Home Blog Page 50

Cinsiyetçiliğe Karşı Bir Başkaldırı: Feminist Psikoterapi

Özet

1960’da kadın hareketleriyle birlikte kendini göstermeye başlayan feminist psikoterapi, geleneksel psikoterapi yöntemlerine karşı çıkarak kadınların, ataerkil düzenin ve toplumun onlara dayattığı cinsiyet rolleri içinde kendilerini ifade edemediğini, bu sebeple günlük hayatlarında yaşadıkları sorunların psikolojik sıkıntılarının asıl sebebinin toplum olduğunu savundu. Feminist psikoterapi başlangıçta orta sınıf, eğitimli beyaz kadınların sorunlarıyla ilgileniyor olsa da sonrasına beyaz olmayan kadınların sorunlarına da çözüm aramaya başladı. Beyaz olmayan kadınların yaşadığı sorunların toplumsal cinsiyet rolleri içinde baskılanmanın ötesinde, ırkçılığın baskıcılığından da kaynaklanabileceğini göz önünde bulundurarak terapi yöntemleri geliştirildi. Son olarak da, sadece kadınların sıkıntılarına değil kadın erkek fark etmeksizin toplum içindeki tüm bireylerin toplum baskısından kaynaklanan sıkıntılarına çözüm aramak amacıyla kapsamını genişletti. Feminist terapi günümüzde kendini geliştirmeye ve kapsayıcılığını arttırmaya devam etmektedir.

Anahtar Kelimeler: Feminizm, Feminist Psikoterapi, Toplumsal Cinsiyet, Afrikalı Amerikalı kadınlar

Abstract

Feminist psychotherapy, which started to manifest itself with women’s movements in 1960, opposed traditional psychotherapy methods and argued that women could not express themselves within the gender roles imposed on them by the patriarchal order and society; therefore, the main reason for the psychological problems they experience in their daily lives is society. Even though, feminist psychotherapy initially dealt with the problems of middle-class, educated white women, it later began to seek solutions for the problems of women of color. Considering that the problems experienced by women of color can be caused by the oppression of racism beyond being oppressed within gender roles, therapy methods were developed. Finally, it expanded its scope in order to seek solutions not only to the problems of women but also to the problems of all individuals in society, regardless of their gender. Feminist therapy continues to improve and increase its inclusiveness today.

Keywords: Feminism, Feminist Psychotherapy, Gender, African American Women

Giriş

1960’larda Batı’da başlayan ikinci dalga feminizm, kadınların kendi üzerlerindeki baskıya karşı çıktıkları ve sosyal eşitsizliğe meydan okudukları bir dönemdi. Kadınların kurtuluş hareketi, kadınların dünyadaki rolü hakkındaki sosyal, politik ve kültürel inançları değiştirmeye çalıştı. Algılanan ataerkil, ırkçı toplum yerine, karşılıklı saygı ve işbirliği üzerine kurulmuş eşitlikçi bir toplum, güç ve kaynakların eşit dağılımı ve kadınlarla erkekler arasında paylaşılan sorumluluk kavramsallaştırıldı (Kravetz & Marecek, 2001). Bu dönemde çeşitli feminist gruplar oluştu. Bunlardan biri, kadınların baskıya uğramasının temel sebebini cinsiyetçilik olarak gören ve çözümü kadın-erkek eşitliğini sağlayacak politikalar gelişilerek sağlanabileceğine inanan liberal feministlerdi (Worell, & Johnson, 2001). Diğeri, kadınların baskılanmasını ataerkil toplum yapısına, güç dağılımındaki eşitsizliğe dayandıran ve eşitliğin ataerkilliğin tamamen yok edilerek sağlanacağına inanan radikal feministlerdi (Worell, & Remer, 2003). Bir diğeri, baskılanmanın sebebinin hem toplumsal cinsiyet rolleri hem de sosyoekonomik sınıflar olduğunu savunan ve sosyal ekonomik sistemde yapılacak köklü değişimin bunu sonlandıracağına inanan sosyal feministlerdi (Sturdivant, 1980). Sonuncusu ise kadınlarının baskılanmasının sebebinin kadınların güçlerinin farkına varılmaması olduğunu vurgulayan ve değişimin topluma kadınlara atfedilen özellikler aşılanmasıyla gerçekleşeceğine inanan kültürel feministlerdi (Worell, & Remer, 2003). Bu gruplar kendi aralarında farklı görüşlere sahip olsalar da ortak özellikleri kadınların yaşadıklarını ve deneyimlerini ön planda tutmaları ve sosyal bir değişimin gerekliliğinin farkında olmalarıydı (Crawford, & Unger, 2004).

1. İkinci Dalga Feminizm ve Psikoterapiye Etkileri

Feminist psikoterapinin başlangıcı 1960’larda Batı’daki ikinci dalga feminizmin başlangıcıyla birlikte gerçekleşti (Evans, Kindace, & Seen, 2011). Feminizmin bu ayrılan kolları feminist psikoterapinin oluşmasına da öncelik etti. Diğer birçok psikoterapi ekollerinin aksine, feminist psikoterapinin oluşumu politika ve sosyal olaylarla doğrudan ilgiliydi. İkinci dalga feminizmle özdeşleşen kişisel olan politiktir söylemi kendi psikoloji alanında da gösterdi. Bu durum, bireylerin hayatlarında yaşadıkları deneyimlerin politikadan etkilendiğini ve toplumun değerlerini oluşturmada etkisi olduğunu görmelerine sebep oldu.

1960’da feminist terapilerin ilgilendiği alanlar arasında farkındalık arttırma grupları, şiddete maruz kalan kadınlar için sığınma evleri ve tecavüze karşı mücadele hareketi yer alıyordu çünkü hem şiddet gören kadınlar için sığınma evleri hem de tecavüz önleme hareketi kadına yönelik erkek şiddetini büyük bir sosyal sorun olarak gördü (Worell & Johnson, 2001). Buna ek olarak, herhangi bir hiyerarşiye sahip olmayan farkındalık yükseltme gruplarında kadınlar kendileri gibi aynı sorunları yaşayan ve aynı endişelere sahip olan diğer kadınları görme ve deneyimlerini paylaşma fırsatı buldular (Worell & Remer, 2003). Bu etkileşim sonucunda yaşadıkları sorunların temel sebebinin kendileriyle ilgili bir problem olmadığını gördüler ve sorunların kendilerinden kaynaklanmadığını farkında vardılar. Farkındalık artırma gruplarının oluşturulmasındaki temel amaç gruplardaki kadınların ruh sağlıklarının iyileştirilmesi olmasa da, bir araya gelmek ve sorunları tartışmak onlara psikolojik olarak da iyi geldi. Ancak farkındalık yükseltme gruplarının bireye psikolojik olarak iyi gelme etkisi olduğunu gözlemleseler de bu grupları psikoterapi grupları olarak değerlendirmediler (Sturdivant, 1980). Bunun sebebi ise, terapiye giden kişilerin hasta bireyler olarak kabul edilmesi ve terapinin ise bu hasta kişilerin hastalıklarının düzeltilmesi için gerekli olduğunun düşünülmesiydi. Ancak onlara göre, hasta olan farkındalık oluşturma gruplarındaki kadınlar değil, onların yaşadığı sorunlara sebep olan toplumdu. Bu sebeple, düzeltilmesi gereken de toplumun kendisiydi. Bu düzetme ise köklü bir toplumsal değişimle mümkün olacaktı. Farkındalık yükseltme grupları her ne kadar terapi yapma kaygısıyla oluşturulmuş olmasa da terapinin geleneksel varsayımlarına meydan okumuş oldu.

2. Feminist Psikoterapi

Feminist psikoterapi, kadınlara yüklenen toplumsal cinsiyet rollerinin kadınların psikolojik problemlerinin altında yatan asıl sebep olduğu temel düşüncesiyle ortaya çıkmış bir psikoterapi yöntemidir. Kimilerine göre feminist psikoterapi başlı başına ayrı bir terapiden çok, diğer psikoterapi ekolleriyle birlikte uygulanabilecek bir felsefe olarak da görülmektedir (Evans, Kincade, Marbley, & Seem, 2005).

 Çağdaş feminist terapistler, toplumsal cinsiyet ve toplumsal cinsiyet rollerinin tüm bireylerin yaşamlarının önemli unsurları olduğunu ve birçok çağdaş kurumun temelini oluşturduğunu kabul etmektedir. Onlara göre, kalıcı bireysel değişim ve büyüme için toplumsal değişim gerekmektedir. Esnek olmayan ve çoğu zaman bilinçsiz toplumsal cinsiyet rolleri içinde, insanların yaşadığı deneyimlere ve hem bireyler hem de kültürler için duygusal sağlığı etkilemek amacıyla sosyal değişim ihtiyacına odaklanılır. Feminist psikoterapide, sosyal değişim olmadan kalıcı bir bireysel değişim yoktur. Danışanlar, sosyal, politik ve kültürel bağlamlarının içindedir. Bu sebeple, gerçek ve kalıcı psikolojik değişim, bu bağlamlardaki sorunları ve bireysel sorunları ele almalıdır (Evans vd., 2005).

Geleneksel psikoterapinin yaklaşımı genel olarak kadınların yaşadıkları sıkıntıların kişisel olduğu ve bu sıkıntıların yalnızca bir uzman tarafından giderebileceği yönündeydi (Greenspan, 1993). Buna ek olarak, geleneksel psikoterapiler kadınlarda görülen semptomların patolojik olduğunu varsayma eğilimi göstermekteydi (Worell, & Remer, 2003). Bu sebeple ilk feminist terapistler, yapılan çalışmaları ataerkil düşünce tarzından etkilenmiş olarak gördüler ve geleneksel yaklaşımdan kaçındılar (Evans vd., 2005). Geleneksel psikoterapinin aksine feminist terapi, bu semptomları bireyde var olan bir sıkıntı belirtisi, bireyin yaşam deneyimlerini ve yaşadığı baskıyla başa çıkmak için kullandığı stratejileri aktarmaya çalışması olarak anlamlandırdı (Worell, & Remer, 2003). Geleneksel terapilerde terapistler daha çok problemin bireyin kendisinden kaynaklandığını gösteren danışanlarına kişilik bozukluğu tanısı koyarken, feminist terapistler bunu reddederek bireyin karşılaştığı travmatik olayların onun belirli semptomlar göstermesine sebep olduğunu kabul eden travma sonrası stres bozukluğu tanısı koymayı tercih etti (Robinson, 1994).

3. Erkekler için Feminist Psikoterapi 

Feminist terapi, 1960’ların kadın hareketinden doğmuş ve başlangıçta önyargılı, ataerkil bir toplumda kadınların toplumsal cinsiyetlerinden doğan kaygılarına odaklanmış olsa da, feminist terapinin çalışmaları erkeklerin toplumsal cinsiyetlerinden doğan kaygılarını dikkate almaktadır. Bu feminist terapi biçimleri, hem kadınların hem de erkeklerin cinsiyet temelli bir bağlamda yaşadığını ve erkek cinsiyet rollerinin de sorunlu olabileceğini kabul etmektedir (Levant, 1996). Feminist psikoterapi, geleneksel terapi yöntemlerini anlayabilmek ve yeniden yapılandırabilmek için kültürü de göz önünde bulundurarak cinsiyete dayalı olmayan yollar geliştirmeye odaklanmaktadır (Sharf, 2015). Çünkü Evans vd. (2011)’e göre feminist terapinin odaklandığı temel nokta cinsiyeti fark etmeksizin, bireyin kendine uyguladığı ya da ona uygulanan baskıyı ortadan kaldırmaktır.

Başlangıçta erkekler de feminist terapinin erkekler ‘kadın’ olmadığı için onlara uygun olmadığını, bunun yerine, eşcinsel erkekler daha çok ‘kadın’ gibi oldukları için onlar için daha uygun olacağını ve feminist terapinin erkekleri kadınlara daha çok benzetmeye yardımcı olacağını düşündüler (Brown, 1988). Ancak bu düşüncelerin hepsi sadece eril düşünce etrafında şekillendi. Eril düşünce ise toplumda var olan bütün erkeklerin sesini içinde bulunduran bir düşünce sistemi olmaktan ve erkeklerin gerçek yaşanmış ve çeşitli deneyimlerini yansıtmaktan ziyade, toplumdaki sosyal güce sahip olan baskın erkekliğin kuralcı sesini yansıtmaktaydı (Addis & Mahalik, 2003). Bu durumda, eril düşünce temelinde şekillenmiş psikoterapilerde, tanı koyma ve tedavi süreçleri kadınlara olduğu kadar erkeklere de zarar vermekteydi. Bu sebeple, erkekleri bütün ve tek bir grup olarak görmek yerine farkı erkek gruplarının temsil ettiği erkekleri de görmek ve onların toplumsal cinsiyete yaklaşımını, bu yaklaşımın zihinsel sağlıklarına etkilerini göz önünde bulundurmak önemliydi.

Feminist psikoterapi erkeklerle birçok farklı alanda çalışmıştır. Örneğin, erkek bireyler, özellikle cinsiyet rolleri üzerinden kendilerini tanımlamışlarsa, yaşadıkları psikolojik rahatsızlıklar için psikolojik bir yardım isteme ve terapiye başvurma konusunda rahatsızlık ve isteksizlik yaşayabilmektedir. Hali hazırda yaşadıkları psikolojik rahatsızlığın üzerine de ek olarak bir rahatsızlık hissetmeleri sonucunda (çifte tehlike olarak tanımlanır) yardım aramaktan vazgeçme eğiminde olabilmektedirler. Bu nedenle, toplumsal cinsiyet farkındalığı kazandırarak bireylerin toplumun kendilerine verdiği roller çerçevesinde hayatlarını şekillendirdiğini fark ettirmek terapi sırasında önemli bir adımdır (Addis & Mahalik, 2003).

Feminist psikoterapide erkeklerle çalışılan bir başka kavram ise cinsiyet rolü gerginliği paradigmasıdır (Pleck, 1995). Bu paradigmaya göre, bazı durumlarda toplumun bireyden beklediği cinsiyet rollerine uygun davranışlar ve kişinin kendine ait gerçekte olan davranışları arasında fark oluşmaktadır. Psikolojik problemler ve varoluşsal acılar bu fark ortaya çıktığında oluşmaktadır. Pollack’a (1998) göre erkek çocuklarının ya da geç erkek yetişkinlerin sosyalleşme sürecinde uyması beklenen davranış normları, onların benlik duygusuna zarar vermektedir. Örneğin, toplumun kendilerine biçtiği rolleri reddeden erkek çocuklarının sözlü ve fiziksel taciz, mağduriyet, tecrit ve kendilik algılarının yaralanması dahil olmak üzere çeşitli derecelerde reddedilme ve ötekileştirme yaşadığı gözlemlenmiştir (Ballou, Hill & West, 2008). Bu sebeple, cinsiyet rolü gerginliği paradigması, erkekliğin temel bir doğasını reddetmekte ve bunun yerine, erkeksi cinsiyet rollerinin toplumsal olarak basmakalıp yargılardan ve normlardan inşa edildiğini, bunun da erkek bireyler için kişisel ve toplumsal sorunlar oluşturacağını savunmaktadır. Feminist psikoterapide psikoterapistler, cinsiyet rolü gerginliği yaşayan erkek danışanlarıyla cinsiyet rolleri ve iktidar analizleri üzerine çalışırlar.

4. Afrikalı Amerikalı Kadınlar ve Feminist Psikoterapi

Kadın hareketinde kadınların kendilerini ezilen ve baskı altında olarak gözlemleyen bir grup olarak bilinci, büyük çoğunluğu beyaz, eğitimli ve üst veya orta sınıf olan ayrıcalıklı kadınlar arasından ortaya çıktı (Worell & Johnson, 2001). Ancak, kendilerini kadın hareketine dahil eden bu beyaz kadınların çalışmaları baskı altındaki Afrikalı Amerikalı kadınları kapsamadı. Öte yandan, Afrikalı Amerikalı kadınlar da feminizm hareketinin içinde yer almak için büyük istek duymadılar. Çünkü geçen yüzyıllarda köleliğin ve ırkçılığın baskıcı, acımasız ve şiddet içeren doğası sebebiyle, hem kadın hem de erkek Afrikalı Amerikalı kadın hareketi içinde bahsedilen baskıyı ve cinsiyetçiliği asgari öneme sahip bir faktör olarak gördü. Beyaz feminist hareket erkekleri dışlıyor gibi görünse de, beyaz olmayan kadınlar beyaz olmayan erkekleri sadece müttefik olarak değil, aynı zamanda ırkçılığın baskısına karşı mücadelede liderler olarak da gördüler (Espin, 1990). Beyaz olmayan kadın ve erkeklerin düşüncesi Afrikan Amerikan ailesinin ve topluluğunun hayatta kalmasının birincil olduğu yönündeydi (Evans vd., 2005). Bunlara ek olarak, beyaz olmayan kadınlarda feminist bilincin beyaz kadınlar kadar erken gelişmemesinin sebepleri arasında beyaz kadınların onlara açık bir şekilde gösterdiği ırkçı tutumlar, Siyahi erkeklerin özgürleşmesi gerektiğine olan inançları ve Siyahi Kilisesinin ırkçılığa cinsiyetçilikten daha çok önem vermesinin etkisi yer almaktaydı (Stone, 1979).

Beyaz kadınların liberal, radikal, sosyal ve kültürel feminizm gibi farklı feminizm grupları altında toplanmaları gibi, beyaz olmayan Afrikalı Amerikalı kadınlar da savundukları feminist düşünceleri kadıncılık (womanism) kavramıyla özdeşleştirdiler (Evans vd., 2005). Beyaz kadınların yaşadıkları ve hayat deneyimlerinin, beyaz olmayan kadınların yaşadıklarını kapsayamayacağını ve bu yüzden bir genelleme yapılmasının doğru olmadığı görüşünde oldular (Worell, & Remer, 2003). Beyaz kadınların toplumsal cinsiyeti asıl problem olarak görmesinin aksine beyaz olmayan kadınlar kadınların baskıya uğramasının temelinde kurumsal ırkçılığın yer aldığını savundular ve beyaz olmayan erkekleri kendilerini baskı altında tutan kişiler olarak değil kendileriyle birlikte ırkçılığın baskıcılığına maruz kalan kişiler olarak gördüler. Gerçek özgürleşmenin beyaz ayrımcılığı ortadan kalkığında ve beyaz olmayan diğer insanların da kültürlerine ve değerlerine saygı duyulduğunda gerçekleşeceğini düşünmekteydiler. Evan vd., (2005)’ e göre beyaz olmayan kadınların kadıncılık (womanism) kavramını kullanmayı tercih etmelerinin bir sebebi de bu kelimenin içinde erkek (man) kelimesinin de geçiyor oluşu olabilir. Böylece baskılanmayı ve ayrımcılığı toplumdaki bütün bireylere atfetmiş oldular. Onlar, kadınların kadınsı niteliklerini ve güçlerini överken, kadın ve erkek tüm insanların hayatta kalmasını ve bütünlüğünü teşvik ettiler.

1990 yıllarına doğru modern feminist hareket, feminist terapinin çoğunluk kültürünü temsil eden kadınların sorunlarının ötesine geçmesini sağlayarak, ırk, etnik köken ve sınıfla ilgili konuları ele almasına yardımcı oldu (Espin, 1990). Beyaz olmayan bireyler de feminist psikoterapiden faydalanmaya başladılar. Feminist psikoterapiler, psikolojik ve sosyal problemlerle ilgilenmektedir. Danışanların günlük olaylarla başa çıkmak için becerilerini arttırma, danışanın kişinin davranışlarının dünyadaki olayları nasıl etkileyebileceğiyle ilgili iç görüsünü arttırma ve bireyin duygu ve davranışlarının sorumluluğunu alma cesareti göstermesine yardımcı olma gibi amaçlar taşımaktadır (Solomon, 1982). Beyaz olmayan Afrikalı Amerikalı kadınların karşılaştıkları sorunların ve yaşadıkları sıkıntıların temel sebebi çoğunlukla toplumda deneyimledikleri olumsuz değerlendirmelerin sonucunda güçsüzlük hissine kapılmalarıdır. Bu sebeple, beyaz olmayan kadınlarla çalışırken etkili bir terapi gerçekleştirebilmek amacıyla asıl odak noktası kadını güçlendirmek olmalıdır. Solomon (1982)’ e göre, bireyi güçlendirmek onun öz saygısını kazanmasına destek olarak, temel sosyal kaynakları elde edebilmek için kişiler arası ilişkileri etkili bir şekilde kullanmasına yardımcı olarak ve hayatının kontrolünü kendi eline alabilecek beceri ve bilgiye sahip olmasını sağlayarak gerçekleştirilmektedir. Beyaz olmayan kadınların bireysel ve grup olarak güçlendirilmesi onların psikolojik olarak iyileşmesini sağlamaktadır. Bunu yaparken, feminist terapide psikoterapist, beyaz olmayan kadınların cinsiyetçiliğin ve ırkçılığın zararlı etkisini fark etmesini sağlar, etnik azınlık olma statülerinin onlara dayattığı olumsuz duygularla başa çıkmalarına yardımcı olur, kendilerini problemlerini çözmede aktif katılımcılar olarak görmeleri için çalışır, onların dış çevrede kendilerine dayatılan normlar ile kendi gerçeklikleri arasındaki ilişkiyi fark etmelerini sağlar ve son olarak da toplumun tepkilerini değiştirebilme fırsatı yakalayacağı zamanları görmesine yardım eder (Espin, 1993).

Sonuç

İkinci dalga feminizm farklı birçok alanı etkilediği gibi psikolojiyi de etkilemiş ve psikoterapi yöntemlerine farkı bir bakış açısı kazandırmıştır. Başlangıçta feminist psikoterapi, sadece beyaz kadınların çevresinde şekillense ve onların faydalanması için imkan tanınmış olsa da zamanla toplumun bütün bireylerine açık hale gelebilmiştir. Çoğunlukla cinsiyetçi bir tutuma sahip olan geleneksel terapi yöntemlerine karşı çıkan feminist psikoterapi, bireyin yaşadığı sorunların bir çoğunun toplumun bireylere yüklediği roller ve bireylerin bu roller içinde sıkışıp kalarak baskılanmış hissetmeleridir. Bu sebeple feminist psikoterapistler, bireye farkındalık kazandırmak ve bireyi sorunlarıyla başa çıkabilecek düzeye getirmek için çalışırlar.

20. yüzyılda kadınlar, öncelikle ataerkil bakış açısının kendi problemlerine ve deneyimlerine olumsuz etkilerini görmelerine başlamış olsalar da, 21. Yüzyılda, kadın ya da erkek fark etmeksizin ataerkil düşüncenin tüm toplumsal cinsiyetlere olan etkisini ve baskısını fark etmek önemlidir. Feminizmin 21. yüzyılda erkeklerin feminizmden tüm cinsiyetlerin faydalanması gerektiği gibi yararlanmasına izin verilmelidir. Toplum içinde var olan her bir erkek bireyin kendi erkekliğini yeniden tanımlama ve kendilerini baskın erkekliğin gerektirdiğinin ötesinde görebilme hakkı vardır (Kahn, 2010). Başlangıçta erkeklerin feminist psikoterapiden korkularının aksine, feminist terapi erkekleri daha ‘kadın’ gibi yapmaya çalışmamaktadır. Aksine, feminist terapi kadın ya da erkek fark etmeksizin her bireyin kendini inşa etmesi için yargılamayan ve destekleyici bir ortam sağlamaktadır. Bunun yanı sıra, eril erkeklik normlarını benimsemiş erkekler için ise kendi erkeklik tanımlarının aslında baskın erkeklik tarafından kısıtlandığını görmelerine ve erkekliklerini bu ataerkil ilişkiye bağlı olmayan şekillerde anlamalarına ve tanımlamalarına yardımcı olmak gerekmektedir.

Feminist terapi 21. yüzyıla girerken, beyaz olmayan kadınların sadece danışan olarak değil, aynı zamanda kuramcı, araştırmacı, psikoterapist ve eğitimci olarak da dışarıda bırakılmaması ve dışlanmaması büyük önem taşımaktadır (Evans vd., 2005). Beyaz olmayan kadınların danışmanlıkta etnik kökenleri sebebiyle baskı altında kalmaması ve ezilmemesi, bunun yerine feminist psikoterapi ile güçlendirilmesini sağlamak için büyük çaba sarf etmek önemlidir. Oluşturulan teorilerin ve terapilerin kültürel, politik, ırksal ve toplumsal cinsiyete duyarlı ve saygılı olması, toplum içinde herkesi kapsayacak şekilde ve her bireye özgü olacak şekilde olması gerekmektedir.

Ne yazık ki, günümüzde hala baskıya maruz kalan birey sayısı az değil. Buna rağmen kaydedilen gelişmeler de yok sayılamayacak kadar fazla. Bu sebeple feminizm ve feminizmin dahil olduğu her alan çalışmalarına duraksamadan devam etmek durumunadır. Feminist psikoterapi de kendini geliştirmeye farklılıkları ayrımcılığa dönüştürmeden kapsayıcılığını arttırarak devam edecektir.

Betül ÇAKAR

Feminizm Okumaları Stajyeri

 

KAYNAKÇA

Addis, M. E., & Mahalik, J. R. (2003). Men, masculinity, and the contexts of help seeking. American Psychologist, 58(1), 5–14. https://doi.org/10.1037/0003-066X.58.1.5

Ballou, M., Hill, M., & West, C. (2008). Putting it all together: Application. In M. Ballou, M. Hill, & C. West (Eds.), Feminist therapy theory and practice (pp. 151–163). New York: Springer Publishing Company.

Brown, L. S. (1988). Feminist therapy with lesbians and gay men. In M. A. Dutton-Douglas & L. E. A. Walker (Eds.), Developments in clinical psychology. Feminist psychotherapies: Integration of therapeutic and feminist systems (p. 206–227). Ablex Publishing.

Crawford, M., & Unger, R. (2004). Women and gender: A feminist psychology (4th ed.). McGraw-Hill.

Espin, O. M. (1990). Feminist approaches. In L. Comas-Diaz & B. Greene (Eds.), Women of color: Integrating ethnic and gender identities in psychotherapy (pp. 265–286). New York: Guilford Press.

Espin, O. M. (1993). Feminist therapy: Not for or by White Women Only. The Counseling Psychologist, 21(1), 103-108. doi:10.1177/0011000093211005

Evans, K. M., Kincade, E. A., Marbley, A. F., & Seem, S. R. (2005). Feminism and Feminist Therapy: Lessons from the Past and Hopes for the Future. Journal of Counseling & Development, 83(3), 269–277. https://doi.org/10.1002/j.1556-6678.2005.tb00342.x

Evans, K. M., Kincade, E. A., & Seem, S. R. (2011). Feminist therapy: roots and branches. In Introduction to feminist therapy: Strategies for social and individual change (pp. 1-12). SAGE Publications, Inc., https://www.doi.org/10.4135/9781483387109.n1

Greenspan, M. (1993). A new approach to women & therapy (2nd ed.). Human Services Institute; Tab Books.

Kahn, J. S. (2010). Feminist therapy for men: Challenging assumptions and moving forward. Women & Therapy, 34(1-2), 59-76. doi:10.1080/02703149.2011.532458

Kravetz, D., & Marecek, J. (2001). The feminist movement. In J. Worell (Ed.), Encyclopedia of women and gender: Sex similarities and differences and the impact of society on gender (pp. 457–468). New York: Academic Press.

Levant, R. F. (1996). The new psychology of men. Professional Psychology: Research and Practice, 27(3), 259–265. https://doi.org/10.1037/0735-7028.27.3.259

Pleck, J. (1995). The gender role strain paradigm: An update. In R. F. Levant & W. S. Pollack (Eds.), A new psychology of men (pp. 11– 32). New York: Basic Books.

Pollack, W. (1998). Real boys: Rescuing our sons from the myths of boyhood. New York: Holt.

Robinson, D. A. (1994). Therapy with women: Empirical validation of a clinical expertise. University of Kentucky.

Sharf, R. S. (2015). Theories of psychotherapy & counseling: Concepts and cases. Cengage Learning.

Solomon, B. B. (1 982). The delivery of mental health services to Afro-American individuals and families: Translating theory into practice. In B. A. Bass, G. J. Wyatt, & G. J. Powell (Eds.), The Afro-American family: Assessment, treatment, and research issues. New York: Grune & Stratton.

Stone, P. T. (1979). Feminist consciousness and Black women. In J. Freeman (Ed.), A feminist perspective (2nd ed., pp. 575–588). Palo Alto, CA: Mayfield.

Sturdivant, S. (1980). Therapy with women: A feminist philosophy of treatment (Vol. 2). Editions Mardaga.

Worell, J., & Johnson, D. M. (2001). Feminist approaches to psychotherapy. In J. Worell (Ed.), Encyclopedia of women and gender: Sex similarities and differences and the impact of society on gender (pp. 425–437). New York: Academic Press.

Worell, J., & Remer, P. (2003). Feminist perspectives in therapy: Empowering diverse women (2nd ed.). John Wiley & Sons Inc.

Çalışma Hayatında Kadına Yönelik Toplumsal Cinsiyete Dayalı  Ayrımcılık

 

Özet

Bireyler, yaşamlarının neredeyse her noktasında olduğu gibi çalışma hayatlarında da ırk,  din, dil, etnik köken, engellilik, toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelim gibi doğuştan veya sonradan sahip olunan özellikler sebebiyle ayrımcılığa maruz kalmaktadırlar. Kadınların iş  hayatına yoğun bir biçimde dahil olmaya başlamaları ile beraber toplumsal cinsiyet  ayrımcılığının görünümü de artmıştır. Bu çalışmanın amacı, toplumsal cinsiyete dayalı  ayrımcılığın işe alımlarda ve çalışma hayatındaki görünümünü incelemektir. Araştırma  boyunca ayrımcılık, ayrımcılığın tarihçesi ve toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılık konularına  değinildikten sonra işe alım süreçlerinde ve çalışma hayatında kadına yönelik toplumsal  cinsiyet ayrımcılığından bahsedilecektir. İşe alım süreçlerinde ve çalışma yaşamında toplumsal  cinsiyete yönelik ayrımcılık konulu birçok çalışma kaleme alınmıştır. Çoğunlukla ayrı ayrı  incelenen ve belirli alanlar üzerinden vaka ve anket uygulamalarıyla desteklenen bu çalışma  konularını daha kapsayıcı olması amacıyla birlikte ele alınacaktır.

Anahtar Kelimeler: Çalışma Hayatı, İşe Alım Süreci, Toplumsal Cinsiyete Dayalı Ayrımcılık, Kadın, Ayrımcılık

 

Gender-Based Discrimination Against Women In The Working  Life

 

Abstract

Individuals are exposed to discrimination in their working lives, as in almost every point  of their lives, due to congenital or acquired characteristics such as race, religion, language,  ethnic origin, disability, gender or sexual orientation. The appearance of gender discrimination  has increased as women are increasingly involved in business life. The aim of this study is to  examine the appearance of gender-based discrimination against women in recruitment and  working life. Throughout the research, after addressing discrimination and gender-based  discrimination issues, gender discrimination against women in recruitment processes and

working life will be mentioned. Many studies on gender-based discrimination in recruitment  processes and working life have been written. These study topics, which are mostly examined  separately and supported by case and questionnaire applications, will be discussed together in  order to be more inclusive.

Keywords: Gender Discrimination, Working Life, Recruitment Porcess, Woman,  Discrimination

 

GİRİŞ

Tarih boyunca kadınların rolleri özel alan içinde tanımlanmış ve kadınlar çalışma  hayatının dışında tutulmuşlardır. Bu süreç boyunca da çalışma hayatı ve işyerleri erkeklerin  varlıklarını gösterdikleri alanlar olarak görülmüştür (Yılmaz ve Çetinel, 2019, s.983). Bu  doğrultuda da günümüzde kadın iş yaşamında konumlandırılırken ikincilleştirilmekte ve  toplumsal cinsiyete dayalı olarak adaletsiz ve eşit olmayan davranış ve uygulamalarla  karşılaşmaktadır. Toplumsal cinsiyet kalıplarına dayalı olarak kadın ve erkekler üzerine  konumlandırılmış roller işe alım süreçlerinde ve çalışma hayatında işveren tarafından bir  belirleyici olmaktadır. Bunun en belirgin örneklerinden biri bazı ilanlarda özellikle kadın ve  erkek çalışan istendiğinin belirtilmesi, işlerin kadın işi ve erkek işi olarak birbirinden  ayrılmasıdır. İşe alım süreçlerinden önce bile kadınlar ve erkekler meslek seçimlerine bağlı  olarak bölüm tercihlerinde üzerlerinde bir baskı hissedebilmektedirler ve toplum tarafından  istemedikleri halde yönlendirilebilmektedirler. İş hayatında ise işe alım, terfi, işten çıkarılma ya da  ücret konularında da toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılıkla karşılaşılmaktadır. 

Doğdukları andan itibaren insanlar kendilerini biyolojik cinsiyet tanımlaması altında belli  bir cinsiyet grubuna dahil edilmiş olarak buluyorlar. Sonrasında da toplumsal cinsiyet  tanımlamasıyla sahip olmaları gereken özellikler, aile içindeki konumları, görev ve  sorumlulukları ya da yapabilecekleri ve yapamayacakları işler belirleniyor. Bunların  doğrultusunda toplumsal cinsiyete dayalı bir ayrımcılık oluşuyor ve bu ayrımcılık çalışma  hayatında da kişileri olumsuz olarak etkiliyor. Erkeklerinde toplumsal cinsiyete dayalı  ayrımcılığa maruz kaldığını göz ardı etmemekle birlikte çalışmamda, bu ayrımcılıktan daha  yoğun ve olumsuz bir şekilde kadınlar etkilendiğinden dolayı özellikle bu cinsiyet grubunun  üzerinde durulacaktır.

 

1. Ayrımcılık ve Ayrımcılığın Oluşumu

İnsanlar hayatları boyunca birçok sebepten ötürü ayrımcılığa maruz kalabilmektedirler.  Cinsiyet, ırk, din, dil, boy, fizik ya da kilo gibi farklılıklar ayrımcılık faktörü olarak görülmekte  ve insan yaşamında avantaj ve dezavantaj oluşturabilmektedir (Çelik ve Altuntaş, 2017, s. 91). Bu doğrultuda ayrımcılık, bir kişinin sahip olduğu bir özellikten dolayı mağdur edilmesi olarak  tanımlanmaktadır (Oğan ve Wolff, 2020, s.219). Bir diğer ifadeyle de ayrımcılık, bireyin  doğuştan ya da sonradan sahip olduğu özellikler sebebiyle toplumda eşit olmayan davranış ve  uygulamalarla karşılaşmasıdır. Hukuksal açıdan incelendiğinde hukuken eşit olan bireylere,  geçerli bir sebep bulunmamasına rağmen bir hak veya yükümlülükle alakalı olarak isteyerek  veya istemeyerek eşit davranılmaması durumu olarak tanımlanan ayrımcılık kavramı,  sosyolojik açıdan incelendiğinde ise bireye, gruba ya da grubun üyelerine yönelik  önyargılardan kaynaklanan olumsuz tutum ve davranışlar şeklinde tanımlanmaktadır.  Ayrımcılığın oluşabilmesi için öncelikle hiyerarşik bir toplum örgütlenmesinin varlığı söz  konusu olmalı ve bu hiyerarşik örgütlenmenin hem aşağısında hem de yukarısında bulunan  insanlar açısından meşrulaştırılabilmesi için ayrımcı söylem ve ifadelerin varlığı  gerekmektedir. Böylelikle dil aracılığı ile ayrımcılık yaygınlaşmakta ve doğal kabul  edilmektedir. Buna ek olarak ayrımcılık sorunu, ayrımcılığa uğrayan gruplara yönelik ortaya  çıkan önyargılar, kalıp yargılar, çeşitli medya ve iletişim kanallarında olay ve haberlerin işleniş  şekilleri vasıtasıyla da pekiştirilmektedir. Söz konusu kalıp yargılar bireyleri bireysel  niteliklerinden uzaklaştırmakta ve grubun tüm üyelerini aynılaştırarak damgalamaktadır.  Böylelikle de bu kalıp yargılara maruz kalan gruplar toplumda kendileri için belirlenmiş olan  sınırların dışına çıkmak istediklerinde ayrımcılığa maruz kalmaktadır (Erikli, 2020, s. 42).

 

2. Bir Ayrımcılık Türü Olarak Toplumsal Cinsiyet Ayrımcılığı

Kadın ve erkek için sosyal olarak oluşturulmuş ve öğrenilmiş davranış ve rolleri ifade  etmekte olan toplumsal cinsiyet kavramı, biyolojik farklılıklardan ziyade kadınlar ve erkekler  için hangi davranışların uygun olduğuna, her iki cinsiyet grubunun hangi haklara, kaynaklara  veya güce ne derecede sahip olduğuna ya da olması gerektiğine ilişkin toplumsal beklentileri  içermektedir (Utma, 2019, s. 46). Başka bir deyişle toplumsal cinsiyet, biyolojinin kodladığı  maddi bedenlere manevi anlamlar yüklenmesiyle onların kültürel olarak tanımlanması ve  ayrılmasıdır. Kadın ve erkeği, kadınlık erkeklik olarak adlandırılan statü ve roller ile  bağdaştırmaktır (Bingöl, 2014, s. 108). Kadına ve erkeğe yüklenen toplumsal cinsiyet rolleri ve sorumlulukları bu iki cinsiyet grubu arasında ayrımcılığa ve eşitsizliğe neden olmaktadır (Türeli  ve Dolmacı, 2013,  s. 85).

Sanayi süreci ile birlikte ortaya çıkan işbölümü ile yakından alakalı olan toplumsal  cinsiyet kavramına göre kadın ve erkeğin toplumsal rollerinin katı bir şekilde birbirinden  ayrıldığı toplumlarda kadının rolü evlenmek, çocuk doğurmak ve ev işlerini yapmak şeklinde  görülmektedir. Kadının ev içindeki çocukların, engelli ve yaşlı bireylerin “ücretsiz” bakım  hizmetlerini ve günlük bakım işlerini yerine getirme yükümlülüğü altında olduğu  düşünülmektedir. Erkeğin ise evin geçimini sağlamasıyla aile içi işbölümü gerçekleşmiş  olmaktadır (Erikli, 2020, s.41). Ataerkil toplumlarda kadına toplumsal yapı tarafından yüklenen  en önemli görevin analık ve eşlik olması sebebiyle kadın eğitim ve çalışma imkanlarından daha  az yararlanmakta, meslek tercih olanakları sınırlanmakta, çalışma yaşamında erkekler ile eşit  hak ve koşullara sahip olamamaktadırlar (Utma, 2019, s.47).

Toplumsal cinsiyet ayrımcılığının tanımlanmasında cinsiyet farklılığının toplumsal yapı  ile kurduğu ilişki önemli bir husustur ve bu kavram toplumsal cinsiyet eşitsizliği ile yakından  alakalıdır. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği kavramı ile ifade edilebileceği üzere kadınların fırsat  ve kaynaklara erişimi hususunda bir eşitsizlik söz konusudur ve bu eşitsizliklerin bireylerin  zihinlerinde “doğru bir gerçeklik” olarak algılanması toplumsal cinsiyet ayrımcılığına sebep  olmaktadır (Erikli, 2020, s.41).

 

3. İşe alımlarda ve Çalışma Hayatında Kadına Yönelik Toplumsal Cinsiyete Dayalı Ayrımcılık

Çalışma yaşamında kadına yönelik toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılık, bireyin kişisel  yetenek veya iş performansından ziyade kadın ya da erkek olmasıyla alakalı olarak yapılan  değerlendirme ve uygulamalarla ilişkilidir (Türeli ve Dolmacı, 2013, s. 86). Toplumsal cinsiyet  ayrımcılığı çalışma hayatında işgücüne katılımda eşitsizlik, ücret eşitsizliği, meslekte yükselme  ve terfi imkanları açısından eşitsizlik gibi şekillerde ortaya çıkmaktadır ve bu eşitsizlikler  çoğunlukla kadınların çalışma hayatında etkisini göstermektedir (Erikli, 2020, s.41). Kent  yaşamında kayıt dışı çalıştırılma, ücret eşitsizliği, cinsel taciz, mobbing, fırsat eşitsizliği, kırsal  çalışma hayatında ise ataerkil aile yapısında cinsiyet ayrımcılığı, bağ, bahçe ve tarla işlerinde ağır çalışma koşullarına maruz bırakılma, eğitim seviyesinde geride kalma toplumsal cinsiyete  dayalı olarak kadına yapılan ayrımcılıklara örnektir (Türeli ve Dolmacı, 2013, s.86).

İş yerinde cinsiyet ayrımcılığının en önemli işaretlerinden biri, yapılacak işin kadın işi ve  erkek işi olarak bir ayrıma tabi tutulması ve iş başvuru formlarının adayların bu özellikleri göz  önünde bulundurularak değerlendirilmesidir. Kadınların işgücü piyasasında olumsuz şartlarını  ve ikincil konumlarını yansıtan ayrımcı uygulamalar bulunmaktadır. Kadınlar çalışma  hayatında işe alınma, ücretlendirilme, yükseltilme ve işten çıkarılma gibi konularda ayrımcı  uygulamalarla karşılaşmalarının yanında kolay vazgeçilen, sosyal güvenceden yoksun ve  sendikal örgütlenmesi zayıf işgücü olarak görülmektedirler (Alparslan, Bozkurt, Özgöz, 2015,  s. 67). İşe alım süreçlerinde öncelikli olarak kadının aile ilişkisi göz önünde bulundurulmakta,  evli ve çocuklu olmasının yapacağı işi etkileyeceği düşünüldüğünden bu süreçte dikkat edilen  önemli bir faktör olmaktadır. Bunun sonucunda günümüzde kadının bekar ve genç olması işe  alım sürecini kolaylaştırmakta iken evli kadınlar için aynı durum söz konusu değildir  (Alparslan, Bozkurt, Özgöz, 2015, s.70). 

Geçmişten günümüze işgücü piyasasına dahil olan kadın sayısında büyük oranda artış  yaşanmasına rağmen kadının çalışma hayatına katıldıktan sonra kariyer ilerlemesinde aynı  oranda yükseliş gerçekleşememiştir. Dünyada kadın nüfusu toplumun neredeyse yarısını  oluşturmakla birlikte, çalışma hayatında kadınların yönetsel pozisyonlarda erkekler ile aynı  seviyede yer alamadığı görülmektedir. Toplumsal yaşamda iş tanımlarının ve iş koşullarının  genel olarak erkek ağırlıklı belirlenmiş olması ve kadının çalışma hayatında ikincil konuma  itilmesi üst yönetim kademelerinde yer alamamasına neden olmuştur. Özellikle kadından  beklenen geleneksel rol nedeniyle kadının psikolojik olarak ailesi ve kariyeri arasında kalması  kariyeri açısından ilerlemesini güçleştirmektedir. Kadının toplumdaki konumunun öncelikli  olarak eş ve anne olarak belirlenmesi ile kadınlar cinsiyetlerinden dolayı, bazı durumlarda kendi  seçimi ile bazı durumlarda ise toplumsal baskı sonucu yönetsel pozisyonlara gelememektedirler  (Utma, 2019, s.45). Genel olarak işverenler de, kadın çalışanların çalışma hayatında geçici olarak  yer aldıkları, aile içinde sorumlulukları bulunması ve çocuk sahibi olabilecekleri  düşüncelerinden dolayı üst kademelere getirilmemeleri ve terfi ettirilmemeleri yönünde  görüşlere sahiptirler. Bakıldığında günümüzde pek çok büyük işletme, belli bir seviyede  sorumluluk isteyen statülere kadın istihdam etme konusunda, kadınların hamilelik ve annelik  ile alakalı psikolojik durumları gerekçe gösterilerek kadınlara yüklenmiş belli roller üzerinden  ayrımcılık uygulamaktadır (Alparslan, Bozkurt, Özgöz, 2015, ss.69-70).

Toplumsal cinsiyete dayalı olarak kadınlara yönelik ayrımcılığın yoğun olarak görüldüğü  çalışma yaşamında kadınlar güvencesiz, kayıt dışı sektörlerde çalıştırılmaktadırlar. Bununla  birlikte ekonominin daralma gösterdiği dönemlerde, erkek ve kadınların çalıştığı sektörlerde öncelikli olarak işten çıkarılan kesim kadın çalışanlardan oluşmaktadır. Bu duruma gerekçe  olarak ise, erkeklerin “evin reisi” konumlarından dolayı ailenin geçimini sürdürmekle yükümlü  oldukları öne sürülmektedir. Aynı zamanda kadınlar ucuz işgücü olarak tercih edilmelerinin  yanında esnek çalışma uygulamalarına da maruz bırakılmaktadır (Yılmaz, 2018, s. 66).  Türkiye’de kadınların çalışma hayatına katılımı kentsel bölgelerde, kırsal bölgelere  kıyasla daha düşüktür. Bunun sebebi ise kentlerde “ev kadını” sıfatıyla çalışma  hayatının dışında tutulan kadınların kırsal alanlarda “ücretsiz aile işçisi” olarak işgücüne dahil  edilmeleridir (Karabıyık, 2012, s.236). Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre kadın  çalışanların kayıt dışı çalışması daha olası bir durumdur. Bu konuda kadınların kayıt dışı  çalışmasını tetikleyen etkenlerden biri köyden kente göç süreci sayılabilir. Kayıtlı iş imkanı  yakalayamayan kadınlar kentte geçimlerini idame ettirebilmek amacıyla mecburen kayıt dışı  işlerde çalışmak durumunda kalmışlardır. İşverenlerin çoğunluğu da işyerlerinde düşük  maliyetli kadın çalışanları tercih etmekte ve kayıt dışı çalışan kadınların temel hukuksal  haklarından yararlanmaları konusunda yoksun bırakmışlardır. İşgücü piyasasında işsizlik  durumundan daha yoğun olarak etkilenen gruplar arasında kadınlar önemli bir yerde  bulunmaktadır (Yılmaz, 2018, s. 68-69). Bu noktada kadınların görüldüğü konum ve kadınlara  yönelik toplumsal cinsiyet ayrımcılığının boyutları göz önüne çıkmaktadır. Çalışmayan ya da  “ücretsiz işgücü“ olarak görülen kadınlar kendilerine ait gelirlerinin olmaması sebebiyle  ekonomik bağımsızlıklarını sağlayamamakta ve karşı karşıya kaldıkları aile içi şiddet ve taciz,  ekonomik şiddet, erken evlenme ve erken doğum gibi durumlar karşısında dezavantajlı  konumda bulunmaktadırlar. Çalışma hayatında yaşanan kadına yönelik toplumsal cinsiyete  dayalı ayrımcılık kadının tüm hayatında bir belirleyici olabilmekte ve başka ayrımcılık ve  eşitsizliklerin oluşmasına sebebiyet vermektedir (Karabıyık, 2012, s. 240). Bunun yanında  çalışma hayatında erkeklere atfedilmiş acımasız, saldırgan, kararlı gibi tanımlamalara karşın  kadınlara yönelik aciz, zayıf, duygularının kurbanı tanımlamaları toplumsal cinsiyet  ayrımcılığının oluşmasına katkı sağlamaktadır (Türeli ve Dolmacı, 2013, s. 87).

Kadına yönelik toplumsal cinsiyet ayrımcılığı, kendi içinde cinsel ayrımcılığı da  barındırmakta ve günümüzde pek çok kadın bu ayrımcılık türüne maruz kalmaktadır. Bu  ayrımcılık çalışma hayatında gerçekleştiğinde, cinsel ayrımcılığa maruz kaldığını fark eden  bazı kadınlar, çoğunlukla yasal yollara nadir olarak ve isteksizce başvurmaktadırlar. Bunun  nedenleri finansal kaynaklarının olmamasının yanında ailevi sorumluluklarının olması  sebebiyle böyle bir davanın içinde bulunmak istememeleri ve işini kaybetme korkularıdır. Bu  durumda kadınlar çoğu zaman çalışma hayatlarını sonlandırmakta ya da olumsuz etkilerine rağmen çalışmaya devam etmektedirler. İki cinsiyet grubu arasındaki ayrımcılık tutumları ile  alakalı yapılan çalışmalar eşitsizliğin ne derece yüksek ve güçlü olduğunu göstermektedir. Bu  doğrultuda toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin, ayrımcılığının, kadının ikincilleştirilmesinin fark  edilmesi ve bu sorunların çözümü için gerekenlerin belirlenip uygulanmaya başlanması  gerekmektedir (Türeli ve Dolmacı, 2013, s. 87).

Toplumsal yapılanmanın kadınların daha fazla eğitim olanaklarına ulaşabilmesi,  varlıklarının farkında olmaya başlaması ve hizmet sektörü başta olmak üzere diğer sektörlerde  de iş olanaklarına ulaşabilmeleri gibi değişimler geçirmesi ile birlikte kadınlara yeni ve farklı  roller kazandırılmıştır. Bu değişimlerin yanında toplumsal alandaki varlığı halen süren  geleneksel davranışlar ve düşünceler, kadınların ev içinde kalmaya devam ederek çalışma  hayatına katılımları konusunda engel oluşturabilmektedir. Bu geleneksel davranış ve  düşünceler toplumda kadının yerini ev içi olarak sınırlamakta ve kadınların iş hayatına dahil  olma isteği üzerine çatışmaların çıkmasına neden olabilmektedir. Bu içsel çatışmaların yanında  kadınlar çalışma hayatında ikincilleştirilmekte ve erkeklerle benzer işleri yaptıkları takdirde  bile eşit işe eşit ücret alamamakta ve daha düşük ücrete maruz bırakılmaktadırlar (Yılmaz,  2018, ss. 64-65). Türkiye’de 2019 yılı verilerine göre kadınlar tüm eğitim düzeylerinde  erkeklerden daha düşük ücret almışlar ve cinsiyete dayalı ücrete kadınların aleyhine  gerçekleşmiştir (TÜİK, 2020).

Kadınların, hem eğitim ve meslek edinmedeki fırsat eşitsizliği sebepli insan sermayesi  farklılıkları, hem de ayrımcı uygulamalar nedeniyle çalışma yaşamında erkeklerin gerisinde  olması, hayatın diğer alanlarında aktif bir şekilde var olmalarını engelleyen koşullar  yaratmaktadır (Çakır, 2008, ss.42). Bu fırsat eşitsizliğine olanak sağlayan bir sebep de kadınların  ev dışında çalışma kararı alırken ev işlerinin aksama ihtimalini, çocukların ve yaşlıların  bakımını ve çalışma saatleri dışındaki vaktinin evdeki işleri yetiştirme konusunda yeterli olup  olmadığını düşünmek zorunda olmasıdır. Türkiye’de bu durumun en açık kanıtlarından biri  TÜİK verilerine göre kadın eğitim ve istihdam oranıdır (Karatepe ve Arıbaş, 2015, ss. 9).

Türkiye açısından çalışma hayatında yaşanan ayrımcılık durumu değerlendirmek  gerekirse de, Türkiye’de kadınların işgücü piyasasına dahil edilmeleri Cumhuriyet’in ilk  yıllarından beri bir sorun olarak var olmuştur. Bu tarihi süreç değerlendirildiğinde kadınların  çalışma hayatına katılım oranları düşüklüğünün en belirgin nedenlerinden biri toplumsal  cinsiyet temelli iş bölümüdür (Karabıyık, 2012, s.237). Cinsiyet temelli işbölümünün bir neticesi  olarak kadınlar çoğunlukla “kadına uygun” olarak nitelenen düşük statülü nitelik ihtiyacı  olmayan işlerle çalışma hayatına katılmak zorunda bırakılmışlardır. (Karabıyık, 2012, s.243).

TÜİK verilerine de bu ayrımcılık yansımaktadır. Kadın istihdamının sektörel dağılımı  tarım, sanayi ve hizmet sektörleri açısından değerlendirildiğinde kadınların çalışma hayatına en  çok dahil olduğu sektör hizmet sektörüdür (Yılmaz, 2018, s. 71). Bunun sebebi ise hizmet  sektöründeki iş olanaklarından bazılarının ev odaklı işler olması ve ”kadınlara uygun alanlar”  olarak toplumsal kabul görmesi olabilmektedir (Karabıyık, 2012, s. 242).

 

4. Kadınların Çalışma Hayatına İlişkin Hukuki Düzenlemeler

Kadınların sahip oldukları haklar, eğitim seviyeleri, çalışma hayatına katılım oranları ve  öteki etkenler toplumların gelişmişlik seviyesinin göstergesi olarak görülmektedir. Sanayi  devrimi sonrasında çalışma yaşamına daha fazla dahil olmaya başlayan kadınların hakları ve  çalışma koşulları ile alakalı düzenlemeler yapılması ilk olarak batı ülkelerinde gerçekleşmiştir.  Sonrasında uluslararası sözleşmeler ile başta fırsat ve muamele eşitliği ve çeşitli ayrımcılıkların  önlenmesi amaçlanmış; taraf ülkeler için yükümlülükler öngörülmüştür. Kadınların yasal  hakları olan hamilelik ve doğum izinleri, çocuk emzirme süreleri ve diğer koruyucu haklar  işveren tarafından çoğunlukla olumlu karşılanmamakta ve bu durum kadın istihdamını olumsuz olarak etkilemektedir. Dezavantajlı gruplar arasında sayılan kadınların, çalışma hayatına  yönelik düzenlenen hukuki düzenlemelerle sağlanan hakları hukuki koruma amacı gütmektedir (Hüseyinli ve Yiğit, 2017, ss. 280-281). Çalışma yaşamında yaşanan kadına yönelik toplumsal  cinsiyete dayalı ayrımcılıkların önlenmesi amacı ile yapılan hukuki düzenlemelerin varlığına  rağmen halen işyerlerindeki belirsiz durumun devam etmesi konu ile alakalı uygulama  sorunlarının olduğunu göstermektedir (Oğan ve Wolff, 2020, s. 220).

 

SONUÇ 

İşe alım süreçlerinde ve çalışma hayatında karşılaşılan toplumsal cinsiyete dayalı  ayrımcılık uygulamaları irdelendiğinde bulunulan yer, dönemin şartları ya da diğer faktörlere  göre değişim gösterebilen toplumsal cinsiyet kavramı önemli bir etkendir. Bu kavram üzerinden  kadınlar ve erkekler iki gruba ayrılmakta ve belli özelliklere sahip oldukları düşüncesiyle  hareket edilmektedir. Erkeklerin kamusal alanda, iş hayatında yer alması ve buna bağlı olarak  eve ekmek götüren konumda olması gerektiği düşünülürken, kadınlar özel alanla yani evle sınırlandırılmıştır. Bununla birlikte ev içi emekleri ücret kazancı sağlamadığından  önemsenmemektedir. Kadınların gelir getirici işlerde çalıştıkları durumlarda bile cinsiyetçi  işbölümü temelinde ev ve bakım işlerini onların yapması beklenmektedir. Erkeklerin bu işlerin  paylaşımı konusunda sorumluluk üstlenmesi ise genel olarak söz konusu değildir (Yılmaz,  2018, s. 65). Ev ve bakım işlerinin kadının göreviymiş gibi davranılmasının yanında  kutsallaştırılan annelik kavramı üzerinden de ebeveynlik sadece kadına yüklenmektedir. Tüm  bu durumlar göz önünde bulundurulduğunda hem kadına yüklenen görevler ve sorumluluklar  hem de toplum baskısı sonucunda kadının iş hayatına dahil olma süreci ve çalışma hayatını devam ettirebilmesi zorlaşmaktadır.

Çoğunlukla kadınların yaptıkları gelir sağlayıcı işler ev ekonomisine yardım şeklinde  ifade edilmekte, yani pek de önemsenmemektedir. Bazı meslek grupları için kadın işi ve erkek  işi ayrımı bulunmaktadır. Bu işleri yerine getirebilmek için sahip olunması gereken nitelikler  tek bir cinsiyete atfedilmekte, öteki cinsin ise bu özelliklerden yoksun olduğu varsayılmaktadır.  Ayrıca kadınların evleninceye kadar geçici olarak çalışacağı fikri, kadınların ailevi  sorumluluklarından dolayı işlerine yeterli önemi gösteremeyeceklerinin ya da kadınlarla  özdeşleştirilmiş annelik halinin çalışmaya engel olacağının düşünülmesi çalışma hayatına dahil  olmalarında bir dezavantaj oluşturmakta ve işe giriş esnasında ayrımcılık sebebi olmaktadır.  Toplumsal cinsiyet ayrımcılığının bir diğer ürünü de eşit işe eşit ücret verilmemesi, yapılan iş  aynı olsa bile kadın ve erkek çalışanlarda farklı ücretlendirmeye gidilmesidir (Alparslan,  Bozkurt, Özgöz, 2015, s. 67). Gerek işe alım sürecindeki mülakatlar esnasında bekar kadın  adaylara sorulan “Yakında evlenmeyi düşünüyor musunuz?” ya da evli kadın adaylara sorulan  “Çocuk sahibi olmayı düşünüyor musunuz?” benzeri sorular, gerekse çalışma hayatında iki  cinsiyet grubuna da aynı şekilde muamele gösterilmemesi, eşit olarak görülmemeleri ve aynı  işi yaptıkları takdirde bile erkeklerle aynı ücreti alamamaları toplumsal cinsiyete dayalı  ayrımcılığı göz önüne koymaktadır. Bu hususta işe alım süreçlerinin yönetilmesinde büyük bir rol oynayan insan kaynakları departmanı çalışanlarının bu konu hakkında duyarlı ve bilinçli  olması da hiçbir kadının ayrımcılığa maruz kalmaması için önem arz etmektedir.

 

CEREN ŞAHİN 

Toplumsal Cinsiyet Staj Programı

 

KAYNAKÇA

Alparslan, M.H., Çetinkaya Bozkurt, Ö., Özgöz, A. (2015). İşletmelerde Cinsiyet  Ayrımcılığı ve Kadın Çalışanların Sorunu. MAKÜ İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 2(3), 66- 81.

Bingöl, O. (2014). Toplumsal Cinsiyet Olgusu ve Türkiye’de Kadınlık. KMÜ Sosyal ve  Ekonomik Araştırmalar Dergisi, 16(1), 108-114.

Çakır, Ö. (2008). Türkiye’de Kadının Çalışma Hayatından Dışlanması. Erciyes  Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, (31), 25-47.

Çelik, A. ve Altuntaş, V. (2017). İşgören Bulma ve Seçiminde Cinsiyet Ayrımcılığının  Etkisi: İzmir’deki A Grubu Seyahat Acentalarına Yönelik Bir Araştırma. Seyahat ve Otel  İşletmeciliği Dergisi, 14(1), 90-107.

Erikli, S. (2020). Çalışma Yaşamında Toplumsal Cinsiyet Ayrımcılığının Görünümü.  Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2(1), 39-60.

Hüseyinli, N. ve Yiğit, Y. (2017). İş Hukuku’nda Kadın Çalışanların Korunmasına İlişkin  Hukuki Düzenlemeler. Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 25(2), 279-328.

Karabıyık, İ. (2012). Türkiye’de Çalışma Hayatında Kadın İstihdamı. Marmara  Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, 32(1), 231-260.

Karatepe, S. ve Arıbaş, N.N. (2015). İş Hayatında Kadın Yöneticilere İlişkin Cinsiyet  Ayrımcılığı: Türkiye İçin Bir Değerlendirme. Yasama Dergisi, (31), 7-23.

Oğan, E. ve Wolff, R.A. (2020). Kamusal Alanda Kadın Ayrımcılığı. Sosyal Bilimler  Araştırma Dergisi, 9(4), 218-235.

TÜİK (2020, Mart). İstatistiklerle Kadın,2019 [Basın bülteni]. Erişim adresi  https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Istatistiklerle-Kadin-2019-33732.

Türeli, N. ve Dolmacı, N. (2013). İş Yaşamında Kadın Çalışana Yönelik Ayrımcı Bakış  Açısı ve Mobbing Üzerine Ampirik Bir Çalışma. Ekonomi ve Yönetim Araştırmaları Dergisi,  2(2), 83-104.

Utma, S. (2019). Kadına Yönelik Cinsiyet Ayrımcılığı ve Cam Tavan Sendromu. Sosyal  ve Beşeri Bilimler Dergisi, 11(1), 44-58.

Yılmaz, S. (2018). Türkiye’de Kadınların Çalışma Hayatındaki Yeri ve Sosyal Güvenlik  Hukuku Düzenlemeleri. Sosyal Çalışma Dergisi, 2(2), 63-80.

Yılmaz, S. ve Çetinel, E. (2019). İş Alanlarında Cinsiyet Ayrımcılığı: Türkiye’de İnşaat  Mühendisliği İlanları Üzerine Bir Araştırma. Bingöl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü  Dergisi, 9(18), 975-989.

Balkan Bülteni / 17-20 Haziran

0
 

Arnavutluk: Edi Rama – Yargı Reformu AB Üyeliği Doğrultusunda Kilit Öneme Sahip

Başbakan Edi Rama, France 24 Kanalı’na verdiği röportajda, Arnavut hükümetinin entegrasyon ve pandemi olmak üzere iki temel konusu olduğunu belirtti. Ayrıca Rama, Arnavutluk’un AB’ye kabul edilmesi hususunda yargı reformunun gerekliliğine işaret etti. Arnavutluk’un kendi iç problemlerini çözebilirse AB üyeliğinin uzak olmadığını ifade eden Rama, eski siyasilerin ve yargı memurlarının hukuka aykırı davranışlarının mahkum edilmelerinin hukukun üstünlüğü açısından önemli olduğunu vurguladı.

Kaynak: Albanian Daily News
Tarih: 20.06.2021

Bosna-Hersek / Sırp Cumhuriyeti: Sırp Cumhuriyeti Askeri Tarafsızlığa Bağlılığını Sürdürüyor

Milorad Dodik, Bijeljina’da yaptığı açıklamada, Sırp Cumhuriyeti’nin askeri tarafsızlığa ve Ulusal Meclis’in benimsediği politikalara bağlılığını sürdüreceğini belirtti. Dodik, Gürcistan, Ukrayna ve diğer ülkelerin NATO ile entegrasyon sürecinde olduğunu, Bosna-Hersek’in ise entegrasyon değil iş birliği sürecinde olduğunu vurguladı.

Kaynak: Rtrs
Tarih: 20.06.2021

Karadağ: Krivokapiç Mandiç’e Yanıt Verdi – Sırp Halkı Dostunuz Değil

Başbakan Zdravko Krivokapiç, Demokratik Cephe liderlerinden Andrija Mandiç’in iddialarına tepki göstererek, Mandiç’in Karadağ’daki Sırp halkına zarar verdiğini ve Sırp halkının onun halkı olmadığını belirtti. Krivokapiç, Mandiç’in siyasi oyunlarına karşı duracağını ve Sırp halkını marjinalleştirme çabalarına izin vermeyeceğini söyledi.

Kaynak: CDM
Tarih: 18.06.2021

Karadağ: Zadiç – Karadağ’ı AB Yolunda Desteklemeye Devam Edeceğiz

Avusturya Adalet Bakanı Alma Zadic, Karadağ’ın Avrupa Birliği ile müzakerelerde ilerleme kaydettiğini belirterek, Avusturya’nın Karadağ’ı reform yolunda desteklemeye devam edeceğini söyledi. Karadağ Başbakan Yardımcısı, Avusturya’nın desteğinin ülke için çok önemli olduğunu ve Avrupa ailesinin bir parçası olma hedeflerine rekor sürede ulaşma kararlılığında olduklarını belirtti.

Kaynak: Mina News
Tarih: 19.06.2021

Karadağ: Karadağ Antalya Fahri Konsolosluğu Açıldı

Karadağ’ın Antalya Fahri Konsolosluğu, düzenlenen törenle açıldı ve Hüseyin Erkan Yılmaz fahri konsolos olarak atandı. Yılmaz, Türkiye ve Karadağ arasındaki dostluk ilişkilerinin gelişmesine katkıda bulunmaktan mutluluk duyduğunu ifade etti. Türkiye Dışişleri Bakan Yardımcısı Yavuz Selim Kıran, Karadağ ile ilişkilerin ortak tarih, kültür ve derin sosyal bağlara dayalı olarak geliştiğini belirtti.

Kaynak: CNN
Tarih: 19.06.2021

Kosova: Cumhurbaşkanı Osmani Türkiye’de

Kosova Cumhurbaşkanı Vjosa Osmani, 25. kez düzenlenecek Güneydoğu Avrupa İşbirliği Sürecine katılmak için Türkiye’ye geldi. Osmani, Avroatlantik entegrasyonunun yanı sıra Covid-19’un zorluklarını ele alan bölgesel işbirliği ve Kosova Cumhuriyeti’nin pozisyonları hakkında konuşacak. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüşen Osmani, iki ülke arasındaki ilişkilerin derinleştirilmesi konusunu ele aldı.

Kaynak: Kosova Haber
Tarih: 19.06.2021

Kosova: Albin Kurti ve Emmanuel Macron Görüşecek

Kosova Başbakanı Albin Kurti’nin, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ile Paris’te bir araya gelmesi bekleniyor. Bu, Kurti’nin Kosova Başbakanı seçilmesinden sonra iki lider arasındaki ilk görüşme olacak. Görüşmede, Fransa ile Kosova arasındaki işbirliği ve Kurti’nin Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic ile Brüksel’de yapacağı görüşme konuşulabilir.

Kaynak: Panorama.al
Tarih: 20.06.2021

Sırbistan: Sırbistan’da Sloboda Askeri Kuruluşunda Patlama Meydana Geldi

Sırbistan’da, Cacak kasabası yakınlarındaki Sloboda askeri işletmesinde patlama meydana geldi. Patlamanın yerel saatle 20.00 sıralarında gerçekleştiği kaydedildi. Yerel halk, şehrin üzerinde yükselen büyük bir duman bulutunun fotoğraflarını sosyal medyada paylaştı. Vali, kasabayı tahliye etme kararı aldı.

Kaynak: Regnum.ru
Tarih: 19.06.2021

Sırbistan: Cumhurbaşkanı Vucic, Guterres’i BM Genel Sekreteri Olarak Yeniden Seçilmesinden Dolayı Tebrik Etti

Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic, Antonio Guterres’i Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri olarak yeniden seçilmesinden dolayı kutladı. Vucic, “Antonio Guterres’i yeniden BM Genel Sekreterliği görevine seçilmesinden dolayı içten tebrik ederim. Coşkunuzu ve bağlılığınızı paylaşıyor ve eşitlik ve karşılıklı saygıyı teşvik eden daha iyi ve müreffeh bir dünyaya giden ortak bir yolda halklar arasındaki bağları daha da güçlendirmek için iş birliğine devam etmeyi dört gözle bekliyoruz.” dedi.

Kaynak: Regnum.ru
Tarih: 19.06.2021

Yunanistan: AB Komisyonu Yunanistan’ın 30,5 Milyar Avroluk Ulusal Toparlanma ve Dayanıklılık Planını Onayladı

Avrupa Komisyonu, Perşembe günü Yunanistan’ın toplam 30,5 milyar avroluk toparlanma ve dayanıklılık planını onayladı. Komisyon, “Bu, 2021-2026 Kurtarma ve Dayanıklılık Kolaylığı (RRF) kapsamında 17,8 milyar avroluk hibe ve 12,7 milyar avroluk kredinin ödenmesine yönelik önemli bir adımdır.” diyerek, bu finansmanın kritik öneme sahip önlemlerin uygulanmasını destekleyeceğini belirtti. Ayrıca Komisyon, RRF kapsamında Yunanistan’a hibe şeklinde 17,8 milyar avro ve kredi şeklinde 12,7 milyar avro tahsis edilmesine yönelik bir Konsey Uygulama Kararı önerisini kabul etti. Konsey’in, Komisyon’un teklifini onaylamak için kural olarak dört haftası olacak.

Kaynak: Atina Makedon Haber Ajansı
Tarih: 17.06.2021

Yunanistan: Dışişleri Bakanı Nikos Dendias, Belçikalı Mevkidaşı Wilmes ile Görüştü – İkili İlişkileri Yeniden Canlandırma Zamanı

Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias, Belçikalı mevkidaşı Sophie Wilmes ile Atina’da yaptığı görüşmede, Yunanistan’ın Belçika ile ilişkilerini yeniden canlandırdığını söyledi. Dendias, “Ekonomi, enerji, yenilenebilir enerji kaynakları, yeni teknolojiler ve çevre konularında birkaç önemli beklenti var ve iki ülke arasındaki iş bağlantılarını teşvik etme fırsatını değerlendirmeliyiz.” dedi. Dendias ayrıca, Türkiye ve Batı Balkanlar ile ilişkilerden bahsetti. Yunanistan-Türkiye ilişkileri konusunda, buz kırıldığını, ancak Türkiye ile büyük ve önemli farklılıkların devam ettiğini söyledi.

Kaynak: Atina Makedon Haber Ajansı
Tarih: 17.06.2021

Dış Aktörler: Johansson – “Sırbistan’ın AB’de Olmasını İstiyoruz”

Avrupa İçişleri ve Göç Komiseri Ylva Johansson, Belgrad’da yaptığı açıklamada, Sırbistan’ın hukukun üstünlüğü ve yolsuzluk ile organize suçun önlenmesinde ilerleme kaydetmesi gerektiğini ve Belgrad’ın bu çabalarda Brüksel’in desteğini aldığını belirtti. Johansson, Göçlerin Yönetiminde Sırbistan’ın Desteklenmesi Anlaşması’nın imzalanmasının ardından, “Avrupa Birliği Sırbistan’ın kendi parçası olmasını istiyor, ancak katılım süreci daha fazla reform ve tam olarak uygulanmasını gerektiriyor.” dedi.

Kaynak: N1
Tarih: 17.06.2021

Realist Teori Perspektifinden Abd-Çin Gerilimi: Trump-Biden Dönemlerinin Karşılaştırmalı Analizi

Özet: 

Uluslararası ilişkilerin ana akımlarından biri olan realizm, devletlerin dış politikalarını belirlemelerinde önem arz eden bir teori olarak karşımıza çıkmaktadır. Realist yaklaşım Amerikan dış politikasında da dönemsel olarak varlığını hissettirmektedir. Özellikle Başkan Donald Trump döneminin dış politikasını anlamlandırmada ve yorumlamada realizm teorisinin görüşlerine başvurulmaktadır. Yeni Başkan Joe Biden, eski Başkan Donald Trump döneminde göz ardı edilen liberal değerleri Amerika Birleşik Devletleri’nin dış politika yapımında yeniden ortaya çıkarmıştır. Donald Trump’ın önem vermediği ittifaklar, insan hakları ve demokrasi gibi liberal değerler Joe Biden’ın dış politika yapımında önem teşkil etmektedir. Başkan Joe Biden, Trump döneminde uygulanan dış politikanın Amerika Birleşik Devletleri’ne verdiği zararı ortadan kaldırma amacındadır. Trump’ın tek taraflı dış politikasının yerine çoğulcu dış politika uygulamaktadır. Çin dış politikası çok kısa zamanlarda değişimler göstermiştir. Bundan dolayı genel bir Çin dış politika haritası çizmek oldukça zordur. Çin dış politikasını zaman zaman incelemek daha anlaşılır bir yöntemdir. Bu yöntem ABD ve Çin ilişkilerini daha net hale getirecektir.

Anahtar Kelimeler: Realizm, Amerikan Dış Politikası, Donald Trump, Joe Biden, Çin

The Ambassador to Bern (Bern Konsolosu)

 

Yönetmenliğini Attila Szasz’ın gerçekleştirdiği Macar yapımı tarihi ve dramatik film 19 Şubat 2014 tarihinde vizyona girmiştir. Attila Szasz, “Balazs Bela Award” ödülünü de almış başarılı bir yapımcı ve yönetmendir. Demimonde, Apro Mesek, Örök Tel filmlerinin de yönetmenliğini yapmıştır. Film esas olarak 1956 yılında gerçekleşen Macar Devrimi’nin sonucu olarak ülkelerinden göç eden ve İsviçre’de yaşamaya başlayan iki Macaristanlı gencin 1958 yılında Bern’deki Macaristan Büyükelçiliği’ne saldırmasını konu alıyor. Gerçek bir olaydan esinlenmesi ve gerilim sahneleri filme daha çok odaklanmanızı sağlıyor. Olayın ayrıntılarının tam olarak bilinmemesinden dolayı film gerçeğe çok yakın bir şekilde kurgusal olarak ele alınmıştır. Film, dört ödül kazanmıştır. Bunlardan biri 2014 yılında alınan “Bronze Zenith”dir. Filmin başrol oyuncularından Janos Kulka, filmde büyükelçiyi canlandıran Macar bir aktördür. Elliden fazla filmde rol alan oyuncunun başarısını buradan anlamak mümkün. Janos Kulka ”Kossuth” ve “Jaszai Mari” ödüllerini almıştır. Diğer başrol oyuncularından Tamas Szabo Kimmel ve Jozsef Kadas filmde saldırıyı gerçekleştiren iki Macar genci canlandırıyor.

1956 Macar Devrimi, Macaristan’daki komünizmin varlığına ve Sovyet baskısına karşı çıkmış bir devrimdir. 1953 yılında Sovyetler’in isteğiyle Imre Nagy Macaristan’ın başbakanı oldu. Ancak Sovyetler’in beklediğinin aksine Imre Nagy, Sovyetler’in Macaristan’daki varlığını eleştirdi ve halktan yana bir tutum sergiledi. Imre Nagy, Macaristan’ın içinde bulunduğu ekonomik, sosyal bunalımları gidermeye çalıştı ve Batılı ülkelerle yakınlaşmak istedi. Tüm bunlar Sovyetleri rahatsız edince Imre Nagy başbakanlıktan alındı. Halkın buhran içinde oluşu ve yaşanan siyasi gelişmeler 1956 Macar Ayaklanması’na giden süreç oldu. Macar Devrimi, Soğuk Savaş döneminde gerçekleşen en dramatik olaylardandır. Çünkü sonucunda birçok kişinin canına mal olmuş ve 200.000 Macar yurdundan göç etmek zorunda kalmıştır. Ekim 1956’ya kadar neredeyse istedikleri sonucu almayı başaracak olan Macar halkı, 4 Kasım 1956 günü Sovyetler’in “Kasırga Operasyonu” ile başarısız olmuştur. Imre Nagy ve devrim yetkilileri de idam edilmiştir. Bir halkın ülkesinin bağımsızlığı için ayaklanması ve direnmesi kadar normal olan başka şey var mıdır? Peki halkının bağımsızlığı için ayaklanmasını destekleyen başbakanını idam etmek ne kadar doğrudur? Elbette ki bunlar hem insan haklarına hem de bir ülkenin bağımsızlığına karşı yapılan emperyalist hareketlerdir. 1956 Macar Devrimi’nin sonucunda yaşanan bu olaylar Sovyetler’in Soğuk Savaş döneminde gerçekleştirdiği siyasi ve askeri gerginliklerden biridir. Filmin ana konusunu oluşturan Macaristan Büyükelçiliği’ne saldırıyı düzenleyen iki Macar gencin amaçları da idam edilen liderlerinin (Imre Nagy) intikamını alıp gerçekleri bütün dünyanın bilmesini sağlamaktır.

Abel ve Banos, Macar Devrimi sonrası İsviçre’ye göç etmiş ancak kendilerini Macaristan’ın bağımsızlığına adamış iki genç. 6 Ağustos 1958 günü Bern’deki Macaristan Büyükelçiliği’ne Abel ve Banos saldırıyor. İçerideki personellerden biri dışarıdaki polisten yardım istiyor ancak polis müdahale etmenin uluslararası bir krize sebep olacağı gerekçesiyle olaya müdahale etmiyor. Çünkü Büyükelçilik politik dokunulmazlığa sahiptir ve Büyükelçilik o ülkenin toprağı sayılır. Diplomatik ilişkiler hakkında bilgi veren filmdeki önemli detaylardan biridir bu kısım. Olay sırasında Büyükelçilik’in etrafında toplanan göçmen Macar halkı, sloganlarla özgürlük savaşçısı olarak bilinen iki saldırganı destekliyor. Tibort Banos ve Abel Takacs büyük bir cesaretle dokunulmazlığa sahip olan Büyükelçi Koroknai’yi alıkoyarak istediklerini elde edebilecekler mi? Elçilikte ticari ataşe görevini üstlenen Vermes ve Ramo saldırganların istediğini yaparak Büyükelçi Koroknai’ye yardım edecek mi?

Filmin IMDB puanı 10 üzerinden 7,1. Gerçek bir olaydan esinlenen film Macar Ayaklanması hakkında bilgi edinmemizi ve o dönemde Macar göçmenlerinin yaşadıkları hakkında bilgi edinmemizi sağlıyor. 75 dakikalık izleyiciyi sıkmayan, hatta gerilim sahneleriyle heyecanlandıran film dört ödül almış ve beş ödüle aday olmuştur. Bir saat on beş dakikanızın nasıl geçtiğini anlamayacak ve olayı bildiğiniz takdirde belki de saldırgan iki gencin haklılık payının olduğunu düşüneceksiniz. Ayrıca gerçek bir tarihi olayı anlattığı için film bir kaynak ve eğitim materyali olarak kullanılabilir.

 

BURCU NUR ULUBEY

Diplomasi Çalışmaları Staj Programı

                                                                     

 

Haftanın Öne Çıkanları

0

20 HAZİRAN’DA SANDIĞA GİDEN ERMENİSTAN HALKINI NE BEKLİYOR? (18.06.2021)

Ermenistan’ı Sandığa Götüren Savaş: Dağlık Karabağ

Geçen yıl 27 Eylül’de Ermenistan’ın bölgeye ve Azerbaycan’ın çeşitli kentlerine saldırmasıyla tırmanan tansiyon, 10 Kasım’da tarafların masaya oturmasıyla az da olsa düştü. Savaş sonunda büyük kayıplar veren Ermenistan için Dağlık Karabağ Ateşkes Antlaşması yenilginin nişanı oldu. Rusya garantörlüğünde imzalanan Antlaşma, işgal topraklarının Azerbaycan’a geri verilmesini içeriyor. Herhangi bir olası çatışma veya saldırı için Rusya’dan gönderilen 1,960 Barış Gücü askeri beş yıllığına bölgede bulunacak.

Yaşanan bu yenilgiden sonra uluslararası prestiji sarsılan Ermenistan, ülke içinde de ağır bir sınavdan geçiyor. Yürüttüğü savaş politikaları nedeniyle mağlup olan Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan, halkın istifa çağrılarına uzunca bir süre yanıt vermedi. Savunma Bakanlığı’nın “görevi bırak” uyarısını darbe girişimini olarak gören Paşinyan, Genelkurmay Başkanı Onik Gasparyan’ı görevden almaya yeltendi, fakat Cumhurbaşkanı Armen Sarkisyan bu kararı veto etti.

Hem ekonomik hem de siyasi krizin büyümesi Başbakan’ı çıkmaza sürükledi. Muhalefet baskıları karşısındaki çırpınışları yetersiz kalan Paşinyan; 28 Mart 2021’de erken seçime gitmeden istifa edeceğini açıkladı, 25 Nisan 2021’de ise istifa etti.

Peki Paşinyan’ın istifası “pes ettiğini” mi gösteriyor? Ermenistan Anayasası’na göre başbakanlığa aday olmak için aday olacak kişinin görevinin seçimden önce bitmiş olması gerekiyor. Yani eski başbakan, makam devir teslimini yalnızca yeni bir başbakanla yapabiliyor. Anayasanın bu maddesi düşünüldüğünde tahminler, Paşinyan’ın 20 Haziran’da yapılacak seçimde yeniden başbakan olma isteği yönünde. Nitekim seçim öncesi yaşanan savaş ve ekonomik kriz yükünü sırtına alıp seçimi beklemek yerine Haziran’da halkın karşısına daha dinamik çıkmak Paşinyan’ın hedefleri arasındaydı.

Ermenistan halkının savaşın ardından istifa talebiyle sokağa dökülmesi göz önünde bulundurulduğunda Paşinyan’ın yeniden başbakan olma ihtimali düşük. Önceki seçime kıyasla anketler de oy sayısının düşeceğini gösteriyor. Ancak seçimi kazansa dahi Dağlık Karabağ bölgesine herhangi bir saldırı girişiminde karşısında Rusya’yı bulacak. Dolayısıyla Paşinyan Ermenistan için yeni destek arayışına girebilir.

Anketler Ne Söylüyor?

Ermenistan’da, Azerbaycan karşısında Karabağ’da alınan yenilginin ardından gidilecek erken seçimde rekabetin Nikol Paşinyan ile Rusya yanlısı eski Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan’ın partileri arasında olması bekleniyor.

Ermenistan halkı, bu hafta sonu erken seçime giderek parlamento seçimleri için oy kullanacak. Ülkede erken seçimlerin 2. Karabağ Savaşı’nda alınan ağır yenilginin ardından yapılan seçimde partiler arası gerginlik hâkim. Nitekim siyasi partiler ve adayların seçim propagandasının büyük bölümünü Dağlık Karabağ tartışmaları kaplıyor. Adayların vaatleri de Karabağ çerçevesinde şekilleniyor. Savaş sırasında Azerbaycan tarafından esir alınan ve sayısı konusunda netlik olmayan Ermeni askeri konusu da tartışmaların bir diğer kaynağı.

Muhalif partilerin ezici çoğunluğu 10 Kasım’da imzalanan mutabakattan Nikol Paşinyan yönetimini sorumlu tutuyor. Birçok siyasetçi, Azerbaycan ile yapılan mutabakatın ateşkes olduğunu fakat nihai barış anlamına gelmediğini vurguluyor.

Ermenistan’daki 2 milyon 581 bin 93 seçmenin oy kullanması beklenen 20 Haziran’daki seçimlere ilk defa rekor denecek düzeyde 22 parti ve 4 ittifak katılacak. Bunlar arasında başbakan olarak Paşinyan ve 3 eski cumhurbaşkanına ait partiler de var.

Başbakan Paşinyan bu seçimlere “Sivil Sözleşme Partisi” ile katılıyor. Ermenistan’ın 1991-1998 yılları arasında görev yapan ilk cumhurbaşkanı Levon Ter-Petrosyan “Ermeni Ulusal Kongre Partisi”, Rusya yanlısı tutumu ile bilinen eski Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan ise “Ermenistan İttifakı” ile seçimlerde yarışacak.

Paşinyan’ın devrimle koltuğunu devirdiği eski Cumhurbaşkanı ve Başbakan Serj Sarkisyan bu seçimlere doğrudan kendisi girmese de desteklediği “Onurum Var İttifakı” sandıkta seçmenin

Seçimlerde partiler yüzde 4, 2 partiden oluşan ittifaklar yüzde 8, 3 partiden oluşan ittifaklar yüzde 9, 4 ve daha fazla partiden oluşan ittifaklar ise yüzde 10 barajını aşarsa parlamentoya girmeye hak kazanacak. Böylece daha fazla parti parlamentoda temsil edilecek.

Ermenistan’daki seçimlerle ilgili yaptığı anketin sonuçlarına göre, Paşinyan’ın Sivil Sözleşme Partisi yüzde 22,4 oy ile birinci sırada yer alırken Koçaryan’ın Ermenistan İttifakı ise yüzde 20,6 oy ile Paşinyan’ın partisinin ardından geliyor. Bu iki parti arasındaki düşük oy farkının iktidar yarışını kızıştırması bekleniyor.

 

Kaynak: Center For Eurasian Studies, Euronews, AA

 

HEM FİKİR BİRLİĞİ HEM ANLAŞMAZLIK: BIDEN-PUTİN GÖRÜŞMESİ 

Dünyanın dört gözle beklediği Biden-Putin görüşmesi Cenevre’de gerçekleşti. Zirvede belli konularda anlaşmazlıklar sürdü. Ancak diyaloğun önemli bir adım olduğunda karar kılındı. İstikrar ve öngörülebilirlik vurgulandı.

ABD Başkanı Joe Biden ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin Cenevre’de bir araya geldi. Görüşme 4 saat sürdü. Siber saldırıdan enerji politikalarına kadar birçok konu ele alındı. Mutabakat sağlanan konu başlıkları olduğu gibi anlaşmazlıklar da ön plana çıktı. 

Biden ve Putin’in öncelikli gündemi geri çekilen büyükelçilerdi. İki ülke de büyükelçilerin görev yerlerine dönmesi konusunda anlaştı. Bunun yanı sıra liderler, herhangi bir nükleer savaşa zemin hazırlayacak her türlü girişimi engellemede ortak pay sahibi olacaklarını bildirdi. İran’ı da buna dâhil eden Putin ve Biden, Yeni Stratejik Silahların Azaltılması Anlaşması’nın (Yeni START) kapsamını genişletmek için görüşme kararı aldılar. 

ABD’nin Afganistan’dan çekilmesini izleyen dönemde Rusya, Afganistan’ın istikrarı konusunda yardıma hazır olduğunu belirtti. Putin, Arktik bölgesinde de iş birliğine yeşil ışık yaktı.

Toplantıda ortak görüşler kadar fikir ayrılıkları da öne çıktı. Biden, Rusya’da insan hakları ihlali olduğunu ileri sürdü. Rus muhalif Navalny’nin tutuklu olmasını eleştirdi. Putin ise Navalny’nin Rus yasalarına karşı geldiğini söyledi. 

Putin, Rusya’dan olduğu iddia edilen siber saldırı suçlamalarını kabul etmedi. Bahsi geçen saldırıların ABD, Kanada ve İngiltere topraklarından yapıldığını öne sürdü. Biden, Ukrayna topraklarına yapılan askeri saldırıları da kınadı. Rus lider de Rusya’nın kendi topraklarında tatbikat yapma hakkı olduğunu savundu.

Biden-Putin görüşmesi dünya basınında da geniş yer buldu. Zirve, diplomatik açıdan başarılı geçse de herhangi bir somut adım atılmadığı görüşü mevcut.

 

Kaynak: AA

 

Hazırlayan: Gizem GÜVEN – TUİÇ Akademi İçerik Editörü

 

Hibrit Savaş Bağlamında Stuxnet Saldırısı

Özet

İnsanlık tarihi boyunca varlığını sürdüren savaş kavramı, gün geçtikçe artan teknolojik gelişmelerle değişmiştir. Bu değişim savaş kavramı içerisinde yeni kavramlar oluşturmuştur. Bu kavramlardan birisi olan hibrit savaş kavramı, son zamanlarda literatürde etkisini arttırmıştır. İlk olarak Frank Hoffman’ın 2005’te kaleme aldığı makalesinde ortaya çıkan bu kavramın günümüzde ortak bir tanımı yapılamasa da örneklerle açıklanmaya çalışılmaktadır. Siber savaşları da bünyesinde barındıran bu bileşke savaş tarzında asker dışı faktörlerin öneminin artırdığı görülmektedir. Haziran 2010’da tespit edilen ve İran’ın nükleer santrallerini etkileyen Stuxnet siber saldırısının, planlanma ve gerçekleştirilme şekliyle hibrit savaş kavramına örnek olup olamayacağı süregelen bir tartışma konusudur. Bu makalede önce savaş, hibrit savaş kavramları açıklanacak ve Stuxnet saldırısının tarihi süreci ve etkileri üzerinde durulacaktır. Ardından Stuxnet saldırısının bir hibrit savaş örneği olup olmadığı konusunda bir sonuca varılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Savaş, Hibrit Savaş, Siber Saldırı, Stuxnet Saldırısı, İran.

Abstract

The concept of war, which has existed throughout human history, has changed day by day with increasing technological developments. This change has created new concepts within the concept of war. The concept of hybrid warfare, which is one of these concepts, has increased its influence in the literature lately. First appeared in an article written by Frank Hoffman in 2005, the concept is tried to be explained with examples, although a common definition cannot be made today. It is seen that the importance of non-military factors increases in this combined warfare style, which also includes cyber wars. The question of whether the Stuxnet cyberattack, which was detected in June 2010 and affected Iran’s nuclear power plants, could serve as an example of the concept of hybrid warfare in the way it was planned and carried out is an ongoing debate. This article will first explain the concepts of war and hybrid warfare, and focus on the Stuxnet attack and its effects. Then a conclusion will be made as to whether the Stuxnet attack is an example of hybrid warfare.

Keywords: War, Hybrit Warfare, Cyber Attack, Stuxnet Attack, Iran.

Giriş

Uluslararası sistemde geleneksel savaş türlerinin maliyetinin, savaşan devletlere negatif etkilerinin çok olması ve gelişen dünya sebebiyle aktör devletler yeni savaş türlerine yönelmişlerdir ve savaş kavramı yüksek yoğunluklu ve sınırlı süreli savaşlardan düşük yoğunluklu ve sürekli savaşlara evrilmiştir. Yaşanan bu gelişme sonucunda savaş meydanları artık görülmez bir şekilde siber ağlara taşınmıştır ama etkisini görmemek mümkün değildir. Bu geçiş süresinde yeni kavramlar ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri de hibrit savaş kavramıdır. Bu kavram içerisinde siber unsurları bulundurmakla birlikte geleneksel savaş yöntemlerini de içerir. Literatüre hibrit savaş kavramı eklenirken gerçekleşen İran nükleer santrallerine karşı yapılan ve daha önce eşi benzeri görülmemiş bir siber saldırı olan Stuxnet saldırısının hangi savaş türüne girdiği tartışmalara konu olmuştur.

Teknolojinin zaman tanımadan gelişmesi siber kavramların literatürde popülaritesinin artmasına öncülük etmiştir. Bu alanda yapılan mevcut çalışmalar olsa da teknolojinin gelişme hızına yetişilememiş bu sebeple yetersiz kalınmıştır. Bu da bu alanda daha fazla yoğunlaşmak gerektiğini kanıtlar niteliktedir.

Bu çalışmada, nitel araştırma yöntemleri kullanılarak hibrit savaş kavramı ve Stuxnet saldırısı ayrı ayrı ele alınarak açıklanmıştır. Ardından Stuxnet saldırısının nedenleri ve etkileri göz önüne alınarak saldırının bir hibrit savaş örneği olup olmadığı tartışılmıştır.

Savaş Kavramı

Savaş, Arapça Harp sözcüğünün Türkçe karşılığı olarak Türk Dil Kurumu (TDK) Sözlüğünde “Devletlerin diplomatik ilişkilerini keserek giriştikleri silahlı mücadele” (TDK Sözlüğü, 2020) olarak açıklanmıştır. Savaş; biyolojik, etnolojik, sosyolojik, psikolojik, antropolojik, ekonomik, coğrafi, tarihi ve siyasi yönleri bulunan bir kavram olduğunu söyleyebiliriz (Özer, 2018: 31). Önemli savaş teorisyenleri arasında olan Sun Tzu “Savaş Sanatı” adlı eserinde savaşı; bir ülkenin temel sorunu, ölüm kalım mücadelesi ve var olma ya da yok olma yolu olarak tanımlamıştır (Tzu, 2019: 1). Tzu’nun tanımına göre savaş devlet için hayati önem taşımaktadır (Kiraz, 2020: 254). Machiavelli ise “Prens” adlı eserinde “devletin bütün benliğiyle sınandığı bir varlık” olarak savaşı açıklamıştır. Savaş kavramının açıklaması birçok kişi tarafından farklı dillerde tanımı yapılsa da geleneksel uluslararası hukukta savaş kavramının tanımı için bazı kıstaslar gereklidir, bunlar:

a) iki veya daha fazla devlet arasında gerçekleşmesi

b) ilan edilmesi

c) tarafların amacının ve niyetinin ortaya konulması

d) çatışmaların süresi ve yoğunluğu.

Yani savaş, silahlı güçler tarafından yönetilen bir çatışmadır ve bu çatışmanın silahlı olması şarttır (Keskin, 1998: 68). 

Sunulan hesaplara göre MÖ 3600 – MS 2000 yılları arasında sadece yaklaşık 300 yılın savaşsız geçtiği söylenmektedir (Alpar, 2015). Milletlerin tarihi, devletlerin kuruluşu ve yıkılışı savaşla olmakta ve bu açıdan bakarsak insanlık tarihi bir savaş tarihidir (Şenol, 2018: 181-182). Buradan yola çıkarak savaşın ve çatışmanın insanoğlunun varlığı süresince var olduğunu ve olacağını söyleyebiliriz.

Savaş geçmişten günümüze teknolojiyle birlikte gelişmiş ve değişmiştir. Literatürde savaşın bu değişimi dört nesil olarak incelenmiştir. Birinci nesil savaş, insan gücünün ön planda bulunduğu tek namlulu yivsiz silahlar aracılığıyla hız ve yön temelli savaştır. İkinci nesil savaş, ateş ve ateş destek sistemlerinin yoğun kullanıldığı, gerilla ve yıkıcı savaş hareketlerinin geliştiği savaşlardır, Birinci Dünya Savaşı bu nesil savaşlar içindedir. Üçüncü nesil savaşlar ise hava gücünün, teknolojinin ve nükleer silahların söz konusu olduğu hızın ateşten daha ön plana geçtiği düzensiz savaşlardır. Üçüncü nesil savaşların en güzel örneği İkinci Dünya Savaşı denebilir (Toptaş, 2009: 98-99).

Dördüncü nesil savaşlar ise genel olarak Soğuk Savaş döneminde belirginleşmeye başlamıştır ve günümüzde de devam ettiği söylenmektedir. Dördüncü nesil savaş siville askeri, barışla savaşı, güvenlik alanı ve kaos ortamının sınırlarını silikleştirmiş ve bu zamana kadar savaşın baş aktörü olan devletlerin yanına devlet dışı aktörleri de eklemiştir. Dördüncü nesil savaş döneminde teknolojiyle beraber siber kavramlar da savaş kavramına eklenmeye başlanmıştır. Günümüzde savaş kavramı, asimetrik, siber, post modern, kirli, örtülü, psikolojik, bilgi, asimetrik, hibrit gibi kavramlarla beraber anılmaya başlamıştır (Kiraz, 2020: 254-255).

Hibrit Savaş Kavramı

Hibrit kavramı TDK’ye baktığımızda melez veya iki farklı güç kaynağının bir arada bulunması anlamına gelmektedir (TDK Sözlüğü, 2020). Latince kökenden oluşan hibrit kavramı İngilizce’de iki farklı maddenin birleşiminden oluşan maddeyi açıklamakta kullanılır (Oxford Dictionaries, 2020).

Yirmi birinci yüzyılda asker dışı faktörlerin savaş alanında etkisinin yükselmesiyle birlikte düzenli orduyla beraber düzensiz silahlı grupların, askerle beraber sivil halkın, sıcak çatışmayla beraber şiddet içermeyen yöntemlerin kullanılması amaçlanmaktadır (Karabulut, 2016). Bu dönemde elektronik savaşın tekniklerinden fazlasına gereksinim duyulan geleneksel savaşla birlikte sürdürülen bileşke savaş tarzı olan hibrit savaş ilk olarak Frank Hoffman’ın 2005’te yazdığı bir makalesinde ortaya çıkmıştır (Güntay, 2017; Bektaş ve Gündoğdu, 2019).

Hibrit savaş kavramı literatüre kazandırılırken birçok tartışmayı da beraberinde getirmiş ve ortak tanımı yapılamamıştır. Buna rağmen hibrit savaş kavramı, en az iki savaş türünün varlığını kabul etmektedir. Bunlar “konvansiyonel / düzenli” ve “düzensiz” savaşlardır (Yıldız, 2018). Sonuç olarak hibrit savaş daha önceki savaş tanımlamalarına uymayan pek çok çeşitli savaş tekniklerini ifade etmektedir (Jacobs ve Martijn, 2019). Savaş ilanından yoksun olması, düşük yoğunlukta ve mümkün olduğunca fark edilmeden gerçekleşmesi de hibrit savaşı geleneksel savaşlardan ayırmaktadır (Bıçakçı, 2019:1).

Devlet ve devlet dışı aktörleri bir araya getiren hibrit savaşın temel hedefi karşı tarafın otoritesini zayıflatmak, ekonomik kayba uğratmak, istikrarı bozmak yani rakibi yıpratmaya yönelik saldırı hareketlerinde bulunmaktır. Hibrit savaşın tercih edilme nedenleri ise uluslararası yaptırım ve kısıtlamalardan kaçınmak ve asimetrik etki sağlayarak bölge halkında direncin oluşmasını engellemek ve bu yöntemin daha ekonomik olmasıdır (Dumlupınar, 2017).

Hibrit savaşın içeriğini düzenli, düzensiz, güçlerin savaş stratejileriyle gelişmiş teknoloji oluşturur. Hibrit savaşta yararlanabilinecek unsurlar şekil 1’de gösterilmektedir.

Şekil 1.

Hibrit savaş, geleneksel ve düzensiz savaşların bir nevi kesişim kümesidir. Geleneksel ve düzensiz olmasının yanında suç unsuru ve siber savaş kavramını da bünyesinde barındırır. Unsurları bakımından hibrit savaş, askeri kuvvetler ve askeri olmayan kuvvetler olarak ikiye ayrılabilir. Askeri kuvvetleri ise düzenli ve düzensiz olmak üzere kendi içinde ikiye ayırabiliriz. Düzenli askeri kuvvetler yani ordu, devletler için caydırıcı bir konumdadır fakat devletler için maliyetli olması ve savaşta ordunun dahil olması halinde bu durum uluslararası sorumluluğu ve doğal olarak yaptırımları da denkleme soktuğu için kullanılma önceliği olan bir aktör olmamasına rağmen hedef için önemli bir caydırıcılığı bulunmaktadır. Bu açıdan ordunun stratejik bir önemi vardır. Düzensiz kuvvetler ön saldırı gücünü oluşturmaktadır. Düzensiz kuvvetlere, terörist aktörler, istihbarat kurumları, örgütler ve organize suç örgütleri örnek gösterilebilir.

Hibrit savaşın askeri olmayan unsurları ise diplomasi, ekonomik yöntemler, siber saldırılar gibi etmenleri barındırır. Savaşın nesiller boyunca gelişerek ilerlemesi bu etmenlerin savaşta etkisini artırmış hatta çoğu saldırıda etkileri askeri unsurların sonuçlarından daha etkili olmuştur. Askeri olmayan unsurların varlıklarının soyut ama etkilerinin somut olmasından dolayı bu unsurlar savaş ve barış ortamının belirginliğini azaltmış ve aralarındaki sınırların çizilmesini zorlaştırmıştır. Askeri olmayan unsurlar, askeri unsurların söz alması için, rakip devletlerde muhalifler aracılığıyla karışıklık çıkartarak ya da var olan karışıklığı destekleyerek istikrarsızlık sağlayarak ortam hazırlamaktadır. Bu etkisi sebebiyle askeri olmayan unsurlar hibrit savaş çerçevesinde önemli bir konuma sahiptir (Dumlupınar, 2017: 79-80).

Bu unsurların ileri teknolojiye sahip olmasıyla savaşların ve çatışmaların da zamanla teknolojiye daha da entegre olarak değişeceğini ve gelişeceğini öngörebiliriz. Buradan yola çıkarak enerji silahları, siber savaş, radyoaktif saldırılar, bilgi kirliliği ve psikolojik savaş gibi unsurların hibrit savaşlarda devlet dışı aktörler tarafından kullanılabilecek silah sistemleri içinde yer alacağı ve hatta almaya başladığı görülür (Uşaklı ve Alper, 2010).

Stuxnet Saldırısına Giden Süreç ve Etkiler

Stuxnet, 2010 yılında ortaya çıkan arkasında ABD ve İsrail’in olduğu düşünülen ve İran’ın nükleer çalışmalarını sekteye uğratmak amacıyla kullanılan bir solucan yazılım türüdür. Bu solucan yazılım İran ile birlikte başka ülkeleri de hatta ABD’yi bile etkilemiştir. Ancak bu saldırıdan en çok etkilenen İran olmuştur.

İran’ın nükleer programını başlatması Mohammad Reza Shah Pahlavi döneminde ilk nükleer reaktörünü ABD’den satın almasıyla başlamıştır. Bu kulağa garip gelmekle birlikte o dönemde Shah, ABD’nin müttefiki kabul edilmekteydi. Bu nedenle Nixon hükümeti zamanında ABD, İran’ın nükleer güç programını desteklemekteydi. Shah bu nükleer güç programını “meşru müdafaa” olarak görüyordu ancak 1979 yılında yaşanan devrim ile birlikte Shah tahttan inmek zorunda kalmıştı. Bu gelişme de İran’ın nükleer programını hız kazanmadan engelledi. Çünkü devrim sonrası ABD’nin İran’a olan dış politikasının bir kısmı İran’ın nükleer teknolojiden yoksun edilmesi noktasında toplanıyordu. 1980 -1990 dönemi ABD’nin diğer ülkeleri İran’a barışçıl nükleer teknoloji bile satmamaları noktasında ikna etmeye çalışmasıyla geçti. Ancak 1980’lerin ortasında Pakistan İran’a el altından nükleer silah tasarım projelerinin ve birtakım donanımların naklini gerçekleştirmiş ve ABD bunu fark etmemişti. İran’ın nükleer programının 1990’lara kadar iyi bir kaynağı olmamakla birlikte, ABD’nin Kuveyt’ten sonra Irak’ı işgal etmesi, İran’ın nükleer programı için kaynak arayış hızını arttırmasına ve 1990’lardan sonra bu konuda yükselişe geçmesine neden oldu. 2003-2005 arası dönem İran ABD’nin işgalinden çekinerek nükleer programlarının sınırlandırılmasını kabul etti. Ancak 2006 yılında İran yönetimi ABD’nin Irak ve Afganistan’da batağa saplandığını ve artık onları tehdit etme güçlerinin olmadığını düşünüyordu. İşte bu noktada İran nükleer programına tekrar hız kazandırmanın güvenli olduğuna karar vererek, daha çok santrifüj üretip takmaya ve Natanz’da düşük düzeyde uranyum üretmeye başladı. İranlılar santrifüjleriyle gurur duymaya başlamış, hatta kendilerine ait bir “Milli Nükleer Günü” bile belirlemişlerdi. 2007-2008’ e gelindiğinde ABD İran’ın nükleer programıyla ilgili çok kötü bir noktaya gelmişti. Başkan Bush ABD halkına İran’ın nükleer programını açıklayamıyordu, çünkü o süreçte Irak’taki kitlesel imha silahları konusu patlak vermişti ve askeri harekât düzenlenemezdi. Bir yandan İsrail İran’ı bombalamakla tehdit ediyordu, ABD ise nükleer silahlanmış bir İran ve kendisini de savaşa sürükleyecek bir İsrail arasında sıkışıp kalmıştı. ABD ve İsrail İran’ın nükleer silahlanmaması konusunda aynı fikirdelerdi ama bunu nasıl ve ne zaman engelleyecekleri konusunda anlaşmazlık yaşıyorlardı. Bu aşamada farklı bir seçenek olarak NSA, CIA, Savunma Bakanlığı ve Mossad’ın ittifak içinde olacağı bir siber saldırı seçeneği belirdi.

ABD, İsrail ve İran’ı Stuxnet saldırısına götüren bu süreç siber savaş ve saldırı kavramlarına farklı bir boyut kazandırmıştı. Bu boyutun kazandırılmasındaki en büyük neden Stuxnet solucan yazılımının özellikleri ve sadece sanal yazılım dünyasına değil kinetik dünyaya da yaptığı ve yapabileceği etkilerde saklıydı. Öncelikle bu solucan yazılımının özelliklerinden bahsedecek olursak ilk olarak belirtmek gerekir ki Stuxnet, “sıfır gün açığı” denilen açıklardan tam olarak 4 tane içeriyordu. Solucan yazılımdaki bu sıfır gün açıkları, bulaştığı sistemlerin yaratıcılarının haberdar olmadıkları açıkları kullanmaktadır ve bu açıkların ortalama satış değerleri 100.000 dolardır. Yani yazılımdaki bu açıklar ciddi saldırılar olmakla birlikte oldukça da maliyetlilerdir. Stuxnet’te bu açıklardan 4 tane olması ise bu virüsün en önemli özelliklerinden biridir. Bunun yanında uzmanlar Stuxnet’in oldukça karmaşık ve uzun sürede tasarlanan bir virüs olduğunu vurgulamışlardır. Ayrıca çoğu kötü amaçlı yazılım illaki bir hata içermekteyken Stuxnet tek bir hata bile barındırmıyordu. En önemli özelliği ise Stuxnet’in oldukça spesifik bir hedefi ve bir sona erme tarihi vardı. Stuxnet ilk yaratıldığında Siemens S7 300 modellerini hedef almaktaydı. Bu modeller de İran’ın Natanz nükleer geliştirme tesisindeki uranyum zenginleştirilen santrifüjlerine bağlı olan cihaz modelleriydi ve bu virüsün sisteme giriş yapması için ağlara direkt bağlantı kurarak USB yoluyla girmesi gerekmekteydi. Solucan sisteme girmesiyle birlikte “hayalet solucan” olarak kodlanacak ve hedefi doğrultusundaki makinelere sızarak PLC cihazlarının kontrolsüz bir şekilde çalışmasını sağlayacaktır. Stuxnet solucanı, saldırısını yapmadan önce 13 gün pusuda yatarak, normal düzeyde seyreden bilgileri depolayıp, saldırıyı santrifüjler üzerinde etki edecek şekilde gerçekleştirirken, 13 günlük saldırı kuluçkası döneminde biriktirdiği verileri, denetleyici bilgisayara ulaştırmıştır. Bu da sorunun saptanmasını zorlaştırmış ve verilen hasarın devamlılığını sağlamıştır. Stuxnet’in bu kadar karmaşık ve gelişmiş bir solucan yazılım olması bu virüsün yaratıcısının bir ulus devlet olduğuna işaret etmekteydi. Yukarıda bahsedilen tarihi süreç nedeniyle en olası iki ülke ise İsrail ve ABD idi.

Stuxnet’in spesifik hedefi olan Siemens S7 300 model cihazlara bu virüsün bulaşmasıyla Natanz’daki uranyum zenginleştirilen santrifüjlerinin dönüş hızı etkilenecek ve kullanım ömürleri azalacaktı. Hatta santrifüj borularının patlaması bile gündeme gelebilirdi. Ancak Stuxnet öyle tasarlanmıştı ki etkisi bu santrifüjleri patlatacak veya sistemi yok edecek şekilde değil de uzun vadeli ve gizli bir biçimde bu santrifüjlerin ömrünü azaltacak şekildeydi. İşte Stuxnet’i diğer kötü yazılımlardan ayıran ve daha önemli kılan özellik de tam olarak buydu. Yani sanal dünyada ortaya çıkan kötü amaçlı bir yazılım kinetik dünyaya da etki ederek kötü sonuçlar doğurabilecekti. Aynı zamanda bu virüsün ortaya çıktığı yıl olan 2010 yılında İran için çalışan iki nükleer bilimci gizemli bir suikasta uğramıştır. İran ise bu suikastta yine ABD ve İsrail’i suçlamıştır. Birçok açıdan farklı boyutu bulunan bu saldırıda kullanılan Stuxnet virüsü kamuya açıklanan ilk siber silah olarak tarihe geçmiştir (Can, 2014).

Stuxnet virüsü İran ile birlikte birçok ülkeyi de etkilemiştir. Ancak en çok etkilenen ülkenin İran olması nedeniyle hedefin İran olduğu düşünülmektedir. Bu virüsün fark edilmesinin nedeni olarak ise İsrail’in virüsü agresifleştirerek daha da yayılmasına yol açması gösterilmektedir. Zira Stuxnet virüsü agresifleştirildikten sonra ilk kez 2010’da Belarus’ta bir bilişim uzmanı tarafından fark edilmiş ve bildirilmiştir. Stuxnet’in önü alınamayarak yayılmasıyla bu saldırıyı düzenlediği düşünülen ABD de bu virüsten etkilenmiş, hatta ABD Ulusal Güvenlik Bakanlığı kendi vatandaşını ABD’nin yaydığı virüsten korumak zorunda kalmıştır. İran hükümeti ise bu saldırı üzerine, kendilerine karşı yapılan bir siber saldırı olduğunu onaylamakla birlikte birkaç hafta içinde sorunun çözüleceğini ve virüsün önemli bir hasara neden olmadığını belirtmiştir (BBC, 2010). Bu açıklamanın yanında haberlere 2010 yılında Natanz nükleer tesisinde bazı kazalar yaşandığına dair ifadeler yansımıştır. Ayrıca Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun yayınladığı verilere göre İran’ın uranyum zenginleştirme işlemlerinde belirgin şekilde düşüş görülmüştür (Halıcı, 2010). Bu değerlendirmelerle birlikte İran’ın teknik ve ekonomik zarara uğradığını söyleyebilsek de belirtmek gerekir ki bu saldırı pek de başarılı sayılmamaktadır. Çünkü İran bu saldırının üzerine bir siber ordu yaratmakla kalmamış aynı zamanda nükleer programını fazlasıyla güçlendirerek santrifüj sayısını oldukça arttırmıştır. ABD ise İsrail’in virüsü agresifleştirmesiyle bu siber saldırının faili olarak tahmin edilir hale gelmiş, ancak halihazırda bu alanla ilgili bir düzenleme bulunmadığı için sonunun nereye varacağını bilmemektedir. Ayrıca bu saldırı üzerine İran’ın yaptığı düşünülen ve birkaç ABD bankasını hedef alan siber saldırılar da düzenlenmiştir. Belirtmek gerekir ki tüm işaretler iki ülkeyi gösterse de bu saldırıyı ABD ve İsrail’in yaptığı hiçbir zaman tam anlamıyla kanıtlanamamıştır. Burada da her zaman üzerinde durulan siber saldırılardaki faili belirleme sorunu ortaya çıkmıştır. Bu durum, ortada açıkça bir egemenlik ihlali ve ciddi bir ekonomik, teknik zarar bulunuyor olsa da karşıda yaptırım uygulanacak bir fail olmaması sonucunu doğurmaktadır (Can, 2014).

Stuxnet’in etkilerini yukarıdaki açıklamalar ve saldırıdaki aktör ülkelerin arasındaki ilişkiler, tarihi süreçleri ışığında değerlendirecek olursak belirtmek gerekir ki bu virüsün bir usb disk ile yayılmış olmasıyla birlikte spesifik bir hedefinin olması, virüsün ortaya çıktığı yıl saldırıdan en çok etkilenen ülke için çalışan iki nükleer bilimcinin suikasta uğramış olması ve sanal dünyadaki bu saldırının kinetik dünyada da ciddi zararlara yol açabiliyor olması gibi nedenlerle Stuxnet virüsünün ve ona bağlı olarak yapılan bu saldırının çok boyutlu olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. 

Stuxnet Saldırısı Hibrit Savaş Örneği midir?

Stuxnet saldırısını hibrit savaş bağlamında değerlendirecek olursak yukarıda ayrıntılı olarak açıkladığımız hibrit savaşın özelliklerine değinmek gerekir. Hibrit savaşın oluşmasını sağlayan temel unsurlar; düzenli askeri kuvvetler, düzensiz kuvvetler, özel kuvvetler, psikolojik harekat, siber saldırı, ekonomik saldırı, diplomasi ve karışıklıklara destektir. Hibrit savaşın bu unsurlarını Stuxnet saldırısı ile bağdaştıracak olursak öncelikle Stuxnet saldırısına giden süreci incelemek gerekir. Bu süreçte ABD ve İsrail’in İran’a karşı oluşturdukları birlik içerisinde yaşanan sıcak diplomasi örnekleri hibrit savaşın temel unsurlarından olan diplomasiyle bağdaşmaktadır. Bu diplomasi trafiği sürerken ABD ve İsrail devletlerinin İran’ın nükleer zenginleşme programına karşı ittifak oldukları uluslararası bir sistemde, Stuxnet virüsünün spesifik bir hedefinin ve bu hedefin de İran’ın nükleer tesisindeki santrifüjlerine bağlı olan bir PLC cihazıyla bağlantılı olması başta diplomasi unsuruyla bağdaşmaktadır. Bunun yanında Stuxnet saldırısına neden olan kötü amaçlı yazılımı NSA, CIA, Savunma Bakanlığı ve Mossad’ın ittifak içinde bulunarak oluşturmaları ise hibrit savaşın bir diğer unsuru olan düzensiz kuvvetlerin kapsamına girmektedir. Bu virüsün yüksek korumaya sahip olan nükleer santral tesisine girilerek, USB aracılığıyla sisteme bulaştırılması ise failin hibrit savaşın temel unsurlarından düzenli kuvvetler etmenini bu saldırıda kullanıldığını gösterir. Stuxnet virüsü yukarıda açıklandığı üzere karışık yapılı, hedefine ulaşana kadar izini belli etmeyen ve oluşturulması için ciddi emek ve çalışma gerektiren bir siber silahtır ve bu siber silah kullanılarak Stuxnet saldırısı gerçekleştirilmiştir. Bu kapsamda değerlendirirsek Stuxnet saldırısının bir siber saldırı olduğu açıktır ve bu da hibrit savaşın bir diğer unsuru olan siber saldırı unsurunun sağlandığını bizlere göstermektedir. Ayrıca bu Stuxnet siber saldırısı diğer siber saldırılardan farklılık arz etmektedir. Bunun en önemli nedeni ise bu saldırının etkilerinin sadece sanal dünyada değil kinetik dünyada da görülebilmesidir. Öyle ki Stuxnet virüsü ilk yaratıldığında uzun vadeli ve gizli bir biçimde İran’ın nükleer tesisindeki santrifüjlerin ömrünü azaltacak ve ekonomik zarar verecek şekilde tasarlanmıştı. Ancak daha sonra İsrail’in bu virüsü agresifleştirmesiyle birlikte bu virüs santrifüj borularını patlatabilecek düzeye gelmişti. “Zero Days” adlı belgeselde bunu görmek için Stuxnet virüsü bulaştırılan bir bilgisayarla balon deneyi yapılmıştır ve bu deney sonucu balonun patlaması bu virüsün fiziksel dünyada nasıl etkilere yol açabileceğine bir örnek olmuştur. Bununla birlikte 2010 yılında Natanz nükleer tesisinde bazı kazalar yaşanması ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun yayınladığı verilere göre İran’ın uranyum zenginleştirme işlemlerinde belirgin şekilde düşüş görülmesi bu virüsün İran açısından nasıl fiziksel etkilere yol açtığını göz önüne sermektedir. Bu oluşan fiziksel ve teknik zararlar İran’ın nükleer programının ekonomik ayağına büyük bir darbe oluşturmuştur. Bu saldırının sebep olduğu ekonomik zarar bizlere hibrit savaşın temel unsurlarından olan ekonomik zarar unsurunun gerçekleştiğini göstermektedir. Ayrıca virüsün çıktığı 2010 yılında İran’ın nükleer gelişimi için çalışan iki nükleer bilimcinin suikasta uğraması ve İran hükümetinin bu suikasttan ABD ve İsrail devletlerinin sorumlu olduğunu iddia etmesi de Natanz nükleer santraline yapılan bu siber saldırının bu suikastlarla bağlantılı olabileceğini düşündürmektedir. Bu bağlantı çerçevesi içinde değerlendirme yapacak olursak Stuxnet saldırısının çok boyutlu bir saldırı olduğunu, yani hibrit savaş kavramıyla bağlantı içerisinde olduğunu bizlere göstermektedir.

Değerlendirdiğimiz tüm unsurlar göz önünde bulundurulduğunda aslında Stuxnet saldırısının sadece bir siber saldırı olmadığı bunun yanında hibrit savaşın unsurlarını da içinde barındırdığı ortaya çıkmaktadır. Bu nedenlerle Stuxnet saldırısının bir hibrit savaş örneği olduğu sonucuna varılmaktadır.

Sonuç

Savaş insanlık tarihi boyunca varlığını sürdürmüştür ve sürdürmeye de devam edecektir. İnsanlığın gelişmesiyle birlikte savaş kavramı da bu gelişmeye entegre olarak değişmektedir. Bu değişim kendisini uluslararası arenada belirli nesillere bölünerek ve değişik unsurları içinde barındırmaya başlayarak göstermiştir. Bu süreç içerisinde birçok farklı savaş kavramı ortaya çıkmıştır. Bunlara siber savaşlar, düzenli savaşlar, düzensiz savaşlar örnek olarak verilebilir. Bu savaşların koalisyonu olarak ortaya çıkan hibrit savaş kavramı da günümüzde etkisini göstermiş ve arttırmıştır. Hibrit savaş en az iki savaş kavramını bünyesinde barındırarak oluşan bir savaş türüdür. Hibrit savaş kavramından bahsedebilmemiz için içinde birtakım unsurlar bulundurması gerekmektedir. Bu unsurlar; düzenli askeri kuvvetler, düzensiz kuvvetler, özel kuvvetler, psikolojik harekât, siber saldırı, ekonomik saldırı, diplomasi ve karışıklıklara destektir. Bu unsurlar göz önünde bulundurulduğunda akıllara Stuxnet saldırısının bir hibrit savaş örneği olup olmadığı sorusu gelmektedir. Stuxnet saldırısı birçok açıdan farklılık arz eden ve çok boyutlu bir yapıya sahip olan bir saldırıdır. Bu saldırı hem diplomatik ilişkilerle bağlantılı olması hem de sistematik bir şekilde siber yollarla yapılması nedeniyle çok boyutlu bir saldırıdır. Stuxnet saldırısının bu boyutlarını göz önünde bulundurduğumuzda özellikle sanal dünyada oluşturulan kötü amaçlı bir yazılımın kinetik dünyaya da etki edebilmesi ve bu kapsamda İran üzerinde fiziksel ve ekonomik zarar oluşturabilmesi dikkat çekmektedir. Yukarıda ayrıntılı bir şekilde açıklanan bu gerekçeler sonucunda Stuxnet saldırısının bir hibrit savaş örneği olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu da bize savaş kavramının yıldan yıla değiştiğini ve birçok unsuru içinde barındırmaya başladığını göstermektedir. Bu unsurların ileri teknolojiye sahip olması ve savaşların da zamanla teknolojiyle daha da entegre olması sebebiyle değişip gelişeceğini söyleyebiliriz. Buradan yola çıkarak enerji silahları, siber savaş, radyoaktif saldırılar, bilgi kirliliği ve psikolojik savaş gibi etmenlerle hibrit savaşlarda devlet dışı aktörler tarafından kullanılarak silah sistemleri içinde yer aldığını ve alacağını söyleyebiliriz. Bu durum zamanla savaş kavramını değiştirerek savaş ortamının belirsizleşmesine yol açmıştır. Bu da savaşların ve çatışmaların seyrini değiştirecek ve barış dönemlerinde gizli bir savaş ortamını bizlere sunacaktır. Özellikle siber saldırılar çerçevesinde incelediğimizde son yıllarda siber savaş kavramının çokça gündeme gelmesi ve yanında başka unsurları da barındırması hibrit savaşların gelecekte de devam edeceğine ve önem kazanacağına bir kanıt oluşturmaktadır. Hibrit savaş kavramının siber unsurları barındırması ve bu siber saldırılardan kaynaklı failin belirsizliği sorunu oluşmaktadır. Bu sorun da uluslararası hukuk çerçevesinde faile bir yaptırım oluşturulamaması sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Bu da saldırgan aktörleri cesaretlendirmekte ve bu tarz çatışmaların önünü açmaktadır. Buna bağlı olarak ortaya çıkan tehlikenin büyüklüğü gözler önüne serilmektedir. Bu etmenlerin tümü göz önünde bulundurularak söylemek gerekir ki hibrit savaş kavramının günümüz uluslararası sisteminde ne denli bir etki yarattığı ve yaratacağı ortaya çıkmaktadır.

Sena BAĞCI

Nida ORAL

Siber Güvenlik Çalışmaları Staj Programı

 

Kaynakça

Alpar, G. (2015). Uluslararası İlişkilerde Strateji ve Savaş Kültürünün Gelişimi. Konya: Palet Yayınları.

BBC. (2010). Stuxnet Worm Hits Iran Nuclear Plant Staff Computers. Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/world-middle-east-11414483 (Erişim Tarihi: 02.05.2021).

Bıçakçı, S. (2019). Hibrit Savaş. Güvenlik Yazıları Serisi, (33), 1-9.

Bıçakçı, S. (2014). NATO’nun Gelişen Tehdit Algısı: 21. Yüzyılda Siber Güvenlik. Uluslararası İlişkiler Dergisi 10(40), 101-130.

Bıçakçı, S. (Kasım 2019). Siber Güvenlik ve Savunma. Güvenlik Yazıları Serisi, (42), 1-10.

Can, M. (Temmuz 2014). Stuxnet ve Uluslararası Hukuk: Bir Siber Saldırının Anatomisi. Bilim ve Gelecek Dergisi, (125). Erişim Adresi: https://bilimvegelecek.com.tr/index.php/2014/07/01/stuxnet-ve-uluslararasi-hukuk-bir-siber-saldirinin-anatomisi/ (Erişim Tarihi: 03.05.2021).

Çelik, Ş. (2014). Stuxnet Saldırısı ve ABD’nin Siber Savaş Stratejisi: Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanmaktan Kaçınma İlkesi Çerçevesinde Bir Değerlendirme. Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi.

Dedemen, F. (2016). Geleceğin Güvenlik Ortamının Şekillenmesinde Hibrit Savaş Modelinin Değerlendirilmesi. Güvenlik Bilimleri Dergisi 5(1), 141-176. 

Der Spiegel. (2013). Edward Snowden Interview: The NSA and Its Willing Helpers. Erişim Adresi: https://www.spiegel.de/consent-a-targetUrl=https%3A%2F%2Fwww.spiegel.de%2Finternational%2Fworld%2Finterview-with-whistleblower-edward-snowden-on-global-spying-a-910006.html&ref=https%3A%2F%2Fwww.google.com%2F (Erişim Tarihi: 03.05.2021).

Dumlupınar, N.(Ekim 2017). Hibrit Savaş: İran Silahlı Kuvvetleri. Uluslararası Kriz ve Siyaset Araştırmaları Dergisi 1(2), 68-105.

Erol, M., Ş. Oğuz. (2015). Hybrid Warfare Studies and Russia’s Example in Crimea. Akademik Bakış 9(17), 261-277. 

Farwell, J., R. Rohozinski. (2011). Stuxnet and the Future of Cyber War. Survival 53(1), 23-40.

Gibney, A. (Producer). (2016). Alex Gibney ( Director). Zero Days. (Film). (Jigsaw Pictures, New York, ABD).

Güntay, V. (Kasım 2017). Uluslararası Sistem Ve Güvenlik Açısından Değişen Savaş Kurgusu; Siber Savaş Örneği. Güvenlik Bilimler Dergisi 6(2), 81-108. 

Jacobs, J. G., & Martijn, W. K. (2019). Hybrid Warfare. Erişim Adresi: https://www.oxfordbibliographies.com/view/document/obo9780199743292/obo-9780199743292-0260.xml (Erişim Tarihi: 22.04.2021).

Halıcı, N. (2010). Dijital Savaşta İlk Hedef İran Oldu!. Biamag. http://bianet.org/biamag/bilisim/125176-dijital-savasta-ilk-hedef-iran-oldu (Erişim Tarihi: 01.05.2021).

Işıkçı, E., Kiraz, E. (2020). Hibrit Savaş Kavramının Yeni Savaşlar Perspektifinden İncelenmesi. SAVSAD Savunma ve Savaş Araştırmaları Dergisi 30(2), 253-266. 

Karaağaç, Y. (2020). Hibrit Savaş Anlayışı ve Terörizm. Erişim Adresi: https://www.teram.org/Icerik/hibrit-savas-anlayisi-ve-terorizm-102 (Erişim Tarihi: 23.04.2021).

Karabulut, A. (2016). Eski Savaş, Yeni Strateji: Rusya’nın Yirmibirinci Yüzyıldaki Hibrit Savaş Doktrini ve Ukrayna Krizi’ndeki Uygulaması. Uluslararası İlişkiler Dergisi 13(49), 25-42.

Kilinkas, K. (2016). Hybrid Warfare: An Orientating or Misleading Concept in Analysing Russia’s Military Actions in Ukraine?. Lithuanian Annual Strategic Review, 14(1), 139–158.

Keskin, F. (1998). Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma: Savaș, Karıșma ve Birleșmiș Milletler. Ankara: Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları.

Oxford Dictionaries. Erişim Adresi: https://www.oxfordlearnersdictionaries.com/definition/english/hybrid_1 (Erişim Tarihi: 24.04.2021)

Özer, Y. (2018). Savaşın Değişen Karakteri: Teori Ve Uygulamada Hibrit Savaş. Güvenlik Bilimler Dergisi 7(1), 29-56.

Sağiroğlu, Ş. (Editor), (2019). Siber Güvenlik ve Savunma: Problemler Çözümler. Ş. Sağıroğlu ve M. Şenol (Ed.). Ankara: Grafiker Yayınları.

Şenol, M. (2016). Siber Güçle Caydırıcılık Ama Nasıl?. Gazi Üniversitesi Uluslararası Bilgi Güvenliği Mühendisliği Dergisi 2(2), 10-17. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/290469 (Erişim Tarihi: 26.04.2021).

TDK Sözlüğü. Erişim Adresi: http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts (Erişim Tarihi: 22.04.2021).

Toptaş, E. (2009). 21. Yüzyılda Savaş. (1. Bas.) Ankara: Kripto Basım Yayın.

Toptaş, E. (2015). Harbin Doğası ve Karakteri Bağlamında Hibrid Savaş. Millî Güvenlik ve Askerî Bilimler Akademik Dergisi 2(8), 1-17. 

Tzu, S. (2014). Savaş Sanatı. Çev. G. F. Pulat Otkan. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Uşaklı, A. B. ve Alper, H. (2010). Teknolojik Gelişmelerin Savaşları Dönüştürmesi ve Gelecekteki Savaşlara Hazır Olmak. H. Yalçınkaya (Ed.). Savaş, Farklı Disiplinlerde Yeni Yaklaşımlar içinde. Ankara: Siyasal Kitapevi.

Uzun, M. C. (2018). Hibrit Savaşın Hukuki Boyutları. Y. Özel ve E. İnaltekin (Ed.). Savaşın Değişen Modeli: Hibrit Savaş içinde. İstanbul: Milli Savunma Üniversitesi Basımevi.

Yazıcı, M. (2015). Stuxnet Virüsü İran’a Nasıl Etki Etti?. Erişim Adresi: https://www.tuicakademi.org/stuxnet-virusu-iran-a-nasil-etki-etti (Erişim Tarihi: 02.05.2021). 

Yenal, S. (2020). Savaş Kavramının Dönüşümü: 1. ve 2. Körfez Savaşı Örneğinde Hibrit Savaşların İncelenmesi. Kara Harp Okulu Bilim Dergisi 30(1), 85-110.

Yıldız, G. (2018). Hibrit Savaş Ne Kadar Post-moderndir? Avrasya Askeri Tarihine Yeniden Bakış.Y. Özel ve E. İnaltekin (Ed.). Savaşın Değişen Modeli: Hibrit Savaş içinde. İstanbul: Milli Savunma Üniversitesi Basımevi.

Balkan Bülteni /13-16 Haziran

0

 

Arnavutluk

Arnavutluk Meclisi, Cumhurbaşkanı Ilir Meta Hakkında Hazırladığı Raporu Anayasa Mahkemesine Sundu
  • Arnavutluk Meclisi, geçtiğimiz salı günü, Cumhurbaşkanı Ilir Meta’nın görevden alınmasına ilişkin raporu Anayasa Mahkemesi’ne sundu. Mecliste Meta’nın görevden alınması için yapılan oylamadan beş gün sonra, vekiller şimdi nihai kurum olan Anayasa Mahkemesi’nin onayını istiyor.
  • Konuya ilişkin son kararı verecek olan Anayasa Mahkemesi’nin, Ilir Meta’yı görevden alması yönünde Sosyalist Parti içerisinde yoğun bir beklenti var.

Kaynak: Albanian Daily News

Tarih: 15.06.2021

 

Bosna – Hersek / Sırp Cumhuriyeti

Cvijanovic: Bölgesel İş Birliğini En Üst Seviyede Tutmamız Lazım
  • Sırp Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Zeljka Cvijanovic, bölgesel iş birliklerinin en üst seviyeye çıkarılmasının önemli olduğunu ve siyasi yüklerin vatandaşlar için herhangi bir engel teşkil etmediğini belirtti.
  • Cvijanovic, “Bosna Hersek’teki ortaklığa ek olarak, bölgesel iş birlikleri yapmamız, belirli sorunları çözmemiz ve yalnızca gelecek için önemli olan bu sorunları ele almamız gerek” dedi.
  • Cumhurbaşkanı, Sırbistan ile yapılan iş birliklerinin ve yapmakta oldukları projelerinin üst seviyede olduğunu, Karadağ ile ilişklerin iyileşmekte olduğundan memnun olduğunu belirtti.

Kaynak: Rtrs

Tarih: 15.06.2021

Kosova

Tarih Belli Oldu
  • Kosova Cumhurbaşkanı Vjosa Osmani, Kosova’da yerel seçimlerin tarihin 17 Ekim 2021 olarak belirledi.
  • Osmani, Merkez Seçim Komisyonu’na bu karara ve yürürlükteki kanuna uygun olarak yerel seçimlerin düzenlenmesi ve yapılması için gerekli bütün tedbirlerin alınması talimatını verdi.
  • Seçim tarihi, Osmani’nin 2021 Haziran ayı başlarında siyasi partilerin temsilcileriyle yaptığı müzakerelerin ardından kararlaştırıldı.
  • Kosova Demokratik Birliği (LDK) ve Kosova Demokrat Partisi (PDK) ise kararın bağımsızlığı ve yerel seçimlerin yürütülmesini tehlikeye attığını vurgulayarak karara karşı çıktılar.

Kaynak: Panorama.al

Tarih: 15.06.2021

 

İlk Görüşme Pek İyi Sonuçlanmadı

  • Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic ve Kosova Başbakanı Albin Kurti, AB’nin arabuluculuk yaptığı ilk görüşmelerini Brüksel’de yapmalarına rağmen, müzakerelerin gidişatında anlaşamadılar.
  • Kurti, altı Batı Balkan ülkesinin yeni bir Güneydoğu Avrupa Serbest Ticaret Anlaşması oluşturması, Kosova ve Sırbistan’ın birbirlerine saldırmayacaklarına söz vererek derhal ortak bir barış anlaşması imzalamaları, azınlık toplulukları meselesi de dâhil olmak üzere, karşılıklı tanımanın ardından iki devlet arasında ikili mütekabiliyet kurulması, Kosova’daki Sırpların, Sırbistan’daki Arnavutlar ve Boşnakların yaptığı gibi bir Ulusal Konseye sahip olması gerektiğini belirten 4 öneride bulundu.
  • Bu önerilere rağmen Sırbistan ve Kosovalı liderler, Başkan Trump’ın görev süresi boyunca Beyaz Saray’da esas olarak birbirleriyle ilgili ekonomik konularda ABD ile ayrı anlaşmalar imzaladılar.
  • AB’nin Belgrad ile Priştine arasındaki diyalog elçisi Miroslav Lajcak, “Her iki lider de diyalogda ne istedikleri konusunda çok açık ve dürüsttü, bu AB için önemli, ilişkilerin normalleşmesinden başka bir yol yok ve her ikisi de diyalog yoluyla normalleşme üzerinde çalışmaya kararlı” sözlerini söyledi.

Kaynak: Balkan Insight

Tarih: 15.06.2021

 

Sırbistan
Muhalefet Lideri, Kurti’nin Sırbistan ile Kosova Arasındaki Diyaloga Yaklaşımını Tehlikeli Buluyor
  • 15 Haziran’da muhalefetteki Kosova’nın Geleceği için İttifak başkanı Ramuş Haradinay, Kosova Başbakanı Albin Kurti’nin Sırbistan ile diyaloga yaklaşımını eleştirdi.
  • Kurti’nin diyalog yaklaşımı sonuç getirmeyecek ve Kosova için tehlikeli.
  • “Önceliğinin Kosova’nın tanınması olmaması şaşırtıcı. Görüyorsunuz, CEFTA’yı SEFTA’ya dönüştürmek onun ilk önceliğiydi. Komik. İkinci önceliğin yanı sıra, ülkeler arasındaki barış anlaşmasının yanı sıra kayıp sorununa yaklaşım. Kosova’nın bu diyalogda ihtiyaç duyduğu tek sonuç karşılıklı tanınmadır. Tanınma; hem barışı hem de gelişmiş ekonomik durumu ima eder ve kayıpların akıbetini ortaya çıkarmanın yollarını açar.” açıklamalarında bulundu.

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 15.06.2021

 

AB, Sırbistan’ı Güvenli Epidemiyolojik Duruma Sahip Ülkeler Listesine Dahil Etti
  • 16 Haziran’da Avrupa Birliği üye devletlerinin hükümetleri Sırbistan’ı güvenli epidemiyolojik duruma sahip ülkeler listesine geri döndürmeyi kabul etti.

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 16.06.2021

 

Yunanistan 

Yunanistan Başbakanı  Kyriakos  Miçotakis, NATO Zirvesi için Brüksel’de Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Görüştü

  • Hükümet kaynakları, Başbakan Kyriakos Miçotakis ile Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasında 14 Haziran Pazartesi günü Brüksel’de yapılacak NATO zirvesinin oturum aralarında yapılacak bire bir görüşmenin, Yunanistan-Türkiye ilişkilerinde bir adım daha yaklaşmak için bir fırsat olacağını söyledi.Bunun, daha önce gerçekleştirilen iki tur keşif görüşmesine ve Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias ve Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun sırasıyla Ankara ve Atina’ya karşılıklı ziyaretlerine dayandığını kaydettiler.
  • Aynı kaynaklar, iki tarafın pek çok konuda farklı ve çoğu durumda taban tabana zıt tutumlarına rağmen Türkiye ile iletişim kanallarının açık kalmasının Yunan hükümetinin daimi bir tutumu olduğunu söylediler. İlişkilerde kademeli bir iyileşmeyi mümkün kılmak için Türk eylemlerinin ve söyleminin gerginliğini azaltmanın sürekli bir hedef olduğunu eklediler.

Kaynak : Atina Makedon Haber Ajansı

Tarih : 14.06.2021

 

Yunanistan  Dışişleri Bakanı  Dendias, Litvanyalı Mevkidaşı Landsbergis ile Vilnius’ta Bir Araya Geldi
  • Dışişleri Bakanı Nikos Dendias, Litvanyalı mevkidaşı Gabrielius Landsbergis ile salı günü Vilnius’ta yaptığı görüşmede; “Yunanistan ve Litvanya coğrafi olarak birbirinden uzak olabilir, ancak ikimiz de AB sınırları içinde olduğumuz için ortak bir kaderi paylaşıyoruz” dedi.
  • Dendias, göç krizinin her iki ülkenin de AB Bakanlar Konseyi’nde, “Avrupa’ya meydan okuyan bir sorun” olarak gündeme getirebileceği bir konu olduğunu sözlerine ekledi ve Yunanistan’ın Litvanya’ya göç akınlarına yardımcı olmak için teknik uzmanlık, bilgi birikimi ve insan kaynakları sağlayabileceğini söyledi.

Kaynak : Atina Makedon  Haber Ajansı

Tarih :15.06.2021

 

Dış Aktörler

Yunan Sahil Güvenlik Botu Ayvalık Açıklarında İhlal Ettiği Türk Kara Sularından Çıkarıldı
  • Balıkesir’in Ayvalık ilçesi açıklarında Türk kara sularını ihlal eden Yunan sahil güvenlik botu, Türk sahil güvenlik botu tarafından çıkarıldı.
  • Sahil Güvenlik Komutanlığından yapılan yazılı açıklamaya göre, Ayvalık önlerinde görevli Türk sahil güvenlik botu, gece saatlerinde Yunan sahil güvenlik botunun Türk kara sularını ihlal ederek bir grup düzensiz göçmeni geri ittiğini belirledi.
  • Yunan sahil güvenlik botu, bölgeyi terk etmesi yönünde yapılan telsiz çağrılarına karşılık vermedi. Türk sahil güvenlik botu üzerine sürülerek, Yunan sahil güvenlik botu Türk kara sularından çıkarıldı.
  • Geri itilen 8 düzensiz göçmen ise Sahil Güvenlik Komutanlığı unsurlarınca kurtarılarak Ayvalık’a getirildi.

Tarih: 14.06.2021

Kaynak: Time Balkan

 

NATO’dan Bosna Hersek için Ümit Verici Açıklama
  • Brüksel’deki NATO karargahında gerçekleştirilen NATO Liderler Zirvesi’nin ardından yayınlanan açıklamada Bosna Hersek’e de yer verildi.
  • NATO üyelerinin Bosna Hersek’in egemenliği ve toprak bütünlüğünü güçlü bir şekilde destekledikleri vurgulanan açıklamada Dayton Barış Anlaşması ve diğer uluslararası anlaşmalar çerçevesinde Bosna Hersek’in güven ve istikrarının önemine vurgu yapıldı.
  • Bosna Hersek’teki siyasi liderlerin “bölünme” retoriğinden kaçınmaları çağrısı yapılan açıklamada siyasetçilerden ortaya koyacakları yapıcı çalışmalar ile politika, seçim sistemi, iktisat ve savunma sahalarında reform için siyasi irade göstermeleri talep edildi.
  • Bosna Hersek’in NATO’ya üyelik arzusu vesilesiyle övüldüğü metinde Bosna Hersek’in üyeliğe ilişkin nihai kararı sorgulamadan NATO’nun operasyonlarına destek verdiğine dikkat çekildi.

 

Tarih: 15.06.2021

Kaynak: Time Balkan

 

AB: Belgrad-Priştine Diyaloğu’nun Yeni Turunda Liderler, Normalleşmeye Bağlılıklarını Teyit Etti

  • Avrupa Birliği’nin (AB) Belgrad-Priştine Diyaloğu Özel Temsilcisi Miroslav Lajcak, görüşmelerinin yeni turunda liderlerin normalleşmeye bağlılıklarını onayladığını söyledi.
  • Lajcak, AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic ve Kosova Başbakanı Albin Kurti ile ayrı ayrı görüşmesinin ardından basına açıklama yaptı.
  • Yeni Başbakan Kurti’nin katıldığı ilk toplantı olması nedeniyle “kolay olmayan” bir görüşme gerçekleştirdiklerini dile getiren Lajcak, her iki liderin de diyalogdan beklentilerine ilişkin açık ve dürüst davrandığını ifade etti.
  • Lajcak, “AB için önemli olan, iki liderin de Sırbistan ve Kosova arasındaki ilişkileri normalleştirmekten başka yol olmadığını ve diyalog yoluyla kapsamlı normalleşme için çalışmaya bağlılıklarını teyit etmesidir.” dedi.

Tarih: 15.06.2021

Kaynak: Time Balkan

 

Borrell: “Diyaloğun Kolay Olmayacağını Biliyoruz”
  • Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, Kosova-Sırbistan diyaloğu kapsamında Brüskel’de bir araya gelen Kosova Başbakanı Albin Kurti ve Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vuçiç görüşmesi öncesinde açıklamalarda bulundu.
  • Kosova ve Sırbistan’ın AB yolunun diyalogdan geçtiğini söyleyen Borrell, “Her iki lideri de diyalog kapsamındaki toplantılara, gecikmeden ve mevcut tüm engellere rağmen sonuç üretmeye odaklanarak devam etmeye teşvik ediyoruz. Bu diyaloğun kolay olmayacağını biliyoruz, ancak bu süreç ve her iki tarafın da samimi taahhüdü Kosova ve Sırbistan halkının iyiliği için gereklidir. Açık olalım, diyalog ve sonucu, her iki ülke için de Avrupa geleceğine giden yoldur. Tüm bölgenin bu fırsatı görmesi önemlidir. Bu fırsat sadece Kosova ve Sırbistan için değil tüm bölge için önemli, çünkü aralarındaki ilişkiler tüm bölgenin istikrarı için çok önemli” ifadelerini kullandı.

Kaynak: Kosovaport

Tarih: 15.06.2021

 

Lajčák: “Kurti – Vuçiç Görüşmesi Zorlu Geçti”
  • Avrupa Birliği’nin Kosova-Sırbistan Diyaloğu Özel Temsilcisi Miroslav Lajčák ve AB Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in aracılık ettiği Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic ve Kosova Başbakanı Albin Kuri’nin 18 ay sonra Belgrad ve Priştine ilişkileri diyaloğunun ilk görüşmesinin sonunda Lajčák açıklamalarda bulundu. Lajčák, Başbakan Albin Kurti ve Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vuçiç arasındaki görüşmenin zorlu geçtiğini ifade etti.
  • Toplantıdan sonra gazetecilere verdiği demeçte Lajčák, “Her iki lider de diyalogdan ne istedikleri konusunda son derece açık ve dürüsttü. Bu AB için önemli çünkü ilişkilerin normalleşmesinden başka bir yol yok” ifadelerini kullandı.
  • “AB’nin ve Sırbistan ve Kosova’daki insanların, liderlerinden geçmişte yaşananları aşmak ve geleceğe bakmak, ilişkileri iyice normalleştirmek için yüksek beklentileri var” diyen Lajčák, bir sonraki toplantının Temmuz ayı sonunda yapılmasının planlandığını doğruladı.

Kaynak: N1

Tarih: 15.06.2021

 

Varhelyi ve Krivokapić Brüksel’de Bir Araya Geldi

  • Karadağ Başbakanı Zdravko Krivokapić Brüksel ziyareti sırasında Avrupa Komisyonu’nun Genişleme ve Komşuluk Politikasından Sorumlu Üyesi Oliver Varhelyi ile görüştü. Toplantıda Batı Balkanlar’ın geleceğinin Avrupa Birliği’nde olduğu ve Karadağ’ın entegrasyon yolunda ön planda olduğu sonucuna varıldı.
  • Oliver Varhelyi, Karadağ’ın Avrupa Birliği’ne entegrasyon yolunda liderliği sürdürmeye devam ettiğini ve Brüksel’in Hükümetin bu tür dinamikleri sürdürme çabalarını takdir ettiğini belirtti. Güçlü bir mesaj gönderecek ve AB yolunda Karadağ’ın ilk hükümetler arası siyasi konferansını bu ay düzenlemeyi dört gözle beklediğine dikkat çekti.
  • Başbakan Krivokapić ise AB’nin pandemi ile mücadelede Karadağ’a verdiği destek için Komisyon Üyesi Varhelyi’ye teşekkür etti ve Karadağ’daki kurumların, ülkenin güvenilir bir aday ülke, yani gelecekteki AB tam üyesi statüsünü haklı çıkardığına duyduğu güveni dile getirdi.

Kaynak: Independent Balkan News Agency

Tarih: 15.06.2021

 

TUİÇ Balkan Stajyerleri: Elifnur Ayhan, Melisa Agoviç, Dilek Keçeci, Ece Sumru Güvemli, Hilal Yel, İleyna Savuk, Rümeysa Güner, Şamil Orhan, Didem Şimşek, Aybüke Koçak ve Hatice Deniz Hızal

 

 

 

Türkiye’de Drag Queen Olmak

Queer Performans Sanatçısı, Drag Queen (Traliçe) Deniz Aşırı

1- Deniz Aşırı kendinizi biraz tanıtır mısınız?

Ben Deniz Aşırı, queer performans sanatçısıyım. Yaklaşık 3 senedir sahne alıyorum. Kendimi ‘’drag queen’’ olarak da tanımlıyorum. Drag queen’e (ve drag king’e) aynı zamanda Türkçe bir karşılık da getirdim: ‘’traliçe’’ ve ‘’tralaço’’. Bu tanım kraliçeden gelmekte ama yaptığım işin bir translığı ve bir aşırılığı olduğu için böyle bir kavram kullanmak istedim. Drag, transgender ile tam örtüşmemektedir. Translığın drag’e içkin olduğu yön traliçeliğin performatif yönüdür. Tabi her ‘’drag queen’’ trans bireydir demek doğru olmaz. Sahne almaya 2018’de başladığım için 3 yaşındayım diyebilirim fakat bu kadar makyajın altındaki kişinin 27 yaşında olduğunu söyleyebilirim.

 

2- Drag Queen (traliçe) olmaya nasıl karar verdiniz? Bu sürecin nasıl başladığını anlatır mısınız?

Küçüklüğümden bildiğim Huysuz Virjin vardı, lise yıllarımda ise gördüğüm Cake Mosque vardı. Takip ettiğim bir derginin bölümünde Cake Mosque için ayrılmış bir bölüm vardı. Hem drag halini görüyordum hem de Onur Gökhan Gökçek’i görüyordum. Dergideki o kısım benim için ilgi çekici olmuştu. Ancak lise yıllarımda traliçe olmak üzerine bir ilgim yoktu. Daha çok moda tasarımcısı olmak istiyordum. Traliçe olmaya başlama sebebim, queer bir görünürlük yaratmak dışında cinsiyet kimliğimin bir parçasını yansıtabilmekti. Beni insanlar iki farklı şekilde görüyorlar. Bir Deniz Aşırı olmadığım halim var ve bir de queer odaklı paylaşım yaptığım gece hayatındaki, YouTube kanalımda bir Deniz Aşırı var her ikisi de kimliğimin bir parçasını yansıtmaktadır. Kendimi yansıtmak için Deniz Aşırı’yı sonradan ortaya çıkardım. Özetle, başta queer bir görünürlük aktivistlik için vardı ama daha sonraları cinsiyet kimliğimin bir parçasını da yansıttığımı fark ettim.

 

3- Youtube’da kendi kanalınızda içerikler üretiyorsunuz ve Drag Queenleri yorumluyorsunuz. Bu kanalı açmaya nasıl karar verdiniz?

Kanalı açmayı aslında daha önceden düşünüyordum. Bunu hem kendime hem de diğer queer bireylere yeni platformlar oluşturmak için açtığımı söyleyebilirim. Bir traliçe olarak, bir queer birey olarak ve bir trans birey olarak farklı platformlar yaratmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Kanalımı da aslında bu temelle oluşturdum. Onun dışında kanalın büyümesi ve devamının gelmesi biraz pandemi süreciyle bağlantılı olarak gelişti. Özellikle marjinalize edilmiş topluluklar için kendimize yeni platformlar bulmanın ve açmanın gerekli olduğunu düşünüyorum

 

4- Görünürlük sizi nasıl etkiliyor?

Birkaç videom üzerinde kötü yorumlara maruz kaldım. Bu yorumların olduğu videolarda genelde clickbait’ler kullandım, thumbnail’ın, video başlığının görenleri tıklamaya yönlendirecek şekilde olmasına dikkat ettim. Bunun amacı da videolarımın daha çok izlenmesini istememden kaynaklanıyordu. Kötü yorumlar geldiği zaman çok fazla dikkate almıyorum ve engelleyip silmeyi tercih ediyorum. Negatifliklere odaklanmak istemiyorum.

5- Türkiye’de drag kültürü nasıl bir konumda? Bu kültürde kendinizi nerede tanımlıyorsunuz?

Türkiye’de drag kültürünün daha iyi bir ekonomi yaratacağını düşünüyordum. Maalesef beklediğim gibi gerçekleşmedi ve gerçekleşmesi şimdilik pek mümkün görünmüyor. Siyasi iktidar tarafından eğlence sektörünün engellenmeye çalışıldığını düşünüyorum. Çok fazla büyüyebilecek potansiyele sahip bir sektör olsa da büyümesine izin verilmiyor. Kültür bakımından eski ve yeni drag kültürü diyebileceğimiz bir ayrım mevcuttur. Eski drag kültürü gece kulüplerinde go-go dansçılığı yapmış, meyhaneler, restoranlarda vs. showgirl’lük yapmış performans sanatçıları üzerinden giderken; yeni drag kültüründe queer performans sanatçıları daha alternatif eğlence ve performans şekilleri üzerinden kendilerine bir kültür yaratmaya çalışıyor. Türkiye’de drag kültürü Amerikan drag kültürüyle paralel gitmektedir. Ben kendimi eskiyle yeniyi bağlayan bir noktada görüyorum. Genel olarak kendimi daha old-school olarak görsem de alternatif olarak yaptığım çok şey var. Buna YouTube kanalım, çıkardığım müzik çalışmam, yaptığım drag’i daha fazla politikleştirmeye çalışmam ve görünürlüğü arttırmam gibi örnekler verebilirim. Müzik çalışması yaptım mesela birkaç ay önce single çıkardım. Aslınsa bu durum alışılagelmiş drag queen işi değil. Kendimi klasik ve alternatifin arasında bir yerde konumluyorum.

6- Hem Ankara’da hem de İstanbul’da sahne alıyorsunuz. İstanbul ve Ankara’daki drag’e olan toplumsal bakış açıları nedir? İki şehir arasında genel toplumsal ve queer topluluklar özelinde bakış açılarında farklılıklar gözlemliyor musunuz?

İstanbul’da farklılıkların ve çeşitliliklerin daha görünür olabilmesi, daha açık bir şekilde var olabilmesiyle ilgili şeyler söylenmektedir. Bunun anonimlik ve birçok alanla ilişkisi vardır. Bunu göz ardı etmeyeceğim. Ancak trans olma üzerinden ya da trans deneyimleri açısından Ankara’nın da yabana atılacak bir konumu olduğunu düşünmüyorum. Ankara’da trans direnişi bir yer edinmiştir. Kabul ve görünürlük anlamında İstanbul’da anonimliğin daha işe yarayabileceğini söyleyebilirim. Traliçelerin, tralaçoların ve trans deneyimlerini paylaşan insanların İstanbul’dakilerden çok farkı olduğunu düşünmüyorum. Ancak İstanbul’da Deniz Aşırı kimliğim ile İstiklal Caddesi’nde yürürken laf atılma durumlarıyla karşılaşma olanağım merkezi bir yer olduğu için daha fazla olduğunu düşünüyorum. Ankara’da Pembe Hayat Derneği ile bir video çekimi için Kızılay’da Deniz Aşırı olarak kamusal alanda bulundum fakat herhangi bir laf atma, taciz gibi bir durumla karşılaşmadım. Bu elbette çok özel bir örnek olabilir ancak Ankara’nın da trans direnişi geçmişinden trans deneyimi yaşayan insanlar için bir varoluş alanı yaratmış olabileceğini düşünüyorum. Ankara’daki bu durumun, benim traliçe olmam üzerinden eğlence sektöründen biri olarak görülmem ve Ankara eğlence anlayışının pavyon kültürü üzerinden şekillenmesiyle de alakalı olabileceğini düşünüyorum. Çünkü queer performans sanatçıları, pavyon sanatçılarıyla benzer görünüyor olabilir diğer insanlara ve buradan bir meşruiyet kazanma durumu insanların gözünde olabilir.

Queer topluluk açısından bakıldığında, yeni bir görüş Türkiye’de yayıldığında ilk İstanbul’da daha sonra Ankara’da yayılıyor gibi bir durum vardır. Bunun temel sebebi ise İstanbul’da yaşayan traliçe ve tralaço topluluklarının daha örgütlü olması ve bu örgütlülüğün farklı düşünceleri hızlı bir şekilde mobilize edebilmesiyle alakalıdır. En azından yeni kuşak için böyle bir durum mevcuttur. Ankara’da yeni nesil traliçe ve tralaçolar çok fazla örgütlü olmadığı için ve aynı zamanda eski kuşaktan da kimse olmadığı için bir anlamda geri planda kalmaktadır. İstanbul’da eski nesil traliçe ve tralaçolara ek olarak yeni neslin de çalışmaları mevcuttur. Aynı zamanda showgirller de bulunmaktadır. Aslında bu topluluklar içinde farklılaşmalar adına trans bireyleri kapsamayan görüşler de olabiliyor. Ama genel olarak İstanbul’da drag kültürü queer topluluk içinde daha görünür durumdadır. Ankara’da queer topluklar daha klasik sol görüşlerde biraz daha cisnormatif olabilmektedir.

 

7- Transfobi ve TERF’lerin transfobik bakış açılarından ötürü nasıl bir ayrımcılık yaşanıyor? Senin bakış açın nedir?

Bugün Twitter’da bir trans kadınla beraber olmak istemiyorum gibi transfobik bir paylaşım gördüm. Cis hetero erkeklerde genelde “sizinle yapmak istemiyoruz diye transfobik mi oluyoruz?” gibi söylemlerle karşılaşıyoruz. Transfobinin kaynağını tayin etmeyip tartışmayı kişiselleştirerek bir şeye ulaşamıyoruz. Birinin trans bireyle birlikte olmasını engelleyen temel sebebini düşününce transfobinin kaynağına ulaşıyoruz. Kendi oluşturduğum alanları düşündüğümde büyük transfobilerle karşılaşmıyorum çünkü güvenli bir alan çizmiş oluyorum. TERF’lere dair olan sorunları daha geniş çerçevede ele almak gerekmektedir. Muhalefetin transları kapsamayan bir şekilde hak savunuculuğu yapması çok sınırlı bir feminizm yapıldığı anlamına gelmektedir. Bu anlamda TERF’lerin çok da sürdürülebilir bir feminizm yaptığını düşünmüyorum.

 

8- Toplumsal cinsiyet ve queer topluluk için nasıl direnilmelidir?

Direniş sadece klasik sol taktikler bağlamında ele alınmamalıdır. Queer dayanışmanın tek bir şekilde dayanışma içinde olmasını da düşünmek yanlıştır. Birbirinden farklı alanlarda ve şekillerde direnebiliriz. Queer direniş bir araya geldiğimiz her yer ve her an gerçekleşebilir. Parti yapmak, eğlenmek de direnişin ve dayanışmanın bir yolu olabilir. Çünkü queer bireyler bir araya gelmek istiyorlar fakat bir araya gelmekte zorlanıyorlar. Yaptığım partiler ve etkinliklerle Deniz Aşırı’yı da bir noktada bu sebeple devam ettiriyorum. Aslında olay bir nevi dayanışmaktır ve yapabileceğimiz en iyi şey de dayanışmaktır diyebilirim.

İREM NUR ÇOLAK

Toplumsal Cinsiyet Staj Programı

Türkiye’de Drag Queen Olmak Türkiye’de Drag Queen Olmak Türkiye’de Drag Queen Olmak Türkiye’de Drag Queen Olmak

Ezgi Epifani ile Beden Olumlama Üzerine Bir Söyleşi

                                            

1- Ezgi Epifani kimdir? Bize kısaca kendinizden ve hikayenizden bahseder misiniz?

Merhaba. Ben kesişimsel feminist ve kuir biriyim. Ayrıca beden ayıplamaya karşı aktivist bir duruş sergileme çabasındayım. 2015’te İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden, 2020’de ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü’nde Psikoloji bölümünden mezun oldum. Şu an 29 yaşındayım ve gelecek yıl klinik psikoloji yüksek lisansımı yapmayı planlıyorum. Tüm ötekileştirilen ve azınlık kimliklerin insan haklarının keyfe ihlal edilmediği, eşit ve özgür bir dünya hayaliyle yaşıyorum. İçedönüğüm; evde oturup bir şeyler okumayı, dizi izlemeyi, müzik dinlemeyi çok sevmekle beraber arkadaşlarım benim için en önemli insanlar diyebilirim.

 

2- Beden olumlama nedir?

1960’lı yılların sonlarına doğru verilen özgürlük mücadelelerinin harekete geçirilmesiyle bir araya gelen şişman siyahlar ve feministler Şişmanlığın Kabulü (Fat Acceptance), Şişmanların Özgürlüğü (Fat Liberation) adlı hareketler kurarak, 2010’larda Beden Olumlama Hareketi adını alacak hareketin tohumlarını ekmişlerdir. Bu insanlar, eşitlik ve özgürlük fikirlerinden ve tabii ki Siyahların İnsan Hakları (Civil Rights) mücadelelerinden etkilenmişlerdi. Böylece, şişmanlar için hayatın her alanında eşit haklar talep ettiler ve diyet kültürü gibi endüstrileri düşman ilan ettiler. Şişmanların özgürlük ve eşitlik mücadelesi o zamandan beri devam ediyor olsa da 2000’lerde sosyal medya kullanımının yaygınlaşmasıyla hareket Beden Olumlama adını alarak odağını şişman bedenlerden ötekileştirilen tüm “kusurlu” bedenlere çevirmiştir. Benim son 5 yıldır okuduklarımdan, dinlediklerimden anladığım; Beden Olumlama Hareketi’nin çekici bulunmayan, sağlıklı bulunmayan, daha genel konuşacak olursam norm dışı bulunan bedenleri toplum izinli şiddetten, devlet şiddetinden ve nefret suçlarından korumak için verilen bir insan hakları mücadelesi olduğudur. 

3- Beden olumlama ile ilgili en yaygın yanlış varsayım veya düşünce nedir? (Büyük bedenlerin sağlıksız oluşu veya şişmanlığa özendiriyor olması vb. gibi)

Tabii, en yaygın varsayım, endişe veya adı her neyse, beden olumlamanın şişmanlığı, obezliği dolayısıyla sağlıksız bir yaşam tarzını yüceltiyor ve özendiriyor olduğu iddiasıdır. Hepimiz belirli kültürler içine doğuyoruz ve bizimki de dahil olmak üzere çoğu kültürde aile / öğretmen / arkadaş / partner / reklam / doktor / yasa koyucu / endüstriler ve daha nicesi bize doğduğumuzdan beri bazı bedenlerin çirkin, değersiz, sağlıksız, anormal olduğunu “öğretiyor” ve biz onları ne zamandır dinlediğimizin farkında değiliz. O  yüzden bu ana akım fikirler çoğumuz için çok uzun bir zamandır şüphe götürmeyen evrensel olgular. Birileri çıkıp “şişman olmak bir hastalık/mutsuzluk/yalnızlık/ayrımcılık nedeni olmak zorunda değil; şişmanlar bedenleriyle mutlu mesut yaşayabilir ve hiçbir şekilde bedenlerinin şekli nedeniyle ayrımcılık görmemelidir” dediğinde çoğumuz bir kısa devre yaşadı ve yaşıyor ve yaşamaya da devam edecek çünkü beden olumlama normatifleştirebildiğimiz bir şey değil, ana akım bir fikir değil. Bu varsayımlar ve endişe trollükleri iyi niyetle yapılsa bile uzun vadede anlamsız çünkü sürekli utandırdığınız, ayıpladığınız, ötekileştirdiğiniz, izole ettiğiniz insanlardan nasıl bir sağlıklılık bekliyor olabilirsiniz?

4- Büyük beden mankenlerle çalışarak beden olumlamaya destek veren reklamlarda bile daha idealize edilmiş, toplum tarafından daha tercih edilebilir bedenler kullanılması konusundaki düşüncen nedir? Ana akımlaştığını düşünüyor musun?

Evet, düşünüyorum. Orada da bir pazar kaygısıyla şişmanın, siyahın, engellinin ‘ideali’ seçiliyor gibi geliyor. Kalın baldırlı bacaklı olsa da düz karınlı modeller, daha açık renk tenli siyahlar, yüzlerinde deforme olmayan engelliler gibi. Artık aktivizmin de sattırdığını biliyoruz; bilinçli tüketiciler kendi etik anlayışlarına uygun ürünleri tüketmeye daha çok eğilimliler ve pazarlama taktikleri de ana akım firmaların içten eşitlikçi hislerinden çok kâr kaygılarına göre gelişebiliyor. Bununla beraber, eleştirel düşünmeyi ne kadar faydalı bulsam da ana akımlaşmanın da bir ‘adım’ olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. Olumlamanın hiç yaşanmamasından ziyade ana akımlaşmasını tercih ederim yani.

5- Beden olumlama konusunda nasıl daha kesişimsel ve kapsayıcı olabiliriz?

Kesinlikle verili bilgilere ve toplumsal kanılara karşı daha eleştirel olarak, kendi kendimize düşünmeyi öğrenerek. ‘Neden’ diye sormayı gündelik hayatımızın olmazsa olmazı yaparak. “Neden gittiğim doktor şikayetimi bile doğru düzgün dinlemeden direkt ‘kilo ver geçer’ diye ısrar etti?”, “Neden kendimi engelli, şişman, siyah, trans vs. birinin partneri/arkadaşı olarak hayal ettiğimde içimi bir rahatsızlık kaplıyor?”, “ ‘Her beden güzeldir’ sloganını ağzından düşürmeyen bir beden olumlama hareketi disfori yaşayan transları dışlıyor olabilir mi?”, “Beden algı bozukluğu gibi psikiyatrik/nörolojik/psikolojik sorunlar yaşayanlar, bedenlerini ya da bedenlerinin bir parçasına duydukları şiddetli olumsuz duyguların üzerinden sadece beden olumlama hareketiyle gelebilir mi gerçekten?”, “Neden sosyal medyada regl kanını, göbeğini, kıllarını paylaşan insanları azarlama ve ayıplama ihtiyacı duyuyorum?”, “Belirli bir bedendeki kılın varlığının hijyensizliği işaret ettiğini düşünürken başka bir bedende var olan kıl için neden böyle bir endişe duymuyorum?” gibi gibi eleştirel sorular soranları, bu nüansları dile getirenleri aramaya, dinlemeye, okumaya devam ederek. Bu şekilde duyduğu, okuduğu her şeyi kabul etmeden önce sorgulayan insanların etrafında olarak. Korktuğunuzu, iğrendiğinizi yani şiddetli olumsuz duygular beslediğinizi düşündüğünüz bedenlerin görsellerine bakarak da kendiniz için bu bedenleri normalleştirebilirsiniz. Instagram bu konuda size çok yardımcı olacaktır, emin olun. Tıp eğitimi, diyetisyenlik gibi bedenle doğrudan alakalı eğitimler alıyorsanız bu alanların eleştirel yayınlarını takip etmekte de her zaman fayda var.

6- İnsanlar neden zayıflamaktan daha çok şişmanlamaktan korkuyorlar? Bunda toplumun rolü nedir?

İnsanlar şişmanlamaktan korktuklarını sanıyorlar halbuki sürekli utandırılmaktan, ayıplanmaktan, ayrımcılığa uğramaktan, şiddet görmekten, ötekileştirilmekten, uygun sağlık hizmeti alamamaktan, sevilmemekten, beğenilmemekten, tercih edilmemekten korkuyor. Toplumun genelinin şişmanlığa, şişmanlara nasıl baktığı ortada. “Sağlıklı yaşa” derken ‘zayıfla’ demek isteyen toplum(lar)da yaşıyoruz. Kim böylesi bir hayat sürmek ister ki? Mesele şişmanlık değil; toplumda şişmanlığa yüklenen belli başlı anlamların, kalıpların ne kadar acı verici olduğu. O yüzden şahsen beden ayıplamaya karşı aktivist bir duruş sergileyemeyen, ne bileyim zayıflayan, mide ameliyatı olan, rejim yapan insanları suçlamak ya da parmak sallamak hiç içimden gelmiyor. Asıl sorun onlar değil çünkü.    

7- Farklı bağlamlarda karşılaştığımız body-shaming ile nasıl mücadele edebiliriz?

Kendimizi eğiterek. Bu konuda konuşan, yazan insanları arayıp bularak; onları okuyarak ve dinleyerek. Kendimize ya da bir başkasına beden ayıplama yapıldığını gördüğümüzde, güvenliğimizi riske atmadan, ses çıkararak. Kendi içselleştirdiğimiz beden ayıplayıcı yargılarla yüzleşerek; bu yargılar üzerine çalışarak, daha iyisini bilmeye ve yapmaya çalışarak. Performatif bir “woke” aktivizmle bir anda olacak bir iş değil; yılların doktrinlerini, inançlarını yıkmak, yeni anlayışlar, bakışlar inşa etmek zaman alacaktır. Bu nedenle hem kendimize hem başkalarına sabırla yaklaşmamız gerektiğini düşünüyorum. İnsan hakları mücadelesi insanlığın en uzun mücadelesidir belki de; o yüzden bu konuda sonuna kadar azimli olmamızı diliyorum. 

Ezgi Epifani’ye katkılarından dolayı çok teşekkür ederim. Ezgi’ye ve çevirilerine ulaşmak için:

https://twitter.com/ezgiepifani?s=20

https://morepifani.wordpress.com/

https://kaosgl.org/yazarlar/ezgi-epifani-c3fee72495445b0f4ca7b10ab96b3ce1

https://www.5harfliler.com/author/ezgi-epifani/

 

BETÜL FİDAN

Toplumsal Cinsiyet Staj Programı