Home Blog Page 44

Gönüllü ve Yardımlı Geri Dönüş Programları: Suriyeli ve Afgan Göçmenler

Türkiye, 12 Ağustos 2021 itibariyle 3 milyon 699 bin 388 geçici koruma statüsü altında kayıtlı Suriyeliye ev sahipliği yapmaktadır. Düzensiz göçle ilgili veri toplama zorluğu sebebiyle gerek Suriyeliler gerekse Afgan ve diğer uyruklu düzensiz göçmenlerle ilgili rakamlar kaynaklarda değişkenlik göstermektedir. Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal İşler Organizasyonu (DESA) 2019 verilerine göre ülkemizde 5.678.800 göçmen ve mülteci bulunmaktadır. Türkiye dünyada en çok sığınmacıya ev sahipliği yapan ülke konumundadır. Emniyet, Jandarma ve Sahil Güvenlik ekiplerinin 2015 ile 2019 yılları arasında yakaladığı düzensiz göçmen sayısı 1 milyon 219 bin 368 iken yine bu yıllar arasında gözaltına alınan göçmen kaçakçısı sayısı 27 bin 700’dür. Sadece 2019 yılında 454 bin 662 düzensiz göçmen yakalanmıştır. Göç İdaresinin rakamlarına göre kayıtlı Suriyeliler (3.6 milyon) ve UNCHR Türkiye’nin 2020 verilerine göre uluslararası koruma talebinde bulunanlar (330 bin) göz önüne alındığında Türkiye’de en az 4 milyon göçmen olduğunu, kayıt dışı rakamlarla beraber bu rakamın 6 milyona ulaştığını söyleyebiliriz. Bu rakam toplam nüfusun %7’sine denk gelmektedir. Türkiye nüfusuna oranla %4.4 sığınmacıya ev sahipliği yaparken Avrupa Birliği’nde bu oran %0.6’dır.   

Makale İncelemesi: Türkiye Gerçeklerinde Koronavirüs ve Biyopolitika

0

2019 yılının sonlarında ortaya çıkan ve Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı’nın 2020 yılının Mart ayında Türkiye’ye geldiğini açıkladığı Covid-19 virüsü, pek çok alanda olduğu gibi entelektüel alanda da tartışmaya yol açmıştır. Ünlü İtalyan düşünür Giorgio Agamben’in (2020) salgının başlangıcında yayınladığı Covid-19: Gerekçesiz Bir Acil Durumun Yarattığı İstisna Hali başlıklı yazısında, Covid-19 salgınını devletlerin totaliter amaçlarını devreye sokmak için oluşturulmuş bir icat olarak değerlendirmiş ve salgının istisna hali yaratmak için egemenler tarafından kullanılan bir bahane olduğu fikrini öne sürmüştür. Slavoj Zizek (2020) ve diğer pek çok entelektüel ise buna cevaben, salgınla mücadelede uluslararası işbirliğinin ve egemenler eliyle daha fazla gözetimin gerekliliğini savunmuştur. Uluslararası İlişkiler Çalışmaları Dergisinin Nisan 2021 sayısında yayınlanan Hakan Karadiken, Fatma İşbilir ve Neslihan Akbaş tarafından kaleme alınmış İstisna Hali Çerçevesinde Türkiye’de Uygulanan Koronavirüs Önlemlerine Dair Bir Değerlendirme başlıklı makale, Agamben’in Carl Schmitt ve Walter Benjamin’e referansla oluşturduğu istisna hali kavramı üzerinde Türkiye’de koronavirüs tedbirlerine bir bakış sunmaktadır. Pandemide yürürlüğe konan istifa ve işten çıkma yasakları, karantina tedbirlerine uymama durumunda uygulanan kapatma pratikleri bu bağlamda değerlendirilmeye tabi tutulmaktadır. Bu inceleme, makaleye ve dolayısıyla salgın döneminde kamu güvenliği / bireysel özgürlükler ekseninde gerçekleştirilen tartışmaya eleştirel bir katkı sunmayı amaçlamaktadır.

Çevre Sorunları Karşısında Ekoloji Temelli Uluslararası Kuruluşların Rolü

Dünyada ve Türkiye’de meydana gelen orman yangınlarının artışıyla birlikte, hükümetlerin bu konudaki yeterliliği tartışılırken, devlete yardımcı olabilecek kuruluşların da rolü sorgulanmaya başlandı. Günümüzde halkın güvenliğini sağlamada birincil sorumlu kurumun devlet olduğu aşikardır. Ancak halkın güvenliğini birincil ölçüde tehdit eden birçok sorun gibi çevre sorunlarına karşı da devletler bazen tek başlarına yeterli olamamaktadır. Bir devletin yaşanan bir çevre sorununa karşı tek başına yeterli gelememesi olağan bir durumdur. Bu noktada ise uluslararası iş birliğinin devreye girmesi şarttır. Uluslararası alanda faaliyet gösteren kuruluşların rolü ise bu konuda devletlere yardımcı olmak, eksik kalan kısımları doldurmak ve gerektiğinde politika yapıcıları eylemde bulunmaya teşvik etmek olmalıdır. Politika yapıcıların eylemde bulunmasının en etkili yolu ise kamu bilincinin yüksek olmasından geçer.

Çevre sorunlarına karşı doğrudan kurulmuş olan bir uluslararası kuruluş yoktur. Buna en yakın Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) bulunmaktadır. Ancak bu kuruluş da BM çerçevesinde kurulduğundan kapasitesinin sınırlı olacağından bahsetmek gerekir. Son zamanlarda dünyanın her bir yanında artan ekolojik krizlerin karşısında bu örgütün gerekliliği bir kez daha ortaya çıkmıştır. Bütün dünya devletlerinin dahil olduğu bir çevre örgütünün bu sorunlara karşı çok daha efektif bir şekilde mücadele edebileceğini belirtmek gerekir (Biermann, 2001). Dünyamızın yaşamını devam ettirebilmesi yaşanabilir bir çevreye bağlıdır, bu yüzden bunun korunmasında öncül rol oynayabilecek bir kuruluşu hak etmektedir.

Uluslararası ilişkilerde ulusal güvenlik, askeri ve savaş konuları ilgilendiren meseleler “yüksek politika” (high politics) olarak adlandırılırken bunun dışında kalan bütün ekonomik ve sosyal olaylar “düşük politika” (low politics) olarak adlandırılmaktadır (Jackson, Sørensen, & Møller, 2019). Çevre sorunları da burada düşük politika olarak değerlendirilmekte ve hayati bir mesele olarak görülmemektedir. Günümüzde yaşanan orman yangınları, deniz kirliliği ve seller gibi krizler göstermiştir ki uluslararası ilişkilerde “düşük politika” olarak değerlendirilen çevre politikalarının “yüksek politika” olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu kadar önem arz eden bir duruma karşı ise 21. yüzyılda hala uluslararası bir çevre örgütünün bulunmamasının çok büyük bir eksiklik olduğunu belirtmek gerekir. Bazı akademisyenlere göre çevre sorunları artık yüksek politika olarak değerlendirilmeye başlamıştır (Nilsson, 2012). Ancak bu süreçte dünyamızın ne kadar dayanabileceği merak konusudur.

Çevre sorunlarına karşı doğrudan kurulmuş bir uluslararası kuruluş olmadığından Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Ekonomik Kalkınma ve İş Birliği Örgütü gibi kuruluşların nihai amacı çevre sorunları olmasa da çevre sorunlarına karşı birtakım faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Şüphesiz ki son zamanlarda sadece Türkiye’de değil, dünyanın birçok yerinde meydana gelen orman yangınlarında iklim değişikliğinin önemli bir etkisi vardır. Nitekim, BM de Türkiye’deki orman yangınlarına yönelik yaptığı açıklamada bu duruma değinmiştir (UN Türkiye, 2021). Fosil yakıtların kullanılması, endüstriyel faaliyetler ve ormansızlaşma gibi durumlar nedeniyle küresel ısınmanın artması iklim değişikliğine neden olmaktadır. Burada görüldüğü gibi, iklim değişikliğinin yaşanması orman yangınlarına neden olurken, ormansızlaşma da iklim değişikliğinin artmasına neden olmaktadır. Bu iki durum, karşılıklı olarak birbirini tetiklerken dünyanın günbegün daha yaşanamaz bir yer olmasına neden olmaktadır. Bu duruma karşı ise, sadece bir ülkenin ya da grubun kendi başına önlem alarak önüne geçilebilecek bir kriz olmadığını belirtmek gerekir. Bütün dünyayı etkileyen bu duruma karşı önlem ancak bütün dünyanın çabaları doğrultusunda alınabilir. Bu bağlamda, devletler üstü konuma sahip olan ve bütün devletleri bir çatıda birleştirebilecek role sahip olan başta BM olmak üzere, uluslararası kuruluşların rolü iklim değişikliğinin önüne geçmek için devletleri bir arada toplamak ve ortak kararlar almaya teşvik etmek olmalıdır.

Uluslararası sivil toplum kuruluşlarının ise bu örgütlerin eyleme geçmelerini teşvik etmeleri gerekmektedir. Örneğin eğer BM harekete geçmiyorsa ya da görmezden geliyorsa, olayın ciddiyetini bu kuruluşa ve kamuoyuna raporlamalı ve harekete geçmelerini sağlamak için eylemde bulunmaları gerekmektedir. Aynı zamanda, bu kuruluşların uluslararası statülerinden dolayı bulundukları merkezde daha bağımsız hareket etmelerini beklemek yanlış olmayacaktır. Böylece bulundukları ülkede daha bağımsız hareket edebildiklerinden, devletlerin yapması gereken eylemlere değinmeleri ve bunları raporlamaları önemlidir. Nitekim, uluslararası bir sivil toplum kuruluşu olan ve ülkemizde de faaliyet gösteren Greenpeace, orman yangınlarına sebep olarak iklim değişikliğine dikkat çekmiş ve Türkiye’nin yapması gereken eylemlere vurgu yapmıştır (Akgül, 2021).

Ülkemizde faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarının öncelikli amacı Türkiye’deki ekolojik krizleri önlemek olmalıdır. Bunu yaparken mümkün mertebe bağımsız hareket etmelerini beklemek yanlış olmayacaktır. Ülkemizde en ünlü çevreci sivil toplum kuruluşlarından biri olan Türkiye Erozyonla Mücadele Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı (TEMA) Vakfı, “Yaşamı Yeniden Yeşerteceğiz” sloganıyla büyük bir bağış kampanyası başlatmış ve bu sayede yanan ormanlık alanların yeniden ağaçlandırılması planlanmıştır (TEMA, 2021a). Öncelikle bu bağış kampanyasının ülkenin yeniden ormanlık alanlarına kavuşabilmesi adına çok değerli olduğunun altını çizmek gerekir. Öte yandan, TEMA’nın gelen bağışları Orman Genel Müdürlüğüne aktarması devletin kendi olanaklarını yeterli kullanmadığını düşünen kimseler tarafından eleştirilmiştir. Buna ek olarak, yöneticilerin ihmal, güvenlik zafiyeti, idarenin maharetsizliği gibi durumlara değinmemesi, bunun yerine yangının sebeplerini doğrudan terör örgütleri ile ilişkilendirmesi de desteğin ne denli sürdürülebilir olduğunun sorgulanmasına neden olmaktadır. Nitekim, yanan bölgelerin yeniden ağaçlandırılması yerine var olan alanların korunması daha değerlidir. Bu bağlamda, bütün sebeplerin doğru bir şekilde analiz edilmediği düzlemde sürdürülebilirlikten bahsetmek mümkün olmayacak, bir başka dönem yeni bir orman yangını hadisesiyle yüzleşmemiz muhtemel olacaktır. Öncelikli var oluş hedefini “siyasi partilere ve hükümetlere, resmî ve özel kuruluşlara, eğitim kurumlarına, basın yayın organlarına; toprak erozyonunun nedenlerini, vahim sonuçlarını ve ülkemizin çöl olma tehlikesini anlatmak” (TEMA, 2021b) olarak açıklayan vakfın, iyi yönetişim bağlamında da çevre sorunlarını değerlendirmesi ve buradan kaynaklanan sorunları önce politika yapıcılara sonrasında kamuoyuna açıklamasını beklemek yanlış olmayacaktır.

Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi ülkemizde de tarihin önemli bir dönemi boyunca gerek devlet gerekse halk tarafından ağırlıklı olarak ekoloji ikincil öncelikli konu olarak görülmüş birincil öncelik ise her zaman daha fazla önem arz eden “insanların hayatı” olarak ifade edilmiştir. İnsanların hayatının önem arz ettiği aşikardır, çevrenin güvenliğinin sağlanması ise insanların hayatını korumanın kritik rollerinden birine sahiptir. Ormanlar ve çevre doğayı güzelleştirmek için değil insanlığın neslinin devam ettirilmesi için gereklidir. Ne var ki oksijen olmadan hayatını sürdüremeyen bizlerin aldığı her nefes ormanlardan ve denizlerden gelmektedir. Nitekim, ekoloji temelli sivil toplum kuruluşlarının rolü kamudaki bu bilinci arttırmak olmalıdır. Yanan ormanları ağaçlandırmak hiçbir şey yapmamaktan çok daha iyidir, ancak birincil öncelik kamunun bilincinin artmasıdır. Öyle ki kamudaki bu bilinç artmadığı takdirde denizlerde müsilaj oluşmaya devam edecek, orman yangınları devam edecek ve çevreye dair ne varsa günü kurtarmak uğruna bir an bile düşünülmeden katledilmeye devam edecektir. Sonuç olarak, çevreyi kirletip görmezden gelen insanoğlunun nefessiz ne kadar süre hayatta kalabileceğini sorgulaması gerekmektedir.

Yaşanabilir bir dünyanın yolu sürdürülebilirlikten geçmektedir. Sürdürülebilirlik ise sadece, sürdürülebilir kaynakların varlığı ile değil, sürdürülebilir toplum ile mümkündür. Burada gerek uluslararası gerek yerel bütün sivil toplum kuruluşların rolü ise sürdürülebilir bir dünya ve sürdürülebilir bir toplum yaratmak olmalıdır.

Burak ŞENER – Uluslararası Örgütler O-Staj Koordinatörü

 

Kaynakça

Akgül, O. (2021). Madalyonun tek yüzü: İklim krizi ve 2021 Türkiye orman yangınları, Greenpeace Akdeniz Türkiye, https://www.greenpeace.org/turkey/blog/madalyonun-tek-yuzu-iklim-krizi-ve-2021-turkiye-orman-yanginlari/, (Erişim Tarihi 13.08.2021).

TEMA. (2021b). Varoluş Nedenimiz, https://www.tema.org.tr/hakkimizda/kurumsal/varolus-nedenimiz, (Erişim Tarihi: 09.08.2021).

TEMA. (2021a). Yenden Yeşerteceğiz, https://www.tema.org.tr/yenidenyesertecegiz, (Erişim Tarihi: 11.08.2021).

Birleşmiş Milletler. (2021). BM Türkiye: Orman yangınları nedeniyle yaşanan kayıplardan dolayı derin üzüntü duyuyoruz, https://turkey.un.org/tr/138312-bm-turkiye-orman-yanginlari-nedeniyle-yasanan-kayiplardan-dolayi-derin-uzuntu-duyuyoruz, (Erişim Tarihi: 09.08.2021).

Biermann, F. (2001). The Emerging Debate on the Need for a World Environment Organization: A Commentary, Global Environmental Politics, 1(1), 45-55.

Jackson, R., Sørensen, G., & Møller, J. (2019). Introduction to international relations: theories and approaches. Oxford University Press, USA.

Nilsson, A. E. (2012). The Arctic environment from low to high politics. Arctic Yearbook, 2012, 180-193.

Ana Akım Medya Ürünlerinin Toplumsal Cinsiyet Sınavı: Bechdel Testi

Özet

Medya, toplumsal cinsiyet rollerinin öğrenildiği ve hatta yeniden üretildiği başlıca araçlardandır. Medyanın insanların üzerindeki manipülatif etkiden dolayı feminizm ve erkeklik üzerine çalışmalar yapanlar toplumsal cinsiyetin medyaya nasıl yansıdığını uzun süredir araştırmaktadırlar. Bu araştırma yazısında da ana akım medya ürünlerinde toplumsal cinsiyet olgusunun nasıl işlendiği üzerinde durulmuştur. Toplumsal cinsiyetler arasında eşitsizliklere ve haksızlıklara ne yazık ki hala sık sık rastladığımız günümüzde bu adaletsizliğin ana akım medyada hangi boyutlarda olduğu anlaşılmak istenmiştir. Özellikle sinema ve televizyondaki kadın temsili incelenmiştir. Cinsiyetlerin temsilindeki eşitsizliklere dikkat çekilmiş ve sıklıkla başvurulan stereotiplere ve ön yargılara da yer verilmiştir. Bu bağlamda sinema ve televizyondaki kadın temsilinin bir ölçüm aracı olarak nitelendirilen Bechdel testi incelenmiştir.

Anahtar kelime: toplumsal cinsiyet, ana akım medya, stereotipler, cinsiyet eşitsizliği, Bechdel testi.

Abstract

Media is one of the main tools through which gender roles are learned and even reproduced. Because of this manipulative effect of the media on people, those who work on feminism and masculinity have been researching how gender is reflected in the media for a long time. In this research article, it is focused on how the concept of gender is handled in mainstream media products. In today’s world, where we unfortunately still encounter inequalities and injustices between genders, it is desired to understand the dimensions of this injustice in the mainstream media. Especially the representation of women in cinema and television has been examined. The inequalities in the representation of the genders have been pointed out and frequently used stereotypes and prejudices have also been included. In this context, the Bechdel test, which is described as a measurement tool for the representation of women in cinema and television, has been examined.

Key words: gender, mainstream media, stereotypes, gender inequality, Bechdel test.

Giriş

Birçoğumuz insanları iki grup şeklinde kategorize ederiz; kadın ve erkek olarak. Bu ayrımın aslında yeterli olmadığı, yalnızca biyolojik özellikler üzerine kurulu olduğu ve bu konuya sosyokültürel bakış açısından da bakılması gerektiği tartışması toplumsal cinsiyet kavramını doğurmuştur. Toplumsal cinsiyet kavramı kültürlere göre farklılaşan beklentiler ve toplumun kadınlık ve erkeklikle bağdaştırdıkları roller üzerine odaklanır (Lips, 2014, s. 2). Bu ayrım aslında ilk çağlardan itibaren hayatta kalmayı kolaylaştırmak için oluşturulmuştur. Her iki cinsiyete de farklı görev tanımları yapılmıştır ve bu iş bölümüyle de hayat kolaylaşmıştır. Erkekler savaşçı ve liderlik yönleriyle, kadınlar ise muhafaza etme ve bakım verme yönleriyle ortaya çıkmaya başlamıştır (Gürer & Gürer, 2020). 

İngilizcede “gender” olarak adlandırılan toplumsal cinsiyet kavramının kökeni 1970’li yıllara dayanmaktadır. Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kavramlarının birbirinden ayrılması bu ikisinin arasındaki farklılıkların daha da belirginleşmesini sağlamıştır (Çalışır & Çakıcı, 2015). Toplumsal cinsiyet rollerine göre kadın ve erkeklere verilen görevler geçtiğimiz yıllarda yavaş yavaş değişmeye başlamıştır. Bu değişimde feminist hareketlerin etkisi oldukça büyüktür. Kadınlar artık kendilerine verilen görevleri ve rolleri üstlenmek istemedikleri ve bu kurulu düzene karşı çıktıkları için toplumda bazı değişimler meydana gelmiştir. Fakat Marksist ve sosyal feminizmin de savunduğu üzere toplumsal cinsiyet rollerine karar veren mecra aslında devlettir. Devletin politikalarına göre kadınların çalışması gerekip gerekmediğine, anne olmaları için teşvik edilip edilmemelerine karar verilir. Bu noktada devletin ücretli doğum izni gibi teşvik programları devreye girer. Yani aslında kadının baskılanmasının sebebi olarak ekonomik bağımsızlığa sahip olmaması görülür (Lorber, 1997).

1. Ana Akım Medya ve Toplum Üzerindeki Etkileri

Demokratik toplumlarda ana akım medya insanların toplumsal yaşam, siyaset ve ekonomi gibi mevzular hakkında bilgilenmesini sağlayan başlıca araçtır. Geleneksel medya olarak da adlandırılan ana akım medya vatandaşların doğru ve yeterli bilgiler almaları ve bu bilgiler ışığında kendi fikirlerini ve tercihlerini oluşturmaları açısından oldukça önemli bir konumdadır. Medyada işlenen konular kamuoyu için önemli ve öncelikli bir hale gelmektedir. Üzerine yüklenen bu önemli görevlerden dolayı medyaya objektif davranabilmesi ve özgür olması için bazı imtiyazlar verilmiştir. Bu nedenle medya 4.güç olarak da adlandırılmaktadır (Ünlüer, 2016). Fakat geleneksel medya organizasyonlarının kar elde etmeyi öncelikli amaç haline getirmeleriyle ve siyasi sebeplerden ötürü bazı amaçlarını yerine getiremediği saptanmıştır. Güttüğü bu tarz kaygılardan dolayı medya bu organizasyonların ve belli bir kesimin sözcüsü olma konumuna gelmiştir. Medyanın tarafsız olmamasıyla alternatif medyaya ihtiyaç doğmuştur. Alternatif veya muhalif medya ile sıradan insanların sesleri duyurulabilmiş ve dezavantajlı veya azınlıktaki kesimlerin de temsil edildiği bir mecra oluşmuştur. Bu sayede insanların eleştirel ve sorgulayıcı bir bakış açısı geliştirmelerinde de etkili olabilmiştir (Akveran, 2018). Bu yazıda ana akım medya üzerine odaklanılacaktır.

Amerikan davranış bilimcilerinin öncülük etmiş olduğu ana akım medyanın eleştirel yaklaşımdan uzak olduğu ve insanların zihinlerini tek tip haline getirdiği savunulmaktadır. Medyanın bu denli erişebilir hale gelmesiyle beraber bu manipülasyonların özellikle gençleri ve çocukları kötü etkilediği düşünülmektedir. Bu durumun da toplumda bir yozlaşmaya yol açtığı öne sürülmektedir (Koç, 2017). Bu nedenlerden dolayı medyada yer bulan içerik toplumsal değerlerden beslense de her zaman gerçeği yansıtmamaktadır. Birtakım toplumsal değerler işlenerek kurgulanmış olan hikayeler üzerinden izleyicilere ulaşan diziler insanları ciddi bir biçimde etkilemektedir. Diziler hem Türkiye’de hem de bütün dünyada oldukça geniş bir kitleye ulaşan, geniş bir hayran kitlesi olan ve böylelikle de kamuoyunu etkileyen ve örnek alınan bir ana akım medya ürünüdür (Ünlü & Aslan, 2016). Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun 2012 yılında yaptığı araştırmalara göre yerli diziler haber, yerli film ve yarışma türlerindeki ürünler en çok izlenen yapımlardır. Yerli diziler izleme tercihlerine göre ilk sırada yer almaktadır (Özsoy, 2015).

Ana akım medya ürünleri üzerinden topluma bazı toplumsal cinsiyet kalıpları aşılanmaya çalışılır. “Kadının yeri, kocasının yanıdır” ve “elinin hamuruyla erkek işine karşıma” gibi geleneksel söylemler birçok medya yapıtında karşımıza çıkar. Görüldüğü üzere medya ürünlerinde sürekli tekrarlanan bu toplumsal cinsiyet temsilleri iki cinsiyetin toplumsal rolleriyle ilgili olan eşitsizlikleri onaylamakla kalmayıp sürekli yeniden üretilmesine ve meşrulaşmasına yol açar (Yumlu, 2014). Bu alanda yapılan bazı araştırmalar da bireylerin bazı kontrol edemedikleri dürtülerden dolayı medya mesajlarına karşı çok savunmasız ve edilgen oldukları sonucuna varmıştır (Koç, 2017).

Artık toplumsal cinsiyet rolleri yalnızca aile ve çevreyi gözlemlemek sonucu öğrenilmemekte kitle iletişim araçları aracılığıyla da içselleştirilmektedir. İçinde bulunduğumuz çağın en efektif hikaye anlatıcılarından olan televizyon ve içeriğinde bulunan diziler bu noktada vatandaşlara hem toplumsal değerleri yansıtmakta hem de toplumsal cinsiyete bağlı bazı stereotipler aşılamaktadır. Özellikle ana akım medyada bu stereotipler cinsiyet rollerinin normalleştirilmesine yol açmaktadır (Gürer & Gürer, 2020).

Bu araştırma yazısında ana akım medya ürünlerinde, özellikle de dizi ve filmlerde toplumsal cinsiyetle ilgili ne tür mesajların verildiği, kadın ve erkeklerin nasıl temsil edildiği ve hangi stereotiplerin sıkça kullanıldığı araştırılmak istenmiştir. Bu noktada kadınların temsil sorunu ile ilgili bize bir yol gösterici olacak olan Bechdel testinden de bahsedilecektir.

2. Bechdel Testi

Günümüzde kadınlar cumhurbaşkanlığı için yarışıyor, siyasette ve yönetici pozisyonlarda daha fazla yer almaktadırlar ve toplumdaki konumları yükselmektedir ancak film ve televizyonda kadınlar hala basmakalıp şekillerde ve ayrımcı ifadelerle tasvir edilmektedirler. Bechdel testi kadınların filmlerde ve dizilerde temsil edilme biçimini eleştirmektedir. Alison Bechdel adlı Amerikalı karikatürist, televizyonda erkeklerin çok çeşitli konular üzerine konuştuğunu, kadınların ise diyaloglarında daha çok erkeklere odaklandığını fark etmiştir. Fark ettiği bu eşitsizlikten ilham alarak medyanın toplumsal cinsiyet yanlılığını ortaya çıkarmak için bir araç hazırlamıştır: Bechdel testi (Bouchat, 2019).

Bechdel testi, Alison Bechdel isimli karikatüristin 1985 yılında yayımlamış olduğu “The Rule” adlı çizgi romanından esinlenilerek oluşturulmuştur. Bu çizgi romanda iki kadının sinemaya gitmesi ve izleyecekleri filme Bechdel testinin parametrelerine göre karar vermeleri olayı işlenmiştir (Chys, 2019). Bu test kadınların bir filmde adil bir şekilde temsil edilip edilmediğini anlamak için basit bir ölçüm aracı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu test aynı zamanda Bechdel-Wallace testi olarak da anılmaktadır çünkü Alison Bechdel bu fikrin ilhamını arkadaşı Liz Wallace’den aldığını açıklamıştır (BechdelTestFest.com, 2021).

Bechdel testi yalnızca üç sorudan oluşmaktadır. Bu sorular sırasıyla şu şekildedir:

  • Filmde ismi bilinen en az iki kadın karakter var mı?
  • Bu kadınlar birbirleriyle konuşuyor mu?
  • Bu kadınlar birbirleriyle erkeklerden bağımsız bir şey hakkında konuşuyorlar mı?

Eğer bu üç soruya da filmin sonunda evet cevabı verilebiliyorsa film Bechdel testini geçmektedir (Agarwal, Zheng, Kamath, Balasubramanian, & Dey, 2015).

Bechdel Skoru ve önemiyle ilgili birçok şey söylenmiş ve tartışılmıştır. Alison Bechdel’in testi, sinemada kadınların “susturulmasını” incelemek ve algılamak için sıklıkla kullanılır. Test aşırı derecede basittir ve çizgi roman kökeni göz önüne alındığında, ciddi bir model olarak kullanılmasının asla amaçlanmadığı öne sürülmektedir (O’Meara, 2016). Fakat Kasım 2013’te İsveç sineması, cinsiyetlere karşı yapılan önyargılara dikkat çekmek için film derecelendirmeleri için bir parametre olarak Bechdel Skorunu tanıtmıştır. Bir filmin “A” derecesi alabilmesi için Bechdel puanının yüksek olması, yani üç kriteri de yerine getirmesi gerektiğine karar verilmiştir. İsveç’te bir filmin reytinginin yanı sıra Bechdel test puanının da sergilenmesiyle test dijital bir sansasyon haline gelmiştir. Bu hamle büyük bir kitle tarafından desteklenmiştir ama aynı zamanda birçok kişinin eleştirilerinin odağı haline de gelmiştir (Lakhotia, Nagesh, & Madgula, 2019).

Bu test kadınların filmlerdeki varlığını ve temsil edilme biçimlerini değerlendirmek için oluşturulmuştur ve bazı araştırmacılara göre erkek yanlılığını tespit etmek için de oldukça yararlı bir detektördür (Agarwal, Zheng, Kamath, Balasubramanian, & Dey, 2015). Bu testin feminist alana pek çok katkı sağladığı, sinemada kadınların yokluğuna veya azlığına dikkat çekerek bu konularda bir farkındalık uyandırdığı söylenebilmektedir. Bechdel testi sinemada kadının yerini sorgulayan ve oldukça basit bir analiz yöntemi öneren bir değerlendirme aracı konumuna gelmiştir (Öz & Seçen, 2019). Bunlara rağmen test, bir filmin ne kadar iyi veya ‘feminist’ olduğunun bir ölçüsü değildir. Sinemanın gerçekte ne kadar erkek egemen olduğunu vurgulamak için oluşturulmuştur. Mükemmel olmasa da oldukça basit bir testtir ve bizi düşünmeye ve var olan durumu değiştirmek için bir şeyler yapmaya motive eder ve yönlendirir (BechdelTestFest.com Web sitesi, 2021).

Testin bu kadar basit olmasına rağmen birçok filmin ve dizinin bu testi geçemediği yapılan birçok analiz ve araştırmada saptanmıştır (Bouchat, 2019). Oscar ödül töreninde en iyi film ödülü almış olan 89 film incelendiğinde yalnızca 36’sının Bechdel testini geçebildiği görülmektedir. Bu oran feminist sinema hakkında konuşmak için bir mihenk taşı mahiyetinde olmuştur (Lakhotia, Nagesh, & Madgula, 2019). Birleşik Milletlerde üretilen filmlerin %40’ı bu testi hala geçememektedir (Bouchat, 2019). 2016’nın en çok hasılat yapan 25 filmden yaklaşık yarısının testi geçtiği saptanmıştır (BechdelTestFest.com Web sitesi, 2021). Uluslararası bağlamda yayınlanmış olan filmlerin pek çoğunun testi geçememesi sinemada kadının yokluğunu oldukça belirgin bir şekilde ortaya koymuştur (Öz & Seçen, 2019).

Bu sonuçlar ortaya çıkınca kadınların daha çok konuşmasına ve seslerinin duyurulmasına yönelik bazı kampanyalar başlatılmıştır. Örneğin 2014 yılında kırmızı halıda kadınlara daha çok soru sorulması konusunda ‘’AskHerMore’’ hashtagleri paylaşılmaya başlanmıştır. Sinema sektöründe kadınların susturulmasının, kadınlarla ilgili cinsiyetçi yorumlar yapılmasının ve stereotiplerin kullanılmasının önüne geçilmeye çalışılmıştır. Günümüzde bunları engellemek ve bu gibi girişimlerin karşısında durmak feminist medya araştırmacılarının sorumluluğundadır (O’Meara, 2016).

3. Bechdel Testine Eleştiri

Bazı eleştirmenler ve araştırmacılar, Bechdel puanının, filmin cinsiyet açısından dengeli olup olmadığını ortaya çıkarmakta yararlı olmadığını ortaya koymuştur. Kuralların bu denli basit olması örneğin bir filmde geçen iki kadın karakterin yaptıkları alışveriş hakkında kısaca konuşmalarıyla kriterleri sağlamış olmalarına yol açmaktadır. Buna karşın ana kahramanı bir kadın olan bazı filmler bu testi geçmede başarısız olmaktadır (Lakhotia, Nagesh, & Madgula, 2019). Başka bir araştırma sonucuna göre ise testi geçemeyen filmlerdeki kadın karakterlerin gerçekten de daha önemsiz ve ek karakter konumunda olduğu tespit edilmiştir (Agarwal, Zheng, Kamath, Balasubramanian, & Dey, 2015).

Bechdel testinin ölçüm biçiminin sınırlılıklarından dolayı aslında testi başarıyla geçebilen bütün filmlerin feminist bakış açısına sahip olduğunu iddia etmek yanlış olacaktır. Bu testten yola çıkarak yeni film ölçeklerinin geliştirilmesi önerilebilir. Özellikle Türk sinemasında toplumsal cinsiyet eşitliği temelli kriterlerin oluşturulmasına ihtiyaç olduğu düşünülmektedir (Öz & Seçen, 2019).

Bechdel testi, bir eserin kadın düşmanı olup olmadığı sorusuna yalnızca örtük olarak cevap vermektedir. Testi geçen bütün filmlerin feminist olmadığı görülmektedir. Üstelik testi geçemeyen, cinsiyetçi ve kadın düşmanı olmayan eserler de vardır. Bazı filmler, cinsiyet yanlılığıyla ilgisi olmayan nedenlerden dolayı testi geçememektedir. Bu durum özellikle tarihi olayları anlatan filmlerde söz konusudur. Bu hikayelerde genelde kadınların varlığına çok sık rastlanılmaz hatta savaş gibi olgularda o dönemler için kadınların bulunması yasaktır (Chys, 2019). 

Bazı eleştirmenlere göre Bechdel testinin bir şeyleri açığa çıkarmaktan çok gizleme olasılığı daha yüksektir. Testin ne tür kadınlara diyalog verildiğini göz ardı ettiği ve böylece farklı ırklardan veya belirli yaşlardaki bazı kadınların susturulmasını görmezden gelir (O’Meara, 2016). Bu saptamalardan yola çıkarak bu testin kesişimsel bir yaklaşım izlemediği sonucuna varılabilmektedir. Test feminist bir bakış açısından doğmuş olsa da kendi içerisinde bazı grupları dışladığı veya bazı sorunları görmezden geldiği saptanmıştır.

Bir filmi içerisinde geçen tek bir diyaloğa veya filmde yer alan kadın karakter sayısına göre “cinsiyetçi” olarak etiketlemek gerçekten adaletli bir yaklaşım mıdır? Daha doğru bir sonuç elde edebilmek için kadının ekranda nasıl temsil edildiğini ve kadın karakterlerinin filmlerde nasıl tasvir edildiğini incelememiz gerekmektedir (Lakhotia, Nagesh, & Madgula, 2019). Bu nedenle yazının devamında ana akım medyada kadın ve erkek cinsiyetlerinin temsili üzerinde durulacaktır.

4. Kadınların Temsil Sorunu

Kadınların sinemadaki ve televizyondaki temsili ataerkil ve ideolojik kültür ile oldukça uyumludur. Kadının bu tür ürünlerdeki temsilindeki belki de en büyük sorun, bu ürünlerin erkekler üzerine kurulmuş olmasıdır. Birçok film ve dizide kadınlar yalnızca bir nesne, bir aksesuar konumundadır ve genellikle kimliksiz ve işlevsiz bir şekilde kurgulanmışlardır. Erkekler etken ve karar verici bireyler olarak temsil edilirken kadınlar oldukça edilgen, sürekli yönlendirilen ve olaylar üzerinde çok fazla etkisi olmayan bireyler olarak ekranlara yansıtılmaktadırlar. Sinemada kadının yerinin sorgulanması 1960’lı yıllarda ikinci dalga feminizmin etkisiyle başlamıştır (Öz & Seçen, 2019).

Kadınların filmde tasvir edilme şekli genellikle olumsuz bir imajı devam ettirmektedir. Araştırmacılar, kadınların sürekli bu stereotiplerle karşı karşıya kalmalarının, onların başarıya ulaşma yeteneklerini baltaladığını saptamıştır. Kadınların başrol olduğu birçok gençlik filminde, kızlar genellikle agresif ve bir erkek uğruna kendi arkadaşlarını arkadan bıçaklayabilecek kapasitede olarak gösterilmektedirler. Gençlik filmleri, genç kızların “kötü kızlar” olduğu klişesine dayanmaktadır ve onların sosyal olarak daha agresif olduklarını ima etmektedir. Halbuki birçok araştırma bu algının doğru olmadığına ve erkeklerde de aynı derecede sosyal agresyonlarının olduğuna işaret etmektedir (Bouchat, 2019).

Kadınlar medyada genellikle, bir erkeğin diktatörlüğü altında olduğu klişesine dayandırılmaktadırlar ve aşağı varlıklar olarak tasvir edilmektedirler. Ayrıca kadın karakterler genellikle cinsel çekicilikle tasarlanmıştır ve erkekler onlara adeta cinsel bir nesne olarak bakmaktadırlar. Bu nedenle medyada genelde genç, zayıf, güzel ve toplumsal cinsiyet açısından kadınlara uygun bir mesleğe sahip olan kadınlar sergilenmektedir (Bouchat, 2019).

Film, televizyon, gazete ve dergi gibi medya ürünleri, kadınları, gerçek hayatta nasıl yaşadıklarıyla neredeyse tamamen bağımsız bir şekilde işlemekte olduğu saptanmıştır (Byerly & Ross, 2006, s. 18). Kadınların medyanın çeşitli türlerindeki temsilleri analiz edildiğinde “kadın” nesnesinin kurgulanmasının bazı faktörlerden kaynaklandığı saptanmıştır. Bu faktörler kadının etnik kökeni, yaşı, cinselliği ve sakatlığı olup olmamasıdır. Aslında bakıldığında temsil edilen kadın karakterler arasında çok geniş bir çeşitlilik yoktur. Pek çok farklı özellikteki kadının yokluğu dikkat çekmektedir: renkli kadınlar, lezbiyenler, engelli kadınlar ve yaşlı kadınlar. (Byerly & Ross, 2006, s. 28-29). 

Avrupada ve Amerika’da birçok feminist kadınların medyadaki temsilini protesto etmek için yürüyüşler düzenlemiştir. Medya şirketlerinin kadınları ağır yaralanmış bir şekilde göstermesi ve özellikle de sert pornografik görüntülerin yayınlanması bu protestoların ana başlıkları arasında yer almıştır (Byerly, The Geography of Women and Media Scholarship, 2012, s. 4). Özellikle ana akım medyada kadının Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 1976 yılında kadınların sorunlarının tartışıldığı bir konferansta bazı saptamalar yapılmıştır. Öncelikle kadınların ciddi medya, yani haberler tarafından görmezden gelindiği kaydedilmiştir. Kadınlar medya içeriğine dahil edildiğinde bile bunun genellikle kalıplaşmış veya çarpıtılmıştır bir biçimde yapıldığı ve son olarak da kadınların medya mesleklerine girmelerinin engellendiği ve böylelikle toplumsal cinsiyete ilişkin içeriğin üzerine bir etkilerinin olmadığı tespit edimiştir. Bu konferansların yapıldığı ve kadınların sorunlarının konuşulduğu on yıllık süreç ‘’Birleşmiş Milletler Kadınlar On Yılı’’ olarak adlandırılmıştır (Byerly, The Geography of Women and Media Scholarship, 2012, s. 5). 

Post-feminist dijital kültürün etkisiyle 1980’li yılların sonlarına doğru kadınların görsel medyadaki temsilindeki değişim cinsel nesneleştirmeden cinsel özneleştirmeye doğru olmuştur. Kültür araştırmacıları post-feminist medya ortamında kızların ve genç kadınların eğlenceyi seven, tüketim odaklı ve daha “güçlü”, aktif ve cesur olarak tasvir edildiğini ve ele alındığını belirtmişlerdir (Dobson, 2015). 

Kadının statüsünün ve toplumsal rollerinin dünya çapındaki kadın hareketleri aracılığıyla değişmesiyle toplumsal cinsiyet algısı da yavaş yavaş değişmeye başlamıştır (Byerly & Ross, 2006, s. 18). Kadınların elde ettiği yeni itibar ve haklar, erkeklerin kendilerine ilişkin algısını istikrarsızlaşmasına yol açmıştır ve sözde erkeklik krizi hakkında çağdaş bir tartışma kışkırtmıştır. Erkekler artık dünyadaki yerlerini sorgulamakta ve bu kriz, bazı erkeklerin davranışlarını değiştirmesine yol açmıştır (Ross, 2010).

5. Erkeklerin Temsil Sorunu

Toplumsal cinsiyete ilişkin şemaya bakıldığında erkeklerin güç sahibi olduğunu ve baskın karakter özellikleri gösterdikleri açıkça görülmektedir. Erkekler toplumda her zaman güç ve otoriteleriyle varlıklarını hissettirmektedirler (Aktaş, 2020). Bu duruma erkeklerin medyadaki temsilinde de rastlanılmaktadır. Erkeklerin seks odaklı olduğuna ve kadınları pasif cinsel nesneler olarak gördüklerine dair bir kalıp yargı vardır. Medyada erkeklerin cinselliğe duygulardan daha fazla önem verdiği de sık sık sergilenmektedir (Ward & Grower, 2020).

Fakat bazı erkekler tarafından bu çağdaş erkeklik algısı bir sorun olarak algılanmaktadır. Medyanın da yaratmış olduğu ve devam ettirdiği erkeklikle ilgili toplumsal ve kültürel beklentileri bazı erkekler karşılamakta zorlanır ve bu nedenle maskelerinin düşeceğinden korkmaktadırlar. Gücü, rasyonelliği ve iddialılığı ile ön planda olmayan erkekler erkeksi olarak algılanmamaktan korkarlar ve bu nedenle bir karaktere bürünmek zorunda hissedebilirler. Belki de bu nedenle erkeklerin savaşı ve yarışı aslında kadınlarla değil, diğer erkeklerledir. Hayatta elde ettikleri başarı içinde bulundukları toplumsal sınıf, etnik kökenleri ve yaşlarıyla doğrudan ilişkilidir (Ross, 2010). Bu durum hegemonik erkeklik kavramı ile açıklanabilmektedir. Farklı erkeklikler arasında hiyerarşik bir ilişki vardır. Birçok farklı erkeklik biçimi vardır ve bunlar birbirleriyle olan hiyerarşi ve dışlanma gibi ilişkilerde ortaya çıkmaktadır (Akça & Ergül, 2014). Erkekler onlarla ilgili oluşturulan bu beklentileri karşılayamadıklarında benlik algıları bozulabilmektedir. Farklı olduğunu anlayan erkekler yıkılmış benlik algısı sonucunda ya depresyona girer ya da aşırı maço davranışta bulunabilirler (Ross, 2010).

İkinci dalga erkeklik çalışmaları ile farklı erkeklik biçimlerinin varlığı kabul edilmiştir ve iktidar ilişkileri ve bunların pratikleri sorgulanmaya başlanmıştır (Akça & Ergül, 2014).

Bunlara ek olarak yapılan bir araştırmada erkek karakterlerin, kadın karakterlerden iki kat daha fazla ekran süresine sahip olduğu ve daha fazla konuştukları saptanmıştır. Başrollerin kadın olduğu filmlerde dahi erkek karakterlerin kadın başrollerle hemen hemen aynı konuşma süresine sahip olurken erkek başrolleri içeren filmlerde, kadın karakterlerin erkek başrolden daha az konuştuklarına rastlanılmaktadır (Bouchat, 2019).

Sonuç

Uzun zaman önce kadınlar kadındı ve erkekler de erkekti ve dışarıdan bakıldığında bu durumdan herkes memnun gibiydi. Herkes toplumdaki yerini biliyor ve buna göre davranıyordu. Erkekler kadınların üstündeydi ta ki kadınlar bu kurulu düzene karşı çıkmaya başlayana kadar. Feministlerin ve diğerlerinin elde ettiği haklar ve bağımsızlıklar bu sosyal ilişkilerde değişimlere yol açmıştır (Ross, 2010). Günümüzde kadınların medyada temsili geçmişe göre kesinlikle çok daha iyi bir durumdadır. Bu durum kadınların yapımcılık rollerini ve kameraların kontrollerini ele geçirerek kendi materyallerini üretmeleriyle gerçekleşmiş olabilir. Böylelikle kadınların basmakalıp şekillerde temsil edilmesi azaltılmış ve daha farklı, toplumsal normlara uygun olmayan kadın temsilleri oluşturulmuştur (Byerly & Ross, 2006, s. 35).

Ne yazık ki gündelik hayatımızda kadınların hala erkeklerle eşit muamele göremediği, hala çok fazla önyargı ve ayrımcılık deneyimledikleri görülmektedir. Bu durum doğal olarak medyaya da yansımaktadır. Medyada kadın hala hak ettiği yerde değildir ve oldukça yanlış ve kalıplaşmış bir şekilde temsil edilmektedir. Stereotipler, diğer insanlara yönelik algıyı, yargıları ve davranışı önemli ölçüde etkileyebilmektedir. Özellikle, kendinden farklı olan bir kişinin veya bir grup insanın bireysel özelliklerini algılamak ve onları bir yargıya dahil etmek için çok az fırsat veya çok az motivasyon olduğunda stereotipler kullanılmaktadır. Bu nedenle medyanın, kullandığı kalıp yargılarla insanların belli kesimler üzerindeki algılarını değiştirdiği söylenebilmektedir (Sommer, 2017). Kadınlarla ilgili ortaya atılan stereotipler, onları alt rollerde tutabilmek için başvurulan en önemli araçlardan biridir. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda medyada karşımıza çıkan eril üslubun kadınların hayatlarını zorlaştırdığı ve onları birtakım ataerkil kalıpların etkisinde yaşamak zorunda bıraktığı anlaşılmaktadır (Güneş & Yıldırım, 2019).

Cinsiyetçi bir sistemi değiştirmenin yolu, öncelikle çeşitli kimliklerin varlık ve haklarını tanımlamaktan geçmektedir. Her bireyin, cinsiyeti ve cinsel yönelimi fark etmeksizin eşit haklara sahip olduğu kabul edilmelidir. Bu doğrultuda cinsiyet stereotiplerinin yeniden üretilmesinin ve bir nevi meşrulaştırılmasının önüne geçilmelidir (Güneş & Yıldırım, 2019). Bechdel testi, medyadaki kadın temsillerini sorgulamak ve bir şeylerin değişmesini sağlamak için bir başlangıç noktasıdır. Sadece medyanın ve yapımcıların değil, bu yapımları izleyenlerin de farkındalık kazanması için de bu testin ve daha nicesinin gün ışığına çıkabilmesi açısından oldukça önemlidir. Kadınların ve kızların yeterince ve doğru bir şekilde temsil edilmediğine dikkat çekmek ve medyada feminizmi daha da ilerletebilmek için Bechdel testi önemli bir araçtır. Ne yazık ki sayısız filmin bu denli basit bir testi bile hala geçemediğini görmekteyiz ve bu da bizlere feminizmin filmlerde kadınların eşit temsili için hala savaşması gerektiğini göstermektedir (Bouchat, 2019).

Bechdel testi, kadınların medyadaki temsilinin sorgulanmasını ve bu konuda ses çıkarılmasını sağlayacak bir araç olması açısından oldukça önemlidir. Bir ölçüm aracı olarak ne kadar etkili ve doğru olduğu tartışılabilir fakat burada asıl önemli olan nokta göz ardı edilmemelidir. Bu test medya sektörünün daha dikkatli davranmasına ve toplumsal cinsiyet eşitliğini vurgulayan daha fazla eserin ortaya çıkmasına katkı sağlamıştır. Bundan sonra da Bechdel testi gibi kamuoyunun dikkatini çeken ve bazı şeylerin adaletli olmadığını bize gösteren testler ortaya çıkacaktır ve eşitlik için sürdürülen mücadeleye katkı sağlayacaktır. Medyadaki bu pozitif değişim, hayatımızdaki cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırma yönünde de mutlaka olumlu etkileri olacaktır. Özellikle bizim gibi medya tarafından görece kolay manipüle edilebilen toplumlarda, medyadaki toplumsal cinsiyet temsilindeki değişim toplumun genel hayata bakış açısını da ciddi derecede değiştirebilme potansiyeline sahiptir. Kelebek etkisi misali, çok küçük ve etkisiz görülen bu hareket aslında çok büyük sonuçlar doğurabilecek düzeydedir.

Hatice Kübra Özdemir

Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça

Agarwal, A., Zheng, J., Kamath, S. V., Balasubramanian, S., & Dey, S. A. (2015). Key Female Characters in Film Have More to Talk About Besides Men: Automating the Bechdel Test. Human Language Technologies: The 2015 Annual Conference of the North American Chapter of the ACL (s. 830-840). Denver: Association for Computational Linguistics.

Akça, E. B., & Ergül, S. (2014). Televizyon Dizilerinde Erkeklik Temsili: Kuzey Güney Dizisinde Hegemonik Erkeklik ve Farklı Erkekliklerin Mücadelesi. Global Media Journal: TR Edition, 4 (8), 13-39.

Aktaş, G. (2020). Toplumsal Cinsiyet Rollerinin Televizyon Dizilerine Yansıması Üzerine Sosyolojik Bir Değerlendirme. Sosyolojik Bağlam, 1 (1), 1-12.

Akveran, S. (2018). Ana Akım Medya Karşısında Alternatif Medya İhtiyacı Ve Etik. Adnan Menderes Üniversitesi Dördüncü Kuvvet Uluslararası Hakemli Dergisi, 10-31.

Bechdel, A. (2021, Haziran 21). “The Bechdel Test.” In Dykes to Watch Out For. http://bechdeltestfest.com/about/ adresinden alındı

BechdelTestFest.com Web sitesi: http://bechdeltestfest.com/about/ adresinden alındı (2021, Haziran 15). 

Bouchat, K. G. (2019, Mayıs 23). Testing the Bechdel Test. University Honors Theses. Portland State University.

Byerly, C. M. (2012). The Geography of Women and Media Scholarship. K. Ross içinde, The Handbook of Gender, Sex, and Media (s. 3-19). West Sussex: John Wiley & Sons Ltd.

Byerly, C. M., & Ross, K. (2006). Women and Media: A Critical Introduction. Oxford: Blackwell Publishing Ltd.

Chys, A. (2019). Behind the Mask of the Bechdel Test: Constructing a Character Network in Alan Moore’s Watchmen. Tez. Ghent, Belçika: Ghent University Faculty of Arts and Philosophy.

Çalışır, G., & Çakıcı, F. O. (2015). Toplumsal Cinsiyet Bağlamında Sosyal Medyada Kurulan Benlik İnşasının Temsili. International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 10(10), 267-290.

Dobson, A. S. (2015). Postfeminist Digital Cultures: Femininity, Social Media, and Self-Representation. New York: Palgrave Macmillan.

Güneş, G., & Yıldırım, B. (2019). Cinsiyet Temelli Bir Savaş: Kadın Cinayetlerinin Medyada Temsili Üzerine Bir Değerlendirme. Toplum ve Sosyal Hizmet, 30(3), 936-964.

Gürer, S. Z., & Gürer, M. (2020). Toplumsal Cinsiyet Rolleri Bağlamında Türkiye’deki Televizyon Dizilerinde Sunulan Kadın Stereotipi. Alanya Akademik Bakış, 4(3), 631-650.

Koç, P. (2017). Ana Akım Medyanın İnternet Haber Sitelerinde Çevrimiçi Oyunlara Yönelik Bağımlılık Temsili. Yüksek Lisans Tezi. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İletişim Bilimleri Anabilim Dalı.

Lakhotia, R., Nagesh, C. K., & Madgula, K. (2019). Identifying Missing Component in the Bechdel Test Using Principal Component Analysis Method. World Academy of Science, Engineering and Technology International Journal of Computer and Systems Engineering, 13(6), 324-331.

Lips, H. M. (2014). Gender: The Basics. New York: Routledge.

Lorber, J. (1997). The Variety of Feminisms and their Contributions to Gender Equality. Oldenburger Universitätsreden (s. 5-45). Oldenburg: Bibliotheks- und Informationssystem der Universität Oldenburg.

O’Meara, J. (2016). What “The Bechdel Test” doesn’t tell us: examining women’s verbal and vocal (dis)empowerment in cinema. Feminist Media Studies, 16(6), 1120-1123.

Öz, G. G., & Seçen, D. (2019). Türk Sinemasında Kadının Temsil Sorununa Alternatif Bir Yöntemle Bakmak: Bechdel Test. Erciyes İletişim Dergisi, 6(1), 467-486.

Özsoy, A. (2015). Yerli Televizyon Dizilerinde Farklılaşan Toplumsal Cinsiyet Temsilleri Üzerinde Bir Tartışma. Ş. Yavuz içinde, Toplumsal Cinsiyet ve Medya Temsilleri (s. 226-246). İstanbul: Heyamola Yayınları.

Ross, K. (2010). Gendered Media: Women, Men, and Identity Politics. Maryland: Rowman& Littlefield Publishers Inc.

Sommer, K. (2017). Stereotype und die Wahrnehmung von Medienwirkungen. Wiesbaden: Springer VS.

Ünlü, D. G., & Aslan, P. (2016). Türk Televizyon Dizilerindeki Kadın Rollerine Kadınların Gözünden Bakmak. İnönü Üniversitesi İletişim Fakültesi Elektronik Dergisi (İNİF E-Dergi), 1(2), 191-206.

Ünlüer, A. O. (2016). Ana Akım Medyada Haberler: Televizyon ve Gazetelerin Haber Seçimleri Üzerine Karşılaştırmalı bir Analiz. Selçuk İletişim, 9(2), 138-158.

Ward, L. M., & Grower, P. (2020, Eylül 8). Media and the Development of Gender Role Stereotypes. Annual Reviews: https://www.annualreviews.org/ adresinden alındı

Yumlu, K. (2014). Toplumsal Cinsiyet ve Medya. İletişim, 21, 153-155.

Haftanın Öne Çıkanları

0

AB’NİN BÜYÜK ENDİŞESİ: AFGAN GÖÇMENLER (12.08.2021)

After Syrians, Afghans form the largest group of refugees in the EU, with over 360,000 asylum applications lodged in 2015 and 2016. Photo/ via Flickr Natalia Tsoukala/ Caritas International

Frontex, Suriye ve Afganistan’dan gelen düzensiz göçmen sayısının geçen yıla oranla yaklaşık iki kat arttığını açıkladı. Bu yılın başından temmuz ayına kadar AB’ye yasa dışı yollarla girmek isteyen göçmen sayısının ise 82 bini geçtiği bildirildi.

Türkiye’de Afganlar: Artan sayılar artan endişeler

Geçtiğimiz aylar içerisinde Afganistan’dan Türkiye’ye yeni bir düzensiz göç dalgası başlamış ve gün geçtikçe sayılar artmıştır. İran üzerinden her gün kamyonlarla, otobüslerle veya yürüyerek gelen ve sayıları yaklaşık 500 ila 2000 kişi arasında değişkenlik gösteren Afganlar, Türkiye’de pek çok toplumsal endişeye yol açmaktadır. Peki, Afganistan’dan artan düzensiz göçün sebebi nedir? Neden sayılar gittikçe artmaktadır? Türkiye’deki düzensiz Afgan göçüne karşı artan endişeler nelerdir? Bu yazıda, bu sorular nezdinde hareket edeceğiz.

İyi Yönetişim Bağlamında Yangınla Mücadelede Avrupa-Türkiye Karşılaştırması

Akdeniz havzasında başlayan yangınlar Türkiye’de yangınla mücadele konusunda birçok eksikliğin olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu eksikliklerden hareketle Avrupa Birliği’ne aday ülke olan Türkiye’deki duruma bakarak “AB üyesi devletlerde yangınla mücadele nasıldır?” sorusu üzerinden bir karşılaştırma yapma imkânı doğmuştur. Türkiye, yangınla mücadele konusunda halk nezdinde olumsuz bir tablo çizerken, yöneticiler afet yönetimi konusunda Avrupa’dan da önde olunduğunu dile getirmektedirler. Bu yazıda hem Türkiye’nin hem de Avrupa Birliği’ne üye ve yangınlardan en çok etkilenen iki devlet olan Yunanistan ve İtalya’nın yangınla mücadele meselesine değinerek iyi yönetişim bağlamında bir değerlendirme yapacağım.

Göç Üzerine Duygusal Bir Deneyim: Omar ve Biz

2019’da Mehmet Bahadır Er ve Maryna Er Gorbach’in yönetmenliğini üstlendiği, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve TRT desteğiyle çekilen Omar ve Biz; asker emeklisi İsmet karakterinin kendisiyle yüzleşmesi üzerinden göç, mülteci, öteki, biz kavramlarını tekrar düşündürüyor. Filmin hem yönetmenliğini hem de senaristliğini üstlenen Mehmet Bahadır Er, hikaye için ilham kaynağının tesadüfen berberde tanıştığı Pakistan göçmeni bir arkadaşının savaş sebebiyle gerçekleştirdiği zorunlu göç olduğunu belirtiyor. 

Uzun yıllar komutanlık görevinin ardından emekli olan İsmet karakteri; sert, disiplinli, iletişim becerisi ve empati kurma yeteneği gelişmemiş yapısıyla izleyici karşısına çıkıyor. İnsanlarla iletişim kurmakta epey zorlanan İsmet, oğlu ve karısıyla olan ilişkisini de sahip olduğu askeri eğitimin getirdiği mutlak hiyerarşik belirlenimler üzerinden gerçekleştiriyor: dünya bir kışla, insanlar nizama muhtaç askerler, o ise intizamı sağlamakla sorumlu bir komutandır. Eşi, oğlu, yanında çalıştığı işçiler, herkes mutlak bir ast-üst ilişkisi üzerinden komutanın belirlediği hudut ölçüsünde yaşamdan pay alıyor. Bu paya razı olmayan veya kendi yaşama pratiğinin bizatihi öznesi olmaya talip olanlar ise, İsmet’in oğlu gibi, çareyi kışladan uzaklaşmakta, göç etmekte buluyor. 

Bununla birlikte İsmet’in dünyası, komşusu Sabri’nin hayatını kurtaran iki göçmen kardeşi -Omar ve Mariye- evinde misafir etmesiyle yeni bir boyut kazanıyor. Kendisine yardımcı olan bu iki göçmen sayesinde hayatı kurtulan Sabri, içsel olarak hissettiği duygusal borçlanmanın bir yansıması olarak Omar ve Mariye’yle iyi ilişkiler kuruyor ve hayatta kalmasına doğrudan yardımcı olmuş bu iki göçmenin maddi-manevi ihtiyaçlarını karşılamak için elinden geleni yapıyor. Burada duygusal borçlanmanın her türlü ideoloji-politik söylemin ötesine geçtiği, hayat içerisinde yapılan iyi-güzel şeyler karşısında içsel olarak bireyin kendini borçlu hissettiği ve bu borçlanmanın sonucu olarak yapılan iyiliklere iyilikle karşılık verme ihtiyacı duyduğu gözlemleniyor. 

Ancak duygusal borçlanma her zaman iyi sonuçlar doğurmayabilir. Sabri’nin bu iki göçmenle kurduğu olumlu deneyim, onu duygusal anlamda iyi eylemlere yönelik borçlu hissettirirken İsmet’in özellikle profesyonel yaşam deneyimlerinin getirileri, ona içsel olarak göçmenlere karşı olumsuz bir duygusal borçlanma sunar. Öyle görünüyor ki İsmet karakterinin göçmenler karşısındaki olumsuz tavrı ideoloji-politik değildir; esas itibariyle Sabri’nin göçmenlerle kurduğu olumlu ilişki ve İsmet’in göçmenlerle kurduğu olumsuz ilişki aynı merkez noktadan beslenir. Her iki ilişki biçiminde, duygulanımların-olumlu veya olumsuz- bir sonucu olması bakımından fark yoktur. Dolayısıyla İsmet’in sürekli eşine, oğluna ve Sabri’ye eleştirisi olan “Siz vicdanınızla, ben ise aklımla hareket ediyorum.” çıkışının bir karşılığı bulunmamaktadır. Hem İsmet hem eşi hem de oğlu ve Sabri ‘vicdan’larının yani duygusal borçlanmalarının temel istençleriyle hareket etmektedirler.

Öyleyse ben bu filmde İsmet karakterinin göçmenler karşısındaki olumsuz duygusal borçlanmasının Omar ve Mariya’yla kurduğu kişisel ilişki vesilesiyle olumlu duygusal borçlanmaya evrilişini izliyorum. Peki, bu beni neden heyecanlandırsın? Kişisel hayatımda ötekiyle, yabancıyla kurduğum olumlu veya olumsuz ilişki, zihinsel algılama biçimime tümel, kavramsal bir boyut kazandırmıyorsa bu ilişkinin mutlak manada ne gibi bir faydası olabilir? Sabri’nin göçmenlere iyi davranmasına, İsmet’in eşinin Mariya’ya elbiseler sunmasına neden sevineyim? İsmet’in bu iki göçmeni Farabici ifadeyle söylersek ‘ayrıksı ot’ gibi görmesine veya kalfa işçinin Omar’i çalıştırırken sergilediği aşağılayıcı muameleye neden üzüleyim? Omar ve Mariya karşısında uygulanan olumlu-olumsuz tavırların her biri tümel, kavramsal, saf düşünsel boyut bağlamında bir çözümlemeye fırsat sunmuyorsa, tikel meseleler üzerinden tümelin evrensel, şaşmaz, değişmez prensiplerine ulaşmamda etkili olamıyorsa ilkesel düzeyde bir göçmen-mülteci duruşu nasıl sergilenebilir? 

Ben filmin yoğun duygulanımlar üzerinden -özellikle komşuluk, misafir, ev sahibi, yabancı temaları- mülteci meselesine eğildiğini ve bu duygulanımları aşıp göç-göçmen sorunsalına tümel bir perspektiften bakamadığını düşünüyorum. Açıkçası septième art (yedinci sanat) olan sinema sanatının meselelere tümel, ilkesel bir perspektif katma mecburiyeti olup olmadığı konusunda da şüphelerim var. Sanatın özü gereği tikellerden hareket ettiğini, yani belli bir zaman ve mekânda belli kişiler üzerinden olguların duyusal (sensible), edebi bir ifadesi olduğunu düşünüyorum. Bu ifade biçimini aşıp evrensel boyutta varoluşsal bir perspektif sunan yapıtlar ise yüksek sanat olarak tanımlanır ki bu filmin bu tanımlamayı hak ettiğini düşünmüyorum. İsmet karakterinin duygusal değişiminin dışında -ki zaten bu değişim de olmasaydı film ilerleyemezdi- karakterlerin genel olarak tek boyutlu olması, iyilerin saf iyi, kötülerin saf kötü biçiminde inşası filmin sanatsal derecesini gözler önüne seriyor.

Her şeye rağmen ‘iyi’ ve ‘faydalı’ arasında bir ayrım yaparsam, filmin iyi bir film olmadığını ancak faydalı -hatta belki didaktik- bir film olduğunu söyleyebilirim. Omar ve Mariya karakter oyuncularının gerçekten Suriye’den göçen iki mülteci olması dahi filmi daha anlamlı kılmaya yetiyor. Film mülteciler-göçmenler üzerinden duygudaşlık geliştirme bağlamında faydalı bir film gibi görünüyor. Göç olgusunu duygusal bir deneyim olarak ele alan Omar ve Biz, göçün sebebi ne olursa olsun kültürel, toplumsal ve coğrafik imlerin kaybına, belirli duygusal ve toplumsal bağların gevşemesine veya kopmasına diğer yandan yeni sembolik ve fiziksel meskenlerin tasdikine ve böylece ‘öteki’ ile yeni ittifakların inşasına yol açtığını gösteriyor. Tüm bu süreç içinde kimlik gelişimi sürekli güncelleniyor ve mevcut aidiyetler sorgulanıyor. Burada aidiyetle ifade etmek istediğim, duygusal birliktelik, parçası olunan toplumla dayanışma duygusu ve bu toplum üzerinden inşa edilen kimlik surecidir. En nihayetinde İsmet karakterinin ‘biz’i algılama biçimindeki değişim üzerinden göç meselesine eğilen film, Berlin caddelerindeki posterin bir tür didaktik ifadesini sunuyor: “Sizin İsa’nız bir Yahudi, arabanız Japon, pizzanız İtalyan, demokrasiniz Yunan, kahveniz Brezilya’dan, tatiliniz Türkiye’de, sayılarınız Araplardan, harfleriniz Latin, tek komşunuz ise yabancı.”

 Zuhat CAVGA

Göç Çalışmaları Staj Programı

“Çocuk İstismarı” Önlemi Bir Truva Atı mı?

Apple, geçtiğimiz hafta ABD Ulusal Kayıp ve İstismara Uğramış Çocuklar Merkezi (NCMEC) ve diğer ilgili kuruluşların veri tabanındaki görsellerle yeni çıkacak sürümlerdeki icloud kullanıcılarının imajlarını karşılaştırıp çocuk istismarı görüntülerini saptayacak yeni bir sistem geliştirdiğini bildirmişti (Apple, 2021). İlk bakışta itiraz etmek bir yana, iç ferahlatan bir politika olarak göze çarpan bu uygulama hem kriptograflar hem de yakın geçmişimize göz atan herkesin aklında özellikle şu soruyu oluşturmaya başladı: Kişisel verilerimize erişimi, elinin altında olan teknoloji devleri ya bunları uygun argümanlarla sürekli ihbar ederse? Bu çalışma, önceki soruyu tartışmak üzere iki taraflı bir yaklaşımla devam edecektir.

ÇEVRE ALANINDA ÇALIŞAN EKİP ARKADAŞLARI ÇAĞRISI

0

TUİÇ Akademi bünyesindeki araştırma birimimizin gönüllülük esaslı devam ettirmekte olduğu çalışmalarımıza, yeni gönüllü ekip arkadaşları arıyoruz. Kentleşme ve Çevre Sorunları alanına ilgi duyan ve yeterli bilgiye sahip olan ekip arkadaşlarımızdan beklentilerimiz aşağıdaki gibidir.

  • Kentleşme ve Çevre Sorunları alanında Yüksek Lisans veya Doktora yapıyor olmak
  • Daha önce bu alanda makale/deneme vb. yazılar üretmiş olmak
  • Web sitemizde içerik üretebilecek
  • İleri seviye Türkçe ve tercihen İngilizce dil bilgisine sahip olmak

Başvuru ve detaylı bilgi için: [email protected]