması ABD’yi Geçti, https://www.sozcu.com.tr/2021/dunya/cin-donanmasi-abdyi-gecti-6299118/, (Erişim Tarihi: 27 Nisan 2021).

Kocakenar, M. (2015). Amerikan Dış Politikasında Jeopolitik Teoriler ve Pratikler. TASAM. Erişim Adresi: https://tasam.org/tr-TR/Icerik/19571/amerikan_dis_politikasinda_jeopolitik_teoriler_ve_pratikler (Erişim Tarihi: 27 Nisan 2021).

Yılmaz, S. (2004). Jeopolitik ve Jeostrateji. 1-29.

İşcan, İ. H. (2004). Uluslararası İlişkilerde Klasik Jeopolitik Teoriler ve Çağdaş Yansımaları, Uluslararası İlişkiler Dergisi, 1(2) 47-79.

deniz hakimiyet teorisi deniz hakimiyet teorisi deniz hakimiyet teorisi deniz hakimiyet teorisi deniz hakimiyet teorisi deniz hakimiyet teorisi deniz hakimiyet teorisi

 

 

Örselenmiş Kadın Sendromu

Bu röportaj, Avukat Süreyya Kardelen Yarli ile Örselenmiş Kadın Sendromu hakkında yapılmıştır. 

 

1.  Örselenmiş Kadın Sendromu nedir?

Aslında Örselenmiş Kadın Sendromu dediğimiz zaman biz biraz daha psikolojik bir tanım vermiş oluyoruz. Çünkü bunun hukuki bir tanımı zaten yok. Literatürde de -en azından Türkiye’deki literatürde- yeni tartışılmaya başlandığı için biz şunu söylüyoruz aslında: Kendini kadın olarak beyan eden herhangi bir kişiye yönelen sistematik ve düzenli bir şekilde gerçekleşen her türlü şiddet türü (psikolojik, cinsel, ekonomik, dijital zorbalık olabilir hiç fark etmez). Buradaki en önemli noktalardan biri sistematik olması, ikincisi düzenli olması. Yani tek bir şiddet türünden ya da bir kere yapılan hareket türünden değil de kendini kadın olarak beyan eden o kimseye karşı; partneri, eski partneri, eşi, eski eşi, yakın aile bireyi, aynı iş ortamında olan erkek (genelde erkek bireyleri fail olarak gördüğümüz için erkek diye söylüyorum) fail tarafından kadına karşı yöneltilen her türlü sistematik aslında eziyetin içine giren şiddet türüdür. Burada bizi ilgilendiren en önemli şeylerden biri kadın üzerinde bir mağduriyetin yaratılmış olması; yani bizim kadın üzerinde o travmayı aslında görebiliyor ve bunu ispatlayabilir olmamız lazım. Normalde şöyle bir ön kabul var: şiddete uğrayan bir insanın etkilenmemesi veya travma yaşamaması imkansız. Ama örselenmiş kadın sendromunda biz sonuçları çok daha uzun bir süre devam eden ve o kadının artık sağlıklı düşünebilme yetisini bir noktada etkileyebilen bir sendromdan bahsediyoruz. Bu yüzden biz tek bir şiddet eyleminde “bu kadında Örselenmiş Kadın Sendromu var” diyemiyoruz.

 

2. Peki Örselenmiş Kadın Sendromu’nda bahsettiğimiz kadın öznesi tam olarak kimleri kapsıyor?

Burada normalde şöyle bir tartışma var; kadın fikrinden ne anladığımız. Birincisi, bazı insanlar ya da bazı gruplar kadın dediğimiz zaman sadece biyolojik cinsiyeti ya da atanmış cinsiyeti kadın olan kişileri kast ederken ben bu tanıma biraz daha geniş bakmamız gerektiğini düşünüyorum. O yüzden de kendini kadın olarak beyan eden ya da kadın olarak hisseden her kişiyi biz aslında bu mağdur ya da kırılgan grubun içerisine alabiliyoruz. Burada kadının mutlaka evli olması ya da şiddetin mutlaka yasal eş tarafından gelmesi gerekmiyor. Veya kadının mutlaka bir vulvaya sahip olması gerekmiyor. Bu kişi trans bir kadın da olabilir, biseksüel bir kadın da olabilir, heteroseksüel bir kadın da olabilir. Henüz 15-16 yaşında bir kız çocuğu da olabilir ama bu onun bu sendroma maruz kalmayacağı anlamına gelmiyor. Bizim için önemli olan kişinin cinsiyeti; cinsel yöneliminden bağımsız olarak eğer o kişi içinde bulunduğu durumdan kendini kadın olarak tanımladığı için şiddeti gördüğünü düşünüyorsa veya o vakada kadın olmasından kaynaklı o düzenli ve devamlı şiddeti gördüğünü düşünüyorsa o zaman biz şunu diyebiliriz: “evet burada Örselenmiş Kadın Sendromu var”.

 

3. Örselenmiş Kadın Sendromu partnerle olan ilişkiyi mi kapsar? Çekirdek aile içinde 6 yaşından itibaren sistematik şiddete uğrayan kız çocuğuna 10 yaşına geldiğinde “Örselenmiş Kadın Sendromu vardır” alabilir miyiz? Yoksa çocuklar için ayrı bir kavram üretmeli miyiz?

Burada bence bir ayrım olması gerekir. Çünkü Örselenmiş Kadın Sendromu biraz daha yetişkin ya da yetişkinliğe yakın, genç kız diyebileceğimiz 16-17 yaşlarından biraz daha yetişkin olan kadınları kapsıyor. Ama bu çocukluk döneminde bahsedeceğimiz bir şiddet olursa burada biraz daha istismara gitmemiz gerekiyor. Çünkü oradaki ilişki çocuğun kız çocuğu olmasından ziyade çocuk olmasından kaynaklanan bir şiddet, oradaki hiyerarşik ilişki mağdurun çocuk olarak zayıf ve küçük olmasından kaynaklı olarak gelişiyor. Aksi halde oğlan çocuklarını da kapsama almamız gerekirdi, bu durum da bizi ana noktadan çok uzaklaştırır. Çünkü biz Örselenmiş Kadın Sendromu’nda daha yakın ilişki ve özellikle partner şiddetinden bahsediyoruz.

 

4. Türk Ceza Kanunu kapsamında çocuklar için öngörülen irade açıklamaları bakımından bazı yaş sınırlamaları var. 15 yaşındaki bir kız çocuğunun beyanen kadın olduğunu ifade etmesi ya da 15 yaşındaki bir oğlan çocuğunun beyanen kadın olduğunu ifade etmesi halinde bu beyanlar dahilinde çocukları Örselenmiş Kadın Sendromu kapsamına alabilir miyiz? Rızasına ve beyanına bu anlamda bir sonuç bağlayabilir miyiz?

Henüz çocuk oldukları için burada yine istismar kapsamında değerlendirmemiz gerekir. Biz Örselenmiş Kadın Sendromu kavramını daha ziyade yetişkin kadınlar bakımından kullanıyoruz, istismarla arasındaki çizgi de burada ortaya çıkıyor. Çünkü diğer halde biz kişiyi yetişkin olarak algılarsak beyanına yönelik yargılamasının da bu şekilde yapılması gerekir. Ama kişi çocuk olduğu için zaten daha avantajlı hak ve kurumlardan yararlanabilir oluyor, o yüzden bence aradaki farkı kaçırmamak gerekiyor.

 

5. Örselenmiş Kadın Sendromu’nun meşru savunma hakkı ve haksız tahrik hükümlerine göre ayrıcalığı nelerdir?

Aslında biz sendromu hukuk literatüründe görmüyoruz. Pratikte de kullanamıyoruz. Yanlış hatırlamıyorsam Yargıtay’ın 1980’lerde bahsettiği kararlar var ama burada Örselenmiş Kadın Sendromu var denilerek “meşru savunma sayıyoruz” gibi değil. Ama şundan bahsediliyor, failin ya da sanığın çok uzun zaman maktul tarafından şiddet gördüğü bilindiğinden failin son çare olarak öldürme eylemini gerçekleştirdiği gibi Yargıtay burada meşru savunma veya haksız tahrik değerlendirmesi yapabiliyor. Ama bu kesinlikle “pratikte oturmuş bir meşru savunma veya hâksiz tahrik uygulama vardır” yorumunu yaptırmaz. Zaten şu an mahkemeler tarafından bilinmediğinden avukatlar tarafından öne sürülmesi gereken bir şey. Biz burada bunu nasıl yapabiliriz? Psikolojik değerlendirme ve tahlil istememiz gerekir, adli tıp olabilir, üniversite hastaneleri olabilir, eğitim araştırma hastaneleri olabilir. Bu rapor bize geldikten sonra, “evet bakın burada böyle bir sendrom var ve bu da bilirkişi incelemesi ile kanıtlandı” diyebilmeliyiz, bu sendromdan ötürü biz bu somut vakada meşru savunma değerlendirmesi yapmalıyız ya da değilse haksız tahrik indirimine gitmeliyiz. Bunu söylemesek de mahkemeler genelde haksız tahrik indirimine gidiyorlar çünkü tanıklar şiddet geçmişinde, özellikle fail aile içindeyse mutlaka tanık oluyor, genelde şikayet edilmiş oluyor ve bir haksız tahrik indirimi yapılıyor. Orada çok bir sıkıntı yaşamıyoruz. Esas sıkıntıyı meşru savunma değerlendirmesinde yaşıyoruz. Oradaki sıkıntı da şu, eğer kadın hemen tartıştıkları bir olay anında failini öldürmemişse ya da yaralamamışsa daha sonra aradan zaman geçince bunu yaptıysa veya fail olan kişi savunmasız bir andayken kadın eylemi meydana getiriyorsa (fail uyuyorsa, dalgınsa, arkası dönükse, duştaysa) mahkemeler “burada meşru savunmadan bahsedemeyiz” diyor. Çünkü “zaten gerçekleşen bir saldırı yok, kişiyi savunmasız durumdayken öldürmüşsün, yaralamışsın” şeklinde gerekçe kuruyorlar. Bizim için burada önemli olan şey o anki saldırıdan ziyade meşru savunmadaki kanunda “veya” olarak düzenlenen “tekrarı muhakkak, gerçekleşmesi kesin gözüyle bakılan” tehlikeli olabilecek ilerideki şiddet olaylarına karşı bunu yapıyor olması. Meşru savunmayı burada değerlendiriyor olmamız gerekir. Zaman aralığını iyi tespit etmemiz gerekiyor. Neye göre kısa ya da uzun? 2 gün sonra ya da 2 ay sonra öldürüyor olması bizi neden bu kadar irdeliyor? Zaten o, evin içinde. Belki de kadının zaten bunu yapabilecek en uygun anı -işi meşrulaştırmak için söylemiyorum ama- o andı. Zaten hali hazırda bu kadın sağlıklı bir psikolojide değil, artık örselenmiş bir psikolojisi var, iyi düşünemiyor. O yüzden kadın şunu düşünüyor olamaz “tamam şiddete uğradım, aradan bir saat geçti, bu meşru savunma kapsamındadır, ben gidip onu öldüreyim”. Zaten kimse bunu planlamıyor. Genelde düşündükleri şu oluyor “ben şikayet ettim, uzaklaştırma aldım, dava açılmıyor, her halükarda bana şiddetine devam edecek, ben hiçbir yolla caydıramayacağım, benim bundan tek kurtuluş yolum öldürmek”. Aslında zaten durumda fail olan kadın için eylemi gerçekleştirecekleri en uygun zaman kendilerini en güçlü hissettikleri zaman. Diğer türlü karşı taraf daha güçlü, kadın karşılıklı şekilde saldırsa başarılı olamayacak. Bu nedenle kadın failler karşı tarafın en savunmasız anını seçiyor genelde.

 

6. Kadının Örselenmiş Kadın Sendromu’nun etkileri altında olduğunu saptamamız için nasıl bir zaman aralığı öngörülmeli? İntikam ile arasındaki ince çizgiyi nasıl belirleriz?

Aradaki fark bence şu: Şiddeti sadece fiziksel olarak algılamamak. Diyelim ki erkek fail engelli bir konuma geldi, fiziken şiddet uygulayamasa da hala kadına psikolojik şiddet uyguluyor olabilir. Ya da ekonomik şiddete devam ediyor olabilir. Şunu diyemeyiz: “erkek fiziksel şiddetten aciz hale geldiğinde şiddet biter”. Farklı bir boyutta hala devam ediyor. Eğer aradan çok uzun zaman geçtiyse, örneğin beş yıl sonra kadın geldi ve ortada hiçbir şey yokken erkeği öldürdü. İrdelememiz gereken şu olacak: gerçekten devam eden, gözden kaçan bir şiddet var mıydı? Varsa da kadında devam eden bir süreci var mı? Kadının belki öyle bir sendromu vardı, öyle bir sendrom geçmişi vardı ama belki iyileşti. İkinci gelecek rapor “evet böyle bir sendrom geçmişi var ama kadının halet-i ruhiyesinde bir problem yok, atlatmış şeklinde” ise ve aradan uzun bir zaman geçmişse biz artık ortada devam eden bir şiddet yoksa Örselenmiş Kadın Sendromu’ndan dolayı bunu yaptı diyemeyebiliriz.

BERFİN AĞAÇDİKEN

Toplumsal Cinsiyet Staj Programı

Helsinki Zirvesi Sonrası Türkiye’nin Avrupa Birliği Serüveni

 

Özet

Yolculuğuna 1958 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu olarak başlayan Avrupa Birliği dünyanın şahit olduğu en büyük barış projelerinden biri olarak nitelendirilmiş, yurtta sulh cihanda sulh politikası ile dış münasebetlerini ilerleten Türkiye de, topluluğun kuruluşundan 1 yıl sonra, 1959 yılında topluluğa iş birliği başvurusunda bulunmuştur. Adaylık koşulları gerçekleşene değin bir ortaklık anlaşması olan Ankara Anlaşması imzalanmış ve Avrupa Birliği ile hukuki ilişkilerin başlangıcı olmuştur. 1970 yılı itibariyle geçiş dönemi başlamış, gümrük birliği, sanayi ve tarım birliği, vize serbestisi gibi konular öngörülmüştür. 1980 darbesi ile söz konusu ilişkiler dondurulmuşsa da sivil idarenin yeniden kurulmasıyla kaldığı yerden devam etmiş, 1999 yılının sonundaki Helsinki Zirvesi ile adaylığı resmen onaylanmıştır. 2008 yılına değin siyasi kriterleri gerçekleştirmek adına reformlar ivme kazanmış. Bu sürecin içerisinde, 2005 yılında Lüksemburg’da yapılan Hükümetlerarası Konferans ile Türkiye’nin resmen katılım süreci başlamıştır. 2012 itibariyle başlayan Pozitif Gündem, ikili arasındaki önemli işbirliği mekanizmalarının güçlendirilmesi, 2017’de Avrupa Komisyonu Genişleme ve Komşuluk Politikasından Sorumlu Üyesi Johannes Hahn’ın göreve gelmesiyle önemli oranda sarsılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Türkiye, Avrupa Birliği, Helsinki Zirvesi, Ankara Anlaşması, Adaylık Süreci

 

Abstract

European Union started its journey as the European Economic Community in 1958. Community was regarded as one of the biggest peace projects he witnessed in the world. Turkey was impressed by such a community as a country which based its foreign policy on a slogan, ” Peace in home, peace in world”. 1 year after the establishment of the community, in 1959,Turkey applied for a cooperation. Until the candidacy conditions were fulfilled, the Ankara Agreement, which was a partnership agreement, was signed and it was the beginning of legal relations between European Union and Turkey. As of 1970, the transition period started, issues such as Customs Union, industry and agriculture union, visa liberalization were foreseen. Although the relations in question were frozen with the 1980 coup, it continued from where it left off with the re-establishment of the civil administration, and its candidacy was officially approved at the Helsinki Summit at the end of 1999. Until 2008, reforms gained momentum in order to fulfill the political criteria. During this process, Turkey’s formal accession process began with the Intergovernmental Conference in Luxembourg in 2005. The Positive Agenda, which started in 2012, was significantly shaken by the strengthening of important cooperation mechanisms between the two, and the appointment of European Commission Enlargement and Neighborhood Policy Member Johannes Hahn in 2017.

Keywords: Turkey, European Union, Helsinki Summit, Ankara Agreement, Candidacy Process

 

GİRİŞ

Osmanlı Devleti’nden itibaren yüzünü Batı’ya dönmüş olan Türkiye, Avrupa Konseyi’nin kuruluşundan 3 ay sonra davet almış ve Avrupa Konseyi’nin kurucu üyelerinden sayılmıştır. Yıllar geçtikçe gerek AB’den gerek ABD’den beklenmedik hamlelerle karşılaşması sonucunda, her orta güç devletin yapması gerektiği gibi, gerek Doğu’daki güç odakları olan Rusya ve Çin ile gerek Batı ile sorunsuz siyasi ilişkiler ve yakın ekonomik ilişkiler kurma yolunda ilerlemiştir. Avrupa boyutu incelendiğinde halihazırda göçmenler sebebiyle yükselmekte olan sağ kanat, Kovid-19 pandemisi sebebiyle yükseliştedir. Her ne kadar Türkiye için Avrupa Birliği’nin bir üyesi olmak hayati önem arz etmiyor da olsa siyasi ve ekonomik bağlamda elde edeceği kazanımlar son derece önemlidir. Bu doğrultuda 2000’li yıllarda yapılan “Avrupalıyız” söylemleri ile 2010’lu yıllarda uygulanan bazı Ortadoğu politikaları bu söyleme uymamış olsa da son dönemlerde gerek cumhurbaşkanı gerek dışişleri bakanı tarafından Avrupa Birliği’ne yönelik olumlu politikalar devam etmektedir. Kısaca Türkiye, ne Batı ile ne de Doğu ile arasını bozacak ve söz konusu taraflardan birine bağımlı durumuna düşecek hamlelerde bulunmamış, “Devletlerin dostu yoktur, ortak çıkarları vardır” mantığı ile çıkarları çerçevesinde politikalarını sürdürmektedir.

 

LİTERATÜR TARAMASI

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne giriş süreci oldukça uzun yıllardır devam ettiğinden literatürde konuya ilişkin oldukça araştırma yazısının varlığından söz edilebilir. Özellikle Helsinki Zirvesi’nin yeri bu hususta çok kritik olduğundan adından sıkça söz ettirmiştir. Bu araştırmada temel olarak Dışişleri Bakanlığının açık kaynakları kullanılmış olup ek kaynak olarak Tarık Oğuzlu’nun “Middle Easternization of  Turkey’s Foreign Policy: Does Turkey Dissociate from the West?”, “Turkey and Europeanization of foreign policy?”, ve “Turkey and the European Union: Europeanization Without Membership” adlı makalelerinden yararlanılmıştır.

“Turkey and the European Union: Europeanization Without Membership” adlı makalede Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerini Haziran 2011’deki son Türk parlamento seçimlerinin geçmişine göre analiz edilmiş, ek olarak gerek AB’nin Türkiye’ye inandırıcı üyelik umutları sunma konusunda istekli ve esnek olmadığı, gerek Türkiye’nin iktidar partisi hükümette ilk döneminde olduğu gibi AB’ye aynı derecede bağlılığını sürdürmediği belirtilmiştir. Keza katılım sürecinin dinamiklerinin AB sürecine ne denli etki edeceğine dair tespitlerde bulunulmuştur.

 

AVRUPANIN GÜNCEL SİYASETİ

Avrupa Birliği 27 üye ülkesi ve 500 milyon nüfusu ile dünyanın en büyük pazarı olma özelliğini korumaktadır. Bu özelliğinden doğan regülasyon yani standartları belirleme özelliği uluslararası ticaretin kurallarını belirlemede büyük önem arz etmektedir. Bu koşullar altında, her ne kadar çevre bilinci tabanlı olsa da Yeşil Mutabakatın sebepleri arasında Avrupa’nın kendi doğal kaynaklarına sahip olmaması da bulunmaktadır. Bu örnekle Avrupa’nın pazar düzenlemelerini kendi çıkarlarına göre düzenleyerek politikalarını uluslararası pazara dayattığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Avrupa Birliği kurulurken ekonomik sebepler dışındaki asıl amaç Almanya’yı kontrol edilebilir bir barışçıl güç olarak tutarken yeni bir savaşın da önünü kesmektir. Bu vesileyle bölgede kurulan barış bölgesi ekonomik, siyasi ve teknolojik gelişmelerin önünü açarak daha da güçlenmelerini sağlamıştır. Benzer bir politikanın Türkiye tarafından “komşularla sıfır sorun” adı altında uygulandığı gözlemlenmişse de konumu gereği askeri ve siyasi ateşin sönmesi beklenmese de alevlerin büyümemesi yönünde adımlar atılmıştır. Tarık Oğuzlu’nun betimlemesiyle Avrupa için “Ekonomik deve, siyasi cüce ve askeri pire” demek yanlış olmayacaktır. Bütün bu özellikler incelendiğinde Türkiye ile ilişkilerinin karşılıklı fayda boyutuna evrileceği görülecektir zira Türkiye ekonomik bağlamda sıkıntılar çekerken siyasi ve özellikle askeri bağlamda gücünden bahsettiren bir devlettir. Ancak Avrupa Birliği’nin askeri güç arayışı da tartışma konusudur zira “yumuşak güç” enstrümanlarını hâlihazırda etkili kullanmaktadır.

Avrupa Birliği, Türkiye için hedef konumunu korusa da 2005 yılından itibaren imaj kaybının varlığı da yadsınamaz durumdadır. Özellikle 2013 yılında çekimser ve ihtiyatlı bir Avrupa Birliği gözler önündedir. Bunun en büyük sebeplerinden biri Avrupa’ya yapılan göç akınlarının toplum yapısını bozmasıdır. Düzensiz göçler yabancı düşmanlığı ve popülizmi ortaya çıkarmıştır. Bu hususta 2016 yılında Türkiye ile uzlaşılmış konumda olan göç mutabakatının yenilenmesine dair bir yeni mutabakat söz tartışılmaktadır. AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, AB perspektifinden mülteci mutabakatının geçerliliğini koruduğunu ve göç alanındaki işbirliğinin ana çerçevesini oluşturmaya devam ettiğini söylemiş ve Türk tarafı ile “ortak angajmanın güncellenmesini” görüşeceklerini açıklamıştır. Bu hususta 25 Mart’ta yapılan zirvede mülteciler için daha fazla nakdi yardım önerisi sunulmuş ancak ekonomik açıdan enerji ve enerjiyle bağlantılı sektörlerde ürün ve teknolojilerin ithalatı ve ihracatının yasaklanması ve turizmi kötü etkileyecek olan olumsuz seyahat tavsiyeleri yapılmıştır (Duran, 2020).

Son dönemlerde Avrupa Birliği’ni siyasal bağlamda aşırı hareketlendiğini görmek mümkündür. Avrupa değerlerinin yapıtaşları olarak bilinen Kopenhag ve Lizbon siyasi kriterlerinden uzaklaşmaktadır. İslamofobi, anticilik, çokkültürlülüğün kötü bir kavram olarak algılanması, güvensizlik, Brexit ve son zamanlarda tartışma konusu olan Frexit gündemdedir. Veto yetkisinin menfaatler uğrunda kullanılıyor olması, hatta Birliğin aleyhine veto kullanılıyor olması iç dinamikleri zorlamaktadır. Bu bağlamda dış politikadan ziyade iç politikalarına odaklanmış, öz direncini geri kazanmaya çalışan bir Avrupa söz konusudur.  Dış politika perspektifinde ise Çin ve ABD arasında taraf tutma eğiliminde olmayıp ekonomiye bağlı dış politika izlemeyi tercih etmektedir. Bu bağlamda Türkiye’nin de Avrupa Birliği’nin de ortak duruş sergiledikleri, kendi ayakları üzerinde durma çabaları gözlemlenmektedir. Bunlar göz önünde bulundurulduğunda Birliğin frenleme döneminde olduğunu tespit etmek yanlış olmayacaktır. Covid-19 Pandemi sürecinin başında sağlık hususunda kriz yaşamış olsa da toparlanma fonuna ek olarak hızlı ve ucuz temini toparlanmayı sağlamıştır.

 

TÜRKİYE YUNANİSTAN İLİŞKİLERİ

Türkiye’nin Yunanistan ile ilişkileri Avrupa Birliği’ne üyelik aşamasında son derece kritiktir. Bu bağlamda ikilinin arasındaki 5 dinamiğin ilişkileri üzerinde belirleyici olduğu söylenebilir. Deniz yetki alanı bu dinamiklerdendir ve “iç sular, karasuları, bitişik bölge, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgeden oluşmaktadır. Devletler, deniz yetki alanlarında egemenlik dâhil sair hakları ve yetkileri kullanırlar” (Demir, 2020, s.27). Ege Denizinde genişliği 6 mil olan Türk karasularında Yunanistan ile arasında bulunan adaların karasuları ve kıta sahanlığı sorunu sebebiyle münhasır ekonomik bölge ilan edilmemiştir. Kardak Krizi bu husustan doğmuştur. Deniz yetki alanı gibi hava sahasında da hareketlilikler söz konusudur. Egemenlik ihlali olarak tanımlanacak olan bu durum, Yunanistan’ın deniz genişliği 6 mil iken hava sahasını 10 mile çıkarma iddiası etrafında şekillenmiştir (Dışişleri Bakanlığı, 2020). Her şeye rağmen bu durum uluslararası hukuka aykırı olduğundan Avrupa Birliği’ni kullanarak yaptırım uygulayamamaktadır. Bir diğer husus Ege Adalarının Lozan’da silahsızlandırılmış olmasına karşın Yunanistan’ın çeşitli gerekçelerle statüsü belirsiz ada, adacık ve kayalıkları silahlandırmasıdır. Uçuş bilgi bölgesi, söz konusu dinamiklerden bir diğeridir. Bu hususta dinamiğin çıkış kaynağı Yunanistan’ın Uçuş Bilgi Bölgesi’ndeki sorumluluğunu kötüye kullanmasıdır. Uçuş Bilgi Bölgesi’ni ulusal bir sınır çizgisi olarak kabul etmektedir, haliyle savunma çevresi olarak görür. Yunanistan’ın hukuktaki boşlukları ve hukuka aykırı pozisyonları dönüştürerek kullanması Türkiye tarafından haklı olarak kabul edilmediğinden bu hususta sık sık anlaşmazlıklar yaşanmaktadır (Avar, Lin, 2019). Dinamiklerden bir diğeri veto tehdididir. Genellikle bu yaptırımlar karşı her iki tarafın ortak çıkarları doğrultusunda kararlar verilir. Son husus ise Kıbrıs meselesidir.

Doğu Akdeniz hususunda Yunanistan ile yaşanan gerginlikler artmıştır. 2000’li yılların başında ısınmaya başlayan Doğu Akdeniz, 2015-2020 yılları arasında patlamaya hazır bir bombaya dönüşmüştür. Yunanistan 2016’da Kıbrıs ve İsrail ile ortaklık kararı almıştır. Buna karşın Türkiye 2019’da bölgeye sismik aramada bölgeye gemiler göndermiş, NAVTEX ile gerginlikler artmıştır. AB’nin bu süreçteki tutumu ise uzlaşmacı olmaktan çok uzaktı ve bu durum Fransa’nın bölgeye askeri gemiler göndermesiyle daha da kızışmıştır. AB’nin bölgedeki temel çıkarı Doğu Akdeniz gazının Avrupa’ya aktarılması olup bölgedeki hareketliğin dinmesi şimdilik zor görünmektedir.

Sonuç olarak ikilinin arasındaki dinamikler kolaylıkla sönmeyecek de olsa 1999 yılı itibariyle işbirliği ve diyaloğa dayandırılmış bir ilişki yaratılmaya çalışılmaktadır. Bu yakınlıklar Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi (YDİK) ile pekiştirilmeye çalışılmış, her iki ülkenin yararına somut projeler için çalışmalar yapılmaktadır. Söz konusu YDİK toplantıları ilki 2010 yılında olmak üzere 2013, 2014 ve 2016 yılında toplam 4 kez gerçekleştirilmiş ve işbirliği sağlamak üzere 54 belge imzalanmıştır.

 

VİZE MUAFİYETİ VE DALGALI İLİŞKİLER

Vize muafiyeti genel anlamda, yabancı uyruklu kişilerin ülkelerinin birbirleriyle yaptıkları anlaşmalar sayesinde vize başvurusu yapmak zorunda olmadan bir ülkeye gitmeye yarayan durumdur. Dünyada birçok ülkenin birbiriyle bu hususta anlaşması olsa da AB üzerinden incelenecek olunduğunda Avrupalılaşma kapsamında devletlerarası kültürler ve ticaretin pekişmesi ve uyum sağlayabilmeleri adına, Avrupa Birliği içerisindeki devletlerin birbirlerine vize şartı koşmaması olarak tanımlanabilir. Avrupa Birliği, Avrupalılaşma konusuna çok önem verdiğinden üye statüsündeki ülkelere de vize muafiyeti hakkı tanır. Ne var ki Türkiye de üye ülkelerden olmasına rağmen vize muafiyeti yoktur ve bu durum Türkiye’nin üyelik statüsünü sorgulatan bir durumdur. 2013 yılından bu yana Türkiye-AB Geri Kabul Anlaşması ile eş zamanlı olarak başlatılan Vize Serbestisi Diyaloğu Mart 2021’de yapılan görüşme dahil gündemde yerini korumakta ve yol haritası çalışmaları yapılmaktadır (Dışişleri Bakanlığı Avrupa Birliği Başkanlığı, 2020).

Avrupa Birliği’nin kuruluşunun temelinde her ne kadar ekonomik sebepler yatıyor da olsa, 3 temel fikir çerçevesinde geliştiğine dair yorumlar vardır ve bu yorumlar kimi zaman Türkiye’nin neden AB üyesi olamayacağı konusuna gerekçe olarak sunulur. Bu çerçevelerden ilki AB’nin kuruluşundaki temel kriterin Roma İmparatorluğu’ndan kalma ortak tarihtir. Bir diğeri din ortaklığı ve sonuncusu coğrafi konumdur.  Bu kriterler incelendiği “din birliği” Türkiye için geçerli bir kriter olarak görülememektedir, zira laiklik bunun önüne geçmektedir. Nüfus çoğunluğu göze alındığında ise Müslüman bir devlet olan Arnavutluk’un 2009 yılında üyeliğe başvurusu ile din birliği hususuna set çekilmiştir. Ortak tarih hususunda Roma İmparatorluğuna ek olarak Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’na katılmamış olması da gerekçe olarak sunulmaktadır. Coğrafi açıdan Avrupa’da bulunuyor olma konusu incelendiğinde ise Türkiye’nin Avrupa’daki topraklarının (23.764 km2), bazı Avrupa devletlerinin toplam yüzölçümünden daha çok olduğu görülmektedir. Bu kriterler AB perspektifinde incelenecek olduğunda haklı yanlar da görülecektir. Zira kendi içlerinde Avrupalılaşma konusunu hala tamamlayamamış olduklarından Türkiye gibi yüksek nüfuslu ve büyük yüzölçümlü bir üye ulusal kimlik tarihinin de yokluğuyla sosyo ekonomik maliyetleri yüksek olacaktır.

AKP hükümetinin ilk 10 yılında son derece Batı’ya dönük politikalar izlediği gözlemlenirken üstelik Esat ve İran ile kurulan yakınlaşmalar ve komşularla sıfır sorun politikası sayesinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a Nobel Barış Ödülü vermek (2004 yılı) düşünülürken 2021 yılındaki duruma nasıl gelindiği hususuna ilişkin çokça yanıt bulunmaktadır. Çatışmaların temelinde Türkiye’nin AB üyeliğini vazgeçilmez ve hayati görmemesinin bulunduğu söylenebilir. Zira uluslararası sistemde, Batı’nın dünya siyasetindeki düşüşü açıkça görülmektedir. Batı’nın liberal-uluslararası düzendeki payını kaybederken Çin’in bu boşlukları doldurduğu izlenir. Bu da Türkiye’nin dış politikadaki manevra kabiliyetini arttırmaktadır. 2008 yılına kadar Batı odaklı ilerleyen dış politika, Rusya ve Çin’in yükselişiyle birlikte Batı’nın göreceli de olsa düşüşünü görmüş ve çok taraflı politika uygulamaya başlamıştır. Güncel olarak Birlik ve Türkiye arasındaki en büyük 3 problemin PYD, Libya ve Doğu Akdeniz’dir. Doğu Akdeniz konusunda, 2021 Mart ayında bir araya gelen Avrupalı devletlere, Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan “stratejik körlük”ten kurtulmaları ve Yunanistan’ın kararlarını kabul ederken dikkatli olmaları konusunda uyardı.

2013 yılındaki Taksim Meydanı’nda yapılan kitlesel harekette, söz konusu harekete uygulanan baskın polis gücü ile karşı koyma Fransa ve Almanya başta olmak üzere diğer AB devletlerinden de tepki görmüş, 2015 yılına değin ilişkilerde bir duraksama ile sonuçlanıştır. Bu sürece değin Türkiye-AB ilişkileri, Suriye trajedisi ile “göç krizi” olarak adlandırılmış 18 Mart bildirisi ile çözülme çalışmaları yapılmıştır. Keza 29 Kasım 2015, 7 Mart 2016 ve 18 Mart 2016 Türkiye-AB Zirveleri yapıldı. Zirveler, katılım müzakerelerinin yeniden canlandırılması, siyasi, ekonomik ve enerji diyalogları başta olmak üzere kritik alanlarda üst düzey diyalogların güçlendirilmesi, terörle mücadele konusunda işbirliği, göç yönetiminde yük paylaşımı, Serbestleşme Diyaloğu ve Gümrük Birliğinin İyileştirilme vizelerin hızlandırılması gibi önemli kararlarla sonuçlanmıştır. İlişkiler tekrar gelişmiş, AB’ye girme umutları yeniden yükselen Türkiye 15 Temmuz Darbe Girişimi ile ilişkiler tekrar duraksama dönemine girmiştir. AB’nin soğuk ve eleştirel tutumu bir güven krizi yarattı. AB’nin FETÖ terör örgütünün kapsamını tam olarak anlamaması ve Türkiye’nin aldığı gerekli önlemleri eleştirmesi, diyaloğun zayıflamasına neden oldu. Bu dönemin aşılması ve ilişkilerin normalleşmesi için en önemli adım 26 Mart 2018 tarihli Varna Zirvesi oldu. Türkiye’nin aday statüsünün önemle altı çizildi. Zirvede ayrıca 18 Mart Beyannamesi’nde AB’nin taahhütlerini hatırlatan Türkiye; tam üyelik perspektifi, terörle mücadele, Vize Serbestisi Diyaloğu, gönüllü insani yardım programı, Mülteciler için Mali Yardım Programı, Gümrük Birliği’nin iyileştirilmesi ve Kıbrıs sorunu ile ilgili beklentilerini dile getirdi. Buna karşın dengesiz politikalar sürmüş, 26 Haziran 2018 tarihli Genel İşler Konseyi Kararında “Türkiye Avrupa Birliği’nden uzaklaşmaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin katılım müzakereleri etkin bir şekilde durdu ve başka fasılların açılması veya kapatılması düşünülemez ve AB-Türkiye Gümrük Birliği’nin modernizasyonu için daha fazla çalışma öngörülmemektedir” kararı verildi. Bu sonuç Türkiye-AB ilişkilerine zarar verdi. Ayrıca 15 Temmuz 2019 tarihli Dışişleri Konseyi, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki faaliyetlerine ilişkin bazı tedbirler alma kararı almış ve bu karar Türkiye-AB ilişkilerini de olumsuz etkilemiştir. Her şeye rağmen Türkiye, AB süreci için çalışmaya devam etmektedir. 9 Mayıs 2019 tarihli Reform Eylem Grubu Toplantısı, Cumhurbaşkanının başkanlığında ve Avrupa Günü’nde düzenlenen ilk toplantısı olmuştur. Toplantılarda reform sürecini hızlandırma kararlılığı kamuoyu ile paylaşılmış ve siyasi reform sürecine ilişkin birçok önemli karar alınmıştır.

 

MÜZAKERE SÜRECİ VE AB KAMUOYUNUNUN TUTUMU

AB perspektifine göre Türkiye; göç, güvenlik, terörle mücadele ve ekonomi gibi konularda AB’nin kritik öneme sahip stratejik ortağı konumundadır ancak demokrasi, hukukun üstünlüğü ve temel haklar alanlarında çatışmalar söz konusudur. Keza Türkiye’nin ekonomik gücü, yüksek işsizlik ve yüksek enflasyon gibi çeşitli zorluklarla karşı karşıya olması ve dış finansmana aşırı bağımlılık kırılganlıklara sahip olması Birliğe girmeyi zorlaştıran etkenlerdendir. 2015 sonunda Türkiye’deki Mülteciler için AB Mali Yardım Programı’nın kurulması, Avrupa Birliği’ne Türkiye’deki mültecilere AB yardımının hızlı, etkili ve verimli bir şekilde seferber edilmesini sağlayacak bir koordinasyon mekanizması sağlamayı amaçlamıştır. Ne var ki bu durumla Türkiye’deki gerçek veriler incelendiği takdirde küçük bir kıyasla söz konusu mali yardımın yetersizliği gözler önünde belirecektir. Türkiye’de günde ortalama 270 Suriyeli çocuk doğmaktadır. AB kendi topraklarında her bir mülteciye 1250 Euro harcarken Türkiye için ayrılan ekonomik payın mülteci başına 16 Euro düştüğü görülür (M. Murat Erdoğan, 2015).

2005 yılında başlayan müzakere sürecinde; malların, işçilerin, sermayenin serbest dolaşımı, İş Kurma Hakkı ve Hizmet Sunumu Serbestisi, kamu alımları, şirketler hukuku, fikri mülkiyet hukuku, rekabet politikası, mali hizmetler, bilgi toplumu ve medya, tarım ve kırsal kalkınma, gıda güvenliği, balıkçılık, taşımacılık politikası, enerji, vergilendirme, ekonomik ve parasal politika, istatistik, sosyal politika ve istihdam, işletmeler ve sanayi politikası, trans-Avrupa şebekeleri, bölgesel politika ve yapısal araçların koordinasyonu, yargı ve temel haklar, adalet, özgürlük ve güvenlik, bilim ve araştırma, eğitim ve kültür, çevre, tüketicinin ve sağlığın korunması, gümrük birliği, dış ilişkiler, dış güvenlik ve savunma politikaları, mali kontrol ve kurumlar olmak üzere 30’u aşkın hususta müktesebat başlıkları açılmış ve reform çalışmaları yapılmıştır (AB Başkanlığı, 2013).

2005 Helsinki Zirvesi ardından Türkiye’nin tam üyeliği ve müzakerelerin başlangıcı ile bu husus kamuoyuna da taşınmıştır (Güreşçi, 2006, s. 73). Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması ile konunun toplumun hemen hemen her kesiminin erişimine açılma fırsatı bulunmuştur. Özellikle son zamanlarda Avrupa’da yükselen popülizm ve sağ kanadın da etkisiyle Kürt sorunu, 1915 olaylarına dair iddialar, ana dilde eğitim ve yayın hakkı gibi konular gündemi meşgul etmektedir. Avrupa’nın Avrupa kimliğine bu kadar önem verdiği düşünülürse uyumun sağlanması açısından bu konunun gerek kitle iletişim araçları kullanılarak gerek siyasilerin güven verici açıklamalarıyla çözülmesi gerekmektedir.

 

SONUÇ

Görüldüğü üzere, Türkiye’nin iç dinamikleri direkt olarak AB ile olan ilişkisini belirleyici rol oynamaktadır. Türkiye de gerek dış politikada gördüğü manevra kabiliyetini kullanmasıyla gerekse de bir orta güç olarak ne Batı hegemon güçlerine ne de Doğu hegemon güçlerine bağımlı olmadan yoluna devam etmek istemektedir. Avrupa’nın stratejik otonomi tasarısına göre Türkiye’nin bölgede güçlenmesi istenmemekle beraber bölge üzerinde hak iddia etmesi ve “Yeni Osmanlıcılık” idealleri üzerinde çalışacağının düşünülmesi ikili arasındaki güncel soğukluğun sebebidir. Bunun sonucu olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Dünya 5’ten büyüktür.” ve “AB yoksa Şanghay var” söylemleri anlaşılabilir konuma gelmektedir.

Günümüz itibariyle Türkiye’nin AB üyeliği hem siyasiler arasında hem kamuoyunda, 2005 yılında yarattığı hevesi hissettirmemekle beraber inancını yitirme yolunda ilerlediği söylenebilir. Ne var ki “Ortak Geleceğimiz” temalı Dışişleri Bakanlığı AB Başkanlığının yürüttüğü kitle iletişim araçları ile yapılan projeler ve çıkarılan raporlar hala umut dolu olup cumhurbaşkanının yaptığı 2021 Ocak ayında yaptığı “Türkiye ve Avrupa’nın geleceğini ortak görüyoruz” söylemleri bu inancı destekler niteliktedir. Ne var ki Kıbrıs meselesi, güven ortamının tam olarak sağlanamaması, demokrasi, insan hakları ve azınlık haklarına yönelik eleştirilerin bulunması, ortak normların mevcut üye ülkelere kıyasla daha az olması gibi temel sebepler üyeliğin önündeki önemli engeller olarak görünmektedir.

Ekonomik bağlamda incelendiğinde; Türkiye, AB’ye üye olmadan Gümrük Birliği kurulan ilk ülkedir. Kurulan Gümrük Birliği sonrasında aradaki ticaret hacmi oldukça gelişmiş, bugün itibariyle Türkiye’nin ihracatının ve ithalatının yaklaşık olarak yarısının AB üyesi ülkelerle yapıldığı bir noktaya gelmiştir. Uluslararası arenada risklerin ve belirsizliklerin arttığı ve AB’de çok sayıda sorunun çözülmesi gereken bir dönemde, AB’nin yeni ve güçlü işbirliği ilişkileri geliştirmesi ve mevcut ortaklıkları her zamankinden daha fazla güçlendirmesi gerekmektedir. Bu husus ekonomik göstergelerle ispatlanmıştır. Buradan hareketle Türkiye’nin AB üyeliği önemli ve gerekli olmaya devam edecektir. İkilinin taşıdığı bu potansiyel güç, Doğu hegemon devletleri olan Rusya ve Çin tarafından da görüldüğünden yakınlaşmaları taraftarı değillerdir. Her ne kadar Trump iktidarı boyunca AB-ABD arası ilişkiler bozulmaya yüz tutmuşsa da Biden iktidarı ile tekrar yakınlaşmaları muhtemeldir. Çin ise yükselişine son derece devam ederken ABD, AB ve jeopolitik konumu gereği Türkiye üçlüsünün yakınlaşmasından hoşnut olmayacaktır.

 

 

NUR ODALI

TUİÇ Akademi Birimi

 

KAYNAKÇA

BİLGİN, 2021, EU / Turkey Relationship In Shadows Of Crisis.

FINDIKÇI, Helsinki Zirvesi Sonrası Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerinde Yeni Oluşumlar, Mülkiye Dergisi, 2000, Cilt 24, Sayı 222, s. 7 – 70.

DURAN, 2020, Turkey-EU relations: Actual tensions, long-term interests, SETA.

Dışişleri Bakanlığı Avrupa Birliği Başkanlığı, 2020, AB İle Yürütülen Vize Serbestisi Diyaloğu.

Dışişleri Bakanlığı, Air Space Related Problems, https://www.mfa.gov.tr/air-space-related-related-problems.en.mfa.

BUHARİ, 2009, Turkey-EU Relations: The Limitations of Europeanization Studies, the Turkish Yearbook of International Relations Vol. 40, 92-121.

GÜREŞÇİ, 2006, Türkiye – Avrupa Birliği (Ab) İlişkileri Sürecinde Kamuoyunun Tutumu Ve Değerlendirilmesi, Doğuş Üniversitesi Dergisi, 7 (1), 72-85.

European Neighbourhood Policy and Enlargement Negotiations, 2021, https://ec.europa.eu/neighbourhood-enlargement/countries/detailed-country-information/turkey_en.

European Union, 2021, Visa policy, https://ec.europa.eu/home-affairs/what-we-do/policies/borders-and-visas/visa-policy_en.

ÇOMAK, Yeni Avrupa Düzeni Çerçevesinde Helsinki Zirvesi Sonrası Türkiye-AB İlişkileri, İletişim Fakültesi Dergisi, s. 427-447.

İ. DEMİR, 2020, Türk Deniz Yetki Alanlarının Belirlenmesinin Hukuki Dayanakları ve İç Hukuk Üzerine Bazı Düşünceler, Adalet Dergisi.

Oğuzlu, 2012, Turkey and the European Union: Europeanization without Membership, Turkish Studies, Volume 13, 2012 – Issue 2: The Issues and Consequences of the 2011 Turkish Elections.

OĞUZLU, Turkey and Europeanization of Foreign Policy?, Political Science Quarterly Vol. 125, No. 4 (Winter 2010-11), pp. 657-683.

AVAR, Y. C. LIN, 2019, Aegean Disputes Between Turkey and Greece: Turkish and Greek Claims and Motivations in the Framework of Legal and Political Perspectives, IJPS;1(1):57-70.

 

 

 

 

Savaş Sonrası Süreçte Bosna-Hersek ve Sırbistan Diplomasisi

Özet

Uyuşmazlıkların çözümünde mevcut uluslararası durumu en doğru ve etkili bir biçimde tespit etmeye yarayan ve savaş dışında doğru araçlar kullanarak en kestirme yollardan uzlaşıya varmayı sağlayan diplomasi yöntemi, taraflar için etnik, ulusal veya dini grupların paylaştığı ortak travmalar sonucunda işlevsiz hale gelebilmektedir. Bu çalışmada ilk olarak savaş sonrası süreçte hafızalardan silinmeyen trajedilerin Bosna-Hersek ve Sırbistan arasındaki ilişkileri nasıl etkilediğine bakılacaktır. Beraberinde savaşı durdurmak ve mevcut izleri silmek için imzalanan Dayton Anlaşması’nın bir geniş diplomasi örneği olarak ne derece başarılı olduğu tartışılacak ve son olarak günümüz Bosna-Hersek ve Sırbistan arasında yaşanan diplomatik gelişmeler değerlendirilecektir. Çalışmanın amacı, taraflar arasında çatışmaya neden olan travmaların diplomatik ilişkilerin seyrinde ne gibi bir etki kapasitesine sahip olduğunu tespit etmeye çalışmaktır.

Anahtar Kelimeler: Bosna-Hersek, Sırbistan, Diplomasi, Dayton anlaşması, Travma

Abstract

The method of diplomacy that helps to determine the current international situation in the most accurate and effective way in the resolution of disputes and to reach a compromise in the shortest ways by using the right tools outside of war; It may become dysfunctional for the parties as a result of common traumas shared by ethnic, national or religious groups. This study will first examine how the tragedies that are not erased from memory in the post-war period affected the relations between Bosnia-Herzegovina and Serbia. Then, the success of the Dayton Agreement, which was signed to stop the war and erase the existing traces, will be discussed as an example of broad diplomacy and finally current diplomatic developments between Bosnia-Herzegovina and Serbia will be evaluated.

Key Words: Bosnia and Herzegovina, Serbia, Diplomacy, Dayton accords, Trauma

Giriş

İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana geçen süre içerisinde Avrupa’da ortaya çıkan çeşitli etnik ve din temelli mücadeleler içinde etnik temizleme ve soykırım kavramlarının türetildiği en ciddi çatışma, Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra Bosna-Hersek’te yaşanmıştır. Bosna-Hersek topraklarındaki savaş inanılmaz boyutlarda yıkıma, insan hayatına ve nesilden nesile aktarılacak travmalara neden olmuştur. Bu savaşta insan hakları tümü ile ihlal edilmiş, uluslararası kaide ve kurallar dünya kamuoyunun sessizliği içerisinde defaatle çiğnenmiştir. 1992-1995 yılları arasında geçen süreçle birlikte, Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa Birliği (AB) ve NATO tarafından uygulanan krize yönelik çözüm, karar ve yöntemlerin yetersizliği kesin olarak anlaşılmıştır. Bosna’da kalıcı sonuçların alınabilmesi için o zamana kadar uygulanan metotların değiştirilmesi gerekliliği, çatışmaların şiddetinin her geçen gün daha da artması neticesinde zorunlu hale gelmiştir. Üç etnik grubun bir arada barış içinde yaşamalarını ve bir devlet içinde entegre olmalarını sağlamayı amaçlayan Dayton anlaşması, bu anlamda taraflar arasında gerilen ilişkilerin normalleştirilmesi adına geniş bir diplomasi çalışması olarak karşımıza çıkmaktadır. Gözlemci ülkeler eşliğinde, 14 Aralık 1995 tarihinde Paris’te Bosna-Hersek adına Aliya İzzetbegoviç, Hırvatistan adına Franko Tudjman ve Yugoslavya Federal Cumhuriyeti adına Slobodan Miloseviç tarafından imzalanan anlaşma, savaşın durdurulması ve barışın sağlanması adına büyük bir adım olmuştur (Zilic, 2003, s. 2). Anlaşmanın beraberinde getirdiği sorunlar ise bu girişimin ne ölçüde başarı sağladığına ilişkin çeşitli tartışmalara yol açmıştır. Günümüz Bosna-Hersek ve Sırbistan ilişkileri ise görece ılımlı bir görüntü sergilemektedir. Sosyal, ekonomik ve siyasi arenada gelişmeler yaşanırken, diplomatik alandaki faaliyetler ise 2000 yılının sonunda ikili ilişkilerin başlaması ve beraberinde ülkeler arasında konsoloslukların kurulması ile artmıştır.

Bosna Savaşı’nın Trajedik Bilançosu

Yirminci yüzyılın son on yıllık dönemi, dünya siyasal konjonktürü açısından ciddi değişikliklere sahne olmuştur. 1989 sonrasında soğuk savaşın sona ermesiyle çöken Yugoslavya ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, büyük bir parçalanma sürecini beraberinde getirmiş, iki hegemonik gücün dağılmasından sonra bu bölgelerde büyük bir otorite boşluğu oluşmuştur. Sosyalist ideoloji ile uzun yıllar yönetilen küçük devletler ise bağımsızlıklarını ilan etme yolunda irade göstermişlerdir. Yaşanan siyasi ve ekonomik dar boğazın yanında yükselen etnik milliyetçilik sorunu ise bünyesinde birçok çeşitliliği barındıran Balkanlar’da çok daha tehlikeli bir hal almıştır. Bu süreçte seslerin en çok yükseldiği bölge olan Balkanlar, ciddi sorunların ve kanlı mücadelelerin merkezi haline gelmiştir. Yugoslavya’nın parçalanmasından sonraki en büyük çatışmalar ise Bosna-Hersek Cumhuriyetinde yaşanmıştır. Bosna-Hersek’te yaşayan halk daha öncesinde kendilerini Bosnalı olarak tanımlarken, Yugoslavya’nın dağılmasının ardından dini-etnik kimliklerini ön plana çıkartarak, Müslüman Boşnak, Bosnalı Hırvat ve Bosnalı Sırp şeklinde tanımlamaya başlamıştır. Mart 1992’de Bosna Hersek Devleti’nde bağımsızlık için gidilen referandumun Sırplar tarafından boykot edilmesi de bu sürecin sıkıntılı geçeceğinin işareti olmuştur (Türkeş, 2012). Bosna-Hersek parlamentosu tarafından, Bosna Hersek Devleti’nin kuruluşunun resmen ilan edilmesi ise çatışmanın fitilini ateşlemiştir. Sırbistan’dan gizlice Bosna’ya gelen askerler, paramiliter gruplar ve Büyük Sırbistan hayali kuran isyancı Sırp güçleri tarafından, ordu açısından hiçbir donanıma sahip olmayan Bosna Devleti’ne savaş açılmıştır (Emgili, 2012, s. 60). Sırbistan’daki Miloseviç yönetiminden açık destek gören Bosnalı Sırplar, Boşnaklara yönelik askeri saldırılara başlamış ve kısa süre içinde Bosna-Hersek’in %70’i işgal edilmiştir.

1992–1995 yılları arasında süren Bosna Savaşı, Bosna’daki tüm toplumlar için ciddi trajedik sahnelere neden olmuş, en acı sonuçlarına katlanan kesim olan Boşnaklar ise bu savaşta yine en ağır faturayı ödeyen taraf olmuştur. Bu trajedinin bilançosu olarak Kızıl Haç Örgütü verilerine göre, yaklaşık 312.000 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu sayının büyük çoğunluğunun Boşnaklardan oluşması ise bu faturayı özetler niteliktedir. Lahey Adalet Divanı tarafından ‘Soykırım’ olarak nitelendirilmiş bu trajedide, Sırp milis ve askerleri tarafından Boşnak kadınlarına ve kız çocuklarına etnik temizlik aracı olarak sistematik şekilde tecavüz edilmiş, bu durum onlarda ciddi fiziksel ve ruhsal travmalara neden olmuştur. Bunun dışında her türlü işkence ve kötü muameleler de sürdürülmüştür. Boşnak nüfusunun neredeyse yarısı bu zor koşullara daha fazla dayanamayarak evlerini terk etmek zorunda kalmış, mülteci konumuna düşürülmüşlerdir. Tüm bunların dışında bazı bölgelerde Nazi kamplarını aratmayacak türde kamplar kurulmuş, bu kamplarda insanlar en zaruri ihtiyaçlarını dahi karşılayamayacak şekilde ölüme terk edilmiştir. Özetlemek gerekirse, Dört yıla yakın süren bu savaşın neticesinde Bosna-Hersek, 300 binin üstünde ölü ve yaralı, yerinden edilmiş milyonlarca göçmen, yüzbinlerce tecavüze uğramış kadın ve psikolojik travmaya uğramış sayısız çocuğa rağmen, daha fazla can yanmaması ve arkada kalanların kurtarılabilmesi için Dayton Anlaşması’nı imzalamak zorunda kalmıştır (Mughisuddin ve Akgönenç, 2021, s. 117).

Yaşanan acıların kökenine inildiğinde o anları bizzat yaşayan Boşnakların zihinlerinde büyük travmaların oluştuğu görülmektedir. Etnik, ulusal veya dini grup üyelerinin büyük bir travmayı paylaşması ise yaşananların nesilden nesile aktarılmasına ve acıların sürekli olarak hatırlanmasına neden olmuştur. Travma, büyük bir grubun şiddetli kayıplarla karşılaşmasına, başka bir grup tarafından çaresiz ve mağdur hissetmesine ve aşağılayıcı bir yarayı paylaşmasına neden olan bir olayın zihinsel temsilini ifade etmektedir (Volkan, Ast, & Greer Jr, 2014). Geçmişte yaşanan bu büyük felaket ve kayıplar ise zamanla ulusal kimliğin önemli bir parçası hâline gelebilmektedir. Geçmişin büyük acı toprak kayıplarının bir türlü kabullenilmemesi diğer bir deyişle yasının tutulması, bir ulusun kimliğinin tanımlanmasında olduğu kadar daha sonra bu kimliğin muhafazası ve pekiştirilmesi açısından da kritik bir önem kazanabilmektedir. Dayton gibi, sınırların tanındığını gösteren anlaşmaların varlığına rağmen bu toprakların geri alınmasına yönelik arzular komşuluk ilişkilerinde barış ve istikrarı engelleyebilmekte, hatta bazı koşullar altında şiddete başvurmayı körükleyebilmekte, krizleri ve savaşları tetikleyebilmektedir. Bu anlamda, travmaların taraflar arasında yaşanan diplomatik süreçleri olumsuz etkilediği ve müzakere süreçlerinin başarısızlıkla sonuçlanmasında etkili oldukları söylenebilir. Bosna-Hersek ve Sırbistan arasında yaşanan diplomatik gelişmeler bu açıdan incelendiğinde, her ne kadar uzlaşıya varılmış bir profil sergilese de geçmişin acı gölgesi, aradaki bağın çok kırılgan bir yapıya sahip olmasına neden olmuştur.

Geniş Bir Diplomasi Örneği: Dayton Anlaşması

Diplomasi, uyuşmazlıkların çözümünde mevcut uluslararası durumu en doğru ve etkili bir biçimde tespit etmeye yarayan ve savaş dışında doğru araçlar kullanarak en kestirme yollardan uzlaşıya varmayı sağlayan bir yöntemdir (Tan, 2015). Diplomasi dar ve geniş olmak üzere iki anlamda ifade edilmektedir. Dar anlamda diplomasi tanımı, bir ülkenin dışişleri bakanlığı tarafından ve büyükelçilikler vasıtasıyla aktif şekilde yürütülen diplomatik karşılıklı görüşme ve anlaşmaları ifade etmektedir. Geniş anlamda diplomasi ise daha çok uluslararası örgütler tarafında sürdürülen uluslararası ilişkileri ifade etmektedir (Abdurrahmanlı ve Bagış, 2021, s. 141).

Bölgesel bir çatışma olarak başlayan Bosna Savaşı, Birleşmiş Milletler’in, Avrupalı devletlerin ve NATO’nun tüm yaşananlar karşısında sessiz kalması sonucunda giderek yayılmış, bu sessizlik Sırp milislerini daha da cesaretlendirmiş ve şiddetin dozu arttırılmıştır. Yaşananların tüm dünyada canlı bir şekilde takip edilmesi, savaşın uluslararası bir mesele haline gelmesinde etkili olmuştur. Dünya kamuoyunda çığ gibi büyüyen tepkilerin sonucunda ise bölgede barışın sağlanmasına yönelik uygulanan yetersiz politikaların değiştirilmesine karar verilmiştir. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Bill Clinton’ın 5 Ekim 1995 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere Bosna’da altmış günlük bir ateşkesin başladığını Washington’da ilan etmesiyle savaşa ara verilmiştir. Bosna-Hersek, Hırvatistan ve Sırbistan cumhurbaşkanları 1 Kasım 1995 tarihinde Amerika’nın Ohio eyaletinde, Dayton’un hemen dışında bulunan Wright-Patterson Hava Kuvvetleri Üssü’nde toplanmışlardır. Amerika Birleşik Devletleri’nin daveti üzerine gerçekleşen toplantının amacı Amerika’nın destekleyip öne sürdüğü barış şartlarını görüşmek ve dört yıla yakındır Bosna’da devam etmekte olan savaşa bir son vermektir. 21 gün süren müzakere görüşmeleri boyunca ilişkiler sık sık gerilmiş, taraflar arasında özellikle toprakların paylaşımı hususunda ciddi sıkıntılar yaşanmıştır. Dayton’da yapılan görüşmeler neticelendirilmiş ve 21 Kasım 1995 tarihinde Dayton Uzlaşması her üç lider tarafından parafe edilmiştir. Yine her üç liderden de Paris’te toplanacak olan Barış konuşmalarına katılacaklarına dair söz alınmıştır. Anlaşma, bölgeyi yeni baştan dizayn eden bir hukuki metin olarak 14 Aralık’ta Fransa’nın başkenti Paris’te imzalanmıştır.

Savaşın ve yaşanan acıların durdurulması açısından oldukça önemli bir konumu bulunan Dayton Anlaşması, beraberinde Bosna-Hersek’te başlayacak olan ciddi sıkıntıların baş sorumlusu olarak görülmektedir. Kısa vadedeki amacı savaşı durdurmak olan anlaşma, uzun vadede bölgedeki barış ve istikrarı tesis etmeyi hedeflemiştir. Ancak sürdürülebilir bir sistem inşa edilemediği gibi, bölgede sürekli bir barış ortamı da sağlanamamıştır. Bu antlaşmayla kurulan Bosna-Hersek Devleti, 10 kantondan oluşan Bosna-Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti olarak iki entiteye ve Brcko adında küçük bir özerk bölgeye ayrılmıştır. Bu entiteler yaklaşık 1400 km. uzunluğundaki bir sınır ve ayrım hattı ile ayrılmışlardır. Bu sınırlar hukuksal olarak gerçek bir sınır niteliği taşımamakla birlikte, uluslararası güçler tarafından denetlenmektedir (Dalar, 2008, s. 99). Anlaşma, Bosna-Hersek’in resmi hudutlarını uluslararası düzeyde korumayı sağlamışsa da ateşkes zamanında tarafların elinde bulunan toprakların büyük ölçüde olduğu gibi kabul ve tescil edilmesi, bu durumun bir statüko haline gelmesine sebep olmuş ve etnik bölünmüşlüğü yasallaştırmıştır. Bu durum Bosna-Hersek’in birlik ve bütünlüğü için ciddi ve sürekli bir tehdidi barındırmaktadır (Ceylan, 2021). Anayasal hükümler değerlendirildiğinde ise durum daha da karışıktır. Devlet seviyesinde bir, entiteler seviyesinde iki, özerk bölge için bir ve 10 kanton için birer olmak üzere 3,5 milyonluk Bosna-Hersek Devleti adına toplamda 13 anayasa söz konusudur. Anayasanın öngördüğü yasama ve karar alma süreçlerinde ise bir karar veya yasanın çıkabilmesi için her üç etnik grubun da onayının alınması gerekmektedir. Bu durum, ortak bir kararın alınamamasından ötürü sık sık sistem kilitlenmelerine ve kurumsal tıkanmalara yol açmaktadır. Bosna-Hersek’te aynı anda 1.200 yargıç ve savcı, 760 milletvekili, 180 bakan, 14 başbakan ve 5 cumhurbaşkanı’nın görev yaptığı göz önünde bulundurulursa, altyapı hususunda ciddi sıkıntılar yaşayan ülkenin böyle büyük bir külfeti sadece devlet mekanizmalarının finansmanına ayırması işten bile değildir. Bu durum hem siyasi istikrarın önüne ket vurmakta hem de ülkenin kalkınması için gerekli olan yatırımların gerçekleştirilememesine neden olmaktadır.

Dayton Anlaşmasının, geniş bir diplomasi örneği olarak ele alınmasının nedeni uluslararası topluma geniş yetkiler ve dokunulmazlıklar vermesinden kaynaklanmaktadır. Zira anlaşma incelendiğinde, savaşı durdurmaktan daha çok uluslararası örgütlerin gözetiminde yeni bir Bosna’nın ne şekilde inşa edilebileceğine ilişkin maddeleri içerdiği görülür. Bosna-Hersek Devleti ve kurumlarının üzerinde uluslararası toplumun otoritesi bulunmaktadır. Bu haliyle Yüksek Otorite’nin denetimindeki ülke yönetimin bağımsızlığı, sorgulanabilir hale getirilmiştir (Dalar, 2008, s. 103). Dayton Uzlaşması ve onu takiben Paris’te imzalanan barış anlaşması muhakkak ki bölgede uzun süredir beklenen barış ve sükûneti getirmeyi başarmıştır. Sağlanan bu sükûnet ortamına rağmen, Balkan haklarının toplumsal şuurlarında yer alan haksızlığa uğradıkları düşüncesi ve mağduriyetler, gelecek zamanlarda yaşanabilecek çatışmaların tohumları olarak bir köşede yeşermeyi beklemektedir. Dayton Anlaşması’yla adil bir şekilde çözülemeyen ve mevcut durumu meşrulaştıran bu sorunlar, ileride ciddi sıkıntılara yol açabilecek kapasiteye sahiptir.

Geçmişten günümüze Bosna-Hersek ve Sırbistan Diplomatik İlişkileri

Küreselleşme sürecinde siyaset ve yönetim anlayışındaki değişikliklerle birlikte küresel ilişkilerde ulus devletlerin yanı sıra devlet dışı yeni aktörler de etkin olmaya başlamıştır. Çok kutuplu bir nitelik taşıyan yeni uluslararası sistem, ülkelerin birbirleriyle ilişkilerinde sert güç olarak tabir edilen askeri müdahale ve ekonomik yaptırım gibi yaklaşımların etkisinin azaltılmasına, kültürel ilişkiler ve diplomasi gibi yumuşak güç unsurlarının öneminin ise arttırılmasına olanak sağlamıştır (Canbolat, 2009).

Bosna-Hersek’in gerek içerisinde bulunduğu kriz durumundan derin yaralar alarak çıkması ve uzun bir süre toparlanamaması, gerek yaşanan krizde Sırbistan’ın etkili oluşu bu iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin seyrinde negatif yönlü dalgalanmalara neden olmuştur. Bosna-Hersek Devleti’nin bağımsızlığından kısa bir süre sonra Belgrad, sınırları tanımayacağına ilişkin tehditkâr bir tutum sergilemiştir. BM Güvenlik Konseyi tarafından yaptırım tehdidinin öne sürülmesiyle, Sırbistan, o günkü adıyla Yugoslav Federal Cumhuriyeti, Bosnalı Sırplarla ilişkisini kestiğini duyurmuştur. Bu ilan yalnızca söz üzerinde kalmış, Sırbistan gizli bir şekilde Bosnalı Sırp paramiliter gruplara silah, cephane ve asker sevkiyatı konusunda ciddi destekler vermiştir (Emgili, 2012, s. 60). Sırbistan yönetimi ve Başkan Miloseviç tarafından düşlenen ‘Büyük Sırbistan’ hayali, Bosna’da yaşanacak olan insani dramın en büyük kıvılcımlarından biri olarak görülmektedir. Uluslararası Adalet Divanı, 1993 yılında Bosna-Hersek tarafından açılan soykırım davasını 2007’de neticelendirmiş ve ilginç bir sonuca varmıştır. Sırbistan Devleti, Srebrenitsa soykırımından doğrudan sorumlu olmak veya soykırıma iştirak etmek suçlarından aklanmakla birlikte, Sırbistan’ın yalnızca bu soykırımın önleyememesi hususunda sorumlu tutulabileceğine karar vermiştir. Sırbistan’ın Sırp militanlarına yardım konusunda desteğini esirgemediği, o dönemdeki pek çok medya kuruluşu tarafından kanıtlanan bir gerçek olsa da bu aklama kararı hem içinde çelişkiler barındırması hem de mağdur tarafın uluslararası yargıya olan inancının kırılması noktasında hukukun üstünlüğüne gölge düşürmüştür (Dalar, 2008, s. 117). Bu trajedinin yaşanmasında suçu bulunanların cezalandırılması, yaşananlara maruz kalan tarafların acısının bir nebze dindirilmesi ve uluslararası kuruluşlara olan inancın yeniden sağlanması hususlarında etkili olmuştur. Farklı mahkemelerde görülen Srebrenitsa davalarında bugüne kadar 45 Sırp, toplam 699 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Eski Sırbistan Devlet Başkanı Slobodan Milosevic de Srebrenitsa’daki soykırımla suçlanmış ancak ICTY’deki yargılanması devam ederken tutuklu bulunduğu cezaevinde yaşamını yitirmiştir (Euronews, 2021).

Sırbistan’ın eski Yugoslav Cumhuriyetleri ve Eyaletleriyle diplomatik ilişkileri çeşitli tarihlerde başlamıştır. İlk olarak Karadağ ile başlayan bu ilişkiler, Kuzey Makedonya, Slovenya ve Bosna-Hersek ile sürmeye devam etmiştir. Sırbistan tarafından tanınmayan Kosova ile herhangi bir diplomatik girişimde bulunulmamıştır. Sırbistan bunun dışında çeşitli Afrika, Amerika, Asya ve Avrupa ülkeleriyle hali hazırda ilişkilerini geliştirerek sürdürmektedir.

Bosna-Hersek ve Sırbistan arasındaki ikili ilişkiler 2000 yılında başlamıştır. Sırbistan Cumhuriyeti ve Bosna-Hersek arasındaki siyasi diyalog geçmişte yaşanan süreçlere göre daha yoğun bir görünüm sergilemektedir. Gerek Dayton Anlaşması’nın çizdiği siyasi çerçeve gerek Bosna Hersek’in istikrarının sağlanması hususunda Sırbistan’ın çıkarları doğrultusunda adımlar attığı görülmektedir. Sırbistan, Bosna’yı yakın bir komşu olarak görme ve iş birliğini arttırma konusunda olumlu bir imaj çizmektedir. Genel anlamda iki ülke arasında geliştirilecek komşuluk ilişkisi hem bir engel hem de bir fırsat olarak değerlendirilmektedir. Hangisinin tercih edileceği ise tarafların tercihlerine bağlıdır. Komşuluk her iki ülke için de iyi bir fırsat olabilir çünkü iletişim ve ulaşım sorunlarının daha az yaşanması, kültürel ve ticari anlamda alışverişe ve daha yoğun bir iş birliğine ortam hazırlar. Sırbistan ise, bu her düzeyde yoğun diyaloğu daha çok Sırp Cumhuriyeti’yle gerçekleştirmeye yönelik faaliyetler yürütmektedir. Bu anlamda sürdürülen ortak birçok proje bulunmaktadır. Aynı zamanda Sırbistan ve Sırp Cumhuriyeti arasında Sırp halkı için önemli tarihlerin birlikte kutlanılması ilişkin bir anlaşma vardır. Yine Sırbistan’ın yaptığı mali yardımların daha çok Sırp Cumhuriyeti’ne yönelik olduğunu görülmektedir. Ekonomik anlamda ise Bosna-Hersek’in Sırbistan’ın en önemli dış ticaret ortaklarından biri olduğu görülmektedir. Karşılıklı ticaret oranlarının sürekli artarak devam etmesi bu durumu açıklar niteliktedir. Her iki ülke de Avrupa Konseyi, Avrupa Güvenlik ve İş birliği Teşkilatı (AGİT) ve Orta Avrupa Serbest Ticaret Anlaşması’na (CEFTA) tam üyedir. Yine ülkeler için büyük önem arz eden Avrupa Birliği’ne (AB) Sırbistan resmi aday, Bosna-Hersek ise potansiyel aday ülke olarak kabul edilmektedir.

Sırbistan Cumhuriyeti’nin Büyükelçiliği Saraybosna’da yer almaktadır. Bunun dışında Trebinje, Mostar, Drvar ve Banja Luka’da da konsoloslukları bulunmakta ve ilişkiler aktif şekilde yürütülmektedir. Bosna Hersek Büyükelçiliği ise Belgrad’da yer almaktadır. Sırbistan ile Bosna-Hersek arasında imzalanmış olan toplamda 69 adet anlaşma bulunmakta ve bunların arasından beş ana anlaşma öne çıkmaktadır. Bu anlaşmalar sırasıyla şöyledir; Yugoslavya Federasyonu ile Bosna Hersek arasında Yatırımların Teşvik Edilmesi ve Korunması ilişkin Anlaşma, Sırbistan Cumhuriyeti ile Sırp Cumhuriyeti Arasında Özel Paralel İlişkilerin Kurulmasına İlişkin Anlaşma, Sırbistan Cumhuriyeti ile Bosna Hersek Arasında Karşılıklı Temsil ve Üçüncü Ülkelerde Konsolosluk Kurulmasına ve Hizmetlerinin Sağlanmasına İlişkin Anlaşma, Sırbistan Cumhuriyeti Hükümeti ile Bosna Hersek Bakanlar Konseyi Arasında Kayıp Kişilerin Aranması Konusunda İşbirliği Protokolü ve son olarak Sırbistan Cumhuriyeti Hükümeti ile Bosna Hersek Bakanlar Konseyi Arasında Doğal Afetler ve Diğer Afetlerden Korunma Hususunda İşbirliğine İlişkin Anlaşma (Sırbistan Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, 2021). Yakın zamanda gerçekleşen Sırbistan Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Nikola Selaković ve Bosna Hersek’in Sırbistan Büyükelçisi Aida Smajić arasındaki görüşmede Bakan Selaković, gelecek dönem için mevcut pandemi koşullarına rağmen Sırbistan ile Bosna-Hersek arasındaki siyasi iş birliğinin her alanda yoğunlaştırılarak optimal seviyeye ulaşabileceğine işaret etmiştir. Bosna Hersek’in en önemli ekonomik ortaklardan biri olarak görüldüğü ve bu açıdan Sırbistan’ın hem döviz miktarı hem de yatırım miktarı açısından ekonomik ilişkilerin geliştirilmesine özel bir önem verdiğini belirtmiştir (Sırbistan-Bosna Hersek Büyükelçiliği, 2021). Yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Sırbistan, gerek bölgede bulunan Sırp halkıyla arasındaki kültürel etkileşim gerek ekonomik çıkarları açısından Bosna-Hersek ile ilişkilerini arttırarak devam ettirme eğilimindedir. Bosna-Hersek açısından da durum farklı değildir. Özellikle ciddi altyapı sorunlarıyla boğuşan ve ciddi yatırım arayışında olan bir ülke olarak, Sırbistan iyi bir ortak olarak görülmektedir.

Sonuç

Uyuşmazlıkların çözümünde mevcut uluslararası durumu en doğru ve etkili bir biçimde tespit etmeye yarayan ve savaş dışında doğru araçlar kullanarak en kestirme yollardan uzlaşıya varmayı sağlayan diplomasi yöntemi; etnik, ulusal veya dini grupların paylaştığı ortak travmalar sonucunda taraflar için işlevsiz hale gelebilmektedir. Bosna Savaşı’nın trajedi dolu bilançosuna bakıldığında, Bosna’daki tüm toplumların ciddi insanlık dramlarına şahit oldukları, savaşın en ağır sonuçlara katlanan kesimin ise Boşnaklar olduğu görülmektedir. Bu savaş, öyle bir hal almıştır ki, Bosna’da insan hakları tümü ile ihlal edilmiş, uluslararası kaide ve kurallar dünya kamuoyunun sessizliği içerisinde defaatle çiğnenmiştir. 1992-1995 yılları arasında geçen süreçle birlikte, Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa Birliği (AB) ve NATO tarafından uygulanan krize yönelik çözüm, karar ve yöntemlerin yetersizliği kesin olarak anlaşılmıştır. Bosna’da kalıcı sonuçların alınabilmesi için o zamana kadar uygulanan metotların değiştirilmesi gerekliliği, çatışmaların şiddetinin her geçen gün daha da artması neticesinde zorunlu hale gelmiş ve sessizlik bozulmuştur. Bu anlamda üç etnik grubun bir arada barış içinde yaşamalarını ve bir devlet içinde entegre olmalarını sağlamayı amaçlayan Dayton Anlaşması, gerilen ilişkilerin normalleştirilmesi açısından çözüm yolu olarak görülmüştür. Savaşın ve yaşanan acıların durdurulması açısından oldukça önemli bir konumu bulunan Dayton Anlaşması, beraberinde Bosna-Hersek’te başlayacak olan ciddi sıkıntıların baş sorumlusu olarak görülmüştür. Dayton Anlaşması, kısa vadedeki hedeflerini gerçekleştirmekle birlikte uzun vadede, bölgedeki sürekli barış ve istikrar ortamını sağlamakta başarısız olmuştur. Günümüz Bosna-Hersek ve Sırbistan Diplomatik İlişkilerine bakıldığında ise geçmişin acı gölgesinin dağılmaya başladığı ve bu anlamda iki ülke arasındaki ilişkileri geliştirecek birçok adımın atıldığı görülmektedir. Özellikle Sırbistan’ın gerek ekonomik çıkarları gerek bölgede bulunan Sırp halkıyla arasındaki kültürel etkileşim açısından, Bosna-Hersek ile ilişkileri son derece önemsediği görülmektedir. İki ülke arasında kurulmuş olan Büyükelçilik ve konsolosluklar ise diplomatik ilişkilerin daha da arttırılması hususunda aktif rol oynamaktadır. Küreselleşen dünyada inatçı bir çatışma sürdürmenin her iki ülkenin ulusal çıkarlarına da zarar vereceği açıktır. Bu yüzden Sırbistan ve Bosna Hersek’in mevcut ilişkilerini geliştirmeye yönelik adımlar atacağı ve ilerleyen süreçte iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin yoğunlaşarak devam edeceği öngörülmektedir.

Büşra Aktaş

Balkan Çalışmaları Staj Programı

KAYNAKÇA

Abdurrahmanlı, E., & Bagış, E. (2021). Diplomasi Tanımı ve Uluslararası Konjektürde Mevcut Olan Diplomasi Türleri. Akademi Sosyal Bilimler Dergisi, 141.

Canbolat, İ. (2009). Türk Dış politikasının Avrupa ile İlişkiler Çerçevesinde Geleceği. Uluslararası 3. Türk dış politikası sempozyumu. Ankara: Uluslararası stratejik araştırmalar.

Ceylan, N. (2021, 02 25). Dayton Antlaşması Tarihi ve Günümüze Etkileri. TUİC Akademi: https://www.tuicaakdemi.org/dayton-antlasmasi-tarihi-gunumuze-etkileri-2/ adresinden alındı

Dalar, M. (2008). Dayton Barış Antlaşması ve Bosna-Hersek’in Geleceği. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 99.

Emgili, F. (2012). Bosna-Hersek Trajedisinde (1992-1995) Türk Birliği 2012, Sayı21 s,60. Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, 60.

Euronews. (2021, 02 25). Srebrenitsa Soykırımı: Sürece nasıl gelindi, neler yaşandı? Euronews: https://tr..com/2020/07/10/srebrenitsa-soykirimi-surece-nasil-gelindi-neler-yasandi adresinden alındı

Mughisuddin, O. A., & Akgönenç, O. M. (2021). Bosna-Hersek’te Güvenilmez Barış ve Dayton Anlaşması Sonrası. Bilig / Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, 117.

Sırbistan-Bosna Hersek Büyükelçiliği. (2021, 02 26). Selakoviç: Sırbistan, BH ile ilişkilere özel önem veriyor. Sırbistan-Bosna Hersek Büyükelçiliği: http://sarajevo.mfa.gov.rs/cir/index.php adresinden alındı

Türkeş, M. (2012). Kriz Sarmalında Bosna Hersek: Devlet Krizi. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi.

Volkan, V., Ast, G., & Greer Jr, W. (2014). The Third Reich in the Unconscious: Transgenerational Transmission and Its Consequences. Routledge.

Zilic, A. (2003). The Dayton Agreement: Challenges of Change. 2003, (s. 2). Berlin.

Haftanın Öne Çıkanları

0

İRAN’DA SEÇİM KRİZİ (05.06.2021)

18 Haziran’da İran’da yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi için adaylar belirlendi. Anayasayı Koruyucular Konseyi’nin (AKK) adaylarda aradığı temel kriterler rejime bağlılık, siyasi ve dini temiz sabıka. Ancak içinde güçlü isimlerin de bulunduğu reformist adayları veto eden AKK, tepkileri üstüne topladı. 592 adaydan 7’sini onaylayan Konsey, muhafazakâr ve reformist adaylar arasındaki rekabeti yok ettiği gerekçesiyle eleştirildi.

Zero Days (2016)

Zero Days, yapımda Alex Gibney’nin imzasını taşıyan 2016 yılında yayınlanmış ve temel olarak 2010 yılında İran’ın uranyum santrifüjlerine etki ettiği keşfedilen kötü amaçlı yazılım Stuxnet’in perde arkasını anlatan bir Amerikan belgesel filmidir. Belgeselin en çarpıcı özelliği ise bizlerin sadece sanal dünyayı hedefleyen kötü yazılımlar olarak gördüğümüz virüslerin aslında fiziksel dünyada da ne kadar etkili olabileceğini ve bu durumdan kimin sorumlu olacağı sorununu gözler önüne sermesidir. Belgeseli izlerken gelecekte de uluslararası boyuttaki olası bir siber savaşın ne denli sonuçlar doğurabileceği akıllara gelmektedir.

Belgesel 29 Kasım 2010’daki İran için çalışan iki nükleer bilimcinin gizemli bir suikast sonucu öldürülmesiyle başlıyor. Ardından Alex Gibney’nin ABD’li yetkilerle yaptığı röportajlara geçiliyor ve orada hiçbir yetkilinin Stuxnet ile ilgili sorulara cevap vermemesi dikkat çekiyor. Öyle ki bir yetkili daha sorular başlamadan “Bilmiyorum, bilseydim de konuşmazdım.” şeklinde cevap veriyor. Bu durumun ABD’deki 11 Eylül sonrası paranoyanın ve güvenlik önlemlerinin bir sonucu olduğu düşünülmektedir. Kaldı ki belgeselin çekildiği dönemki ABD Başkanı Obama’nın hükümet gizliliğine verdiği önemin de Stuxnet saldırısı bitmesine rağmen yetkililerin açık açık konuşamamasında etkili olduğu söylenebilir. ABD’li yetkililerden cevap alamayan Gibney rotasını virüsün ilk fark edildiği yer olan Belarus’a çeviriyor. Bu virüsü ilk fark eden yetkili şimdiye kadarki virüslerin hiçbirinde böyle bir “sıfır gün” olmadığından bahsediyor. Zaten belgesel de ismini “sıfır gün istismarı” anlamına gelen “zero days” kavramından almaktadır. Bu sıfır gün saldırıları, saldırıyı düzenleyen dışında kimsenin bilmediği şeyler içermektedir ve istediği her yere yayılabildiği için ciddi saldırılardır. Siber saldırılarda fail kavramı önümüze üç şekilde çıkmaktadır. Bunlardan ilki yasadışı kazanç peşinde olan siber suçlulardır ve bunlar genelde geleneksel amaçlar güderler. İkincisi protesto veya eğlenme amaçlı saldırı yapan hacktivistlerdir. Üçüncüsü ise istihbarat veya sabotaj amaçlı saldırı yapan ulus devletlerdir. İşte Stuxnet’in teknik özellikleri bizim bu saldırıyı yapanın hangi tür fail olduğuna karar vermemize yardımcı oluyor. Stuxnet “sıfır gün istismarı” dediğimiz ciddi saldırılardan tam tamına dört tane içeriyordu ve bu alışılmışın dışında bir durumdu. Çünkü sıfır gün istismarının maliyeti oldukça fazlaydı. Ayrıca Stuxnet o kadar karmaşık tasarlanmıştı ki yazılımcıların anlamaları zaman aldı ve bu karmaşık yapıda tek bir hata bile yoktu. En önemlisi Stuxnet virüsünün oldukça spesifik bir hedefi vardı. Ayrıca bu virüsün bir sona erme tarihi vardı. Bu saldırı geleneksel saldırı gruplarının veya sıradan hacktivist grubunun yapabileceği bir şey değildi. O halde kim yapmıştı? Tek bir seçenek kalıyordu: Bir veya daha fazla ulus devlet. Ancak hiçbir ulus devlet halihazırda bir düzenleme bulunmadığı ve sonunun nereye varacağını bilmediği için bunun sorumluluğunu almıyordu. Tehlike ne kadar teknolojik olarak görünse de kinetik dünyaya yansıması fazlasıyla politikti.

ABD’nin Irak’ı işgalinin ardından Kuveyt’i de işgal etmesi İran’ı nükleer silahlanmaya itmişti. ABD başkanı Bush nükleer silahlanmaya giden bir İran ve İran’ı bombalama tehdidinde bulunan bir İsrail’in arasında kalmıştı. İsrail’in herhangi bir savaşa girmesinin ABD’yi de bu savaşın içine çekeceğinin farkındaydı. İşte bu noktada üçüncü bir ihtimal belirdi: İran’ın nükleer silahlanmasını baltalayacak NSA, CIA, Savunma Bakanlığı ve Mossad’ın içinde olacağı bir siber savaş. Stuxnet’in spesifik hedefi İran’ın uranyum santrifüjlerine bağlı olan bir cihazdı. Bu virüs sayesinde santrifüjler düzgün çalışmayacak hatta boruların patlaması bile gündeme gelebilecekti. Belgeselde bunu görmek için Stuxnet virüsü bulaştırılan bir bilgisayarla yapılan balon deneyi sonucu balonun patlaması ise kötü bir yazılımın fiziksel ekipmanı etkileyerek fiziksel zarar verebileceğinin çarpıcı bir örneği olmuştur. Siber savaşlardaki faili kanıtlayamama sorunu burada da ortaya çıkmış ve bu saldırıyı ABD veya İsrail’in yaptığı hiçbir zaman tam anlamıyla kanıtlanamamıştır.

Belgeselde haliyle hiçbir Amerikalı veya İsrailli bilim insanı açık bir şekilde konuşmuyor. Ancak Gibney bu siber silahların yeni ve çok riskli silahlar olduğunu söyleyen ve bu nedenle konuşan bir grup NSA çalışanı buluyor ve onların dediklerini canlandıran bir oyuncuyla bize bunu aktarıyor. Gibney’in kaynaklarının çoğu tek bir fikirde toplanmaktadır o da şudur ki artık gizlilik sona ermelidir. Belgeselde NSA’yı temsil eden oyuncu da “Bunun hakkında konuşmalıyız.” diyerek bunu belirtmektedir. Belgeselde de belirtildiği üzere 19. yüzyılda sadece ordu ve donanma vardı. 20. yüzyılda buna savaşın üçüncü boyutu olarak hava kuvvetleri de eklendi. Şimdi ise 21. yüzyılda savaşın dördüncü boyutu olarak siber ordular eklendi. Ama siber orduların diğerlerinden önemli farkları vardı. Bunlardan ilki, menzilinin sınırsız olmasıyken ikincisi hızının çok yüksek oluşu, üçüncüsü ve belki de en önemlisi ise ardında çok az iz bırakmasıydı. Bu noktada süper güçlerin savaşa bakış açısını acilen değiştirmesi gerekmekteydi. Biyolojik, kimyasal ve nükleer silahların da düzenlenmesi zor görünse de sonunda anlaşmaya varıldığı görüldü. Aynı şeyin siber silahlar için de yapılması gerekmektedir. Çünkü siber silahların maliyetleri çok büyük olmasa da doğurduğu sonuçlar ve etkiler yeterince büyüktür. Ayrıca siber silahların maliyetinin diğer silahlardan düşük olması saldırılan ülkenin size hemen karşılık verebileceği anlamına gelmektedir. Hatta orada olan bir kodu tekrar kullanan birinin ABD ya da İsrail kadar güçlü kaynaklara sahip olması da gerekmemektedir.

İsrail’in virüsü daha agresif bir hale getirerek yayması üzerine durum daha farklı bir boyut aldı. Stuxnet fark edildi. Bu siber saldırı İran’ın santrifüjlerinin çoğunu etkilese de pek de başarılı sayılmazdı. Çünkü İran bunun üzerine bir siber ordu yaratmanın yanında nükleer programını da güçlendirerek santrifüj sayısını oldukça arttırdı. Virüsün kaynağının ABD olduğu tahmin ediliyordu. Birkaç ABD bankasını hedef alan siber saldırılar gerçekleştirerek onlara “Biz de bunu yapabiliriz” mesajı vermiş oldular. Bu durumda akıllara uluslararası hukuk kurallarından kuvvet kullanma yasağı ve bunun istisnalarından meşru müdafaa hakkı gelmektedir. Ancak siber saldırıların kuvvet kullanımı kapsamına girip girmediği ve şartları hala tartışmalı olup farklı görüşler bulunmaktadır. Bu halde meşru müdafaa hakkından da bahsedilememektedir. Kaldı ki ortada tam anlamıyla kanıtlanan bir fail bulmak da çok zor olduğu için bu konudaki tartışmalar devam etmektedir. Ancak konumlar farklı olsaydı ve bu denli büyük bir siber saldırı ABD’ye yapılmış olsaydı şüphesiz ABD bunu bir siber savaş eylemi olarak kabul edecekti.

Belgeselin sonunda NSA görevlisi bu saldırının çok küçük bir örnek olduğunu ve daha yıkıcı projelerin bulunduğunu söyleyerek siber savaş kavramının boyutlarını tekrar düşündürmüştür. Demiryolları, elektrik şebekeleri, gaz boru hatları gibi kritik altyapılara müdahale edebilecek bir siber saldırının birçok insanın ölümüyle sonuçlanacağı açıktır. Sonuç olarak Stuxnet’i yapmak/yaymak bir başlangıçtı ve etkileri tüm dünyayı sardı. Hatta bir noktada Ulusal Güvenlik Bakanlığı kendi vatandaşını ABD’nin yaydığı virüsten korumak zorunda kaldı. Çünkü Stuxnet’i yaydıktan sonra geri dönüş yoktu. Bu silah artık kutuya geri dönemezdi.

Nida Oral

Siber Güvenlik Çalışmaları Staj Programı

Haftalık Sivil Toplum Bülteni / 04-11 Haziran

0

 

TUİÇ Akademi- “Türkiye’nin Güncel Sorunlarına Kısa Bir Bakış’’ Webinar Serisi

Akademik alanda kendini geliştirmek isteyen herkese kapısı açık olan TUİÇ Derneği’nin Temsilcilik Koordinatörlüğü olarak bu amaçla, “Türkiye’nin Güncel Sorunlarına Bakış” adlı webinar etkinliği düzenlenecektir.

Değerli akademisyenlerin geleceği bu seri Orta Doğu Çalışmaları, AB Çalışmaları, ABD Çalışmaları, Karadeniz ve Kafkasya Çalışmaları genel konuları üstünde özelleştirilmiş webinar etkinliğinden oluşmaktadır.

Çevrimiçi bir kongre olma amacı güden programımız alanında uzman kişiler tarafından günde 3 konuşmacı olacak şekilde bölünecek ve o konu ile ilgili toplam 6 oturum düzenlenmiş olacaktır.

Haziran ayının her cumartesi ve pazar günleri olacak şekilde toplamda 4 hafta sürecektir.

Program sonunda programın %80’ine katılan katılımcılara Katılım Belgesi verilecektir.

 

Son Başvuru Tarihi: 4 Haziran 2021

Başvuru ve Detaylı Bilgi içinhttps://docs.google.com/forms/d/e/1FAIpQLSecCqnFNG9bH-x23JpjPPIAu5eonytIONDAEUtg5PpKuJN0CQ/viewform

 

Sosyal İklim Derneği- Yeni Dönem Gönüllülerini Arıyor!

Sosyal İklim Derneği; doğayı merkeze alarak hak temelli çalışmalar yürüten bir sivil toplum kuruluşudur. Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları doğrultusunda; iklim krizi, çocuk hakları, toplumsal cinsiyet eşitliği ve gençlik hakları konularında birçok program, proje, atölye ve eğitim gerçekleştirmektedir.

Gönüllüler Neler Yapar?

  • Kapasite geliştirme eğitimlerine katılarak; derneğin çalışma alanlarındaki konularda bilgi ve becerilerini geliştirir.
  • Çalışma gruplarına katılarak; eğitim, proje ve ortaklık geliştirir.
  • Açık duyurudaki dernek etkinliklerinde organizasyon sürecine katkı sağlar.
  • Gönüllü yönetim sistemi ile aylık olarak kendilerine verilen görevleri yerine getirir. (Önerilen kitapları okumak, belgeselleri izlemek, araştırma yapmak vb.)

Son Başvuru Tarihi: 06 Haziran 2021

Başvuru ve Detaylı Bilgi için:  https://docs.google.com/forms/d/e/1FAIpQLSd3fpCZHRaFxYaBZmbOuJdZDYoxsrj-Xkx6o9dCLLHCwLqiuA/viewform

 

Sürdürülebilir Kalkınma ve Girişimcilik Derneği Gönüllülerini Arıyor!

Sürdürülebilir Kalkınma ve Girişimcilik Derneği (SURKALGIRDER) toplumsal değişimi ve dönüşümü sivil toplum odaklı ve hak temelli bir yaklaşım ile gerçekleştirmeyi hedefleyen bir örgüttür.2030 sürdürülebilir kalkınma amaçlarını yerelde ve ulusalda farklı hedef kitleler ile birlikte yapılacak çalışmalar ile yaygınlaştırmayı hedeflemektedir.

Başvuru Şartları:

  • 18-30 yaş aralığında olmak.
  • Sivil topluma haftalık en az 2-3 saat zaman ayırabilecek olmak.
  • Görev bilincine sahip ve sorumluluk almayı seviyor olmak.

 

Son Başvuru Tarihi: 11 Haziran 2021

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: https://docs.google.com/forms/d/1hMjy5dtI_xS0_hU2zRie461QS-5BwywDB_-S4ZmQUeY/viewform?edit_requested=true

 

 

UNESCO Türkiye- 2021 Çevrim İçi Yaz Eğitim Programı

2015 yılından beri yaz ve kış dönemleri olmak üzere yılda iki defa gerçekleştirilen UNESCO Türkiye Millî Komisyonu Staj Programı, COVID-19 pandemisi sebebiyle 2021 yılının yaz dönemi için çevrim içi eğitim şeklinde gerçekleştirilecektir. 5 gün sürecek olan çevrim içi eğitim programına katılmaya hak kazanan lisans seviyesindeki öğrenciler Millî Komisyon Uzmanlarından görüntülü olarak UNESCO’ya ve UNESCO Türkiye Millî Komisyonuna dair eğitim alacaktır. Eğitim sonunda oturumlara aktif katılım sağlayarak başarılı kabul edilen katılımcılara sertifika verilecektir.

Eğitim Tarihleri: 28 Haziran 2021 – 2 Temmuz 2021

Son Başvuru Tarihi: 11 Haziran

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: https://www.unesco.org.tr/Home/AnnouncementDetail/5763

 

AĞ-DA – Toplumsal Cinsiyet Perspektifinden Dijital Yorgunluk Paneli

Panel Tarihi ve Saati: 4 Haziran 2021/19.00

Panel Kanalı: Youtube

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: [email protected]

 

 

 

Habitat Derneği ve Teknosa- Kadın İçin Teknoloji Online Eğitim

Eğitim Tarihi ve Saati: 9 Haziran 2021 / 14:00-17:00

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: https://form.jotform.com/201121016838949

 

 

 

Eşitlik İçin Kadın Platformu – “Kadın Hareketleri ve İttifakları, Riskler ve Olumlu Örnekler” Söyleşi

Etkinlik Tarihi ve Saati: 5 Haziran 2021/ 18.00

Etkinlik Kanalı: Zoom

Meeting ID: 854 179 457 29

 

 

 

 

Karakutu Derneği– Adalet Arayışı Seminerleri

Hafıza Yolculuğu Programı kapsamında düzenlenen Adalet Arayışı Seminerleri yeni konu ve konuklarla çevrimiçi olarak devam ediyor.

Karakutu Derneği’nin Adalet Arayışı Seminerleri, 9 Haziran’da “Kent Hakkı ve Kentsel Planlama” başlığı ile devam ediyor.

Etkinlik Tarihi ve Saati: 9 Haziran 2021/ 18:30-20:00

Eğitim Kanalı: Youtube

Youtube Canlı Yayını: https://www.youtube.com/channel/UCXLfXzSs3K58pmWWEKbVV_w

Detaylı Bilgi için: https://www.facebook.com/events/2846142392303815

 

Roman Hakları Derneği- Hayal Ev Gönüllülerini Arıyor!

Roman Hakları Derneği, Hayal Ev Projesi kapsamında atölyelerin yürütülmesi sürecinde destek olabilecek, aile ziyaretlerine eşlik edebilecek, gezi programlarına dâhil olabilecek ve farklı aktivitelerde ortaklaşabileceğimiz gönüllü ekip arkadaşlarını arıyor.

Son Başvuru Tarihi: 10 Haziran 2021

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: https://docs.google.com/forms/d/1nIHPLmSjvU9R2Hwj5nrqdCBKG7ibKuvzim1-qpEYUD4/viewform?edit_requested=true

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kıbrıs ve Adalar Sorunu Özelinde Doğu Akdeniz’de Yetki Alanları Sınırlandırmasının Hukuki Boyutu

Yazıyı görüntüle

Giriş

Türkiye, üç tarafı denizlerle çevrili ve 8333 km kıyı hattı uzunluğuna sahip olan aynı zamanda denizlerden, başta seyrüsefer ve ekonomik amaçlı olmak üzere çeşitli biçimlerde yararlanmakta olan bir ülkedir. Ancak Yunan Adaları’nın önemli bir kısmının Anadolu’ya yönelik askeri harekatlarda geçiş güzergahı olarak kullanılabilecek kadar yakın olması ve Türkiye’nin Marmara Denizi’nden Akdeniz’e geçişini sağlayan su koridorlarının bu adalar tarafından sarılmış olması Türkiye için bir güvenlik açmazıdır. Aynı zamanda coğrafi konumuyla Türkiye için jeostratejik bir önem arz eden Kıbrıs Adası’ndaki mevcut problemlere, 2000 sonrasında “deniz yetki alanları” konusunun da dahil olması Türkiye’nin kayıtsız kalamayacağı bir diğer sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira son yıllarda Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının keşfi bölge ülkelerini harekete geçirmiş ve birçok devletin deniz yetki alanlarına ilişkin anlaşmalar yapmasına neden olmuştur. Devletlerin kendi faaliyetlerine dayanak ararken, diğer devletlerin faaliyetlerini eleştirme durumu ise uluslararası örf adet kuralları ile uluslararası deniz hukuku kurallarını gündeme getirmiştir. Bu çalışmada da uluslararası deniz hukukuna ilişkin temel kavramlar açıklanarak konunun daha rahat anlaşılması sağlanacak, ardından Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’de adalar üzerindeki tutumuna değinilip, GKRY’nin deniz yetki alanlarına dair faaliyetleri uluslararası hukuk çerçevesinde değerlendirilecektir. 

1. Uluslararası Deniz Hukukuna İlişkin Temel Kavramlar

Uluslararası hukuk açısından bakıldığında uluslararası denizler iki kategoriye ayrılmaktadır. İlk kategoride kıyı devletinin belirli münhasır yetkilere (egemen haklara) sahip olduğu bitişik bölge, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge bulunurken; ikinci kategoride dar anlamdaki açık denizler bulunmaktadır (Sur, 2018: 375). Bu bölümde ise deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına değinilecek ardından Doğu Akdeniz’de temel sorunu oluşturan kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge (MEB) kavramları incelenecektir.

1.1 Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması

Deniz yetki alanı sınırlandırması, iki veya daha fazla devletin, sahip oldukları ya da ilan ettikleri deniz yetki alanlarının, diğer sahildar devletin deniz yetki alanları ile çakıştığı bölgedeki deniz alanlarının bir anlaşma ile sınırlandırılması anlamına gelmektedir. Bu sınırlandırmalarda genel olarak uluslararası sözleşme hükümlerine yansıyan hukuk kuralları ile Uluslararası Adalet Divanı (UAD) ve diğer hakem mahkemelerinin kararları doğrultusunda gelişen örf ve adet hukuku kuralları dikkate alınmaktadır. Bu noktada büyük önem arz eden ve “Denizlerin Anayasası” olarak adlandırılan 1958 Cenevre Sözleşmeleri ile 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi deniz alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin prensipleri ortaya koyan sözleşmelerdir. Hakkaniyet ilkeleri, eşit uzaklık, coğrafyanın üstünlüğü, ilgili şartlar çerçevesinde dikkate alınan konular, oransallık ve kapatmama deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin prensiplerdendir. Ancak uluslararası sözleşme hükümleri ve yargı kararları ile formüle edilen bu sınırlandırma ilkeleri daha çok genel prensiplerden oluştuğu için, şimdi mevcut ya da gelecekte ortaya çıkacak bütün sınırlandırma uyuşmazlıklarına doğrudan uygulanabilecek belirli prensiplerden söz etmek mümkün değildir (Doğru, 2015: 519). Bununla birlikte sınırlandırmaya ilişkin yapılacak bir açıklamanın, konulacak bir kuralın ya da verilecek bir kararın çıkarları olumsuz etkilenecek devletler tarafından refleksle karşılanabilecek olması, bu konunun daha çetrefilli bir hal almasına neden olmaktadır.

Deniz yetki alanlarının sınırlandırılması hukuku yalnızca uyuşmazlığın tarafı olan devletler için değil aynı zamanda uluslararası barış ve güvenliğin tesisi açısından da hayati önem arz eden bir konudur. Çözümlenemeyen sınırlandırma uyuşmazlıkları devletlerarası ikili ilişkiler bakımından risk taşımakla birlikte uluslararası arenada devletlerin konumunu etkilemeye devam etmektedir. Uluslararası Adalet Divanı’nın ele aldığı 89 uyuşmazlık konusunun 22’sinin deniz yetki alanı ihtilafları ve sınırlandırma sorunları olduğu dikkate alındığında bu konunun uluslararası boyuttaki önemi daha iyi anlaşılabilecektir (Açıkgönül, 2012: 19). Tüm bu nedenlerle deniz yetki alanlarının sınırlandırılması hali hazırda çözülmesi gereken uluslararası boyutta önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. 

1.2 Kıta Sahanlığı

Kıta sahanlığı hukuki anlamda, karasularının ötesinde başlayıp belirli bir uzaklık ve derinliğe kadar giden deniz tabanı ve toprak altı anlamına gelmektedir. Bu kavram Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS) ‘nin 76. maddesinde, “kıyı devletinin kara ülkesinin doğal uzantısı boyunca karasularının ötesinde kıta kenarının dış sınırının 200 mile kadar uzandığı yerlerde, karasularının ölçülmeye başlandığı esas hatlardan itibaren 200 mile kadar uzanan sualtı alanlarının deniz yatağı ve toprak altını kapsar” ifadesiyle belirtilmiştir (Ceyhun, 2020: 336).

Şekil 1: Kıta Sahanlığı

Şekil 1’de de gösterildiği üzere kıta sahanlığı coğrafi anlamda karanın deniz altında devam eden doğal uzantısıdır. Bu bölge önemli fiziksel özelliklerinin yanı sıra deniz ve toprak altı zenginliklerinin en yoğun olduğu yer olması sebebiyle, kıyı devletlerine birtakım egemen haklar sağlamaktadır. Aynı zamanda kıyı devletlerine tanınan egemen haklar herhangi bir ilana gerek olmadan kullanılabilmektedir. Bu haklar BMDHS’nin 77.maddesinde detaylı bir şekilde açıklanmıştır. Sözleşmeye göre sahildar devlet, kıta sahanlığı üzerinde araştırmada bulunmak ve buranın doğal kaynaklarını işletmek amacıyla egemenlik haklarını kullanabilmektedir. Sahildar devlet kıta sahanlığında araştırmada bulunmadığı veya buranın doğal kaynaklarını işletmediği takdirde ise hiç kimse, sahildar devletin açık rızası olmadan bu faaliyetlere girişemeyecektir. Ancak kıta sahanlığı üzerinde kıyı devletinin hakları işlevsel olup, kıta sahanlığının keşfi ve doğal kaynakların elde edilmesi ile sınırlıdır (Sur, 2018: 385). Bu nedenle kıyı devletinin hakları sadece madenler ve diğer cansız kaynaklar ile deniz yatağı ve toprak altı ile sürekli temas halinde olan canlılar üzerinde geçerli olmaktadır (Pazarcı, 2004: 279-280). Kıta sahanlığının nasıl sınırlandırılacağı ise hali hazırda birçok soruna neden olan ve devlet uygulamaları ya da yargı içtihatlarıyla çözülmeye çalışılan bir konudur. 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi’nin 6.maddesi de bu duruma açıklık getirmeye çalışmaktadır. Buna göre:

İki veya daha çok devletlerin ülkeleri aynı kıta sahanlığına bitişik ise bunların ülkeleri ister karşı karşıya ister bitişik olsun, her iki durumda da kıta sahanlığının sınırı, kural olarak, ‘tarafların anlaşmasıyla’ belirlenecektir. Bir anlaşmaya varılamaması halinde, ‘özel durumlar’ farklı bir sınırın saptanmasını haklı kılmıyorsa, kıta sahanlığının sınırlandırılması ‘eşit uzaklık’ ilkesine göre yapılacaktır (Doğru, 2015: 520). Buradan anlaşılacağı üzere kıta sahanlığı sınırlandırmasında ‘eşit uzaklık’ veya ‘orta çizgi’, örf ve adet kuralı olamamıştır. Nitekim içtihatta ‘özel koşullar’ dikkate alınarak hakkaniyete uygun bir çözüm arayışı daha ağırlıklı olarak görülmektedir (Sur, 2018: 389).

1.3. Münhasır Ekonomik Bölge (MEB)

MEB, esas çizgilerden itibaren 200 deniz miline kadar uzanan, kıyı devletinin iktisadi konularda münhasır yetkilere sahip olduğu deniz alanı olarak tanımlanmaktadır. BMDHS’nin 56. ve 60. maddelerine göre, kıyı devleti bu bölgede canlı-cansız kaynakları araştırabilir, suni adalar veya tesisler kurabilir ancak kurulan bu ada ve tesislerin kendisine ait karasuları vs. olamaz. Bu noktada kıta sahanlığı ile MEB karşılaştırılarak konu daha iyi anlaşılabilecektir. Buna göre kıta sahanlığı, kara ülkesinin denizdeki coğrafi uzantısına göre tespit edilirken; MEB, sahildar devletin coğrafi yapısından bağımsız olarak kıyı devletine canlı-cansız kaynakların araştırılması ve işletilmesi konusunda hak vermektedir. Kıta sahanlığı deniz tabanında ve toprak altındaki canlı ve cansız kaynaklar üzerinde tasarruf yetkisi verirken MEB, bunlara ilaveten deniz yatağı üstündeki sularda da tasarruf yetkisi vermektedir. En önemli fark ise MEB’den kaynaklı hakların ancak ilan ile muaccel olacağıdır. Özetle MEB, kapsayıcı olmakla birlikte kıyı devletine daha geniş haklar vermektedir (Kütükçü ve Kaya, 2016: 86). MEB’nin sınırlandırılması konusunda ise UAD Statüsü’nün 38.maddesi önem kazanmaktadır. Buna göre kıyıları karşı karşıya veya bitişik olan devletler anlaşma yoluyla hakça bir çözüme varacak şekilde sınırı belirleyebileceklerdir. Herhangi bir anlaşmaya varılamaması durumunda ise uzlaştırma usulüne başvurma zorunluluğu vardır. Uzlaştırma komisyonundaki görüşmelerde de anlaşmaya varılmazsa, devletler karşılıklı rızaları ile yargı yoluna başvurmak ile yükümlü olacaklardır (Arıdemir ve Allı, 2019: 192).

2. Yunanistan’ın Adalar ile İlgili Tutumu

Yunanistan, Girit, Kaşot, Kerpe, Rodos ve Meis adalarını sınırlandırmada ilgili kıyı olarak kabul ederek sınırlandırmanın ana karasudan değil de adalardan başlaması gerektiğini ileri sürmektedir (Sandıklı vd., 2013: 21). Bu görüşüne dayanak oluşturmaya çalıştığı argümanları ise genel hatlarıyla şu şekildedir:

  • Adaların, aynen ana karanın sahip olabileceği ölçülerde kıta sahanlığı bulunabileceği,
  • Yunanistan’ın kıta ülkesi ile adalarının oluşturduğu bütünlüğün bir yabancı deniz alanı ile bölünmemesi gerektiği,
  • Kıta sahanlığı sınırlandırmasında Türk kıyıları ile en doğudaki Yunanistan’a ait adalar arasında eşit uzaklıkta bir orta hattın esas alınması gerektiğidir.

Bu argümanlar dikkatlice incelendiğinde, Yunanistan’ın Türkiye’yi Doğu Akdeniz’den dışlamaya çalıştığı, GKRY ile birlikte ortay hatları esas alıp bunları hakkaniyete uygun hale getirmekten kaçınarak, Türkiye’yi sadece Antalya Körfezi ile sınırlı çok az bir kıta sahanlığı ve MEB alanı bırakmaya yönelik hareket ettiği görülmektedir (Yaycı, 2012: 20). Bu noktada, Yunanistan’ın hakkaniyetten yoksun görüşlerinin uluslararası deniz hukuku kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir.

Uluslararası yargı organları, adalara etki verilip verilmemesini hakkaniyet prensipleri çerçevesinde değerlendirmekte, adaların coğrafi denge, nüfus, konum ve büyüklük gibi özellikleri ise bu noktada önem kazanmaktadır. Özellikle Ege’yi Doğu Akdeniz’den ayıran Girit, Kaşot, Kerpe ve Rodos gibi adalar ile Meis, Karaada ve Fener adaları Anadolu kıyısına yakın adalar yani ters taraftaki adalar olarak kabul edilmektedir. Bu şekilde ters tarafta kalan adaların, sınırlandırmadaki rolü kısıtlamaya tabi tutulmaktadır. Her ne kadar BMDHS’nden adaların kıta sahanlığı hakkı bulunduğu sonucu çıkıyor ise de bu durum her koşulda geçerliliği olan evrensel bir kural değildir. UAD’nın birçok kararında da, kıta ülkesinin doğal uzantısında bulunan adaların kıta sahanlığı ve MEB hakları bulunmadığı ortaya çıkmaktadır. Üstelik Yunanistan Hükümeti de bu hususu kabul etmiş, İtalya ile yaptığı Deniz Yetki Alanları Sınırlandırma Anlaşması’nda İyon Denizi’nde egemenliği Yunanistan’a ait adalar için bu yönde bir talep ortaya koymamıştır. Bununla birlikte Türkiye için Ege Denizi’ndeki ihtilaflar kıta sahanlığı ile sınırlı kalmamaktadır. Karasuları, FIR hattı (Uçuş Bilgi Bölgesi), hava sahası, MEB, yerleşimi olmayan adacık ve kayalıkların statüsü ve son olarak adaların silahsızlandırılmış statüsü de dikkate alınarak hakça ilkelere göre bir çözüm sağlanmalıdır (Ülger, 2020).

Coğrafyanın üstünlüğü ilkesi gereği anakaraların sınırlandırmada ana rol oynadığı ve kıyıların uzunluğunun sınırlandırmada ilgili/özel koşul oluşturduğu geçmişteki uygulamalarda görülmektedir. Bu nedenle adalara tam etki verilmesi ve eşit uzaklık yöntemi ile bir sınırlama yapılması Anadolu sahillerinin önünü kapamakta, Türkiye’nin açık denizlere erişimini engelleyerek kapamama ilkesine aykırı bir durum oluşturmaktadır(Arıdemir ve Allı, 2019: 195). Zira bölgedeki önemli bir su yolu olan Süveyş Kanalı’na ulaşımın engellenmemesi ve bölgenin en önemli limanlarından olan Antalya ve Mersin limanlarının önünün kapanmaması gerekmektedir. Değerlendirilmesi gereken bir diğer ilke de oransallık prensibidir. Bu prensip ile sınırlandırma konusu devletlerin kıyı uzunlukları tespit edilerek sahip olacakları kıta sahanlığı ve MEB’in birbirine orantılı olması amaçlanmaktadır. Oransallık ve kapamama ilkesi birlikte değerlendirildiğinde, Doğu Akdeniz’de en uzun kıyıya sahip olan Türkiye’nin, bölgedeki kıyılarının yakınındaki deniz alanını bir başka devlete vermesi hakkaniyete uygun olmayacaktır.

Libya’da 2021 Mart ayında oluşturulan yeni hükümetin, hem Türkiye hem de Yunanistan ile dengeli bir ilişki kurmak istemesi ise mevcut durumu etkileyebilecek nitelikteki bir gelişmedir. Nitekim 14 Nisan 2021 tarihinde Libya Geçici Başkanlık Konseyi Başkanı Muhammed Yunus Menfi, Atina’da Yunanistan Cumhurbaşkanı Ekaterina Sakellaropulu ve Başbakan Kiryakos Miçotakis ile görüşerek deniz yetki alanlarının belirlenmesi için müzakerelere başlanması kararı almıştır (Berberakis, 2021). Halihazırda, Türkiye’nin Libya ile imzaladığı deniz yetki alanlarını belirleyen mutabakatın Yunanistan tarafından tanınmadığını ve yok hükmünde olduğunu savunan Başbakan Miçotakis, Libya’nın komşusunun Türkiye değil, Yunanistan olduğu gerekçesiyle Avrupa Komisyonu’nun da Yunanistan’ın görüşlerine katıldığını belirtmiştir (Köylü, 2021). 15 Nisan 2021’de ise mevkidaşı Mevlüt Çavuşoğlu ile güncel meseleleri görüşmek için Türkiye’yi ziyaret eden Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias’ın, Türkiye’nin Libya ile imzaladığı deniz yetki alanları anlaşmasını eleştirerek Yunanistan’ın iddialarını dile getirmesi, iki ülke arasında gerginliğe sebep olmuştur. İlerleyen günlerde Libya’nın Yunanistan üzerinden AB’ye yaklaşma ihtimali söz konusuyken, Ankara ve Libya arasındaki anlaşmanın nasıl uygulamaya koyacağı belirsizliğini korumaya devam etmektedir.

3. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY)

Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanları tartışmalarının hararetlenmesinde 2003’ten itibaren GKRY’nin çeşitli devletlerle yapmış olduğu antlaşmaların önemi büyüktür. GKRY, 17 Şubat 2003’te Mısır’la, 17 Ocak 2007’de de Lübnan ile “Münhasır Ekonomik Bölge Sınırlandırma Anlaşması” imzalamıştır. 26 Ocak 2007 tarihinde ise Kıbrıs Adası‘nın güneyinde 13 adet petrol arama ruhsat sahası ilan ederek bu sahaları ihale etmiş ve ihale edilen sahalardan 12 numaralı sahaya ait haklar ABD’nin Noble Energy Şirketi tarafından alınmıştır (Yaycı, 2012:18). Ancak bu sahalardan 5’inin Türkiye’nin kıta sahanlığını ihlal ettiği, 8’inde ise KKTC’nin de hakkı bulunduğu tespit edilmiştir (Başeren, 2010:13). GKRY, 17 Aralık 2010 tarihinde de İsrail’le MEB Sınırlandırma Anlaşması imzalamıştır. Türkiye ise GKRY’nin başta Mısır olmak üzere diğer kıyıdaş ülkeler olan Lübnan, Suriye ve İsrail ile yaptığı MEB anlaşmalarının, Kıbrıs Türkleri ve Türkiye’nin haklarını çiğnediği gerekçesiyle konuyu Birleşmiş Milletler’e taşımış ve kendi MEB haritalarını BM nezdinde onaylatmıştır (BBC, 2019).

GKRY’nin artan faaliyetlerine karşılık Türkiye ile KKTC arasında, 21 Eylül 2011 tarihinde Akdeniz’de Kıta Sahanlığı Sınırlandırması Hakkında Anlaşma yapılmıştır. Anlaşmaya göre, Türkiye ile KKTC Akdeniz’deki kıta sahanlıklarının bir bölümünü, uluslararası hukuka uygun olarak ve hakça ilkeler dikkate alınarak belirlenen 27 coğrafi koordinatın birleştirilmesiyle elde edilen bir çizgi ile sınırlandırılmış, Türkiye’ye KKTC’nin 12 mil açığında petrol arama hakkı verilmiş ve her iki tarafın da kıta sahanlığına giren doğal kaynak rezervlerinin nasıl işletileceğine akit devletlerin anlaşarak karar vereceği hüküm altına alınmıştır (Vatansever, 2012: 39). Türkiye Kasım 2019’da ise, Libya’nın uluslararası arenada kabul görmüş Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile denizcilik ve güvenlik alanlarında, “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” imzalamıştır. Bu mutabakat ile Türkiye Yunanistan ve GKRY tarafından ilan edilen sondaj faaliyetlerine karşı çıkarak, buradaki enerji odaklı çalışmaları kendi kıta sahanlığına tecavüz olarak değerlendirmiş ve “casus belli” (savaş sebebi) saymıştır (Yılmaz, 2020: 39-40).

Yunanistan ile birlikte hareket eden GKRY’nin temel amacı, bölgede en uzun kıyı şeridine sahip olan Türkiye’yi Doğu Akdeniz’den dışlamaktır. Bu amacını da KKTC ile bir uzlaşı sağlamadan ve adadaki siyasal problemler devam ederken, tek taraflı olarak gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Ancak Kıbrıslı Türklerin, Kıbrıs açıklarındaki doğal kaynaklar üzerinde GKRY ile aynı şekilde devredilemez ve doğal hakları mevcuttur. Bu nedenle GKRY, iki tarafın ortak rızasıyla bir birleşik yönetim tesis edilene kadar “Kıbrıs Cumhuriyeti” adı altında tüm adayı temsil etme hakkına sahip değildir (Baran, 2019). GKRY’nin tüm adayı kapsayacak şekilde karar alma hakkı olmamakla birlikte, gerçekleştirmeye çalıştığı faaliyetler de bölgede önemli bir aktör olan Türkiye’nin haklarını ihlale yöneliktir. Özellikle GKRY ve Avrupa Birliği (AB)’nin Kıbrıs’ın kuzeyini hukuka aykırı bir işgal altındaki topraklar olarak niteleyip, bu topraklarına aslında “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” bir parçası olduğunu, dolayısıyla adanın kuzey kıyılarını çevreleyen deniz alanlarının da “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin deniz alanları” olduğunu ileri sürmesi, mevcut uyuşmazlıkların çözüme kavuşmasında en büyük engeldir. Aynı zamanda GKRY yayınladığı deniz alanları haritasında Kıbrıs’ın batısındaki Türk kıta sahanlığına dahil bölgeleri kendi yetki alanında göstererek hem Türkiye’nin hem de KKTC’nin deniz alanlarını etkisizleştirmeye çalışmaktadır (Ercümen, 2018). GKRY’nin bu politikası Kuzey Kıbrıslı Türklerin Londra ve Zürih Anlaşmaları’ndan doğan hukuki haklarının yok sayılmasına neden olmaktadır. Halihazırda adadaki uzlaşıyı sağlamadan faaliyetlerini sürdüren GKRY’nin Doğu Akdeniz’de hedeflediği eşit uzaklık yöntemiyle belirlenecek anlaşma ise coğrafyanın üstünlüğü, kapamama ve orantılılık ilkelerine aykırılık teşkil etmektedir. Nitekim Libya-Malta Kıta Sahanlığı Davası’nda da benzer bir durumla karşılaşılmıştır. Divan karşılıklı kıyıları olan Libya ve Malta’nın kıyı uzunlukları arasındaki önemli farkı, Malta’nın ve sahilin küçük boyutunu dikkate almış, esas hatların içerisinde bulunmalarına karşın herhangi bir yerleşim birimi bulunmayan adacıkları hesaba katmaksızın, hakkaniyete uyarak sınır çizgisini kuzeye doğru çekmiştir (Sur, 2018: 387).

UAD’nın geçmiş kararlarına rağmen GKRY’nin hukuk dışı faaliyetlerindeki temel dayanağı, uluslararası hukuk nezdinde Kıbrıs Adası’nın temsilcisi olarak kabul edilmesidir. KKTC, her ne kadar yabancı devletlerce resmen tanınmayan bir devlet olsa da Kıbrıs müzakerelerinde taraf olan, bağımsız bir toprak bütünlüğü ve yönetim şekli bulunan bir devlettir. Ancak Yunanistan’ın ve GKRY’nin AB üyesi olması, arkalarına birliği alarak, ölçüsüzce hareket etmelerini sağlamaktadır. Bu durumun son örneği, Trablus’u ziyaret eden Yunanistan başbakanının Libya’yı “AB ile ilişkilerinizi normalleştirmek istiyorsanız Türkiye ile anlaşmanızı iptal edin” diyerek tehdit etmesiyle gerçekleşmiştir (Cafer, 2021). Bu nedenle, uluslararası arenada birçok devlet AB ile birlikte hareket eden GKRY’ni muhatap alarak Rum Yönetimi ile antlaşmalar yapmaya devam etmektedir. Ancak Yunanistan ve GKRY’nin Ankara’ya karşı girişimleri sürecek olsa da Türkiye ile bölgesel bir ittifak kurulmadan Doğu Akdeniz’deki mevcut kaynaklardan kimsenin faydalanamayacağı, göz ardı edilmemesi gereken bir gerçek olarak varlığını sürdürmektedir. Nitekim Kıbrıs Türk ve Rum tarafları, 27-29 Nisan’da Birleşmiş Milletler (BM) öncülüğünde ve garantör ülkeler Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin de katılımıyla düzenlenecek 5+1BM formatındaki gayri resmi Kıbrıs toplantısında bir araya gelecektir. Bu toplantıda Türk tarafı Doğu Akdeniz’deki haklarını dile getirecek ve Rum tarafına iş birliği önerisinde bulunacaklardır (Yürük, 2021). Dolayısıyla ilerleyen günlerde Doğu Akdeniz’de masada çözüm bulma arayışları devam edecek gibi görünmektedir.

Sonuç

Doğu Akdeniz’de keşfedilen enerji kaynakları, denizler üzerinde egemenlik kurarak söz sahibi olmanın ve deniz yetki alanları sınırlandırılması hukukunun önemini ortaya koymuştur. Ancak esasında örf-adet hukuku kuralları ile ortaya çıkmış olan bu genç hukuk dalının içerisinde boşluklar bulunmakta ve bu boşluklar devlet uygulamaları, uluslararası sözleşmeler ve uluslararası yargı kararlarıyla doldurulmaktadır. Her ne kadar uluslararası sözleşmeler uyuşmazlıkların çözüme kavuşturulmasında önemli bir araç olsa da, uluslararası sözleşmelerin soyut ve genel nitelikleri her bir somut uyuşmazlığa uygun çözüm üretmelerini engellemektedir. Bu nedenle somut olaya yönelik çözüm sunabilen esas kaynaklar devlet uygulamaları ve uluslararası yargı kararları olarak kabul edilmektedir.

Tartışmaların odağı olan Doğu Akdeniz’de ise kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge alanlarının sınırlandırılması, hakkaniyete uygun çözüme ulaşmak amacıyla, uluslararası hukuka uygun olarak ve başta coğrafi faktörler olmak üzere bütün özel durumlar dikkate alınarak “anlaşma” ile yapılmalıdır. 27 Kasım 2019 tarihinde Türkiye ile Libya Ulusal Birlik Hükümeti arasında imzalanan Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası da bu durumun güncel örneklerinden biridir. Bu çalışma kapsamında incelenen Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ise bölge ülkelerinin sınırlarını dikkate almadan çeşitli anlaşmalar imzalamakta, Türkiye’nin akdettiği anlaşmaları ise uluslararası hukuka aykırı görmektedir. UAD’nın geçmiş kararları Yunanistan ve GKRY’nin iddialarını çürütse de ABD ve AB’den destek gören Yunanistan ve bundan doğrudan cesaret bulan GKRY’nin Türkiye aleyhine girişimlere devam edeceği tahmin edilmektedir. Ancak hakça ilkeler dikkate alınmadan ve Türkiye ile bölgesel bir ittifak kurulmadan bölgedeki kaynaklardan kimsenin faydalanamayacağı ve denizlerde egemen olamayacağı su götürmez bir gerçektir.

Sena Nur ŞEN

Akademi Birimi

 

Kaynakça

Açıkgönül, Y. E. (2012). Deniz Yetki Alanlarının Hakça İlkeler Çerçevesinde Sınırlandırılması, (Yüksek Lisans Tezi).

Arıdemir H., Allı Ç. (2019). Doğu Akdeniz Bölgesindeki Münhasır Ekonomik Bölge Tartışmalarının Analizi, İktisadi İdari ve Siyasal Araştırmalar Dergisi, 4(10), 188-202.

Baran D. (2019). Uluslararası Hukuk Perspektifinden Doğu Akdeniz’deki Sondaj Savaşı, Erişim Adresi: https://research.sharqforum.org/tr/2019/10/16/uluslararasi-hukuk-perspektifinden-dogu-akdenizdeki-sondaj-savasi/ (Erişim Tarihi: 22.04.2021)

Başeren, S.H. (2010). Doğu Akdeniz Yetki Alanları Uyuşmazlığı, TÜDAV Yayınları, İstanbul,20210.

BBC News (2019). Doğu Akdeniz: Kıbrıs açıklarında doğalgaz arama krizi nasıl başladı, hangi ülke ne istiyor?, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-48225246.amp (Erişim Tarihi:15.04. 2021)

Berberakis, S. (2021). Doğu Akdeniz: Yunanistan ve Libya, deniz yetki alanlarının belirlenmesi için müzakerelere başlayacak, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-56745694 (Erişim Tarihi: 23.04.2021)

Cafer, B. (2021). Yunanistan, Doğu Akdeniz’de bölge ülkelerinin değil AB’nin menfaatlerini dikkate alıyor, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/dunya/yunanistan-dogu-akdenizde-bolge-ulkelerinin-degil-abnin-menfaatlerini-dikkate-aliyor/2213231 (Erişim Tarihi:22.04.2021)

Ceyhun, G. Ç. (2020). Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki Yetki Alanlarına İlişkin Sınırlandırma Sorunları ve Bölgedeki Enerji Keşiflerine İlişkin Bir Değerlendirme, Erişim Adresi: https://tasam.org/trTR/Icerik/53564/turkiyenin_dogu_akdenizdeki_yetki_alanlarina_iliskin_sinirlandirma_sorunlari_ve_bolgedeki_enerji_kesiflerine_iliskin_bir_degerlendirme (Erişim Tarihi: 08.04.2020)

Doğru, S. (2015). Doğu Akdeniz’de Hidrokarbon Kaynakları ve Uluslararası Hukuka Göre Bölgedeki Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge Alanlarının Sınırlandırılması, TBB Dergisi, (119), 503-554.

Ercümen, F. (2018). Doğu Akdeniz’De Enerji Denklemi ve Uluslararası Hukuk, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/dogu-akdeniz-enerji-denklemi-ve-uluslararasi-hukuk/1349235 (Erişim Tarihi:22.04.2021)

Köylü, H. (2021). Ankara ile Atina’nın arasına Libya girdi, Erişim Adresi: https://www.dw.com/tr/ankara-ile-atinan%C4%B1n-aras%C4%B1na-libya-girdi/a-57232333 (Erişim Tarihi: 23.04.2021)

Kütükçü, M. A., Kaya İ. S. (2016). Uluslararası Deniz Hukuku Kapsamında Doğu Akdeniz’deki Petrol ve Doğalgaz Kaynakları ile Türkiye’nin Hukuki Durumu, Yaşam Bilimleri Dergisi, 6(2/1).

Pazarcı, H. (2004). Uluslararası Hukuk, Ankara: Turhan Kitabevi. 

Sandıklı, A., Budak T., Ünal B. (2013). Doğu Akdeniz’de Enerji Keşifleri ve Türkiye, Bilge Adamlar Stratejik Araştırma Merkezi.

Sur, M. (2018). Uluslararası Hukukun Esasları, İstanbul: BETA Yayınevi. 

Ülger, İ. K. (2020). Türkiye Mavi Vatanı savunmaya devam ediyor, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/analiz/turkiye-mavi-vatani-savunmaya-devam-ediyor/2004480 (Erişim Tarihi: 17.04.2021)

Vatansever, M. (2010). Kıbrıs Sorununun Tarihi Gelişimi, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 12, 1487-1530. 

Yaycı, C. (2012), Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Paylaşılması Sorunu ve Türkiye, Bilge Strateji, 4(6).

Yılmaz, E.A. (2020). Doğu Akdeniz’deki Gelişmeler Doğrultusunda Türk Dış Politikası’nın Dünü ve Bugünü, Karadeniz Uluslararası Bilimsel Dergi, 48, 27-48.

Yürük, B. (2021). KKTC Cenevre’ye iki devletli çözüm vizyonuyla gidecek, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/dunya/kktc-cenevreye-iki-devletli-cozum-vizyonuyla-gidecek/2215508 (Erişim Tarihi: 23.04.2021)