Home Blog Page 49

Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi Kararlarının Değerlendirilmesi: Srebrenitsa, Prijedor, Zvornik

Başlığın tam hali: Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi Kararlarının Soykırım Suçu Açısından Değerlendirilmesi: Srebrenitsa, Prijedor, Zvornik

Özet

1944 öncesine kadar uluslararası hukuk disiplininde suç kategorisine girmeyen “soykırım” terimi, 1944 yılında Polonyalı Yahudi Raphael Lemkin’in “soykırım” terimini kullanmasıyla literatüre girmiştir. Kavramın uluslararası hukukta tanımlanması 1948 yılında BM Genel Kurulu’nda kabul edilen Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi ile gerçekleşmiş ve bununla birlikte soykırım, uluslararası suçlar kategorisinde yer almıştır. Bu çalışmanın amacı, 1992-1995 Bosna Savaşı sırasında Srebrenitsa, Prijedor ve Zvornik’te Bosnalı Müslümanlara uygulanan zulmün uluslararası hukuk açısından soykırım mı yoksa katliam mı olduğunu incelemektir. Srebrenitsa’da soykırım suçunun işlendiğine dair nihai kararın verilmesine karşın Prijedor ve Zvornik’te işlenen suçların neden soykırım suçu olarak değerlendirilmediği Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (ICTY) konuya yönelik kararları üzerinden tartışılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Zvornik, Prijedor, Srebrenitsa, Soykırım, Katliam.

Abstract

The term “genocide”, which did not fall into the category of crime in the international legal discipline until before 1944, entered the literature in 1944 when Raphael Lemkin, a Polish Jew, used the term “genocide”. Defining the concept in international law with the Convention on the Prevention and Punishment of Genocide adopted by the UN General Assembly in 1948, and the term genocide was included in the category of international crimes. This study aims to examine whether the persecution of Bosnian Muslims in Srebrenica, Prijedor and Zvornik during the 1992-1995 Bosnian War was genocide or massacre in terms of international law. Although the final decision on the genocide crime in Srebrenica is made, why the crimes committed in Prijedor and Zvornik are not considered genocide will be examined in the last part of the study in line with the decisions of the International Criminal Tribunal for the former Yugoslavia on the subject.

Keywords: Zvornik, Prijedor, Srebrenitsa, Genocide, Massacre.

1. Srebrenitsa’da Yaşananlar

Yugoslavya, 1918 Yugoslavya Krallığı adı ile kuruluşundan itibaren; Krallık, Demokratik Federal devlet ve son olarak Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyet devleti olmak üzere üç farklı yapı ve idari şekilde var olan bir devlet olmuştur. Bu devletin bünyesinde Sırplar, Hırvatlar, Boşnaklar, Slovenler, Arnavutlar, Türkler, Macarlar, Makedonlar olmak üzere etnik yapıları çok çeşitli millet ve azınlık grupları vardı (Alp, 2011: 153). Farklı etnik ve azınlık gruplarından oluşan bu devlette, etnik anlaşmazlıklar doğal olarak kaçınılmaz olmuş ve belli zaman aralıklarında etnik gruplar arasında anlaşmazlıklar, çatışmalar, iç savaşlar görülmüştür. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, artan ulusal bağımsızlık hareketlerine paralel olarak milliyetçilik kavramı da yükselen bir ivme kazanmış ve 1980’lerden sonra bu gelişmeler doğrultusunda Yugoslavya’da etnik çatışmalar gittikçe artarak devletin parçalanmasına sebep olmuştur. Yugoslavya’nın dağılma sürecinde milliyetçilik ve etnik çatışma faktörlerine ek olarak Doğu Blok’unun lideri olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin 1991 yılında dağılması ve Batılı devletlerin siyasi çıkar elde etmek amacıyla bölgeye müdahaleleri de bu önemli faktörler arasında yer almaktadır. Bu gelişmeler doğrultusunda 25 Haziran 1991’de Slovenya ve Hırvatistan’ın, Eylül ayında Makedonya’nın bağımsızlık ilan etmesi birlik içindeki diğer ülkeleri de etkilemiş ve Yugoslavya’nın dağılma süreci hızla gerçekleşmiştir. Yugoslavya devletinden bağımsız olmak isteyen bir diğer devlet ise Bosna-Hersek olmuştur. Bosna-Hersek, 1992 yılında yaptığı referandumla Müslüman ve Hırvatların %70’lik oyunu alarak bağımsızlığını ilan etmiştir (Keser, 2012: 278).

Bosna-Hersek’in bağımsızlık kararına Yugoslavya ordusu başta olmak üzere Bosnalı Sırplar karşı gelmiştir. Sırpların, Bosna’nın bağımsızlığını istememelerinin nedeni, tarihten de hatırlanacağı üzere Büyük Sırbistan kurma hayalleridir.

Bosna’da, özellikle Drina Nehri boylarında, (Biyelyina, Zvornik, Bratunats, Srebrenitsa, Vlasenitsa, Rogatitsa, Vişegrad, Gorajde, Çayniçe ve Foça yerleşim birimlerinde), Müslümanlar nüfusun büyük bir çoğunluğunu oluşturmaktaydı” (Başkan, 2020: 44).

Bu bölgeler, jeopolitik konum açısından Büyük Sırbistan’ın gerçekleştirilmesi için çok önem taşımakta ve Bosna-Hersek bağımsız olduğunda bu bölgeler Sırplar için en büyük düşman olan Müslümanların hâkimiyetinde kalacak ve tamamen Sırplardan oluşan bir devlet kurma planlarına engel oluşturacağı için Bosnalı Sırplar bağımsızlığı kabul etmeyip geri alınmasını istemişlerdir (Alp, 2011: 155). Bosnalı Sırpların bu isteğinin Bosna-Hersek tarafından reddedilmesi üzerine Bosna-Hersek, 1992-1995 yılları arasında kanlı bir savaşa tanık olmuştur.

Yugoslavya’nın dağılma sürecinde, 25 Haziran 1991’de Slovenya’nın bağımsızlığını ilan etmesinin ardından aynı gün bağımsızlık kararı alan Hırvatistan’ın bağımsızlık kararını ülkede etnik azınlık olarak güçlü bir konumda olan Hırvat Sırplar kabul etmemiş ve Sırp olmayanlara karşı saldırılar düzenleyerek insanları yerlerinden etmiştir. Bosna-Hersek’in bağımsızlık kararı almasının ardından Sırplar, Bosna’nın birçok bölgesini ele geçirmek için harekete geçmiş ve Bosna Sırp Cumhuriyeti Başkanı Radovan Karaciç ve General Ratko Mladiç önderliğinde Boşnaklara bebek, kadın, çocuk ayırmadan saldırmış, sakatlamış, öldürmüş ve 1.030.000 kişiyi yaşadıkları yeri terk etmek zorunda bırakmışlardır (Alp, 2011: 157). Bosna’da Sırp saldırılarının her geçen gün daha da vahim bir durum alması üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) 21 Şubat 1992 tarihinde BM koruma gücü UNPROFOR’u görev alması için bölgede konuşlandırmış, 34.600 tonluk yardım malzemesi Bosna-Hersek’te dağıtılmıştır (Keser, 2012: 276).

Mart 1992’de başlayan Bosna Savaşı’ndan yaklaşık bir buçuk ay sonra Sırplar, Bosna topraklarının büyük bir bölümünü ele geçirmiş ve bu sürede ele geçirdikleri topraklardaki Boşnaklara işkenceler, kadınlara tecavüzler, katliamlar yaparak kan donduran insanlık dışı eylemlerde bulunmuşlardır. Bosna-Hersek savaşında Sırplar sadece Boşnaklara saldırılarda bulunmakla kalmamış, aynı zamanda Boşnakların tarihini, kültürünü yok etmek amacıyla ülkenin en gözde, merkezi ve farklı etnik grupların yıllardır bir arada yaşadığı Saraybosna’da tarihi değerlere zarar vererek bir devleti hem nüfusuna hem de kültürel değerlerine zarar vererek ortadan kaldırmayı amaçlamışlardır.

Sırpların Bosna’da farklı etnik gruplara ait cami, kilise gibi kültür ve sanat merkezlerine yönelik bu kent kırım faaliyetlerinde “1898’de Rönesans tarzında inşa edilen Milli Tiyatro, 14. Kış Olimpiyatları Müzesi, Temmuz 1993 tarihinde ve savaşın ortasındayken bile “Saraybosna Savaş Resimleri Sergisi” gibi bir sergiye ve sahipliği yapma başarısı gösteren Bosna-Hersek Tarih Müzesi, Osmanlı belgeleri, İslam ve Yahudi el yazmalarından oluşan en büyük koleksiyonların bulunduğu Saraybosna Şarkiyat Enstitüsü (Sarajevo Oriental Institute) (New York News Day, Kasım 1992) ve Saraybosna Üniversitesi’nin 16 fakültesinden 10’una ait muhteşem kütüphaneler (Shannon, 2005: 3) ve Hukuk Fakültesi de Sırplar tarafından yakılıp yıkılır”.

Sırplar, 1992 Nisan ayında Bosna topraklarının büyük bir bölümünü ele geçirmiş ve Doğu Bosna’da yer alan Srebrenitsa ve çevre kasabalarda (Zvornik ve Vişegrad) Boşnak halka yönelik toplu kıyım ve işkencelerine devam etmişlerdir. Doğu Bosna’da Sırbistan’ın sınırına yakın olan Srebrenitsa kenti hem jeopolitik konumu hem de zengin maden yataklarına sahip olması nedeniyle Sırplar için önemli bir kentti. Bosna Savaşı’nın başlamasının ardından burayı ele geçirmek için saldırıya geçen Sırplar, yerel halkın evlerini yağmalamış ve binlerce insanı öldürmüşlerdir. Srebrenitsa yakınlarına kadar gelen Sırplardan korkan çoğu Boşnak, artık Sırpların katliamından kaçışın olmadığı ve bir umut yaşamak için başka bir güvenli bölgeye gitme düşüncesiyle toplu şekilde Srebrenitsa’yı terk etmeye başlamışlardır. Ne var ki erkek Boşnaklardan bazıları burada kalmayı ve Sırplarla çarpışmayı göze alarak yeterli mühimmatları olmasa da ellerinden geldiğince kasabayı işgalden kurtarmak için çabalamışlardır (Dikici, 2016: 186). Boşnak savaşçılar yeterli sayıları ve askeri teçhizatları olmamasına rağmen, kariyerinde önemli mevkilerde bulunmuş eski bir polis şefi olan Naser Oriç etrafında birleşmişler, kasabayı Sırp işgalinden kurtarmak için aralarında stratejiler geliştirmişlerdir. Mayıs 1992 yılında harekete geçen Oriç komutasında Boşnak savaşçılar, Srebrenitsa’da Sırpları yenerek kasabayı Sırp işgalinden kurtarmışlardır (Türkölmez ve Türkan, 2014: 227). Naser Oriç ve komutasındaki Boşnakların kahramanlıkları sayesinde Srebrenitsa’nın güvenli olduğunu düşünen binlerce Boşnak Srebrenitsa’ya göç etmiş, bunun sonucunda nüfus artmış, kentte çeşitli altyapı sorunları ortaya çıkmıştır. Halk temel ihtiyaçlarını karşılayamaz duruma gelmiş, hijyen koşullarının sağlanamaması nedeniyle hastalıklar yayılmış, insanlar bir parça ekmek için birbirleri ile kavga eder duruma gelmiş ve kentte gasp, hırsızlık olayları görülmüştür.

Belgrad için önemli bir kent olan Srebrenitsa’nın Naser Oriç komutasında savunulması ve bu taarruz sırasında birkaç Sırp’ın öldürülmesi üzerine tansiyon iyice yükselmiş ve Sırplar daha büyük bir kuşatma yaparak Srebrenitsa’nın çevre bölgelerini kuşatmaya almışlardır. Srebrenitsa’nın etrafını kuşatan Sırplar, çevre kasabalarda yer alan erkek Boşnaklara işkenceler yapmış, binlerce kadın ve çocuğu otobüslere tıklım tıklım doldurmuş ve bunun sonucunda insanlar nefessiz kalmış ve hayatlarını kaybetmişlerdir (Dikici, 2016: 188). Tüm bu yaşananlar, insan haklarını her fırsatta dile getiren, liberal ve çağdaş değerlere sahip olduğu düşünülen Batı’nın gözü önünde gerçekleşmesine rağmen, insan haklarını resmen hiçe sayan bu suçların faillerine yeterince tepki gösterilmemiştir. Sırpların gittikçe Srebrenitsa kasabasının etrafını kuşatması sonucu çevre illerden kasabaya gelen yardımlar Sırplar tarafından engellenmiş, gelen mültecilerle birlikte nüfusu iki katına çıkan kasabada açlık hat safhaya ulaştığı için insanlar sefalet içinde göz göre göre hayatlarını kaybetmiştir. BM Mülteciler Yüksek Komiseri Sadako Ogata’nın, BM Genel Sekreteri Boutros-Ghali’ye gönderdiği acil içerikli bir yazıda “Burada gözümüzün önünde cereyan eden bir katliamı hiçbir şey yapamadan seyrediyoruz.” aslında durumun vaziyetini açıklar niteliktedir.

16 Nisan 1993 günü BM Güvenlik Konseyi, Bosna’da Srebrenitsa’nın da içinde olduğu 6 bölgeyi “güvenli bölge” ilan etmiş ve bu bölgenin korunacağını garantileyerek Boşnak ve Sırpların silahlarını bırakması gerektiği belirtilmiştir (UN Security Council, 1993: 1-3).

BMGK’nın silahları bırakma çağrısıyla Boşnakların silahlarının hemen toplanmasına rağmen Sırplar BM’nin bu kararını ciddiye almamış, hali hazırda BM koruma güçleri de Sırplara taviz vererek gerekli baskıyı yapmamışlardır. Böylece yeterli mühimmata sahip olmayan Boşnakların ellerinden silahlarının alınmasıyla Sırplara karşı savunmasız kalmışlardır. Srebrenitsa’nın güvenli bölge olarak ilan edilmesinin ardından burada konuşlandırılan BM Barış Gücü UNPROFOR’un yetkileri, askeri müdahale yapmaktan ziyade insani yardımı yapmak ve belirli bir derecede güvenlik sağlamak amacıyla burada konuşlandırıldığı BM Genel Sekreteri Boutros Ghali tarafından açıklanmıştır (Ünlü, 2020: 56). Barış gücünün Boşnakları yeterince koruma kapasitesinin olmamasının yanı sıra halka gelen yardımları kötü amaçla da kullandıkları görülmüş, kendilerinden bir parça ekmek isteyen Boşnak kadınlara ahlaksız tekliflerde bulunarak zaten kötü şartlar altında yaşayan bu insanların mevcut durumlarından yararlanmışlardır (Dikici, 2016: 199). Sırpların Boşnaklara yönelik toplu katliam ve genç kızlara tecavüz, göçe zorlama, işkence gibi faaliyetlerinin artmasının ardından 1993 yılında AT arabulucusu Owen ve BM arabulucusu Vance, Bosna-Hersek’in 3’ü Sırp, 3’ü Hırvat, 3’ü Boşnak ve merkez Saraybosna’nın bağımsız olacağı 10 kantonlu bir federe devlet yapısını barış planı olarak sunulmuş fakat bu karar Bosna Sırp Parlamentosu tarafından reddedilmiştir (Ateş, t.y: 8). Boşnak ve Sırpları ortak payda da buluşturmak için yapılan bu ateşkes görüşmelerine rağmen Sırpların saldırılarını artması üzerine 1994 yılında AT, NATO ve ABD, Sırplara silahlarını bırakması için ültimatom vermiş ve göstermelik olarak Bosna üzerinde savaş uçaklarını yollamıştır (Ateş, t.y: 9). NATO’nun göstermelik ihtar uçuşları, BM barış gücü UNPROFOR ve küresel sistemin başat aktörleri, Bosna’da yaşananlara acil müdahale edilmesi gerektiği konusunda İngiltere ve ABD arasında anlaşmazlık yaşanmıştır. İngiltere, BM’nin müdahalede bulunmamasını öne sürerken, ABD ise daha fazla geç olmadan NATO müdahalesini öne sürmüştür.

Tüm bu olaylar yaşanırken 1992-1995 yılları arasında Bosna Savaşında gösterdiği başarılar sayesinde Boşnaklar açısından kahraman, Sırplar açısından ise ölüm listesinde en baş sırada olarak görülen Yaser Oriç, Bosna-Hersek ordusu tarafından Tuzla’ya çağrılmıştır. Oriç, o günü şöyle anlatmaktadır:

Rahmetli Aliya (İzzetbegoviç) hiçbir zaman geri çekilme emri vermedi. Geri çekilme emri politik değil, askeri bir emirdi. Daha net söylemem gerekiyorsa geri çekilme emrini veren General Rasim Deliç idi. General Enver Hadzihasanoviç, General Deliç’in emri doğrultusunda, geri çekilme anlaşmasını kendisinin imzaladığını söylemişti. Hollandalı askerlere güvenerek geri çekilmek büyük bir hataydı. Size bir örnek vereyim: Çetnikler, asker bulunmayan bir bölge olan Suçeska Belediyesini işgal edip, o bölgenin bir kısmını aldılar. Biz bölgedeki Hollandalı askerlerden, Boşnak Müslümanların evlerine elli metre mesafeye kadar yaklaşan Sırpları o bölgeden çıkarmalarını talep ettik. Ama Hollandalılar bunu yapamıyorlar. Gece bölgedeki Çetnikleri temizlediğimizde bu sefer Hollandalı askerler, “Boşnaklar köye gelip Çetnikleri öldürdüler” diye rapor tutuyorlardı” (Dikici, 2016: 200).

Sırbistan’dan destek alan Bosnalı Sırplar, Srebrenitsa’ya yönelik top atışları ve saldırılarını sürdürürken, uluslararası toplumun müdahale konusunda uyuşmazlık yaşaması Sırpları daha da cesaretlendirmiş ve Sırplar, Srebrenitsa’yı işgal etmek için Opetsiya Krivaya 95’ (95 Krivaya Harekâtı) gerçekleştirmek için harekete geçmişlerdir (Alp, 2011: 156).

1.1. Bir Sonraki Aşama: Soykırım

6 Temmuz 1995 günü Sırpların Srebrenitsa kentini bombalamaya başlaması üzerine halk, bölgenin koruması için BM tarafından konuşlandırılan Hollandalı askerlerin gerekli müdahaleyi yapabilmesi için General Thom Karremans’tan yardım isteğinde bulunmuş fakat ve bu istekleri reddedilmesi Srebrenitsa halkında korku ve telaşa neden olmuştur (Türkölmez ve Türkan, 2014: 229). 8 Temmuz günü Sırplar, kenti bombalamaya devam etmekte ayrıca bu saldırıları gerçekleştirirken Rusya, Bulgaristan, Romanya olmak üzere bu ülkelerden gönüllülerin katılımı ile savaş sırasında yardım almışlardır. Bir diğer deyişle, 1992-1995 Bosna Savaşında Bosnalı Sırplar başta Sırbistan olmak üzere çevre ülkelerden de destek alarak saldırılar, katliamlar, soykırımlar gerçekleştirmiş ve bu ülkelerde soykırım sürecine katkıda bulunmuşlardır. Sırpların gün geçtikçe Srebrenitsa’ya daha da yakınlaşmaları üzerine Boşnaklar ülkelerini savunabilmek için kendilerinden alınan silahları geri verilmesini istemişlerse de bu istek BM tarafından barışı korumak bahanesiyle reddedilmiştir (Alp, 2011: 166). 10 Temmuz’da NATO, Sırpların saldırılarına karşılık hava saldırısı yapacağı yönünde bildiri yayınlamıştı fakat Sırpların elinde bir kısım Hollandalı barış gücü askerleri bulunduğu için olası karşılıklı saldırıyı göze alamadı yani göstermelik söylemlerini eyleme dökmede başarılı olamamıştır. BM, NATO’nun göstermelik söylemleri, Sırplarda caydırıcı bir etkisi olmamış aksine uluslararası kamuoyunun sert tutum göstermemesi Sırpları daha da cesaretlendirmiştir.

11 Temmuz 1995 yılında Srebrenitsa, Sırpların eline geçmiş ve Mladic şu tarihi konuşmayı yapmıştı “Türklerden intikam alma vaktinin geldiğini, Srebrenica’yı Sırp halkına armağan edeceklerini” (Uluslararası Hak İhlalleri İzleme Merkezi, 2014: 231) söylemesinden de görüldüğü üzere bu sözler masum sivil halkın katletme ve tarihten silme için Sırpların gerekçesiydi.

Sırpların kenti ele geçirmesi ve insanlık dışı eylemlerine devam etmeleri sonucu birçok Boşnak, Srebrenitsa kentinin yakınındaki Potoçori köyüne akın etmeye başladı kimileri sağ salim köye ulaşmayı başarırken kimileri ise yollarda Sırpların saldırılarına uğrayarak hayatlarını kaybetmişlerdir. Potoçori’ye ulaşan Boşnaklar ise hayatlarını kurtarmış sayılamazdı çünkü Mladiç, Albay Karremans’tan Boşnakların kendisine teslim edilmesini ve onlara zarar vermeyeceklerini belirtmesi üzerine Hollandalı askerlerden oluşan barış gücü, masum insanları Sırpların eline teslim ederek bir nevi Sırpların soykırım yapmalarına göz yummuşlardır (Dikici, 2016: 205). Masum insanlara hiç zarar verilmeyeceği yalanı ile Boşnakları BM barış gücünün elinden alan Sırplar, 11 -17 Temmuz aralığında savunmasız insanlara genç yaşlı demeden işkenceler yapılıyor, vurulan insanların öldüklerinden emin olmak için defalarca cesetlerine ateş ediliyor, kadınlar tecavüz ettikten sonra öldürülüyor, erkeklere ise türlü işkenceler yaparak bu insanları canlı canlı mezara gömmüşlerdir (Türkölmez ve Türkan, 2014: 231).

Sırpların Potoçori kampında yaptığı zulümlerden son anda kaçmayı başaran Boşnakların bir kısmı, Tuzla’ya ulaşmak için yollara düşmüş fakat bu yolculuk sırasında Sırpların saldırılarına maruz kalarak binlerce Boşnak yollarda soykırıma uğramıştır. Sırplar yaptıkları bu soykırımı gizlemek için toplu mezarlar açarak bütün olmayan cesetlerin uzuvlarını farklı farklı mezarlara atmış ve bu mezarların üstü topraklarla kapatılarak sanki orada mezar yokmuşçasına arabalarla üzerinden geçerek düz bir toprak zemini görünümü vermişlerdir (Alp, 2011: 179).

Sırplar 11 Temmuz 1995 ile 17 Temmuz 1995 tarihleri arasında, kadınları ve çocukları ayırdederek yaklaşık 8 binden fazla genç ve yetişkin erkeği katlettiler. Bütün bu vahşet 72 saat sürdü, Sırplar 72 saatte tüm Srebrenica halkını ortadan kaldırmıştı. Kayıp İnsanlar Federal Komisyon’unun bugüne kadar kayıp ya da ölü olarak tespit ettiği insan sayısı 8.373’tür” (Wikipedia).

Bu yaşanan insanlık dramı, Avrupa’da yaşanmış II. Dünya Savaşından itibaren en büyük toplu kıyım olmasının yanı sıra sözde BM tarafından güvenli bölge ilan edilen Srebrenitsa’da uluslararası örgütlerin, başat aktörlerin gözü önünde sadece etnik ve dini kimliği nedeniyle binlerce insanın sistematik bir şekilde yok edilmesini gözler önüne sermiştir.

14 Aralık 1995 Bosna Savaşını sona erdiren Dayton antlaşmasına göre ülke, Sırp Cumhuriyeti ve Bosna-Hersek Federasyonu olmak üzere kantonlara bölünmüş ve barışın sürdürebilmesi için sırasıyla IFOR, SFOR askeri birlikleri kurulmuştur (Ateş, t.y: 13). Dayton antlaşması, taraflar arasında barışı korumak için imzalanan bir belgeyi temsil etse de aslında savaştan önce Müslümanların çoğunlukta yaşadığı Srebrenitsa ve Jepa kentinin Sırp Cumhuriyetine bırakılmasıyla Bosna Hersek’e çok büyük bir haksızlık yapılmış ayrıca savaş boyunca masum sivilleri sistemli bir şekilde vahşice katleden ve soykırım yapan Sırplar, bu anlaşma ile cezalandırılmak yerine resmen ödüllendirilmişlerdir.

1.2. Srebrenitsa Soykırım Kararının İncelenmesi

1991 yılında BM tarafından; savaş suçu, soykırım gibi suçları işleyenleri cezalandırmak için Hollanda’da, Eski Yugoslavya Ceza Mahkemesi kuruldu. Bu Mahkemenin nihai amacı, çatışmalar sırasında işlenen suçların cezasız kalmasının önüne geçmekti. Tüm insanlık için acı verici bir tecrübe olan katliamların hukuki tayini, toplumsal vicdanın rahatlaması, adaletin yerini bulması ve uluslararası kamuoyunun algısının şekillenmesi açısından kritik önemdeydi ve BM bunun gereğini yaptı. Bu kapsamda incelenecek kararlar ceza mahkemesi kararlarıdır, Uluslararası Adalet Divanı kararları değildir. Ceza davalarında bir devletin sorumluluğuna gitmek mümkün olmayacağı için Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin faillerini kişiler oluşturmaktadır. Srebrenitsa’da yaşananlarla hakkında mahkeme değerlendirmesini Radislav Krstic davasında yapmıştır ve Krstic, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra soykırım suçu sebebiyle hüküm giyen Avrupa’daki ilk kişi olmuştur. Soykırım suçunu uluslararası alanda incelemesi yapıldıktan sonra mahkemenin neden Srebrenitsa’da soykırımın varlığını tanıdığının değerlendirilmesi aşağıda yapılacaktır.

Soykırım suçu, esasen 2. Dünya Savaşı’nın ardından, Yahudi toplumunun yaşadığı derin acılara kayıtsız kalmak istemeyen uluslararası kamuoyunun üzerinde konsensüse vardığı bir kavramdır. Bu kavramın somut olay üzerinden yorumlanması veyahut anlaşılması hususunda ihtilaflar ve mahkeme kararlarına itirazlar bulunsa da insanlığın karşılaşabileceği en ağır suç olduğu apaçıktır.

Soykırım suçu açısından ilk önemli düzenleme 206 Sayılı BM Genel Kurul Kararı ışığında 1946 yılında Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması sözleşmesidir (Beşiri, 2013: 72). Soykırım sözleşmesi, 12 Aralık 1951 tarihinde yürürlüğe girmiş ve soykırım suçunu 2. maddesinde tanımlamıştır. Soykırımın tanımı, Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin 2. Statüsünde de aynı şekilde tanımlanmıştır (Beşiri, 2013: 182). Dolayısıyla soykırım suçunu tespit eden Srebrenitsa kararını ve Prijedor, Sanski Most ve Zvornik’te yaşanan faciaları konu alan kararları bu tanıma bağlı olarak sürdürmemiz gerekmektedir. Sözleşme’nin bu maddesine göre:

“Bu Sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur:

  1. a) Gruba mensup olanların öldürülmesi;
  2. b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;
  3. c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek;
  4. d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak;
  5. e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek;” 

Soykırım suçunun maddi ve manevi olmak üzere iki unsuru bulunmaktadır. Yukarıdaki anlaşmada sayılan fiiller, öldürmek, bedensel zarar vermek vb., suçun maddi unsurunu oluştururlar. Suçun manevi unsuru ise özel kasttır. Özel kast, dolus specialis, olmaksızın soykırım suçunun gerçekleştiğinin tespitini yapmak imkansızdır, zira insanlığa karşı suç, etnik temizlik ve savaş suçlarında da gerçekleştirilen fiiller, soykırım suçunda gerçekleştiren fiillerle tamamen aynıdır. Ancak bir grubu kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla hareket eden kişinin soykırım suçu işlediğinden bahsedilebilecektir.

Eski Yugoslavya Ceza Mahkemesi, suçun bu biricik özelliğini göz önüne almış ve soykırım tespiti yaparken Uluslararası Ruanda Ceza Mahkemesi kararlarına sıkça atıfta bulunmuştur. Mahkeme, soykırım suçunun tespiti için “sivillere karşı geniş ve sistematik bir saldırının söz konusu grubun bir kısmını veya tamamını yok etme kastıyla yapılması’’ şartını aramıştır (Prosecutor v. Radislac Krstić, §221). Soykırım suçunun varlığını kanıtlamak için kaç kişinin öldürüldüğünün ve neler yapıldığının çok bir önemi bulunmaması gerekmektedir, zira asıl mesele faillerin özel kasta sahip olup olmadığıdır. Tüm sürecin genel bir değerlendirmesi olmaksızın özel bir kast tespiti yapmak da imkansız olacaktır. Dolayısıyla, bu başlığın altında mahkemece belirlenmiş bir suçu spesifik olarak soykırım yapan sebeplere yer verilmiştir.

Soykırım suçunun kabulü için bir hedef grubun varlığı kanıtlanmalıdır. Grup, kişinin kendi iradesiyle sonradan parçası olmaktan ayrılamayacağı bir topluluk olarak değerlendirilmelidir (Akün, 2004: 24). Bu sebeple, milliyete ve etnik kökene dayanan ayrımlar, bir grubun hedef grup olarak tespit edilmesinde yeterlidir. Diğer ilçelerde gerçekleşen katliamlarda hedefte Bosnalı Hırvatlar da vardır ve daha sonra anlatacağımız üzere farklı etnik ögelerin dahli, soykırım suçu tespitini zorlaştırmaktadır. Srebrenitsa’da, mahkeme sadece Bosnalı Müslümanların belirli bir alanda hedef haline getirildiğini doğrulamış ve Müslümanların hedef grup kabul edilebileceğini belirtmiştir.

İkinci bir kriter olarak mahkeme, sanıkların ellerindeki tüm imkanları hedef grubu öldürmek için kullanıp kullanmadığının tespitinin önemsiz olduğunu söylemiştir. Eğer hedef gruba önemli ölçüde zarar veriliyorsa aralarından bazılarının hayatının bağışlanması soykırım kastının olmaması olarak yorumlanamaz. Hedef grubun, dünya üzerindeki her bir üyesinin yok edilmiş veyahut tehdit edilmiş olması aranmaz (Prosecutor v. Radislac Krstić, §32). Srebrenica’da yaşananlara bakıldığında tüm Bosnalı Müslümanları öldürmek teknik olarak mümkün değildi: alan sınırlı, ellerindeki kuvvetler az ve bölgenin dışında da pek çok bu etnisiteden insan yaşamaktaydı. Ayrıca, savunmanın kadınların ve çocukların otobüse bindirilip bölgeden uzaklaştırıldığına ilişkin iddiaları, mahkemece yukarıdaki sebeplerle geçersiz kabul edilmiştir. Zira, çocuk ve kadınların oradan uzaklaştırılmış olması, sadece uluslararası kamuoyunun dikkatini daha fazla çekmemek için yapılmış bir hamle olmuş olabilirdi. Kadın ve çocukların fiziksel olarak bölgeden tahliyeleri mahkeme tarafından, Bosnalı Müslümanların, Srebrenica’da yaşama ihtimallerini elimine etme isteği olarak yorumlanmaktadır (Prosecutor v. Radislac Krstić, §30). Sanıklar, failleri yaşından, yaptığı işten istisna tutup sadece kimliği sebebiyle cezalandırdı ve sistematik olarak öldürdü (Prosecutor v. Radislac Krstić, §37).

Savcı; sanığı, grubu kısmen yok etmeye çalışmakla suçladı, çünkü grupta sadece erkekler hedef alınmıştı. Kısmen imhadan, grubun temel bileşenlerinin anlaşılması gerektiği belirtildi (Prosecutor v. Radislac Krstić, §8). Grubun içerisinden hedef alınan gruba verilen zarar tüm grubu yok etmeye yetecek şiddette olmalı ve tüm grubu etkilemeliydi. Grubun temel öğelerinin risk altında olması yok etme kastının varlığı için yeterli sayılmıştır (Prosecutor v. Radislac Krstić, §12). Grubun temel unsurlarının nasıl belirleneceği konusunda tartışmalar devam etmiştir. Hedef grubun sayısı ilk bakılması gereken şeydir ve buna bakılırken tüm grubun mevcudu içerisinde hedef grubun nasıl bir değerinin olduğu tespit edilmelidir.

Hedef grubun aynı zamanda grubun kalanın yaşaması için hayati önemde olması ve sembolik bir değerde olması Mahkeme tarafından aranmıştır. Srebrenitsa’da savunmanın iddialarına göre, sadece askerlik çağında olan ve askeri tehdit oluşturabilecek olanlar öldürülmüştür, kadınların ve çocukların bölgeden araçla tahliyesi sağlanmıştır. Ancak bu iddialar mahkeme tarafından yeterli görülmemiştir çünkü mahkeme, erkeklerin yaş ve nitelikleri dikkate alınmaksızın toplu kıyımının, geride kalan grubun soyunun devam etmesini çok büyük ölçüde zorlaştıracağını kabul etmiştir (Prosecutor v. Radislac Krstić, §6). Sivil erkeklerin, asker erkekler kadar tehlikeli olamayacağı da mahkemenin kanaatidir ve mahkeme öldürülen grupta yaşlı ve çocuk yaşta erkeklerin olduğunu da vurgulamaktadır (Prosecutor v. Radislac Krstić, §26). Belirli bir bölgede yaşayan erkek nüfusun önemli ölçüde yani grubun soyunu devam ettirmesini güçleştirecek ölçüde katledilmiş olması bizatihi o soyun hedef gösterildiğinin kanıtı olabilmektedir. Nitekim, olaylardan sonrası değerlendirildiğinde bu bölgede eşini kaybetmiş kadınların eşleri için öldü değil kayıp tespiti yapıldığı için geride kalan kadınlar evlenemiyor ve dolayısıyla çocuk sahibi olamıyorlardı. Bu husus da mahkeme tarafından, soya yönelik bir tehdit olarak algılanmıştır (Prosecutor v. Radislac Krstić, §28).

Savunma, Srebrenitsa’da hayatını kaybedenlerin toplam Boşnak nüfusun çok az bir kısmı olduğu için bunun soykırım kabul edilemeyeceğini ileri sürüyordu. Srebrenitsa’daki Boşnaklar, tüm Boşnak nüfusunun sadece %2,5’na denk geliyorlardı (Prosecutor v. Radislac Krstić, §15). Srebrenitsa’nın stratejik önemi çok yüksekti ve bu nedenle müslümanlardan arındırılmış olması çok kritikti. Aynı zamanda dünyanın gözü kulağı Srebrenitsa’daydı çünkü BM güçleri bölgede kontrol sağladığını iddia ediyor ve Boşnaklar için güvenli alan olduğunu belirtiyordu (Prosecutor v. Radislac Krstić, §5). Bunca güvenlik iddiasına rağmen yapılan saldırlarda Boşnakların hayatını kaybetmesi ne kadar korumasız bir toplum olduklarını gösterir. Ayrıca savaştan ve baskıdan kaçabilen Müslümanların bölgeye ulaşmaya çalıştığını biliyoruz. Boşnakların, uluslararası güvence ve korumayı hissedebilecekleri yegane yer Birleşmiş Milletler koruması altındaki Srebrenitsa’dır. Bu sebeple, bu bölge tüm Boşnaklar için sembolik öneme sahiptir ve bu gerçek mahkeme tarafından da göz ardı edilmemiştir.

Özetle, Srebrenitsa’da yaşanan katliamın soykırım olarak tespiti yukarıdaki kriterlere göre yapılmıştır. Bu yargılamanın, aşağıda bahsedeceğimiz tüm yargılamalardan zamansal olarak daha sonra yapıldığını belirtmekte fayda vardır. Zira, bu kararda ortaya konulan kriterler, aşağıda belirtilecek kararlarda bu kadar açık seçik uygulanmamıştır ve soykırım suçuna ilişkin yapılan değerlendirmeler detaylandırılmamıştır. Yine de Avrupa tarihinde Yahudi soykırımından sonra alınan ilk soykırım kararı olması açısından kriterler incelenmeye değerdir.

2. Prijedor Katliamı

Yugoslavya’nın dağılma sürecinin tarihsel arka planına bakıldığında birçok neden göstermek mümkündür. İktisadi ve sosyal hayattaki kötü gidişat, ekonomik enflasyon, etnik çatışmalar ve etnik unsurların bağımsızlık düşüncesi ve birleştirici unsur olarak görülen Tito’nun 4 Mayıs 1980 yılında vefatı üzerine Yugoslavya hızla dağılma sürecine girmiştir (Yıldırımlıdal, 2018: 424). 25 Haziran 1991 yılında Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlık kararından ardından eylülde Makedonya, kasımda Bosna Hersek bağımsızlık ilan etmiştir. Bosna-Hersek’in bağımsızlık ilanı kararına Yugoslavya ordusu başta olmak üzere Bosnalı Sırplar karşı gelmiş Sırp Cumhuriyetini kurarak Büyük Sırbistan hayallerini gerçekleştirebilmek için Bosna’da Sırp olmayanlara yönelik toplu katliamlar gerçekleştirmeleri üzerine Bosna Hersek 1992-1995 yılları arasında kanlı bir savaşa tanık olmuştur.

1992 yılında Bosna Savaşı’nın başlamasıyla birlikte merkez Saraybosna olmak üzere birçok yerini işgal eden Sırplar, 29 Nisan 1992’de Prijedor kentini ele geçirmişlerdir. Prijedor, Büyük Sırbistan projesinde bulunduğu konum itibariyle Sırp bölgelerini birbirine bağlaması açısından hayati bir öneme sahiptir bu yüzden Mart 1992 de Bosna’ya saldıran Sırplar, 28 29-30 Nisan Prijedor kentine girerek belediyeyi ele geçirmişlerdir (Josic, 2019: 9).

1991 nüfus sayımına göre Prijedor’un toplam nüfusu 112.470 kişidir: yüzde 44’ü Müslüman, yüzde 42,5 Sırp, yüzde 4,5 Hırvatlar, yüzde 5,7 “Yugoslavlar” ve 2,2. diğerlerinin yüzdesi (Ukraynalılar, Ruslar ve İtalyanlar)” (Wikipedia).

30 Nisan 1992 ‘de Prijedor Belediyesi’nin Milomir Stakić önderliğinde Sırp kontrolüne geçmesi üzerine şehirde asker sayısı arttırıldı ve belediye de çalışan Boşnak ve Hırvatlar işten çıkarılarak yerine Sırp kişiler getirildi (Josic, 2019: 9). Sırpların Prijedor’da hâkimiyet kurmasını istemeyen bazı Boşnaklar kendi aralarında örgütlenerek Hambarine’de Sırplara karşı ateş açmışlar fakat 23 Mayıs’ta Sırpların Hambarine’yi bombalamaları sonucu 583 sivil hayatını kaybetmiş, ertesi gün Kozarac’a saldırı düzenleyen Sırplar tüm köyleri ateşe vererek panik ortamı yaratmışlardır (Josic, 2019:9). 31 Mayıs 1992 yılında Prijedor’da Sırplar tarafından çıkarılan bir kararname ile Sırp olmayanların evlerine beyaz çarşaf asmaları, evden dışarı çıktıklarında kollarına beyaz kolluk takmaları ve buradan ayrılmak isteyenlerin de mülkiyetlerine el konularak bir daha geri dönmeyecekleri zorla kabul ettirilmiştir (Bıogradlıja, 2016).[1]

Prijedor’da Boşnak ve Hırvatlara yaşatılanlar tıpkı İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın Polonya’yı işgal etmesi üzerine burada bulunan Yahudilerden mavi Davut yıldızı simgesinin bulunduğu beyaz kolluk takmaları gibi benzer bir olay 53 yıl sonra Bosna Hersek’in kuzeybatısında gerçekleşmiş ve burada yaşayan insanlara işkence, taciz, zorla göç ettirme gibi insanlık dışı eylemler yapılmış diğer bir deyişle tarih tekerrür etmiştir. 30 Nisan-Eylül 1992 tarihleri arasında Prijedor’daki Müslümanlara yaşatılan bu vahşetin sorumlusu Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından Milomir Stakic suçlu görülmüş ve 40 yıl hapis cezası verilmiştir (Sjacic, 2014: 94).

2.1. Prijedor Katliamında Kurulan Kamplar

30 Nisan 1992‘de Prijedor belediyesinin Milomir Stakić önderliğinde Sırp kontrolüne geçmesi üzerine Sırp olmayanlara yönelik saldırılara, işkencelere başlanmış ve ölüm sayıları artmıştır. Bu dehşet ortamdan kaçmak isteyenler olsa da bunlardan bazıları başarılı olmuş, başarılı olamayanlar ise Sırplar tarafından erkek, kadın, çocuk olmak üzere sınıflandırılarak toplama kamplarına yerleştirilmişlerdir. Omarska, Keraterm ve Trnopolje gözetleme kampları adlandırılan bu yerlerde binlerce sivil sağlıklı olmayan ortamda aç, susuz bekletilmiş, kadınlara ve genç kızlara tecavüz edilmiş erkeklere ise işkenceler yapılmıştır (Sjacic, 2014: 95).

Omarska Kampı

Omarska, Prijedor Belediyesi içinde bir yerdir. Prijedor şehrine 22 kilometre uzaklıktadır. Mayıs 1992’de Sırplar tarafından kurulan Omarska kampı, Bosna savaşı sırasında en büyük işkence kampı bir diğer adı ile ölüm kampı olarak adlandırılmakta ve tutukluların sayısını net sayısal ifadelerle vermek zor olsa da 3.334 tutuklu olduğu ve bunlardan 700 kişinin ise öldürüldüğü bilinmektedir (Şahin, 2020).[2] Sahip olduğu etnik kimlik nedeniyle suçu olmayan masum insanları burada toplayan Sırplar, sivil halka kötü muamele, işkence, taciz, “kırmızı ev” denilen yerde idam gerçekleştirilmesi, mahkûmların aç susuz bırakılması gibi psikolojik ve fiziksel şiddetin had safhada olduğu bu kampta çok sayıda suç işlenmiş ve bu işlenen suçlardan ilk yargılanan kişi Duško Tadić olmuştur (Sjacic, 2014: 96).

7 Mayıs 1997’de Dusko TADIC, insanlığa karşı suçlardan (6 kez) ve savaş hukuku veya geleneklerini ihlal etmekten (5 kez) suçlu bulundu. Cezalandırma Kararı, “suçların, Dusko TADIC tarafından asıl veya yardımcı olarak öldürme, dayak ve zorla nakilden ve ayrıca kuzeybatı Bosna’daki opstina Prijedor’daki Kozarac kasabasına düzenlenen saldırıya katılımından” (ICTY, 1997) dolayı 20 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır.

Keraterm Kampı

Eskiden bir seramik fabrikasının deposu olan Keraterm kampında ilk başta 15 ile 60 yaş arasında erkek mahkûmlar ve daha sonra 12 ile 15 Boşnak kadının kampa getirilmesiyle birlikte yaklaşık 1.200 Boşnak ve Hırvat vatandaş bu kampta esir tutulmuştur. Omarska kampındaki gibi bu sivillere de acımasızca, vahşice davranılmış 371 Boşnak ve Hırvat vatandaş öldürülerek insan hakları ihlal edilmiştir (Sjacic, 2014: 98).

Keraterm kampında bir tanığın ifadesi şu şekildedir: “İnsanlar yan yana, kalabalıktı ve hava için ağlıyordu”. Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi, Keraterm’de yaşanan bu insan hakları ihlallerinin sorumluları olarak Dusan Sikirica, Damir Došen ve Dragan Kolundžija hakkında suç duyurusunda bulunmuştur ve yargılamaların sonunda Sikirica 5 yıl, Damir Dosen 15 yıl, Dragan Kolundžija ise 3 yıl hapis cezası almıştır (Sjacic, 2014: 98).

Trnopolje Kampı

“Trnopolje, Bosna Savaşının patlak vermesinden önce Prijedor Belediyesi içinde yer alan Müslüman ağırlıklı bir köydü. İçinde oluşturulan kamp, ​​adını Kardeşlik ve Birlik konseptinden (Osnovna škola Bratstvo – Jedinstvo) alan yerel bir ilkokulun temeline kurulmuştu” (Wikipedia).

Trnopolje kampı, diğer iki Omarska ve Keraterm kamplarında yapılan işkence ve ölüm sayısı ile kıyaslandığında daha alt seviyedeydi bir diğer ifadeyle kötünün iyisi durumu söz konusuydu. Bu kampta birçok mahkûm hem fiziksel hem de psikolojik şiddete uğrasa da cinayet suçu diğer iki kampa oranla daha az olmuştur. Trnopolje kampında işlenen suçlar arasında tecavüz suçu çok yaygındı diğer yandan insanlar açlıktan bir deri bir kemik kalmıştı ve Sırp askerleri keyfi dayak atarak birçok insanı sakat bırakmıştı (Panic, 2015).[3]

Temmuz 1992’de bir İngiliz gazeteci ekip tarafından ortaya çıkarılan kamp görüntülerinin uluslararası basında büyük yankı uyandırması sonucu BM soruşturmaları açılmış ve kamp kapatılmıştır (Riding, 2015: 392). Srebrenitsa’dan sonra Sırpların sistematik imha olayının simgesi haline gelen Prijedor’da “Bosna-Hersek Kayıplar Komisyonu’nun raporlarına göre, 1991-1995 yılları arasında Prijedor’da, 4 bin 93’ü sivil olmak üzere, 5 bin 209 Boşnak öldürüldü…” Sadece etnik ve din unsurları yüzünden Prijedor’da katledilen, işkence gören, zorla göç ettirilen Boşnakların yaşadıkları dünya tarafından unutulmakta ve tüm bu yaşanan sürecin asıl sorumluları olan Radovan Karadžić ve Ratko Mladić, soykırım iddiaları reddetmeye devam etmektedir.

Srebrenitsa Soykırımından sonra en büyük etnik temizlik olarak görülen Prijedor katliamına savaş sırasında tanık olmuş ya da katliamı protesto etmek isteyen vatandaşlar her yıl 31 Mayıs beyaz kurdele gününde kollarına beyaz kurdele takıp, Prijedor’da yürüyüş düzenleyerek öldürülen 3.173 kişi anmaktadır (Riding, 2015: 392).

2.2. Prijedor’daki Soykırım İddialarının Mahkeme Tarafından Değerlendirilmesi

Cezai sorumluluğun kişisel olmasından dolayı, Prijedor’daki katliamlar için pek çok Sırp komutan yargılanmıştır. Milomir Stakić, Momčilo Krajišnik, Radoslav Brđanin ve Biljana Plavšić yargılanan Sırp komutanların başında gelmektedir. Mahkeme, soykırım suçunu tespit edemediğini söylemiştir. Kararların genel bir değerlendirmesi, okuyucuya sunulacaktır:

Prijedor’da çatışmalar olmasının temel amacı, Müslümanların o bölgeden tahliyesini sağlamak ve bir orayı bağımsız bir Sırp Beldesi olarak inşa etmekti (Prosecutor v. Milomir Stakić, §37). Her ne kadar Skilovic kararında Statü’nün 4(2)a ve 4(2)b bentlerindeki olgular kabul edilmiş olsa da failler, soykırım kastına, dolus specialis, sahip kabul edilmemişlerdir.[4] Karadzic davasında, sanık Statü’nün 4(3)(1) şartı uyarınca, Bosnalı Müslüman ve Hırvatlara karşı işlemiş olduğu suçlardan dolayı soykırım suçu şüphelisi haline gelmiştir. Kısaca söylenebilir ki, Mahkeme’nin tüm değerlendirmesi özel kastın varlığının tespiti içindir.

Srebrenica Kararının aksine Mahkeme grup tanımını bu bölge için daha farklı yapmıştır. Bir grup pozitif ve negatif olmak üzere iki türlü tanımlanabilir. Sahip olduğu özellikler nitelenerek yapılan tanımlama pozitif tanımlama, sahip olmadığı bir niteliği nedeniyle yapılan tanımlama negatif tanımlamadır. Yani Bosnalı Müslümanlar pozitif bir tanımlamayken, Sırp olmayanlar negatif bir tanımlama olacaktır. Mahkeme, soykırım için negatif grup tanımlaması yapılamayacağını savunmuştur (Prosecutor v. Radovan Karadźić, §541).

Gelişen olaylardan biliyoruz ki, Prijedor’da Bosnalı Müslümanlar ve Bosnalı Hırvatlar birlikte hedef gösterilmişlerdir. Sırpların asıl hedefi, bölgeden Sırp olmayanları uzaklaştırmak ve kendi tahakkümlerini kurabilmektir. Spesifik olarak bir grup hedef gösterilmediği için her grup için ayrı ayrı soykırım iddiasında bulunmak gerektiği Mahkemece belirtilmiştir (Prosecutor v. Radovan Karadźić, §542). Mahkeme bunu söylemiş ancak kararının devamında bu iki olguyu ayrı ayrı incelememiştir. Yapılan zulmün vahşetini tespit etmiş ama bunları soykırım için yeterli saymamıştır. Kaldı ki, bölgedeki Hırvatlara yapılan zulüm hiçbir zaman Müslümanlara yapılan kadar sistematik ve vahşi boyutlara ulaşmamıştır, dolayısıyla Hırvatların hedef grup olduğunu söylemek neredeyse imkansızdır (Prosecutor v. Milomir Stakić, §541).

Soykırım suçunun diğer potansiyel görünümleri yukarıda belirtildiği gibi mağdurların bedensel ve psikolojik zarar görmüş olmaları, yaşam şartlarının hayatta kalmaya neredeyse elverişsiz olacak kadar kötü olmuş olması olabilir. Belirtilen zarar, geri döndürülemez ve etkisi sürekli hissedilecek bir zarar olmalıdır. Kişinin uzun vadede normal ve yapıcı bir hayat sürmesine engel olmalıdır (Prosecutor v. Radovan Karadźić, §543). Ancak tek başına bir grubun, belirli bir bölgeyi terk etmeye zorlanması soykırım olarak nitelendirilemez (Prosecutor v. Radislac Krstić, §33). Mahkeme, buralardaki yaşam şartlarının kötülüğünü soykırım tanımlaması yapmak için yeterli bulmadı ve daha da önemlisi bu işlemleri icra eden kişilerin spesifik kastının olmaması sebebiyle soykırım kararı vermedi (Prosecutor v. Radovan Karadźić, §540).

Kişinin öldürülmüş olması, soykırım suçunun oluşması için bir şart değildir, ancak ölümün potansiyel sonuçlarına bakılmalıdır (Prosecutor v. Radislac Krstić, §33). Srebrenica kararında bu nokta belirtilmiş ve hayatını kaybedenlerin grubun gelecekteki varlığı için kritik önemde olmasına değer atfedilmiştir. Soykırım suçunun oluşabilmesi için öldürülen kişi sayısının teknik olarak bir önemi yoktur. Mahkeme özel kastın olmadığına ilişkin delilleri kanımca tam gerekçelendirememiştir. Zira, katliam başlamadan önce bilinmektedir ki: sanıkların farklı yerlerdeki beyanları, Müslümanların yok olmasını arzuladıkları yönündedir. Ayrıca, faillerin yaşadıkları yerler, ibadet alanları ve okulları bombalanmaktadır, savcıya göre de bunun tek bir anlamı olabilir: Sırplar, Müslümanları yok etmek istiyordur (Prosecutor v. Radovan Karadźić, §538). Ayrıca bölgeye gelmiş delegasyonlar beyanlarında, Müslüman nüfusun istenmediğinin ve yollamak için her şeyin yapıldığından bahsediyorlar. Tüm bunların sonucunda Prijedor’da, 23.000 kişi şehri terk ederken, ölen kişilerin sayısı 3000’i geçmemektedir. Bu sayılar, objektif olarak bakıldığında da bölgenin nüfus dağılımı hesaba katıldığında yeterince anlamlıdır. Kaldı ki Mahkeme daha sonraki değerlendirmelerinde öldürülen kişi sayısının önemi olmadığı vurgulamaktadır. Tüm yaşanan kayıplar, acılar, durumun vahşeti göz önüne alınınca mahkemenin tek kabul edilebilir argümanı, grup tanımlamasına ilişkin argümanı oluyor ancak bu durumda da Bosnalı Müslümanlara yapılan muameleler ayrıca incelenmemiş durumda.

Mahkeme, soykırım kavramını özellikle dar yorumlanması gerektiğini çünkü özel bir suç olduğunu kararında belirtir (Prosecutor v. Radovan Karadźić, §502). Dar yorumlamaktan anlaşılması gereken toplu yapılan her katliama kolayca soykırım demekten mahkeme çekinmelidir. Zira, soykırımın tarihsel önemi ve tüm dünyaya yaşattığı vahşet göz önüne alınırsa, daha az vahşi olarak nitelendirilebilecek eylemlerin soykırım olarak değerlendirilmesi kamuoyu vicdanını yaralayacaktır. Aynı zamanda soykırımın, her an her koşulda mümkün olabileceği gibi bir algıya da sebep olacaktır. Ancak anlamın çok dar yorumlanmasında da mağdurların zarar görmesi mümkündür. O derece ki uluslararası kamuoyu desteği ve politik destek olmadıkça mahkemeler soykırım kararı vermekten imtina etmektedirler. Bu alınan veya alınma ihtimali olan soykırım kararlarının güvenilirliğini sarsmaktadır. Uluslararası Ceza Mahkemelerin tartışmaya açık olmayan bir içtihat oluşturması elzemdir.

Mahkeme gerçekleşen çoğu suçun 4(2)a ve 4(2)c bentlerine uygun olarak gerçekleştiğini kabul ediyordu. Yani gerçekleşen tüm saldırılar soykırım suçunun maddi unsurunu oluşturmaya yetiyordu ancak mahkeme sanıkların soykırım için özel kastının olmadığını kaydetti. Sırpların temel amacının, Müslümanları bölgeden yollamak olduğunu bu sebeple bir soykırımdan bahsedilemeyeceğini de belirtti.

Bu kararların değerlendirilmesinde dikkat çekilmesi gereken bazı noktalar bulunmaktadır. Çünkü mahkeme Srebrenitsa soykırımına karar verdiği yargılama dışındaki hiçbir dosyada, soykırım kararı almamasını sağlayan ölçütleri sıralamamıştır. Srebrenitsa’da insanların vahşice öldürülmesinin kamuoyunun çok dikkatini çekmiş ve belki de bu açıdan Mahkeme’nin kararını yönlendirmiştir. Ancak Mahkeme’nin yine de birkaç noktayı açıklığa kavuşturması gerekmektedir.

Mahkeme, Srebretnitsa’da yaptığı değerlendirmede nüfusun kayıp oranını dikkate almıştı ancak Prijedor’da sadece bir kampta olan Müslümanların nüfusu, toplam Prijedor’un 2% ve 2,8%’ne denk geliyordu (Wergin, 2014: 70). Adil bir değerlendirmeyle bakılacak olursa, burada yaşanacak kayıp da esaslı bir kayıp olarak kabul edilmeli ve o nüfusa yönelik bir saldırı olarak izah edilebilmelidir. Mahkeme burada başka bir kriter koymayarak ve söz konusu kaybı soykırım kabul etmek için makul olmadığı görüşünü belirtmiştir. Böylece makul esaslı kayıp gibi bir kavram yaratarak bundan sonraki değerlendirmeleri karanlıkta bırakmıştır.

Mahkeme bu değerlendirmeleri yaparken soykırım kelimesinin anlamını o kadar daralttı ve olayları genel perspektifte yorumlamak yerine o kadar küçük birimlere indirerek yorumladı ki; kararlar bir noktadan sonra bağlamından uzak değerlendirmeler olmaktan öteye gidemedi örneğin, bir kamptaki ölüm değerlendirilirken, diğer kamplarda yaşanan vahşet göz ardı edildi ve sanki bir kampta yaşanan olay muhtelif bir olaymış gibi bir tutum sergilendi (Prosecutor v. Radovan Karadźić, §481).

Mahkeme’nin kanımızca ikinci yersiz tespitiyse Stakic davasında dile getirildi: faillerin daha fazla kişiyi öldürme ihtimali varken öldürmemiş olmasını soykırım niyetinde olmadığını varsaydı. Aynı Mahkeme, Srebrenitsa davasında, bölgenin dışına çıkarılan kadın ve çocukların öldürülebilecekken öldürülmemesini konu yapmamıştı. Eğer öldürebilecekken öldürmemek bir kriter olarak kabul edilecekse, Srebrenitsa’da da soykırım kararı alınmaması gerekiyordu.

3. Zvornik Katliamı

Zvornik, Bosna-Hersek’in kuzeydoğusunda yer almakta ve Belgrad-Tuzla ve Belgrad-Saraybosna koridoru üzerinde yer alması nedeniyle stratejik açıdan önemli bir merkezdir. 1992 yılında başlayan Bosna Savaşından önce nüfusunun %60’ını Bosnalı Müslümanlar, %38’ini Bosnalı Sırplar oluşturmaktaydı (Tretter vd, 1998: 8).

Bosna-Hersek’in 1991 yılında bağımsızlık kararı almasıyla birlikte Zvornik’te bu iki etnik grup arasında çatışmalar artmaya başladı. 22 Aralık 1991 yılında Zvornik’te Yugoslav Halk ordusu ve Sırp Demokrat Partisi üyeleri Kriz Ekibi oluşturmuş ve bu grup 27 Aralık’ta bir bildiri yayınlayarak Varyant A /B planında öngörüldüğü üzere Zvornik Sırp meclisini kurmuştur. Şubat-Mart aylarında kasabayı tamamen ele geçirmek için hazırlıklara başlayan Zvornik Sırp Meclisi, 4 Nisan’da Bosnalı Müslümanların JNA askerine saldırması nedeniyle kendi polis gücünü Zvornik’in kuzeydoğusunda bulunan Karakaj bölgesine taşımıştır. İki taraf arasında uzlaşının sağlanamaması sonucunda hem Sırplar hem de Bosnalı Müslümanlar silahlanmaya başlamıştı. Fakat şunu belirtmek gerekir ki, Bosnalı Sırplar JNA’ dan da askeri anlamda destek aldığı için Müslümanlara karşı daha avantajlı durumdaydılar.

7 Nisan 1992’de Yugoslav paramiliter lider Arkan, Bosnalı Müslümanlara vererek tüm silahlarını bırakmaları gerektiğini aksi takdirde kasabayı yok edeceğini belirten bir ültimatom vermiştir (Tretter vd., 1998: 17).”Zvornik işgali sırasında eski JNA’nın sorumluları yarbay Pejic ve albay Marko Pavlovic en yüksek askeri komutanlar idi”.8 Nisan 1992 yılında Zvornik’e saldıran Sırp güçleri, Müslüman mukavemeti ile karşılaştılar fakat Sırpların ağır havan top saldırıları sonucu Zvornik kasabası ele geçirildi. Sırp güçleri kasabayı ele geçirdikten sonra evleri ateşe vermişler ve yağmalamaya başlamışlar, küçük büyük demeden 15 Bosnalı Müslümanı vahşice öldürülmüştür (Prosecutor v. Milomir Stakić, §513). Sırpların yaptığı bu zulümlerden korkan Bosnalı Müslümanlar, Zvornik yakınlarındaki diğer bölgelere gitmeye başladılar. Sırpların saldırıları sırasında şu gönüllü çentik gruplar da Zvornikte bulunuyordu: Dusan Vuckovic önderliğinde Sarı Yaban Arıları grubu, Vukavarci, Yerel Sırpların özel birimleri örnek olarak verilebilir (Tretter vd., 1998: 21).

Kula Grad, Zvornik’in güneybatısındaki bir kasabadır.26 Nisan 1992 yılında burayı ele geçiren Sırp güçleri aynı Zvornik’teki gibi evler yakmış, Müslümanlar göç ettirilmeye zorlamışlardır (Prosecutor v. Milomir Stakić, §514). Zvornik’in ele geçirilmesinden sonra çoğunluğu Müslümanların oluşturduğu Kozluk kasabası 21 Haziran 1992 tarihinde Sırplar tarafından ele geçirildi. Kasabanın ele geçirilmesinden sonra Sırplar, Müslümanlara kasabayı terk etmedikleri takdirde öldürüleceklerini bildiren bir ultimatom vermiş, kasabadan ayrılırken Müslümanların mallarından vazgeçtiklerine dair bir beyana imza attırmışlardır (Prosecutor v. Milomir Stakić, §514). Zvornik’te Sırplar tarafından katledilen sadece Bosnalı Müslümanlar olmamıştır aynı zamanda Sırpların saldırılarına karşı olan ve Müslüman halka gizlice yardım etmek isteyen insanlarda Sırpların kurbanı olmuşlardır (Tretter vd., 1998: 30). Nisan 1992’den itibaren Zvornik’in diğer Divic, Lplje köylerine saldıran Sırplar, burada kadınlara ve genç kızlara tecavüz etmişler, bu köyleri ateşe vererek camileri yıkmışlardır (Prosecutor v. Milomir Stakić, §514).

Mayıs ayının sonlarına doğru Vojin Vuckovic ve Dusan Repic tarafından yönetilen Sırp paramiliter olan Sarı Yaban Arıları grubu ,tutukladıkları 4506 Müslümanı Karakaj’ın sanayi bölgesinde yer alan Čelopek Dom’a götürerek 17 tutukluyu öldürdükten sonra cesetlerini kesmiş ve tutuklulara bu parçaları yemeye zorlamış, diğer tutukluları coplarla dövmüş, tutukluları tek sıra halinde dizerek otomatik tüfekle 19 kişiyi öldürmüştür (Prosecutor v. Milomir Stakić, §532). Haziran 1992’den itibaren Karakaj Teknik Okulunda gözaltına alınan Bosnalı Müslümanlar, burada açlık, saldırı, cinsel şiddete maruz kalmışlar ve Sırpların insanlık dışı muameleleri Bosna’nın diğer bölgelerinde olduğu gibi burada da görülmüştür (Prosecutor v. Milomir Stakić, §537).

“Saraybosna’daki Araştırma ve Belgeleme Merkezi’ne göre, 1992 ile 1995 yılları arasında Zvornik belediyesinde (2.017’si Boşnak sivildi) toplam 3 bin 936 kişi öldürüldü veya kayboldu” (Wikipedia).

3.1. Zvornik Karar Değerlendirmesi 

Prijedor ve Srebrenitsa’da yaşanan vahşetin yanında Bosna’nın diğer ilçelerinde yaşanan olaylar görece hafif şiddette kalmıştı. Bu da mahkemenin soykırım kararı vermemesini etkiledi. İlgili kararında, Mahkeme neden Zvornik’te yaşananların bir soykırım olmadığını uzunca incelememiş aksine kısa bir şekilde olmadığını belirtmiştir (Prosecutor v. Mićo Stanišić and Stojan Zupljanin, §885). Dolayısıyla neden soykırım olmadığına ilişkin yapacağımız değerlendirme yerinde olmayacaktır.

Sonuç

Tarih boyunca Balkan coğrafyası bulunduğu konum nedeniyle pek çok milleti, kültürü içinde barındırmış ve bölgenin bu çok renkli yapısı nedeniyle karışıklıklar kaçınılmaz olmuştur. 1990’lı yıllarda Yugoslavya dağılma sürecine girmiş ve birliği oluşturan unsurlar tek tek bağımsızlığını ilan etmeye başlamıştır. Yugoslavya’nın parçalanmasını istemeyen Sırplar, 1 Mart 1992 yılında Bosna Hersek’in bağımsızlık kararını kabul etmemiş ve işgal etmek amacıyla saldırılar düzenlemesi sonucu Bosna-Hersek, 1992-1995 yılları arasında kanlı bir savaşa tanık olmuştur.

1992 yılında Bosna Savaşının başlaması üzerine Bosna Sırp Cumhuriyeti Başkanı Radovan Karaciç ve Bosna Sırp ordusunun başkumandanı General Ratko Mladiç önderliğinde saldırıya geçen Sırplar, 1992 yılında sırasıyla 7-8 Nisan Zvornik, 29 Nisan-31 Mayıs Prijedor, Temmuz 1995 Srebrenitsa’yı ele geçirirken masum sivillere yönelik işkence, tecavüz, yerinden etme, etnik temizlik, soykırım suçları gerçekleştirmişlerdir. 14 Aralık 1995 Bosna Savaşını sona erdiren Dayton Antlaşmasının imzalanmasına kadar geçen sürede saldırılarını devam ettiren Sırplar, üç yıldan fazla süren bu savaşta yaklaşık 100.000 ile 110.000 kişinin ölümüne neden olmuşlardır.

Bosna Savaşı sırasında Sırpların Zvornik, Prijedor, Srebrenitsa olmak üzere bu üç yerde gerçekleştirdikleri saldırılarda en yıkıcı olanı Srebrenitsa olmuştur. II. Dünya Savaşından sonra Avrupa’da gerçekleşen en büyük toplu kıyım olan Srebrenitsa’da sadece etnik kimliği nedeniyle binlerce Boşnak, işkence, tecavüz, zorla göç ettirilmeye maruz kalmış ve sistemli bir şekilde katledilerek tüm dünyanın gözü önünde soykırıma uğramışlardır.1993 yılında güvenli bölge olarak ilan edilen Srebrenitsa’da yaşanan bu soykırımın ana failleri olan Miloşeviç, Karaciç ve Mladiç hakkında Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde davalar açılmaya başlanmış, 2004 yılında Srebrenitsa’da yaşananlar soykırım kabul edilmiştir. Mahkeme kararlarında soykırım suçu sadece kişilere verilmiş, Sırbistan’ın devlet olarak soykırım yaptığı kabul edilmemiştir.

Prijedor ve Zvornik’te ise Yargı kararlarında özellikle dikkat edilmesi gereken bazı noktalar vardır. Prijedor’da Bosnalı Müslümanlar ve Bosnalı Hırvatlar birlikte hedef gösterildikleri ve yapılan vahşetler ispatlansa da mahkeme bunu soykırım olarak kabul etmemiştir. Pek çok kararda neden soykırım olmadığı iddiası üstü kapalı bir şekilde anlatılmakta ve geniş değerlendirmelere yer verilmemektedir. Bu durumda soykırım kararı verilmemiş olsa bile neden verilmediği anlaşılamamakla ve uluslararası kamuoyunun tepkisini dizginlemek için Srebrenitsa’ya soykırım dendi iddiaları gündeme gelmektedir. Mahkeme, Krstic kararındaki ayrı bir grubun hedef alınmasının öneminden bahsederken, örneğin Brdani kararında özel kastın gerekliliğini son derece güçlü şekilde vurgulamıştır. Srebrenitsa’yı soykırım yapan olaylar silsilesi, diğer illerdeki eylemleri soykırım yapmaya yetmemiştir. Son olarak Mahkemenin tüm ilçelerdeki olayları ve yaşananları kapsamlı ve genel bir şekilde değerlendirmesi belirgin bir içtihattın oluşması açısından da yerinde olacaktır. Özel kastın bulunup bulunmadığı ancak sürecin bir bütün olarak değerlendirilmesiyle ortaya çıkartılabilir.

Hande TAŞLIOĞLU

İlayda AKÇA

Balkan Çalışmaları Staj Programı

 

Kaynakça

Alp, İ. (2011). 1990’larda Yugoslavya ve Bosna Hersek, Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 1(1),

Akün, V. N. (2004). Uluslararası Hukukta ve Türk Hukukunda Soykırım Suçu. Milletlerarası Hukuk ve Milletlerarası Özel Hukuk Bülteni, 24.

Ateş, (t.y). Yakup. Srebrenitsa Soykırımı Neden Tanın(a)mıyor?

Beşiri, A. (2013). Soykırım ve Soykırıma İlişkin Uluslararası Mekanizmalar. Türkiye Barolar Birliği Dergisi, 108

Dikici, A. (2016). Bosna Savaşında Srebrenica Savunmasının Komutanı Naser Oriç’in Hikâyesi. Avrasya Etüdleri, 50(2), 50-86.

Josić, F. (2019). Političke i ratne prilike sukoba u općini Prijedor (Doctoral dissertation, University of Zagreb. Faculty of Croatian Studies.).

Keser, U. (2012). Manevi Miras Katliamı; Bosna-Hersek’te Kentkırım. Motif Akademi Halkbilimi Dergisi, 5(9), 274-298.

Prosecutor v. Mićo Stanišić and Stojan Zupljanin. No. IT-08-91-T D19565 – D19247, (International Criminal Tribunal for the former Yugoslavia 27 March 2013).

Prosecutor v. Milomir Stakić. No. IT-97-24-A, (International Criminal Tribunal for the former Yugoslavia 22 Mar. 2006).

Prosecutor v. Radislac Krstić, No. IT-98-33-A (International Criminal Tribunal for the former Yugoslavia April 19, 2014)

Prosecutor v. Radovan Karadźić, No. IT-95-5/18-T (International Criminal Tribunal for the former Yugoslavia March 24, 2016)

Riding, J. (2015). Landscape, memory, and the shifting regional geographies of northwest Bosnia-Herzegovina. GeoHumanities, 1(2), 378-397.

Šijačić, V. (2014). Prijedor 1992: Violations of International Humanitarian Law–Case Studies: Concentration camp Omarska, Concentration camp Keraterm and Concentration camp Trnopolje. International Journal on Rule of Law, Transitional Justice and Human Rights, 5(5), 91-102

Ünlü, Y. (2020). Avrupa Birliği dış politikasında soykırım yaklaşımları: Srebrenitsa Vakası Analizi. (Master’s thesis). Ankara: Çankaya Üniversitesi. 

Tretter, H., Müller, S., Schwanke, R., Angeli, P., Richter, A. (1998) ‘Ethnic Cleansing Operations’ in the northeast-Bosnian City of Zvornik from April through June 1992. Ludwig Boltzmann Institute of Human Rights. 

Türkölmez, F., Türkan, H. (2014). 20.Yüzyılda BM Güvenlik Konseyi Daimi Temsilci 5 Devletin İşlediği Katliamlar ve Soykırımlar. İstanbul: Uluslararası Hak İhlalleri İzleme Merkezi. 

Wergin, K. (2014). Problematic Precedents: The Conflicting Legacies in the Genocide Jurisprudence of the International Criminal Tribunal for the Former Yugoslavia. Virginia Journal of International Law, 54(2), 70.

Yıldırımlıdal, İ. (2018). Yugoslavya’nın Dağılması Sürecinde Türkiye’nin Uluslararası Örgütleri Krize Yönlendirme Çabaları. Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 20(3), 417-441.

[1] URL, Bıogradlıja, Lejla (2016, 31 Mayıs), Bosna’da Katliamın Simgesi Beyaz Kurdeleler, AA, https://www.aa.com.tr/tr/dunya/bosnada-katliamin-simgesi-beyaz-kurdeleler-/581510. (E.T: 22.03.2021).

[2] URL, Şahin, Ufuk, (2020, 23 Temmuz), Omarska Esir Kampında tutulan Mustafa Fazlıç, 28 Yıl sonra TRT Haber’ Konuştu, TRT, https://www.trthaber.com/haber/dunya/omarska-esir-kampinda-tutulan-mustafa-fazlic-28-yil-sonra-trt-habere-konuştu-503873.html, (E.T: 22.03.2021).

[3] URL, Panic, Katarina, (2015, 26 Mayıs), Bosnia’s Notorious Trnopolje Jail Camp Remembered, Balkan Transitional Justice, https://balkaninsight.com/2015/05/26/bosnia-s-infamous-pow-camp-remembered/, (E.T: 22.03.2021).

[4] (n.d.). https://www.icty.org/x/cases/karadzic/tjug/en/160324_judgement_summary.pdf adresinden alındı.

Fransa’nın Göçmen Karşıtlığı Üzerinden Zenofobi Eleştirisi

 

Özet

Bu makalede, Avrupalı bir devlet olan Fransa’nın göç ve göçmenlere yönelik politikaları incelenmeden önce göç kavramının ne olduğuna bakılmış, sonrasında göçmenlere yönelik bakışa ve Fransız hükümetinin geliştirmiş olduğu politikalara bağlı olarak göçmenlerin yaşam standartlarındaki değişimler incelenmiştir. Ardından, zenofobi (yabancı düşmanlığı) kavramının ne olduğuna, bu kavramın tarihsel gelişimine ve özellikle Fransa’da yükselmekte olan sağ partilerin politikalarına bakılmıştır. Araştırmanın sonucunda varılan düşünce ise Fransız hükümetinin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra göçmenlere yönelik en azından bir süre için ılımlı bir politika izlemiş olduğudur fakat bu durum 1970’lerden itibaren değişmiştir. Bugün Avrupalı bir  devlet olan Fransa’nın içerisinde eşitsizlik ve dışlamaların var olduğu ifade edilmektedir. Bu tutumlara bağlı olarak da Fransa’da yabancı düşmanlığının giderek artmakta olduğu gözlemlenmiştir.

Anahtar Kelimeler: Göç, Zenofobi, Fransa, Entegrasyon, Asimilasyon

 

Abstract

In this article, we have examined the policies of France towards migration and migrants. Before looking at this, we have tried to answer some of the questions about this issue such as what does migration concept mean. Then, we have looked at the changes in the living standards of migrants depending on the outlook for migrants and the policies developed by the French government. After that, we have looked at what the concept of xenophobia (hate towards the different/unknown) is, the historical development of this concept, and the policies of right-wing parties that are rising, especially in France. This study concludes that the French government pursued a moderate policy towards immigrants after the Second World War, but this attitude has changed from the 1970s onwards. It is stated that inequalities and exclusions exist within France, which is a European state. Because of these attitudes, it has been observed that xenophobia is increasing in France.

Keywords : Migration, Xenophobia, France, Integration, Assimilation

 

Giriş

Göç, yüzyıllardır var olan ve son yıllarda da büyümekte olan bir sorundur. Bu olgu, özellikle Doğu’dan Batı’ya doğru gerçekleştikçe, Avrupalı ülkeler için yönetilmesi zor bir gündem maddesi hâline gelmiştir. Göçlerin yoğunluğuna bağlı olarak, bu konuda farklı politikalar geliştirmiş olan devletler göze çarpmaktadır. Bu açıdan, Fransa örneği dikkate değerdir çünkü 19. yüzyıldan itibaren yoğun bir göç dalgası ile karşı karşıya kalmıştır ve her ne kadar öyle olmadığını iddia etse de bir göçmen ülkesidir. Fransa’da gözle görülür bir bölünmüşlük mevcuttur ve bu makalede tarihsel bir arka plan sunularak ülkedeki bölünmüşlüğe bağlı olarak ortaya çıkan yabancı düşmanlığı hakkında genel bir eleştiri yapılacaktır.

 

  1. Göç ve Zenofobi Nedir?

1.1.Göç nedir?

Göç; yüzyıllardır varlığını sürdüren, insanların veya insan topluluklarının hayatlarını başka bir yerde geçirmek istemeleri üzerine bir çeşit hareketlilik içerisinde bulunmalarını ifade etmek için kullanılan bir kavramdır. Bu hareketlilik, kısa bir süre için olabileceği gibi, kalıcı olarak da karşımıza çıkabilmektedir (Ultan, 2017, s.1444). Söz konusu geçişten yalnızca yer değiştirmeyi gerçekleştiren insanların etkilenmediğini de belirtmek gerekir. Zira bu geçiş, insan gruplarının doğrudan veya dolaylı bir şekilde etkileşime girmesine olanak tanımakta ve kültürel çeşitlilikle birlikte iki tarafın hayatında önemli değişikliklere sebep olmaktadır. Tam da bu sebeple, göçü yalnızca sıradan bir eylem olarak nitelendirmenin ve meydana getirebileceği etkileri göz ardı etmenin oldukça yanlış bir hareket olacağı ifade edilmelidir. Göç kavramı açıklanırken, onunla oldukça ilişkili olan ve sıklıkla karıştırılan başka ifadelerden de (göçmen, mülteci ve sığınmacı) bahsetmek gerekir. Bu açıklamadan hareketle, ilk olarak göçmen kavramına bakacak olursak, bu kavramın net bir tanımının olmadığı ifade edilmekle birlikte, temelde hiçbir zorlama olmadan kişinin yaşam standartlarını iyileştirmek amacıyla yer değiştirmesini anlatmak için kullanıldığı söylenmektedir (Ultan, 2017, s.1445). Kişinin ırkından, dininden ve siyasi görüşünden dolayı eziyet görmesi sonucunda ve kendi kontrolü dışında meydana gelen olaylardan uzaklaşabilmek amacıyla ülkesinden ayrılması durumunda ise bu kişiyi mülteci kavramı kapsamında ele almaktayız (Ultan, 2017, s.1445). Son olarak sığınmacı kavramına bakacak olursak, bu terim ile bir ülkede mülteci statüsünde kabul edilmeyi isteyen ve bu doğrultuda başvuru yapan insanlar anlatılmak istenmektedir. Dolayısı ile mültecilerin ülkedeki statüleri kalıcı iken, bu statüye erişmek için başvuruda bulunan sığınmacıların statüleri ise geçicidir ve mültecilerin sahip olduğu gibi bir kalıcılığa erişmek onların temel amaçları arasındadır denilebilir (Ultan, 2017, s. 1445).

 

1.2. Zenofobi Nedir?

Yabancı düşmanlığı, diğer bir adıyla zenofobi yabancılara karşı gösterilen olumsuz yargılardan sadece biridir ve diğer “düşmanlık” yapılarının aksine basite indirgenemeyecek kadar güçlü ve karmaşık olduğundan ayrıca incelenmesi gerekmektedir.  Bu şekilde ekstrem bir yapıya sahip olduğundan yabancılar hakkında çok farklı bir his vermektedir. Bu da onu diğer yaklaşımlardan ayırmakta ve tanımlanmasını, ölçülmesini de bir bakıma kolaylaştırmaktadır. Zenofobi (yabancı düşmanlığı), Yunancadan gelen bir kelimedir. Kelime ikiye ayrıldığında xenos ve phobia olarak ayrılmaktadır. Phobia korku anlamına gelirken, xenos da garip ya da yabancı anlamına gelmektedir.  Kullanılmaya başlandığından beri Yunan ulusu tarafından yabancılara karşı güvensizlik, korku ve/veya nefreti ifade etmeye başlamıştır. Yabancıları, kendi ulusunun bütünlüğünü tehdit etme potansiyeline sahip, farklı bir kültürün taşıyıcıları olarak görmektedir. Saraçlı’nın ifadesine göre, “Ana toplum ve yabancılar arasındaki ilişkilerde ön yargıların ve klişelerin baskın hale gelmesinde ve bu durumun zamanla o gruba ve üyelerine karşı bir düşmanlığa, ilerleyen safhada ise şiddete kadar varabilmesinde çok çeşitli faktörlerin etkili olabildiği görülmektedir.” (Saraçlı, 2019, s.121). Bu noktada kuramsal anlamda iki yaklaşım bulunmaktadır. Bu yaklaşımlar gruplar arası etkileşim modellerini ortaya koymakta ve Zenofobi’nin ortaya çıkışını açıklamakta ön plana çıkmaktadır. Bunlardan biri, “gerçekçi çatışma kuramı” iken; diğeri ise “bütünleşik tehdit teorisi”dir. Gerçekçi çatışma kuramına göre, sınırlı ekonomik kaynaklara erişim konusunda bir rekabet yaşanmaktadır ve bu, gruplar arasında çatışmanın vuku bulmasında en önemli nedenlerden biridir. Bu çerçevede, özellikle ülkeye sonradan gelen yabancıların ev sahibi topluma, başta istihdam olmak üzere pek çok ekonomik alanda rakip olarak ortaya çıkması ya da bu şekilde algılanması sorunu gözlemlenmiştir. Çoğunlukla göçmenlerin sosyal yardımlardan yararlanan ancak vergi vermeyen ve bu anlamda toplum üzerinde bir yük oluşturan kesimler olduklarına dair gerçekliği kanıtlanmamış bazı görüşler bulunmaktadır. Bu görüşler, ülkelerin siyaset sahnesine çıkarılıp sadece göçmenleri değil, yabancıları da kapsar şekilde ev sahibi uluslarda ön yargıları ve basmakalıp düşünceleri besleyebilmektedir. Bahsedilmesi gereken ikinci teori olan bütünleşik tehdit kuramına göre, bu iki karşıt grubun başka bir ifadeyle zıtlığın, birbirlerine karşı algıladıkları çeşitli tehditler zamanla bireylerde korku, öfke, nefret, hayal kırıklığı gibi duyguların ortaya çıkmasına ve diğer gruba veya üyelerine yönelik olumlu duygusal düşüncelerin kaybolmasına sebep olabilmektedir. Söz konusu tehdit algılaması “öteki” olarak adlandırılan grubun mevcut özelliklerinden kaynaklanan maddi ve fiziksel tehdit şeklinde olabileceği gibi, grupların birbirlerinin yaşam şekillerindeki farklılıklardan ya da yaklaşım tarzlarındaki uyuşmazlıklardan kaynaklanan sembolik tehditler şeklinde de ortaya çıkabilmektedir. Yine bu teori çerçevesinde grupların birbirlerine hissettikleri kaygı düzeyleri ile birbirlerine karşı besledikleri ön yargıların da birer tehdit unsuru olarak ortaya çıkabileceği ve zamanla ilişkilerdeki gerilimi artırarak şiddete varabildiği söylenilmektedir. Kendisini ‘biz’ olarak tanımlayan ev sahibi toplumla ‘öteki’ olarak görülen göçmenler arasında korkuya dayalı düşmanlık ortaya çıkabilmektedir. Kendi uluslarından olmayanları bu şekilde adlandırmalarının sebebi de insanları kültürün taşıyıcısı olarak konumlandırmalarıdır (Eser, 2020, s.130). Yani kendi uluslarının mensubu olmayanları, kültürün somutlaştırılmasını ve ulusun kritik değerlerinin inançları gelişmekte olan üyelere aktarılmasını engelleyebileceğine inanmaktadırlar. Her kültür benzersiz bir oryantasyon karışımından oluştuğundan, yabancılar kaçınılmaz olarak yeni oryantasyonların ortaya çıkmasını, iç kültürü değiştirmekle ulusu tehdit edebilecek bir yapı olarak ele almışlardır. Roy’un ifadesine göre “Etnik yapı, kültürün de taşıyıcısı olarak görev yapmış ve uluslar kendi ulusundan olmayan kişileri “yabancı” olarak adlandırdıktan sonra, bu kişileri dışlamıştır.” (Master, 2000, s.50). Kısacası zenofobinin kendini konumlandırdığı zemin kültürel farklılıktan doğmaktadır. Yabancı düşüncesi aynı zamanda toplumlar için korkulacak bir şey olarak da görülmüştür.  “Yabancı” kelimesinin anlamı açıkça “bizden olmayan” olarak yorumlandığında da bir korku yaratmaktadır. Tanınmayan olarak yorumlanan “yabancı” toplumlara farklı ve uzak gelmiştir. Eğer zenofobi yapısına inanan, yani yabancı düşmanlığı fikrini benimseyen bireyler ulusun dokunulmazlığı fikrini kabul ederlerse, bu şekilde bir fikrin görünürlüğü de kaybolacaktır. Ulus egemenliği düşüncesinin zayıflamasına sebep olan Zenofobi düşüncesi, aktif bir tehdidin varlığına inanan insanlar tarafından temsil edilmektedir. Bu konuyu en doğru şekilde açıklayan ifadelerden biri Bülent Somay’a aittir. Somay, “Kendimizdeki öteki korkusunu anlamadan, Auschwitz’i anlayamayız.” demiştir (Somay, 2015, s.60). Yabancı Düşmanlığı olarak Türkçeye çevrilen Zenofobi, sadece düşmanlığına indirgenemez. Korku ve endişe de bu kavramın açıklamasında yer alması gereken noktalardır.

 

2. Fransa’ya Yaşanan Göçün Tarihsel Gelişimi ve Fransa’nın Göç Almasının Nedenleri

Fransa’ya yaşanan göçün tarihi çok eski zamanlara dayanmaktadır fakat özellikle 19. yüzyıl itibariyle Fransa’nın yoğun bir göç dalgası ile karşı karşıya kaldığını belirtmek gerekir. Bu göç dalgasında, Almanların çoğunluğu oluşturduğu bilinse de Belçikalı, İtalyan ya da İsviçreli gibi başka Avrupa devletlerinden gelenlerin sayısı da yadsınamayacak kadar fazladır. Öyle ki Paris baz alınarak yapılan bir çalışmada, Paris’teki yabancı nüfusunun çoğunluğunu diğer Avrupa ülkelerinden gelenlerin oluşturduğu ifade edilmiştir (Deniz, 2020, s. 62). Birinci Dünya Savaşı meydana geldiğinde ise bu göçmen nüfusunun büyük bir çoğunluğunun ülkelerine dönmeye başladığını görsek de savaş sonrasında Fransa’nın da çabalarıyla göçmenlerin ülkeye tekrar akın ettiğini ifade etmek yanlış olmayacaktır. Kendisini ve sanayisini yeni yeni toparlamaya çalışan Fransa için ikinci bir yıkım ise İkinci Dünya Savaşı ile olmuştur. Bu savaşta büyük bir nüfus kaybına uğrayan ve halihazırdaki nüfusunun yaşlanmakta olduğu bilinen Fransa, bu durumu telafi edebilmek, hasara uğrayan şehirlerini de eski görünümüne kavuşturabilmek amacıyla göz ardı edilemeyecek sayıda göçmeni ülkesine kabul etmiştir (Yardım, 2017, s.104). Bu esnada gelen göçmenlerin, Asya ülkelerinden ve Fransa’nın Afrika’daki sömürgelerinden de dahil olmak üzere dünyanın hemen hemen her yerinden geldiği ifade edilmektedir. Dolayısı ile bu seferki göç dalgasının öncekilerden farklı olarak Avrupa dışı ülkelerden geldiğini söylemek mümkündür. Bu değişim, 2000’li yıllara gelindiğinde daha da görünür olmaya başlamış ve sayıları artmaya başlayan göçmenleri, çoğunlukla Afrikalıların oluşturduğu görülmüştür.

Fransa’nın özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yoğun bir şekilde göç almasının nedenlerine bakacak olursak, dünya savaşları vasıtası ile dolaylı bir şekilde de olsa bahsedilen nüfus kaybı ve doğum oranlarının düşüklüğü Fransa’nın istekli bir şekilde göçmen almasında temel sebeplerden biridir. Yine, şehirlerin tamiri ve sanayileşmenin ardından ortaya çıkmış olan iş gücü ihtiyacı da Fransa’nın göçmen almak konusundaki sebeplerindendir. Göçmenlerin Fransa’ya göç etmelerindeki temel motivasyonları ise eşitlik, özgürlük gibi ilkelerin Fransa’nın yerleşmiş değerleri olması, İkinci Dünya Savaşı’ndan 70’lerin başına kadar geçen sürede Fransa’da kalkınmanın yaşanmaya başlamasıyla ülkeye refahın gelmesi ve bazı ülkelerin sınırlarını göçmenlere kapatmış olmasıdır. Bunlar, Fransa’yı göçmenlerin gözünde daha da çekici kılmıştır. Bütün bunlara ek olarak, aile birleşmeleri gibi sebeplerle -ki son yıllardaki en önemli göç sebebi olduğu ifade edilmektedir- ya da belli rejimlerden kaçmak amacıyla Fransa’ya gelmiş olan göçmenler de bulunmaktadır. Özellikle Portekizli göçmenlerin ülkelerindeki diktatörlük rejiminden, Asya’dan gelen göçmenlerin ise komünist rejimden kaçabilmek amacıyla Fransa’ya geldikleri ifade edilmektedir (Deniz, 2020, s. 68).

 

2.1 Fransa’nın Göç Politikası

Önceki bölümde de ifade edildiği üzere, Fransa’nın düşük doğum oranlarına sahip olmasından ve sanayileşme ile birlikte iş gücüne duyduğu ihtiyaçtan ötürü göçmenlere karşı ılımlı bir yaklaşıma sahip olduğunu ifade etmek yanlış olmayacaktır. Fransa’ya yönelik göçmen akınlarını belli dönemlerde incelediğimizde ise bu ılımlı yaklaşımın giderek kontrollü ve seçici bir tutuma büründüğünü ifade etmek gerekir. Bu bakımdan Fransa’daki göç akınlarını üç grupta inceleyecek olursak: İlk grupta, 1946-1955 yılları arasındaki organize göç dönemini, ikinci grupta 1956-1965 yılları arasında olan ve göçün kendi olağan seyrinde gerçekleştiği zaman dilimini ve son grupta ise göçün kontrol edilmeye çalışıldığı 1966-1973 yıllarını görmekteyiz (Güler, 2016, s.514). Göçmenlerin 1973 yılına kadar yoğun bir şekilde ülkeye geldiği dönemlerde, konut sıkıntıları gibi sorunlar yavaş yavaş gündeme gelmeye başlasa da Fransız hükümetinin özellikle ekonomik çıkarlarını gözetiyor olmasından ötürü göçmen girişini engelleme girişimlerinde bulunmadığını belirtmek gerekir. Aynı şekilde Fransız vatandaşları için de rekabet unsuru olarak görülmediklerinden (en azından bir süre için) ve hatta onların asla yapmayacakları işleri göçmenlerin yapacak olmalarından ötürü pek de sorun olarak görülmemişlerdir.

1970’li yıllara gelindiğinde, Fransa’nın göç akınlarını kontrol altında tutma gayesi ciddileşmiştir. Özellikle 1973 yılındaki Petrol Krizi’nin de etkisi ile Fransa yeni göçmenleri almak istemediği gibi halihazırda bulunanları da göndermek amacıyla yeni politikalar oluşturmaya çalışmıştır. Bu politikalardan en dikkat çekeni, göçmenlerin ülkelerine dönmeleri karşılığında verilecek olan para teşvikleridir. Ancak bu politikanın çok da talep görmediğini belirtmek gerekir. Fransa bulduğu alternatif modellerle sorun olarak algılamaya başladığı göçün önünü kesmek istese de 1980’li yıllara gelindiğinde bu tavrından vazgeçerek bu konu ile yüzleşme kararı almış ve asıl bu dönemden itibaren göç konusuna yasal bir perspektiften eğilmeye başlamıştır. Öyle ki bu konu ile ilgili kanunların, kararnamelerin, bu dönemde çıkmaya başladığı da ifade edilmektedir. 1980’ler itibariyle varlıkları yavaş yavaş kabul edilen göçmenlerin Fransız toplumuna ayak uydurmaları beklenmiş ve bu uğurda entegrasyon politikalarına geçiş yapılmıştır.  Buna göre entegrasyon, göçmenleri toplumun bir parçasıymış gibi görerek onları her anlamda toplumla birleştirme amacı güden süreç olarak ifade edilmektedir (Yardım, 2017, s.110). Entegrasyon politikalarının 1990’larda görünür olmaya başladığı söylenmekle birlikte, bu politikalarla her ne kadar göçmenleri Fransız toplumuna entegre etmek ve toplumun bütünleşmiş görünmesini sağlamak amaçlanmış olsa da göçün bir şekilde sınırlandırılmasının da bu politikaların temel amaçlarından biri olduğunu belirtmek gerekir. Entegrasyon politikalarında kimi zaman belli değişiklikler yaşanabilir fakat göçmenlerden temelde Fransız tarihine hâkim olmaları, devrimden gelen değerleri benimsemeleri ve Fransızcayı iyi konuşuyor olabilmeleri beklenmiştir. Öyle ki Fransız hükümeti göçmenlerden Fransız kültürünü özümsemelerini talep etmiş ve bu taleplerini “Ağırlama ve Entegrasyon Kontratı” başlığı altında bir şarta bağlayıp imzalamalarını istemiştir (Yardım, 2017, s.112). Bu tarz beklentiler zamanla sadece birer beklenti olmaktan çıkıp zorla istenilen bir şeye dönüşmeye ve entegre etme özelliğini kaybetmeye başlamıştır. Tam da bu sebeple 2000’li yıllara gelindiğinde entegrasyon politikaları başlığı altındaki zorlamalar, işlevini yerine getirmiş olacak ki ülkedeki göçmen sayısının pek fazla değişmediği gözlemlenmiş ve entegrasyon politikalarının asimilasyon politikalarına dönüştüğü yönünde iddialarda bulunanlar olmuştur. “Asimilasyon kelimesi bir etnik ya da sosyal grubun -genellikle azınlığın- diğer bir grupla uyumlu hale gelmesi olarak açıklanmaktadır” (Yardım, 2017, s.110). Dolayısı ile asimilasyon politikası denildiğinde bir kişinin benimsediği ne varsa (dili, değerleri, kültürü, kimliği gibi) onlarda bir değişime yol açmak amaçlanmaktadır.

Bu değişimleri meydana getirmek için ortaya konulan çabalar incelendiğinde ise akıllara özellikle Nicolas Sarkozy’nin geldiği görülmektedir. Sarkozy, 2003 ve 2006 yıllarında bu politikalarda önemli değişikliklere sebebiyet verecek önerilerde bulunmuştur. Göçmenlerin coğrafi ve etnik kökenine göre seçilmesi gibi konular, Sarkozy’nin önerileri ile 2000’li yıllarda tekrar gündeme gelmiş olan konulardır. Yine kendisi aile birleşmelerinin önünü kesebilmek için yürütülen çalışmaların da başında gelmiştir (Yardım, 2017, s.112). Dolayısı ile Fransa her ne kadar devrimden kalan değerlerini savunuyor ve daima laikliği önceliyor gibi gözüküyor olsa da aslında bu söylemlerinden oldukça uzaktır. Her şeyden önce göçmenlerin kökenine bakarak ayrım yapması bile bu değerlere aykırı davrandığının açık bir kanıtıdır. Göçmenlere yönelik ayrımcılık ve olumsuz bakış ilk başta İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki on yılda sadece sağ partilerin savunduğu görüşler olsa da 1970’lerden itibaren günümüzde de ideolojileri farklı olan pek çok parti ve Fransız toplumu tarafından benimsendiği görülmeye başlanmıştır (Yardım, 2017, s.115).

Özetle, konu göç olduğunda Fransa’da ilk olarak Cumhuriyetçi değerlere bağlı entegrasyon politikaları bulunmaktadır. Sonrasında bu politikalar zamanla değişerek hâlâ Cumhuriyet değerlerine bağlı olduğu söylenen ama aslında hiç de öyle olmayan başka bir modele, asimilasyona, dönüşmüştür. Bu politikalar ışığında da bugün Fransa’da göçmenlerden aidiyet duydukları çoğu şeyden kopmaları ve Fransız toplumu ile daha da uyumlu bir hâle gelmeleri yönündeki aşırı istekleri derinleşmiş ve bu istekleri yerine getirmeyen göçmenlere karşı da ötekileştirme çalışmaları hız kesmeden devam etmiştir.

 

2.2 Fransa’da Göçmenlere Bakış ve Göçmenlerin Yaşam Standartları Üzerine Genel Bir Değerlendirme

Fransa, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından çeşitli ülkelerle anlaşmalar yaparak gerek ekonomik gerekse de demografik sebeplerle birden fazla ülkeden göçmen kabul etmiştir. Bu süreçte, göçmenleri ekonomisinin kalkınmasına yardım edecek geçici ya da misafir kişiler olarak görmesinden ötürü de onların entegrasyonuna yönelik herhangi bir çalışma yapma gereği duymamıştır. O dönemde unutulan şey, geçici ya da kalıcı fark etmeksizin ülkelerine gelen göçmenlerin hemen hemen her konuda o ülkenin vatandaşları ile karşılıklı bir etkileşime gireceği ve değişimlere sebebiyet vereceği konusudur. Dolayısı ile 1950’ler ve sonrasında göç kavramını sadece bir süreliğine misafir edecekleri göçmenlerle özdeşleştirip konuyu derinlemesine incelememeleri ve uzun vadeli politikalar hazırlamamaları onların göçmenleri ilerleyen yıllarda bir sorunmuş gibi nitelendirmelerine sebebiyet vermiştir. Göçmenlerin, aile birleşmeleri ile ailelerini Fransa’ya getirmeye ve aralarından bazıları da emekliye ayrılıp Fransa’da kalıcı olduklarının sinyallerini vermeye başlamasıyla, Fransa’daki göçmen karşıtlığı da somut hâle gelmiştir. Fransa’daki göçmen karşıtlığının aslında iki tane kaynağı bulunmaktadır. Bunlar; çıkarlar ve kimliklerdir. Çıkar temelli yaklaşıma, ekonomik açıdan yaklaşılmakta ve göçmenlerin iş gücü anlamında vatandaşlara rakip oldukları ifade edilmektedir. Kimlik temelli yaklaşımda ise kimlikler, değerler, kültürler ve gelenek görenekler ön plana çıkmakta ve uyumun yakalanamayacağı yönündeki görüşler savunulmaktadır. Her iki yaklaşım için ortak olan şey ise göçe yönelik bakış açılarının merkezine, tehdit oldukları yönündeki fikirlerin tohumlarını atmış olmalarıdır (Aras ve Sağıroğlu, 2018, s. 61). Kimlik algısı göçmen karşıtlığında önemli bir yer tutuyor olsa da aslında sadece göçmenlere yönelik bir oluşum olmadığından bahsetmek gerekir. Fransız toplumunun en başından beri var olan ulus-devlet düşüncelerinin kökenlerinin de bu fikre, kimlik algısına, dayandığı görülmektedir. Buna göre, Fransa’da ulusu var eden kişilerin haricindeki herkes aslında birer yabancıdır ve yabancı da Fransızlara göre çoğunlukla diğeri diye tanımladıkları, toplumla özdeşleşmeyen kişilerdir. Bu bakımından, Fransa aslında kendisini bir başkası üzerinden tanımlayan ve hatta konumlandıran bir ülkedir. Dolayısı ile yıllardır benimsedikleri değerler bir Fransız üst kimliği etrafında şekillendiğinden ötürü de göçmenlere bakış zamanla -özellikle onları sorun olarak görmeye başlamalarından itibaren- sertleşmiştir. Bu tutumları da ister istemez göçmenlere yönelik hızlıca geliştirmeye başladıkları politikalarına da yansır olmuş, entegrasyon politikaları adı verilen fakat aslında göçmenlerin kimliklerinde değişimlere sebebiyet vermek isteyen politikalar sonucunda önceki bölümlerde de bahsedildiği üzere asimilasyona geçiş yapılmıştır.

Düzgün entegrasyon politikalarının yapılamamasında ve asimilasyona geçiş sürecinde, kimlik algısı dışında etkisi olan bir başka sebep de göçmenlerin en başından beri konuk olarak görülmeleri ve gerekli hazırlıkların yapılmamasıdır. Her ne kadar entegrasyon süreci yalnızca devletin ve kurumların sorumluluğunda olan bir süreç olmasa da göçmenlere ve Fransız toplumuna devlet tarafından bu zaman dilimini uyum içerisinde sürdürebilmeleri açısından uygun bir ortamın hazırlanmış olması gerekmektedir. Fakat Fransa’nın bu sürece hazırlıksız girmiş olmasından ve çoğu girişiminin de eşitsizlikler üzerine kurulu olmasından ötürü göçmenlere yönelik bakış pek de iyi bir seyir izlememiştir. Bunun sonucunda toplum içerisinde göçmenleri kabul etmeyen, ayrımcı, ırkçı tutumlar ve nefret söylemlerini benimseyen söylemler de yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu tarz davranışlar, göçmenlerin günlük hayatının hemen hemen her alanında (özellikle eğitim, sağlık, istihdam ve barınma gibi) eşitsizliklerle ve ayrımcılıklarla mücadele etmesine sebebiyet vermektedir. Bu sıkıntıların en çok görüldüğü alanlardan bazılarına bakacak olursak, ilk olarak söz konusu ayrımcılıkların en çok yaşandığı alan olan eğitime bakmak pek de yanlış olmayacaktır. Fransız okullarında da toplumda olduğu gibi bir bölünmüşlük mevcuttur ve göçmen çocuklarının Fransız çocuklara kıyasla daha fazla dışlanmaya maruz kaldığı görülmektedir. Bu dışlamanın bir sonucu olarak da okuldan iyice kopan göçmen çocuklar için harcanan okula geri kazandırma çabaları ya da yapılan yönlendirmeler herhangi bir Fransız çocuk için harcanan çabadan veya yönlendirmelerden oldukça farklıdır (Yardım, 2017, s.126-127).

Göçmenler gittikleri yerlerde çoğunlukla ayrımcı tutumlardan ayrı düşünülmedikleri için Esen ve Yazıcı’nın da ifade ettiği üzere, benzer bir durumla sağlık hizmetlerine erişim söz konusu olduğunda da karşılaşmaktadırlar (aktaran Yardım, 2017, s.126). Sağlık hizmetlerine erişimde sıkıntı yaşayan göçmenler, tedavilerine de düşük maaş almalarından ötürü kimi zaman başvuramamakta ya da oldukça geç başvurabilmektedirler. Buna ek olarak, Fransızcalarının yeterince iyi olmamasından ötürü de sağlık hizmetlerindeki süreci olması gerektiği gibi takip edememektedirler. Bu tarz sıkıntılar, göçmenler yaşlandıklarında dahi devam etmekte ve hatta iyice kötüleşmektedir. Yaşlı göçmenlerin sağlık durumlarının giderek kötüleştiği durumlarda bakıma ihtiyaç duyabildikleri görülmektedir fakat yine maaş düşüklüğü gibi sebeplerle bakım hizmetlerine erişimleri pek de kolay olmamaktadır (Hiçdurmaz ve Yüksel, 2019, s.227-228). Yine göçmenlerin istihdam ve barınma gibi konularda da sıkıntılarla baş etmeye çalıştıklarını ifade etmek mümkündür. Önceki bölümlerde de belirtildiği üzere, göçmenler Fransızların çalışmayı kabul etmeyeceği alanlarda çalışmak zorunda kalmakta ve buna rağmen düşük ücretlerle çalışmaktadırlar (Deniz, 2020, s.95). Barınma söz konusu olduğunda ise göçmenlerin çoğunun derme çatma yerlerde, çoğu zaman gecekondularda yaşadıkları görülmektedir ki bu durumda düzgün politikalar oluşturamayan Fransız hükümetinin büyük bir payı olduğu açıktır (Deniz, 2020, s.97). İstihdam ile ilgili kısımda bahsedildiği üzere eşitsizlik dolu işgücü piyasasında kendi başlarına ayakta kalmaya ve düşük maaşları ile her şeye yetişmeye çabalamaları ile de göçmenlerin kendilerine düzgün bir barınma ortamı oluşturamayacaklarını tahmin etmek pek de zor olmamalıdır.

 

3. Fransa’da Zenofobinin Tarihsel Gelişimi

Fransa’nın ulusal kimliğini kazanması 1550’li yıllardan 1620’lere kadar geçen süreç döneminde gerçekleşen iç savaşa ve ayaklanmalara dayanmaktadır (Roemer, 2005, s.130). Bu savaşlar çok kanlı bir şekilde gerçekleşmiş ve sosyal yapı bu savaşlardan arta kalanlar üzerine kurulmuştur. Fransız edebiyatı ve tarihi de bu dönem gerçekleşen çatışmalardaki düşmanlarını kinci, kana susamış ve Fransız toplumuna ait olmayan kişiler olarak adlandırmışlardır. Yabancı düşmanlığı, bu adlandırma ile erken dönem Fransa’sında başlamıştır. Suarez bu konuya ilişkin, “İki zıt taraf olmadan bir dünyanın var olabilmesi mümkün değildir, her zaman zıtlık olmak zorundadır.” demiştir (Durakçay, 2017, s.140). Fransız metinlerinde bu zıtlık düşüncesi karşı tarafı “şeytan ve kötü” şeklinde adlandırarak bir bakıma yabancı düşmanlığının oluşmasına zemin hazırlamıştır (Wells, 1999, s.355). Yaşanılan toplum oluşturma mücadelesinden sonra Fransa bir de din savaşına sahne olmuştur. Tüm bu savaşlar “Fransız” olmanın ne demek olduğunu sorgulatmış ve ülke içerisinde yaşanan her türlü tartışma bu sorulara bir cevap aramıştır. Bu dönem bütün Avrupa’da olduğu gibi vampir, canavar gibi düşüncelerin gerçekliğine inanılmış ve hatta ülkeye giriş yapan yabancılar da bu şekilde adlandırılmıştır (Wells, 1999, s.360). Daha önce de ifade edildiği gibi Zenofobi düşüncesinin ülkedeki başlangıcı güçlü bir şekilde bu döneme dayanmaktadır. Wells, “erken dönem Fransız toplumunda vampirlerin yabancı olduğu düşüncesini ve Fransız toplumunun kanını emmek istemelerini de Fransız olmak için yaptıklarını, “kanın ulus özelliğini taşıdığını düşündükleri” için kanı almak istediklerini” (Wells, 1999, s.369) belirtmiştir. Bu düşünce yapılarından daha sonra ortaya çıkan bazı görüşlere göre, Fransa devleti bir “anne” görevi görmekte ve gelen herkesi kabul etme düşüncesini içinde barındırmaktadır. Bu görüşün başladığı süreç aynı zamanda Fransa’ya yapılan göçün ciddi anlamda arttığı sürece denk gelmiştir. Haliyle de Fransa’nın “ana” devlet olarak betimlenmesine karşı çıkan pek çok insan bulunmaktadır. Fransa’da yabancı nefretin yapısı zaman içinde genişlemiş ve daha geniş bir zemine yayılmıştır. Fransa Güney Afrika ağırlıklı olmak üzere pek çok bölgeden göç almıştır. Gelen göçler, Fransa’nın kolonyal bir yapı olduğu döneme denk gelmektedir. Bu süreç boyunca, ülke içerisinde resmi olarak temsil edilen bir yabancı karşıtlığı bulunmasa da yaşanan göçlerden ve kolonyal yapılardan memnun olmayan bir kesim olduğu bilinmektedir.

Fransa’da modern çağın zenofobi yapısının oluşumuna geçmeden önce, Avrupa entegrasyonunun sağlanmasıyla ortaya çıkan zenofobik yapıdan da bahsetmek gerekmektedir. Araştırmanın da açıkladığı gibi Fransa tarihsel süreç boyunca yabancı düşmanlığını “bizden olmayan” insanlar olarak yorumlamıştır. Bunu da ulus birliği üzerinden ele almıştır. Bu durumda Avrupa Bütünleşmesinin Fransız yabancı düşmanlığı (Zenofobisi) üzerindeki etkisi ne olmuştur? Bütünleşme, ulusların “bir” olabilme düşüncesini kapsadığından Fransa halkında bulunan yabancı korkusunu ve düşmanlığını da hiç şüphesiz ki tetiklemiştir. Fransa’nın bütünleşmeye verdiği destek yabancı düşmanlığı düşüncesinin en azından siyasi düzlemde hafiflemesi olarak kabul edilebilir. “Avrupa Bütünleşmesinin tam olarak ne anlama geldiğini yabancı karşıtlığı düzleminde incelemek kolay değildir çünkü bütünleşme herkes için farklı bir anlam ifade etmektedir.” (Master ve Roy, 2003, s.427). Zenofobi (yabancı karşıtlığı) açısından incelendiğinde, bir bakış açısına göre, sadece Avrupa Birliği ile ortak yapılacak aktiviteler olarak yorumlanırken diğer bir görüşe göre de Avrupalı olmayan -yabancı karşıtlığının kendisini gösterdiği diğer bir ifade de budur- devletlerin de Avrupa Birliği içerisine girebilme ihtimallerini içermektedir. Bu durum farklı görüşlerin kendini göstermesine yol açmaktadır (Master ve Roy, 2003, s.200). Master ve Roy’in araştırmasına göre yapılan anketlerde, Avrupa bütünleşmesi konusunda Yunanistan ve İtalya’dan sonra entegrasyon isteme oranının en yüksek olduğu 3. ülke Fransa’dır. Bu konuyu yabancı düşmanlığına bağlamak ise pek mümkün değildir.  Çünkü yabancı düşmanlığının ülkelerde ölçülebilmesi için sorular direkt olarak sorulamamaktadır. Yabancı düşmanı olduğunu söyleyebilecek çok sayıda insan yoktur. Ülkedeki yabancı sayısı, bu yabancıların nasıl şartlar altında yaşadıkları ve mecliste temsil edilip edilmedikleri gibi faktörler ile yabancı düşmanlığının ülke genelinde ne noktada olduğu günümüzde ölçülebilmektedir. (Master ve Roy, 2003, s.90) Yine Master ve Roy tarafından Avrupa ülkeleri örnek alınarak yapılan analizde yabancı düşmanlığı oranı en yüksek olan ülke Fransa’dır. (Master ve Roy, 2003, s.101) Sağ Popülizmin de Fransa’da partileşerek yükselmesi ülkeyi bu noktaya getirmiştir.

 

3.1 Modern Fransız Siyasetinde Zenofobi’nin Yeri

2000’li yıllara gelindiğinde modern düzen olarak adlandırabileceğimiz süreç başlamıştır. Yine 2000’li yıllarda sağ popülizmi yükselmiş ve yabancı düşmanlığı kavramı Avrupa’nın pek çok bölgesinde ciddi bir ivme kazanmıştır. Siyasi anlamda da Avrupa’da aşırı sağ partiler daha geniş halk kitleleri tarafından destek görmeye başlamıştır. Hatta bu sağ partiler birçok ülkede iktidara ya da ana muhalefete gelecek kadar da güçlenmiştir. Bu yıllarda yaşanan siyasi problemlere örnek verilecekse, 11 Eylül saldırıları, 2004 Madrid ve 2005 Londra patlamaları, DEAŞ terör örgütünün başta Fransa olmak üzere pek çok ülkede gerçekleştirdiği bombalı eylemler ve son olarak Suriye İç Savaşı’nın neden olduğu yoğun insan göçü söylenebilir. Bunlar vasıtasıyla da Avrupa’da hep var olmuş olan aşırı sağ partilerin etki alanlarını genişleterek seçimlerde oylarını artırdıklarını belirtmek mümkündür (Master, 2000, s.425). Bu sağ partiler, yabancı düşmanlığı olan zenofobi kavramının daha önce de açıklanan faktörlerinden biri olan “korkudan” çok iyi beslenmektedir. Wilson ve Hainsworth, “Aşırı sağ partilerin üç temel özelliğe sahip olduğundan bahseder. Bunlardan birincisi anti elitist, basit bir söyleme dayalı ve kurulu düzen karşıtı bir popülizm; ikincisi otoriteryenlik ve üçüncüsü ise milliyetçilik (nationalism) ve yabancı düşmanlığının (zenofobi) bir kombinasyonu olan ‘nativism’dir” (Wilson ve Hainsworth, 2012, s.3).

Belirli bir sınıfın ya da grubun değil, tüm “yerleşik” halkın temsilcisi olduğu iddiasını taşıyan aşırı sağ, dünyayı siyah ve beyaz olarak algılamakta ve politikayı iyi-kötü arasında bir savaş olarak görmektedir (Eser ve Çiçek, 2020, s.128). Zenofobi düşüncesi ele alınırken, sağ partilerin de ele alınması gerektiğini, bu ifade oldukça iyi bir şekilde açıklamaktadır. Zenofobi böyle bir politik süreç içinde kendi kendini yeniden üretmekte, kendi kendini beslemektedir. Böylesi bir yapı içerisinde, yaşanması muhtemel her ekonomik sorunun sebebi olarak, yabancıların gösterilmesini ve aslında daha önce de yaşanan ve sıradan kabul edilen suç olaylarının kaynağının ülkede yaşayan yabancılar olarak görülmesini bekleyen sağ partiler, kendilerince tutarlı bir varsayımda bulunduklarını düşünmektedirler. Aşırı sağa göre, yabancılar sadece varlıklarıyla fiziki manada bir güvenlik kaygısına sebebiyet vermekle kalmamakta; bunun yanı sıra ekonomik olarak Avrupa’yı sömürmekte, Avrupalıların oluşturduğu refah mirasını hak etmedikleri halde, onu günden güne tüketerek ekonomik bir tehdit olarak varlıklarını sürdürmektedirler (Eser, 2020, s.150). Ayrıca kanun dışı yollarla Avrupa ülkelerine giriş yapan yabancılara karşı bu hususlar daha da büyük bir öfke ile karşılanmaktadır. Bunların yanında yabancılar, geldikleri ülkelerin geri kalmış kültürlerini ve dinlerini Avrupa’ya taşıyarak Avrupa’nın ulusal karakterini bozabilecek bir tehdit unsuru olarak görülmektedirler. Tüm bu yaşananlarda, halkın hislerinde ve yabancıları koydukları konumlarda, aşırı sağın dillendirdiği politik söylemlerin, konjonktürün etkisi göz ardı edilmemesi gereken diğer önemli bir husustur. Fransa’da yaşanan Charlie Hebdo saldırısı da bu şekilde nefret söylemlerine verilebilecek en doğru örneklerdendir. Fransa bu tür faaliyetlere karşı da nefret söylemlerini hem basın hem de ceza kanunlarında suç olarak düzenlemiştir (Durakçay, 2017, s.139). 2004 yılında kanun üzerinde yapılan değişiklikle herhangi bir ırk, millet, din, dil, cinsiyet, cinsel yönelim ya da engelliliğe sahip olması ya da olmaması temellerinde herhangi bir kişi ya da gruba karşı ayrımcılığa, kine, nefrete ve şiddete teşvik edici ve aşağılayıcı kamu ve özel iletişimi yasaklamaktadır. Fakat bu yasaklar, mecliste yükselişte olan sağ partilerin varlığını ve yabancı düşmanı olan söylemlerini gerçekleştirmelerini engellememiştir (Akbayır, 2020, s.180). Tüm bu yapılanmalar içinde 2009 yılında Sarkozy’nin ulusun ne olduğu sorusunu sorması ciddi tartışmalara sebep olmuştur. Fransız kimliğinin ülke içinde belirli normlara sahip olması ve bu normların da siyasi bir üst kademe tarafından belirlenmiş olması, Fransa’nın yabancı düşmanlığı kültürüne siyasi olarak sahip olmasına sebep olmuştur (Akbayır, 2020, s.175).

Durakçay’ın belirttiği verilere dayanarak incelemeler yapıldığında 2015 yılının yabancı karşıtlığı konusunda ciddi bir yükseliş dönemi olduğu görülmektedir (Durakçay, 2017, s.140). Günümüz Fransa’sında yabancı düşmanlığı durumunu kısaca özetlemek gerekirse, yabancı düşmanlığı fikri tarih boyunca farklı aşamalardan geçerek günümüze kadar gelebilmiş ve günümüz Fransız toplumunda da ciddi bir yer edinmiştir. Yabancı düşmanlığı, kendilerinden farklı olan herkese ve her şeye düşmanlık olarak yerleştiğinden, mecliste de özellikle sağ partilerin yükselişte olduğu bu dönemlerde yabancı düşmanlığı düşüncesi önemli bir zemin kazanmıştır. Ulus devlet kavramının düşüşe geçtiği dönemden sonra, özellikle ulusların yalnız kaldıkları dönemde daha da artmıştır. Covid-19’un yarattığı etki de göz ardı edilemeyecek seviyededir. Dünyada küresel bir salgın yaşanmaktadır ve bu salgında bir suçlu arandığında ilk cevap hep yabancılardan yana olmuştur. Covid-19 salgını ilk çıktığında, salgın “Wuhan Salgını” olarak adlandırılmış ve bu küresel salgının yükü tek bir ulusun üzerine atılmıştır. “Sağ popülist parti temsilcilerinin zaten etno-milliyetçi, dışlayıcı ve bunlara bağlı olarak zenofobik bir yapı sergiledikleri gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, son on yıllık süreç içerisinde devam ettirdikleri ve algılanmış tehdit kapsamında derinleşmesine destek oldukları göçmen karşıtlığı üzerine kurulu söylemler için, sınır geçişleri kısıtlaması ve içe kapanma süreci oldukça uygun bir zemin hazırlamıştır. Artan göçmen karşıtı söylemler, toplum nezdinde var olan zenofobik eğilimin artmasını beraberinde getirmiştir.” (Duman, 2020, s.30). Tüm bu gelişmeler Birleşmiş Milletleri bir aksiyon almaya itmiş ve Guterres konu hakkında “COVID-19 bir halk sağlığı krizidir – ancak çok daha fazlasıdır. Bir ekonomik krizdir. Bir toplumsal krizdir. Ve hızla bir insan hakları krizine dönüşen bir insanlık krizidir” ifadesini kullanarak yabancı düşmanlığına dönüşen sürece bir nokta koymak istemiştir (Duman, 2020, s.30).

 

Sonuç

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın her yerinde başlamış olan göç dalgası, pek çok ülkenin gözünde savaşın kayıplarını telafi edecek bir hareketlilikmiş gibi gözüktüğünden ve kısa dönemli olacağı varsayıldığından ilk planda bir sorun olarak algılanmamıştır. Bu sebeple, pek çok ülke uzun dönemli politikalar geliştirmemiş, göçmenlere adeta geçici birer misafirlermiş gibi bakmışlardır. Fransa da benzer bir tutuma sahiptir. Aradığı iş gücü ihtiyacını karşıladıktan sonra göçmenlerin ülkelerine döneceğini umulmuştur fakat göçmenler zamanla ülkeye yerleşmeye başladıkları gibi ailelerini de peşlerinden getirmişlerdir. Bu duruma hazırlıklı olmayan Fransa hükümeti, entegrasyon politikaları ile çözüm bulmaya çalışsa da bu politikalar düzgün bir altyapıya sahip olmadığından zamanla asimilasyona doğru kaymıştır. Fransa’nın bu tarz asimilasyon politikalarını uygulamaya koyması sebebi ile ülkede oldukça zor şartlarda yaşamaya başlayan göçmenler, zamanla hem siyasi kanattan hem de halk tarafından dışlamalara maruz kalmışlardır. Bu dışlayıcı faaliyetler sonucunda da ülkede yabancı düşmanlığına yönelik tavırların günden güne artmakta olduğunu ifade etmek gerekir.                                             

Eylül Beyza HÜSEM

Zeynep GÜNER

Avrupa Çalışmaları Staj Programı

                                            

Kaynakça

Akbayır, D. (2020). Fransa’da sol popülzim: la franxei nsouime partisi örneği

Akgül, F. & Güneş, A. (2017). Fransa’da yükselen nefret söylemi ve nefret suçu: Tematik bir çözümleme. Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi, 4(6), 126-145.

Aras, İ. & Sağıroğlu, A. (2018). Avrupa aşırı sağında göçmen karşıtlığı: Fransa ve Macaristan örnekleri. Mukaddime Mardin Artuklu Üniversitesi Sosyal Bilimleri Enstitüsü Dergisi, 9(3), 59-78. 

Banton, M. (1996). The cultural determinants of xenophobia. Anthropology Today, s.8-12.

Deniz, R. (2020). 1789’dan 2020’ye Fransa’nın göç politikaları. (Yayınlanmamış yüksek lisans tezi). İstanbul Medeniyet Üniversitesi Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, İstanbul.

Duman, D. D. (2020). Farklılığın farkındalığı ve pandemi kapsamında artan zenofobik eğilim. Online International Conference of Covid-19 s. 25-35. İstanbul : ConCovid.

Durakçay Akgül F. A. G. (2017). Fransa’da yükselen nefret söylemi ve nefret suçu: tematik bir çözümleme. Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi, s.126-145

Ertoy, M. (2016). Öteki’nin metodolojik inşası: zaman politikası açısından bir değerlendirme. Uluslararası Sosyal Bilimler ve Müslümanlar Dergisi, s.409-416.

Eser, H. B. (2020). Avrupa’da aşırı sağın ayak sesleri: zenofobi’nşn patolojik normaleşmesi. Alternatif Politika, s.114-144.

Gray, C. J. (1998). Cultivating citizenship through xenophobia in gabon, 1960-1995. Africa Today, s.389-409.

Güler, H. (2016). Fransa’nın göç politikası üzerine genel bir değerlendirme. Tarih Okulu Dergisi, 9(28), 509-521.

Hiçdurmaz, Z. & Yüksel, H. (2019). “Misafir işçiden” “Yaşlı göçmene” Avrupa’da yaşlanan göçmenlerin sorunları: Fransa örneği. Journal of Economy Culture and Society, (59), 213-234.

John E. Roemer, K. V. (2005). Xenophobia and the size of the public sector in France:a politico-economic analysis. Journal of Economics , s.95-144.

Master O. & Roy. S (2003) Xenophobia and Politcs. Journal of Politics s.60-180

Porter, C. (2012). Unveiling french xenophobia: a study of prejudice against arabs in france. The University of Arkansas Undergraduate Research Journel, s.83-99.

Rydgren, J. (2003). Meso-level reasons for racism and xenophia . European Journal of Social Theory , s.45-68.

Sara De Master, M. K. (2000). Xenophobia and the european union. Comparative Politics, s.419-436.

Saraçlı, M. (2019). European unıon’s approaches to the immıgratıon problem in the context of the problems of xenophobıa and ıslamophobıa. Kimlik ve Göç Çalışmaları Uluslararası Sempozyum, s. 119-142. Ankara.

Ultan, M, Ö. (2017). Avrupa Birliği’nde istenen göçmen profili analizi: Ekonomik göçmen mi, Politik göçmen mi? Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 22, 1443-1456.

Wells, C. (1999). Xenophobia and witchcraft in early modern french. French Historical Studies, s.351-377.

Wilson,D. & Hainsworth J. (2012) Xenophobia in Early Europe, Euroepan Journal of Social Studies, 23, 120-160

Yardım, M. (2017). Göç ve entegrasyon politikaları ışığında Fransa’da toplumsal kabul. Göç Araştırmaları Dergisi, 3(2), 110-136.

Zorba, H. (2016). AB’nin göçmenlere yönelik politikalarını etkileyen faktörler. Barış Araştırmaları ve Çatışma Çözümleri Dergisi, 4(1), 1-17.

 

Covid-19 Pandemisinde ABD ve Çin Arasındaki Siber Casusluk Faaliyetleri

Özet

Son yıllarda hızlı bir gelişme içerisinde olan internet dünyası birçok kavramı da beraberinde getirmiştir. Bu kavramlardan biri olan siber uzay, kullanım amacına göre çeşitli şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Siber uzay kavramı, dijital verilerin üretildiği, saklandığı ve paylaşıldığı alan olarak tanımlanabilir. Siber uzay uygulamaları gerek bireyler arası gerekse uluslararası ilişkilerde önemli bir rol oynamaya başlamıştır. Hızının ve etki alanının oldukça geniş olması da önemli bir tercih sebebidir.

Siber uzay, kullanım amacına göre siber casusluk, siber saldırı ya da siber güvenlik gibi farklı kavramların çıkış noktası olmuştur. Bu yazıda ele almakta olduğumuz siber casusluk faaliyetlerinin etkilerini her geçen gün daha fazla hissetmekteyiz. Bu faaliyetlerin doğrudan saldırı ya da savaş niteliğinde değil, karşı ülkenin ekonomik faaliyetlerini sekteye uğratacak şekilde yapılması, muhatap alınacak bir devlet ya da kişi bulmayı da zorlaştırmaktadır. Özellikle ABD ve Çin gibi devletlerin birçok alanda artık geleneksel savaş veya saldırı yöntemleri yerine siber faaliyetlerde bulunması bu konunun ne derece önemli olduğunu göstermektedir.

Anahtar kelimeler: Siber Casusluk, Siber Güvenlik, Ekonomik Faaliyetler, Amerika Birleşik Devletleri, Çin Halk Cumhuriyeti

Abstract

Digital technology has been developing rapidly in recent years, and it has brought many concepts within. One of these concepts, cyberspace appears in various ways conditional on the purpose. Cyberspace can be defined as space where digital data is produced, stored and shared. Cyberspace applications have begun to play an essential role in both interpersonal and interstate relations. Its speed and wide range of influence is also a significant reason for preference.

Cyberspace has been the starting point of different concepts such as cyber espionage, cyberattack or cybersecurity, depending on the purpose of use. We feel the impact of cyber espionage activities discussed in this article more and more every day. Conducting these activities, not like direct attack or war, but in a way that interrupts the economic activities of the opposite country, makes it challenging to find a state or person to address directly. The fact that nations such as the USA and China are now engaged in cyber activities instead of conventional war or attack methods in many areas shows how important this issue.

Key Words: Cyber Espionage, Cyber Security, Economic Activities, United States of America, People’s Republic of China

 

Giriş

Dijitalleşmenin etkisiyle aşina olduğumuz kavramlar hızla değişmektedir. Devletlerin birbirlerinin coğrafi sınırlarından casuslar göndererek gerçekleştirdiği espiyonaj faaliyetleri de bu vesileyle dijital ortama taşınmaya başlanmıştır. Siber casusluk faaliyetlerinin konvansiyonel casusluk faaliyetlerine göre çok daha elverişli koşullarda yapılabilmesi, bu yöntemin tercih edilmesinin en önemli sebeplerinden biri olmaktadır.

Pandemi ile birlikte karşı karşıya kaldığımız güncel şartlar bu alana duyulan ihtiyacı gittikçe arttırmaktadır. Zira hakkında bilgi edinmek istenenlerin de bilgiyi edinecek olanların da bulundukları yeri değiştirmeleri söz konusu değildir. Siber casusluk faaliyetlerini birbirlerine karşı yoğun olarak gerçekleştiren Amerika ve Çin örnekleri üzerinden ilerlemek bu araştırma kapsamında uygun olacaktır. Hâlihazırda devam eden pandemi koşullarında gerçekleştirilen siber casusluk faaliyetleri hakkında oldukça az çalışma olması bu araştırma yazısı için çıkış noktası olmuştur.

1. Siber Casusluk Kavramı

Siber casusluk kavramı üzerine kesin bir tanım yapmak, siber dünyanın belirsizliklerinden dolayı zordur. Ancak yaşanılan olaylar ve sonuçları çerçevesinde birtakım çıkarımlara ulaşabiliriz. Siber casusluk, siber uzayda bireylerin, örgütlerin ya da devletlerin diğer birey, örgüt ya da devletlere karşı yürüttüğü bilgi çalma ve istihbarat sağlama faaliyetlerinin tümüdür. Russel Buchan’ın “Cyber Espionage and International Law” isimli kitabında siber casusluk şu şekilde tanımlanmıştır:

Siber platformda bulunan ya da siber platform vasıtasıyla aktarılan gizli nitelikli verinin rıza dışı olacak şekilde elde edilmesine siber casusluk denir” (Buchan, 2018, s.13).

Siber casusluk faaliyetleri gerçekleştirildiği ortam sayesinde fiziksel casusluğa kıyasla çok daha ucuz, hızlı ve etkilidir. Herhangi bir fiziksel yer değiştirme, birebir temas ya da iletişim gereği olmadan istenilen birçok bilgiye ulaşma imkânı sağlar. Ayrıca yapılan işlemlerin faillerini belirlemek, siber uzayın henüz belirlenemeyen sınırları çerçevesinde oldukça zordur. Bu da kişi, örgüt ya da devletleri siber casusluk faaliyetlerinde kendilerini geliştirme konusunda teşvik etmektedir. Ancak bu konuya siber casusluk faaliyetlerinden zarar gören devletler tarafından bakarsak durum hiç iç açıcı değildir. Çünkü faillerin belirlenememesi karşı bir saldırı ya da savunma yapmayı zorlaştırmaktadır. Bu konu ile ilgili olarak yaşanan olaylar doğrultusunda yapılan bazı düzenlemeler olmakla birlikte uluslararası düzeyde yasal bir düzenleme yapılmamıştır. Bu nedenle yaşanan siber olaylar suç olarak nitelendirilememekte ve herhangi bir yasal yaptırım olmadan üstü örtülmektedir.

Siber casusluk kavramı Soğuk Savaş döneminde kendisini iyice hissettirmeye başlamış ve günümüze kadar da hızlı bir gelişim göstermiştir. Soğuk Savaş dönemlerinde istihbarat hiç olmadığı kadar önem kazanmıştır. Bu da devletleri istihbarat için yeni yollar kullanmaya teşvik etmiştir. Bu doğrultuda istihbaratta teknolojik veri kullanımının artması siber casusluk için önemli bir gelişme olmuştur. Yaşanan bu gelişmelere bakarak ülkeler de kendilerine göre strateji oluşturmaya çalışmaktadır. Örneğin Çin, Soğuk Savaş sonrası ordusunu küçültüp yeni nesil teknolojilere yatırım yapmaya başlamıştır (Clarke ve Knake, 2011).

Genel olarak siber casusluk faaliyetlerine baktığımız zaman ABD, Rusya ve Çin gibi ülkeleri başrol olarak görmekteyiz. Bu ülkeler teknolojik alanda gösterdikleri gelişmeler sayesinde siber dünyada söz sahibi ülkeler konumuna gelmişlerdir. Soğuk Savaş döneminden beri süregelen ABD – Rusya çekişmesi siber dünyada da devam etmekte ve güçlü bir rakip olarak Çin de kendini göstermektedir. ABD ile Çin arasında yapılan siber casusluk faaliyetlerinde siyasi hedeflerden çok ekonomik hedefli faaliyetlerin ağırlıkta olduğunu görebiliriz.

2. Çin Halk Cumhuriyeti’nin Siber Casusluk Çalışmaları

Çin Halk Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren dış politika olarak ülke egemenliğini korumayı ve dış tehditleri önlemeyi esas almıştır. Dünya çapında büyük bir gelişim gösteren siber uzay alanında da aynı politikayı izlemeye devam etmektedir. Tüm dünyada olduğu gibi Çin Halk Cumhuriyeti’nde de internet kullanımı hızlı bir ilerleme içerisindedir. Çin’de 2008 yılı itibariyle 298 milyon olan internet kullanıcısı sayısı Aralık 2020 itibariyle 988 milyonu aşmış durumdadır (Statista, 2021). Böylesine büyük bir hızda gelişen teknoloji, birçok kolaylığın yanında bazı sorunları da beraberinde getirmektedir.

Siber dünyanın ulaşılabilirlik açısından sunduğu kolaylık iyi veya kötü amaçlı birçok faaliyetin de bu alana taşınmasına sebep olmuştur. Siber çalışmalar ile yapılan kötü niyetli faaliyetlere baktığımız zaman siber casusluk faaliyetlerinin ön plana çıktığını görmekteyiz. Diğer ülkelerde olduğu gibi Çin Halk Cumhuriyeti de siber casusluk kapsamında birçok önlem almaktadır. Ancak diğer ülkelerden farklı olarak daha ulusal ve dış dünyaya kısmen kapalı bir politika yürütmektedir. Dünya üzerinde kullanımı yaygın olan platformların muadilini üretmesi ve yabancı platformları yasaklaması da Çin’in bu politikasına başarılı bir örnektir. Yasaklanan ve alternatif olarak kullanılan platformlara bakmak gerekirse Google yerine Baidu, Twitter yerine Weibo, Youtube yerine Tencent Video, Youku, Tiktok gibi platformlar örnek verilebilir (Göçoğlu, Aydın, 2019). Bu uygulamanın amacı siber casusluk faaliyetlerinin yıkıcı etkilerinden korunmaktır.

Çin Halk Cumhuriyeti, diğer ülkelerden gelebilecek siber casusluk uygulamalarına karşı en etkili yöntem olarak ofansif uygulamaları kullanmaktadır. Son yıllarda Çin’den diğer ülkelere yapılan siber casusluk faaliyetlerinde artış görülmektedir (AA, 2020). Bu casusluk faaliyetleri askeri, teknolojik ve en önemlisi de ekonomik alanlarda yoğunlaşmaktadır. Genel bir çerçevede bakıldığı zaman Çin’in siber casusluk alanında en çok rekabet ettiği ülke Amerika Birleşik Devletleri’dir. Hâlihazırda var olan dünya düzeninde ekonomik ve teknolojik anlamda büyük bir paya sahip olan ABD, yeni gelişen Çin için en önemli rakiplerden biridir. Özellikle teknoloji ve internet dünyasında neredeyse tekel konumunda olan ABD şirketleri, Çin’in sağlamaya çalıştığı ulusal internet düzeni için büyük bir sorun teşkil etmektedir. Bu bağlamda iki ülke arasında karşılıklı olarak birçok siber casusluk faaliyeti yürütülmektedir.

Çin tarafından yapılan siber casusluk faaliyetlerine örnek olarak;

– Kosova Savaşı sırasında Çin Büyükelçiliği’nin bombalanması sonucu Çin’in Kızıl Hacker’lar Birliği tarafından ABD web sitelerine yapılan saldırı (Nato Review, 2011),

– 2001 yılında Amerikan casus uçağı ile Çin jetinin Pasifik’te çarpışması sonucu Çinli bir hacker tarafından Beyaz Saray’ın sitesine yapılan saldırı (Smith, 2012),

– 2003 yılında ABD’nin NASA, FBI gibi kuruluşlarını hedef alan ve Titan Rain olarak adlandırılan saldırı (The Guardian, 2007),

– 2010 yılında Google’ı hedef alan saldırılar (Deutsche Welle Türkçe, 2010),

– 2012 yılında CIA ajanlarını ifşa etmek amacıyla yapılan saldırılar (Euronews, 2020),

– 2018 yılında siber güvenlik firması Alan-1 tarafından tespit edilen ve Avrupa Birliği’nde görev yapan diplomatların gizli görüşmelerinin ele geçirildiği saldırılar sayılabilir (AA, 2018).

Çin tarafından ABD’ye yapılan en güncel siber casusluk faaliyeti olarak Microsoft’a yapılan saldırıyı da ele alabiliriz. BBC’nin haberine göre; Microsoft saldırıyı yapan ve “Hafnium” olarak adlandırılan Çinli grubun devlet destekli olduğunu ve salgın hastalık araştırmaları, hukuk firmaları, yükseköğretim kurumları, savunma sanayisi şirketleri, düşünce ve sivil toplum kuruluşlarının hedef alındığını bildirmektedir. Buna karşılık Çin tarafından Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Vang Vınbin suçlamaları reddederek, bu tür saldırılarda faillerin tahmin ve suçlamalara değil kanıtlara dayanarak belirlenmesi gerektiğini söylemektedir (BBC, 2020). Yapılan casusluk faaliyetleri Çin tarafından üstlenilmese de gerek izlediği siber casusluk politikaları gerekse gelişmiş siber yetenekleri doğrultusunda Çin, fail olarak gösterilmektedir.

3. Amerika Birleşik Devletleri’nin Siber Casusluk Faaliyetleri

Pandemi dönemindeki faaliyetlerinden bahsetmeden evvel ABD’nin daha önceki siber casusluk faaliyetlerine değinmek gerekir. Bunlardan en önemlisi şüphesiz muhbir Edward Snowden tarafından ifşa edilen ve Çin’e karşı gerçekleştirilen siber saldırılardır.

ABD, liberal politikalarını siber uzayda da uygulama imajı taşıyan bir devlet olagelmiştir. Otoriter rejimlerin aksine düşünce ve ifade özgürlüğüne önem vermiş ve internet kullanımını tamamen kontrolü altına alıp vatandaşlarını baskılamak gibi bir yöntemden kaçınmıştır. Ancak siber uzay konusundaki tutumu iç politikayla dış politika açısından oldukça farklıdır. Vatandaşlarına tanıdığı özgürlüklerin aksine diğer devletler üzerinde baskı kurarak siber savunmayı sağlamıştır. Öte yandan siber faaliyetlerin kaynağına erişmek ve kimin sorumlu olduğunu kesin delillerle belirlemek çoğu zaman mümkün olmadığından onları devletlere atfetmek oldukça zordur. Edward Snowden’in açığa çıkardığı bilgiler bu sebeple büyük önem taşır.

Eski bir CIA ajanı olan Edward Snowden, Ulusal Güvenlik Ajansı’na bağlı olarak çalışırken kendisinin de içinde bulunduğu siber casusluk faaliyetlerini, ahlaki açıdan sorguladığı ve sorularına içeride bir cevap ararken dikkate alınmadığı gerekçesiyle ifşa etmiştir. Kopyaladığı bilgileri çeşitli gazetelerle paylaşan Snowden, hemen ardından can güvenliğini sağlamak adına Hong Kong’a geçmiş ve kendi devleti tarafından hain ilan edilmiştir. Günümüzde ise Rusya’da yaşamını sürdürmektedir. 7 yıldır yaşadığı Rusya’da çok öne çıkmayan Snowden; zaman zaman Rusya hükümetini de sosyal medya hesabı üzerinden eleştirmiş, adil yargılama garantisi verilirse ABD’ye geri dönmek istediğini açıklamıştır (BBC News Türkçe, 2020).

Ortaya çıkardığı casusluk faaliyetlerinden bir kısmı siber casusluk konusunda bir o kadar başarılı olan Çin’e karşı gerçekleştirilmiştir. Snowden, South China Morning Post ile yaptığı röportajlarda Tshingua Üniversitesi’ne ait olan 63 bilgisayar ve sunucunun Ulusal Güvenlik Ajansı tarafından bir gün içinde saldırıya uğradığını söylemiş ve eğitim kurumlarına ek olarak ABD casuslarının kişilerin kısa mesajlarını çalmak amacıyla bazı Çinli cep telefonu şirketlerinin sistemlerini ihlal ettiğini iddia etmiştir (Kovacs, 2013). Şirketlere yönelik saldırıların nasıl yapıldığıyla ilgili detaylar bilinmemekle beraber bu saldırıların sonucunda ekipmanların başka saldırılara karşı da savunmasız hale geldiğini söylemek yerinde olacaktır. Kısa mesaj, Çin vatandaşları ve hükümet görevlileri tarafından sıklıkla tercih edilen bir iletişim aracı olduğundan şirketlere yapılan saldırılarla kişilere ilişkin yüklü miktarda veri elde edilmiştir (Keck, 2013). Tshingua Üniversitesi ise Çin’in belkemiği sayılabilecek ağlarından biri olan Çin Eğitim ve Araştırma Ağı’na (CERNET) ev sahipliği yaptığından kritik önem taşımaktadır ve buraya yapılacak bir saldırıyla milyonlarca Çin vatandaşının internet verilerine ulaşmak mümkündür (Cernet, 2001). Snowden, Ulusal Güvenlik Ajansı’nın büyük miktarda veri akışı gerçekleşen, belkemiği sayılabilecek bu gibi ağlara odaklandığına dikkat çekmiş ve paylaştığı bilgilerin Tshingua Üniversitesi’ne yapılan saldırıların kanıtı niteliğinde olduğunu, bu bilgilerin yabancı bir güvenlik ihlali veya bilgisayarlara fiziksel bir erişim bulunmaksızın elde edilemeyeceğine dayanarak açıklamıştır (The Indian Express, 2013). Eski Ulusal Güvenlik Ajansı Başkanı Keith Alexander’ın:

“Bizden istihbarat teşkilatı olarak bilgi toplayanlarla ilgileniyoruz. Ancak isteyerek her türden veriyi topladığımızı söylemek, size sadece tüm dünyayı araştırmaya çalıştığımız izlenimini verecektir. Gerçek şu ki, bizim yapmaya çalıştığımız şey ulusumuzun ihtiyaç duyduğu bilgiyi, yabancı istihbaratı elde etmek. Bizden yapmamızı beklediğiniz şey bu.”

ifadelerinden iddiaların tümüyle yalanlanmadığı açıkça anlaşılmaktadır (Agence France-Presse, 2013).

Bu tür ağlara yapılan saldırılar genellikle hükümetler tarafından gerçekleştirilmektedir, zira bilgisayar korsanları bu saldırılarda muazzam miktarda bilgiyle karşılaşacaklar ve uğraşları sonucunda elde edecekleri kazanç oldukça az olacaktır. Hükümetler ise bu gibi saldırılarda kullanılacak ve yüksek kazanç sağlayacak kaynaklara ve insan gücüne sahiptirler.

ABD’nin siber güvenlik politikasını Snowden öncesi ve sonrası şeklinde ayırmak yanlış olmayacaktır. ABD hükümeti Snowden’ın iddialarına karşı kendini savunmakta zorlanmış ve gizli bilgi olduğu gerekçesiyle konuyla ilgili ekstra bilgi de sağlamamıştır. Snowden’ın açığa çıkardığı bilgiler ABD dış politikasının internet özgürlüğünü desteklediği fikrine meydan okumuş ve ABD hükümetinin kendi dış politika ve ulusal güvenlik hedeflerine ulaşmak için internetten faydalandığı izlenimini yaratmıştır (Ganguly, 2015, s.11). ABD vatandaşı olmayanların mahremiyetini siber istihbarat adına bir sınırlama olarak kabul etmemek, internet özgürlüğü gündemindeki hak temelli evrenselciliği baltalamıştır. İç politikada da internet özgürlüğünün sanıldığı kadar mutlak olmadığı ve ABD hükümetinin vatandaşlarının internetteki aktivitelerini sıkı bir gözetim altında tuttuğu tartışma konusu olmuştur.

4. Pandeminin Ekonomik Faaliyetlere Etkileri

Pandemi dönemindeki siber casusluk faaliyetlerinin ekonomik etkilerine bakmadan önce genel olarak pandeminin ekonomiyi nasıl etkilediğine bakmak gerekmektedir. Covid-19 olarak adlandırılan ve ilk olarak Aralık 2019’da Çin’in Wuhan kentinde görülen virüs, hızlı bir yayılma göstererek tüm dünyayı etkisi altına almıştır. 2020’nin başında tam anlamıyla etkisini göstererek birçok alanda olduğu gibi ekonomide de zarara yol açmaya başlamıştır. Günümüz şartlarında ülkeler arası ticaretin oldukça gelişmiş olması sebebiyle iletişim ve alışveriş hiç olmadığı kadar yoğunlaşmıştır. Bu durum sebebiyle virüsün yayılması da hız kazanmıştır.

Salgın ile karşı karşıya gelen her ülke kendi politikaları doğrultusunda tedbirler almaya başlamıştır. Özellikle sokağa çıkma yasaklarının da başlamasıyla insanlar ihtiyaçlarını gidermek için e-ticarete yönelmiştir. Bunun sonucunda da e-ticaret sektörü yükselişe geçerken diğer ekonomi dalları hızlı bir düşüşe uğramıştır. Ekonomideki bu düşüşün sebeplerinden biri de salgının Çin’de başlamasıdır. Zira Çin, dünya ticaretinde %14,5 gibi yüksek bir orana sahiptir (AA, 2021). Dolayısıyla Çin’de meydana gelen bir aksama tüm tedarikçileri etkilemektedir.

Bu ekonomik bozulmanın toparlanabilmesi için ülkelerin zamana ihtiyacı vardır. Ancak gelişmiş ülkeler için bu süre daha az iken, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler için daha fazladır. Çünkü gelişmiş ülkelere baktığımız zaman ekonominin büyük ölçüde sanayiye bağımlı olduğunu görürüz. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde ise turizm gelirlerine duyulan ihtiyaç, hizmet sektörüne bağımlılık ve dışa bağımlılık oldukça fazladır. Ayrıca salgın döneminde büyük önem kazanan sağlık hizmetleri ve sağlık ekipmanlarının üretimi gelişmiş ülkelerde daha iyi konumdadır. Bu da salgın döneminde gelişmiş ülkelerin ekonomilerine destek olmaktadır. Pandemi döneminde bu ülkelerin ekonomilerine büyük oranda katkı sağlayan bir diğer etken de aşı üretme kabiliyetleridir. ABD ve Çin de kendi aşılarını geliştiren ve piyasaya sürerek para kazanmayı hedefleyen güçlü devletlerdir. Aşıların fikri mülkiyet hakları dolayısıyla ekonomik değerlerinin kimi zaman insan sağlığından daha üstün tutulduğunu söylemek mümkündür. Böyle bir ortamda aşı çalışmalarına ilişkin en ufak bir detayın bile çok değerli olduğunu söyleyebiliriz. Aşı çalışmalarını yürütebilecek teknolojiye sahip devletler bilgi edinmek amacıyla birbirlerini hedef almaya başlamışlardır.

5. Pandemi Döneminde ABD-Çin Arası Siber Casusluk Faaliyetleri ve Ekonomiye Etkileri

Pandemi döneminde seyahat etmenin global düzeyde azalmasıyla birlikte siber casusluk faaliyetleri konvansiyonel casusluk faaliyetlerine nazaran öncelikli hale gelmiştir. Hayati değere sahip olan aşı çalışmalarına dair bilgi edinmek ise hem ekonomik açıdan hem de sağlık açısından kritik önem taşımaktadır. Dev şirketlere karşı kişisel verilerimizi korumak amacıyla verdiğimiz savaş pandemiyle birlikte kelimenin tam anlamıyla canımız için verdiğimiz bir savaşa dönüşmüştür.

Devletlerin aşıları yalnızca vatandaşlarının sağlığını korumak amacıyla ve ihtiyaçları kadar aldıklarını düşünmek fazlasıyla iyimser olacaktır. Ülkemiz dahil birçok ülkeye sınırlı sayıda aşı sevkiyatı yapılırken “süper güç” sayılan ülkelerin aşılama faaliyetlerini çoktan ekonomik bir savaşa dönüştürdüğünü söyleyebiliriz (VOA, 2020). ABD ve Çin arasında süregelen siber oyunların bu durumdan etkilenmediğini söylemek imkansızdır. Yukarıda da bahsedildiği üzere siber uzayda gerçekleştirilen faaliyetlerin kaynağını bulmak çok zor olduğundan, uzun süren yoğun araştırmalar yapılmaksızın uluslararası alandaki herhangi bir aktöre suçlama yöneltmek mümkün olmamaktadır. Pandemi döneminde ABD ve Çin arasında gerçekleşen siber casusluk faaliyetlerinin büyük bir kısmının önümüzdeki senelerde ortaya çıkması olasıdır. Öte yandan kısa zaman önce açığa çıkan yorum yapmamızı kolaylaştıracak nitelikteki bir olaydan bahsetmemiz gerekir.

ABD Adalet Bakanlığı geçtiğimiz yıl içinde Çin’i Covid-19 aşısı geliştiren şirketleri hedef alan bilgisayar korsanlarını desteklemek ve korumakla suçlamıştır (BBC News Türkçe, 2020). Hükümet desteğiyle casusluk yapmakla suçlanan iki Çin vatandaşının korona virüsle savaşmak için tıbbi araştırmaya katılan isimsiz üç ABD merkezli firmayı hedef aldıkları ileri sürülmüş, sonrasında verilerini çalmak amacıyla hareket ettikleri şirketlerden birinin Moderna olduğu ortaya çıkmıştır. Hazırlanan iddianamede, Çinli bilgisayar korsanlarının ocak ayında bir korona virüs aşısı üzerinde çalıştığı bilinen Massachusetts biyoteknoloji firmasının bilgisayar ağına karşı “keşif yaptıkları” belirtilmiştir. Siber güvenlik uzmanları, keşif faaliyetlerinin, bir ağa girdikten sonra önemli hesapları araştırmak için genel internet sitelerini güvenlik açıklarına karşı araştırmak da dahil olmak üzere bir dizi eylemi içerebileceğini söylemektedir. Çin, bilgisayar korsanlarının hükümet desteğiyle Moderna firmasını hedef aldığına dair iddiaları temelsiz bulduğunu söyleyerek reddetmiştir. Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü, aşının geliştirilmesinde dünyaya liderlik ettiklerini belirtmiş ve asıl endişelerinin diğer ülkelerin onların teknolojilerini çalmak amacıyla casusluk faaliyetlerine girişmeleri olduğunu söylemiştir (The Economic Times, 2020).

Sonuç

Hemen hemen her alanda karşımıza çıkan ve son yıllarda etkisini daha çok hissettiğimiz ABD-Çin rekabeti gelişen teknoloji ve salgın gibi beklenmedik durumlarla beraber kendini daha da çok göstermektedir. Siber alanda yaşanan saldırılar ve pandemi koşullarında sağlık alanında yaşanan bu gelişmelerin ortak noktası tarafların kendi ekonomisini geliştirerek ve karşı tarafın çıkarlarına zarar vererek dünya düzeninde söz sahibi olma çabalarıdır.

Birbirlerinin pandemi politikaları hakkında detaylı bilgi edinmek de bu rekabetin bir parçasıdır ve kendi ekonomik amaçları doğrultusunda birbirlerinin sırlarını öğrenmeye devam edecekleri aşikardır. Geride bıraktığımız yılın en önemli gündem konusu olan aşı geliştirme süreci de bu rekabetin en önemli sacayaklarından biri olmuştur. Ülkelerin sınırlarını kapattığı ve uçuşların durduğu bu dönemde bilgi hırsızlığının en elverişli yöntemi de siber casusluktur. Özellikle sağlık sektöründeki kurum ve kuruluşlar, eczacılık ve biyoteknoloji gibi sektörlerdeki devlet kurumları ve lojistik altyapıları, istihbarat servislerinin hedefi olmaya devam edecek gibi görünmektedir.

Rukiye ALICI

Esra ATAR

Siber Güvenlik Çalışmaları Staj Programı

 

Kaynakça

Akçacı, T. Çınaroğlu, M. (2020). The Effect Of The New Coronavirus (COVID-19) Outbreak On Logistics And Trade. Gaziantep Unıversity Journal of Social Sciences, Speacial Issue, 447-456

Aslan, M. (14 Mayıs 2020). BM:”Covid-19’un Küresel Ekonomiye İki Yıllık Maliyeti 8,5 Trilyon Dolar”. Anadolu Ajansı. Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/dunya/bm-kovid-19un-kuresel-ekonomiye-iki-yillik-maliyeti-8-5-trilyon-dolar/1840336 (10 Nisan 2021)

Atakan, M. (Ocak 2021). Siber Güvenlik Risklerinin ve Covid-19 Salgınının Uzaktan Denetim Üzerindeki Etkileri. Denetişim, (22), 27-39. 

BBC News Türkçe. (2020). Edward Snowden: Rusya, ABD’nin istihbarat bilgilerini sızdıran eski casusa sürekli oturum izni verdi. https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-54661933 (3 Mayıs 2021).

BBC News Türkçe. (2020). ABD’den Çin’e Covid-19 aşısı için siber casusluk suçlaması. https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-53494426 (10 Nisan 2021).

BBC News Türkçe. (13 Mayıs 2020). Koronavirüs: ABD istihbaratı Çin’in siber saldırılarını soruşturduğunu açıkladı. Erişim adresi: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-52655953 (10 Nisan 2021)

Buchan R, (2018). Cyber Espionage and International Law. Oxford: Bloomsbury Publishing PLC.

Cernet, (2001). Cernet Center and Development Group. https://www.edu.cn/english/cernet/structure/200603/t20060323_4795.shtml 

Euronews. (07 Mart 2021). Çin’in İhracatı Pandemiye Rağmen %155 Arttı. Erişim Adresi: https://tr.euronews.com/2021/03/07/cin-in-ihracat-pandemiye-ragmen-yuzde-155-artt (10 Nisan 2021)

Ganguly, S. (2015). The Snowden Reader (FIDLER D., Ed.). Indiana University Press.

Girgin, O. (2020). Siber Uzayda Üstünlük Mücadelesi. Academic Review of Humanities and Social Sciences 3(1), 36-58. 

Göçoğlu, V., Aydın, M. (2019). Siber Güvenlik Politikası: ABD, Rusya ve Çin Üzerine Karşılaştırmalı Bir Analiz. Güvenlik Bilimleri Dergisi, 8(2), 229-252.

Güntay, V. Sepli, A. Hacıoğlu, N. (2019). CyberSpace and International Law as a 21st Century Paradox. Journal of Politics and International Relations, 1(2), 87-109. Erişim Adresi: https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/916400 (10 Nisan 2021)

Gürcanlı, Z. (2021). 21.yüzyılın Soğuk Savaşı başladı: ABD-Çin Karşı Karşıya. Dünya Gazetesi. Erişim adresi: https://www.dunya.com/kose-yazisi/21-yuzyilin-soguk-savasi-basladi-abd-cin-karsi-karsiya/615890 (10 Nisan 2021)

İmga, O. U, Ayhan (2020). Kovid-19 Salgını ve Sonrası: Toplum, Devlet ve Küresel Sistem. Ankara: Polis Akademisi Yayınları.

Industry Week. (2013). https://www.industryweek.com/technology-and-iiot/information-technology/article/21960575/china-us-hacking-dispute-heats-up (3 Mayıs 2021).

Keck, Z. (2013). Snowden: US Spies On China’s Universities and Mobile Firms. https://thediplomat.com/2013/06/snowden-us-spies-on-chinas-universities-and-mobile-firms/ (3 Mayıs 2021).

Kovacs, E. (2013). Edward Snowden: The US Hacked China’s Tsinghua University, Mobile Phone Companies. https://news.softpedia.com/news/Edward-Snowden-US-Hacked-China-s-Tsinghua-University-Mobile-Phone-Companies-362901.shtml (3 Mayıs 2021).

Ortahamamcılar, B. (11 Mayıs 2020). FBI Raporu: Çin’e bağlı bilgisayar korsanları Covid-19 aşısı araştırmalarını çalıyor. Euronews. Erişim adresi: https://tr.euronews.com/2020/05/11/fbi-raporu-cin-e-bagl-bilgisayar-korsanlar-covid-19-as-s-arast-rmalar-n-cal-yor (10 Nisan 2021)

Seren, M. (23 Aralık 2020). Büyük Güçlerin Siber Savaşı. Anadolu Ajansı. Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/analiz/buyuk-guclerin-siber-savasi/2086047 (10 Nisan 2021)

The Economic Times. (2020). Chinese government-linked hackers ‘targeted COVID-19 vaccine firm Moderna’. https://economictimes.indiatimes.com/news/international/business/chinese-government-linked-hackers-targeted-covid-19-vaccine-firm-moderna/articleshow/77281888.cms (10 Nisan 2021).

The Indian Express. (2013). The US-made intensive hacking attacks on China: Edward Snowden. https://indianexpress.com/article/news-archive/print/us-made-intensive-hacking-attacks-on-china-edward-snowden/ (3 Mayıs 2021).

Topçu, N. (2020). Bir Siber Güç Olarak Çin’in Siber Güvenlik Stratejileri. Cyberpolitik Journal, 5(10), 219-239. Erişim Adresi: http://cyberpolitikjournal.org/index.php/main/article/view/111/102 (10 Nisan 2021)

VOA News, (2020). Corona’ya Karşı Aşı Yarışında Çin ve ABD Rekabeti. https://www.amerikaninsesi.com/a/coronaya-karsi-asi-yarisinda-cin-ve-abd-rekabeti/5493330.html 

Wiggen, J. (2020). The impact of COVID-19 on cybercrime and state-sponsored cyber activities. Konrad Adenauer Stiftung. 

Yenal, S. Akdemir, N. (2020). Uluslararası İlişkilerde Yeni Bir Kuvvet Çarpanı: Siber Savaşlar Üzerine Bir Vaka Analizi. Journal of Institute of Social Sciences, 11(1), 414-450.

Kitap İncelemesi: Kimlik Meselesini Kutsal İnsan Üzerinden Düşünmek

Kimliğin çeşitli veçheleri vardır. Bu veçheler zamana, mekana ve tanımlayana göre değişiklik göstermektedir. Değişiklik tanımını yapanın kim olduğundan ziyade hangi toplumsal grubun yaptığına göre de değişmektedir. Zira tanımlama üstünlüğü, bir grupta, bir kişide ya da toplulukta da olabilir. Ancak bu tanımlama üstünlüğü, her şekilde kendisini egemen olarak göstermektedir. Bu metinde de, kimlik ve egemen arasındaki ilişki Agamben’in Kutsal İnsan tanımı üzerinden ele alınacak, daha sonra post-modern çağ ve sosyal medya gibi daha esnek gruplarda bir arada olmaklığın yorumu metin üzerinden denenecektir.

Bauman, Zygmunt, Kimlik, Çev: Mesut Hazır, Heretik Yayınları, İstanbul, 2017

Zygmunt Bauman, kişisel tecrübesinden yola çıkarak, dışlandığı Polonyalı olmaklığından ve bu dışlanmanın yarattığı belirsizlik bölgesinden bahsetmektedir. Polonya Bauman’ı dışlayabildi çünkü kişide dışlanacak ya da olumsuzlanacak yargısal değerleri yaratan da kendisiydi. Ancak devamında Bauman İngiltere’yi seçtiğini belirtir. Yine de bu seçim iradeye bağlı değildir. Çünkü kendisinin de belirttiği gibi önce İngiltere’den kendisine bir teklif gelmiştir (Bauman, 2017:17). Bauman ancak bu teklife iştirak etmek zorunda kalmış ve en iyi ihtimalle kendi iradesinin de bulunduğu bir sözleşmeye dâhil olmuştur. Agamben (2017:20) Batı siyasetinin çıplak hayatın içlenerek dışlanması üzerine kurulu olduğunu belirtir. Dışlanmak, egemen tarafından kurgulanan sınırlarla çevrili bir kimliğin, yine egemen tarafından nesnesinden alınmasıdır. Ancak nesneden alınan kimlik, onu tamamen egemenin dışında bırakmamaktadır. Çünkü “ben kimim” sorusu aynı zamanda egemen ve iktidardan türeyen bir ilişkiler ağını da temsil etmektedir. Başka bir deyişle kimlik, güç ilişkilerinden doğan, etkilenen bir yapıdır (Weir, 2014: 109).

Modern devlet, egemenliğini vatandaşlık bağıyla kendisine bağlı tüm vatandaşlara yaydığını ilan eder. Bu kurucu iktidarı birey-vatandaşın iradesine bıraktığı söylemine otursa da, temsil iradelerin devredilmesi ve bir noktada birleşmesi bağlamında yeniden tek egemen-iradeye yönelir gözükmektedir. Bauman (2017: 18) Avrupalı olma kimliğini bir kurtuluş olarak görmektedir. Çünkü bu kimliği onaylayacak ya da reddedecek bir mercii yoktur. Dolayısıyla bir merkez iktidardan doğacak olan kimlik ya da bu kimliği dışlayacak bir egemenden söz edilmesi de mümkün değildir.  Bauman Avrupalılık fikrini bir çıkış noktası gibi görse de, bu kimlik düşüncesinin bir kutsal insan formunu yarattığını göz ardı ediyor gözükmektedir. Öncelikle Avrupalılık fikri bölgesel bir dengi olduğunda karşılaştırma yapılacaktır. Asyalı olmak, Avrupalı olmak, Afrikalı olmak gibi. Ulus-devletlere bölünmüş bir dünyada, Avrupalı olmak kıyaslanmadığında bir tercih unsuru değil ancak mecbur bırakılarak yönlendirilen bir erişim noktası olabilir. Çünkü Avrupalılık içinde bir tercih bırakılırsa, kimlerin Fransız, İngiliz, Alman, Yunan ya da Sırp kimliğini bırakıp kendisini doğrudan Avrupalı olarak tanımlayacağı belirsizdir. Diğer yandan bu belirsizlik kutsal insan formatıyla birleşmektedir. Agamben’in (2017: 90) ifadesine göre kutsal insan bir suçtan dolayı halk tarafından yargılanan kişidir. Bu yargılama sonucu dışlanan kişilik, belirsiz bir alana; içerisi ile dışarısının net olmadığı bir eşiğe hapsedilmektedir. Burada hukuk normları ya da belirli içtihatlar işlemez durumdadır. Avrupalılık fikri de tam bu noktada işlevsizliğini göstermektedir. Eğer doğrudan bu kimliği sahiplenen devlet benzeri siyasal yapılar yoksa, doğrudan bir mercii alınamıyorsa, tanınma hangi dolayım ile yapılacaktır bilinmemektedir. Modern vatandaş kimliği modern devlet dolayımı üzerinden yapılabilmektedir. Ancak bir üst kimlik söylemine gönderme yapan Avrupalılık fikri daha soyut bir ifadeye bürünmektedir. Soyuttur çünkü kendisini ulus fikrine dayayan modern devletin temelini doğum olgusu oluşturmaktadır (Agamben, 2017: 154). Biyolojik bedenin içine doğduğu yere ait olduğumuz iddiası insan hayatının başından beri karşısına çıkarılan bir hakikat ifadesidir. Bu sebeple Bauman’ın (2017: 29) onayladığı Agamben’in (2017: 154) de ifade ettiği gibi ulus (nation) kavramı ile doğum (nascere) kavramı birbirini iki uçtan kapatan bir çembere benzetilmektedir. Ancak Avrupalılık fikrinin bir dayandığı bir biyolojik beden ya da zoe bulunmadığı için temelsiz kalmaktadır.

Modern devlet vatandaşı bir tür yaşama sahip olmanın getirdiği davranışla, zoeye sahiptir. Çünkü ona atanmış belirli bir yaşam formu ve şekli bulunmaktadır. Bu yaşam formu ve ulus devletin vaadi güvenliği de oluşturmaktadır. Bauman’ın (2017: 59) ifade ettiği gibi alternatif olarak sunulan kimlikler (Avrupalılığın da buna dahil olduğunu düşünüyorum) ulus devletin sunduğu doğallığı ve güvenlik ihtiyacını karşılayamamıştır. Güvenlik ihtiyacı vatandaş ile devlet arasında bir karşılıklılığı oluşturmaktadır. Aslında bu karşılılıktan çok Hobbes’un sıkça vurguladığı ahde vefayı oluşturmaktadır. İnsanın yalın zoesini biosa çeviren polis, kent ya da devlet apolisliğinde karşılaşacağı diğer kurtadamların (lupus) saldırısından insanı koruyarak ona bir güvence sağlamıştır. Bu sebeple Antik Yunan’dan[1] modern dünyaya kadar vatandaşlık kimliği bir borç üzerine kurulmuştur.

Bauman (2017: 36 ve 42) her ne kadar yeni cemaatlerin daha esnek ve birbirinden kopabilen hatta yalancı cemaatler olduğunu aktarsa da yeni vatandaşlık kavramları da bu borç üzerine yükselmektedir. İnternet ve sosyal medya kullanıcılığının yükselmesiyle insanların ayrı bir aidiyeti de gelişmektedir. Bu aidiyet nettaş (netizen) olarak tanımlanmaktadır. Nettaşlık, dijital sistem üzerinde birleşen insanları bir araya getiren siber platformların bir çıktısı olarak görülebilir. Bauman burada fiziksellikten yoksunluktan doğan bir aidiyet eksikliğini ileri sürmektedir. Ancak nettaşlık yeni tip bir vatandaşlıkla duygu birliğini hedeflemektedir. Yine de nettaşlığın bir borç üzerine kurulu olduğu görülmektedir. Örneğin, nettaşlığın ilk tanımlarında, interneti daha iyi bir yer haline getirme amacı güttüklerini görürüz (What Is a Netizen?). Bu siber topluluğun biosunun yeni telosudur. Ayrıca üyelik sözleşmesiyle birlikte, katılımcıya yüklenen görevler bir tür anayasal toplum sözleşmesi olarak okunabilir ki burada kimlikten çıkarılmak çok daha kolaydır. Topluluğun kurucuları, kural ihlali olarak gördükleri eylemleri cezalandırmada, kişiyi kutsal insan ilan etmekte; onu belirsiz alana taşımakta daha keyfi olabilirler. Çünkü bu alanı tanımlayan sistemli kurallara henüz sahip değiliz. Bu sebeple bu ilişki türünün, fiziksel vatandaşlığın yerini dolduramayacağını ilan etmek için erkendir. Ancak egemenin katılığını ve keyfiliğini; kişiyi her an dışarı atabilme yetkisini ulus-devletle karşılaştırdığımızda çok daha büyük bir gücün olduğunu belirtebiliriz.

Nettaşlığın ya da vatandaşlığın bir vefaya dayandığı iddiasının geçerli olduğu düşünülmektedir. Her ne kadar geri ödenmeme ihtimali bulunan sadakat irrasyonel görünse de (Bauman, 2017: 42), insanları güvende tutma vaadi birlikte yaşama imkânı ve kimliğe dâhil olma isteği yaratmaktadır. Bauman’ın (2017:95) da belirttiği gibi: “Savaş meydanı kimliğin özyurdudur.” Birbirlerinin kurdu olan insanlar doğada tanımlanamayacak bir kimlikten, ortak çatıda tanımlanan bir kimliğe geçerek kendilerini bir nebze olsun ehlileştirmişlerdir. Ancak bu ehlileşme son değildir. Söz söyleme hakkı, tanım yapma hakkı bulunanlar olduğu sürece bulunmayanlar da olacaktır. Çatışma belirlenen kimlik alanına (devlet) taşınacak ama yine de varlığını sürdürecektir. İnsanın buradaki konumu yalnızca egemen-devlet için değil, bir diğeri (lupus) için de kutsal insan olmaya devam edecektir. Zira biri ya da bir grup üzerine söz söylemek onu kendi sınırları içine dahil etmek anlamı taşımaktadır. O sınırlar alınan ve almak isteyen arasındaki mücadeleye göre değişecektir. Bu sebeple ister fiziksel dünya olsun ister siber dünya, söz söyleme hakkını ilan edenler ile etmeyen/edemeyenler arasında bir tanım savaşı; dolayısıyla kimlik mücadelesi varlığını sürdürecektir.

Hakan KARADİKEN*

TUİÇ Akademi o-Staj Koordinatörü

Notlar

* Hakan Karadiken, Uludağ Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilim Dalı Doktora Programı Öğrencisi.

[1] Antik Yunan dünyasında polisle ilgilenmeyen insana, varlığı amaç taşımayan; kamusal işlere katılmayan, yalıtık insan anlamında idiotes denirdi ki bugünkü idiot kelimesinin atasıdır.

Kaynakça:

Bauman, Z. (2017). Kimlik. (Çev: Hazır, M.). Heretik Yayınları.

Agamben, G. (2017). Kutsal İnsan Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. (Çev: Türkmen, İ.). Ayrıntı Yayınları..

Weir, A. (2014). Taylor ve Foucault Arasında Modern Kimlikler. Kimlik Politikaları Tanınma, Özdeşlik ve Farklılık içinde, (Ed. Mollaer, F.). (ss. 105-131). DoğuBatı Yayınları.

Hauben, M., Hauben, R. (1995). Netizens: On the History and Impact of Usenet and the Internet. Erişim Adresi: https://firstmonday.org/ojs/index.php/fm/article/view/606/527, (Erişim Tarihi: 13.06.2021).

Balkan Bülteni/ 23-27 Haziran

0

Arnavutluk: Avrupa Birliği’nin Genişleme Politikası Stratejik ve Ortak Bir Çıkardır

Almanya, Portekiz ve Slovenya dışişleri bakanları, Arnavutluk ve Kuzey Makedonya ile müzakerelerdeki mevcut ablukanın AB’nin güvenilirliğini baltaladığını ve Birliğin bu davranışının Batı Balkanlar’ın istikrarına yönelik stratejik çıkarlarına ters düştüğünü açıkladı. Yapılan açıklamada, Konseyin Mart 2020’de karar vermesine rağmen, Kuzey Makedonya ve Arnavutluk ile katılım müzakerelerinin henüz başlatılmamasından endişe duyulduğu ifade edildi. Her iki ülkenin de AB üyeliği için yaptıkları reformlara dikkat çekilirken, AB’nin vaatlerini yerine getirmesinin tam zamanı olduğunun altı çizildi. İkili meseleler nedeniyle hem AB hem de Batı Balkanlar için böylesine önemli bir adımın engellenmemesi gerektiği belirtildi.

Kaynak: BalkanInsight
Tarih: 26.06.2021

Bosna – Hersek / Sırp Cumhuriyeti: Viskovic ve Cvijanovic Duga Njiva’da

Radovan Viskovic ile Zeljka Cvijanovic, Koridor Operasyonu’nun 29. yıldönümü için Modrica yakınlarındaki Duga Njiva’ya gittiler. Viskovic, yaptığı konuşmasında: “İnsani yardım yollarını tıkayan uluslararası toplum, nefes alma hakkımızı bile elimizden aldı. Banja Luka’da 12 bebeğin ölümüne sebep oldular.” dedi. Cvijanovic, Sırp Cumhuriyeti halkının gücünü birlik ve beraberlikten aldığını ve bu durumu geçmişten günümüze kadar başarılı bir şekilde gösterdiklerini konuşmasında vurguladı.

Kaynak: Rtrs
Tarih: 27.06.2021

Sırbistan: Sırbistan Savunma Bakanı – Kosova Arnavutlar için Bile Güvenli Değil

Kosova, bugün Sırplar ve diğer milletlerden temsilciler bir yana, Arnavutlar için bile normal bir yaşam için hiçbir koşulun olmadığı bir yer. Bu, 24 Haziran’da Moskova’da düzenlenen Dokuzuncu Moskova Uluslararası Güvenlik Konferansı sırasında Sırbistan Savunma Bakanı Nebojsa Stefanoviç tarafından duyuruldu. Stefanoviç’e göre; Kosova’nın sözde bağımsızlığının sponsoru olan ülkeler, güney Sırp bölgesinin bugün Avrupa’nın kalbinde “uyuşturucu kaçakçılığı üssü ve radikal aşırılık ihracatçısı” olduğu gerçeğini artık gizlemiyorlar. Sırp Bakan, Belgrad’ın uluslararası hukuka ve UNSCR 1244’e tutarlı uyumu savunmaya devam edeceğini de vurguladı. “Uluslararası toplum tarafından uluslararası hukukun ihlali ve egemenliğimizin ihlali, bizim durumumuzda güney bölgemizde yıllardır tehdit olan sahte bir varlığın yaratılmasına yol açan diyalog eksikliğinin bir örneğidir. Avrupa güvenliği ve istikrarsızlığın Balkanlar bölgesinde ana merkezlerinden biridir.” Bir hatırlatma olarak, Savunma Bakanı Stefanovic, Moskova Uluslararası Güvenlik Konferansı’nın oturum aralarında Rus mevkidaşı Sergey Şoygu ile bir araya geldi.

Kaynak: Regnum.ru
Tarih: 26.06.2021

Sırbistan: Belarus, Sırbistan’ın Yaptırımlara Katılımını Kınadı

Belarus tarafı, Sırbistan’ın Belarus havayollarının AB ve diğer ülkelerin hava sahası üzerindeki uçuşlarını yasaklama kararına katılma kararını yanlış anladı ve bu kararın revize edilmesini umuyor. 25 Haziran’da Belarus’un Sırbistan, Kuzey Makedonya ve Karadağ Büyükelçisi Valery Brylev tarafından belirtildi. “Belarus’ta Sırbistan’ın devletimize karşı kısıtlayıcı tedbirlere katılma kararını yanlış anladılar. Bu, ne yüksek düzeyde devletlerarası diyaloga ne de hava hizmetlerine ilişkin hükümetler arası anlaşmaya tekabül etmiyor. Belaruslu diplomat, bu kararın gözden geçirilmesini umuyoruz” dedi. Brylev, Haziran ayında Belgrad yakınlarındaki Batainitsa askeri havaalanında Belarus tarafının Belarus’taki işletmelerde onarılan ve modernize edilen dört MiG-29 uçağını Sırp hava kuvvetlerine teslim ettiğini hatırlattı. Ek olarak, 16-18 Haziran tarihleri arasında Krasnodar Bölgesi’nde, Rus ve Belarus ordusunun yanı sıra Sırbistan ordusunun da katıldığı “Slav Kardeşliği – 2021” askeri tatbikatları düzenlendi. Bu nedenle Brylev, bu alanda Sırp-Belarus iş birliği beklentilerinin oldukça geniş olduğuna inanıyor. Avrupa diplomasisi başkanı Josep Borrell daha önce yaptığı açıklamada, Sırbistan, Kuzey Makedonya, Karadağ, Arnavutluk ile İzlanda, Lihtenştayn ve Norveç’in Belarus havayolları tarafından Avrupa ülkelerinin havaalanlarını ve hava sahasını kullanmasını yasaklama kararına katıldığını söyledi.

Kaynak: Regnum.ru
Tarih: 26.06.2021

Yunanistan: Yunanistan Başbakanı Kyriakos Mitsotakis, Hindistan Dışişleri Bakanı Jaishankar ile Bir Araya Geldi ve İkili İlişkileri Görüştü

Görüşmede Yunanistan ve Hindistan arasındaki ikili ilişkilerin geliştirilmesi ve karşılıklı çıkar alanlarında stratejik iş birliği kurma umutları ele alındı. Yunanistan Başbakan Kyriakos Mitsotakis ile Hindistan Dışişleri Bakanı Dr. Subrahmanyam Jaishankar arasında Cumartesi günü yapılan görüşmede, Yunanistan ve Hindistan arasındaki ikili ilişkilerin geliştirilmesi ve karşılıklı çıkar alanlarında stratejik iş birliği kurma umutları ele alındı. Görüşmede hem Yunanistan’ın hem de Hindistan’ın uluslararası hukuka, deniz hukukuna ve Birleşmiş Milletler ilkelerine verdiği önemi vurguladılar. Yunanistan’ın Hindistan ile ilişkilerin büyük önem taşıdığını düşündüğünü ve ikili ilişkilerin mükemmel seviyesini teyit ettiklerini söyledi. Mitsotakis, Yunanistan’ın Hindistan ile ilişkilere büyük önem vermesine rağmen, geçmişte özellikle iyi gelişmediğini ve bunun da “gelecek için beklentileri artırdığını” kaydetti. “Hindistan kişisel olarak birçok kez ziyaret ettiğim bir ülke. Dünyanın en büyük demokrasisine en büyük hayranlığım var” dedi ve Yunanistan ve Hindistan’ın yüzyıllar öncesine uzanan medeniyetlere sahip ülkeler olduğuna dikkat çekti.

Kaynak: ToBHMA
Tarih: 27.06.2021

Dış Aktörler: Fransa Cumhurbaşkanı Macron’dan, Kosova ve Sırbistan’a Uzlaşı Çağrısı

Kosova Başbakanı Albin Kurti, Paris’te Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ile bir araya geldi. Başbakan Kurti ve Fransa Cumhurbaşkanı Macron ikili görüşme öncesinde Elysee Sarayı’nda bir basın toplantısı düzenledi. Fransa Cumhurbaşkanı Macron, düzenlenen basın toplantısında, Kosova ve Sırbistan’a diyalog sürecinde bir uzlaşı yolu bulmaları konusunda çağrı yaptı. Macron, “Kosova, tüm Batı Balkan ülkeleri gibi, hem liderleri hem de halkıyla AB’ye ilgi duyuyor. Kosova ve Sırbistan’ı Avrupalılar olarak bir anlaşmaya varmaya ve bir uzlaşı yolu bulmaya davet ediyorum. Bu sürece ve Kosova’ya olan desteğimiz sürecek. AB’ye yakınlık, ilişkilerin normalleşmesi, sürdürülebilir kalkınma için uzlaşı sağlanması gerekli.’’

Kaynak: Time Balkan
Tarih: 24.06.2021

Dış Aktörler: Avrupa Parlamentosu Bosna-Hersek Kararını Kabul Etti

Avrupa Parlementosu, 483 lehte, 73 aleyhte ve 133 çekimser oyla, Dışişleri Komitesi tarafından hazırlanan Bosna Hersek hakkında bir raporu bir karar şeklinde kabul etti. Uzlaşma süreci, demokratik kurumların işleyişi, hukukun üstünlüğü, temel insan hakları, sosyo-ekonomik reformlar, bağlanabilirlik, enerji ve çevre, dış politika ve güvenlikle ilgili bölümlere ayrılan raporda Brüksel, siyasileri Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile uyumlu bir Anayasa kabul etmeye çağırdı. Kararda ayrıca “Srebrenitsa’daki soykırım da dahil olmak üzere savaş suçlarının milliyetçi ve kışkırtıcı söylemi, inkarı ve yüceltilmesi” de kınandı ve Avrupa Birliği’nin “Bosna-Hersek’in egemenliğini, toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını güçlü bir şekilde desteklemektedir” görüşü yinelendi.

Kaynak: B92
Tarih: 24.06.2021

Dış Aktörler: AB’den Bosna Hersek’e Uyarı – Ayrılıkçı Söylemler Sona Ermeli

Avrupa Birliği’nin Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olivér Várhelyi, AB Parlamentosunda yaptığı konuşmada, 2018’den beri AB yolunda önemli adımlar atan Bosna Hersek’in birçok önemli meselesinin hala beklemede olduğunu ifade etti. Gerekli şartlar sağlandığı takdirde Bosna Hersek’e aday ülke statüsü vermeye hazır olduklarını dile getiren Várhelyi, “Geçtiğimiz sene söylediğim gibi, komisyondakiler olarak bizler, Bosna Hersek’in 14 kilit önceliği yerine getirmesi şartıyla adaylık durumunu aktifleştirmeye hazırız. Ben sözümü tutuyorum. Liderler bunu yaparsa biz de yapacağız.” dedi. Bosna Hersek’in diğer aday ülkeler gibi AB’nin isteklerini yerine getirebilmesi için mevcut anayasasını değiştirmesi gerektiğini belirten Várhelyi, “Bosna Hersek’in bir bütün olarak geleceği AB’dedir. Son aylardaki ayrılıkçı söylemler sona ermelidir. Siyasi temsilciler, değişimi sağlamak için gerekli reformlara odaklanmalıdır” sözlerini sarf etti.

Kaynak: Balkan News
Tarih: 24.06.2021

Dış Aktörler: 1 Temmuz’dan İtibaren 6 Batı Balkan Ülkesinin Vatandaşları için Roaming Tarifeleri Kaldırılacak

Kuzey Makedonya Enformasyon Toplumu ve Yönetim Bakanı Yeton Şakiri, 1 Temmuz’dan itibaren 6 Batı Balkan ülkesi vatandaşları roaming tarifelerinin kaldırılacağını açıkladı. Enformasyon Toplumu ve Yönetim Bakanı Yeton Şakiri, Karadağ’ın başkenti Podgoritsa’da, 6 Batı Balkan ülkesinin dijital dönüşümden ve bilgi ve iletişim teknolojisi politikalarından sorumlu bakanlarının katıldığı, Bölgesel İşbirliği Konseyi (RCC) tarafından düzenlenen “Balkanlarda Ücretsiz Dolaşıma Doğru” konulu toplantıya katıldı. Şakiri, “Avrupa Birliği’nden ilham alarak, 1 Temmuz’dan itibaren tüm Batı Balkan ülkelerinin tüm Batı Balkan ülkelerinde cep telefonlarını güvenli bir şekilde arama yapmak, mesaj göndermek veya internette gezinmek için güvenli bir şekilde kullanabilecekleri bir ortam oluşturduk.” ifadelerini kullandı. Bunun bir başlangıç olduğunu kaydeden Şakiri, “Bu anlaşmanın önemi son derece büyük ve Batı Balkanlar’ın 6 ülkesi ile Avrupa Birliği ülkeleri arasındaki dolaşım maliyetlerini düşürme sürecinin başlatılması için bir ön şart.” değerlendirmesinde bulundu.

Kaynak: Time Balkan
Tarih: 25.06.2021

Dış Aktörler: Almanya’dan Kosova’ya 1,7 Milyon Avro Destek

Kosova Ekonomi Bakanı Artane Rizvanolli, Alman GIZ Kosova Direktörü David Oberhuber ve GIZ Enerji Projesi Başkanı Avni Sfishta, Teknik İş Birliği Projeleri’nin uygulanmasına yönelik anlaşmayı imzaladılar. Bu anlaşmadan, Kosova Hükümeti, Federal Almanya Cumhuriyeti Hükümeti tarafından 2 yıllık bir süre için teknik yardım olarak 1,7 milyon Euro bağışladı. Bu projenin temel amacı, Avrupa Enerji Topluluğu’nun, enerji ve iklim ile ilgili gerekliliklerinin uygulanması için yasal ve teknik çerçeveyi geliştirmektir. GIZ, Ekonomi Bakanlığı’na uluslararası ve yerel uzmanlar, destek personeli, idari maliyetlerin karşılanması ve proje uygulaması için uzmanların eğitimini sağlayacaktır.

Kaynak: Time Balkan
Tarih: 25.06.2021

Dış Aktörler: Jakub Kulhanek – Batı Balkanlar, Çek AB Başkanlığı’nın Önceliği

Çekya Dışişleri Bakanı Jakub Kulhanek, Batı Balkanlar’ın 2021’in ikinci yarısında Çek Avrupa Birliği Başkanlığı’nın önceliklerinden biri olacağını ve Sırbistan ve Karadağ’ın üyelik için tarih almasına odaklanacağını söyledi. Kulhanek, Çek ČTK haber ajansına verdiği demeçte, “Sırbistan ve Karadağ’ın AB’ye katılabileceği tarihleri açıklasaydık bunu bir başarı olarak görürdüm” diyerek, AB’nin Batı Balkanlar’a genişlemesindeki ilerlemenin, Çekya’nın AB Başkanlığı sırasında üç dış politika hedefinden ilki olduğunu ifade etti. Bakan, bu dönemde büyük bir dönüşe ulaşmanın mümkün olmadığını ancak ilerlemenin mümkün olduğunu ve Batı Balkanlar’ın Avrupa entegrasyonu söz konusu olduğunda ülkesinin bunu başaracağını vurguladı.

Kaynak: N1
Tarih: 27.06.2021

Tek Parti Dönemi Sonrası Muhafazakâr Söylem: 1950 Seçimleri ve Sonrası

Başlığın tam hali: Türk Siyasal Hayatında Tek Parti Dönemi Sonrası Muhafazakâr Söylem: 1950 Seçimleri ve Sonrasında Demokrat Parti Siyasal İletişim Çalışmalarında Karşılığı

Özet

Son yıllarda Dünya çapında siyasal ve sosyal yaşamda başat bir ideoloji haline gelmeye başlayan muhafazakarlık ideolojisi genel çizgilerini Fransız Devrimi üzerinden belirlemiştir. Muhafazakârlık ideolojisi, genel hatlarıyla toplumsal düzen ve değişim karşıtlığı gibi olgular barındırmaktadır. Bu noktada belirtilmelidir ki muhafazakâr ideoloji için tek bir tanımlama yapmak doğru olmayacaktır ve bu doğrultuda, erken dönem cumhuriyet modernleşmesi etkileri sonucu genel hatlarını belirlemeye başlayan Türk muhafazakarlığının diğer ülke muhafazakârlıklarına karşılık belli başlı farkları bulunmaktadır. İşte yine bu noktada başarılı bir siyasal iletişimci, mevcut bulunan ideolojinin kavram ve kodlarını iyi analiz edebilmeli ve kampanya tasarımını buna yönelik yapılmalıdır. Sanıldığının aksine siyasal iletişim kavramı sadece seçim kampanyası tasarlamak değildir. Bu doğrultuda bu çalışmada, 1950 Genel Seçimleri’nde Demokrat Partinin, o dönemde aslında daha tam anlamıyla gelişmemiş olan siyasal iletişim kavramını nasıl kurguladığı ve partinin içerisinde mevcut bulunan muhafazakâr ideolojinin bu kampanyanın içerisinde nasıl yer aldığı ele alınmıştır.

Anahtar Sözcükler: Siyasal İletişim, Muhafazakârlık, Demokrat Parti, Seçim Çalışmaları

Abstract

In recent years, the ideology of conservatism, which has become a dominant ideology in political and social life worldwide, has determined its general lines through the French Revolution. Conservatism ideology contains phenomena such as social order and opposition to change in general terms. At this point, it should be noted that it would not be correct to make a single definition for conservative ideology. In this direction, Turkish conservatism, which started to determine its general lines as a result of the effects of early republican modernization, has certain differences compared to other country conservatism. At this point, a successful political communicator should be able to analyze the concepts and codes of the existing ideology well and design the campaign accordingly. Contrary to popular belief, the concept of political communication is not merely to design an election campaign. In this direction, this study deals with how the Democratic Party constructed the concept of political communication, which was not fully developed in its era, and the place of the conservative ideology in this campaign in the 1950 elections.

Key Words: Political Communication, Conservatism, Democratic Party, Election Studies

Giriş

Siyasal iletişim kavramı tek bir tanımlamaya sığmayan geniş kapsamlı bir kavramdır. Bir noktada denilebilir ki siyaset bilimi toplumsal alanda iletişimsiz düşünülemez bir olgudur. Siyasal iletişim kavramını ise salt seçim kampanyası tasarlamaktan ziyade lider-medya-yurttaş arası etkileşimli bir süreç olarak ele almak doğru olacaktır. Türkiye’de kavram gerektiği önemi görmemektedir ve konu ile alakalı Türkçe akademik kaynakların az sayıda oluşu ile buna ek olarak üniversitelerin iletişim fakültelerinde siyaset bilimine yönelik derslerin eksikliği bu iddiayı kanıtlar niteliktedir. Belirtildiği gibi kavram lider-medya ve seçmen arası etkileşimli bir süreç olduğundan siyasal iletişim çalışmasının yapılacağı siyasal aktör veya partinin sahiplendiği ideoloji ve hedef kitle analizi iyi yapılmalıdır. Etkili siyasal mesaj ve temsiller ancak bu analizler doğru yapılırsa kurgulanabilir. 1950 yılında siyasal iletişim, Türkiye’de ve dünyada kavramsal olarak günümüzdeki kadar gelişmemiş olsa dahi Demokrat Parti’nin yürüttüğü kampanya ve iletişim süreçlerinin başarısı Türkiye siyasal iletişim çalışmaları için önemli bir nokta olmuştur. Partiyi, dönemin bir diğer partisi CHP’den ayıran önemli noktalardan biri ise parti içerisinde mevcut bulunan muhafazakarlık ideolojisinin CHP’ye göre daha farklı yorumlanmasıdır. Bu doğrultuda, Demokrat Parti seçim çalışmalarında, afiş ve mitinglerindeki söylemlerde, buna ek olarak Parti’nin iktidardayken gerçekleştirdiği sosyal ve ekonomik politikalarda parti ideolojisi doğrultusunda vermek istediği mesajları seçmenlere başarılı bir şekilde aktarmıştır.

1. Muhafazakarlık

Kelimenin kendisinden de anlaşılacağı üzere muhafazakârlık; koruma ve var olanı muhafaza etme anlamına gelir. Kavram, temel olarak insanın kusurlu ve doğa yasalarına tabi oluşu ve ek olarak muhakeme yeteneğinin sınırlı oluşu üzerinden şekillenmiştir. Kavramda toplumun geçmişten gelen ve zamanla oluşmuş olan bir düzeni olduğu savunusu vardır ve bu düzenin olabilecek en iyi düzen olduğu anlayışı hakimdir. Bu sebeple muhafazakâr görüş, insanın, rasyonel idealler doğrultusunda radikal bir şekilde toplumu yeniden düzenleyebileceği iddiasına kuşku ile bakar (Ergil, 2015). Olması gerekenin ve en iyi düzenin, toplumun gelenek ve adetleriyle zaman içerisinde şekillenmiş hali olduğu savunusunu da barındırır.

Kavramın temelleri çok eskiye dayansa da muhafazakârlık genel olarak temel çizgilerini 19. yy’da belirlemiştir. Kavramın sınırlarını belirleyip gelişmesine katkı sağlayan olay ise Fransız Devrimidir (Aytaç, 2006). Muhafazakârlık kavramının bu noktada devrime bakış açısına yer vermek doğru olacaktır. Muhafazakâr ideoloji, devrimin her türlüsüne toplumda kaos yaratacağı inancıyla karşı çıkmaktadır. Gelenekten kopan bir ilerleme ve gelişme düşünülemeyeceği için devrim yerine toplumda küçük çaplı düzenlemeler olmalıdır (Ergil, 2015). Muhafazakârlık kavramını daha iyi açıklamak adına Fransız Devrimi’ni kısa bir şekilde ele almak doğru olacaktır. Belirtilmelidir ki Fransız Devrimi başlı başına çok büyük ve önemli bir olaydır ve devrimin birçok nedeni bulunmaktadır. Devrimin ekonomik nedenlerinin yanı sıra toplumsal sınıf ayrımına dayanan nedenleri de mevcuttur. Devrim öncesi toplumda zayıflayan bir aristokrasi ve bunun yanı sıra gelişen ticari ilişkiler doğrultusunda gelişip büyüyen ve buna ek olarak aristokrasinin sahip olduğu haklara sahip olamayan bir burjuvazi sınıfı mevcut bulunmaktaydı. “…toprağa bağlı aristokrasinin tercihi olan statik hiyerarşiye meydan okuyacak bir burjuvazinin ortaya çıkması, bunların doğuştan gelen değil de sonradan kazanılan becerilere dayalı bir toplum hiyerarşisini savunmaları önemlidir” (Taşkın, 2017, s. 63).

Devrim sonucunda özgürlük, eşitlik, adalet gibi toplumsal anlamda daha önce ön planda olmayan veya yeni gelişen kavramlar ortaya çıkmıştır. Bu noktada ise bu yeni kavramlara ve bu kavramların getirilerine karşı geleneksel düşünceler oluşmuştur. Yine bu noktada muhafazakârlığın temel savunusu, mevcut bulunan statükoyu korumak ve radikal değişimin getireceği kaosa karşı çıkmak olmuştur. Bu karşı çıkışın sebebi; toplumsal düzeni sağlamanın temeli olarak muhafazakarlık kavramının geleneğin korunmasına verdiği önem örnek gösterilebilir. “Bu şiddetli tepkilerden biri de, İngiliz düşünürü Edmund Burke’den gelmiştir” (Göze, 2013, s.255). Burke’ün savunmasında devrimin anarşiye neden olmaması düşüncesi yatar.Siyasette radikal devrimlerden ziyade toplumsal gelişmeleri kendi haline bırakmanın daha doğru olacağı savunusu barındırır. Burke, aynı zamanda gelenek, göreneklere saygıyı ve bunların toplumsal alanda korunması gerektiğini savunur, geçmişin mirasına önem verir (Göze, 2013). Muhafazakârlık kavramını doğru anlamlandırabilmek adına belirtilmelidir ki muhafazakâr ideoloji tamamen yenilik karşıtı değildir. İdeolojide yerellik ve yerel olanın iyiliğine vurgu vardır. Yine belirtilmelidir ki, kavram üzerinde büyük bir etkiye sahip olsa da muhafazakârlığın gelişimi açısından Fransız Devrimi tek başına örnek olarak gösterilemez. Toplumsal ve ekonomik hayatta köklü değişikliklere sebep olan Sanayi Devrimi ve Aydınlanma felsefesi de bu noktada muhafazakârlık kavramını şekillendiren önemli devrimlerdir (Duman, 2017). Bu doğrultuda, muhafazakâr ideolojinin tek bir türünün varlığından söz etmek yanlış olacaktır.

1.1. Türk Muhafazakarlığı

Muhafazakârlık bir ideoloji olmasının yanı sıra modernizm akımının bir sonucudur (Livan, 2019). Muhafazakârlığın Türk tarihinde gelişimi ise Türk modernleşme tarihi ile ortaya çıkar (Akkaş, 2001). Siyasal bir ideoloji olarak muhafazakârlığın Türk siyasal hayatında yorumlanması ele alınırken, erken dönem cumhuriyet modernleşmesi ve etkileri göz önünde bulundurulmalıdır. Bu doğrultuda, belirtilmesi gereken bir diğer nokta Türk muhafazakârlığının temelini Henry Bergson’un muhafazakârlık ideolojisine bakışından aldığıdır. Bergson temelde 17.yy’da gelişmeye başlayıp, 20.yüzyıla kadar hâkim paradigma olan pozitivist paradigmaya itiraz eder. Akla dayalı bu Aydınlanma Dönemi’nde Bergson manevi değerleri ön plana çıkarmayı ve ona gereken önemin verilmesi gerektiğini vurgulamıştır (Livan, 2019). Aklın hakimiyetine karşı olarak sezginin ön planda olması gerektiği vurgusu bu noktada önem taşımaktadır. Erken Dönem Cumhuriyet tarihinde batılılaşmanın biçimine getirilen eleştiri, aşırılığına yönelik karşıtlık Bergson’un düşüncelerinde kendi meşruiyetini sağlamıştır. Bergson’un ideolojisinde manevi değerlere verilen önem büyüktür. Bu doğrultuda, Anadolu’da mevcut bulunan sofuluk ve tasavvuf fikri gibi fikirlerin varlığı, Türk muhafazakârlığının temelinin Bergson’un fikirlerinden almasını kolaylaştırmıştır (Gündoğan, 2007).

Türkiye muhafazakarlığı Erken Dönem Cumhuriyet tarihinde Avrupa’da olduğu gibi, değişim ve dönüşüme muhalif olmaktan ziyade cumhuriyet sonrası değişimin kaçınılmaz olduğu yolundaki anlayışın da etkisiyle değişimin radikal bir şekilde gerçekleşmemesi, zararsız olması gerektiği savunusu barındırır (Dursun, 2004). Muhafazakâr düşüncenin sınırlarından çıkmadan, geleneklerin korunması gerektiğini de belirtir. Bu noktada belirtilmesi gereken, Türk muhafazakarlığının iki ayrı kola ayrıldığıdır; “dinci muhafazakârlar” ve “yenilikçi-laik grup” (Dursun, 2004). Muhafazakârlık kavramı Türkiye’de kendisini dinci muhafazakâr olarak tanımlayan grup üzerinden şekillenmiştir. Bu grup, cumhuriyete geçişle birlikte yapılan değişimlerin öze zarar vermesinden endişe duymuştur. Genel olarak konu ele alınacak olursa, Erken Cumhuriyet Dönemi’nde Türk muhafazakârlığı rejime karşı bir tutum benimsememiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında muhafazakârlık siyasal bir ideolojiden ziyade kültürel bir ideoloji olmuştur. Bunun sebebi, dönemin baskıcı yönetiminde muhafazakâr yönelimlere toplumsal anlamda yer verilmemesi gösterilebilir.

2. Siyasal İletişim Kavramı ve Süreçleri 

Özellikle günümüz modern toplumunda kitle iletişim araçlarının insan hayatına bu kadar entegre olduğu bir dönemde siyaset iletişimsiz düşünülemez. Kavram olarak siyasal iletişim ise konumlandığı yer bakımından iletişim ve siyaset biliminin kesiştiği noktada yer almaktadır. Her ne kadar kavramı tek bir tanıma sığdırmak zor ve bir noktada yanlış olsa da kavramın en genel tanımı için toplumda var olan belirli gruplara, önceden belirlenmiş ideolojileri benimsetmek ve bu amaç doğrultusunda çeşitli iletişim tekniklerini kullanmak, tanımlamasını yapmak doğru olacaktır. Siyasal iletişim, propaganda ve ikna süreçlerini içerisinde barındıran, siyasal aktörlerin amaçlarını gerçekleştirmek için politika ve düşüncelerini çeşitli iletişim teknikleri üzerinden ifade etmesi tanımlaması ise kavramın içeriğini daha da netleştirmektedir (Mutlu, 1998). Kavramsal tanımlamanın ardından belirtilmelidir ki, siyasal iletişim kavramının siyasal ve toplumsal hayatta doğru bir şekilde uygulanabilmesi adına birtakım gereklilikleri mevcuttur. Bu gereklilikler; halk egemenliğinin benimsendiği bir siyasal yapı, özgür seçim ortamı ve çok partili sistemin varlığıdır.

Siyasi aktörlerin en temel amacı; özellikle hedef gruplarının içerisinde yer alan bireylerin siyasi tercihlerini kendi çıkarları doğrultusunda etkilemek veya yönlendirmektir. İktidar olabilmek ve mevcut iktidarını devam ettirmek isteyen siyasi güçler; demokratik olmayan yönetimlerin aksine, halkın desteğini almak ve desteğin devamlılığını sağlamak amacıyla halkı demokratik yöntemlerle ikna etmeye çalışırlar. Siyasal iletişim süreçlerinde ikna kavramı önem taşımaktadır çünkü siyasal iletişim süreçleri en temelinde ikna kavramını demokratik bir şekilde elde edip sürdürmeyi amaçlar. Bu noktada belirtilmelidir ki siyasal iletişimi sadece seçim kazanmak ve iktidar olma amaçlı yapılan iletişim ve ikna çalışmaları olarak tanımlamak yanlış olacaktır. Siyasal iletişim çalışmaları aynı zamanda sahip olunan ideoloji doğrultusunda toplum nezdinde bir imaj yaratmayı amaçlar ve yine bu doğrultuda beden dili, giyim tarzı, kampanya, parti renklerinin seçimi gibi birçok süreci kapsamaktadır. Bu yönüyle siyasal iletişim, bir siyasi kimliği oluşturacak her etkeni içermektedir (Özer, 2014). Siyasal iletişim faaliyetlerini yürütenler açısından siyasal iletişimin işlevleri şunlardır:

  • “Siyasal mesajın iletişimi. 
  • Mesaj etkinliğinin ve kalıcılığının arttırılması.
  • Kamuoyu beklentilerinin ölçümlenmesi.
  • Geri besleme kanallarının tesisi.
  • Kanaat önderlerinin etkilenmesi.
  • Günden oluşturabilme yeteneğinin arttırılması.
  • Siyasal rakiplere karşı avantaj sağlanması” (Şengül, 2012).

2.1. Genel Siyasal İletişim Tarihi

Antik Yunan Site Devletlerinde gelişen demokrasi kültürü ve Aristo’nun Retorik adlı eserini yazması bir bakıma siyasal iletişim kavramının başlangıcıdır. Retorik için etkileyici ve ikna edici konuşma sanatı tanımlamasını yapmak doğru olacaktır. Antik Yunan Kent Devletlerinde, etkili ve ikna edici konuşabilen bütün özgür vatandaşlar, yönetici olma hakkına sahiptir. Bu noktada, özgür vatandaş kavramının sınırlarıdır. Antik Yunan Kent Devletlerinde, nüfusun yarısı kölelerden oluşmaktaydı köleler ise vatandaş kabul edilmemekteydi kölelerin yanı sıra toplumsal hayatta kadınlar da vatandaş kabul edilmemekteydi ve siyasal hakları bulunmamaktaydı. Bu noktadan bakıldığında, günümüzde de siyasi aktörlerin, siyasal iletişimin temellerinin dayandığı ikna kavramını elde etme veya sürdürme amacıyla etkili ve ikna edici konuşmalar hazırlamaları veya bu çabaya girmeleri siyasal iletişim kavramının temellerini retoriğe dayandırmanın yanlış olmadığını göstermektedir. Modern çağlarda ise yine toplumlarda gelişen demokrasi kültürü, seçme ve seçilme hakkının toplumsal ve siyasal hayatta yaygınlaşması gibi durumlar siyasal iletişim kavramının ön plana çıkmasına neden olan gelişmeler olmuşlardır. Tarihsel süreçten bakıldığında, gelişen teknoloji sonucu kitle iletişim araçlarının ortaya çıkma noktası ise siyasal iletişim süreçlerine yeni bir perspektif kazandırmıştır.

Denilebilir ki siyasal iletişim kavramı ve bu kavram üzerinde yapılan çalışmaların gelişimi kitle iletişim araçlarının gelişimi ve yaygın kullanımı ile paralellik göstermektedir. Bahsedilen bu paralelliğin sebebi ise iletişim kavramının kitlesel bir özellik kazanması ve bu doğrultuda siyasi aktörlerin kitlelerle olan etkileşiminin artmasıdır. Profesyonel açıdan bakıldığında, siyasal iletişim kavramı II. Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika Birleşik Devletleri’nde doğmuştur. Kavram 1960’lı yıllarla beraber Avrupa kıtasında da yaygın bir şekilde kullanılmaya başlamıştır. Siyasal iletişim kavramının Türkiye’deki gelişimi ise kavramın çok partili hayata geçişle birlikte ortaya çıktığını söylemek doğru olacaktır. Bu doğrultuda, artan rekabet ortamı seçim kampanyalarının daha profesyonel bir şekilde yürütülmesine sebep olmuştur. Çok partili sisteme geçişle birlikte dönemin muhalefet partisi Demokrat parti, radyonun iktidar tekelinde olmasını sıklıkla eleştirmiştir bunun üzerine CHP iktidarı, 1950 yılında radyo yayınlarında siyasi partilere yer verilmesi hakkındaki kanunu çıkartmıştır. Belirtilmelidir ki Türkiye’de çok partili hayata geçişle birlikte gelişen siyasal iletişim kavramı dönemin popüler kitle iletişim aygıtı olan radyonun yanı sıra kişisel iletişim kavramıyla da ilişkilidir. Kişisel iletişim kavramının bu noktada var olmasının sebebi ise çok partili hayata geçilen dönemde Türkiye’de kitle iletişim mecralarına bakıldığında, gazetelerin birçok il ve köy merkezine 2-3 gün sonra ulaştığı, televizyon yayının ise mevcut olmadığı görülmektedir. Kişisel iletişim kavramı ise bu noktada seçmenle bire bir ilişkiyi barındıran, miting, afişler ve seçmen ziyaretleridir. Bu noktada, siyasal afişlerde dikkat çekmektedir. Siyasi partilerin profesyonel olarak yardım almaları ise 1970’li yıllara dayanmaktadır. Cen Ajans’ın Adalet Partisi için hazırlamış olduğu kampanyalar siyasal iletişim sürecinin profesyonelleşmesi açısından Türkiye’de bir ilk olmuştur. 1990’lı yıllara gelindiğinde ise değişen seçmen profili, toplumsal koşullar, gelişen medya teknolojisi gibi olayların sonucunda partiler veya siyasi aktörler açısından siyasal danışmanlık almak neredeyse zorunlu bir hal almıştır. Son yıllarda ise teknolojinin hızla ilerlemesinin etkisiyle sosyal medya ve sosyal ağlar siyasal iletişim kavramının en önemli araçları haline gelmişlerdir. Bu noktada, sosyal medya mecralarının interaktifliği ve siyasi aktör ve seçmenin interaktif bir ilişkide olması dikkat çeker. Yazının kapsamından çıkmamak adına siyasal iletişim kavramının tarihçesine genel hatlarıyla yer verip fazla detaya girmemek doğru olacaktır çünkü siyasal iletişim kavramı çok eski çağlardan beri toplumsal hayatta gelişerek ve değişerek varlığını sürdürmektedir.

3. Siyasal İletişim Kampanyaları ve İzlenen Stratejiler

Her ülkenin kendi sosyo-ekonomik durumuna göre değişiklik gösteren siyasal iletişim kampanyaları aslında bir noktadan bakıldığında özellikle demokratik ülkelerde benzerlik göstermektedir. Bu benzerliğin sebebi ise siyasal iletişim alanında Amerikanvari kampanyaların başat bir rol oynamasıdır (Tunca ve Koldaş, 2019). Belirtildiği gibi siyasal iletişimin amacı, siyasi mesajı gönderen kaynağın önceden belirlemiş olduğu hedef kitle üzerinde iktidar elde etmek veya mevcut iktidarını güçlendirmek adına bir takım iletişim taktikleri uygulayarak hedeflenen ikna amacını elde etmektir. 1960 öncesi dönem medyanın teknolojiyle paralel olarak yeteri kadar gelişemediği ve insan hayatına, tam anlamıyla entegre olamadığı bir dönemdir. Bu sebeple, siyasi partiler mesajlarını kitlelere miting ve afişler yolu ile iletmek durumunda kalmışlardır. 1990 sonrası dönem, siyasal iletişim kampanya süreçlerinin çok hızlı değişim ve dönüşüme girdiği bir dönemdir. Hızla gelişen teknoloji doğrultusunda insan hayatına her geçen gün daha fazla entegre olan kitle iletişim araçları ve medya kavramı bu değişim ve dönüşümün temel nedenidir.

Siyasal iletişim süreçlerinde mesaj iletimi sürecin en önemli noktalarından biridir. İknaya yönelik bir süreç olan siyasal iletişim kampanyalarında, mesajlar bu doğrultuda çeşitli mesaj stratejileri kullanarak hedef kitleye iletilir. Bunlardan birkaçı şu şekildedir: Korku çekiciliği, kapı aralama ve mesaj tekrarı. Siyasal aktörler, belli bir amaç doğrultusunda korkuyu kitle iletişim araçları yolu ile kitlelere ileterek hedeflenen iknayı elde etmek için korku çekiciliği yöntemini kullanırlar. Teknikteki temel amaç kitlenin, siyasi aktörlerin ya da partinin istediği yönde hareket etmemesi durumunda ortaya çıkacak olumsuz sonuçların vurgulanması bunun sonucunda kitle üzerinde korku duygusu oluşturup istenilen yönde davranışa yönlendirmektir (Mazıcı, 2018). Buna örnek olarak, rakip partinin seçimi kazanması halinde ülkenin bütünlüğünün bozacağı ve ülkede kaos ortamının hâkim olacağı şeklinde konu başlıklarını medya aracılığı ile gündeme getirmek verilebilir (Ayhan, 2020). İknanın gerçekleşmesinin ardından kaybedilecek değerlerin anlatılması, kazanılacak değerlerin anlatılmasından daha önemlidir. İnsanlar bir şeyi kazanma düşüncesinden çok, bir şeyi kaybetme düşüncesi ile daha fazla motive olmaktadır. İkna süreçlerinde kaybedilecek olanın insanlara aktarımı ikna sürecinin başarılı olması açısından çok daha etkilidir (Cialdini, 2003). Belirtilmelidir ki “korku çekiciliği stratejisi” uygulanırken seçmene iletilecek mesajın korku yoğunluğuna dikkat edilmelidir çünkü korkunun düzeyi çok büyük veya çok küçükse bireyler kaçınma yoluna gidebilir. Bu noktada korku eşiği stratejisi için Türk siyasal hayatı içerisinden, Adalet Partisi’nin komünizm karşıtlığı oluşturma amacı ile yürüttüğü çalışmalar örnek olarak gösterilebilir. Bir diğer strateji ise “mesaj tekrarı stratejisi”idir. İnsanlar yinelenen iletilere inanma eğilimindedir ve aynı mesajın sık sık tekrarlanması ise bu kavramın önemli noktasıdır. Mesaj, belli aralıklarla kitleyi sıkmayacak şekilde ulaştırılmalı ve yine belirtildiği gibi mesaj kitlenin her fırsatta ve olabilecek her yönden karşısına çıkartılmalı ancak tekrar belirtilmeli ki kitlenin sıkılıp mesajı göz ardı etme noktası önemli ve üzerinde durulması gereken bir noktadır. Bir diğer mesaj iletim stratejisi ise “kapı aralama tekniği”idir. Bu teknikte dikkat çeken nokta, kavramın öncelikli olarak davranış temelli olmasıdır. Kapı aralama tekniği siyasal açıdan bakıldığında herhangi bir konuda küçük bir adım atan seçmenin diğer konularda da olumlu olacağına olan inançtır (Çobanoğlu, 2007). Bu nedenle, siyasi aktörler seçmenlerden öncelikle görece daha küçük şeyler istemekte ve partiye yönelik sempati oluşturmayı amaçlamakta ardından tutum değişikliği ile istediği davranışı elde edebilmektedir (Kalender, 2000). Örneğin partinin seminer, konferans, miting gibi faaliyetlerine katılan seçmenin oy vereceği düşünülür.

İknaya yönelik mesaj stratejilerinin temeli ise Aristoteles’in Retorik eseri çevresinde ele alınmaktadır. Retorik en geniş anlamıyla etkili ve güzel konuşma sanatıdır ancak en önemli nokta retoriğin inandırma yetisiyle ilişkili bir kavram oluşudur. Retorik siyaset ile uğraşanların belirli bir grubu ve toplumu ikna etme yeteneğine vurguda bulunmaktadır (Aziz, 2007). İkna ve mesaj stratejileri konusunda belirtilmesi gereken bir diğer nokta ise siyasal iletişim sürecini başlatan ve hedeflediği iknayı gerçekleştirmek için çalışmalar yapan siyasi aktörün kendi ideolojisini bu stratejiler üzerinden kitleye ulaştırmasıdır. Örneğin, muhafazakâr ideolojiye sahip bir siyasi aktör toplumda radikal değişim ve dönüşümden veya aile yapısının bozulmasından rahatsızlık duyacaktır. Bu doğrultuda, “korku eşiği stratejisini” buna uygun bir şekilde kurgulayıp medya üzerinden seçmenlere sunabilecektir.

4. Demokrat Parti İdeolojisi

Türkiye demokrasi tarihi açısından Demokrat Parti (DP) çok önemli bir noktadır. Parti 7 Ocak 1946’da kurulmuştur ve 7 Mayıs 1950 seçimlerinde ise 27 yıllık tek parti dönemini sona erdirerek tek başına iktidar olmuştur. Bu noktada denilebilir ki partinin iktidara gelmesi açısından birçok farklı sebep bulunmaktadır. Demokrat Parti’nin uygulamış olduğu popülist söylem ise Parti’yi tek başına iktidara taşıyan önemli nedenlerden biridir. CHP’nin tek parti dönemi boyunca sürdürmüş olduğu elitist siyaset sonucu halk ve yöneticilerin arası açılmıştır. Bu durumdan rahatsızlık duyan halk, DP yöneticilerinin halktan gelme ve halka karışma gibi iddia ve davranışları sonucu seçimlerde Demokrat Parti’yi tercih etmiştir. Bir noktada denilebilir ki Demokrat Parti aslında kuruluşundan itibaren ideolojisini net çizgilerle belirlememiştir. Bu noktada DP CHP’nin içerisinden çıkarak kurulan bir partidir ve bu doğrultuda temel olarak parti ideolojilerinde benzerlikler mevcuttur. DP’nin CHP’ye göre daha sağ bir tutumu olduğunu belirtmek bu noktada önemlidir. Demokrat Partiyi bir bakıma din, gelenek ve Osmanlı tarihine verdiği önem açısından geleneksel-muhafazakâr bir düzleme yerleştirmek yine yanlış olmayacaktır (Türkgöz, 2011). Dinin siyasal alanda kullanımının öncüsü olan Demokrat Parti aslında bir açıdan Türk siyasal hayatında İslam’ın merkezi bir yere sahip olması iddiasıyla siyaset yapan Refah Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi ve Fazilet Partisi gibi partileri katmıştır diyebiliriz.

Demokrat Parti siyasi görüşünde, toplumsal yaşamda dine duyarlı bir toplum, ekonomik yaşamda ise liberalizm konularına dikkat çekmekteydi Anadolu’da 1950’li yıllarda mevcut bulunan halkı muhafazakâr olarak tanımlamak yanlış olacaktır. Anadolu’da o yıllarda geleneksel bir din anlayışından beslenen Müslümanlığın var olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. Tıpkı Kurtuluş Savaşı’nda savaşan halkın hilafete ve padişaha bağlı oluşu ve cumhuriyeti kurmak gibi bir amaç taşımaması gibi o günkü halk da Kemalist modernleşmeye karşı muhafazakâr modernleşmeyi tercih ettiğinden dolayı DP’ye oy vermiş değildi halk yalnızca CHP’den ve tek parti rejiminden kurtulmak istiyordu (Aydın, 2016). Demokrat Parti kurucularından Celal Bayar,“III. Selim’den bu yana tüm yenilik hareketleri tepeden tabana, yukarıdan aşağıya yapılmıştır. Biz ise milletimiz olgunlaştığı ve kendisini yönetebileceği için devleti aşağıdan yukarıya işleten bir parti olacağız” demiştir. Bu noktada az önce belirtilen partinin popülist söylemlerinin olduğu noktasına tekrar dikkat çekmek doğru olacaktır. Bunun nedeni ise DP liderlerinin, popülist sayılabilecek söylevleriyle halkın gözünde Demokrat Parti’nin aşağıdan yukarıya yönetilen demokratik bir parti olduğu algısını yaratma amacı vardır. Bu konuda dikkat çeken nokta ise DP kurucularının halkın içinden değil de eleştirdikleri CHP’nin bakan, milletvekili ve bürokrat kadrolarından olmalarıdır.

Kurtuluş Savaşı yıllarında demokrasi kavramı dünyada başat bir konuma yerleşmekte olan Demokrat Parti, demokrasi kavramını partiyle ilişkilendirmiş ve bunun pazarlamasını yapmıştır. Partinin önde gelen isimleri, düzenlenen miting ve halk buluşmalarında sürekli demokrasiye verdikleri önemi belirtmiş. Bu doğrultuda 1950-1960 döneminde Demokrat Partinin demokrasi anlayışını ele alabilmek adına, Adnan Menderes’in demokrasi hakkındaki bir ifadesine yer vermek doğru olacaktır. Menderes (petrol kanunun görüşülmesi sırasında CHP adına radyoda cevap verme hakkı isteyen Fatih Ahmet Barutçu’ya); “Biz at koşturmuyoruz. Buraya mikrofon koyalım bütün millet dinlesin karar versin diyor, buna imkân yok. Millet maddeten her meselede karar veremez. Böyle olsa idi meclise lüzum kalmazdı. Millet dört seneliğine karar verir”, “Halk seçme hakkına sahiptir ama yönetme hakkına sahip değildir” demiştir (Çizmeli, 2010). Bu noktada Menderes’in konuşması üzerinden yola çıkarak, Parti’nin pazarladığı demokrasi kavramının aslında biçimsel bir demokrasi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Biçimsel demokrasi kavramında ise, muhafazakâr ideolojinin izlerinin var olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır çünkü muhafazakâr ideoloji toplumdan bağımsız bireyi tek başına tanımlamak istemez bunun sebebi bireyi yapısı gereği eksik olarak görmesidir. Birey ancak toplum içerisinde mantık ve akıl sahibi olabilir. Bu noktada ,biçimsel demokrasi kavramında da yönetenler halkı bireyler yığını olarak görür, birey tek başına işlevsizdir. Buna ek olarak, demokrasi sadece oy vermek olarak algılanır ve bireyler siyasete karışmamalı bir diğer deyişle seçim dönemlerinde siyaset sahnesine çıkıp daha sonra yönetici sınıfını rahatsız etmemelidir.

4.1. 1950-1960 Arası Siyasal İletişim Süreçleri ve Sosyal Politikalar

Siyasal iletişim kavramını tek bir çerçeveye sığdırarak kavramı salt seçim süreçleriyle sınırlamak pek doğru bir yaklaşım olmayacaktır çünkü siyasal iletişim kavramı toplumsal yaşamın büyük bir kısmını kapsar (Erdoğan,1997). Kılıçaslan (1998), siyasal iletişimi tek başına seçim odaklı bir iletişim olmaktan ziyade siyasal kampanya, seçim dönemi ve seçim dışı zaman olarak ele almanın önemini belirtmektedir. II. Dünya Savaşı’nın ardından Dünya siyaseti, genel oy ilkesi ve demokrasi kavramları öncülüğünde değişime uğramıştır. Bu değişimin sonucunda ise siyasi aktörlerin amacı toplumsal rızayı sürdürmek olmuştur. Rıza kavramının toplumsal alanda sürdürülmesi noktasında siyasal iletişim kavramının önemi büyüktür. Belirtilmelidir ki siyasal iletişim süreçlerine salt seçim dönemine kadar oluşan 4-5 aylık bir süreç olarak bakmak ve bu süreç sonucunda partinin başarı elde edeceği kanısına varmak oldukça yanlış olacaktır. Siyasal iletişim bir süreçtir ve bu sürecin toplumsal ve siyasal hayatta yansımaları vardır. İktidar olmayı elde eden siyasi aktörler, siyasi alanın dışı olan toplumsal hayatta da siyasal iletişim uygulamaları ile elde ettikleri rızayı sürdürmeye ve parti ideolojisini toplumsal hayatta benimsetmeye çalışırlar.

4.1.1 Demokrat Parti’nin Milli Eğitim Politikaları

DP, 1950 seçimleri ile iktidara geldikten sonra siyasi ve sosyal ve ekonomi konularında farklı görüşler ortaya koymuştur. Bu dönemde eğitim alanında yapılan en önemli gelişme ise imam hatip okullarının ülke genelinde açılmasının sağlanmış olmasıdır (Taşöven, 2013). DP Dönemi’nde eğitim politikalarında gerçekleşen bir diğer gelişme ise köy enstitü ve halkevlerinin kapatılmasıdır. Din dersleri noktasında ise DP, CHP döneminde öğrencinin isteğine bağlı olan seçilen din derslerini Ekim 1950 tarihinde çıkardığı bir karar ile 4. ve 5. sınıflara zorunlu hale getirmiştir. Daha önce ki kısımlarda da belirtildiği gibi DP, uygulamış olduğu sosyal politikalar aracılığı ile manevi değerleri ön planda tutma amacı taşımaktadır. Parti ve hükümet programında, din ve devlet işlerinin dünya işlerinden ayrı tutulması gerektiği konusu vurgulansa dahi Arapça ezan yasağının kaldırılması, din üzerindeki bazı kısıtlamaların kaldırılması savunusu gibi söylemler gerici kesimleri cesaretlendirmiş ve bu kesim devrimlere saldırmaya başlamıştır (Torun, 2006). Demokrat Parti milli değerlerin yanı sıra manevi değerlere de önem vermiştir ve parti içerisinde geçmişe sahip çıkma savunusunu da bulundurmuştur. Bu doğrultuda parti, ideolojisinin getirilerini sosyal politikalarda da uygulayarak meşruiyetini arttırma amacı taşımıştır.

 

4.2. Demokrat Parti’nin 1950 Seçimleri Kampanyası

Türkiye geniş kapsamlı ilk siyasal iletişim kampanyası ile 1950 seçimlerinde tanışır. İletişim araçlarının günümüzdeki kadar çeşitli olmaması ve televizyon yayınının bulunmaması gibi nedenlerle bu dönemde daha çok düzenlenen mitingler ve parti afişleri seçmen ile iletişim kurmak için kullanılmıştır. 1950 dönemi seçimlerinde Demokrat Parti’nin seçim kampanyası temelde iki eleştiri üzerine kurulmuştur. Bu eleştirilerden ilki, tek parti döneminde toplumsal hayatta var olan dini baskı eleştirisidir. DP din özgürlüğünü güvence altına alacağına dair topluma söz vermiştir. Bir diğer eleştiri ise, ekonomi üzerindeki ezici devlet denetimine ilişkin olmuştur DP, ekonomide devlet müdahalesini azaltacağını topluma vaat etmiştir (Turan, 2004). Parti 1950 seçimlerini,

“Yeter! Söz milletindir” sloganını temel alarak yürütmüştür. Sloganın yer aldığı kararlı bir şekilde dur işareti yapan sağ el ise partinin dönemin siyasal hayatında başat parti olan CHP’nin görece sağında bir ideolojik duruşu olduğunu kampanya afişine de yansıtmıştır. Bu slogandaki özgürlük talebi ve vaadi kitlelerin beklentileriyle örtüşürken, aynı zamanda slogan sahiplerine de özgürlükçü ve demokrat bir imaj yüklemekteydi. Afişin üzerinde bulunan ve kampanyayı ön plana çıkartan, “Yeter! Söz milletindir” sloganı ise dönemin Anadolu halkının okuma-yazma seviyesi düşünülerek kısa ve anlaşılır olacak şekilde tasarlanmıştır. Kısa ve anlaşılır bir kampanya sloganı tasarlamak günümüzde de önemini korumaktadır. Siyasal kampanya afişleri kısa olmalı ve seçmeni sıkmadan tek bakışta vermek istediği mesajı vermelidir. Demokrat Parti’nin seçim kampanyasında sıklıkla altını çizdiği bir nokta ise milli egemenlik kavramıdır. Bu noktada parti millet kavramı üzerinde sıklıkla durmuştur. Halk ve millet ayrımında halk, o günkü toplumda yaşayan kitleleri temsil ederken, millet hem geçmiş hem geleceği temsil ederek daha uhrevi bir anlam taşımaktadır. Millet kavramının geçmişi temsil etmesi ve Demokrat Parti’nin geçmişe sahip çıkar bir imaj çizmesi ise Parti’nin muhafazakar ideolojiyi içerisinde barındırdığı noktasının doğruluğunu kanıtlar niteliktedir.

Resim 1. Demokrat Parti 1950 seçim afişi

Belirtilmesi gereken bir diğer nokta ise 1950 Seçimlerinden sonra Demokrat Parti’nin önde gelen isimlerinden olan Adnan Menderes, CHP’yi ve İsmet İnönü’yü Samsun’da düzenlenen Parti mitinginde eleştirirken şu cümleleri kullanmıştır: “Biz sizi harbe sokmadık, harp çok korkunç bir şey idi, onu başaramazdık’ gibi devamlı sözlerle bozguncu bir ruh yaydılar. Milleti harpten korkutmaya kalktılar. Benim işaret ettiğim işte bu idi. Halbuki sulhun de harbin de hayırlısı olabilir, cenabı hak bu millet için hayırlısı ne ise onu versin. Hangisi bu milletin hayrına ise biz onun peşindeyiz” (Çizmeli, 2010). Menderes’in bu cümleleri sonucu geniş halk kitleleri arasında harbe girmeyerek halkın erkekliğini öldürdüler suçlaması yayılmıştır. Menderes vermek istediği mesajı kitleye başarılı bir şekilde ulaştırmıştır. Bu noktada, Adnan Menderes’in konuşmasında savaş ve barış gibi iki siyasi olguyu dini bir kaynağa dayandırması ise halka Osmanlı padişahlarını anımsatmıştır. Savaş kavramı ve toplumun erkekliği noktası ise muhafazakâr ideoloji ekseninden açıklanacak olursa denilebilir ki muhafazakâr ideoloji toplum içerisindeki cinsiyet ayrımlarını doğal görür. Cinslere farklı roller biçer, kadın için belirlenen aile ve evin içidir, erkek ise daha çok savaş gibi kavramlarla ilişkilendirilir.

Belirtildiği gibi siyasal iletişim süreçleri sadece seçim kampanyalarından oluşmamaktadır. Siyasi aktör veya partiler mevcut iktidarlarını koruyabilmek veya iktidar elde etmek için sahip oldukları ideolojiyi topluma kabul ettirme amacı taşırlar. Yine parti ideolojisi bu noktada toplumsal ve siyasal hayatı düzenleme amacı taşımaktadır. Demokrat Parti içerisindeki muhafazakâr ideolojinin izlerini Parti’nin düzenlemiş olduğu veya seçim kampanyalarında vaat ettiği sosyal politikalarda da görmek mümkündür.

Sonuç

14 Mayıs 1950 seçimleri ile iktidara gelen ve Türkiye’deki 27 yıllık tek parti dönemini resmi anlamda sonlandıran Demokrat Parti’nin Türk siyasal hayatına birçok katkısı olmuştur. Siyasal iletişim açısından, mitingler düzenleyip seçmenle birebir ilişki kurması, hedef kitle analizinde başarılı olması sonucunda Demokrat Parti halkın ihtiyaç ve isteklerine uygun vaatler sunup halk üzerinde olumlu bir etki yaratmayı başarmıştır. Bu gibi uygulamalarıyla ise kendisinden sonraki partileri de etkileyerek siyasal iletişim alanında Türkiye’de bir temel oluşturmuştur. Muhafazakâr ideoloji Demokrat Parti tüzüğünde kendisini açıkça belli etmese de parti, politikaları ve kampanyaları ile vermek istediği muhafazakar ideolojik mesajları kitleye iletmiştir. Böylece muhafazakârlık konusunda Türkiye için farklı bir dönem başlamıştır.

Çağla GÜNAY

Türk Siyasal Hayatı Staj Programı

 

Kaynakça

Akkaş, H. H. (2001). Türk Modernleşme Tarihinde Muhafazakar Siyasi Düşünce, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 3(2).

Aydın, F. (2016). Muhafazakârlık ve Demokrat Parti’nin 1950-1954 Dönemi Muhafazakâr Politikaları. (Yüksek Lisans Tezi) Aydın: Adnan Menderes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Ayhan, N. (2020). Post-Sovyet Döneminde Rusya Siyasetinin İletişim Odağı: “Vladimir Putin İle Direkt Hat” Tv Program Örneği. Z. Avşar., M, Şahin., S. Ökten ve M. P. Veske (Ed.), Siyasal İletişim (1.Baskı) içinde (s. 291-327). Ankara: Kopernik kitap

Aziz, A. (2007). Siyasal İletişim, Ankara: Nobel Yayınları.

Benhür, Ç . (2007). 14 Mayıs 1950 Genel Seçimlerinde CHP ve DP’nin Seçim Kampanyalarının Ana Hatları. Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 0(17), 61-75 .

Cialdini, R. B. (2003). İknanın psikolojisi. (Çev. F. Yalım), İstanbul: Mediacat Yayınları.

Dursun, D. (2004). Muhafazakarlık ve Türk Muhafazakarlığının Sorun Alanları, Uluslararası Muhafazakarlık ve Demokrasi Sempozyumu, 177-197. İstanbul: Ak Parti Yayınları

Ergil, D. (2015). Muhafazakâr Düşüncenin Temelleri. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 41(1) .

Göze, A. (2013). Siyasal düşünceler ve yönetimler. (14.baskı). İstanbul: Beta.

Gündoğan, A. O. (2007), Bergson, Fikrin Mimarları Serisi – 10, İstanbul: Say Yayınları.

İrem, N. (2002). Cumhuriyetçi Muhafazakarlık, Seferber Edici Modernlik ve Diğer Batı Düşüncesi. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 57(02), Doi: 10.1501/SBFder_0000001746

Lilleker, D. G. (2013). Siyasal İletişim: Temel Kavramlar. İstanbul: Kaknüs Yayınları

Livan, F., (2019). Türk Siyasal Düşüncesinde Modernleşme ve Bergsonculuk: Anti mi Alternatif mi ?. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi. Doi:10.33630/ausbf.749951

Şengül, M. (2010). Türkiye’de Siyasal İletişim: 22 Temmuz 2007 Seçimlerinde AKP Örneği. Ankara: Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. 

Mazıcı E. T., Çakı C. (2018). Adolf Hitler’in Korku Çekiciliği Bağlamında Kamu Spotu Reklamlarında Kullanımı. Erciyes İletişim Dergisi, 5(3), 290 – 306.

Mutlu, E. (1998). İletişim Sözlüğü. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.

Özer, M . (2015). Siyasal İletişimin Etkinliğinde Algılama Yönetiminin Rolü. Hak İş Uluslararası Emek ve Toplum Dergisi, 3(7), 166-197 .

Perloff, M. R. (1998). Political Communication: Politics, Press And Public in America. New York: Routledge.

Torun Çelik, E. (2006). II. Dünya Savaşı Sonrası Türkiye’de Kültürel Değişimler, Antalya: Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları.

Tunca E. A, Koldaş N. A. (2019). İletişim Perspektifinden Siyasal İletişim ve Seçim Kampanyaları. İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 8(4), 2785 – 2809.

Turan, A. E. (2004). Türkiye’de seçmen davranışı önceki kırılmalar ve 2002 seçimi. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Yıldız, Y. (2013). Mustafa Şekip Tunç’un Türk Muhafazakar Düşüncesine Etkisi. Muhafazakar Düşünce Dergisi, 10(38), 127-159.

Taşöven, Z. (2013). Demokrat Parti Dönemi Eğitim Anlayışı (1950-1960). (Yüksek Lisans Tezi) Aydın: Adnan Menderes Üniversitesi.

Haftanın Öne Çıkanları

0

PAŞİNYAN’IN SEÇİM ZAFERİ (21.06.2021)

Ermenistan’da sandıktan sonuç çıktı. Paşinyan’ın Sivil Sözleşme Partisi, oyların yüzde 53,92’sini alarak birinci oldu. Onu yüzde 21,1 oy oranıyla eski Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan’ın liderliğini yürüttüğü Ermenistan İttifakı takip etti. Eski Cumhurbaşkanı ve Başbakan Serj Sarkisyan’ın desteklediği Onurum Var İttifakı ise yüzde 5,23 oy ile barajı aşarak parlamentoya girdi.

Parşinyan, oyların yüzde 54’ünü alamadığı için hükümeti tek başına kuramadı. Yine de Koçaryan’ın partisi Ermenistan İttifakı seçim sonuçlarını henüz tanımayacaklarını bildirdi. Parti, yazılı açıklamasında: “Muhalefetin kalabalık mitingleri ve iktidarın az kişiyle yapılan etkinlikleri tamamen farklı duygulara işaret ediyor. Sandık merkezlerinden organize ve planlı sahtekârlıklara işaret eden yüzlerce sinyal ise güven eksikliğinin başlıca işaretidir.” dedi.

Paşinyan ise oy sayımı yapılırken “tüm sağlıklı siyasi güçler” ile müzakerelere başlayacaklarını söyleyerek, “Onların da halkın bütünleşmesine ve sosyal potansiyelin ulaşılmasına yönelik fikirlerini anlamaya hazırız.” dedi.

İleri sürülen iddiaların ardından Ermenistan Seçim Komisyonu Başkanı Tigran Mukuçyan, başkent Erivan’da seçim sonuçlarına yönelik açıklama yaptı. Mukuçyan, “Toplam seçmenin yüzde 49,4’ü yani 1 milyon 282 bin 411 kişi oy kullandı.” diyerek resmi sonuçların seçimden tam 7 gün sonra açıklanacağını belirtti.

Yüzde 54 oy oranına ulaşamayan Paşinyan’ın partisinin hükümeti tek başına kurup kuramayacağı soruldu. Mukuçyan, yayınlanan verilere göre Sivil Sözleşme Partisi’nin hükümeti tek başına kurabileceği yanıtını verdi. Nitekim Ermenistan seçim yasasına göre barajı geçmeyi başaramayıp parlamentoya giremeyen partilerin oyları parlamentoya giren partilere dağıtılıyor.

 

Kaynak: AA, Sputnik

 

İRAN’DA SANDIK REFORMİSTLERE AĞIR KAYIP YAŞATTI (22.06.2021)

18 Haziran’da İran halkı, Cumhurbaşkanlığı seçimi için sandığa gitti. Toplam 28 milyon 600 bin oydan muhafazakâr aday Reisi 17 milyon 800 bin, muhafazakâr aday Muhsin Rızai 3 milyon 300 bin, reformist aday Abdunnasır Himmeti 2 milyon 400 bin ve bir diğer muhafazakâr aday Emir Hüseyin Kadızade Haşimi de 1 milyon oy aldı. Bu sayede Reisi ilk turda 50+1 oranını oyların yüzde 62’siyle geçti, 8. Cumhurbaşkanı oldu.

Öte yandan Reisi’nin seçimi kazanması reformistleri ağır yenilgiye uğrattı. İran’da, reformist siyasilerin daha fazla demokrasi, özgürlük, sosyal hak ve dünya ile diyalog söylemlerinin halkta karşılık bulmadığı görüldü. 18 Haziran seçiminde reformistlerin gözde adayı Abdunnasır Himmeti yalnızca 2 milyon 427 bin oy alarak yüzde 8’de kaldı. Böylece reformistlerin oyları 4 yılda yüzde 57’den yüzde 8’e düşmüş oldu.

Eski dönemlerde Cumhurbaşkanlığı yapmış ve İran’da ciddi reformlara imza atmış reformist Muhammed Hatemi başta olmak üzere geniş bir kesimin ilgisini kazanan Himmeti, seçimde yeterli çoğunluğu elde edemedi.

Uzmanlar, sandıktan çıkan oy oranının reformist seçmen ve siyasetçiler arasındaki fikir ayrılıklarından kaynaklandığını söylüyor. Bu fikir ayrılıkları da reformist seçmenin sandığa olan güvenini azaltıyor. Fakat reformist siyasetçiler de muhafazakârların güçlenmesini önlemek için seçmeni sandıktan umudu kesmemeye davet ediyor.

Şubat 2020’de yapılan Meclis seçimlerinde de muhafazakârlar oyların yüzde 90’ından fazlasını alarak Meclis’te ezici bir çoğunluğa sahip olmuştu. Reformistlerin oy oranı ise yüzde 42’de kalmıştı.

 

Kaynak: AA

 

Hazırlayan: Gizem GÜVEN – TUİÇ Akademi İçerik Editörü

 

Machiavelli’nin Ahlak Anlayışı ve İnsan Doğası Üzerine Yaklaşımlarının Realist Teori Bağlamında İncelenmesi

Özet

Bu makalede, Uluslararası İlişkiler disiplinindeki realist teori çerçevesinde Niccolo Machiavelli’nin Prens kitabında ele aldığı insan doğası ve erdem anlayışları incelenmiştir. Machiavelli’nin bir yöneticiye nasihat şeklinde yazdığı Prens eserindeki realist yaklaşımların günümüzdeki realist teoriyi ne şekilde etkilediğine dair kavramsal analizler yapılmıştır. Çalışmada ilk olarak realist teorinin ortaya çıkışı ve realist teorinin temel unsurları anlatılmıştır. Realizmin önde gelen isimlerinden olan Machiavelli’nin yaşadığı dönemdeki İtalya incelenerek, Machiavelli’nin Prens kitabındaki “insan doğası” ve “erdem” kavramlarına yaklaşımının nasıl oluştuğu analiz edilmeye çalışılmıştır. Sonuç kısmında ise bulgular, anlatıcının yorumuyla birleştirilmiş ve genel bir değerlendirmeye varılmıştır.

Anahtar Sözcükler: Machiavelli, Prens, Erdem, İnsan Doğası, Realizm.

Abstract

In this article, in the context of realist theory within the discipline of international relations, Niccolo Machiavelli’s book Prince examines the understandings of human nature and virtue. In Machiavelli’s Prince, written in the form of advice to a ruler, conceptual analyses have been made of how realist approaches affect modern realist theory. The study first described the emergence of realist theory and its essential elements. With studying Italy in the period in which Machiavelli lived, in which he was one of the leading figures of the realism, narrator analyzed how Machiavelli’s approach to the concepts of “human nature” and “virtue” was formed. The results are combined with the narrator’s interpretation in the conclusion section, and an overall evaluation has been reached.

Keywords: Machiavelli, Prince, Virtue, Human Nature, Realism.

1.Giriş

Tarihte zamanla ulus devletlerin oluşmaya başlaması ile, ulus devletlerin birbirleriyle temas halinde oldukları bir arena da oluşmaya başlamıştır. Uluslararası ilişkiler bu şekilde gelişim göstermiş ve teoriler bu şekilde ortaya çıkmıştır. Teorilerin amacı devletler arasındaki karşılıklı politik etkileşim kalıplarını bulmak ve onları analiz etmektir. Bu bağlamda, en çok ilgi gören ve destekçi toplayan teori olarak realizmi ele alabiliriz. Realizm, insanın doğasının kusurlu olduğunu savunan “güç” kavramını en nihai amaç olarak gören kuramdır. Bu teorinin önde gelen isimlerinin eserlerinde altını çizdikleri bazı noktalar, realizmin yapı taşlarını oluşturur. Önemli düşünürlerden birisi olan Nicollo Machiavelli, realist düşünceye yön vermiş ve teorinin ilkelerinin şekillenmesine katkısı olan birisidir.

Niccolo Machiavelli, İtalyan Rönesans hareketinin en önemli figürlerinden olmasının yanı sıra politika biliminin kurucusu sayılmaktadır. 3 Mayıs 1469’da Floransa’da dünyaya gelen düşünür, aynı zamanda devlet adamı, diplomat, askeri stratejist ve yazardır. Machiavelli, uzun süren siyasi yaşantısının ardından o dönemdeki stabil olmayan devlet işleri nedeniyle değişen yönetici sınıf yüzünden görevden alınmıştı ve sürgün edilmişti. Floransa’nın önde gelen ailesi olan Medici’ler yönetimi ele aldıktan sonra, Machiavelli Floransa’dan uzak bir kasabada yaşamını sürdürürken, Lorenzo de Medici’ye ithafen Prens kitabını yazmıştır. Bu başyapıtta siyasette devletin belirleyici olması gerektiğini öne süren yaklaşımı sayesinde realist yaklaşımın kurucularından sayılmıştır. Realist bir bakış açısına sahip Prens kitabında Machiavelli insan doğası ve ahlak konularını da ele almıştır ve bu yüzden birçok insan tarafından tepki görmüştür. İleri sürdüğü yaklaşımlar, etik görülmemekle beraber belirli bir süre İtalya’da Machiavelli kitapları yasaklanmıştır.

Tarihte yaşanan olaylar ve savaşlar ışığında yazılan Prens kitabı, İtalya’nın birliğe ulaşma arzusundan ötürü yola çıkılarak kaleme alınmıştır. Amaç için her yol mübah gören bir tutum sergileyen Machiavelli, insan doğasını ve ahlak kavramlarını farklı bir bakış açısıyla analiz etmiştir. Machiavelli, sırf gücü kazanmak ve korumak adına ahlaksız davranışların olumlu olmasını savunduğu için ahlaksız olarak nitelendirilmesi, günümüzdeki realist kuramın savunucularını bu yönde mi etkilemiştir? Ahlak kavramının, değişkenlere bağlı olduğunu savunan Machiavelli’nin ahlak anlayışının fikirlerini ne yönde etkilediği ve hangi şartlar altında oluştuğu ciddi bir inceleme konusudur. 

2. Realizmin Ortaya Çıkışı

Uluslararası ilişkiler disiplininde devlet merkezli ve güce odaklı bir teori olan Realizmin ortaya çıkışı, ABD’de birçok akademisyen tarafından 1648 yılında yapılan Vestfalya Barış Antlaşması’na dayanmaktadır (Düzgün, 2020 s.258). Her ne kadar antlaşma realizmin başlangıcı olarak Kabul edilse de uluslararası ilişkilerin temel teorilerinden birisi olan realizmin etkileri daha eski zamanlarda da görülmektedir. Thucydides, Nicollo Machiavelli, Thomas Hobbes, Kenneth Waltz ve Hans Morgenthau gibi düşünürler akademide realizmin kurucuları olarak geçmektedir (Ateş, 2009 s.12).

Birinci Dünya Savaşının sona ermesinin ardından bıraktığı umutlar 1930’ların sonuna doğru büyük bir karamsarlığa dönüşmüştü çünkü dünya siyasetinin karmaşık bir hal almasına neden olan diktatörlüklerin egemen olduğu faşizm boy göstermişti. O dönemlerde genel anlamda askeri güç ve silahlanma yarışının kazanan bloğu olarak adlandırılmak ‘güç’ kavramı ile tanımlanıyordu ve ulus-devletlerin arasındaki tek mutlaklık olarak bu kavram ön plana çıkmaktaydı (Aydın, 2004 s.35). Durum böyle olunca İkinci Dünya Savaşı gecikmeden dünya üstünde geniş bir alana yayıldı. Realizm temellere dayanan bu iki dünya savaşı arasında çıkan teori idealizme bir tepki olarak o yıllarda ortaya çıkmıştır. Uluslararası ilişkiler çalışmalarında realizm teorisinin anlaşılması Hans Morgenthau, Edward Hallett Carr, Machiavelli ve Hobbes gibi düşünürlerin fikirleri ile anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu yazarlar, ulusal çıkar, iç ve dış güvenlik ayrımları, güç ve güç dengesi gibi konuların, kavramların ve sınıflandırmaların babaları olmuştur. Uluslararası ilişkilerin doğuşundan sonra beliren yeni siyaset anlayışının temsilcisi ve realist yaklaşımın klasik öncüsü olan Thomas Hobbes, realist Uluslararası İlişkiler yaklaşımın kurucusu kabul edilen Hans J. Morgenthau ve neo-realizmin önemli temsilcisi Kenneth Waltz’ın görüşleri önem kazanmıştır (Ateş, 2013 s.63).

Realistler gerçekten ne olduğuyla ilgilenirler ve idealistleri ütopik bir bakış açısına sahip olmakla suçlarlar, realistlere göre idealistler ne olması gerektiğiyle ilgilendikleri için dünyayı anlamakta yetersiz kalıyorlar (Bell, 2017 s.3). Modern realizmin önde gelenlerinden olan Hans Morgenthau, uluslararası politikadaki iktidar mücadelesinin tanımını şu şekilde yapmıştır: “Ulusal çıkarlara dayanan nesnel ve evrensel kurallarla yönetilmesi” (Feng & Ruizhuang, 2006 s.109). Klasik realizmin kurucu babaları sayılan Thucydides, Machiavelli ve Hobbes’a göre gücün elde edilmesi ve kullanımı siyasi faaliyetin temel uğraşısıdır. Bu sebepten ötürü, uluslararası politika içindeki her şey güç ile elde edilir ve bu durum “güç politikası” olarak tanımlanır: Devletin çıkarlarının korunması için uluslararası rekabet, çatışma ve savaşın daimî olarak kendini tekrar ettiği bir arena (Aydın, 1996 s.89).

3. Realizm Teorisinde Öne Çıkan Unsurlar

Realizmin uluslararası ilişkilerde politikayı, ulusun çıkarları doğrultusunda ve gücü elde etmeye yönelik olmakla beraber gücü elde tutmaya dayanır. Ulusal güç kavramının merkezi bir önemi olan realist yaklaşımda, devletin kapasitesi ile askeri güç unsurlarını birleştirmeye çalışsa da askeri güç olmayan diğer unsurların da güç üzerinde etkisi olduğu öne sürülüyor (Arı, 2016 s.3). Uluslararası arenanın anarşik olduğuna inanan realistlere göre bu anarşik düzen içerisinde kendi varlığını korumak isteyen devlet için güç her şeyden önemlidir (Aydın, 2004 s.38). Morgenthau’ya göre, Realizm’in 6 önemli prensibi vardır (Feng & Ruizhuang, 2006 s.109). Ayrıca diğer realist teorisyenleri, düşünürleri ve savunucuları da bu prensipleri kabul eder.

“1. Uluslararası politika evrensel ve nesnel kurallarla yönetilir. Bu kuralların kaynağı insan doğasıdır. Realistlere göre, insan doğası İdealist veya Liberallerin söylediği kadar iyi değildir. Aksine, insanlar bencildir ve çıkarlarını takip eden varlıklardır.

  1. Ulusal çıkarlar güç bakış açısıyla tanımlanmalıdır. Devletlerin amacı güçlerini artırmaktır. Bu yüzden eylemleri bu bağlamda değerlendirilmelidir.
  2. İktidar açısından, çıkarlar sabittir ve değişmez, ancak çıkarın içeriği ve çıkarın ortaya çıkması için uygulanması gereken politikalar zaman içinde bulunduğu kültürel çevreye göre değişebilir.
  3. Ahlak ve etik değerlerin uluslararası politika üzerinde hiçbir etkisi yoktur.
  4. Uluslararası politika, ekonomi ve hukuk gibi alanlardan farklılık gösteren özerk bir alandır. Temel asıl olan devletlerin askeri-politik gücü ve çıkarlarıdır.
  5. Uluslararası politikayı şekillendiren başlıca aktörler ulus devletlerdir. Uluslararası veya uluslar üstü yapılar etkisizdir.” [1]

4. Rönesans ve Niccolo Machiavelli Dönemininin İtalya’sı

Rönesans, orta çağ sonunda İtalya’da ilk olarak ortaya çıkan ama zaman içerisinde tüm Batı Avrupa’da varlığını gösteren sanat, ekonomi ve siyasette yapılan bir takım yenilenme hareketidir. Rönesans, sanılanın aksine eski olan bir düzenin yeniden canlanması değildir, hatta tam aksine tamamıyla yeni bir şeylerin ortaya çıkmasını anlatır (Bloch, 2010, s.7). Batı Avrupa’da yaşanan Rönesans’tan önce insan doğası ve toplum eksik olarak nitelendirilir ve düşünürler tarafından kendi kendine yetememesiyle ele alınır, Rönesans bu nedenle orta çağ Avrupası’nın ihtiyacı olan bir olgu olarak nitelendirilir (Senemoğlu, 2016, s.85).

Machiavelli bir Rönesans düşünürüdür ve eserlerinde bunun etkisini görmekteyiz. Machiavelli’nin düşünceleri hem dönemin İtalya’sının siyasal hayatı hem Rönesans değerleri hem de bunların ötesinde bir değerler bütünüdür (Boyraz, 2020 s.92). Machiavelli’nin siyasi hayatı çok genç bir yaşta başlamıştır ve o dönemlerde İtalya’da birbirinden bağımsız sayısız siyasal aktör bulunmaktaydı. Bu aktörler içerisinde 5 tane başat güç vardı ve sürekli birbirleri ile çatışma halinde oldukları için İtalya’da birlik sağlanamıyordu (King, 2018 s.20). Birbirleri ile sürekli çatışma halinde olan aktörlerin yanı sıra kilise ve imparatorluklar siyasi güce ulaşmak isteyen diğer aktörler konumundaydılar. Bu durumda, İtalyan kent devletleri, İtalya’daki siyasi aktörlerle çatışmanın yanı sıra diğer imparatorluklara ve kiliseye karşı verdikleri “özgürlük” mücadelesi de İtalya’nın siyasal bütünlüğünü etkiliyordu (Ağaoğulları, 2015 s. 291). Kendi içinde bölünmüş olan İtalyan kent devletlerinde, çeşitli aktörlere karşı verdikleri bağımsızlık mücadelesinden doğan bir yurttaşlık bilinci ortaya çıkmıştır (Skinner, 2014 s.23).

Machiavelli’de o dönemde bölünmüş İtalya kent devletlerin olan Floransa’daki bir yurttaştı ve aynı zamanda hem siyasetin hem de diplomasinin içinde aktif bir şekilde bulunmuş olması, Machiavelli’nin eserlerindeki yurttaşlık bilinci ile yazılmış olmasını açıklıyor. Machiavelli ise özgürlük anlayışı ve yurttaşlık bilincinden etkilenerek, siyaset felsefesini “yurtseverlik” ilkesi üzerinden şekillendirmektedir (Strauss, 2017 s.88). Machiavelli’nin çalışmalarının arka planındaki temel amacın İtalyan siyasal birliğinin kurulması olduğu söylenebilir (Boyraz, 2020 s.93).

5. Machiavelli’nin İnsan Doğası Üzerine Yaklaşımları

Machiavelli, yaşadığı dönemin ruhunu ve düzenini kendi yaklaşımlarına yansıtmıştır ve bir türlü kurulamayan İtalya birliği üzerine dönemin Floransa’nın yönetici olan ailesi olan Medici’lere kendi yönetim şekli fikirlerini Prens adlı kitabında sunmuştur. Prens aynı zamanda Machiavelli’nin insana dair görüşlerini de sunduğu eseridir (Senemoğlu, 2016, s.85). Machiavelli Prens kitabında, hükümdara belirli öğütlerle tarihten alıntılar vererek, nasıl gücü ele geçireceğini ve gücü nasıl elinde tutacağını anlatmıştır. Aynı zamanda insanın doğasını ele alarak anlatımını “fortuna”[2] ve “virtu”[3] kavramları ile detaylandırmıştır.

Machiavelli, korkulmaktan çok sevilmek mi yoksa sevilmekten çok korkulmak mı önemlidir sorunun üzerine yaptığı açıklamalar ile insan doğasını şöyle açıklamıştır: “Çünkü insanlar hakkında genelde şu söylenebilir: Nankör, değişken, içten pazarlıklı, korkak ve çıkarcıdırlar onlar iyilik ettiğin sürece hepsi seninledir, gerekmedikçe kanlarını, mallarını, canlarını ve çocuklarını sana sunarlar ama bir gerekmeye görsün hepsi senden yüz çevirirler” (Machiavelli, Prens, s.106). Bu bağlamda, Machiavelli insan doğasının kusurlu olduğunu ve onun çıkarları doğrultusunda hareket eden nankör bireyler olarak ele alır. Bunun yanı sıra, Machiavelli insan doğasının iyi olmadığı üzerine atıflarını Prens kitabında şöyle dile getirmiştir: “Eğer insanların tümü iyi kimseler olsalardı yerilesi bir öğüt olurdu bu; ama nasıl ki tümü de küçük adamlardır ve sana verdikleri sözleri tutmazlar, senin de onlara verdiğin sözde durman gerekmez” (Machiavelli, Prens, s.110). Egemene verdiği tavsiyede, insanların sözlerini tutamayacaklarını çünkü insanların da büyükçe davranamayacaklarını dile getirmektedir.

Machiavelli, insanların anın gereklerine göre hareket ettiklerinden ötürü şu şekilde değinmiştir: “İnsanların öylesine basitlikleri vardır, anın gereklerine öylesine kölece boyun eğerler ki aldatıcı kişi her zaman aldatılmaya hazır birini bulacaktır” (Machiavelli, Prens, s.110). İnsanların anın gereklerine her şekilde razı gelerek köle muamelesini kendilerini yakıştırdıkları için sürekli aldatılacak varlıklar olduğunu öne sürmüştür. Sydney Anglo ve Levent Köker insan doğası üzerine yaklaşımlarına yorumda bulunmuşlardır. İlk olarak Anglo’ya göre, Machiavelli’nin insan doğası üzerine yaklaşımlarında çelişki görmüştür ve şu şekilde yorumlamıştır: “İnsanlar vefasız, güvenilmez, bencil ve şeytanidir. Ancak menfaat karşılığı iyilik yapmaktadırlar. Hem hilekardırlar hem de kolay aldanabilmektedirler” (Anglo, 2001, s.81; Senemoğlu, 2016, s. 86). Yani bu noktadan hareketle, bencil ve şeytani bir doğaya sahip olan insanlar menfaat karşılığı bile olsa iyilik yapabilmektedirler. Ayrıca kurnazlıkla hilebazlık yapabilen insanın kurnazca olmaması lazım ki kolayca aldatılabilensin. Anglo’nun çelişkili olarak nitelendirdiği noktada Levent Köker’in vurgu yaptığı yer: “insanın değişmeyen, zamana ve mekâna göre farklılaşmayan bazı evrensel özelliklere” sahip olduğunu ileri sürer (Ağaoğulları & Köker, 2008, s.176; Senemoğlu, 2016, s.86). Yaşadığı dönemin belirsizlikleri ve yaşantısı Machiavelli’nin insan doğası üzerine yaklaşımlarını yukarıda anlatıldığı yönde şekillendirmiştir.

6. Machiavelli’nin Erdem Üzerine Yaklaşımları

Machiavelli’ye göre politikanın temel kavramı “güç” kavramı ile açıklanırdı ki yaşadığı dönemin İtalya’sında eksik olan kavramın bu olduğunu düşündüğünden ötürü İtalya’nın birliğinin sağlanmasının sadece güç elde etmeye bağlı olduğunu düşündüğü eseri Prens’i kaleme almıştır ki uyarı niteliğinde olsun. Machiavelli, gücü politika öğretisinin zeminine yerleştirdiği gibi, gücün simgesi olarak orduyu görüyordu. Bir politik düzenin devamlılığı için yasaların güvencesini orduya bağlar: “Ve ister yeni ister eski, isterse karma olsun tüm devletleri ayakta tutan başlıca temeller iyi yasalar ve iyi ordulardır” (Machiavelli, Prens, s.86). Gücün elde edilmesi ve korunması noktasında ileri sürdüğü ilkelerle realist yaklaşımı benimseyen Machiavelli “yeni bir hükümdarlık sistemi” geliştirmiştir: “Machiavelli’nin “yeni hükümdarlık” teorisi, kaybedilmiş gücün yeniden sağlanmasına yönelik faaliyet içerisinde bulunan ve amaçlanan gücün edinilmesi, kullanılması ve korunması olan yeni bir hükümdarlığı betimler” (Satıcı, 2015 s.118). Ortaya çıkan bu yeni hükümdarlık sistemi ahlaksız olmakla ilgili birçok eleştirinin merkezi olmuştur. Peki Machiavelli’nin güç hakkındaki ilkeleri onu ahlaksız yapar mı?

Machiavelli’nin politikası, klasik felsefe politikasından ayrılmıştır ve realist tavrından ötürü Antik Yunan’ın gelenekleri ve özellikle de Platon’un “İdeal Devlet” anlayışından farklı bir yol izlemiştir (Satıcı, 2015, s.119). Machiavelli’ye göre, politikanın ahlaki bir yönle seyretmesi akla yatkın değildi ki Antik Yunan’ın hümanist düşünce yapısına bir karşıtlık oluşturarak politik başarının etik bir anlayışla elde edilmesi durumunu reddeder (Skinner, 1978, s.37). İnsan doğasının kötü, çıkarcı, bencil, zenginlik ve şan ile şeref etme umudu içinde olan varlıklar olarak tanımlıyor ve politikayı da yönlendirenin bu durumdan başka bir şey olmadığı görüşünü merkeze alan politika kavrayışı içerisindedir (Satıcı, 2015, s.120). Machiavelli, siyasi “amaç” uğruna bütün araçların kullanımını meşru sayan bakış açısına sahip olmasından ötürü etik olmadığı yönünde eleştirilmiştir (Kesgin, 2015, s.107).

Machiavelli’ye göre siyasal birlik, insanlar tarafından ortaya konulmuş olan örgütlenme düzeninden farklıdır: “Machiavelli, bireysel ahlâkı savunmuyordu, o, var olan ahlâkî anlayışların üstünde yepyeni bir anlayış yaratarak onu geliştirmeye çalışan bir ahlâk reformisti idi” (Kocis, 1998 s.98). Machiavelli, devletin güce ulaşarak birliği elde etmesinin ardından, gücü elinde tutmak için gerektiği durumlarda ahlaksızca davranılabileceğini öne sürmüştür. Machiavelli, hükümdarların bazı erdem ve yeteneklere sahip olması gerektirdiğini savunuyordu fakat yine de bazı zorlukları olacağını biliyordu. Bir hükümdar iyi olmama gücüne sahip olması gerekliydi ve gerektiğinde ise bu gücünü kullanabilmesi gerekirken diğer taraftan da kötü bir isim yapmamasına dikkat etmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Hükümdarın kötü şöhrete sahip olması onun mevcut konumunu güvence altına almaktan ziyade ortadan kalkması için zemini hazırlar. Bu durumda kötü bir şekilde davranma olgusunu engellemekten ziyade kötü görünmemeye dikkat etmektir (Kesgin, 2015 s.109). Şu şekilde toparlamak daha doğru olur, Machiavelli, hükümdarın ahlaksız olmasına karışmıyor, ahlaksız olabilir ve gücü korumak uğruna ahlaksız eylemlerde bulunabilir fakat bunu yaparken kötü şöhrete sahip olmamalı ki mevcut konumunu garanti altına alabilsin. Ahlaksız davranmakta sorun yok ama ahlaksız görünmekte sorun olduğunu savunan bir tez ortaya çıkartmıştır.

Sonuç:

Machiavelli, Rönesans döneminde yaşamış ve İtalya’nın siyasi bütünlüğü olmadığı süreçte politik bir kişilik oluşturmuş düşünürdür. Bu bağlamda, Machiavelli’nin politik düşüncelerinin oluşmasında etkili olan bu süreç sayesinde Machiavelli realist bir çizgi üzerinde ilerleyerek, nihai amacı İtalya’nın siyasi bütünlüğünü oluşturmak uğruna çabalamıştır. Siyasi hayatının sona ermesiyle, bunu aktif bir rol oynayarak yapamayacağı için dönemin ileri gelen ailesi olan Medici’lerden olan Lorenzo de Medici’ye bir nasihat amacıyla yazdığı Prens kitabını takdim etmiştir. Nasihatların tek gayesi İtalya’nın siyasi bütünlüğüne elde etmesine yöneliktir ve tarihten örnekler ile detaylı bir şekilde açıklanmıştır. Machiavelli’nin realist bir yaklaşım içerisinde olduğunu anlamamıza yardım eden Prens kitabı, onun insan doğası ve ahlak üzerine olan kavramlarının analizini incelememize yardımcı oluyor.

Machiavelli, insan doğası üzerine yaklaşımlarını genel anlamda negatif yorumlara dayandırarak yapmıştır. İnsanı bencil, çıkarcı ve kötü olarak ele alan Machiavelli, Prens’e tavsiye verirken hükümdarın sözlerini tutmamasının zorunlu olmadığını savunmaktadır çünkü insanlar küçüktür ve hiçbir zaman sözlerini tutmazlar düşüncesini savunmuştur. İnsanların çok kurnaz olması onların çıkarları doğrultusunda sadece iyilik yapacağını düşünen Machiavelli aynı zamanda insanların aldatılmaya yatkınlık duyarak onları aldatanlara köle olduğunu ileri sürmüştür ve buna bir çelişki olarak bakan Sydney Anglo’ya göre Machiavelli insan doğası üzerine olan yaklaşımlarında kendisiyle çelişmiştir fakat Levent Köker ise Machiavelli’nin insanın zaman ve durum koşullarına göre değişmeyen özellikleri olduğu fikrini savunduğunu dile getirmiştir. Realistlerin en belirgin özelliklerinden birini oluşturan insan doğasına yaklaşımları tıpkı Machiavelli’nin ele aldığı gibidir. Realistler, insan doğasının yapısının kötü olduğunu öne sürerek, sürekli anarşik bir arenada güç kazanma arzularından doğan savaşın taraflarını oluşturduklarını benimser ve bu yüzden güç esas unsurdur.

Gücün esas amaç olmasından ötürü, Machiavelli’de bir realist olarak, nihai hedefe ulaşmak için her yolu mübah görmektedir. Eğer bir kişi gücü kazanmak veya onu elinde tutmak istiyorsa o zaman bunu yapabilmek için tüm araçları kullanması serbesttir ve ahlaksız davranabilir. Ayrıca Machiavelli şunu ekliyor, bir hükümdar ahlaksız davranışlarda bulunarak hedefine ulaşabilir eğer şartlar onu gerektiriyorsa (yani bir zorunluluk durumu varsa) fakat kötü davranışlarda bulunurken kötü nam salmamaya dikkat etmelidir. Bunun sebebi ise şudur ki sırf gücü kazanmak ve onu yürütmek adına ahlaksız davranışlar sergilediğin bilinirse bu durum senin aleyhine işler ve sen mevcut durumundaki hükümdarlık görevini kaybedebilirsin. Bunu kaybetmemek için ise asla kötü ün salmamalısın hem dışarı güçlere karşı hem de devletinin içindeki güçlere karşı.

Sonuç olarak, Machiavelli Prens eserinde realist bir yaklaşım benimsemiştir ve realizmin gerekliliklerine uygun davranan bir hükümdar figürü resmetmiştir ki o zaman uluslararası ilişkilerdeki realizm kavramı yoktu ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra bu teori ortaya çıkmış olsa bile Machiavelli realizmin kurucu babalarından sayılmaktadır. Bunun nedeni ise realist bir taslak çizerek gücü nihai amaç olarak ele almıştır fakat bunu bu eserinde böyle ele almasının nedeni tamamen İtalya’nın siyasi bütünlüğünün bulunmamasından kaynaklanıyor ki Machiavelli’nin tek gayesi siyasi bütünlüğün oluştuğu bir İtalya görmek. Zamanın şartları ve kendi ülkesindeki dalgalanmalar sebebiyle açıkladığı kavramlar -insan doğası ve ahlak- bu koşullar ışığında gerçekleşmiştir.

Müge KARAÇALIOĞLU

Uluslararası İlişkiler Teorileri Staj Programı

 

Notlar*

[1] Dursun Murat Düzgün’ün “Realizm Teorisinin Ortaya Çıkışı ve Gelişme Evreleri” makalesindeki Hans Morgenthau’ya göre realist teorideki prensipler.

[2] İtalyancada talih anlamına gelen kelime.

[3] İtalyancada erdem anlamına gelen kelime.

 

Kaynakça:

  • Ağaoğulları, M. A., Köker, L. (2001). İmparatorluktan Tanrı Devletine. Ankara: İmge Kitabevi.
  • Ağaoğulları, M. A., Köker L., (2008). Tanrı Devletinden Kral Devlete. Ankara: İmge Kitabevi.
  • Ağaoğulları, M. A. (2015). Niccolo Machiavelli: Prensin İktidarından Devlete. Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyasal Düşünceler içinde. (319-355). (Ed. Ağaoğulları, M. A.). İstanbul: İletişim Yayınları.
  • Anglo S., (2001). Niccolo Machiavelli: Siyasal ve Askeri Çöküşün Anatomisi, Siyasal Düşüncenin Temelleri içinde, (95-111). (Ed. Redhead, B.) (Çev. Özdemir, H.) İstanbul: Alfa Yayınevi.
  • Ateş, D. (2011). Uluslararası İlişkiler Disiplininin Oluşumu: İdealizm/Realizm Tartışması ve Disiplinin Özerkliği. Doğuş Üniversitesi Dergisi, 10(1), 11-25.
  • Aydın, M. (2004). Uluslararası İlişkilerin ‘Gerçekçi’ Teorisi: Kökeni, Kapsamı, Kritiği, Uluslararası İlişkiler Dergisi, 1, 33-60.
  • Aydın, M. (1996). Uluslararası İlişkilerde Yaklaşım, Teori ve Analiz. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 51(01), 71-93.
  • Bell, D. (2017). Political Realism and International Relations. Philosophy Compass, 12(2), 1-16.
  • Bloch, E. (2010), Rönesans Felsefesi. (Çev. Portakal, H.) İstanbul: Cem Yayınları.
  • Boyraz, B. (2020). Machiavelli’nin İnsan Doğası Düşüncesinin Siyaset Kuramına Etkisi. Akdeniz İİBF Dergisi, 20(1), 90-110.
  • Düzgün, D. (2020). Realizm Teorisinin Ortaya Çıkışı Ve Gelişme Evreleri. Karadeniz Uluslararası Bilimsel Dergi47, 256-276.
  • Feng, L. Ruizhuang, Z. (2006). The Typologies Of Realism. The Chinese Journal of International Politics, 1(1),109-134.
  • Kesgin, A. (2015). Machiavelli ve Makyevelizm. Beytulhikme An International Journal Of Philosophy, 5(1),106-133.
  • King, R. (2018). İktidar Filozofu: Machiavelli. (çev. Atmaca, V.) İstanbul: Alfa Yayınları.
  • Kocis, R. A. (1998). Machiavelli Redeemed: Retrieving His Humanist Perspectives on Equality, Power, And Glory. London: Lehigh University Press.
  • Machiavelli, N. (1999). Prens. (Çev. Güvenç, N.). İstanbul: Anahtar Kitaplar Yayınevi.
  • Satıcı, M. (2015). Ahlak-Politika İlişkisi Açısından Machiavelli’nin Politika Teorisi. Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, 20, 113-130.
  • Senemoğlu, O. (2016). Machiavelli’den Hobbes’a Rönesans Dönemi Siyaset Teorisinde İnsan Doğası ve Toplum Anlayışı. İnsan & İnsan Dergisi, 3(8), 77-100.
  • Skinner Q. (1978). The Foundations of Modern Political Thought. Cambridge: Cambridge Univ. Press.
  • Skinner, Q. (2002). Machiavelli. (Çev. Atila, C.) İstanbul: Altın Kitaplar.
  • Skinner, Q. (2014). Modern Siyasal Düşüncenin Temelleri Birinci Cilt: Rönesans. (çev. Buğlalılar, E., Yıldırım, B.). Ankara: Phoenix Yayınevi.
  • Strauss L., Cropsey J. (1987), Machiavelli, (Ed: Strauss L., Cropsey J.) History Of Political Philosophy içinde, (296-317). Chicago: The University Of Chicago University Press. 
  • Strauss, L., (2017). Politika Felsefesi Nedir? (Çev. Zelyüt, S.) İstanbul: Öteki Yayınevi.

Balkan Bülteni/ 20-23 Haziran

0

Arnavutluk: Başbakan Edi Rama Katıldığı Kuzey Makedonya Ekonomik Forumunda AB’nin Son Kararını Eleştirdi

Üsküp’te Kuzey Makedonya Ekonomik Forumuna katılan Başbakan Edi Rama, katılım müzakerelerini başlatmak hususunda Arnavutluk ve Kuzey Makedonya’nın değil, AB’nin başarısız olduğunu dile getirdi. Bulgaristan’ın vetosu nedeniyle Arnavutluk ve Kuzey Makedonya ile yapılacak ilk Hükümetlerarası Konferansın tarihi belirlenemedi. Rama, AB’nin bu kararını, gelinin son anda gelmekten vazgeçtiği bir düğüne benzetti. Bu ertelemelerin ilk defa olmadığını belirten Başbakan, bu olayı AB’nin bir başarısızlığı olarak nitelendirdi.

Kaynak: Albanian Daily News
Tarih: 23.06.2021

Bosna-Hersek / Sırp Cumhuriyeti: Cvijanovic ile Bosna Hersek Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisi Bir Araya Geldi

Sırp Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Zeljka Cvijanovic ile Türkiye’nin Bosna Hersek Büyükelçisi Sadık Babur Girgin, Banja Luka’da bir araya geldi. Başta ekonomi ve turizm olmak üzere birçok alanda Türkiye ve Sırp Cumhuriyeti arasındaki iş birliğinin geliştirilmesi hakkında görüştüler. Görüşmenin ayrıntılarında, Türkiye’nin Banja Luka’da Başkonsolosluğu’nun açılması ve Belgrad-Saraybosna otoyolunun inşası gibi büyük altyapı projelerinin hayata geçirilmesinin önemi vurgulandı. Olumlu bir havada geçen görüşme sonrasında Cvijanovic, Türkiye ile Sırp Cumhuriyeti kurumlarının iş birliklerinin daha da gelişmesi yönündeki dileklerini dile getirdi.

Kaynak: Rtrs
Tarih: 23.06.2021

Bosna-Hersek / Sırp Cumhuriyeti: Dünya Bankası’nın Bosna Hersek Ofisi Başkanı Emanuel Salinas’tan Veda

Dünya Bankası’nın BH Ofisi Başkanı Emanuel Salinas, Sırp Cumhuriyeti Başbakanı Radovan Viskovic’e veda ziyareti gerçekleştirdi. Viskovic, Dünya Bankası ile şimdiye kadar hazırlanan ve uygulanan tüm projelerin nihai bir amacının olduğunu ve başarıyla sonuçlandığını belirtti. Toplantıda, Dünya Bankası ile Sırp Cumhuriyeti hükümeti arasındaki mevcut iş birliğini son derece iyi olarak değerlendirdiler. Salinas, mevcut durumun gelecekte de bu şekilde devam etmesi temennisinde bulundu.

Kaynak: Rtrs
Tarih: 23.06.2021

Karadağ: Kilit Aşamalardan Geçmek için Geçici Kriterler Karşılanabilir

AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komisyon Üyesi Oliver Varhelji, Karadağ’ın genişleme sürecini sürdürmedeki önceliğinin hukukun üstünlüğüne ilişkin kilit fasıllardaki geçici kriterleri karşılamak olması gerektiğini söyledi. Karadağ ve Avrupa Birliği’nin (AB) Hükümetlerarası Konferansının ardından düzenlediği basın toplantısında, yeni metodolojinin genişleme sürecini iyileştireceğini belirtti. Varhelji, “Genişleme sürecini canlandıracağımıza ve objektif kriterlere dayalı olarak daha öngörülebilir hale getireceğimize inanıyorum.” dedi.

Kaynak: Mina News
Tarih: 22.06.2021

Karadağ: Krivokapic, Becic ve Abazovic – Hükümetin Devrilmesine ve Yeni Seçimlere Karşıyız

Meclis Başkanı Aleksa Becic, Başbakan Zdravko Krivokapic ve Başbakan Yardımcısı Dritan Abazovic, mevcut siyasi durumla ilgili ortak bir bildiri yayınlayarak, Karadağ’ın istikrara ihtiyacı olduğu için Hükümeti devirmeye ve yeni parlamento seçimleri yapılmasına karşı olduklarını söylediler. 30 Ağustos 2020’de elde edilen seçim zaferinin siyasi çalışmalarının en büyük değerini temsil ettiğini ve bu başarının kişisel ve parti hırslarının üzerinde olduğunu belirttiler. Mevcut Hükümet, bu bildiriyi imzalayanların tam desteğine sahiptir ve Hükümet ile parlamento çoğunluğu arasında açık ve yapıcı bir diyalog yürütülmesi gereklidir.

Kaynak: CDM
Tarih: 23.06.2021

Karadağ: Krivokapic – Karadağ Dış Politikasında AB ile Tamamen Uyumlu Hale Geliyor

Karadağ Başbakanı Zdravko Krivokapic, hukukun üstünlüğü, iç pazar, rekabetçilik ve kapsayıcı büyüme, yeşil gündem ve sürdürülebilir bağlantı, kaynaklar, tarım ve uyum ve dış ilişkiler oturumları ile ilgili konuştu. Karadağ Başbakanı, Karadağ dış politikasını AB’nin Ortak Dış ve Güvenlik Politikası ile tamamen uyumlu hale getirdiğini duyurdu. Başbakan açıklamasında, Karadağ’ın Avrupa değerlerine olan güçlü bağlılığını yineledi ve Avrupa Birliği’ne üyelik için tüm koşulların görev süresinin sonuna kadar yerine getirilmesi beklentisini dile getirdi. Hukukun üstünlüğü ilkesini ise şu şekilde ifade etti: “Hükümetin kilit bir önceliği, tercih edilen jeopolitik politikamızın bel kemiğidir.” dedi.

Kaynak: CDM
Tarih: 23.06.2021

Kosova: Albin Kurti Fransa’da

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ile görüşmek için Paris’e giden Kosova Başbakanı Albin Kurti’ye iki başbakan yardımcısı da eşlik ediyor. Görüşme, saat 19.30’da Paris’teki Elysee Sarayı’nda gerçekleşti. Macron, Kosova ve Sırbistan’ı bir mutabakat bulmak için Avrupalılar olarak katılmaya davet etti. Kosova’nın bu ülkeyi ileriye taşıyacak tüm süreçlerde Fransa’nın desteğine sahip olacağını belirtti. Bir saatten fazla süren toplantıda, Kosova ile Sırbistan arasındaki diyalog, vize serbestisi, aşı ihtiyacı, eğitim ve Kosova’nın AB yolu gibi önemli konular tartışıldı. Albin Kurti ise Fransa’nın Kosova’ya yaptığı katkılardan dolayı teşekkür etti ve Fransa Cumhurbaşkanı’nı Kosova’yı ziyaret etmeye davet etti.

Kaynak: Panorama.al
Tarih: 23.06.2021

Sırbistan: Hırvatistan Dışişleri Bakanı – Sırbistan AB Yolunda İlerleme İradesi Göstermeli

Hırvatistan Dışişleri Bakanı Gordan Grlic Radman, Sırbistan’ın AB yolunda önemli ve sürekli ilerlemenin yanı sıra gerekli tüm kriterleri yerine getirme iradesi göstermesi gerektiğini söyledi. Bakan, “Sırbistan’ın her şeyden önce kilit alanlarda önemli ve sürekli ilerlemeye açık yanıtlara ihtiyacı var.” dedi. Ona göre, Sırbistan Avrupa entegrasyonuna gerçek bir bağlılık göstererek tüm kriterleri ve reformları yerine getirecek siyasi iradeyi göstermelidir. “Bu anlamda hukukun üstünlüğü, kayıp şahıslar, savaş mağdurlarının hakları, savaş suçlularının yargılanması, Uluslararası Ceza Mahkemesi ile iş birliği, Srebrenitsa soykırımının tanınması, iyi komşuluk ilişkilerinin güçlendirilmesi konularını ele alıyoruz. Hem AB üyeleriyle hem de AB dışında bulunanlarla ilişkiler” dedi.

Kaynak: Regnum.ru
Tarih: 23.06.2021

Sırbistan: Sırbistan Savunma Bakanı Şoygu’nun Davetlisi Olarak Rusya’yı Ziyaret Edecek

Sırbistan Başbakan Yardımcısı ve Savunma Bakanı Nebojsa Stefanoviç, üç günlük bir ziyaret için Rusya Federasyonu’na gelecek ve burada Rus Ordusu Savunma Bakanı General Sergei Shoigu’nun daveti üzerine, 22-24 Haziran’da Dokuzuncu Moskova Uluslararası Güvenlik Konferansı’na katılacak. Moskova konferansının katılımcıları geleneksel olarak uluslararası güvenlik alanındaki mevcut sorunları ve eğilimleri tartışacak, Stefanovic ayrıca Shoigu ile ikili bir görüşme yapacak. Hatırlatma olarak, Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic 18 Haziran’da Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Aleksandr Grushko ile bir araya geldi ve onunla Sırp veya Rus yetkililerin her ziyaretinin yüksek derecede karşılıklı anlayışın kanıtı ve yakın Sırp-Rus işbirliği ilişkilerinin kanıtı olduğu sonucuna vardı.

Kaynak: Regnum.ru
Tarih: 21.06.2021

Yunanistan: Yunanistan Başbakan Kyriakos Miçotakis ve Mısır Cumhurbaşkanı Abdel Fattah Al Sisi, Doğu Akdeniz’de İstikrar ve Güvenliğe Yönelik Daha Yakın İş Birliği Çağrısında Bulundu

Yunanistan Başbakanı Kyriakos Mitsotakis, pazartesi günü Mısır Cumhurbaşkanı Abdel Fattah Al Sisi ile Kahire’de yaptığı görüşme sonrasında yaptığı açıklamada, Yunanistan ve Mısır’ın, “Doğu Akdeniz’de istikrar ve güvenlik gibi ortak ilkelere hizmet ettiğini ve mahallemizde yeni maceralardan” kaçınmak istediklerini söyledi. Mitsotakis, ikili inisiyatif ve olumlu modelin bir örneğinin “paylaştığımız deniz bölgelerinin kısmi olarak tanımlanması” olduğunu söyledi. Anlaşmanın, “Doğu Akdeniz’de bir oldu bitti barış ve yasallık” ürettiğini söyledi. Bu, daha sonra paylaşılan deniz alanlarının kalan genişliğini içerecek şekilde genişletileceğini umuyor. Mitsotakis’in Mısır’ın iki bölgeli iki toplumlu bir federasyon çözümüne verdiği tutarlı destek için Cumhurbaşkanı Sisi’ye teşekkür ettiği Kıbrıs meselesini, Libya’daki gelişmeleri – özellikle ülkenin istikrarı için tüm yabancı güçlerin geri çekilmesini – ve Yunanistan Türkiye ilişkilerini tartıştıklarını söyledi.

Kaynak: Atina Makedon Haber Ajansı
Tarih: 21.06.2021

Dış Aktörler: Di Maio – Kosova-Sırbistan Diyaloğu Devam Etmeli

İtalya Dışişleri Bakanı Luigi Di Maio, Kosova ziyareti kapsamında Mecliste milletvekillerine hitap etti. Kosova ve Sırbistan arasındaki diyalog sürecinin devam etmesi gerektiğini belirten Di Maio, Balkanlar’da sınırların yeniden tasarlanması fikrini desteklemediğini ifade etti. Di Maio konuşmasında, “Bölgedeki sınırları yeniden tasarlamaya ve bazı ülkelerin toprak bütünlüğünü sorgulamaya yönelik milliyetçi baskıların ve gizli çağrıların yeniden canlandığını endişeyle gördük. Bu provokasyonları mutlak bir kararlılıkla reddediyoruz. Kosova’nın toprak bütünlüğünün tartışmaya açılması söz konusu olamaz. İtalya, her iki ülkeyi de diyalog konusunda desteklemektedir” sözlerine yer verdi.

Kaynak: Kosovaport
Tarih: 22.06.2021

Dış Aktörler: AB, Karadağ’a Katılım Müzakerelerini Hızlandırma Sözü Verdi

Avrupa Birliği’nin Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olivér Várhelyi, 22 Haziran’da yaptığı açıklamada, AB’nin Podgorica ile üyelik müzakerelerini hızlandırmak için mümkün olan her şeyi yapacağını söyledi. AB ve Karadağ arasındaki hükümetler arası konferansın ardından Várhelyi, ülkenin zaten tüm fasılları açtığını ve 23 ve 24. fasıllardaki açılış kriterlerini yerine getirmek için hukukun üstünlüğüne odaklanması gerektiğini ifade etti. Ayrıca Várhelyi, Başbakan Zdravko Krivokapiç’in en önemli sorunları çözme taahhüdünü teyit etmesinden memnun olduğunu da sözlerine ekledi.

Kaynak: N1
Tarih: 22.06.2021

Solarpunk Türü Üzerinden Ekolojik Ütopya İncelemesi

Özet

Varoluşunun ilk zamanlarından beri insan doğasının hep en iyiye ulaşma hayali ütopyaların oluşmasına zemin hazırlamıştır. Zaman içinde yaşamın farklı alanlarının özel olarak betimlemeleri farklı ideal gelecek tasvirlerinin oluşmasına yol açmıştır. 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren çevre sorunlarının siyasal ve toplumsal alanda önem kazanması ütopyacılığa yansımış ve bu yönde eserler neşredilmeye başlanmıştır. Çevre sorunlarının ana sorun olarak görülüp bu sorunları aşmaya yönelik olarak yenilenebilir enerji odaklı çözümlerin sunulduğu “aydınlık” ve “yeşil” bir gelecek tasviri çizen solarpunk da bir ütopya türüdür. Bu araştırma yazısında ilk önce ütopyaların tanımı ve tarihçesi önemli örnekleriyle birlikte kronolojik ve karşılaştırmalı olarak analiz edilecektir, Daha sonra aynı yöntem ile ekolojik ütopya örnekleri incelenecek ve son olarak da ütopya türünün son alt tür örneği olan solarpunk hakkında Murray Bookchin’in toplumsal ekoloji felsefesine dayanan köklerinden de bahsedilerek detaylı bilgi verilecektir.

Anahtar Kelimeler: Ütopya, Ekoloji, Çevre, Solarpunk, Toplumsal Ekoloji

 

 

Abstract

Human’s desire to achieve the best living conditions since the first times of their existence paved the way for utopias to emerge. In time, the specific portrayal of different parts of human life caused the occurrence of distinct depictions of ideal futures. Since the second half of the 20th century, environmental problems have come into prominence in the social and political spheres, and this has been reflected on utopianism through the publishing of works in this field. As a new utopian genre, solarpunk sees environmental problems as the main problem and tries to solve them through renewable energy resources, depicting a “bright” and “green” future. In this research paper, first, the description and the history of utopias is comparatively analysed with some important examples in the utopian literature in a chronological order, then the same method is applied to the ecological utopias and they are also analysed comparatively, and lastly, detailed information about solarpunk as the last subgenre of utopian literature is given by referring to its philosophical roots based on Murray Bookchin’s social ecology.

Keywords: Utopia, ecology, environment, solarpunk, social ecology

 

Giriş

Canlılığın ortaya çıkmasında temel olan doğal çevrenin, biyolojik evrim sürecine olan etkisi ve katkısı insan varlığının sürekliliği ve devamlılığı için küresel ölçekte korunması gerekli bir faktördür (Keleş, 1997). Ancak bireylerin üretim ve tüketiminin denk olmaması, atıkların dönüştürülememesi ya da değeri düşük bir kullanıma sahip olması ekolojik döngüdeki dengesizlikleri artırmaktadır. Ekonomi ve ekoloji dengesini kuramayan kentsel gelişme süreçleri sağlıksız ve yaşanılamaz kentleri yaratmıştır. Bu süreç içinde yaşam alanlarının ideal toplum düzeni için yeniden tasarlanması gerekli bir faktördür.

Sürdürülebilir, çevreye duyarlı ve akıllı yapıların tasarlandığı ekolojik ütopyalar tasarlanmış ideal toplum düzenleri oluşturmaktadır. Ekolojik ütopyalar tüketime ve tüketim kültürüne tepki olarak doğmuştur. Ekolojik ütopyaları ise edebiyatta bir bilim kurgu türü olarak tasarlayan janr solarpunk’tır. Yeni ortaya çıkan genel olarak enerji geçişinden sonra sürdürülebilir gelecekleri hayal etmekle karakterize edilen iyimser bir kurgu çeşididir.

Solarpunk yaratıcılık, üretkenlik, bağımsızlık ve topluluk fikirlerine odaklanarak insanların çevresel yıkımı nasıl önleyebileceklerini, kapitalizmi nasıl yenebileceklerini veya değiştirebileceklerini ve çevremizle birbirimizle nasıl denge içinde yaşayabileceğimizi sorgumaktadır. Neyden kaçınmamız gerektiğine değil, neyi ummamız gerektiğine odaklanan bir fütürizmdir. Bu yönleriyle, her ne kadar ütopya olarak adlandırılsa da, modern bakış açısından bakıldığında gerçek olmaya son derece yakındır. Tam da bu yüzden sosyal bilimlerde incelemeye değer yepyeni bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu makalede solarpunk’ın ekolojik bir ütopya olarak incelemesi yapılacaktır. Tümdengelim perspektifiyle öncesinde sırasıyla ütopya kavramı ve tarihçesinden bahsedilip ütopyaların kökenlerine inilecek ve ilk ütopyalardan başlayarak kronolojik sırayla birkaç eser örneği verilerek karşılaştırmalı analiz yapılacaktır. Daha sonra ekolojik ütopyalara değinilecek ve bu bölümde ekolojik ütopyaların modern ütopyalarla bir karşılaştırması yapılacaktır. Üç farklı ekolojik ütopya yazarının eserleri örnek olarak verilip bu bölümde türün betimlemesinin detaylı bir şekilde yapılması hedeflenmektedir. Sonraki bölümde ise solarpunk janrının özelliklerinden bahsedilip tahayyül edilen geleceğin detaylı bir tasviri siyasal ve toplumsal bir bakış açısıyla analiz edilecektir. Bu bölümde janrın felsefi olarak kökenlerini dayandırdığı Murray Bookchin ve onun toplumsal ekoloji kavramına da kısaca değinilecektir. Son olarak, genel ve özetleyici bir sonuç paragrafıyla inceleme sona erecektir.

 

Ütopya Nedir?

Utopia kavramı ya da Türkçe haliyle ütopya, Thomas More’un 1516’da yazdığı Utopia isimli eseriyle yaygınlaşmıştır. İlk anlamıyla More’un yazdığı eserin adıdır. İkinci anlamıyla ise hem “hiçbir yer” hem de “iyi bir yer” olarak ifade edilişi görülmektedir (Kumar, 2005, s. 9; More, 2006).

Genel olarak sözlük ve sosyal bilimlerde tanımına baktığımızda Türk Dil Kurumu (TDK) ütopyayı, “gerçekleştirilmesi imkânsız tasarı veya düşünce” olarak tanımlarken (sozluk.gov.tr) Felsefe Sözlüğü’nde ise “ideal ya da yetkin toplum; ideal bir toplum düzeni ya da yönetim biçimi ortaya koyan tasarı” olarak ifade edilmektedir (Cevizci, 1999, s. 880). Sosyolojik manada ise “kusursuz bir toplumu ya da ideal bir devleti ifade eden hayali bir kurgudur” (Tandaçgüneş, 2013, s. 19). Bu bağlamda ütopyalar, toplumsal bakış açısıyla toplumun yaşamına dair ihtiyaçların zamandan bağımsız fakat gelecekte bir yerde sorunların ve ihtiyaçların çözümü için çaba sarf edildiğidir. Ütopyalarda ulaşılması arzu edilen, daha iyi bir düzene sahip toplum modeli vardır. Bununla beraber her sosyal öğreti, mevcut şartlardaki rahatsızlığın ve huzursuzluğun kaynağı olan düzeni değiştirmek ve bu kurulu düzene yeniden biçim vermek isteyeceğine göre toplumun ileride alacağı ideal durumu dile getirmektedir. Bu bakımdan her sosyal öğretiye bir çeşit ütopya denilebileceği de savunulmaktadır (Avcı, 2006). Ütopyaların var olan düzeni yeniden inşa etmesinden ötürü eleştirel bir yapısı vardır. “Ütopyacı toplumsal gerçekliğe eleştirel bir açıdan yaklaşıp, eseriyle dönemin adaletsizliklerine, haksızlıklarına, baskılarına, kısacası kurulu düzene düşünsel düzeyde bir başkaldırıyı ortaya koyar” (Cevizci, 2005, s. 1683).

 

Ütopyanın Tarihçesi

Ütopyanın tarihsel sürecine baktığımızda Antik Yunanca kaynaklı olduğu görülmektedir. Yunanca “ou” (değil) ve “topos” (yer) kelimelerinden, “hiçbir yerde olmayan” anlamında türetilmiştir (Avcı, 2006, s.15). Bununla beraber iyi anlamına gelen “eu” ile yer anlamına gelen “topos” un birleştirilmesinden oluşan “iyi yer” anlamına gelen eutopia kelimesine de atıfta bulunulmuştur.

Antik Yunan ve Roma’da askeri demokrasinin oluşmasıyla yağma ve fetihler maddi olanaklar yanında sınıflaşma süreçlerini de hızlandırmıştır. İnsanların maddi servete ve işlenmiş, düzenlenmiş verimli topraklara hazır bir şekilde konması hâkim kabileler arasındaki ve ezen-ezilen arasındaki sınıfsal çatışmayı arttırmıştır. Yoksullaşan köylü kesim toplumsal hayattan uzaklaşarak sömürüye, zorbalığa ve şiddete maruz kalmıştır. Bu sayede toplumlar kendilerine özgü bir ütopya oluşturmuştur. Yöneticiler adil, çalışanlar verimlidir. İnsanları erdemli ve cesurdur. Yani, toplumu oluşturan birey ve kurumlar ideal olarak tasarlanmış ve varlık kazanmışlardır. Yunan dünyasındaki ütopyalar, tanrısal bir özellik gösterirler. Orta Çağ’da ise yaygın ideoloji, din yönelimli ya da dinsel içerikli felsefe tarzının gelişmesi ile toplumun hayal gücünü bu yönde etkilediğinden ütopyalar da bu durumdan nasibini almış ve o dönemdeki ütopyalar dini unsurlar içererek din, gelecekte kurulacak ideal düzene entegre edilmeye çalışılmıştır. Dolayısıyla Orta Çağ ütopyalarında Antik Yunan’dan daha farklı bir dinsel yapı görülür. Bu anlamda İlk Çağ ütopyalarının Hristiyanlaşmış soluk birer kopyaları olmuşlardır (Coşkun, 2004). Bu dönemde yazılan Andreae’nin ütopyasının başlığı Christianopolis, dönemin düşünce dünyasının niteliğini yeterince ortaya koymaktadır (Kumar, 2006).

En ünlü birkaç ütopyaya değinecek olursak Platon’un Devlet’i, Thomas More’un Ütopya’sı, Tommaso Campanella’nın Güneş Ülkesi’si, Francis Bacon’ın Yeni Atlantis’i örnek verilebilir. Platon’un Devlet’i ilk Antik Çağ ütopyasıdır ve demokrasiye karşı çıkarak aristokrasinin bulunduğu devleti savunmaktadır. Platon’a göre her sınıf kendi erdemine uygun görevini yerine getirirse toplum mutlu olacaktır. Thomas More’un Ütopya’sında Kolomb’un keşiflerinin etkisi vardır. İngiltere’nin toplumsal durumunu eleştirir ve özel mülkiyete karşı gelmektedir. İdeal toplum, sınıfsız toplum olmalıdır. Campanella ise Güneş Ülkesi’nde Rönesans ve reform hareketleriyle beraber skolastik düşüncenin hâkim olduğu, eşitsizliğe ve zorbalığa karşı toplumların Altın Çağ’ı yaşayacağı sosyal adaletin sağlanması ve gerçek bilginin elde edilmesidir. Yeni Atlantis, Bacon’ın düşüncesinde bilimsel ve teknolojik gelişmelerle toplumların ilerleyeceğini ve aydınlığa kavuşacaklarına inanır. Dolayısıyla Bacon dine dayalı devletleri eleştirmiştir. Nihayetinde, bu ütopyalar farklı dönemlerde yazılmış olsa da ortak özelliklerinin var olan düzene umut vaat eden bir başkaldırış olduğu görülür. Ütopya, “insanın iyileştirilebilme olasılığı üzerine ciddi bir düşünsel arayıştır” (Kumar, 2005, s. 35).

 

Ekolojik Ütopyalar

Ekolojik ütopyalar, doğayla uyumlu, kırsal yaşam özünde idealleştirilmiş ve komün topluluklar biçiminde oluşturulmuş çağdaş ütopyalardır (Tandaçgüneş, 2011). Ekolojik ütopyalar, modern ütopyaların insan merkezli varsayımlarından uzak bir tablo çizmekte ve insan ve doğa etkileşiminden yola çıkarak, ekonomi ve ekoloji çatışmasında dengeyi vurgulayan alternatif bir vizyonu benimsemektedir (Chang, 2005). Ekolojik ütopyalarda kurgulanan; çevre bilincine sahip bireyler ve onların tüketim alışkanlıklarının değiştiği, doğaya daha saygılı davrandıkları ideal bir toplum düzeninin oluşmasıdır. İnsan merkezcilikten ziyade çevre merkezli bir görüş savunulmaktadır. Modern ütopyalardan farkını ise Marques’in tablosuyla gösterebiliriz.

Ekolojik ütopyaları örnekler üzerinden inceleyecek olursak; Ernest Callenbach’tan Ekotopya, Robert Havemann’dan Yarın: Yol Ayrımındaki Sanayi Toplumu Eleştiri ve Gerçek Ütopya ve Joël de Rosnay’den Le Macroscope ve Ortakyaşar İnsan: Üçüncü Binyıla Bakışlar öne çıkan eserlerdir.

Ernest Callenbach Ekotopya (1975) isimli çevreci ütopyasıyla doğal kaynakların öncelikle güneş ve su enerjisinin en yüksek verimlilikte kullanıldığı, üretimde ve tüketimde akılcılığın savunulduğu, bunun yanı sıra arabaların olmadığı, erişilebilirliğin yaya temelli geliştiği, cinsiyet ayrımcılığının olmadığı, kadın, çocuk ve emekçi haklarının savunulduğu eşitlikçi bir toplum tasarlamaktadır. Ekotopya kelimesi ev anlamına gelen “oikos” ve yer anlamına gelen “topos”tan üretilmiştir. Ütopya “olmayan yer” anlamına gelse de Callenbach, burada var olan bir yeri konu edinmiştir. Amerika’dan ayrılan bir grubun bağımsız olarak kurduğu düzeni anlatır. Ekotopya’daki yaşam, insanların üretim ve tüketim odaklı olmak yerine doğanın dengesini bozmadan kendilerini ona göre uyarladığı bir yaşam biçimidir. Bisiklet şeritleri, çeşmeler, heykeller ve aktif yeşil alan kullanımına ayrılmış olan mekân, serbest zaman etkinlikleriyle doludur (Meydan Yıldız, 2017). Üretim, miktarınca ve uygun olduğu ölçüde vardır. Hiçbir şeyin fazlasının mutluluk getirmeyeceği görüşü benimsenmiştir. Estetik güzellik yok denecek kadar azdır. Evler sadece barınmak için vardır ve kıyafetler estetik kaygı güdülmeden sıradan, sade şekilde insanların kendi üretimleridir. Teknoloji, doğayla uyumlu kullanılarak belirli sınırlar içinde var olur. Ulaşım çoğunlukla bisiklet kullanımı şeklinde mevcuttur, haricinde ise doğaya daha az zarar veren toplu taşıma araçlarının kullanımı teşvik edilir. Hem kirliliğin hem de trafik yoğunluğunun önüne geçilir. Ekotopya sokaklarında görsel kirlilik yoktur. Reklam afişleri, sokak tabelaları çok az sayıda olup, boyut olarak küçük oranda yerleştirilmiştir. Ekotopyalılar yirmi saatlik çalışma haftalarıyla da kendilerine fazlasıyla serbest zaman ayırırlar. İşler yoğun bir tempoda ve koşuşturmaca içinde değil, daha yavaş ve düzenli bir şekilde, zamanında yapılır. Bu durum insanların kendi gündelik yaşamlarına da yansımıştır. Ekotopyalılar yaşamdan zevk alan, toplumsal yarar odaklı, eğitimlerini kendi becerilerine ve pratik kazanabilecek alanlara yöneltirler. Geleceğe umutla bakılmakta ve teknolojinin ve bilimin insanlığın hizmetinde, doğa yasalarına uygun bir şekilde gelişeceğine inanılmaktadır (Callenbach, 2010; Keleş, 2013).

Robert Havemann, Yarın: Yol Ayrımındaki Sanayi Toplumu Eleştiri ve Gerçek Ütopya (1979) adlı yapıtında, kapitalist sistemin temel çelişkilerini ele alarak çevresel, kentsel ve toplumsal sorunların kapitalizmle çözülemeyeceğini savunmaktadır. Havemann’ın ütopyasında idari bir yapı yoktur. Asker, polis gibi kolluk kuvvetleri bulunmamaktadır. Bireyler mesleklerini kendi ilgi ve becerilerine göre seçmekte, sadece ütopya yararı için çalışmaktadırlar. Şehrin düzeni sanat, bilim, eğitim-öğretim ve teknoloji üzerine kuruludur. Konut ve barınma ihtiyacı ise doğanın sunduğu olanaklar çerçevesinde sağlanır. Üretim ve bölüşüm sistematik bir şekilde yapılmaktadır ve insanlar sömürü, sahip olma arzusu, unvan ve mülkiyet gibi tabuları yıkmışlardır. Kapitalist sistemin yarattığı aşırı tüketim ve rekabetçilik önemini yitirmiştir. Ulaşımda ise hava ve gürültü kirliliğine neden olacak otoban, demiryolu ve havayolu gibi kullanımlar yoktur. Teknoloji sadece enerji üretiminde kullanılmakta, ekolojik sorunlara yol açacak nükleer santrallerden kaçınılmaktadır. Bireyler saygı ve sevgi çerçevesinde eşitlikçi ve hoşgörü temelli ilişkiler yürütmektedirler (Havemann, 2005; Keleş, 2013).

Joël de Rosnay, Le Macroscope (1975) ve Ortakyaşar İnsan: Üçüncü Binyıla Bakışlar (1995) adlı eserlerinde insanlığın vazgeçilmez bir parçası olan teknolojiyi, bilgisayar ve ağları ütopyasına uyarlamıştır. Toplumsal yaşamda yeni bir ekosistem kurularak mekanik, sanal ve yapay gelişimler sağlanmıştır. Mikroorganizma olarak tanımlanan siber-canlı, insanlar ve insanların yaratmış olduğu teknik, teknolojik, mekanik ve kültürel ağlardan oluşan canlı bir sistemi temsil etmektedir. Siber-canlı; enerji, enformasyon, ekonomi ve ekoloji bileşenlerinden oluşmaktadır ve kendine özgü kurallarıyla yeniden kurgulanmaktadır. Doğallık ve yapaylık arasındaki sınır kalkarak bir bütün haline gelmektedir. Olağanüstü çeşitlilikte olan ve insan ırkının kendi yararına yaratmış olduğu yapay çevre, zamanla denetlenemeyen özerk evrimlerle karşı karşıya kalacaktır. Böylece, daha geniş bir çerçevede insanlığı da kapsayan bir üst karmaşık düzeyde yeni bir organizma ortaya çıkmaktadır. İnsan ile yeni organizma arasındaki ilişki ortakyaşar insanı doğurmaktadır (Rosnay, 1998). Geleceğin insanının, beden ve zihin bakımından 20. yüzyıl insanından bir farkı yoktur, lakin psikolojik ve biyolojik olarak olağanüstü bilgi ve eylem olanaklarına sahiptir.

Üç ekolojik ütopyanın da ortak fikri; daha sağlıklı, daha adil ve daha eşit bir dünya için insanların doğayla bütünleşmesi, ekonomik ve ekolojik dengenin sağlanması gerektiğidir. Sanayi devrimi, küreselleşme, makineleşme ve kalkınma gibi etkenlerin değişmesiyle tüketim alışkanlıklarımızı doğa temelli yaparak eko-kent modelini oluşturmalıyız. Bu üç ütopyada toplumsal yapının hoşgörü üzerine kurulduğu, yeşil alanlarla çevrili kent düzeninin, yaya öncelikli ulaşımın ve dengeli bir nüfus yapısının tasarlandığı görülmektedir.

Geçmişten günümüze gelen ekolojik ütopya örnekleri, bugün solarpunk adı altında yeni bir bilim kurgu türüne temel oluşturmuştur. Solarpunk, insanları umutsuzluğa sürükleyen distopyaya karşı, giderek kötümser hale gelen geleceği daha iyimser bir ideale doğru yeniden şekillendirmeye çalışır. Ekolojik ütopyalar ve solarpunk aynı noktada buluşur; yaratıcılık, üretkenlik, bağımsızlık ve topluluk fikirlerine odaklanarak, insanların çevresel yıkımı nasıl önleyebileceklerini, kapitalizmi nasıl yenebileceklerini veya değiştirebileceklerini ve çevreleriyle ve birbirleriyle nasıl denge içinde yaşayabileceklerini sorgular.

 

Solarpunk

Ekolojik ütopyalar arasında çok yeni bir tür olarak solarpunk henüz 2010’larda oluşmaya başlamış, bilim kurgu ve fantazya alanında, post-ütopya olarak da kategorilendirilen, çiçeği burnunda bir edebiyat janrıdır. Geçmiş ya da geleceğe odaklanmaktansa günümüzdeki toplum ve çevre koşullarını ele alıp gerçekçi kurgular oluşturarak ütopik şehirler tasvir eder. Bu tasvirlerde en dikkat çeken özellik solarpunk’ın 21. yüzyılın sorunlarını çözmeye yönelik olacak şekilde bir yaşam tahayyül etmesidir. Söz konusu tahayyüllerdeki sosyal sorunların çözümünde Murray Bookchin’in toplumsal ekoloji düşüncesine de bolca atıfta bulunularak toplum içindeki her türlü eşitsizliği gidermeye yönelik, çoğunlukla anarşist ve kesinlikle iyimser bir bakış açısı benimsenir (Schuller, 2019).

Politik olarak homojen olmayan bir yapıya sahip olan solarpunk, ekonomik büyüme ve rekabetin hâkim olduğu bir düzendense komünal bir düzende, insanın içine dahil olduğu ekosistemle bir tevazu ilişkisi içinde, eşitlikçi bir yaşam tasviri yapar. Büyük ölçekli ulusların yerini küçük ölçekli topluluklar ve eko-şehir-devletleri alır. Güneş teknolojisinin ana gelişim kaynağı olduğu şehir tasvirlerinde bu teknolojik gelişmenin yanı sıra toplumsal ilişkiler ve değer sistemlerinin değişimi de önemlidir (Williams, 2019).

Solarpunk’ın, Bookchin’in toplumsal ekoloji felsefesinden yararlandığı ideolojik temellerinden bahsetmekte fayda var. Bookchin’e göre tüm ekolojik sorunlar, toplumsal sorunlardan kaynaklanmaktadır. Şiddeti sürdüren, ekonomik temelli ve toplumsal sorunlar çözülmediği müddetçe insan yaşamını da içine dahil eden çevresel bir sürdürülebilirlikten bahsetmek mümkün değildir (Farver, 2019). Solarpunk da ekolojik bir holizme dayalı konseptiyle insanlık ve doğa arasında bir denge kurmayı amaçladığı için tamamlayıcılık esas alınıyor; yani, insanın destekleyici tür olduğu, insan dışı yaşamların da değer verildiği bütüncül bir toplum tasviri yapılıyor (Bookchin, 2006). Bookchin’in toplumsal ekoloji felsefesinde böyle natüralist bir yaşam biçimi betimlenirken bu kesinlikle primitivist bir gericilik anlayışıyla olmak zorunda olmadığı gibi öyle bir toplum tasviri yapmak da mümkündür. Ancak bu durum solarpunk için geçerli değildir, çünkü, daha önce de belirtildiği gibi, solarpunk günümüz teknolojisinin tercihen daha da ilerletilmiş halinin efektif bir uygulaması şeklinde bir nitelik kazanmaktadır. Geriye dönük bir primitivizm pek olası olmadığı gibi olması durumunda da mevcut 21. yüzyıl koşullarının söz konusu olması daha muhtemeldir. Yani aslında solarpunk’ta belirleyici özellik teknolojinin doğayla uyum içinde gelişmiş varlığıdır.

Öte yandan solarpunk türü literatürde daha çok devletsiz ve anarşist bir toplum düzeni çizse de Batılı yazarların sıklıkla liberal eğilimlerle yeşil kapitalizm ve sürdürülebilirlik temalarını işlediği öyküler de vardır. Rhys Williams (2019), solarpunk’ın ana temasını oluşturan güneş teknolojilerinin hem merkezi hem de merkezi olmayan ekonomik modellerle uyumlu olduğunu söyler. Ancak, neoliberal tahayyüller yeşil direnişi kendinden uzaklaştırıp türün ütopik özelliğini kırmaktadır, çünkü zaten çevre sorunları günümüz kapitalist sisteminden ötürü meydana gelmekte. Kapitalist düzenin neden olduğu bu ekolojik facialar, sistemin giderek büyüttüğü mega şirketler ve distopik hükumetlere karşı oluşturulan, yenilgiyi kabul etmeyen umut dolu bir perspektif sergiler solarpunk. Aynı zamanda bu umut yerel halkın merkezi olmayan, küçük topluluklar halinde direnişiyle toplumsal hiyerarşileri ve hegemonyaları yıkmayı amaçlar. Nihai olarak istenen ütopik toplum düzenine erişmek için Bookchin’den esinlenerek “sürekli doğal evrim”i savunur. Burada savunulan ana düşünce “büyüme için büyüme”yi savunan kapitalist mantra değildir. Sürekli doğal evrim teorisi, “büyüme”yi değil “ilerleme”yi baz alır, dolayısıyla bu bakış açısıyla solarpunk janrında ilerleme faydalı bir kavram ve asıl hedeftir. Solarpunk edebiyatı, toplumsal ilerlemenin, kapitalizm ve hiyerarşiden uzak, merkezi olmayan ve birbirine bağlı komünlerin oluşumuna yer vererek olacağını öne sürer (Schuller, 2019).

Toplumsal ilerlemenin yanı sıra, solarpunk’ta fiziksel ilerleme olarak insan zihni ve bedeninin de evrimi önem arz eder. Post-hümanizmi de iyimser bir bakış açısıyla değerlendirip insanın yabancı, dünya dışı yaşam formlarıyla bütünleşmesini destekleyici bir tasvir çizilir. Bu fiziksel evrim de yine aslında Bookchin’in toplumsal ekoloji felsefesine dayanıyor. Zira solarpunk’ın, insan vücudunun daha dayanıklı bir yaşam formuna evrilmesinin ancak teknolojik büyümeyle ulaşılabilecek bir şey olduğunu kabul eden duruşu, toplumsal ekolojinin evrim anlayışında da mevcuttur. Toplumsal ekolojinin felsefesi gereği evrim, organizmaları yeni çevre zorluklarına karşı daha uyumlu kılar ve bilhassa insanları, ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olarak çevrelerini değiştirmeye hazırlar (Bookchin, 2006).

Solarpunk, tüm bu ilerlemeci değişimleri öngörürken kontrolsüz bir büyümeden yana değildir; sorumsuz tüketimlerden kaçınmaya çalışır. Toplumsal ekolojinin çevresel adalet nosyonunda böyle aşırılıklar olmadığı gibi durgunluk da yoktur. Durgunluk, toplumun gelişimi için en az aşırılıklar kadar zararlıdır. İnsan ilerleyişinin süregelmesi ve ideal topluma ulaşılamaması, solarpunk’ın bir post-ütopya türü olarak en önemli özelliklerindendir. İdeal topluma ulaşılamamasının nedeni, dünya ve insanlığın sürekli değişiyor olması ve aynı zamanda, ütopik manada tarihin sonuna ulaşılmasının, ilerlemenin durması anlamına gelecek olmasıdır. Yani aslında solarpunk’taki iyimserlik, solarpunk idealine ulaşmak için insanlığın, toplumun ve teknolojinin sürekli evrimini hedeflemektedir (Schuller, 2019).

Solarpunk’ın çevresel adalet nosyonu, kapitalizmin çevreyi sömürüsünü anlamak için bir araçtır. Kapitalizme alternatif ekonomik sistem düzenlerini bilim kurgu ile harmanlayarak iklim krizini çözmeye, insan ihtiyaçlarını karşılamaya ve sürdürülebilir üretim sağlamaya yönelik gerçekçi senaryolar çizer. Her solarpunk hikayesinin bilinçli veya bilinçsiz nihai amacı malların eşit dağıtımının keşfidir, çünkü eşit dağıtım olmadan toplumlar sürdürülebilir olamaz. İnsanlar arasında olduğu gibi insan-çevre ilişkilerinde de adil ve sürdürülebilir bağlar oluşturacak ekonomik ve sosyal yapıların yeniden inşası esastır (Farver, 2019).

Toplumsal ve ekonomik özelliklerine ek olarak, solarpunk aynı zamanda mimari ve estetik alanlarındaki yaratıcı tasvirleriyle de ön plana çıkar. Eserlerde gelişmiş güneş teknolojisinin vurgusu sık sık yapılarak “aydınlık” ve “parlaklık” gibi kavramlar detaylı bir şekilde betimlenir. Örneğin, genelde binaların dış cepheleri komple güneş panelleriyle kaplanmıştır ve mimari itibariyle ağaç ve çiçeklere benzer yapılarla sık karşılaşılabilir. Bu estetik tasarımlar güneş panellerinin fonksiyonel özelliklerini gizleyip şehirlerin altyapı sistemlerine çığır açıcı yenilikler getirmiş olur. Altyapı sistemlerinin teknik özelliklerinin güneş ve rüzgâr gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanıyor olması, sistemin kendi kendini sürdürebilme arzusunu yansıtmaktadır. Williams (2019), güneş teknolojisi üretim araçlarının toplumsal olarak adil değişiminin, hakiki bir değişim için gerekli olduğunu söyler.

 

Sonuç

İnsanlık ilk var olduğundan beri hep daha iyisi için uğraşmış ve daha güzel bir dünyada yaşama hayali kurmuştur. Bu hayalin hem politik hem edebi düzlemde yansıması ütopya edebiyatı olmuştur. Her ne kadar ütopya adını sonradan alsalar da ütopyalar, ilk ortaya çıktıklarından beri çeşitli şekillerde insan yaşamının farklı alanlarını hep daha iyi formlara dönüştürme çabası içinde, dönemin düşünce yapısı ve toplumsal şartlarından da etkilenerek iyimser bir gelecek tasviri çizmişlerdir. Bu tasvirlerdeki değişimler temelde insan haklarından başlayarak diğer birçok sorunun çözümü için ışık tutarak tarihin gelişimine de katkı sağlamışlardır. Bu noktada ütopyaların her zaman hayali şeyler olarak kalacağını söylemek haksızlık olur. Gerekli toplumsal şartlar sağlandığı takdirde uygulanabilecek gerçekçi senaryolar olduklarını belirtmekte fayda var, zira solarpunk da bizzat bu gerçekçilik çerçevesinde ortaya çıkmış bir gelecek tahayyülüdür.

Ekolojik ütopyaların ortaya çıkması insanların çevreye verdikleri zararı kabullendiklerini gösterdiği için bunu bir başlangıç noktası olarak nitelendirmek mümkün, zira bu tutum bozulan bir şeyi düzeltme arzusunu temsil etmekte. Söz konusu başlangıç noktasının 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkması da çevre sorunlarının çok yeni sorunlar olduğunu, fakat buna rağmen çevreci ütopyalar oluşmasına yol açacak kadar önemli meseleler teşkil ettiğini kanıtlar nitelikte. Mevcut ekolojik düzensizliğe başkaldıran idealist yapılarıyla ekolojik ütopyalar insanların daha iyi bir ekosistemde, doğayla uyum içinde bütüncül yaşama arzularının gerçekliğe inikâsıdır. Öte yandan dikey hiyerarşinin reddiyesi ve devletlere karşı aldığı şüpheci tavırla ekolojik ütopyalar toplumsal olduğu kadar siyasaldır da. Siyasal boyuttaki okumasının anarşist bir perspektiften yapılması genelde ekolojik ütopyaları, özelde ise solarpunk janrını anlamada daha etkili olacaktır.

Solarpunk’ın köklerini dayandırdığı nokta ekolojik ütopyalardır, ancak makale boyunca detaylı anlatımından çıkarılabileceği üzere, solarpunk’ı solarpunk yapan yegâne unsur başta güneş olmak üzere yenilenebilir enerji kaynaklarının insanın doğayla bütünleşik yaşamında ön plana çıkan konumudur. Bunun estetik bir şekilde mimariye yedirilmesi, solarpunk ütopyalarının göze hitap eden, “aydınlık” ve “yeşil” alanları betimlemesi, ona en yakın tür olarak karanlık bir gelecek tasviri çizen cyberpunk’tan ayrışıp bu özellikleriyle aslında onun 180 derece karşısında durması solarpunk’ın ne kadar orijinal bir edebi janr olduğunu gösteriyor. Her ne kadar bu makalede ağırlıklı olarak siyasal ve edebi perspektiften bir incelemesi yapılsa da, solarpunk’ın güzel sanatlar, mimari ve moda gibi birden fazla alanı kapsayan geniş bir sanat hareketi olduğunu belirtmekte fayda var.

 

 

NİSA DURDU

SENA KESKİN

Çevre Hukuku Staj Programı

 

 

 

KAYNAKÇA

Avcı, M. (2006). Tommaso Campanella ve Thomas More’un ütopyalarının karşılaştırılması. (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi). Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara

Bookchin, M. (2006). Social ecology and communalism. ABD: AK Press.

Callenbach, E. (2010). Ekotopya (Çev. O. Akınhay). İstanbul: Agora Kitaplığı. (Orijinal yayın tarihi, 1975)

Cevizci, A. (Ed.). (1999). İdealar kuramı: Platon’un felsefesi üzerine araştırmalar. Ankara: Gündoğan Yayınları.

Cevizci, A. (2005). Paradigma felsefe sözlüğü. İstanbul: Paradigma Yayıncılık.

Chang, H. (2005). Ecological utopia: A study of three literary utopias in the 1970s. National Taiwan University Journal of Literature, History and Philosophy, 63, 251-269.

Coşkun, İ. (2004). Şimdinin eleştirisi: Thomas More ve bir imkân/öneri olarak ütopyalar. Hece, 90/91/92, 209-217.

Farver, K. (2019). Negotiating the boundaries of solarpunk literature in environmental justice. WWU Honors Program Senior Projects, 124. Erişim adresi https://cedar.wwu.edu/wwu_honors/124

Havemann, R. (2005). Yarın: Yol ayrımındaki sanayi toplumu eleştiri ve gerçek ütopya (Çev. F. Özçelik). İstanbul: Kaynak Yayınları. (Orijinal yayın tarihi, 1980)

Keleş, R. (Ed.). (1997). İnsan çevre toplum. Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.

Keleş, R. (2013). 100 soruda çevre: Çevre sorunları ve çevre politikası. İzmir: Yakın Kitabevi.

Kumar, K. (2005). Ütopyacılık (Çev. A. Somel). Ankara: İmge Kitabevi Yayınları. (Orijinal yayın tarihi, 1991)

Kumar, K. (2006). Modern zamanlarda ütopya ve karşı ütopya (Çev. A. Galip). İstanbul: Kalkedon Yayıncılık. (Orijinal yayın tarihi, 1979)

Marques, V. S. (2007). Utopia and ecology. Spaces of Utopia: An Electronic Journal, 4, 135-143.

Meydan Yıldız, S. G. (2017). Ekolojik ütopyalar. Sinop Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,1(1), 1-15.

More, T. (2006). Utopia (Çev. S. Eyüboğlu, V. Günyol ve M. Urgan). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. (Orijinal yayın tarihi, 1516)

Rosnay, J. (1998). Ortakyaşar insan: Üçüncü binyıla bakışlar (Çev. İ. Birkan). İstanbul: Telos Yayıncılık. (Orijinal yayın tarihi, 1995)

Schuller, W. K. (2019). “Evolution takes love:” Tracing some themes of the solarpunk genre. (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi). QSpace: Queen’s Scholarship & Digital Collections. Erişim adresi https://qspace.library.queensu.ca/handle/1974/26518

Tandaçgüneş, N. (2011). Pazarlama iletişiminde sürdürülebilir tüketim olgusuna farklı bir bakış: Ernest Callenbach ve “Ekotopya” yapıtı üzerine hermeneutik okuma çalışması. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, 41, 103-124.

Tandaçgüneş, N. (2013). Ütopya: Antikçağ’dan günümüze “mutluluk vaadi”. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Yücedağ, İ. (2011). Ütopyalar ve toplum sınıflamaları ilişkisi üzerine. Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, 8(1), 199-212.

Williams, R. (2019). ‘This shining confluence of magic and technology’: Solarpunk, energy imaginaries, and the infrastructures of solarity. Open Library of Humanities, 5(1): 60,1-35. https://doi.org/10.16995/olh.329