Home Blog Page 4

Kadın Bedeni Üzerinde Kurulan Ataerkil Baskı: Kürtaj Hakkının Gelişimi

İrem Dağdelen 

Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı

Özet

Kadınlar uzun yıllardan beri her türlü haklarını savunmak ve hak elde edebilmek için mücadele etmişlerdir. Başta eğitim olmak üzere çalışma hakkı, eşit yurttaşlık hakkı, kürtaj hakkı gibi hakları elde edebilmek için ataerkil sistemle mücadele etmişlerdir. Osmanlıda kadın hakları Batıda olan kadın hareketleriyle eş zamanlı ilerlemiş öncelikli hak olarak eğitim hakları için mücadele etmiştir. Kürtaj Osmanlı’da yasaklarla karşılaşmış bu durum Cumhuriyet’in ilanından sonrasına kadar uzanır. 1965 yılına gelindiğinde gebeliğin ilk on haftada sağlık sorunuyla birlikte yapılmasına izin verilmiş. 1983 yılında gebeliğin ilk on haftasında yapılan kürtajın sağlık sorunu ibaresi kaldırılmıştır ama bazı şartlara bağlanmıştır. Günümüzde kürtaja erişilebilirliğinin zor olduğu bilinmektedir.

Anahtar kelimeler: Kadın, kadın hakları, Osmanlı’da kadın, kadın hareketleri, kürtaj hakkı

Giriş

Kadınlar geçmiş yıllardan bu zamana kadar sosyal yaşamın her alanında ikincil planda tutulmuştur. Kadınların yaşadığı eşitsizlikler sadece bir bölgede yaşanmayıp bu eşitsizlik tüm dünyada yaşanmaktadır. Sosyal yaşamda ataerkil düzenin en çok baskısını hisseden gruplardan biridir kadınlar. Kadınlar kendi hak ve özgürlüklerini kazanabilmek için hem bireysel anlamda hem de örgütsel anlamda birçok konuda mücadele vermişlerdir. Kadın haklarının gelişiminde rol oynayan üç önemli olay vardır. Birincisi Fransız İhtilali ikincisi Aydınlanma Çağı üçüncüsü ise Sanayi Devrimidir.

Kadın Hareketlerinin Gelişimi

Fransız İhtilaliyle birlikte toplumlar kendi hak ve özgürlüklerinin daha fazla farkına varmış haklar konusunda adımlar atılmıştır. Bunlarda biri ‘ İnsan ve Yurttaşlık Bildirgesi’dir. Kadınlar Fransız İhtilalinde aktif bir role sahiptir. Her türlü alanda bulunmuş insan hakları noktasında sınıfsal ayrımcılığın ve kadın olarak ikincil planda kaldığı toplumda kendi haklarını savunmuştur. İnsan ve Yurttaşlık Bildirgesinde kadın haklarına dair etkin maddelerinin olmaması bunun yanı sıra toplumsal cinsiyet eşitsizliğin ortaya çıkaracağı durumun farkına varıp ilk feminist düşünceler ortaya çıkmıştır. Aydınlanma Çağında her ne kadar Katolik Kilisenin fikirlerinin karşısında durulsa da kadın haklarının aydınlanmasında tam tersi durum görülmektedir. Kadınların yetersiz olduğu, kadınların birey değil annelik ve ev işleriyle tanımlandığı bir dönemdir. Sanayi Devrimiyle birlikte iş gücüne ihtiyaç duyulmuş ve ucuz iş gücü olarak kadınlar görülmüştür. İş yaşamında erkeklere göre daha sağlıksız bir ortamda çalışmakta ve eşit ücret sorunu yaşamaktaydılar. Kadın hareketleri üç olayla birlikte hareket kazanmıştır.

Osmanlı’da Kadın Hareketleri

Osmanlı’da kadın hareketleri Batı’daki olaylara paralel olarak gelişmiştir. Kadınlar hak ve özgürlük mücadelelerini mecmualarda göstermişlerdir. Osmanlı’da kadın hareketleri iki şekilde incelenmektedir. Birincisi Tanzimat öncesi Osmanlı kadın hareketleri ikincisi ise Tanzimat sonrası kadın hareketleri olarak incelenmektedir.

Tanzimat Öncesi Osmanlı’da Kadın

Osmanlı’da kadın Batı’ya göre çok daha görünür haldeydi ama bu görünürlük sadece teoride kalmaktaydı. Osmanlı’da her birey hak ehliyetini ceninin sağlıklı ve özgür doğmasıyla kazanmaktadır. Fiil ehliyetinin şartları da ayrıt edebilme gücüne sahip olma, çocukluktan erginlik çağına geçmek ve reşit olmaktır. Hak ve fiil ehliyetine sahip olan kadın davalarda taraf olmuş kendi haklarını aramışlardır. Osmanlı hukukunda kadının menkul veya gayrimenkul mülkiyeti üzerinde sınırlama olmamakla beraber uygulamaya bakıldığında kadınların malvarlıklarında gayrimenkullerin fazlaca yer almadığı görülmektedir (Yürüt, 2017, s.373).

Bu bağlamda görüyoruz ki Osmanlı’da herkese verilen haklar noktasında kadınlar ikincil plana atılmakta ve haklar sadece teoride kalmaktadır. Bu durum boşanmada da görülmektedir. İslam hukukunda boşanma dörde ayrılır. Boşanma türleri sırasıyla ‘Talak, Tefiz-i talak, Muhala’a ve tefrikdir’ şeklindedir. Osmanlıda kabul edilen boşanma yöntemi talak olarak karşımıza çıkan erkeğin kadını tek taraflı boşama biçimidir. Bunun dışında anlaşma yolu ile yapılan muhala’a boşanma türü de vardır. Aynı zamanda kadına boşanma yetkisinin verildiği tevfiz-i talak boşanma türü vardır. Adil bir boşanma metotlarında biri ise tefrik şeklindedir. Boşanmada da görüldüğü gibi kadın kendine verilen haklardan mahrum bırakılmıştır. Kadın bedeni üzerine bakıldığı zaman günümüzde de görüleceği gibi siyasetin kadın bedeni ve kıyafetleri üzerinden yürütülmesi çok yaygın bir durumdur. Osmanlıda da kadın bedeni ataerkil sistemde baskı altında tutulmuş yenilikçi padişahlarda dahil kadın kıyafetlerinin düzenlenmesi üzerine uygulamalar düzenlemiştir.

Tanzimat Sonrası Osmanlı’da Kadın

Meşrutiyetle birlikte kadınlar kendi hukuksal statüleri hakkında mücadelelerini aktif olarak sürdürmüşlerdir. Hak ve özgürlük mücadelelerini mecmualar sayesinde görünür kılmışlardır. Kadınlar öncelikle olarak eğitim hakkı yönünde büyük mücadeleler vermiş bunun sonucunda olumlu sonuçlar almışlardır. Kadınlar sosyal yaşamda daha görünür hale gelmişlerdir. Eğitim hakkının dışında çalışma hakkı, eşit yurttaşlık hakkı, oy hakkı ve evlilik ile ilgili mücadelelerini daha yüksek sesle dile getirmişlerdir. Siyasal haklar bu dönemde çok yer almamıştır.

Haklı mücadelelerini kadınlar daha çok mecmua ve gazetelerde dile getirmişlerdir. Aynı zamanda dernekler kurarak kamuoyu oluşturmaya çalışmışlardır. O dönemde ses getiren önemli dergilerin başında ‘ Kadınlar Dünyası Dergisi’ gelmektedir. Döneme göre çok radikal söylemleri olan dergi 1913’te kurulan feminist nitelikli Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-u Nisvan Cemiyeti’nin yayın organıdır. O döneme ait en önemli derneklerden biri olan Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti’nin en önemli başarısı ise yedi Osmanlı kadının kamu kurumuna girmesidir. Dergide kadınlar o dönemde ataerkil sistemin gözünden kendi kimliklerini sorgulamışlardır. Kadınlar yazdıkları yazılarla devletten bekledikleri taleplerini aktarmışlardır. Kurtuluş savaşının sembollerinden biri olan Halide Edip tarafından ‘ Teali Nisvan Cemiyeti’ kurulmuştur. Derneğin kuruluş amacı kadınların farkındalık seviyelerini yükseltmek aynı zamanda kadın ve kız çocuklarının eğitimi noktasında önemli girişimlerde bulunmak olmuştur. Bunların yanı sıra kadınlara iş imkanı sağlayan birçok dernek kurulmuştur. 1916 yılında Enver Paşanın önderliğinde ‘Osmanlı Kadınları Çalıştırma Cemiyet- i İslamiyesi’ kurulmuştur (Yürüt, 2017, s.384). Ama derneğin yönetim bölümünde kadın yoktur ve o dönemde kadınlar bu durumu eleştirmiştir.

Osmanlıda Kürtaj Hakkı

 Kürtaj, döl yatağının içini kazıyıp cenini kazıma işlemidir (Türk Dil Kurumu). Kürtaj hakkı, toplumun benimsediği dini, kültürü, anneliğe ve kadına dair mitlere, o dönemki nüfus politikalarından ve hükümetin kürtaja bakış açısından etkilenmiştir. Osmanlı İslam hukukuyla yönetilen bir devletti. İslam hukukunda kürtaj caiz değildir. Sperm ana rahmine düştükten sonra ilk on hafta içerişinde kürtaj yapılma iznine sahiptir ama bu izin sağlık sorunları olması koşuluna bağlıdır. Onuncu haftadan sonra kürtaj yapılamaz İslam’da onuncu haftadan sonra cenine ruh üflendiği kabul edilir. Osmanlı’da da bu bakış açısıyla hareket edilmiş kürtaj yapılmasının doğru olmadığı dinen yasak olduğu kabul görmüştür. 1838 yılına kadar kürtaj ile ilgili yaptırımlar İslami Hukuk çerçevesinde yapılmıştır. 1838 yılına gelindiğinde Osmanlı nüfus politikalarında etkin olan politika nüfusun fazlalığı güç olarak görülmüş ve aynı zamanda nüfusun fazlalığı ekonomik yönden de güç sayılmıştır. Ve o dönemde kürtaj Allah’ın takdirine karşı olduğu ve cezalandırılması gerektiğini vurgulanır. 1858 yılına gelindiğinde Ceza Kanunnamesinde 192. ve 193. maddelerinde kürtajı suç saymış ve yasak kılmıştır. Osmanlı döneminde verilen şu fetva, çocuk düşürmeye sebep olana ta’zir cezası verileceğini belirtmektedir: “Zeyd bir taâma ıskât-ı cenîn eder deyû devâ katub Hind-i hâmile verüb Hind dahı bilmemekle kendi eliyle yiyüb ândan nâşî bir cenîn-i meyyit ilkâ eylese Zeyd’e ne lâzım olur? El-Cevâb: Ta’zîr.” (Tokaç, 2012, s.20). Burada cezayı alan kadın değil kürtaja yardım edenlerin cezalandırılmasını altını çizer. Osmanlı Devleti’nde çocuk düşürmenin yasaklanması bu madde ile sadece dini değil aynı zamanda insani ve toplumsal temellere dayandırılmıştır. Osmanlı’daki yabancı gözlemcilerin geç 18. yüzyıl ve erken 19. yüzyılda kürtajın görece özgür olduğunu ve ahlaki bir sınırlamanın olmadığını bildirdiklerini de hatırlatmak gerekir (Kubilay, 2014, s.394).

Osmanlıda kadın hareketlerine baktığımızda kürtaj hakkı gündeme gelmemiştir. Bunun sebebi ise öncelikli olarak sosyal yaşamda kimliklerini görünür kılmak ve eşit hak ve özgürlüklere ulaşma amacıdır. Kürtaj yasaklarına baktığımızda kadın birey olarak görülmemiş onun vücuduyla ilgili kararları ataerkil düzenin hakim olduğu politikalar düzenlenmiştir. Kadını bireyden çok annelik, doğurganlık rolüyle tanımlamış olup nüfus politikalarıyla kadın bedeni üzerinde baskı altına alınmıştır

Cumhuriyet’e Geçiş Dönemi Kürtaj Hakkı

Yaşanılan savaş döneminden sonra nüfus azalmış olup nüfus artırma politikası devam etmiştir. Bu dönemde de kürtaj yasağı devam etmiştir. Mustafa Kemal ATATÜRK’ün 24 Nisan 1920’de yaptığı bir konuşmada nüfusun artırılmasının önemine dikkat çekmiştir. ‘Ulusumuzun sağlığının korunması ve güçlendirilmesi, ölümlerin azaltılması, nüfusun artırılması ve bu suretle ulus bireylerinin dinç ve çalışma yeteneğiyle yetiştirilmesi gerekir.’ Şeklinde açıklama yapmıştır (Kubilay, 2014, s.394).

Cumhuriyet Sonrası Kürtaj Hakkı

1926 yılında kabul edilen kürtaj yasağı devam etmiş bununla birlikte gebeliği önleyici alet ve ilaçların satılması ile doğum kontrolü, kürtaj gibi konularda propaganda bile yapmak yasaklanmıştır. Ceza Kanunu’nda kürtajı yasaklayan kısmın adı “Kasten Çocuk Düşürmek ve Düşürtmek Cürümleri” iken 1936’da yapılan bir değişiklikle bölümün adı “Irkın Tümlüğü ve

Sağlığı Aleyhine Cürümler” olarak değiştirilmiştir.(Kubilay,2014,s.395) Bu değişikliğe baktığımızda kadın bedeni, üremesi, kadının cinselliği devletin eline geçtiğini göstermektedir.

1923-1955 yılları arasında nüfus 11 milyon artış göstermiş ve nüfusun artmasıyla birlikte gelen sorunlar(işsizliğin artması, göç, çarpık kentleşme vs.) gündeme gelmiş uygulanan politikalar eleştirilmeye başlanmıştır.

1965 yılına gelindiğinde Nüfus Planlana Hakkında Kanun kabul edilmiş tıbbı zorunluluk halinde kürtaj yapılmasına izin verilmiştir. Ancak isteğe bağlı yasak sürdürülmüştür. Kürtajla ile ilgili en önemli problemlerden biri ise kürtajın ulaşılabilirliğinin çok kısıtlı olmasıdır. Özellikle sosyal ve ekonomik durumundan dolayı kürtaja sağlıklı bir şekilde erişemeyen kadınların varlığı, dönemin CHP’li milletvekili tarafından meclise kanun teklifi sunsa da herhangi bir sonuç alınamamıştır.

1970’lerde doğum kontrolü ve kürtaj tartışmaları yoğunlaşmış, çeşitli meslek örgütleri ve sivil toplum kuruluşları kürtajın serbestleştirilmesi konusunda raporlar hazırlayarak bu yönde bir kamuoyu oluşturmuşlardır. Meclis nezdinde çeşitli girişimlerde bulunulmuşsa da isteğe bağlı kürtajın yasallaşması, 12 Eylül sonrası mümkün olabilmiştir. 1983’te çıkarılan 2827 sayılı Nüfus Planlaması Hakkında Kanun’la kürtaj uygulaması için “tıbbi gereklilik” şartı kaldırılmış, hamileliğin ilk on haftasında kürtaj yasal hale gelmiştir.

2005 yılına gelindiğinde TCK’da yapılan bir değişiklik ile kadının mağduru olduğu bir suç neticesinde hamile kalması durumlarında, süresi 20 haftadan fazla olmamak ve kadının rızası olmak koşuluyla, gebeliği sona erdirene ceza verilmeyeceğini bildirmiştir.

Günümüzde şuan gebeliğin ilk on haftasında sağlık koşulu aranmaksızın kürtaj yapılabilmektedir. Ama bunlara belli şartlara bağlanmıştır. Kadın bedeni, üreme kapasitesi ve cinselliği üzerindeki hükmü evli ise eşinden izin ve imza alarak gebe kalan kişi reşit değilse ailesinden izin ve imza alarak kürtaj yapılması meşru olmaktadır. Kısacası kadın kendi bedeni ve hayatı üzerinde hür kararlar alamamakta karar verirken başka birinin imzası aranmaktadır. Günümüzde toplumsal cinsiyetsizliklerin yaşandığı ataerkil sistemde kadınların kendi yaşantıları noktasında iş, yaşam tarzı gibi tercihlerin baskılanması dışında kendi bedeni üzerindeki karar vermeleri birey olarak kadına verilmemiştir.

Günümüz nüfus politikalarına baktığımızda nüfusun artırılmasına yönelik olduğu görülmektedir. Üç çocuk söylemi bunu destekler niteliktedir. Kürtaj hakkı probleminin yeniden ortaya çıkmasını sağlayan olay ise 2012 yılında dönemin başbakanı kürtaj ile ilgili ‘ Her kürtaj bir Uludere’dir’ açıklama yapmasıyla kürtaj hakkı problemi yeniden gündem olmuştur. Açıklamanın ardından kürtaj hapı olarak bilinen ‘Misoprostol’ hapı yasaklanmıştır (Atay, 2017, s.11). Bu olaylar sonucunda feministler ve sivil toplum kuruluşlarının birlikteliği ile bu olaydan sonra ‘ Kürtaj haktır. Karar kadınların’ sloganıyla 22 şehirde oturma eylemi yapılmıştır. Kürtaj haktır, karar kadınların platformu kurulmuştur.

Günümüzde kürtaj hakkına erişim kolay değildir. Mor Çatı Vakfı 2015 yılında İstanbul’da kamu hastanelerinde bir araştırma yapmıştır. Bu araştırmalar sonucunda sadece 3 kamu hastanesinin isteğe bağlı kürtaj yapmakta olduğunu, 12’sinin hiçbir şekilde kürtaj yapmadığını ve 17’sinin ise yalnızca tıbbi zaruret hâllerinde heyet kararı ile teröpatik kürtaj yaptığını göstermiştir (Atay,2017, s.11). Bu durumda da kürtaj yaptırmak isteyen kadınlar devlet hastanelerinde kürtaj hakları olsa dahi haklarına erişemedikleri için özel hastanelere gitmek zorunda kalmaktadırlar. Ve bu durumdan en çok olumsuz etkilenen kısım ekonomik anlamda yeterliliğe sahip olmayan kadınlardır. Kadınlar kürtaj hakları bağlamında mağdur edilmektedir.

Muhazakar ve Seküler Bakış Açısında Kürtaj Hakkı

Muhafazakar kesim İslami noktada temellendirmektedirler. Aynı zamanda kürtajın yasaklanmasının bir çözüm getirmeyeceğinin daha sağlıksız ortamlarda yapılarak sağlık anlamında problemlere yol açılacağını savunmakla beraber kadını bireyden çok anne olarak ele almakta ve annelik kavramını kutsallaştırmaktadırlar. Annenin toplumda yaşadığı eşitsizliklerin çözüldüğünde bu durum ortadan kalkacağını savunmaktadırlar. İslami anlamda bedenin insana emanet olduğunu kişinin kendi bedeni üzerinde karar verirken hür olmadıklarını savunurlar. Seküler kesim ise ‘ Kürtaj haktır. Benim bedenim, benim kararım’ sloganıyla yola çıkmış kadını bir birey olarak kabul edip bedeni ve kendi yaşantısı noktasındaki seçimlerinde hür olduklarını belirtmiştir. Özellikle doğum kontrol ile ilgili ilaç ve aletlerinin erişimindeki zorluklarını, kürtaj hakkının engellenmesi ve uluşabilir olmadığının altını çizmektedirler.

Sonuç

Kadınların maruz kaldığı eşitsizlikler evrenseldir. Yıllar boyunca kadınlar toplumsal anlamda ötelenmiş ve ikinci plana atılmıştır. Kadın hareketlerinin oluşumuyla kadınlar toplumsal alanda daha fazla görünür hale gelmişlerdir. Kadın hareketlerinde etkili olan üç önemli olay vardır. Birincisi Fransız İhtilali ikincisi Aydınlanma Çağı üçüncüsü ise Sanayi Devrimidir. Osmanlıda kadın hareketleri Batıda gerçekleşen kadın hareketleriyle eş zamanlı olarak ilerlemiştir. Osmanlıda kadın hareketleri iki dönemde incelenmektedir. Birinci Tanzimat öncesi kadın ikincisi ise Tanzimat sonrası kadındır. Osmanlı Devletinde kadın Batı’ya göre daha görünür olmakla birlikle hak ve özgürlük noktasında yeterli seviyede değildir. Olağan haklar ise teoride kalmakta uygulamakta noktasında işlevsizdir. Osmanlı kadınları seslerini meşrutiyetle birlikte daha fazla duyurmuşlardır. Bunları yaparken istek ve görüşlerini mecmualarda dile getirmişlerdir. Osmanlı kadınlarının ilk öncelikleri eğitim hakkı ve çalışma hakkı olmuştur. O dönemde siyasi hakların üstünde durulmamıştır. Aynı şekilde kürtaj hakkından da bahsedilmemiştir. Osmanlıda kürtaj ise İslami olarak şekillenmiş 1858 Ceza Kanunnamesiyle yasaklanmış ve suç sayılmıştır. Bunun en büyük etkeni nüfus politikaları olmuştur. Cumhuriyet’e geçiş dönemiyle de yasaklar devam etmiş nüfus artırımı noktasında halka teşvikler yapılmıştır. Bunun nedeni ise savaştan çıkan ülkenin nüfusunun azalması olmuştur. Cumhuriyet’e geçiş ile birlikte kürtaj yasağı devam etmiş kürtaj yasağının propagandasını yapmak dahi yasaklanmıştır. 1923-1955 yılları arasında nüfus artışının olmasıyla birlikte nüfusu azaltma politikasına gidilmiş ve gebeliğin ilk on haftasında tıbbi zorunluluk halinde kürtaj yapılmasına izin verilmiştir. Ama isteğe bağlı kürtaj yasağı devam etmiştir. 1983 yılına gelindiğinde ise gebeliğin ilk on haftasındaki tıbbi zorunluluk kaldırılmıştır. Ama bu durum bazı şartlara bağlanmıştır. Kadın evliyse eşinin iznine, reşit değilse ailesinin iznine tabi tutulmuştur. 2005 yılına gelindiğinde TCK’da yapılan bir değişiklik ile kadının mağduru olduğu bir suç neticesinde hamile kalması durumlarında, süresi 20 haftadan fazla olmamak ve kadının rızası olmak koşuluyla, gebeliği sona erdirene ceza verilmeyeceğini bildirmiştir. Aynı zamanda kadının kendi bedeni ve hayatı üzerinde olan kararlarını tek başına alamamakta eşinin ve velisinin iznin olması şartı aranmaktadır. Muhafazakar kesimin kürtaja bakış açısı İslami noktada şekillenmiş anneliği kutsal saymış ve annelerin toplumsal yaşamda yaşadığı eşitsizliklere dikkat çekmiştir. Seküler bakış açısında ise daha özgürlükçü bir bakış açısıyla açıklanmış kadınların yaşadıkları mağduriyetleri ele almışlardır.

Kürtajın yasaklanması kürtajı ortadan kaldırır mı? Sorusunu sormak gereklidir. Kürtajı yasaklamak bir çözüm değildir. Bir kadının kendi bedeni üzerinde vereceği karar noktasında kadın özgür bırakılmalıdır. Kadının kendi bedeni üzerindeki kararı verirken ikinci bir kişinin imzasının şart olması kadının karar mekanizmasını eksik görmektir. Kürtaj sadece kadının kendi bedeni değil kendi hayatıyla ilgili de verdiği bir karardır. Kadının kendi bedeni üzerindeki hakkı toplumda yaşadığı diğer sorunların kaynağında olduğu gibi ikiyüzlü ataerkil sistemdir. Sistem neyi uygun görüyorsa kadın bedenine o hüküm uygulanmaktadır. Günümüzde kürtaj, gebeliğin ilk on haftasında serbest olmasına rağmen kürtaj hakkına erişimin zorluğu mevcuttur. Özellikle maddi yönden dezavantajlı olan kadınlar için çok daha fazla ulaşılmaz olmaktadır. Ve merdiven altı dediğimiz sağlık açısından çok tehlikeli olan yerlerde kürtaj işlemi yapılmakta bu da kadın sağlını ciddi şekilde riske atmaktadır. İstenmeyen gebelik sonucu doğan bebekler için hem de kadın için riskler orta çıkmaktadır. Doğan bebeğin güvenlikli, sağlıklı ve ihtiyaçlarının karşılanabileceği bir ortamda bulunması gerekmektedir. Aynı şekilde kadının ruh sağlığı ve beden sağlığı hem kendi hem de çocuk için çok önemlidir. Kadın maddi yetersizlik durumundan kürtaj istiyorsa devletin bu noktada sosyo-ekonomik anlamda yardım etmesi gereklidir. Kadın annelik rolüne hazır olmayabilir ya da sosyal destek sistemleri yeterli olmayabilir. Bu doğrultu da kadına psikolojik danışmalık ve rehberlik sağlanmalıdır. Kendi hayatı noktasında farklı hedefleri olabilir. Bu anlamda kadını birey olarak kabul edilmeli kendi bedeni ve yaşantısı hakkında karar veren kadın olmalıdır.

Özelikle kürtaj hakkı probleminin çözümünde bunun devlet tarafından desteklenmesi gerekmektedir. Gebelik önleyici ilaç ve aletlerinin daha ulaşılabilir olması gerekmektedir. Kamu hastanelerinde kadının hakkı olan kürtaja hakkına ulaşımının daha kolay olması gerekmektedir. Bununla birlikte ergenliğe girmiş her bir bireye kapsamlı cinsel eğitim verilmelidir. Sadece bu eğitim ergenlere değil yetişkin olan her herkese verilmelidir. Her şeyden önce kadını toplumdaki kalıplardan sıyırarak bir birey olduğunu hak ve özgürlükleri noktasında karar verenin sadece kendisi olduğu kabullenilmelidir.

Kaynakça

Berna Yürüt, ‘ Tanzimat Sonrası Osmanlı Kadın Hareketi ve Hukuki Talepleri’, TBB Dergisi (özel sayı) (2017)Sayfa: 365-396

Çağla Kubilay, ‘İslami Muhafazakâr Kadın Yazarların Perspektifinden Kürtaj Tartışması: Eleştirel Bir Değerlendirme’, Alternatif Politika,Cilt:6, Sayı:3 (2014) Sayfa 387-421

Hazal Atay, “Kürtaj Yasasının Arkeolojisi: Türkiye’de Kürtaj Düzenlemeleri, Edimleri, Kısıtları ve Mücadele Alanları ” Fe Dergi 9, no. 2 (2017), 1-16.

Mahmut Tokaç, ‘Osmanlı Belgelerinde Çocuk Düşürme (Iskat-ı Cenin)’, Dosya: Sezaryen ve Kürtaj (2012) Sayfa: 21-23

Kozmopolit Dünyada Göçmen Kimliği ve Geçici Koruma Statüsü Altındakiler

Yaren GÜLŞEN

Göç Çalışmaları o-Staj Programı

Özet

İnsanlık tarihinin esasen göç tarihi olmasına rağmen göçmenler varış noktalarında birer yabancı olarak güvenlik kaygısı, işsizlik, barınma sorunu, dil bariyeri ve dışlanma gibi sorunlarla karşılaşmaktadır. Ev sahibi devletlerin uyguladıkları entegrasyon politikaları, göçmenlerin karşılaştığı sorunların giderilmesini ve sorunsuz biçimde toplumsal sisteme dahil olmalarını amaçlamaktadır. Entegrasyon süreci, ev sahibi toplum ve göçmen açısından ele alınması gereken çok boyutlu bir doğaya sahiptir. Bu çalışmada, 2011 yılında Suriye’de başlayan iç savaş sonucunda Türkiye’ye gelen ‘’misafirlerin’’ bütünleşme süreci ve Türkiye’nin bu süreci uyum kavramıyla tanımlaması, ‘’uyum’’ tercihinin bütünleşme sürecine ve göçmenlerin kimliklerine dair algıları üzerine etkisi tartışılmıştır. Göçmen kimliğini anlamak üzere Von Vacano’nun Hınç Teorisi Türkiye’deki geçici koruma statüsü altındaki Suriyeliler örneği üzerinden ele alınmıştır. Göçmen entegrasyonu ve göçmen kimliği konusunda özellikle günümüzün koşullarında dönüşüm geçiren göç ve göçmen kimliğini anlamaya dair çalışmaların çoğunlukla ev sahibi ülkelerin göç politikaları ve sonuçlarına odaklanmış olmaları dikkate alınarak araştırmanın amacı, Türkiye’de geçici koruma statüsü altında olan Suriyelilerin uyum sürecindeki deneyimleri ve bu deneyimler sonucunda kendi kimliklerini nasıl inşa ettiklerini saptamaktır. Bu çerçevede Suriyelilerin Türkiye’deki yaklaşık 13 yıllık mevcudiyetlerinin sonucunda deneyimledikleri uyum süreci ve karşılaştıkları sorunlar ele alınmıştır. Kozmopolit

Anahtar Kelimeler: Göçmen Kimliği, Hınç Teorisi, Geçici Koruma Statüsü, Suriyeliler, Uyum.

Abstract

Although the history of humanity is essentially a history of migration, migrants face problems such as security concerns, unemployment, housing problems, language barriers and exclusion as foreigners at their destination. The integration policies implemented by host governments aim to eliminate the problems faced by migrants and ensure their smooth integration into the social system. The integration process has a multidimensional nature that needs to be addressed from the perspective of the host society and the migrant. In this study, the integration process of the “guests” who came to Turkey as a result of the civil war that started in Syria in 2011, Turkey’s definition of this process with the concept of cohesion, and the impact of the preference for “cohesion” on the integration process and migrants’ perceptions of their identities are discussed. In order to understand migrant identity, Von Vacano’s Theory of Resentment is discussed through the example of Syrians under temporary protection in Turkey. Considering the fact that studies on migrant integration and migrant identity have mostly focused on the migration policies and outcomes of host countries, the aim of the research is to determine the experiences of Syrians under temporary protection status in Turkey during the integration process and how they construct their identities as a result of these experiences.  In this framework, the integration process and the problems faced by Syrians as a result of their 13-year stay in Turkey are discussed. Kozmopolit

Keywords: Migrant Identity, Resentment Theory, Temporary Protection Status, Syrians, Cohesion.

GİRİŞ

İnsanlık tarihinin esasen göç tarihi olmasına rağmen göçmenler[1] ev sahibi toplumlarda “yabancı”dırlar ve “toplumsal olarak henüz bütünleşmemiş bir gruba işaret etmektedirler” (Kümbetoğlu, 2016:75; Aykaç & Karakaş, 2022:420). Zorunlu göç deneyimi sonrasında ise varış noktalarında birer yabancı olarak güvenlik kaygısı, işsizlik, barınma sorunu, dil bariyeri ve dışlanma gibi sorunlarla karşılaşmaktadırlar. Ev sahibi devletlerin uyguladıkları entegrasyon politikaları, göçmenlerin maruz kaldığı sorunların giderilmesini ve sorunsuz biçimde toplumsal sisteme dahil olmasını amaçlamaktadır. Ancak ev sahibi devletler göçmenlerin entegrasyonu için her zaman entegrasyonu tercih etmemiş; asimilasyon, çokkültürlülük, uyum gibi politikalar da tercih edilmiştir. Entegrasyon temelde göç edenlerin ev sahibi ülke ve toplumuna uyum sağlaması olarak tanımlanmaktadır nitekim uluslararası göç politikaları özellikle göçmenlerin ve mültecilerin göç ettikleri ülkeye uyumunu esas almaktadır (Fitzgerald, 2000). Fakat entegrasyon süreci, ev sahibi toplum ve göçmenler açısından ele alınması gereken çok boyutlu bir doğaya sahiptir. Göçmenler açısından, yeni bir yaşam ve farklı bir topluma dahil olma gibi radikal değişimler kolay değildir, sancılı süreçleri beraberinde getirmektedir (Cox & Geisen 2014). Üstelik bu değişim süreci, zoraki ve travmatik bir deneyim sonucunda başlamışsa oldukça zor bir süreci ifade etmektedir (Buz, 2004; Coşkun, 2019:8). Bu çalışmada, 2011 yılında Suriye’de başlayan iç savaş sonucunda Türkiye’ye gelen ‘’misafirlerin’’ bütünleşme süreci ve Türkiye’nin bu süreci uyum kavramıyla tanımlaması, ‘’uyum’’ tercihinin bütünleşme sürecine ve göçmenlerin kimliklerine dair algıları üzerine etkisi tartışılacaktır. Kozmopolit

1.     Entegrasyon, Bütünleşme, Adaptasyon, Uyum

Göç en basit ifade ile bireylerin siyasi, sosyal, ekonomik, çevresel (doğal afetler) gibi nedenlerle bulundukları yerden gönüllü yahut zorunlu, geçici yahut sürekli, bireysel yahut kitlesel olarak ayrılması ve nihayetinde vardıkları noktada göçmenlik çatı kimliği altında sığınmacı, mülteci, şartlı mülteci gibi yeni kimliklere bürünmesi olarak ifade edilebilir (Adıgüzel, 2018). Küreselleşmenin olgunlaşması ile yeni bir içerim kazanan göç ve göçmenlik mefhumunun içerik ve yapısındaki dönüşümleri anlamak elzemdir. Bu bağlamda göçü tetikleyen faktörler, sürecin kendisi, entegrasyon yahut geri dönüş gibi deneyimler yeniden ele alınmalı ve dönemin ruhu içerisinde anlamlandırılmalıdır. Göç mefhumunun kendisi ilgi çekicidir ancak ‘’son zamanların en büyük sorunu’’ haline gelmiştir ve göçün yönetilmesinin önem kazanması ile entegrasyon süreci öne çıkmıştır. Toplumsal uyum, adaptasyon yahut entegrasyon olarak adlandırılan bütünleşme süreci göçmenlerin dil, din, etnik kimlik veyahut diğer kimliklerinin hedef ülkelerin toplumsal yapısı ile uyum sağlamasını içerir. Nitekim göç, sadece insan hareketliliğini değil kültürel alışverişi de içermektedir; dolayısıyla göç, yerleşik grupların yeni gelenlerle karşılaşmasıdır (Faist, 2018:6). Bu karşılaşma, göçmenin yerli halkla bütünleşmesini içeren süreci ifade eder. Bu süreci ifade etmek için genellikle keskin sınırlarla ayrılmayan entegrasyon, bütünleşme, adaptasyon ve uyum kavramları kullanılmaktadır. Bu kavramlar arasında keskin sınırların olmayışı, açık ve net bir kavramsal çerçevenin yokluğunu ve siyasi bağlamdan ayrı olmadığını da göstermektedir (Beaud & Noiriel, 1990; Aykaç & Karakaş, 2022:420).

2.      Kozmopolit Bir Dünyada Göçmen Kimliği ve Hınç Teorisi

Von Vacano, kozmopolit bir dünyada göçmen kimliğini anlamak için, Nietzsche’nin hınç (ressentiment) duygusu sorununa ilişkin yorumunu, göçmen kimliklerinin ahlaki ve politik psikolojisini anlamada yararlı olduğunu belirtmektedir. Bu hususta ikisi yapısal ve sonuncusu kültürel olmak üzere üç bağlam çağdaş yeni göçmen kimliğinin oluşumunu şekillendirmektedir. Bunlar; ev sahibi devletin göçmeni kabul etme şekli, yeni göçmenlerin ekonomideki önemsiz emek kaynakları olarak ikincil konumu ve bu yapısal kısıtlamalara yanıt olarak yeni göçmenlerin etno-kültürel değerlerinin ileri sürülmesi. Bu üç kısıtlamanın, günümüzün kozmopolit dünyasında göçmen kimliğinin, ‘’yeni göçmenlerin’’ ev sahibi ülke ve toplumuna entegrasyonunda sürtüşmelere yol açabileceğini savunmaktadır. Kozmopolit

Göç, nispi bir zorunluluk -genellikle ekonomik- altında yapılan bir eylemdir, ev sahibi devletler ise genellikle göçmenlerden siyasi ve ekonomik alanlarda zorlayıcı taleplerde bulunmaktadır ve bu duruma ek olarak göçmende eski kültürün, geleneklerin, bağların terk edilmesi hissiyatı mevcuttur. Bu durum hem bir ihanet olarak hem de basitçe yerinden edilmek olarak algılanabilir. Dolayısıyla, göçmenin nasıl yaşaması gerektiğine dair düşünceleri hem kin hem de çelişkilerle doludur. Göçmen deneyimi, göçmen bilinci için varsayılandan çok daha karmaşıktır; iç içe geçmiş, sabit ve doğrusal olmayan süreçleri içermektedir. Göçmenin kendini inşa etmesi, bireysel çabaya bağlıdır ve küresel konjonktürle yakından ilişkilidir. Bir yandan ev sahibi toplumda hayata katılmaya hevesliyken diğer yandan yapısal, kültürel ve ahlaki nedenlerden dolayı entegrasyona direnç göstermektedir. Kozmopolit

3.     Metot

Literatüre katkı sağlamak üzere kaleme alınan bu çalışmanın konusu “Kozmopolit Dünyada Göçmen Kimliği ve Geçici Koruma Statüsü Altındakiler” olarak belirlenmiştir. Göçmen entegrasyonu ve göçmen kimliği konusunda özellikle günümüzün koşullarında dönüşüm geçiren göç ve göçmen kimliğini anlamaya dair çalışmaların çoğunlukla ev sahibi ülkelerin göç politikaları ve sonuçlarına odaklanmış olmaları dikkate alınarak araştırmanın amacı, Türkiye’de geçici koruma statüsünde olan Suriyelilerin uyum sürecindeki deneyimleri ve bu deneyimler sonucunda kendi kimliklerini nasıl inşa ettiklerini saptamaktır. Araştırmanın, göçmen deneyimlerini ve entegrasyon sürecinin göçmenlerin kimlik algılarına olan etkisini anlama noktasına yoğunlaşmış olması metodolojik uygunluk açısından nitel araştırma yöntemlerine başvurulmasına sebebiyet vermektedir. Bu noktada Von Vacano’nun hınç teorisi küreselleşmenin olgunlaştığı ve ivme kazandığı günümüzdeki ‘’yeni göçmenleri’’ anlamak açısından araştırmanın teorik çerçevesini oluşturarak Türkiye’de bulunan geçici koruma statüsü altındaki Suriyeli göçmenlerin Türkiye’deki uyum süreçlerinde kendi kimliklerine dair algılarını anlamak ve anlamlandırmak için karşılaştıkları sorunlar irdelenecektir. Kimlik algısındaki dönüşümün ve kompleks örüntünün aydınlatılmasında ve anlaşılmasında bireylerin hayat deneyimlerini, bireysel eylemlerini ve düşüncelerini bilmek elzemdir. Böylelikle göçmenlerin entegrasyon sürecindeki deneyimleri ve kimliklerine dair yaşadığı gerilimlerden kaynaklı dönüşümler soruşturulacaktır.

4.      Türkiye’nin Tercihi: Uyum ve Geçici Koruma Statüsü

1951 Cenevre Sözleşmesini kabul eden Türkiye ‘’coğrafi sınırlama’’ ile Avrupa dışından gelen göçmenleri mülteci statüsüne kabul etmemektedir (GAR, 2021:18-19). Bu sebeple Avrupa dışından gelen göçmenler uluslararası koruma statüsüne sahipken, Suriye’den gelen göçmenler geçici koruma statüsündedir. Türkiye’deki göçmenlerin statüleri ve hakları hususu, 2013 tarihli Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu (YUKK)[2] ile belirlenmiş ve göçmenlerin bütünleşme süreci “uyum” olarak tanımlanmıştır. Uyum politikasının karşılıklılık, gönüllülük ve kurumlararası iş birliğine dayandığı[3] vurgulanmış olsa da göçmenlerin geçici olduğu fikri üzerine temellendirilmiştir. Uyum, bir yandan göçmenlerin gündelik hayatına devam etmelerini kolaylaştıran düzenlemeleri içerirken diğer yandan göçmenlerin kalıcı olmadığını, ülkelerine geri dönecekleri fikrini içermektedir (Güler, 2020:265). Dolayısıyla uyum stratejisinin tercih edilmesi göçmenlerin kalıcı olmadığı fikrine dayanmakta ve ‘’geçici koruma altında’’ statüsünün belirsizliği ise entegrasyon sürecine engel teşkil etmektedir. Göçmenlerin temel insan haklarına erişimini sağlayacak kadar dahil edilmelerini ancak birlikte gelecek tasarlamayacak kadar muaf tutulmalarını sağlamaktadır (Aykaç & Karakaş, 2022). Ayrıca göçmenlerin geleceğine ilişkin bir açıklama mevcut değildir. Göçmenlerin “misafir” olarak tanımlanması da geçicilik vurgusundan beslenmektedir. Kozmopolit

5.      Göçmen Kimliği; ‘’misafir’’

Geçici koruma statüsünün belirsizliği ve misafirlerin geçici sakinler olarak algılanması, göçmenlerin istenildiğinde geri gönderilebileceği algısını yaratması nedeniyle uyum sürecini zedelemektedir. Ayrıca kimlik belirsizliği tehlikesini yaratma potansiyelini de taşımaktadır. Göçmenler katıldıkları yeni toplumda kendi kimliklerini ve kültürlerini ifade edemediklerinde, uyum sorunlarına yol açma potansiyeli olan kararsız kimlikler sorunu ortaya çıkmaktadır (Perşembe, 2009:245). Kararsız kimlikler göçmenlerin marjinalleşmesine yol açabilir. Kendilerini ev sahibi toplumdan dışlanmış veya tehdit altında hisseden göçmenler, topluma dahil olmaya çalışmak yerine kendilerini toplumdan soyutlayabilir ve bu durum radikal sonuçlara yol açabilir (ECRE, 2005:11). Kapının açılmasıyla gönderilecek olan ‘’misafir’’lerin ev halkı ile uyum içinde yaşaması beklentisinin ütopik olduğu aşikardır; geçici olarak korunan misafirler geçici olarak uyum gösterebilir ve tanınmayan kimlikler diğer kimlikleri tanımayabilir. Kozmopolit

6.      Tartışma

Türkiye’nin göç tarihi oldukça eskilere dayanmasına rağmen Suriye’den gelen göçmen hacminin büyüklüğü ile kalıcı olma ihtimalleri ve yerli halkın göçmenlere dair hoşnutsuzluklarının artmaya başlaması göçün nasıl yönetileceği hususunu gündeme taşımıştır. (Güler, 2020:266). Nitekim 2016 tarihli AB-Türkiye Mutabakatı’na kadar Türkiye’nin entegrasyona yönelik somut politika izlememesi ve geçici koruma statüsü sebebiyle yaşanan belirsizlik durumuna ilişkin kapsamlı bir eleştirel literatür bulunmaktadır (Abdelaaty, 2019). Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, uyum kavramını vurgulayarak “çeşitliliğin toplumsal kabulü’’ ile toplumsal uyumu amaçlamaktadır.[4] Fakat geçici koruma statüsü, göçmenleri uluslararası mülteci haklarından mahrum bırakmaktadır ve daha önemlisi, geçici korumanın ne zaman ve ne şekilde biteceğine dair bir yol haritası mevcut değildir (Danış, 2019; Danış & Dikmen, 2022:31). Ayrıca 2017 yılından itibaren “yüksek vasıflı ve Türkiye’ye katkı sunan Suriyelilerin” “istisnai vatandaşlık” maddesi ile aldığı vatandaşlığın hangi kriterlere göre yapıldığının belirsiz oluşu (Danış & Dikmen, 2022: 33) ve geçici koruma statüsü verilen 3 milyonu aşkın göçmenin ne kadarlık kısmının ne zamana kadar geçici olduğunun muğlaklığı (Polat, 2020:120), entegrasyon sürecine ve bilhassa göçmenlerin kimlik algılarına zarar vermektedir.

Göç ve göçmenlik bir sorun değildir esasen göçün yönetilmesi sorun teşkil etmektedir. Türkiye’deki toplumsal kabul düzeyinin, yaşanılan sorunlara rağmen yüksek düzeyde gerçekleştiği ancak kabulün oldukça kırılgan olduğu ve sürdürülebilir olması için sürecin iyi yönetilmesi gerektiği (Çoşkun, 2019:99) belirtilmektedir.  Türkiye’de entegrasyon politikaları göçmenlerin asgari ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir. Gündelik hayattaki etkileşime dair sivil entegrasyon süreci göçmen ile yerli halk arasında kendiliğinden gelişen karşılıklı ilişkiye bırakılmıştır. Uyum süreci ile özgün bir entegrasyon stratejisi geliştirilmiştir ancak bu süreçte sosyal yahut sivil entegrasyonu sağlayabilecek imkanların neler olduğu belirsizliğini korumaktadır. Göçmenlerin toplumsal yapıya kalıcı olarak dahil edildiği, yerli halk ile beraber yaşam sürmelerini kolaylaştıracak şeffaf ve sürdürülebilir politika ve uygulamalar mevcut değildir. Geçici koruma statüsü altındaki Suriyelilerin mülteci olarak kabul edilmeyişi ve siyasi çıkarlar uğruna araçsallaştırılmaları, AB fonlarının ne kadarının nasıl harcandığına dair şeffaf olunmaması (Danış & Dikmen, 2022) ve göçmenlere yönelik politikaların muğlaklığı entegrasyon sürecine engel teşkil etmekte ve göçmenlerin kimlik algılarını olumsuz etkilemektedir.

SONUÇ

Göç genellikle zorunluluk, hayallerin peşinde koşma ve daha iyi bir yaşam arayışıyla dolu zorlu bir süreçtir (Aydıngül, 2016) ve göç kararı alınmasından başlayarak hedef ülkeye ulaşılana kadar geçen süreyi kapsar. Göç kararı alma süreci endişe ve kaygıyla başlar ve yeni ülkede uyum sağlama süreci de benzer duygularla devam eder. Göçmen olmak, göçmen kimliğine sahip olmasından dolayı, bireyin iç dünyasında bazı değişikliklere yol açar. Üstelik ev sahibi toplum ile göçmen ilişkileri, göçmenlerin göç sonrası deneyimlerine yardımcı olabilecek veya engelleyebilecek ortam oluşturabilmektedir (George, 2003; George, 2012: 430). Genel olarak, yeni göçmen, ev sahibi ülkede kısıtlı bir zorunluluk bağlamında hareket eder. Göçmenlerin kimlik algıları ise bireysel çabalara ve göçün küresel dönüşümüne ve ev sahibi ülkenin göç politikaları ile bütünleşik bir ilişki içerisindedir. Bu noktada kimlik konusu önem kazanmaktadır. Özellikle de “sığınma”nın zamansız bir insanlık durumu olduğu ve değişen koşullarda farklı politikalarla ele alındığı ancak bu konudaki gelişmelerin, sığınma konusunun özünü değiştirmezken mütemadiyen değişen bir etiket ve kimlik sorununa dönüştürüldüğü vurgulanmaktadır (Buz, 2002; Coşkun, 2019:193). Göç alanında yapılan çalışmalar, göçmenlerin en sık ve yoğun olarak yaşadığı duyguların yabancılaşma, yalnızlık, boşluk, özlem, köksüzlük, değer yargılarının ve anadilinin aşağılanması duygusu, şüphe duyma ve suçluluk duygusu olduğunu belirtmektedir (Göhler, 1990; Şahin, 2001; Coşkun, 2019). Göçmen deneyiminde pek çok çelişki mevcuttur. Göçmen kimliğinin doğası, arada kalmışlıktır; bir yanı ev sahibi topluma katılmaya hevesliyken diğer yanı yapısal, kültürel ve ahlaki nedenlerle buna direnç göstermektedir (Von Vacano, 2010). Nitekim statüleri potansiyel vatandaşlıktan istilacı yabancılığa aniden evrilebilir; statülerinin belirsizliği kimlik belirsizliğini besleyebilir, aidiyet istenci yerine hıncı tetikleyebilir. Dolayısıyla göçmen kimliğinin ev sahibi ülkedeki baskın kimliklerle nasıl bir ilişki kuracağını kesin biçimde ifade etmek mümkün değildir ancak ‘’geçici koruma statüsü’’nün ve ‘’misafirliğin’’ hem entegrasyona hem de göçmenlerin kimlik algılarına zarar verdiği aşikardır.

Türkiye örneğinde görüldüğü üzere göç olgusu bir sorun değildir. Asıl dikkat edilmesi gereken husus, göç hareketliliği sonucu ortaya çıkan toplumsal değişimlerin tespiti adına gerekli ekonomik, sosyal, psikolojik, kültürel ve politik altyapıyı oluşturabilmektir. Bu da sağlıklı bir entegrasyon sürecinin yürütülmesiyle sağlanabilir. Entegrasyonun çok boyutlu doğası, göç mefhumunu değişen ve dönüşen dinamik yapısı içerisinde sürekli biçimde güncellenmelidir (Ok Şehitoğlu, 2021). Toplumun bireylerinin ve göçmenlerin bireysel algıları, kültürel ve milli yaklaşımları, dinsel ve dilsel unsurlar gibi etkenler göç sonrası yaşanan sürece yansımakta ve göçmen entegrasyonunu etkilemektedir. Göçmenler yaşadıkları kimlik çelişkileri neticesinde asimile olabilir veyahut marjinalleşebilir. Bunlar göçün olası sonuçlarıdır ancak bu sonuçlar birlikte yaşamayı daha zor hale getirebilir. Birçok farklılıkla beraber bir arada yaşayabilmek uyum sağlama süreciyle yakından ilişkilidir. Bu süreçte göçmenlere ekonomik, sağlık, sosyal güvenlik gibi yardımların yapılmasının yanı sıra onların göç ettikleri toplumla bütünleşerek kültürel uyum sorunlarını çözebilecekleri konusunda bilinçlendirilmeleri (Develi, 2019) ve birlikte yaşam sürdürülecek toplum fertleri olarak toplumsal statü ve itibarları teslim edilmelidir. Dolayısıyla entegrasyon süreçlerinin belirsizlikten uzak, açık ve net biçimde tanımlanması hem yerli halkın hem de göçmenlerin aktif olarak sürece dahil edilmesi, Türkiye’nin mevcut gerçeklikleri üzerinden şeffaf ve sürdürülebilir entegrasyon politikaları geliştirilmesi gerekmektedir. Bilhassa göçmenlere yönelik geçicilik söyleminden ziyade kalıcılığa yönelmiş uygulamalar gerçekleştirilmeli ve mevcudiyetleri ile akıbetlerinin kesin biçimde belirlenmesi gerekmektedir.

Kaynakça

Abdelaaty, L. (2019), Refugees and Guesthood in Turkey, Journal of Refugee Studies, 34(3): 2827– 2848. https://doi.org/10.1093/jrs/fez097

Adıgüzel, Y. (2018), Göç Sosyolojisi (2. Basım), Ankara: Nobel Yayıncılık.

Aydıngül, K. (2016), ‘’İnsani Bir Süreç Olarak Göç’’, I. Uluslararası Göç ve Kültür Sempozyumu, 01-03 Aralık 2016, Ankara: KIBATEK Yayınları, ss. 425-438

Aykaç, S. A. & Karakaş, M. (2022), Entegrasyon, asimilasyon ve uyum kavramları arasından Türkiye’nin seçimi. İçtimaiyat Sosyal Bilimler Dergisi, Göç ve Mültecilik Özel Sayısı, ss. 419-429

Beaud, S. & Noiriel, G. (1990), Penser «l’intégration» des Immigrés. Hommes Et Migrations, 1133(1):43–53. https://doi.org/10.3406/homig.1990.1487

Buz, S. (2002), Türkiye’deki Sığınmacıların Üçüncü Bir Ülkeye Gidiş İçin Bekleme Sürecinde Karşılaştıkları Sorunlar, Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyal Hizmet Anabilim Dalı, Yüksek Lisans, Ankara.

Buz, S. (2004), Zorunlu Çıkış Zorlu Kabul- Mültecilik, Ankara: Sgdd Yayınları.               

Coşkun, H. (2019), Göç ve Bütünleşme (Entegrasyon): Suriyeli Göçüne Sosyal Sermaye Temelinde Bir Sosyal Hizmet Müdahalesi, Sivas Cumhuriyet Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyal Hizmet Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Sivas.

Cox P. & Geisen T. (2014), ‘’Migration Perspectives İn Social Work Research: Local, National and İnternational Contexts’’, British Journal Of Social Work, (44/1):157-173

Danış, D. & Dikmen, H. (2022). Türkiye’de göçmen ve mülteci entegrasyonu: politikalar, uygulamalar ve zorluklar. İstanbul Ticaret Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi, Türkiye’nin Göç Siyaseti Özel Sayısı, 21(Özel Sayı), 24-45. doi:10.46928/iticusbe.1106715

Danış, D. (2019). De la «porte ouverte» aux menaces d’expulsion: la présence syrienne en Turquie. Migrations société, (3):35-52

Develi, H. (2019), Uluslararası Göçte Kültürel Uyum Süreci Ve Sosyo-Kültürel Entegrasyon Üzerine İncelemeler, Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, 6(36):555-567 ISSN: 2149-0821 Doi Number:http://dx.doi.org/10.16990/SOBIDER.4921

ECRE (2005), Towards the Integration of Refugees in Europe.

Faist, T. (2018), A Primer on Social Integration: Participation and Social Cohesion in the Global Compacts (No. 161). Bielefeld: COMCAD Working Papers.

Fitzgerald, D. (2000), Negotiating extra-territorial citizenship: Mexican migration and the transnational politics of community. https://www.researchgate.net/publication/35019270_Negotiating_extra-territorial_citizenship_Mexican_migration_and_the_transnational_politics_of_community

George, M. (2012), ‘’Migration Traumatic Experiences and Refugee Distress: Implications for Social Work Practice’’, Clinic Social Work Journal, (40):429-437

George, U. (2003), A needs based model for settlement service delivery for newcomers to Canada. International Social Work, 45(4):465–480.

Göç Araştırmaları Derneği (GAR), (2021), 70. Yılında 1951 Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi, GAR-Rapor No.6, ISBN:978-605-80592-6-9

Göç İdaresi Genel Müdürlüğü (GİGM), Uyum Strateji Belgesi ve Ulusal Eylem Planı 2018-2023,https://www.goc.gov.tr/kurumlar/goc.gov.tr/Yayinlar/UYUM-STRATEJI/Uyum-Strateji-Belgesi-ve-Ulusal-Eylem-Plani.pdf

Göhler, G. (1990), “Die gesuntheitliche Situation und die daraus resultierenden probleme der türkischen Migranten/innen in der Bundesrepublik Deutschland”, Türkische Migranten in der Bundesrepublik Deutschland-Federal Almanya’da Göçmenler, Band II, Köln: Önel Verlag,

Güler, H. (2020), Göç ve entegrasyon: Türkiye’de ‘‘uyum’’ ama nasıl?. KAÜİİBFD, 11(Ek Sayı 1):245-268

Kümbetoğlu, B. (2016), Göç Çalışmalarında “Nasıl” Sorusu. Küreselleşme Çağında Göç Kavramlar, Tartışmalar. (3. Baskı). İstanbul: İletişim Yayınları.

Ok Şehitoğlu, B. (2021), Türkiye’de Göçmenlerin Entegrasyonu: Mevcut Durum ve Öneriler, (Politika Notu: 2021/35). İstanbul: İLKE İlim Kültür Eğitim Vakfı.

Perşembe, E. (2009), Almanya da Çokkültürlü Yapının Ayrıştırılan Unsuru Olarak Müslümanlar ve Entegrasyon Deneyimleri, 233–263.https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/109552

Polat, S. S. (2020), Türkiye’nin Yeni Göç Yönetiminin Uyum Politikaları Bağlamında Değerlendirilmesi, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Sakarya.

Şahin, C. (2001), “Yurt Dışı Göçünün Bireyin Psikolojik Sağlığı Üzerindeki Etkisine İlişkin Kuramsal Bir İnceleme’’, G.Ü Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, (21/1):57-67.

Türkiye Göç İdaresi Başkanlığı, Uyum Hakkında, https://www.goc.gov.tr/uyum-hakkinda (E.T:14.08.2024)

Türkiye Göç İdaresi Başkanlığı, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu (goc.gov.tr) (E.T:14.08.2024)

Von Vacano, D. A. (2010), Immigrant İdentity İn A Cosmopolitan World. Https://Www.Academia.Edu/11990746/Immigrant_Identity_İn_A_Cosmopolitan_World (E.T. 08.08.2024)

[1] Çalışma boyunca göçmen kavramı; sığınmacı, mülteci, şartlı mülteci, ikincil koruma kavram ve statülerini ifade eden çatı bir kavram olarak kullanılmaktadır. Bu tercih, var olan kavram karmaşasına göndermede bulunmaktan ziyade kavram ve statülerin arasındaki sınırların belirsizliği ve geçirgenliği ile göç mefhumunun doğası gereği bir nispi zorunluluk içerdiği görüşünün benimsenmesi sebebiyle gerçekleşmiştir.

[2] Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu (goc.gov.tr)

[3] https://www.goc.gov.tr/uyum-hakkinda

[4] GİGM, Uyum Strateji Belgesi ve Ulusal Eylem Planı 2018-2023. ss.12

Kozmopolit – Kozmopolit – Kozmopolit – Kozmopolit – Kozmopolit – Kozmopolit

Kamusal Alanın İşleyişinde Sosyal Medyanın Rolü: Instagram’a Getirilen Erişim Engeli Üzerine Bir İnceleme

Kamusal Alan MELİSA ÇELİK

SİVİL TOPLUM ÇALIŞMALARI STAJYERİ

ÖZET

Kamusal alan, Jürgen Habermas‘ın tanımladığı şekliyle, bireylerin kamusal meseleleri tartıştığı ve fikir alışverişinde bulunduğu sosyal bir alan olarak kabul edilir. Dijitalleşme süreciyle birlikte, kamusal alanın sınırları genişleyerek sosyal medya platformlarına kadar uzanmıştır. Bu platformlar, kullanıcıların düşüncelerini özgürce ifade edebildiği, toplumsal meselelerin ele alındığı ve kamuoyunun şekillendiği dijital kamusal alanlar olarak işlev görmektedir. Ancak sosyal medya platformlarına getirilen erişim engelleri, bu dijital kamusal alanın işleyişini önemli ölçüde etkilemektedir. Bu çalışmada, Instagram’a getirilen erişim engeli bağlamında kamusal alanın dönüşümü ele alınacaktır.

Anahtar Kelimeler: Kamusal Alan, Sosyal Medya, İnternet, Instagram, Erişim Engeli

Abstract

The public sphere, as defined by Jürgen Habermas, is considered a social space in which individuals discuss public issues and exchange ideas. With the digitalization process, the boundaries of the public sphere have expanded to social media platforms. These platforms function as digital public spaces where users can freely express their opinions, social issues are addressed, and public opinion is shaped. However, access barriers to social media platforms significantly affect the functioning of this digital public space. In this study, the transformation of the public sphere in the context of the access block imposed on Instagram will be discussed.

Keywords: Public Sphere, Social Media, Internet, Instagram, Access Barrier

GİRİŞ 

1980’li yıllardan itibaren iletişim dünyası yeni teknolojilerin etkisi ile dönüşüm sürecine girmiştir. Artık hepimiz “iletişim araçlarının küresel çapta birbirleriyle bağlantılı hale geldiği, programlar ve mesajların küresel bir ağ içinde dolandığı şu günlerde, küresel bir köyde değil, küresel çapta üretilip yerel olarak dağıtılan ısmarlama kulübelerde oturuyoruz” (Castells, 2008).

Liberal kurama göre kamusal alan, içerisinde yöneten ve yönetilenler arasındaki ilişkilerin kurulduğu, hükümet uygulamalarının kamuoyu tarafından denetlendiği bir alandır. Çünkü kamusal alanda oluşan kamuoyunun hükümetler üzerinde baskı unsuru oluşturacağı beklentisi vardır. Medya, hükümet faaliyetleri hakkında yurttaşlara enformasyon aktararak bağımsız bir tartışma platformu oluşumuna katkıda bulunabilmektedir (Curran, 1993). Günümüzde dijitalleşme ile birlikte, kamusal alan dönüşüme uğramıştır. Instagram, Twitter, Facebook gibi sosyal medya platformları kamusal alanın yeni mekanları haline gelmiştir. Bu platformlara getirilen erişim engelleri dijital kamusal alanı sınırlandırmıştır.

DİJİTAL KAMUSAL ALANIN GELİŞİMİ

Kamusal alan, modern hukuk devletinin ortaya çıkışıyla paralel gelişmiştir. Habermas’ın burjuva kamusal alanı, 17. ve 18. yüzyıllarda mutlakiyetçi devlet ile burjuva toplumu, yani toplumsal emek ve meta ticareti dünyası arasında yer alan bir alan olarak kurulmuştur (Hohendahl, 2016). Habermas, kamusal alanı; sivil toplumun içinden ortaya çıkan özgül bir alan olarak tanımlamıştır (Özbek, 2004). Kamusal alan öncelikle “kamuoyu” olarak nitelendirilebilecek düşünce ve akımların oluştuğu sosyal hayatın bir bölümünü işaret etmektedir. Kamusal alandan söz edilebilmesi için, sosyal hayatın bu bölümüne tüm vatandaşların erişimi ve katılımı mümkün olmalıdır. Kamusal alan, bireylerin özgür davranışları ile bir arada oldukları ve iletişim kurdukları tüm ortamlardır (Habermas, 1974). Gazete ve dergilerin sayısı 18. yüzyılda artmış, bu artışla beraber de politikleşmişlerdir ve burjuva kamusal alanında yürütülen devlet kurumlarının faaliyetlerine olan eleştiriler ve yorumlar alanı daha da genişlemiştir (Dağtaş, 2014). Kamusal olaylarla ilgili olarak bir kamusal diyalogun oluşmasında kitle iletişim araçlarının öncülüğü oluşmaktadır. Büyük bir kamusal alan göz önüne alındığında, iletişim için enformasyonun aktarılmasını sağlayacak ve alıcıları ya da izler kitleyi etkileyecek özel araçlara olan ihtiyaç önem kazanmaktadır (Özmen, 2004). 20. yüzyılda ise radyo, televizyon ve sinema gibi kitle iletişim araçları ortaya çıkmıştır. Kamusal alan tartışmalarında medya merkezi bir rol oynar. Özel bilgileri kamusal bilgilere dönüştürür. Geniş anlamda kamusal alanı değişikliğe uğratan şey, demokratikleşmenin ve medyanın büyüyen rolünün bütünsel sonucudur ve bu yüzdendir ki çağdaş kamusal alan, medyanın rolünden normatif olarak ayrılamaz (Wolton, 2012). Teknolojik gelişmeler uzamsal ve zamansal olarak mesafeleri kısaltarak geniş izleyici topluluklarına ulaşmayı sağlamıştır (Özmen, 2004). Yazılı basının ve paylaşılan fiziksel bir mekandaki yüz yüze etkileşimin varlığına dayandırılmış olan kamusal alan düşüncesi, elektronik kitle iletişim araçlarının gelişmesi sonucunda dönüşüme uğramıştır (Özmen, 2004). Yeni iletişim teknolojileriyle mekânsal olarak ifade edilen kamusal-özel alan yaklaşımlarının yerini dijital kamusal alanların aldığına yönelik görüşler vardır (Avcil, 2021). 21. Yüzyılda dijitalleşmenin etkisiyle sosyal medya platformları kamusal alanın yeni mekanları haline gelmiştir. Sosyal medya platformları yeni bir kamusal alan yaratmıştır.

KAMUSAL ALAN VE SOSYAL MEDYA

Çağdaş iletişim teknolojilerinin küresel çapta getirdiği yenilikler elbette kamusal alan-özel alan kavramlarının da dönüşümüne yol açmıştır. Özellikle medya, kamusal alana yönelik tartışmalarda merkezi bir öneme sahiptir. Bunun en önemli nedenleri, kitlesel iletişim araçları ile kamusal iletişimin mümkün olması, çağdaş dünyada bilginin, kamuoyu ve anlam ufkunun kamusal nitelikte oluşumuna yönelik etki gücünün olmasıdır (Özbek, 2004). Kamusal alanı yeni iletişim teknolojilerinin biçimlendirdiğini söyleyerek teknolojik belirlenimci bir bakış sunan Ingrid Volkmer (2003) İnternet’in merkeziyetsizleşmiş, sansürü ve eşik bekçilerini devre dışı bırakan, karşılıklı etkileşime dayalı, küresel ölçekte bir kamusal alan yarattığını ileri sürmektedir. Volkmer’e göre İnternet ortamında yalıtık olmayan ama birbirinden farklılaşmış iç içe mikro kamusal alanlar mevcuttur. Bu mikro düzeydeki alanlarda görüş açısından kutuplaşmış farklı kesimler mesaj iletimi gerçekleştirebilmektedirler. Kellner; internet demokrasisinin, konvensiyonel medya alanları ve siyasal alanın dışına itilmiş birey ve gruplara sıradan konuşmaların çerçevesinde yer tutmayan farklı düşünceleri yaymanın yanı sıra, özellikle muhalefetin dahil olabileceği düşünce ve oluşumların dışında tutulduğu konuşma ve tartışmalara katılamama nedenini de yaratan aygıtlar oluşturduğunu ifade eder (Kellner’den Aktr. Çoban, 2009). İnternet teknolojisinden faydalanmak, aynı zamanda bu teknolojiye sahip olmayı da gerektirmektedir. Toplumsal örgütlenme sürecinde sosyal medya aracılığıyla gerçekleştirilen iletişimin etkinliği ve işlevi sıklıkla tartışılmaktadır. Bu bağlamda, yeni medya ve iletişim biçimleri iletişimi daha erişilebilir hale getirerek toplumsal örgütlenmelere katkıda bulunmuş, yaygınlaştırmış ve en önemlisi bir kamuoyu oluşumuna katkı sağlamıştır (Emre, 2013). James Curran sosyal medyanın Arap Baharı ayaklanmalarının ortaya çıkmasında ekonomik, dini ve siyasal nedenlerin yerini almamakla birlikte bu ayaklanmaları oldukça güçlendirdiğini belirtmiştir (Curran, 2012) İnternet teknolojisi ile birlikte, öncelikle kamusal tartışmanın ve ifadenin sınırları genişlemiş, sanal ortamda edilmiş bir sözün ya da tartışmanın etki sınırları ulus-devletlerinkini de aşarak tüm insanlığı kapsayan bir uzama yayılmıştır (Köse, 2007). Bir başka açıdan Arendt’e göre kamusal alan görünürlüğün alanıdır ve bu alandaki herkes özgürce söz söyleme ve kendini ifade etme hakkına sahiptir. Ancak siber mekâna bakıldığında görünürlük ilkesi fiziksel bağlamdan uzaktır, ancak katılım serbestliği ve kendini ifade etme hakkı kişinin kendi inisiyatifindedir. Sosyal medya bu noktada ortak bir dünyayı simgelemektedir. Yılmaz’ın aktarımıyla; Geray’a göre, yeni iletişim teknolojilerinin geleneksel iletişim araçlarından farklı bir özgürlük alanı yarattığı görüşü liberal bir yaklaşım içinden kabul görse de, eleştirel yaklaşım bu teknolojilerin yeni bir egemenlik, iktidar alanı ve işleyiş yaratmak için olanaklarını ve sınırlılıklarını yoğun olarak tartışmaktadır (Yılmaz, 2012) Hükümetlerin sosyal medyada aktivist hareketlerin yoğun yaşandığı dönemlerde sosyal medyaya yönelik sansür girişimleri söz konusu mecra için ciddi bir tehdit teşkil etmektedir. Genel konu Geleneksel medya politik alan ile sivil toplum arasında hem bir iletişim aracı hem de politikayı halkın diline tercüme etmesiyle toplumsal konularda bugüne kadar kamuoyu oluşturma işlevinin merkezinde yer almış olmasına rağmen, sivil ve politik alanın birleşme noktası olma rolünü internete devredecektir. (Yağan, 2013). Çünkü geleneksel medya araçları demokrasi koşulu altında politik alandan sivil topluma ağırlıklı enformasyon taşırken, sosyal medya da iletişimin yönü terse dönmektedir. Bu dönüş sayesinde kullanıcılar kendi fikirlerini ve eleştirilerini görsellerle destekleyerek önce siber kamusal alana ve ardından reel kamusal alana taşıyabilmektedir. Ayrıca sosyal medya iletişimin yönü itibariyle katılımın yüksek olmasına mahal verir. Katılım ve çoğulculuk ise demokrasinin en önemli unsurlarından biridir ve iletişimle bağlantılı bir dizi süreç ve toplumsal karar alma süreçlerine erişimle yakından ilişkilidir (Ligieza, 2014). McLuhan’ın da bu oluşumu “global köy” ile işaret etmesi, iletişimsel anlamda bilgi ve enformasyonun küreselleşmesidir. (Aytaş, 2008).

TÜRKİYE’DE ERİŞİM ENGELİ: INSTAGRAM ÖRNEĞİ

İnternet modern demokrasilerde başta ifade özgürlüğü olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin kullanılması bakımından önemli bir araçsal değere sahip bulunmaktadır. İnternetin sağladığı sosyal medya zemini kişilerin bilgi ve düşüncelerini açıklama, karşılıklı paylaşma ve yaymaları için vazgeçilmez niteliktedir. Bu nedenle düşünceyi açıklamanın günümüzde en etkili ve yaygın yöntemlerinden biri haline gelen internet ve sosyal medya araçları konusunda yapılacak düzenleme ve uygulamalarda devletin ve idari makamların çok hassas davranmaları gerektiği açıktır. Türkiye’de 20.03.2014’te Twitter ve 27.03.2014 tarihinde de YouTube erişime engellenmiştir. 2 Ağustos 2024 tarihinde ise Instagram’a erişim engeli getirildi. Popüler sosyal medya platformu Instagram’a getirilen erişim engeli, Türkiye’de toplumsal, ekonomik ve hukuki sarsıntı yarattı. Keyif için kullananlardan, geçimini platform üzerinden sağlayanlara kadar milyonlar, Instagram engeline takıldı. Bu engel Instagram ile ortaya çıkan çok sesliliği, farklı fikirlerin paylaşımını, bireylerin toplumsal olaylar hakkında bilgi edinme ve bu olayları tartışma imkanlarını sınırlandırmıştır. Instagram yasağı ile bireylerin dijital kamusal alandaki katılımları engellenerek kamusal tartışmalar zayıflamıştır. Türkiye’deki kullanıcılar Instagram’a giremiyor ancak Meta’nın diğer sosyal medya platformu Facebook’a erişim sağlayabiliyor. Erişim engeli, ülke genelinde geniş çaplı bir kullanıcı kitlesini etkiledi. Birçok kullanıcı, platforma erişim sağlayamadıklarını sosyal medya ve mesajlaşma uygulamaları aracılığıyla paylaşarak durumu rapor etti. Yaşanan bu durum, özellikle sosyal medya üzerinden iletişim kuran, işlerini yürüten ya da içerik üreten kişiler arasında endişeye neden oldu. 21. Yüzyıl itibariyle sosyal medya platformları kamusal alanın yeni mekanları haline gelmiştir. Instagram’a getirilen erişim engeli kamusal alanı, kamusal tartışmayı sınırlandırmıştır. Sivil toplum daha sınırlı bir hale gelmiştir. Instagram, özellikle görsel odaklı bir platform olması nedeniyle, siyasi aktivizm ve toplumsal meseleler konusunda güçlü bir etki alanına sahiptir. Türkiye’de, çevre hareketlerinden kadın haklarına kadar birçok toplumsal hareket, Instagram üzerinden geniş kitlelere ulaşmış ve kamuoyunu etkilemiştir. Ancak bu tür platformlara getirilen erişim yasakları, bu hareketlerin sesini kısmış ve kamusal alandaki çeşitliliği azaltmıştır. Özellikle genç nüfusun kamusal tartışmalardan uzaklaştırılmasına yol açmıştır. Bu tür yasaklar, sadece bilgiye erişimi değil, aynı zamanda toplumsal hareketlenmeyi de engelleyerek, kamusal alanın işleyişini olumsuz yönde etkilemiştir. Bu sosyal alan paylaşımları eşitlik, insan hakları ve adalet ideallerini ileriye taşımıştır. Bu halk alanının daralması ve müdahalelere maruz kalması, yapısal güçler ve ticari kitle medyasının sosyal alanı olumsuz etkileyen roller üstlenmesi, günden güne “halk alanının” etkinliğini yitirmesi ile sonuçlanmıştır (Habermas, 2007).

SONUÇ

Kamusal alan kavramı Habermas’a göre kamusal fikirlerin tartışıldığı ve fikir alışverişinin yapıldığı sosyal bir alandır. Sosyal medya platformları kamusal alanın modern mekanıdır. Sosyal medya yeni bir kamusal alan yaratmıştır. Bu platformlara getirilen erişim yasakları, toplumsal tartışmaların ve kamuoyunun oluşumunu zayıflatmaktadır. Instagram örneğinde görüldüğü gibi, kamusal alanın sınırlanmasına ve toplumun bilgiye erişim hakkının kısıtlanmasına neden olmaktadır. Bu bağlamda, sosyal medya yasaklarının dijital kamusal alan üzerindeki etkilerinin daha geniş çapta incelenmesi ve bu yasakların toplumsal etkilerinin azaltılması için çözümler üretilmesi önem arz etmektedir.

KAYNAKÇA

Yıldız, F. Ve O, Dursun. (2022). Yeni Medya ve Kamusal Alan: İletişim Akademisyenlerinin Perspektifi. Dergipark 62: 1-32. https://dergipark.org.tr/tr/pub/connectist/issue/71404/1040243(17.08.2024).

Avcil, C. (2021). Kamusal Alanı Dijitalleşme Çerçevesinde Yeniden Okumak. Dergipark 26: 103, 81-100. https://dergipark.org.tr/tr/pub/liberal/issue/65852/954382(17.08.2024).

Avcı, A. (2013). Türkiye’de İnternet ve İfade Özgürlüğü. İstanbu: Legal Yayınları.

Akkol, M.L. (2019). Jurgen Habermas’ın İletişimsel Eylem Kuramı ve Kamusal Alan Kavramının Analizi. Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. Dergipark 37, 171–180. https://dergipark.org.tr/tr/pub/pausbed/issue/49722/541364(18.08.2024).

Gümüş, S. (2023). Sosyal Medyanın Kamusal Alan Temsiliyeti Üzerine Bir Tartışma. Dergipark.  22: 21–48. https://dergipark.org.tr/tr/pub/dortboyut/issue/77882/1264171(18.08.2024).

Çöteli, S. (2015) Sosyal Medyanın Yeni Tür Kamusal Alan Yaratması Ve Toplumsal Hareketlere Katkıları: Taksim Gezi Parkı Olayları Örneği, Doktora Tezi. İstanbul: İstanbul Üniversitesi SBE.

Köselerli, B. (2017). Yeni Medya Ortamının Yeni Kamusal Alan Olarak Kullanımı Üzerine Bir Değerlendirme. Dergipark. 12.1: 51-64. https://dergipark.org.tr/tr/pub/nwsahuman/issue/26826/270284(18.08.2024).

BBC. (2024). Instagram’a erişim engeli kullanıcıları nasıl etkiledi? https://www.bbc.com/turkce/articles/cgeddy21e8ro(19.08.2024).

Ekonomist. (2024). Türkiye’de Instagram’a erişim engeli geldi: Sebebi ne? https://www.ekonomist.com.tr/teknoloji/instagram-neden-acilmiyor-erisim-engeli-mi–51938(19.08.2024).

Haber Global. (2024). BTK’dan Instagram’a erişim engeline ilişkin ilk açıklama: Katalog suçlara uymadığı gerekçesiyle kapatıldı. https://haberglobal.com.tr/bilim-teknoloji/son-dakika-turkiyede-instagrama-erisim-engeli-getirildi-instagrama-ne-oldu-neden-instagrama-giremiyorum-365962(19.08.2024).

Seçim Yılı Demokrasi İçin İyi Geçti: Francis Fukuyama

0

Seçim Yılı Demokrasi İçin İyi Geçti
Bu yazı ilk olarak Francis Fukuyama imzasıyla ve The Year of Elections Has Been Good for Democracy başlığıyla 4 Eylül 2024 tarihinde Foreign Affairs dergisinde yayınlanmıştır.  

Bu “seçim yılı” boyunca liberaller felaket senaryolarına sıkça başvurdu. Birçoğu, Macaristan’dan Viktor Orban’dan Hindistan’dan Narendra Modi’ye kadar otoriter ve popülist politikacıların oylarını artırarak kazançlarını pekiştireceğinden korkuyordu. Freedom House’un Şubat 2024 tarihli Dünyada Özgürlük analizine göre, dünya yaklaşık yirmi yıldır bir demokratik gerileme dönemindeydi. Çin ve Rusya gibi otoriter büyük güçlerin yükselişi, Ukrayna ve Orta Doğu’daki sıcak savaşlar ve Almanya, Macaristan, Hindistan ve İtalya gibi demokratik güvence altındaki ülkelerde popülist milliyetçilerin yükselmesi bu süreci daha da şiddetlendirdi.

Demokrasiler için güvenli bir dünya isteyen liberaller için belki de en ürkütücü nokta, Temmuz ortasında Cumhuriyetçilerin eski Başkan Donald Trump’ı başkan adayı ve aşırı Make American Great Again-MAGA yanlısı JD Vance’i yardımcısı olarak onaylamasıydı. Trump 2020 ABD seçimlerini bozma girişiminde bulunmuş olmasına rağmen, partisi onu coşkuyla tercih etti. Suikast girişiminden sağ çıkmıştı; yumruğunu havaya kaldırıp “savaş, savaş, savaş” çağrısı, geçen ayki tartışma performansında net bir şekilde geride kalan yaşlı Başkan Joe Biden ile keskin bir tezat oluşturdu.

Ancak liberallerin bu yılın küresel anlamda illiberal popülizmin zaferini yansıtacağına dair korkuları şimdilik yanlış çıktı. Otoriter ideolojiler bazı ülkelerde belirgin ilerlemeler kaydetmiş olsa da, dünyanın birçok yerinde demokrasi şaşırtıcı bir direnç gösterdi ve ABD’de de hâlâ galip gelebilir. Demokratik gerileme eğilimine olan inançları, birçok liberali çaresizce ellerini ovuşturmaya ve bu durumu tersine çevirmek için bir şey yapıp yapamayacaklarını umutsuzca sormaya yöneltti. Bu sorunun cevapları basit ve sıkıcıdır: vatandaşlarınızla birlikte dışarı çıkın ve oy verin ya da daha aktif bir eğilimdeyseniz, demokratik politikacıların seçimleri kazanmasına yardımcı olmak için benzer düşünen insanları harekete geçirmeye çalışın. Liberal demokrasi kişisel iradeye dayanır ve geleneksel siyasi katılımın artık işe yaramadığını gösteren çok az kanıt vardır.

SEÇİMLER YILI

Seçimler yılı, tarihte görülmemiş bir şekilde dünya genelinde rekor sayıda vatandaşın sandığa gitmesi nedeniyle bu şekilde adlandırıldı; yaklaşık 30 ülke hem belirleyici hem de rekabetçi seçimler düzenledi. Bu kritik yıl, aslında 2023’ün sonlarında, özellikle 15 Ekim’de Polonya’da yapılan seçimlerle başladı. Bu seçimler, popülist Hukuk ve Adalet Partisi’ni (PiS) tahtından indirerek, yerini liberal partilerin oluşturduğu bir koalisyon ile değiştirdi. Hukuk ve Adalet Partisi, Macaristan’ın sağcı Fidesz partisinin izlediği yolu takip ediyordu, ancak Polonya’daki Sivil Platform ve diğer merkez sol partiler arasındaki güçlü işbirliği—geçmişteki farklılıklarını aşmak için yoğun çaba harcayan ve büyük mitingler düzenleyerek seçmenleri sandığa taşıyan bu partiler—PiS’in 41 sandalye kaybetmesine ve parlamentonun alt kanadı olan Sejm’de çoğunluğunu kaybetmesine neden oldu. Bu, Avrupa’daki popülizm için büyük bir gerileme anlamına geliyordu ve Macaristan’ı AB içinde önemli bir müttefikten mahrum bıraktı. Doğu Avrupa’da popülist bir yönelime giren tek diğer ülke Slovakya oldu; Robert Fico, Ekim ayında başbakan olarak geri döndü ve ülkesinin Ukrayna’ya verdiği güçlü desteği sona erdireceğine söz verdi. Slovakya’nın Batı yanlısı cumhurbaşkanı Zuzana Caputova, ikinci dönem için aday olmayı reddetti ve yerine Haziran ayında Fico’nun müttefiki Peter Pellegrini geçti. Fico gibi, o da Rusya’ya daha yakın bir duruş sergiliyor. Popülistler kazanımlar elde etse de, Slovakya derin bir şekilde kutuplaşmış bir ulus olmaya devam ediyor; Mayıs ayında, Ukrayna’ya askeri yardıma karşı olan başbakan Fico, bir suikast girişimiyle hedef alındı.

Kasım 2023’te, Javier Milei, Arjantin’deki ikinci tur başkanlık seçimlerinde Sergio Massa’yı mağlup etti. ABD’deki birçok kişi Milei’yi, kurulu düzene karşı olan kişisel tarzı ve eski ABD Başkanı Trump’a olan sempatisi nedeniyle Arjantinli bir Trump olarak gördü. Ancak Milei, ülkeyi derin bir ekonomik durgunluğa sürükleyen Peronistlere karşı halkın duyduğu büyük öfkenin üzerine geldi. Birçok popülist, muhafazakâr kültürel değerleri uygulamakla yükümlü güçlü bir devleti benimserken, Milei gerçek bir liberteryen. Ekonomik istikrar programının erken dönemdeki başarısı, Arjantin Ulusal Kongresi’nde zayıf bir tabana sahip olmasına rağmen popülaritesini korumasını sağladı. Milei’nin en büyük tehlikesi, otoriter bir yöne kayması değil, Arjantin devletini aşırı derecede zayıflatması olabilir.

2024’ün başları, demokrasi açısından karma sonuçlar getirdi. Ocak ayında, Tayvan’ın Demokratik İlerici Partisi, Çin yanlısı Kuomintang’ı mağlup etti ve Finlandiya sağlam bir şekilde demokratik cephede kaldı. Her iki durumda da kazanan partiler, yasama çoğunluklarını sessiz ama etkili bir şekilde inşa etmek için çalıştılar. Öte yandan, Şubat ayında El Salvador’da Nayib Bukele, yüzde 85 gibi olağanüstü bir oy oranıyla yeniden başkan seçildi. Bu başarı, ülkenin çete liderliğinin büyük bir bölümünü hukuksuz yollarla hapse atarak suç oranlarını dramatik bir şekilde düşürmesinin bir ödülüydü. İkinci kez başkanlığa aday olarak Bukele, El Salvador Anayasası’nın ardışık yeniden seçilme yasağını hiçe saydı; yıllarca iktidarda kalabilir.

Güçlü liderlerin ödüllendirilmesi eğilimi, Prabowo Subianto‘nun Endonezya başkanlığına seçilmesiyle devam etti. Prabowo, eski bir özel kuvvetler komutanı olarak insan hakları grupları tarafından 1980’ler ve 1990’larda Endonezya’nın Timor-Leste işgali sırasında savaş suçları işlemekle suçlandı. 2000 yılından 2020’ye kadar ABD’ye seyahat etmesi yasaklanmıştı; ancak Trump’ın Dışişleri Bakanlığı ona vize verdi. Ancak bu zafer, selefi Joko Widodo’nun devasa popülaritesinden başka bir şeyi yansıtmayabilir. Prabowo, Widodo’nun mirasını sürdüreceğini iddia etti.

Bangladeş’te, Ocak ayında Şeyh Hasina liderliğindeki yolsuzluğa bulaşmış Awami Birliği Partisi, ülke genelindeki protestolara rağmen iktidarda kaldı. Ancak bu başarı kısa ömürlü oldu; seçimden sonra yenilenen protestolar, Hasina’nın Ağustos başında ülkeyi terk etmesine yol açtı. Bangladeş’in demokratik bir yönetimi yeniden kazanıp kazanamayacağı belirsiz olsa da, vatandaşların büyük bir kısmının, son 28 yılın 20’sinde iktidarda kalan bir liderden bıktığı açıktır.

Popülist Çözümler Reddedildi

Yılın ortasında Güney Afrika ve Meksika’da yapılan iki önemli seçim, popülist-liberal çerçevesine kolayca oturmayan sonuçlar verdi. Güney Afrika’da, 1994’te demokrasiye geçişten bu yana ülkenin siyasetine hakim olan Afrika Ulusal Kongresi (ANC), 71 sandalye kaybederek Ulusal Meclis’teki çoğunluğunu yitirdi. Ülkedeki yolsuzluğa bulaşmış eski başkan Jacob Zuma ile ilişkili yeni bir parti olan uMkhonto weSizwe’nin (MK) yükselişi endişe vericiydi. Ancak seçimlerin ardından ANC, MK ile değil, genellikle beyaz ve “renkli” ya da melez seçmenleri temsil eden Demokratik İttifak (DA) ile koalisyon kurdu. DA, üç parlamento sandalyesi kazanırken, radikal solcu Ekonomik Özgürlük Savaşçıları partisi beş sandalye kaybetti. Güney Afrika’nın son on yılda yaşadığı yolsuzluk skandalları ve ekonomik gerilemeye rağmen, 2024 seçimleri bazı açılardan güven vericiydi. Seçmenler, ANC’yi ülkenin kötü yönetiminden dolayı sorumlu tuttu ve popülist çözümlere tamamen yönelmedi.

Meksika da benzer şekilde demokratik kültürünün gücünü gösterdi. Liberal analizciler, ülkenin görevdeki başkanı Andrés Manuel López Obrador’u bir Latin Amerika popülisti olarak nitelendirmişti, ancak onun popülaritesi, yolsuz ve etkisiz bir yönetimin karşısında yükseldi. López Obrador, günlük konuşmalarında, Meksika’yı onlarca yıl yönetmiş olan yolsuz oligarşiyi eleştiriyordu. Uyuşturucu kaçakçılarına karşı savaşı geri çekti ve bu durum kısa süreliğine şiddeti azaltırken, Meksika’yı yıllar boyunca rahatsız edecek temel sorunu çözmeyi başaramadı. Fakirleri destekleyen birçok politika başlattı, ancak mali disiplini büyük ölçüde korudu. 1920 Meksika Devrimi’nden bu yana ülkenin ilk net solcu başkanı olarak büyük popülarite kazandı ve halefi Claudia Sheinbaum, Haziran ayında rakibi karşısında 30 puandan fazla farkla başkanlığı kazandı. Sheinbaum’un partisi Morena, Meksika Kongresi’nde de anayasayı değiştirme seçeneği sunacak bir süper çoğunluk kazandı. López Obrador, başkanlığı sırasında birçok özgürlük karşıtı eğilim sergiledi ve ülkeye veda hediyesi, Meksika yargısının bağımsızlığını ciddi şekilde zayıflatacak olan bir “yargı reformu” oldu. Ancak Sheinbaum’un göreve geldikten sonra bu büyük gücünü nasıl kullanacağı belirsiz. López Obrador’un radikalizmini miras almış gibi görünmüyor. Beklenmedik bir sürpriz olmazsa, Sheinbaum, sol popülist bir liderden ziyade Latin Amerika’nın merkez sol politikacılarından biri olarak düşünülmelidir.

Bir diğer önemli seçim Hindistan’da yapıldı; oy verme süreci Nisan ortasından Haziran başına kadar aşamalı olarak gerçekleşti. Başbakan Modi—ülkenin medya, mahkemeler ve sivil özgürlüklerini zayıflatan popülist-milliyetçi kulübün kurucu üyelerinden biri—Hindu milliyetçisi Bharatiya Janata Partisi’nin (BJP) Hindistan’ın alt meclisi olan Lok Sabha’daki çoğunluğunu artırması bekleniyordu. Ancak bunun yerine, BJP çoğunluğunu kaybetti ve diğer partilerle koalisyona girmek zorunda kaldı. Özellikle eski kuzey Hindistan’daki güçlü olduğu bölgelerde büyük kayıplar yaşadı; bunlar arasında yoksul Uttar Pradesh eyaletinde 29 sandalye olmak üzere toplamda 49 sandalye kaybetti.

Küresel olarak daha az etkili ancak yine de önemli olan bir diğer seçim, Haziran ayının sonunda Moğolistan’da yapıldı. Rusya ve Çin arasında sıkışmış olan ülke, 1991’de Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Moskova’nın etkisinden çıkarak demokrasiyi hayata geçiren ve sürdüren Orta Asya’daki tek devlettir. Ancak 2022 ile 2024 yılları arasında iktidardaki Moğolistan Halk Partisi, Sovyet dönemi Komünist Partisi’nin halefi olarak giderek daha otoriter ve Rusya yanlısı bir yönde ilerledi. Seçimlerde ise, muhalefetteki Demokratik Parti, sandalye sayısını iki katından fazla artırdı ve seçmenler yolsuzlukla dolu bir sistemi reddetti. Bu sonuç, Batı’da pek fazla gündeme gelmedi, ancak sıradan seçmenlerin demokrasiyi savunmak için ne kadar etkili olabileceğini gösterdi.

Sarsıcı Değişimler

Haziran başında Avrupa Parlamentosu seçimleri gerçekleşti. Avusturya’daki Özgürlük Partisi, Fransa’da Marine Le Pen’in Ulusal Birliği (RN), Almanya’daki Almanya için Alternatif, Hollanda’daki Özgürlük Partisi ve İtalya’daki Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri gibi popülist partiler oylarını artırdı. 27 üyeli blok genelinde en büyük kaybı Sosyalistler ve Yeşiller yaşadı. Bu değişim endişe vericiydi, ancak bazılarınca tahmin edilen büyük deprem gerçekleşmedi. Almanya’nın Hristiyan Demokrat Birliği ve Polonya’nın Sivil Platformu gibi merkez ve merkez sağ partiler oylarını korudu ya da artırdı. Polonya’nın Hukuk ve Adalet partisi (PiS) ve Macaristan’da Fidesz sandalye kaybetti. Fidesz’de yolsuzluk skandalı sonrası muhalif parti üyesi Peter Magyar, kendi partisini kurarak oyları böldü.

Avrupa Parlamentosu seçimlerinin en sarsıcı iki sonucu Fransa ve İtalya’dan geldi. Le Pen’in RN partisi, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un merkezci koalisyonunu ezerek iki kat fazla oy aldı. Bu durum, Macron’un Haziran sonunda erken genel seçim ilan etmesine yol açtı. RN 37 sandalye kazanırken, sol ittifak Yeni Halk Cephesi 32 sandalye kazandı. Bir an için RN’nin genç lideri Jordan Bardella’nın başbakanlık koltuğuna oturacağı düşünülse de, Temmuz başındaki ikinci tur oylamada merkez ve sol partiler daha zayıf adaylarını geri çekti ve RN bir kez daha iktidardan uzak kaldı. Bu başarı, sol partilerin adaylarını koordine etme çabaları sayesinde oldu—önceki koalisyonların başaramadığı, siyasetin sıkıcı ama gerekli çalışması.

İtalya’da durum daha umut kırıcı. Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Meloni’nin popülist İtalya’nın Kardeşleri partisi oylarını önemli ölçüde artırdı ve sağ koalisyon İtalyan parlamentosunda rahat bir çoğunluğa sahip. 2022’nin sonlarında başbakan olan Meloni, başlangıçta kendini merkezde konumlandırdı. Göreve başladığında, Orban ve Fico gibi Rusya yanlısı popülistlerden ayrılarak Ukrayna’ya güçlü destek verdi ve birçok yorumcu, Meloni’nin Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in ikinci dönemini destekleyeceğini düşündü. Ancak AB parlamento seçimlerinden sonra sağa kaydı ve partisi, Ukrayna’ya yalnızca şartlı destek verilmesi yönünde oy kullandı, ayrıca von der Leyen’in yeniden seçilmesine karşı çıktı.

Popülist bir partinin iktidara gelme tehdidi olmadan seçim yapılan tek büyük Avrupa ülkesi Birleşik Krallık’tı. Temmuz başında İşçi Partisi, Muhafazakarlar karşısında ezici bir zafer kazandı. Muhafazakarlar, beş başbakan döneminde 14 yıl boyunca iktidarda kalmış ve Brexit’i destekleyerek ülkeyi uzun süreli bir ekonomik durgunluğa sürüklemişti. İşçi Partisi, aşırı solcu lideri Jeremy Corbyn’i daha ılımlı Keir Starmer ile değiştirdiğinde, seçmenler olumlu tepki verdi. Nigel Farage gibi popülist ateşli isimler hâlâ ortalıkta olsa da, onun sağcı partisi Reform UK oyların %14’ünü kazandı—bu, %12 alan Liberal Demokratlar’dan fazlaydı. Ancak Birleşik Krallık’ın “ilk gelen kazanır” seçim sistemi, Farage’ın iktidara yaklaşmasını engelledi.

Demokratik Direniş

Hâlâ gerçekleşmesi gereken önemli seçimler var: Liberal Başkan Maia Sandu’nun yeniden seçilmesinin muhtemel olduğu Moldova’da ve Rusya yanlısı Gürcistan Rüyası partisinin iktidarda kalma şansının yüksek olduğu Gürcistan’da. Ancak açık ara en önemli seçim, 5 Kasım’da ABD’de Trump ile Demokrat aday, Başkan Yardımcısı Kamala Harris arasında yapılacak. Temmuz ortasında gerçekleşen Cumhuriyetçi Ulusal Kongre sırasında, yaşlanan Biden karşısında Trump’ın zaferi olası görünüyordu. Ancak Biden’ın kenara çekilme kararıyla Demokratlar birden canlandı. Hem ulusal çapta hem de kritik eyaletlerde yapılan birçok anket, şimdi Harris’in rakibi karşısında önde olduğunu gösteriyor.

Amerikan seçimlerinin sonucu, hem Amerikan kurumları hem de dünya için büyük sonuçlar doğuracak. Trump, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Çin Devlet Başkanı Xi Jinping gibi otoriter liderlere hayranlığını dile getirdi ve ülkesinde ise yürütme üzerindeki denetimleri zayıflatma sözü verdi. Trump, büyük olasılıkla ABD’nin Ukrayna’ya verdiği desteği sona erdirecek ve NATO gibi ittifakların değerine yönelik büyük bir şüphe taşıdığını ifade etti. Çin ile ticari ilişkileri bitirme ve yabancı ülkelerde üretilen tüm ürünlere yüzde onluk genel bir gümrük vergisi uygulama sözü verdi. Cumhuriyetçi Parti, Ronald Reagan döneminin liberteryen politikalarını terk etmiş durumda ve devlet gücünü muhafazakâr hedefler doğrultusunda kullanmayı vaat ediyor.

Ancak şimdiye kadar, seçim yılı küresel olarak demokrasi için kötü bir yıl olmadı. Popülist ve otoriter partiler ve liderler bazı ülkelerde kazanımlar elde etti, ancak diğerlerinde kaybetti. Vatandaşlar, otoriter yönetime karşı başka yollarla da direnç gösterdi. Temmuz ayında, Venezuelalılar ezici bir çoğunlukla muhalefet adayı Edmundo González’i seçti, ancak Nicolás Maduro rejimi, onu kazanan ilan ederek büyük bir sahtekarlığa başvurdu. Maduro’nun rejimi, ancak açıkça otoriterleşip demokratik meşruiyetin son kalıntılarını da terk ederek ayakta kalabilir. Myanmar’da ise 2021’deki darbeyle seçimlerin kaldırıldığı askeri cuntaya karşı, demokratik muhalefet ile etnik milislerin müttefik olduğu silahlı bir isyan önemli toprak kazanımları elde ediyor.

Seçimler tek başına iyi politikalar veya sonuçlar garanti etmez. Ancak, liderleri politik başarısızlıklardan sorumlu tutma ve algılanan başarılar için ödüllendirme fırsatı sunarlar. Seçimler, yalnızca tartışmalı politikaları dayatmak isteyen değil, aynı zamanda temel liberal ve demokratik kurumları zayıflatmayı ya da baltalamayı uman liderlerin yükselmesi durumunda tehlikeli hale gelir. Bu bağlamda, Amerika Birleşik Devletleri bir tür istisna haline geldi. Hiçbir Avrupa veya Asya demokrasisinde, bir liderin son dönemde seçim sonuçlarını açıkça reddettiği ya da iktidardan ayrılmamak için halkı şiddete teşvik ettiği görülmedi. 6 Ocak 2021 olaylarını normalleştiren birçok Cumhuriyetçi seçmen, dünyadaki en büyük demokraside zayıflayan demokratik normların bir belirtisidir ve bu, Trump Kasım’da Beyaz Saray’a dönerse, benzer zihniyete sahip popülistler tarafından (örneğin, 2023’te Kongre’yi basan eski Brezilya Devlet Başkanı Jair Bolsonaro’nun destekçileri) fark edilecektir.

Bu yılki seçimlerden çıkarılacak ders, popülist ve otoriter politikacıların yükselişinin kaçınılmaz olmadığıdır. Demokratik gerileme, seçimlerin yapıldığı birçok ülkede dirençle karşılaşabilir ve karşılaşmıştır. Ancak demokratik normlar, şiddetle, yargı çözümleriyle (örneğin Trump’ı diskalifiye etmek için 14. Madde’nin kullanımıyla), yeni bir karizmatik liderin yükselişiyle ya da başka bir hızlı çözümle korunamaz. Etkili olan şey, demokratik siyasetin istikrarlı ve çoğu zaman sıkıcı olan çalışmasıdır: argümanlar üretmek, seçmenleri ikna etmek ve harekete geçirmek, politikaları uyarlamak, koalisyonlar inşa etmek ve gerekirse mümkün olanla yetinerek en iyiyi bırakmak. Küresel demokrasi için cesaret kırıcı bir dönemde bile, vatandaşlar daha iyi bir geleceğe doğru ilerleme iradesine sahipler.

FRANCIS FUKUYAMA, Stanford Üniversitesi Demokrasi, Kalkınma ve Hukukun Üstünlüğü Merkezi’nde Kıdemli Araştırmacıdır ve Stanford’daki Ford Dorsey Uluslararası Politika Yüksek Lisans Programı’nın Direktörüdür.

 

Türkiye’nin BRICS Üyeliği Başvurusu AB-TR İlişkileri Açısından Nasıl Değerlendirilmeli?

Öncelikle BRICS’in ne olduğu ve geçmişine bakmakta yarar var. Gelişmekte olan ülkelerin uluslararası konularda daha çok söz sahibi olmasını isteyen Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin 2006’da, “BRIC” grubunu kurmuştur. Grup adını da kurucu ülkelerin İngilizce baş harflerinden oluşan BRIC ile oluşturmuştur. Daha sonra 2011 yılında gruba Güney Afrika’nın da katılmasıyla grubun adı “BRICS” olarak yeniden değiştirilmiştir. Daha sonraki süreçte bu beşli oluşuma Mısır, Etiyopya, İran, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri de 1 Ocak 2024’te katılmışlardır. Ayrıca Arjantin de gruba üye olmaya çağrılmış ancak bu konuda olumlu bir yaklaşım ortaya koymamıştır.

BRICS oluşumunu önemli hale getiren husus kurucuları arasındaki yer alan Çin ve Rusya gibi doğuya ait dünya da önemli güç konumundaki büyük ülkelerin yanı sıra Brezilya ve Güney Afrika gibi kendi bulundukları coğrafi bölgelerde önemli güç unsuru konumundaki ülkelerin de bünye içerisinde yer almasıdır.

Dünya ekonomisinin giderek daraldığı ve dünya ticaretinin 2023’de daraldığı Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) açıkladığı kaçınılmaz bir gerçek. Bundan sonra da sürecin bir müddet bu şekilde daralarak devam edeceği hususu ise uzmanların ifade ettiği ayrı bir husus. Dünya ticaretinin giderek daralması ve karşı karşıya bulunulan ekoloji, çevre iklim değişikliğinin oluşturduğu sorunların yanı sıra ekonomik ve ticari sorunlar ülkeleri yeni birliktelik ve dayanışma oluşumları içerisinde yer almaya zorlamaktadır. BRICS’in temelde gelişmesi ve giderek büyümesini de bu temel olguya dayanarak ifade etmek mümkündür. BRICS olarak giderek genişleyen oluşumun bünyesindeki ülkelerin toplam nüfusu 3,5 milyar. Dünya toplam nüfusunun %45-50’si yani nerede ise dünya nüfusunun yarısını oluşturduğu ifade edilebilir. Batı nüfusunun giderek yaşlandığı ve ekonomik verimliliğin de bu çerçevede giderek azaldığı süreçte karşılaşılan bu durum büyük çoğunluğu daha çok 35 yaş altı genç nüfustan oluşan BRICS’i önemli etkin oluşum haline getirdiği belirtilebilir.

Ayrıca, ekonomik anlamda bakıldığında mevcut BRICS ülkeleri ekonomilerinin toplam büyüklüğü 29 trilyon dolar seviyesindedir. Bu gösterge ise dünya ekonomisinin yaklaşık %30 anlamına gelmektedir. Bir başka ifade ile BRICS dünya nüfusunda işgal ettiği konum ile ekonomik anlamda işgal ettiği konum birbiri ile dengeli değildir. Daha fazla nüfusa rağmen ekonomik etkinliği göreceli olarak daha azdır. Bu da BRICS bünyesindeki ülkelerin nüfus büyüklükleri ile ekonomik büyüklükleri arasındaki farklılıktan kaynaklanmaktadır. Bu veriden BRICS’in tamamen kalkınmış değil kalkınma sürecindeki ülkeleri bünyesinde toplamış olduğu imajını vermektedir. Nitekim bir başka önemli kriter ise BRICS’in halihazırda dünya enerji sektörü içerisinde işgal ettiği konumdur. BRICS dünya ham petrolünün yaklaşık % 45’ine nerede ise yarısına yakınına sahip konumdadır. Ayrıca bu verilerin doğal bir sonucu olarak BRICS ortamında kişi başı milli gelirin diğer ekonomik oluşumlara oranla daha geride kaldığını ifade etmekte mümkündür. Ancak BRICS’in temel amaçlarından birisinin kalkınmakta olan ülkeler içesinde daha büyük bir ağırlık ve etkinliğe sahip olabilmek için kendi bünyesinde bir “Kalkınma Bankası” kurarak üye ülkeler arasında kalkınma öncelikli projelere özel önem atfetmesini de önemli bir olgu olarak kaydetmek gerekir.

Diğer taraftan daha dikkatli bir değerlendirme için, mevcut verilere göre 2022 yılına dek BRICS kalkınmakta olan ülkelere yeni yol, köprü, demir yolu ve su tedariki projelerinin gerçekleştirilebilmesi amacıyla yaklaşık 32 milyar dolar kredi sağlamış olması, dikkate değer önemli bir gösterge olarak görülmelidir. Ayrıca özellikle Çin’in dünya ekonomisindeki konumunu, kendi ticari ve ekonomik işbirliği içerisinde bulunduğu coğrafyalar ile işbirliğini pekiştirebilmek amacıyla ciddi anlamda proje kredi desteği sağladığını, münhasıran da ekonomik anlamda etkin bir süreç yürütmekte olduğu Afrika kıtasındaki nüfuzunu daha da genişletmek arzusunda olduğu özellikle Afrika ülkeleri ve kendi ekonomik kalkınmaları açısından önemli bir yaklaşım, destek olarak görülmektedir.

Batılı uzmanlar ise, BRICS’i Batılı yaklaşımlara bir tepki oluşumu olarak değerlendirmekte ve özellikle Ukrayna-Rusya savaşını takiben Batı’nın Rusya’ya karşı almaya çalıştığı kısıtlayıcı önlemleri aşabilmek için oluşumu güçlendirmeye gayret ettiği ifade edilir iken, Rusya’nın özellikle dünya enerji tedariki açısından sahip olduğu konum, bu anlamda büyük ihtiyaç sahibi Avrupa açısından münhasıran önem taşıyan doğal gaz zenginliği gözden kaçırılmaması gereken konu olarak önümüze çıkmaktadır.  Ayrıca, İran’ın BRICS’e üye olmasını ise, Batı kendi açısından tek yönlü olarak kendi bloğuna karşı, karşıt bir yaklaşım olduğu görünümünü güçlendiren bir unsur olarak değerlendirmektedir.

Daha objektif bir değerlendirme yapılacak olur ise, içinde bulunduğumuz şartlar içerisinde Avrupa ve ABD’nin ekonomik anlamda en üst seviyeye ulaştığını ve bundan sonraki süreçte ilerlemenin birim maliyetinin getirisinden daha yüksek olduğu ekonomik bir vakıadır. Özellikle değişen iklim şartları, yenilenebilir enerji yetersizliği ve sera etkisi en düşük olan doğal gaz gibi temiz enerji kaynaklarına yönelik giderek artan ihtiyaç ile giderek yaşlanan nüfusun oluşturduğu boşluğu genç nüfus ile ikame zorunluluğu, ekonomik ilerleme ve buna dayalı sorunların çözümünde Batı’nın Doğuya olan ihtiyacı her geçen gün belirgin bir şekilde ön plana çıkmaktadır.

Bir başka açıdan, Rusya ve Rusya taraftarı olarak görülen İran’a uygulanmakta olan ambargolar ise karşı karşıya olunan enerji ve buna dayalı olarak ortaya çıkan sorunların çözümünü daha kompleks hale getirmektedir. Zaten Ukrayna-Rusya savaşı ve İsrail’in Gazze’yi işgali ile ortaya çıkan yeni konjonktür, ekonomik gelişimi daha da güçleştirmekte, tepki olarak Kızıl deniz ve Süveyş kanalına yönelik Yemen’de ortaya çıkan durum ise ulaşım maliyetini artırarak tüketiciler açısından maliyeti %15-25 arasında artırarak ekonomik konjonktürü daha da zorlaştırdığı da görülmesi gereken ciddi bir durumdur. Tüm bu hususlar BRICS’in gelişmekte olan ülkeler açısından cazibesini ve kendileri açısından etkinliğini artırmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti 1963 Ankara anlaşması ile başlatmış olduğu AB süreci ve Batı ile ekonomik ve siyasal anlamda bütünleşme taahhüdünde herhangi bir zafiyet göstermemiş, bugüne dek taahhütlerine sadık kalmıştır. 2004 yılında AB ile başlatılan müzakere süreci tek taraflı olarak değişik gerekçelerle AB tarafından yavaşlatılmıştır.  Halen, Türkiye’nin aday üyeliğinden kaynaklanan Türk Vatandaşlarının AB içerisindeki serbest dolaşımını engelleyen, Gümrük Birliği çerçevesinde mallar serbest dolaşıma tabi ancak kişilerin vize ile kısıtlı olduğu, “Vize” sorunu ve mevcut ulaşmış olduğu hacim itibariyle yetersiz kalan AB ile uygulanmakta olan Gümrük Birliği anlaşmasının yenilenmesi yaklaşımına AB tarafından net ve objektif yaklaşım henüz sağlanamamıştır.

Ayrıca, Türkiye’nin önemli Askeri güç kapasitesi ile NATO’nun en önemli üyesi olduğu ve doğudaki en uç ülke konumunu da hatırda tutmak gerekmektedir. Türkiye bugüne dek gerek AB üyeliği süreci ile ilgili gerek ise NATO üyeliğinden kaynaklanan yükümlülükleri noktasında, kendi sorumluluklarını müdrik bir şekilde yerine getirmiştir. Türkiye’nin BRICS’e aday üye müracaat talebinin herhangi bir şekilde ne titizlikle takip ettiği katılım süreci içerisindeki AB ile ne de NATO üyeliği açısından bir zafiyet anlamına gelmediği, Türkiye’nin kendi taahhütlerinde ve sorumluluklarında kararlı olduğu en üst seviyede çok net bir şekilde ifade edilmiş bulunmaktadır.

Dikkatten kaçmaması gereken bir değer önemli unsur ise; Cumhurbaşkanımız Sn. Recep Tayyip Erdoğan’ın Mayıs 2023’te halkımızın teveccühü ile tekrar Cumhurbaşkanı olarak seçilmesiyle bu yöndeki halk iradesinin bir kez daha tazelenmesini takiben, Cumhuriyetimizin Yeni Yüzyılı başlangıcında, Sn. Cumhurbaşkanımızın ortaya koyduğu “Türkiye Vizyonu”, ile Dışişleri Bakanımız Sn. Fidan’ın “Girişimci ve İnsani Dış Politika” temel hedefli; Bölgesel, Yapıcı, Sistem Dönüştüren yeni “Türk Dış Politika Yaklaşımı’nın, Türkiye açısından ortaya konan bu bölgesel, yapıcı ve insan odaklı dış politika anlayışının etkin bir şekilde ortaya çıkabilmesi için uluslararası ve bölgesel oluşumlarda daha etkin rol alma ve işbirliğini artırma yaklaşımının bir sonucu olarak değerlendirilmesi gerekliliğidir.

Nitekim Türkiye ortaya çıkan savaş, işgal ve krizler sonucunda hep arabulucu rolünü teyit etmiş, bu yönde ortaya koyduğu yaklaşımlar da çözüm getirmiştir. Bu yönde birçok örnek sıralamak mümkündür. Mevcut gündemindeki konu ise, Doğu Ekonomisini Batı Ekonomisi ile pekiştirebilmek amacıyla Türkiye’nin coğrafi olarak sahip olduğu Doğu-Batı arasındaki köprü konumunu ekonomik bütünleşme ile de sağlamlaştırma anlayışından öte bir yaklaşım olarak görmemek gerekir. Nitekim mevcut yaklaşım ve girişimlerde tamamen bu anlayışı doğrulayıcı, bütünler niteliktedir. Türkiye kısmi dahi olsa dünya barışı, huzur ve ekonominin genişletilmesine katkı sağlayabilecek platformlarda yer alma, bu şekilde dünyaya ve insanlığa daha fazla katkı sağlama iradesini birçok platformda net bir şekilde ortaya koymuştur.

Bu itibarla, sonuç olarak Türkiye bugüne dek altına imza koymuş olduğu anlaşmalara sadık kalmış, ortaya koyduğu taahhütlerin yerine getirilmesinde büyük gayret göstermiş, kendi coğrafyasındaki yegâne ülkedir. Batı’nın herhangi bir endişeye kapılmadan Türkiye’nin BRICS ilişkilerini bu pencereden değerlendirmesi her kesime önemli katkılar sağlayacak, barış ve huzura ilave ivme kazandırabilecek bir yaklaşımdır.

Ömer Faruk DOĞAN

Ankara 06 Eylül 2024

Putin Asla Ukrayna’dan Vazgeçmeyecek

0

Bu yazı Peter Schroeder imzasıyla İngilizce olarak ”Putin Will Never Give Up in Ukraine” başlığıyla Foreign Affairs dergisinde yayınlanmıştır.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesinden iki buçuk yıl sonra, Amerika Birleşik Devletleri’nin savaşı bitirmek için uyguladığı strateji aynı kaldı: Rusya’ya yeterince maliyet yüklemek, böylece Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in savaşı durdurmaktan başka seçeneği olmadığını kabul etmesini sağlamak. Washington, bu maliyet-fayda denkleminde, Ukrayna’ya destek vermek ve Rusya’yı cezalandırmak ile gerilimi tırmandırma riskini azaltmak arasında bir denge bulmaya çalıştı. Bu yaklaşım ne kadar mantıklı görünse de, hatalı bir varsayıma dayanıyor: Putin’in fikrinin değiştirilebileceği.

Elde edilen kanıtlar, Putin’in Ukrayna konusunda ikna edilebilir olmadığını gösteriyor; bu konuda tamamen kararlı. Putin için Ukrayna’nın, Batı’nın Rusya’yı tehdit edebileceği bir üs haline gelmesini engellemek stratejik bir zorunluluktur. Bu sonucu elde etmekten kişisel olarak sorumludur ve muhtemelen bunun neredeyse her türlü maliyete değer olduğuna inanıyor. Onu geri adım atmaya zorlamak, sadece hayatları ve kaynakları boşa harcayan sonuçsuz bir çabadır.

Batı ve Kiev için kabul edilebilir şartlarda Ukrayna’daki savaşı sona erdirmenin tek uygulanabilir seçeneği, Putin’in görevden ayrılmasını beklemektir. Bu yaklaşımla, ABD Ukrayna’daki durumu koruyacak, Rusya’ya yaptırımları sürdürecek ve Putin’in ölümüne ya da görevden ayrılmasına kadar savaşın şiddetini ve harcanan kaynakları en aza indirecektir. Ancak o zaman Ukrayna’da kalıcı bir barış sağlama fırsatı doğacaktır.

Putin Fırsatçı mı?

Putin işgali emrettiğinde, bu bir tercih savaşıydı. Rusya’ya komşusunu geniş çaplı bir şekilde işgal etmeyi gerektirecek acil bir güvenlik tehdidi yoktu. Bu, tamamen Putin’in kararıydı. CIA Direktörü William Burns ve o dönemde Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Rusya kıdemli direktörü olan Eric Green, Putin’in kararından diğer Rus yetkililerin ne kadar habersiz göründüğünü belirtti. Putin’in, işgalden bir gün önce üst düzey güvenlik yetkilileriyle sahnelenmiş bir televizyon toplantısında bile, bazı katılımcılar tam olarak ne söyleyeceklerini bilmiyordu. Sonunda Rus seçkinleri onun arkasında hizaya gelse de, Şubat 2022 öncesinde çok az kişi Rusya’ya bu kadar pahalıya mal olacak ve Batı ile ilişkileri koparacak bir çatışma istiyordu.

Bir tercih savaşı olduğu için, Putin’in savaşı durdurma gücü de var. Bu kumarın beklediğinden daha zor olduğunu fark eden Putin, kayıplarını kesme kararı alabilir. Savaş, Rusya için varoluşsal bir tehdit oluşturmuyor, hatta Putin bunu bu şekilde lanse etse bile. Rusya’nın Ukrayna’dan çekilmesi, Rus devletinin varlığını tehdit etmez, hatta muhtemelen Putin’in kendi iktidarını bile tehdit etmez. Putin, potansiyel haleflerin önünü kesmiş durumda. Ona en çok meydan okuyan iki isim—muhalefet lideri Alexei Navalny ve isyancı Yevgeny Prigozhin—artık hayatta değiller. Kremlin, Putin’i güçlendiren yerel anlatıları şekillendirme konusunda on yıllardır deneyime sahip. Putin, Ukrayna’da zafer ilan edip, geri adım atışını meşrulaştıracak bir bilgi kampanyası başlatabilir.

Ancak Putin’in savaşı durdurma gücü olsa da, bunu yapmaya istekli olur mu? ABD’li politika yapıcılar büyük ölçüde bu soruya olumlu yanıt verdi. Yeterince baskı ile Putin’in Ukrayna’dan askerlerini çekmeye veya en azından ateşkes müzakerelerine zorlanabileceğini savundular. Putin’in kararını değiştirmek için Washington ve müttefikleri Rusya’ya geniş çaplı ekonomik yaptırımlar uyguladı, Ukrayna’ya askeri teçhizat ve istihbarat desteği sağladı ve Moskova’yı küresel sahnede tecrit etti.

Bu politikanın temelinde, Putin’in temelde fırsatçı olduğuna dair bir inanç yatıyor. İlerler, zayıflık bulduğunda harekete geçer, ama güçle karşılaştığında geri çekilir. Bu görüşe göre, Putin’in Ukrayna’ya saldırısı hem imparatorluk hırsları hem de Batı ve Ukrayna’daki zayıflık algısıyla körüklenmiştir. ABD Başkanı Joe Biden’ın ifadesiyle, Putin’in “toprak ve güç hırsı” vardı ve Rus kuvvetleri Ukrayna’yı işgal ettikten sonra “NATO’nun bölüneceğini” düşünmüştü. Eğer teşhis buysa, doğru tedavi güç ve direnç göstermektir. Savaşın maliyetini yeterince yükseltin, o zaman Putin fırsatçılığının işe yaramadığını kabul edecektir.

Güvensizlik Hissi

Putin, en azından Ukrayna konusunda, fırsatçı değil. Onun en dikkat çekici uluslararası hamleleri, avantaj kazanmak için yapılan fırsatçı manevralardan ziyade, algıladığı kayıpları engellemeye yönelik önleyici çabalar ya da algılanan provokasyonlara karşılık verme girişimleri olmuştur. Rusya’nın 2008’de Gürcistan’da gerçekleştirdiği askeri müdahale, hem bu ülkenin ayrılıkçı Güney Osetya bölgesine yönelik saldırısına bir yanıt hem de Gürcistan’ın Batı ile entegrasyonunu engelleyebilecek bir koz olarak gördüğü bu bölge üzerindeki kontrolü kaybetmeme çabasıydı. Putin, 2014’te Kırım’ı ele geçirdiğinde, Rusya’nın oradaki deniz üssünü kaybetmekten endişe ediyordu. 2015’te Suriye’ye müdahale ettiğinde, Rusya yanlısı bir lider olan Beşar Esad’ın devrilmesinden korkuyordu. 2016 ABD başkanlık seçimlerine müdahale ettiğinde ise, ABD’nin kendi konumunu zayıflatmaya çalıştığını düşündüğü şeylere karşılık veriyordu; yani ABD’nin 2011-12 yıllarında Rusya’daki seçimlere yönelik kamuoyu eleştirileri ve 2016 baharında Panama Belgeleri’nde yakın çevresinin gizli mali ilişkilerinin ifşa edilmesi.

Eğer Putin’i Ukrayna konusunda motive eden şey fırsatçılıksa—bu girişim, Ukrayna’nın kontrolünü ele geçirmek için uygun bir fırsat doğduğunda harekete geçen emperyal açgözlülüğünün ürünü ise—o zaman 2014 ile 2021 arasında Ukrayna’ya yönelik izlediği kesinlikle fırsatçı olmayan yaklaşım açıklanmalıdır. Mart ve Nisan 2014’te Rusya’nın Kırım’ı ele geçirmesinden sonra, Ukrayna hükümeti dağınık bir durumdaydı. Ancak Putin, ek topraklar ele geçirmek için agresif bir şekilde ilerlemek yerine, Kiev’in dış politika seçeneklerini sınırlamak için kullanılabilecek düşük seviyeli bir isyan başlatmayı seçti. Eylül 2014’te Rus güçleri, Ilovaysk şehrinde Ukrayna güçlerine büyük bir yenilgi yaşattıktan sonra, Moskova muhtemelen Azak Denizi kıyılarında daha ileriye ilerleyebilir ve Kırım’dan Rusya’ya bir kara koridoru oluşturabilirdi. Ancak Putin, bunun yerine Minsk protokolünü kabul ederek bir siyasi çözüme yöneldi.

ABD Başkanı Donald Trump göreve geldikten sonra bile, Washington’un Kiev’e yardım etme niyetinde olmadığı netleştiğinde, Putin, Ukrayna’da daha geniş bir askeri saldırı başlatmaktan ya da Rusya’nın Ukrayna’daki etkisini genişletmek için başka bir girişimde bulunmaktan geri durdu. Bu tür kaçırılan fırsatlar, Putin’in fırsatçı bir lider olduğu görüşüyle pek örtüşmemektedir.

Ukrayna’ya yönelik saldırı, fırsatçı bir saldırı savaşı olmaktan ziyade, Putin’in Rusya için gelecekteki bir güvenlik tehdidi olarak gördüğü durumu engellemek amacıyla başlattığı haksız bir önleyici savaş olarak daha iyi anlaşılabilir. Putin’in bakış açısına göre, Ukrayna, Batı’nın Rusya’nın iç bütünlüğünü zayıflatmak ve NATO güçlerini konuşlandırarak Rusya’yı tehdit etmek için kullanabileceği bir anti-Rusya devleti hâline geliyordu. Bazı düzeylerde, ABD’li yetkililer de bunu anlamış görünüyor. Ulusal İstihbarat Direktörü Avril Haines’in de belirttiği gibi, Putin “Ukrayna’nın geri döndürülemez bir şekilde Batı’ya ve NATO’ya doğru kaydığını ve Rusya’dan uzaklaştığını gördü.”

İşgal, bir fırsat suçu olmasa da Putin için şaşırtıcı derecede riskli bir hamleydi. Uluslararası arenada riskten kaçınan bir lider olarak tanınan Putin, genellikle hesaplanmış hamleler yapar ve Rusya’nın kaynaklarını en aza indirir. Örneğin, Suriye’ye konuşlandırılan Rus asker sayısı birkaç bin ile sınırlı kaldı ve büyük ölçüde Rus hava kuvvetlerine dayanıyor. 2019’da Venezüella Devlet Başkanı Nicolás Maduro’nun devrilmek üzere olduğu sırada Putin, Maduro’yu yerinde tutmak için sadece birkaç yüz asker gönderdi. Ancak Ukrayna savaşı, Rusya’ya 100.000’den fazla askerin hayatına mal oldu ve ekonomisine ve uluslararası itibarına onarılamaz zararlar verdi.

Savaşın, Putin’in normalde riskten kaçınan hesaplarına uymaması, Ukrayna konusunda geri adım atmak istemediğini ve stratejik bir karar verdiğini gösteriyor. Putin’in 2022’de Rusya ordusunun büyük bir kısmını Ukrayna’ya göndermesi ve ilk saldırısı başarısız olduğunda daha fazla asker seferber etmesi, onun savaşı başarısız olmaya tahammülü olmayan bir mesele olarak gördüğünü ortaya koyuyor. İşgali başlatma kararının tüm maliyetlerine rağmen, Putin muhtemelen hareketsizliğin maliyetinin daha yüksek olacağını düşünüyor—yani, Batı yanlısı bir Ukrayna’nın ortaya çıkmasını engelleyemeyecek ve bu ülke, Rusya’ya karşı bir “renkli devrim” başlatmak için bir sıçrama tahtası olarak kullanılabilecekti. Putin, şimdi başarıya ulaşamazsa, Rusya’nın bu maliyetlere katlanmaya mahkûm olduğunu düşünüyor. Putin’in önündeki senaryoları bu şekilde tarttığı göz önüne alındığında, Batı’nın baskısının onu fikrini değiştirmeye ve savaşı Kiev ve Washington için kabul edilebilir şartlarda bitirmeye zorlaması pek mümkün görünmüyor.

Böyle Biter: Ya Rusya savaşını sürdürecek kabiliyeti kaybeder ya da Putin artık iktidarda olmaz

Putin, Ukrayna’ya yönelik saldırısını durdurmaya istekli değilse, savaş yalnızca iki şekilde sona erebilir: Ya Rusya savaşını sürdürecek kabiliyeti kaybeder ya da Putin artık iktidarda olmaz.

İlk senaryoyu, yani Rusya’nın savaş kapasitesini azaltarak bu sonucu elde etmeyi sağlamak gerçekçi değildir. Putin savaşa kararlı ve askeri ve kaynaklarını savaşa sürmeye devam edebiliyorken, Rus ordusunun çökmesi pek olası değil. Putin’i Ukrayna’da yenilgiye uğratmak, büyük bir mühimmat artışı gerektirir; ancak ABD, gerekli top mermisi üretimini artırmaya ancak 2025’te başlayacak ve bu artış bile Ukrayna’nın savaş alanındaki ihtiyaçlarını karşılamaya yetmeyecek—hava savunmalarını saymıyoruz bile. Ukrayna da askerlerini savaşa göndermeye devam etmek zorunda kalacak ve Batı onları eğitmeye yardımcı olabilir, ancak Batılı ülkeler kendi askerlerini savaşa sokmaya istekli değiller. Savaşın iki yılı aşkın bir süredir gösterdiği gibi, daha büyük saldırılar, özellikle her iki taraf için de sürpriz unsurlarını ortadan kaldıran insansız hava araçları ve diğer gözetim teknolojileri nedeniyle, hazırlıklı savunmalar karşısında son derece zordur.

Bu da savaşın sona ermesi için ikinci yolu geriye bırakıyor: Putin’in Kremlin’den ayrılması. Bu süreci hızlandırmaya çalışmak cazip gelebilir, ancak bu pratik olmayan bir fikir. Washington, on yıllardır Rus siyasetine başarılı bir şekilde müdahale etme konusunda pek başarılı olamadı; şimdi bunu denemek, tecrübenin yerine umudu koymak anlamına gelir. Dahası, Putin muhtemelen ABD’nin onu devirmek istediğini zaten düşünüyor, ancak bunu gerçekten yapmaya başlarsa, durumu tırmandırma olarak görecek ve fark edecektir. Buna karşılık, Putin, Rusya’nın Amerikan toplumunda kargaşa yaratma çabalarını daha da yoğunlaştırabilir.

Bu riskler göz önüne alındığında, Washington için en iyi strateji uzun vadeli bir oyun oynamak ve Putin’in ayrılmasını beklemek olacaktır. Putin’in gönüllü olarak istifa etmesi ya da görevden alınması mümkün olabilir; kesin olan tek şey ise bir gün öleceğidir. Putin’in iktidardan ayrıldığı an geldiğinde, Ukrayna’daki savaşı kalıcı olarak çözmenin gerçek çalışması başlayabilir.

Zaman Kazanmak

Putin iktidardan ayrılana kadar, Washington’un Ukrayna’ya yardım etmeye ve Rusya’nın askeri ilerlemelerini durdurmaya odaklanması gerekiyor. Moskova’ya ekonomik ve diplomatik bedeller dayatmaya devam etmeli, ancak bunların büyük bir etki yaratmasını beklememelidir. Bu baskının asıl amacı, ABD müttefiklerine doğru mesajı göndermek ve Putin sonrası Rusya için bir koz elde tutmak, aynı zamanda iç eleştirileri önlemektir. Bu süreçte Washington, kaynaklarını dikkatli kullanmalı ve onları olabildiğince verimli harcamalıdır. Ayrıca, Kiev’i büyük ve maliyetli saldırılardan kaçınmaya ikna etmelidir. Kiev’in bugüne kadar gerçekleştirdiği başarılı saldırılar bile—geçen ay Rusya’nın Kursk bölgesine yapılan sürpriz saldırı dâhil—savaşın genel gidişatını değiştirmede çok az etkili oldu. Savaş, kısa vadede Ukrayna lehine bir dönüm noktası göstermeyen bir yıpratma savaşı olmaya devam ediyor.

Kursk saldırısı başarısız olduğunda ve Kiev, Rusya’nın Donetsk’teki ilerleyişini durdurmayı başardığında, Washington da çatışmaları durduracak bir ateşkesi desteklemelidir. Putin elbette her anlaşmayı bozabilir, ancak ateşkesin faydaları risklerinden daha ağır basmaktadır. Bir ateşkes, Ukrayna’nın savunmasını pekiştirmesine ve daha fazla asker eğitmesine olanak tanır, Batı ise silah tedarik etmeye devam ederek olası risklere karşı hazırlıklı olabilir. En önemlisi, ateşkes, Putin görevde olduğu sürece bitmesi mümkün olmayan bir savaşta daha fazla asker ve sivilin ölmesini engelleyecektir.

Putin iktidardan ayrıldığında ise Washington’un hazır bir planı olması gerekir—sadece Ukrayna ile Rusya arasındaki savaşı çözmekle kalmayan, aynı zamanda yeni Rus liderlerinin kabul edebileceği, askeri gerilimleri azaltan, çatışma riskini düşüren ve Avrupa güvenliği için olumlu bir çerçeve sunan bir plan. Bu, Moskova, Kiev, Brüksel ve Washington’da cesur liderlik, kararlı diplomasi ve uzlaşma isteği gerektirecektir.

İşgalin başlangıcından bu yana ABD’nin Ukrayna savaşına yönelik stratejisi, temennilere dayalı bir düşünceyle karakterize edilmiştir. Eğer Washington, Putin’e yeterince bedel ödetebilirse, onu Ukrayna’daki savaşı durdurmaya ikna edebilir. Eğer Ukrayna’ya yeterince silah gönderebilirse, Kiev Rus güçlerini geri püskürtebilir. İki buçuk yıl sonra, bu sonuçların ufukta olmadığının artık netleşmesi gerekiyor. En iyi strateji, zaman kazanmak—Ukrayna’da durumu korumak, ABD için maliyetleri en aza indirmek ve Putin’in nihayet görevden ayrılacağı güne hazırlanmak. Bu, kabul edelim ki tatmin edici ve siyasi açıdan hoş karşılanacak bir yaklaşım değil. Ancak tek gerçekçi seçenek bu.

PETER SCHROEDER, New American Security Center’da Kıdemli Yardımcı Araştırmacıdır. Merkezi İstihbarat Teşkilatı’nda (CIA) analist ve Kıdemli Analitik Hizmet üyesi olarak görev yapmıştır ve 2018-2022 yılları arasında Ulusal İstihbarat Konseyi’nde Rusya ve Avrasya Başyardımcı Ulusal İstihbarat Görevlisi olarak hizmet vermiştir.

BRICS Üyeliği Aslında O Kadar Büyük Bir Mesele Değil

Türkiye, Rusya Devlet Başkanlığı Danışmanı Uşakov’un Türkiye’nin BRICS’e katılmak için resmi başvuruda bulunduğunu doğrulaması ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ekim ayında Kazan’da yapılacak zirveye katılmayı planladığına dair haberlerle birlikte BRICS üyeliğinin avantajlarını tartışmaya açtı. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’a Türkiye’nin mevcut NATO üyeliğinin BRICS ile uyumsuz olup olmadığı sorulduğunda, “BRICS’in, bazı organizasyonların üyelerinin bu grupla ilişki kuramayacağına dair kuralları yok” yanıtını verdi.

Bu üst düzey diplomat ayrıca “Tam üyeler ve BRICS ile çeşitli işbirliği biçimleri geliştiren ülkeler için asıl önemli olan, Avrupa Birliği’nin Ukrayna’da savunduğu değerlerden farklı ortak değerleri paylaşmaktır. Tüm BRICS üyeleri BM Şartı’nın tüm hükümlerine ve birbirleriyle bağlantılı olma ilkesine uymaya hazırdır. Bu, çok kutupluluğun temelini oluşturan şeydir” diye ekledi.

Bazıları, Türkiye’nin BM’de Rusya aleyhine oy kullanmasının yukarıdaki kriterlere dayanarak BRICS üyeliğinden diskalifiye edici olacağını düşünebilir, ancak BRICS’in kurucu üyesi Brezilya, Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi yeni üyeler de Rusya aleyhine oy kullanmış ve bu, bir sonuca yol açmamıştır. BRICS’in, bazı organizasyonların üyelerinin grupla bağ kuramayacağına dair bir kuralı olmadığı gibi, üyelerin grup üyelerine karşı oy kullanamayacağına ya da bunu yaparlarsa ayrılmaları gerektiğine dair de bir kuralı yoktur.

Aslında BRICS’in kodlanmış herhangi bir kuralı yoktur çünkü bu sadece finansal politikalarını çok kutupluluğa geçişi hızlandırmak amacıyla gönüllü olarak koordine eden ülkeler ağından ibarettir. Bu analizde de açıklandığı üzere, BRICS’in bir blok olmadığı, hatta Batı karşıtı bir yapı olmadığı yönündeki popüler ancak yanlış algıları çürütmek için son 18 ayda yazılmış on makaleye atıfta bulunulmuştur.

Bu bağlamda BRICS, bir Zoom konferansına benzetilebilir: üyeler bu konu hakkında aktif olarak tartışmalara katılır, ortaklar bu tartışmaları gerçek zamanlı olarak izler ve ilgisi olan herkes sonuçları daha sonra duyar. Kurallar yoktur çünkü grup içindeki ekonomik ve jeopolitik çelişkiler nedeniyle her şey gönüllülük esasına dayalıdır. Dolayısıyla, herhangi bir ülke, BRICS ile resmi bir ilişkisi olmasa bile bu grubun önerilerine dayanarak kendi politikalarını şekillendirebilir.

Resmi bir üye olmak, sadece yuvarlak masa toplantılarında söz hakkı ve getirdiği prestiji sağlar. Ayrıca, yıl boyunca düzenlenen onlarca etkinlikte yetkililerin bir araya gelmesi ve politika koordinasyonlarını daha yakından yürütmesi için uygun bir fırsat sunar, dolayısıyla üyelik önemlidir. Ortak statüsü (kriterleri önümüzdeki ay açıklanacaktır) ise bu etkinlikleri izlemeyi sağlar. Diğerleri ise politikalarını koordine etme konusunda geride kalabilir, ancak yine de bu etkinliklerin sonuçlarından faydalanabilirler.

Tüm bunlar göz önüne alındığında, Türkiye’nin BRICS üye olması ya da olmaması aslında o kadar büyük bir mesele değil; sadece BRICS hakkında yanlış algılara sahip ve prestij unsuruna fazla odaklanan yetkililer bu konuda aşırı endişe taşıyor. Üyelik, Türkiye’nin uluslararası profilini yükseltecek ve finansal çok kutupluluk politikalarını daha yakından koordine etmesini sağlayacaktır, ancak ortaklık statüsü ya da hiç statü olmaması bile Türkiye’nin bu politikaları kendi başına gönüllü olarak uygulamasını engellemez.

Yazının İngilizce Orijinaline Aşağıdaki Linkten Ulaşabilirsiniz. 

https://korybko.substack.com/p/brics-membership-or-lack-thereof

Mossad ve Kuzey Makedonya Arasındaki Bağlantılar

MOSSAD ve Makedonya Arasındaki Bağlantılar

30 Ağustos 2024 günü İstanbul’da Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) tarafından tespit edilen Mossad’ın finans ve fon yöneticisi, Kosova ve Kuzey Makedonya Vatandaşı Liridon Rexhepi’nin yakalanması sonrasında Mossad’ın Balkanlardaki faaliyetlerinin mercek altına  alınması gerekiyor. Liridon Rexhepi‘nin Mossad tarafından Kuzey Makedonya’da angaje edilip eğitildiği bilinmektedir. Bu bağlamda Makedonya ile Mossad arasındaki ilişkinin ne olduğunun incelenmesi önemlidir.

Mossad ve Kuzey Makedonya arasındaki işbirliği, bölgesel ve küresel güvenlik ortamının etkileriyle şekillenen stratejik bir ilişki olup, bu iki ülkenin jeopolitik çıkarları doğrultusunda gelişmiştir. Yüzeyde istihbarat paylaşımı ve güvenlik işbirliği gibi daha somut alanlara odaklanan bu ilişkiler, aslında çok daha karmaşık ve derin bir yapıya sahiptir. Özellikle Orta Doğu’daki siyasi gelişmelerin, Balkanlar’daki istikrarsızlıkla örtüştüğü noktalar, bu işbirliğini daha da önemli hale getirmiştir.

Mossad, Orta Doğu’da güvenlik ve istihbarat operasyonlarında derinlemesine deneyim kazanmış bir kurum olarak, Balkanlar’da da benzer güvenlik risklerini yönetme konusunda Kuzey Makedonya ile ortak çıkar alanları bulmuştur. Balkanlar, tarihi olarak hem Avrupa hem de Asya’nın kesişim noktası olduğu için, bölgedeki istikrarsızlıklar sadece yerel güvenliği değil, küresel güvenliği de tehdit eder niteliktedir. Kuzey Makedonya, Balkanlar’daki stratejik konumu ve NATO üyeliği ile İsrail’in Balkanlar’da bir müttefik kazanmasına olanak tanımış ve bu bağlamda Mossad, bölgedeki istihbarat operasyonları için Kuzey Makedonya’yı önemli bir ortak olarak görmüştür.

Bu ilişkinin arka planında, aynı zamanda Batı ve İsrail’in bölgedeki etkisini artırma çabaları da bulunmaktadır. Rusya ve Çin gibi ülkelerin bölgede nüfuz kazanma girişimleri, İsrail’in bu tür stratejik ittifaklarla bu nüfuzu dengelemek istemesini tetikleyen bir diğer unsurdur. Kuzey Makedonya ise, istihbarat kapasitesini güçlendirmek ve bölgesel tehditlere karşı koyabilmek için Mossad gibi dünya çapında etkin bir istihbarat örgütüyle işbirliği yapmayı tercih etmektedir.

Bu nedenle, İsrail- Kuzey Makedonya ilişkisi, iki ülkenin karşılıklı çıkarları, güvenlik tehditlerine yönelik stratejik yanıtları ve bölgedeki daha geniş jeopolitik dengelerle şekillenen çok katmanlı bir yapı sergilemektedir.

Tarihsel Kökler

Soğuk Savaş döneminde İsrail ve Kuzey Makedonya (o dönemde Yugoslavya’nın bir parçası olarak) farklı ideolojik kamplarda yer alsalar da, bu farklılıklar, özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan yeni güvenlik tehditlerine karşı işbirliğini engellememiştir. İsrail, Batı bloğunun bir üyesi olarak sosyalist ve komünist rejimlere karşı stratejik bir pozisyonda bulunurken, Yugoslavya ise Bağlantısızlar Hareketi’nin bir parçası olarak resmi anlamda iki kutuplu dünya düzeninin dışındaydı. Ancak, bu dönemde her iki ülke de komünist ideolojinin totaliter yapısını ve oluşturduğu baskıcı rejimleri ortak bir tehdit olarak görmüşlerdir.

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, Balkanlar ve Orta Doğu’da ortaya çıkan yeni güvenlik dinamikleri, terörizm, organize suçlar ve yasadışı göç gibi sınır aşan tehditler, İsrail ve Kuzey Makedonya arasında daha somut işbirliği kanallarının açılmasına olanak tanımıştır. Özellikle Yugoslavya’nın dağılmasıyla ortaya çıkan boşluk, yeni güvenlik sorunlarını beraberinde getirirken, İsrail’in bölgedeki istihbarat faaliyetlerini artırma ihtiyacı, Kuzey Makedonya ile temasları derinleştirme fırsatını doğurmuştur. Bu bağlamda, ortak güvenlik kaygıları, ideolojik farkları aşarak iki ülke arasında stratejik bir ilişki kurulmasına zemin hazırlamıştır.

1990’lı yıllarda Yugoslavya’nın dağılmasının ardından patlak veren Yugoslavya savaşları, Kuzey Makedonya’nın 1991’de bağımsızlığını ilan etmesiyle sonuçlandı. Ancak, yeni kurulan Kuzey Makedonya devleti ciddi güvenlik zorluklarıyla karşı karşıya kaldı; özellikle bölgesel istikrarsızlık, sınır güvenliği sorunları, etnik çatışmalar ve organize suçlar bu dönemde ön plandaydı. Bu bağlamda, henüz emekleme aşamasında olan Kuzey Makedonya istihbarat teşkilatı, güvenlik ve istihbarat kapasitesini artırmak için deneyimli uluslararası müttefiklerle işbirliği yapma arayışına girdi. Bu dönemde İsrail, hem bölgede stratejik ortaklıklar kurmak hem de kendi güvenlik çıkarlarını korumak amacıyla Kuzey Makedonya ile işbirliği kurmak için uygun bir aktör olarak öne çıktı.

Kuzey Makedonya’nın İsrail’e yönelmesinin altında yatan temel nedenlerden biri, İsrail’in sınır güvenliği, terörle mücadele, organize suçlar ve silah kaçakçılığı gibi alanlardaki deneyimiydi. Yugoslavya’nın parçalanması sonucu bölgede oluşan silah ticareti ve etnik çatışmalar, Kuzey Makedonya için büyük bir güvenlik riski oluşturuyordu. İsrail, özellikle Orta Doğu’da sınır güvenliği ve terörle mücadelede kapsamlı bir tecrübeye sahip olduğu için, bu alanlarda Kuzey Makedonya’ya önemli destek sağladı. Özellikle silah kaçakçılığı gibi uluslararası suç ağlarının kontrol altına alınmasında İsrail’in teknolojik ve istihbarat desteği kritik bir rol oynadı. İsrail’in gelişmiş izleme sistemleri ve sınır kontrolü teknikleri, Kuzey Makedonya’nın sınır güvenliğini güçlendirmesine yardımcı oldu.

Ayrıca, İsrail’in istihbarat paylaşımı ve operasyonel kapasitesi, Kuzey Makedonya’nın yeni kurulan istihbarat teşkilatının bölgesel ve uluslararası tehditlere karşı koyma becerisini artırdı. Terörizmle mücadelede İsrail’in sağlamış olduğu uzmanlık, özellikle Balkanlar’da bu dönemde artan radikal gruplara karşı Kuzey Makedonya’nın daha etkin bir güvenlik politikası oluşturmasına katkı sağladı. Bu stratejik işbirliği, iki ülke arasında derinlemesine istihbarat ve güvenlik bağları kurmuş ve Kuzey Makedonya’nın bölgesel güvenlik dinamiklerine daha aktif bir şekilde müdahil olmasını sağlamıştır.

Güncel Durum ve İşbirliğinin Nedenleri

İsrail ve Kuzey Makedonya arasındaki güvenlik işbirliğinin temelinde, iki ülkenin karşı karşıya olduğu ortak güvenlik tehditleri yatmaktadır. Bu tehditlerin başında, Orta Doğu’daki İslamcı terör örgütleri, Balkanlar’daki organize suç şebekeleri ve siber saldırılar gibi küresel ve bölgesel güvenlik sorunları gelmektedir. İsrail, uzun yıllardır Orta Doğu’da radikal İslamcı gruplar ve terörle mücadele konusunda derin tecrübeye sahipken, Kuzey Makedonya ise Balkanlar’da organize suç örgütlerinin yayılması, yasadışı ticaret ve insan kaçakçılığı gibi sorunlarla mücadele etmektedir. Bu iki tür tehdit, hem yerel güvenlik hem de bölgesel istikrar açısından birbirini tamamlayan dinamikler sunar.

İslamcı terör gruplarının küresel çapta yayılması, Kuzey Makedonya gibi Balkan ülkelerini de etkileyen bir sorundur. Radikalleşme, özellikle bu bölgedeki istikrarsızlık dönemlerinde derinleşmiş, İsrail’in bu tehditlere karşı verdiği mücadele deneyimi ise Kuzey Makedonya için önemli bir kaynak haline gelmiştir. Bu bağlamda, İsrail’in geliştirdiği terörle mücadele stratejileri, Kuzey Makedonya’nın kendi sınırları içerisinde ve daha geniş Balkan bölgesinde benzer tehditlere karşı koyma yeteneğini artırmıştır.

Bunun yanı sıra, Balkanlar’da faaliyet gösteren organize suç örgütleri, silah ve uyuşturucu kaçakçılığı gibi faaliyetlerde bulunarak bölgesel güvenliği tehdit etmektedir. Bu örgütler, yasa dışı gelir elde etmek için bölgeyi bir geçiş noktası olarak kullanırken, Kuzey Makedonya’nın coğrafi konumu bu faaliyetlerin merkezi haline gelmesine neden olmuştur. İsrail’in istihbarat kapasitesi ve teknolojik altyapısı, bu suç ağlarının izlenmesi ve ortadan kaldırılmasında Kuzey Makedonya’ya önemli katkılar sağlamaktadır.

Siber güvenlik alanında ise hem İsrail hem de Kuzey Makedonya, son yıllarda artan dijital tehditler karşısında işbirliği yapmaktadır. Siber saldırılar, hem devlet kurumlarına hem de özel sektörlere yönelik ciddi tehditler oluşturmakta ve bu bağlamda İsrail’in gelişmiş siber savunma teknolojileri, Kuzey Makedonya’nın bu tehditlere karşı daha dirençli hale gelmesine olanak tanımaktadır. İki ülke arasındaki bu işbirliği, sadece savunma alanında değil, aynı zamanda eğitim, teknoloji transferi ve ortak operasyonlar konusunda da derinleşmiştir.

Sonuç olarak, bu ortak güvenlik tehditleri, iki ülkenin farklı güvenlik deneyimlerini bir araya getirerek, daha etkin ve kapsamlı bir işbirliği yapmalarını sağlamıştır.

İsrail’in Mossad teşkilatı, dünya çapında gelişmiş istihbarat toplama, analiz ve operasyonel yetenekleriyle tanınan bir kurumdur. Özellikle Orta Doğu ve küresel çapta terörizmle mücadele, stratejik bilgi toplama ve tehditlerin önlenmesi konularında iddialı bir uzmanlığa sahiptir. Mossad’ın teknik ve insan istihbarat kaynakları, dünya genelindeki tehditleri öngörme ve etkili müdahale etme kapasitesini güçlendiren faktörlerdendir. Bu bağlamda, Kuzey Makedonya ile yürüttüğü istihbarat işbirliği, her iki tarafın da güvenlik tehditlerine karşı daha etkin bir savunma geliştirmesine katkı sağlar.

Kuzey Makedonya ise Balkanlar’ın stratejik coğrafi konumu nedeniyle bölgedeki güvenlik gelişmelerini yakından takip etme avantajına sahiptir. Balkanlar, Orta Doğu ve Avrupa arasında bir geçiş bölgesi olduğu için, organize suç örgütleri, yasadışı göç, silah ve uyuşturucu kaçakçılığı gibi tehditlerin merkezi haline gelmiştir. Kuzey Makedonya’nın bu dinamikler üzerindeki gözlem yeteneği, İsrail ile yapılan istihbarat işbirliğinde kritik bir unsur olarak öne çıkar. Mossad’ın geniş kapsamlı istihbarat toplama ağı, Kuzey Makedonya’nın yerel bilgi kaynaklarıyla birleştiğinde, iki ülke arasında karşılıklı olarak fayda sağlayan bir istihbarat paylaşım süreci ortaya çıkar.

Bu ortaklık, sadece bilgi alışverişiyle sınırlı kalmayıp, belirli operasyonel işbirliklerine de zemin hazırlar. Özellikle terörle mücadele, sınır güvenliği, silah kaçakçılığı ve organize suçlara karşı yürütülen operasyonlar, Mossad ve Makedon istihbarat birimlerinin ortaklaşa çalıştığı alanlar arasında yer alır. İsrail’in ileri teknolojik donanımları, Kuzey Makedonya’nın sınır güvenliği ve iç istikrarını güçlendirmek için kritik destek sağlamaktadır. Bunun yanı sıra, her iki ülkenin de sahip olduğu istihbarat bilgileri, bölgesel ve uluslararası tehditlere karşı daha geniş çapta güvenlik stratejileri geliştirilmesine olanak tanımaktadır.

Bu istihbarat paylaşımı ve operasyonel işbirliği, iki ülke arasındaki stratejik bağları güçlendirirken, aynı zamanda Balkanlar’daki ve Orta Doğu’daki güvenlik dinamiklerine daha etkin müdahale edebilme kabiliyeti sağlamaktadır. Böylelikle, her iki taraf da kendi ulusal güvenlik çıkarlarını daha geniş bir çerçevede koruma fırsatı bulmaktadır.

Farklı bir noktada ele alınsa bile oldukça önemli olan, İsrail ve Kuzey Makedonya arasındaki ekonomik işbirliği, iki ülkenin sadece siyasi ve güvenlik alanlarında değil, aynı zamanda ekonomik çıkarlarını da ortak bir zeminde buluşturduklarını göstermektedir. İsrail, Kuzey Makedonya’ya başta savunma sanayi, tarım ve teknoloji olmak üzere stratejik sektörlerde önemli yatırımlar yapmaktadır. Bu işbirliği, iki ülke arasındaki ilişkilerin daha geniş bir yelpazede güçlenmesini sağlamakta ve karşılıklı güvenin inşasına katkıda bulunmaktadır.

Savunma sanayisi de oldukça önemli bir parametre olmakla birlikte iki ülke arasındaki ekonomik işbirliğinin en önemli unsurlarından biridir. İsrail, gelişmiş savunma teknolojileri ve askeri donanım alanında Kuzey Makedonya’ya önemli katkılar sağlamakta, bu da Kuzey Makedonya’nın savunma kabiliyetlerini güçlendirmektedir. Özellikle sınır güvenliği, askeri altyapı ve siber güvenlik gibi alanlarda İsrail teknolojileri Kuzey Makedonya tarafından kullanılmaktadır. İsrail’in bu alandaki ileri teknik bilgi ve donanımı, Kuzey Makedonya’nın güvenlik ve savunma alanındaki kapasitesini artırarak bölgedeki güvenlik dinamiklerini dengelemesine yardımcı olur.

Tarım alanında ise İsrail, gelişmiş tarım teknolojileri ve sulama sistemleri konusunda dünya liderlerinden biridir. Kuzey Makedonya, tarımsal üretimini artırmak ve sürdürülebilir kalkınma sağlamak için İsrail’in bu alandaki deneyiminden yararlanmaktadır. Özellikle su kaynaklarının etkin kullanımı ve modern tarım teknikleri sayesinde, Kuzey Makedonya’da tarımsal verimlilik artmakta ve tarım sektörü daha sürdürülebilir hale gelmektedir.

Teknoloji ve inovasyon alanında da İsrail’in dünyadaki öncü rolü, Kuzey Makedonya ile yürütülen işbirliğinin önemli bir boyutunu oluşturmaktadır. İsrail, gelişmiş teknoloji şirketleri, startup ekosistemi ve Ar-Ge faaliyetleriyle tanınmakta olup, Kuzey Makedonya’ya bu alanda teknoloji transferi ve inovasyon desteği sunmaktadır. Özellikle dijitalleşme, bilgi teknolojileri ve yapay zekâ gibi alanlarda sağlanan işbirliği, Kuzey Makedonya’nın teknoloji altyapısını modernize etmesine olanak tanır.

Bu ekonomik işbirliği, sadece iki ülkenin ekonomik büyümesine katkıda bulunmakla kalmayıp, aynı zamanda güvenlik işbirliğini de destekleyen bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Ekonomik ilişkilerin güçlenmesi, siyasi ve diplomatik bağları daha da derinleştirirken, iki ülke arasındaki güven ortamının da pekişmesine zemin hazırlamaktadır.

İsrail ve Kuzey Makedonya arasındaki diplomatik ilişkiler, özellikle 1990’lı yıllardan itibaren hızla gelişmiş ve günümüzde çok boyutlu bir işbirliği seviyesine ulaşmıştır. İki ülke arasındaki bu ilişkilerin gelişiminde karşılıklı güven, bölgesel istikrar ve ortak çıkarlar önemli bir rol oynamaktadır. Kuzey Makedonya’nın bağımsızlığını kazanmasının ardından İsrail kendi stratejik çıkarlarından dolayı, bu genç devleti hızla tanımış ve diplomatik ilişkiler kurmuştur. Bu süreç, iki ülkenin siyasi ve ekonomik bağlarını güçlendirmesine olanak tanımış, aynı zamanda güvenlik ve istihbarat alanındaki işbirliğinin de temellerini atmıştır.

Son yıllarda iki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler daha da pekişmiş ve düzenli olarak karşılıklı ziyaretler gerçekleştirilmiştir. Bu ziyaretler, sadece üst düzey hükümet yetkilileri arasında sınırlı kalmamış, aynı zamanda iş dünyası temsilcileri ve akademik çevrelerin de dâhil olduğu geniş kapsamlı delegasyonlar aracılığıyla sürdürülmüştür. Bu tür ziyaretler, iki ülkenin hem siyasi hem de ekonomik işbirliğini derinleştirmek için zemin hazırlamaktadır.

İmzalanan işbirliği anlaşmaları da, diplomatik ilişkilerin daha resmi bir çerçeveye oturtulmasını sağlamaktadır. Savunma, tarım, ticaret, teknoloji transferi ve eğitim gibi çeşitli alanları kapsayan bu anlaşmalar, sadece ekonomik çıkarlar değil, aynı zamanda iki ülkenin güvenlik stratejileri ve uluslararası politikadaki pozisyonlarını da desteklemektedir. Özellikle güvenlik ve savunma alanında imzalanan anlaşmalar, iki ülke arasındaki stratejik ortaklığın derinleşmesine katkıda bulunmuştur. İsrail, Kuzey Makedonya’nın NATO üyeliğine verdiği desteği sürdürmüş, bu da iki ülkenin uluslararası arenadaki ilişkilerini daha da güçlendirmiştir.

Sonuç olarak, düzenli diplomatik temaslar ve stratejik işbirliği anlaşmaları, İsrail ve Kuzey Makedonya arasındaki diplomatik ilişkilerin çok boyutlu bir karakter kazanmasına olanak tanımış, iki ülke arasındaki bağları hem bölgesel hem de uluslararası düzeyde daha sağlam bir temele oturtmuştur.

Makedonya Neden İsrail ile Çalışmayı Tercih Eder?

İsrail’in Mossad teşkilatı, dünya çapında en deneyimli ve iddialı istihbarat kuruluşlarından biri olarak kabul edilmektedir. Mossad, özellikle gizli operasyonlar, insan istihbaratı (HUMINT), siber güvenlik ve terörle mücadele alanlarında kazandığı kapsamlı deneyim ile öne çıkmaktadır. Gelişmiş istihbarat toplama yöntemleri, yüksek teknolojiye dayalı analiz sistemleri ve operasyonel esneklik, Mossad’ın dünyanın en gözle görülür istihbarat kurumları arasında yer almasını sağlamıştır. Bu deneyim ve uzmanlık, İsrail’in ulusal güvenlik stratejilerini şekillendiren ve küresel çapta güvenlik işbirliklerini derinleştiren temel unsurlardan biridir.

Kuzey Makedonya ise bağımsızlığını kazandığı 1990’lı yıllardan bu yana, kendi istihbarat teşkilatını güçlendirme çabası içerisindedir. Balkanlar’da jeopolitik olarak kritik bir konumda bulunan Kuzey Makedonya, bölgedeki güvenlik tehditlerine karşı daha etkili bir savunma kapasitesi oluşturmayı hedeflemektedir. Bu süreçte, İsrail’in sahip olduğu istihbarat birikiminden ve Mossad’ın operasyonel kapasitesinden yararlanarak kendi istihbarat teşkilatını modernize etmeye çalışmaktadır. Kuzey Makedonya’nın sınır güvenliği, organize suçlarla mücadele ve terör tehditlerine karşı daha etkin bir istihbarat altyapısı oluşturma çabaları, bu işbirliğinin temel motivasyonlarından biridir.

İsrail’in Mossad üzerinden sağladığı deneyim aktarımı, sadece bilgi paylaşımı ile sınırlı kalmayıp, aynı zamanda eğitim programları, teknik destek ve operasyonel işbirliği aracılığıyla Kuzey Makedonya’nın istihbarat kapasitesini geliştirmesine yardımcı olmaktadır. Bu sayede, Kuzey Makedonya, İsrail’den aldığı deneyimle, kendi bölgesel güvenlik tehditlerine karşı daha proaktif bir duruş sergileyebilmekte ve istihbarat toplama ve analiz yeteneklerini güçlendirebilmektedir.

Sonuç olarak, İsrail’in Mossad teşkilatının sunduğu deneyim ve uzmanlık, Kuzey Makedonya’nın istihbarat kapasitesini geliştirerek, hem bölgesel hem de uluslararası güvenlik tehditlerine karşı daha hazırlıklı olmasına katkıda bulunmakta ve iki ülke arasındaki stratejik ortaklığı derinleştirmektedir.

İsrail, savunma sanayi ve ileri teknoloji alanında dünya çapında önde gelen ülkelerden biri olarak, yenilikçi savunma sistemleri, siber güvenlik çözümleri, yüksek teknoloji ürünleri ve askeri donanım üretimiyle tanınır. Özellikle sınır güvenliği, insansız hava araçları (İHA), radar sistemleri ve gelişmiş gözetim teknolojileri gibi savunma sanayi ürünleri, İsrail’in küresel çapta savunma alanındaki etkisini artıran faktörlerdendir. Bu teknolojiler, hem iç güvenlik tehditlerine karşı koymak hem de askeri operasyonlarda avantaj sağlamak için kritik bir rol oynamaktadır.

Kuzey Makedonya, İsrail’in bu teknolojik liderliğinden yararlanarak kendi güvenlik altyapısını modernize etmektedir. Özellikle sınır güvenliği, siber güvenlik ve askeri teknoloji alanlarında İsrail’den elde edilen bilgi birikimi ve donanım, Kuzey Makedonya’nın güvenlik güçlerinin operasyonel kabiliyetlerini güçlendirmektedir. Kuzey Makedonya, bölgedeki etnik çatışmalar, organize suç örgütleri ve terör tehditleriyle mücadele ederken, İsrail’in sağladığı teknoloji transferi sayesinde daha etkili ve güvenli bir savunma sistemi inşa etmektedir.

Bu süreçte, İsrail tarafından sağlanan askeri eğitim, teknoloji danışmanlığı ve donanım satışları da önemli bir rol oynamaktadır. Özellikle İsrail’in gelişmiş gözetim sistemleri ve insansız hava araçları (İHA) gibi teknolojiler, Kuzey Makedonya’nın sınır güvenliği ve izleme yeteneklerini büyük ölçüde artırmıştır. Bu teknoloji transferi, sadece askeri alanda değil, aynı zamanda sivil güvenlik, siber savunma ve kriz yönetimi gibi alanlarda da Kuzey Makedonya’nın kapasitesini modernize etmektedir.

İki ülke arasındaki bu teknolojik işbirliği, hem güvenlik alanında hem de ekonomik açıdan önemli bir katkı sağlamakta, Kuzey Makedonya’nın bölgesel güvenlik stratejilerinde daha etkin bir rol oynamasına imkân tanımaktadır.

İsrail, Kuzey Makedonya’nın egemenlik haklarını ve toprak bütünlüğünü destekleyen başlıca ülkelerden biridir. Bu destek, yalnızca iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin güçlendirilmesine hizmet etmekle kalmayıp, aynı zamanda stratejik işbirliklerinin derinleştirilmesine de olanak sağlamaktadır. İsrail’in Kuzey Makedonya’nın bağımsızlık ve toprak bütünlüğüne verdiği destek, iki ülke arasındaki siyasi ve ekonomik işbirliklerini pekiştirmekte, bölgesel güvenlik dinamiklerinde önemli bir rol oynamaktadır. Bu bağlamda, İsrail’in sunduğu destek, Kuzey Makedonya’nın uluslararası arenada daha fazla kabul görmesine ve güvenlik alanında daha sağlam temellere oturmasına katkıda bulunmaktadır. Ayrıca, bu siyasi destek, iki ülkenin ortak güvenlik ve ekonomik çıkarlarını daha etkin bir şekilde korumalarına olanak tanımaktadır.

İsrail Mossad ve Kuzey  Makedonya arasındaki ilişki, karşılıklı çıkarlara dayalı, uzun vadeli ve çok boyutlu bir işbirliğidir. Ortak güvenlik tehditleri, ekonomik çıkarlar ve diplomatik ilişkiler, bu işbirliğinin temelini oluşturmaktadır. Gelecekte, iki ülke arasındaki işbirliğinin daha da derinleşerek, bölgesel güvenlik ve istikrar için önemli bir faktör haline gelmesi beklenmektedir.

Serkan Yıldız 
Güvenlik ve İstihbarat Uzmanı

Amerika Güneydoğu Asya’yı Kaybediyor: ABD’nin Bölgedeki Müttefikleri Neden Çin’e Yöneliyor?

0

Bu yazı Lynn Kuok imzasıyla İngilizce olarak America Is Losing Southeast Asia: Why U.S. Allies in the Region Are Turning Toward China başlığıyla Foreign Affairs Dergisinde yayınlanmıştır. 

Amerika Son Zamanlarda Asya’daki Ortaklarıyla “Yakınlaşma”dan Bahsediyor. Haziran ayında Singapur’daki yıllık Shangri-La Diyaloğu’nda ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin, konuşmasına “Hint-Pasifik’teki Yeni Yakınlaşma” başlığını verdi. Bir ay sonra Brookings Enstitüsü’nde, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Japonya ve Güney Kore ile gelişen ilişkilerden ve NATO ile Hint-Pasifik arasındaki güçlenen güvenlik bağlarından bahsederek ABD’nin Asya’daki kilit ortaklarıyla “çok daha büyük bir yakınlaşma” yaşadığını belirtti. Temmuz ayında Aspen Güvenlik Forumu’nda Blinken, Rusya’ya yaklaşım ve Çin’e yaklaşım açısından ABD’nin Asya’daki ve Avrupa’daki ortaklarıyla “bu kadar büyük bir yakınlaşmanın yaşandığı bir dönem görmediğini” yineledi.

Ancak gerçekte Amerika, Asya’nın önemli bölgelerinde güç kaybediyor. Singapur hükümeti tarafından finanse edilen, ancak çalışmalarını bağımsız olarak yürüten bir araştırma enstitüsü olan ISEAS-Yusof Ishak Enstitüsü, her yıl Güneydoğu Asya Uluslar Birliği‘ndeki (ASEAN) on ülkeden akademi, düşünce kuruluşları, özel sektör, sivil toplum, kâr amacı gütmeyen kuruluşlar, medya, hükümet ve bölgesel ve uluslararası örgütlerden 1.000 ile 2.000 arasında katılımcıya anket yapmaktadır. Bu anket, bölgedeki “elit görüş” üzerine yapılan uzun vadeli çalışmalara en yakın şeydir ve bazı ayrıntılar tartışmaya açık olsa da, bölgesel ve uluslararası konulara dair algıların genel seyrini anlamak için iyi bir gösterge sunmaktadır. Bu yılki ankette, katılımcıların çoğunluğu ASEAN’ın ABD yerine Çin ile hizalanması gerektiğini belirtti. Bu, anketin bu soruyu 2020’de sormaya başlamasından bu yana ilk kez Çin’in tercih edilmesi oldu.

ABD için desteğin bu düşüşü Washington’da alarm zilleri çaldırmalı, çünkü Çin’i ana rakibi ve Hint-Pasifik’i kritik bir savaş alanı olarak görüyor. Güneydoğu Asya, bu geniş ve dinamik bölgenin coğrafi kalbinde yer almakta olup, iki ABD müttefiki (Filipinler ve Tayland) ve birkaç önemli ortağa ev sahipliği yapmaktadır. Amerika’nın Hint-Pasifik’teki hedefleri, Çin karşısında kaybettiği zemin nedeniyle sekteye uğramaktadır. Filipinler ve Singapur, ABD’nin askeri tesislerine ev sahipliği yapmaktadır ve Çin ile ABD arasında açık bir çatışma olması durumunda özellikle önemli olacaklardır. Ancak savaşın dışında dahi, Çin’in Güneydoğu Asya’da artan etkisi, Amerika’nın ikili ve çok taraflı stratejik hamlelerle etkili bir şekilde müdahil olma yetisini azaltmaktadır. Birçok Güneydoğu Asya ülkesi liberal demokrasi değildir ve hükümetler genellikle halkın görüşlerini yansıtan dış politikalar yürütmemektedir. Ancak ankete katılan grup arasında hükümet yetkilileri de yer almış olup, liberal olmayan demokrasilerde bile artık halkın görüşlerine yanıt verme baskısı hissedilmektedir.

İtibar Kaybı

Son yıllarda, Amerika Birleşik Devletleri Güneydoğu Asya’da bazı başarılar elde etti. ABD Başkanı Joe Biden yönetimi, özellikle Filipinler ile ilişkileri güçlendirdi ve 2023’te dört yeni askeri tesise erişim sağladı. Ayrıca, Biden’ın geçen yıl eylül ayında Hanoi’yi ziyaret etmesiyle sonuçlanan sürekli diplomatik temasların ardından, Vietnam da ABD ile ilişkilerini iki seviye yükselterek “kapsamlı stratejik ortaklık” düzeyine çıkardı. Ancak bu gelişmenin savunma ve güvenlik iş birliğinde artışa ve ekonomik bağların derinleşmesine ne ölçüde yansıyacağı henüz belli değil.

Ancak, Güneydoğu Asya’daki diğer ülkelerle ilişkilerde ABD daha kötü bir performans sergiledi. ISEAS-Yusof Ishak Enstitüsü‘nün 2020 yılında ilk kez yönelttiği “ASEAN stratejik rakiplerinden biriyle zorunlu olarak hizalanmak zorunda kalsa hangisini seçmelidir?” sorusunda, yanıtlar her ülkenin eşit oranda temsil edilmesini sağlamak için ayarlandığında, yüzde 50,2 ABD’yi, yüzde 49,8 ise Çin’i tercih etti. 2023’te bu oran ABD lehine yüzde 61’e çıkarken, Çin’i tercih edenlerin oranı yüzde 39 oldu. Ancak Brunei, Endonezya, Laos, Malezya ve Tayland’da ABD genel ortalamanın altında kaldı. 2024 anketinde ise Çin, bölgenin tercih ettiği hizalanma ortağı olarak ABD’yi geçti: Yüzde 50,5 Çin’i, yüzde 49,5 ABD’yi tercih etti.

Bu yılki sonuçları ülke bazında incelediğimizde, ABD’nin Çin’e karşı en fazla zemin kaybettiği ülkelerin Laos (30 puan düşüş), Malezya (20 puan düşüş), Endonezya (20 puan düşüş), Kamboçya (18 puan düşüş) ve Brunei (15 puan düşüş) olduğunu görüyoruz. ABD ayrıca Myanmar ve Tayland’da da zemin kaybetti (sırasıyla 10 ve 9 puanlık düşüş).

Amerika Birleşik Devletleri hâlâ Filipinler (%83), Vietnam (%79) ve Singapur (%62) gibi ülkelerde yüksek destek görüyor ve Myanmar (%58) ve Kamboçya’da (%55) da sağlam bir desteğe sahip. Ancak, 2023’ten 2024’e ABD’yi Çin’e tercih etme eğilimi sadece Filipinler, Singapur ve Vietnam’da küçük bir artış gösterdi. Bu sorunun çerçevesi göz önünde bulundurulduğunda, ABD’nin kaybettiği destek, her zaman Çin’in kazancı anlamına geliyor. Yani, Güneydoğu Asya’daki birçok ülkede, ABD’nin müttefiklerinden biri olan Tayland ve ABD’nin Hint-Pasifik Stratejisi’nde ilişkilerini güçlendirmek istediği dört ortak ülkeden ikisi olan Endonezya ve Malezya dahil olmak üzere, hükümet yetkilileri de dâhil, birçok katılımcı eğer bir stratejik rakip ile hizalanmak zorunda kalsalar Çin’i tercih edeceklerini belirtiyorlar.

ABD, özellikle Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu ülkelerde desteğini dramatik bir şekilde kaybetti. 2024 anketi, 2023’e kıyasla sertleşmiş bir tutum ortaya koydu. Ankete katılan Malezyalıların %75’i, Endonezyalıların %73’ü ve Bruneili katılımcıların %70’i, ABD’ye kıyasla Çin’le hizalanmayı tercih edeceklerini söylediler. Bu oranlar, 2023’te sırasıyla %55, %54 ve %55’ti. Ankette bu seçimin neden yapıldığı sorulmadı, ancak başka bir soruda katılımcıların üç ana jeopolitik kaygısını seçmeleri istendiğinde, neredeyse yarısı İsrail-Hamas çatışmasını en büyük endişe olarak belirtirken, coğrafi olarak daha yakın olan Güney Çin Denizi anlaşmazlığını en üst sıraya yerleştirenlerin oranı %40’ta kaldı.

ABD’nin İsrail’e verdiği güçlü destek muhtemelen Çin’in lehine durumu değiştirdi. Müslüman çoğunluklu üç ülkenin tümünde ankete katılanlar, İsrail-Hamas çatışmasını en büyük jeopolitik endişeleri olarak sıraladılar: Malezyalıların %83’ü, Bruneililerin %79’u ve Endonezyalıların %75’i bu seçeneği tercih etti. Önemli bir Malay-Müslüman azınlığa (%15) sahip olan Singapur’da da katılımcıların %58’i İsrail-Hamas çatışmasını en büyük endişe olarak belirtti.

İhmalkar Sorumluluk: ”Gazze Nedeniyle Çin’i Seçeceğiz”

Anketin bulguları, bölgedeki son görüşmelerimle de örtüşüyor. Konuştuğum Endonezyalı diplomatlar, ABD’nin Gazze savaşındaki tutumuna karşı sert eleştirilerde bulundular. Üst düzey bir Malezyalı diplomat ise durumu basit bir şekilde özetledi: “Gazze nedeniyle Çin’i seçeceğiz.” Ayrı bir görüşmede, üst düzey bir Malezyalı yetkili, Malezya’nın uzun süredir bağlantısız bir dış politika izlediğini ve ABD’nin Orta Doğu politikasına eleştiriler yönelttiğini, ancak İsrail ve ABD’ye duyulan öfkenin giderek arttığını belirtti. Artık birçok Malezyalı, Amerikan gıda ve tüketim markalarını boykot ediyor. Buna karşılık, Çin ise giderek daha olumlu bir şekilde algılanıyor.

Kamboçyalı katılımcıların ABD ile hizalanmayı tercih etmelerine rağmen, bu tercih 2023’e göre 18 puanlık bir düşüş göstermesi şaşırtıcı gelebilir; çünkü Kamboçya hükümeti güçlü bir şekilde Çin yanlısıdır. Mart ayında Kamboçya’ya yaptığım bir ziyarette konuştuğum sıradan Kamboçyalılar, ABD’nin demokrasiye verdiği desteği takdir ettiklerini belirttiler. Ancak Amerika’yı övenler bile, ABD’nin sivil toplum kuruluşlarına verdiği destek dışında ülkeye yaptığı somut katkıları gösteremediler.

Geçtiğimiz Haziran ayında, ABD Savunma Bakanı Austin, savunma bağlarını güçlendirmek amacıyla Phnom Penh’i ziyaret etti. Ancak bu girişim, Pekin’in Kamboçya ile olan ilişkilerinin çok gerisinde kaldı. 2019’da Kamboçya, Çin ordusuna Tayland Körfezi kıyısındaki Ream Donanma Üssü’ne münhasır erişim sağlayan bir anlaşma yaptı, bu anlaşma Çin’e stratejik ve lojistik avantajlar sağladı, ancak hem Phnom Penh hem de Pekin üssün askeri amaçlarla kullanılacağını reddetti. Çin, Kamboçya ekonomisinde de büyük bir rol oynamaktadır. Kamboçya Yatırım Geliştirme Konseyi’ne göre, Mayıs ayında Kamboçya’daki toplam finansmanın neredeyse %50’si Çin yatırımlarına aitti, ABD’nin payı ise %1’in altındaydı. Ağustos ayında, Kamboçya, Phnom Penh’i Tayland Körfezi’ne bağlayacak 1,7 milyar dolarlık Çin tarafından finanse edilen bir kanalın inşasına başladı.

Benzer şekilde, Washington, Amerika Birleşik Devletleri’nin Vietnam ile yükseltilmiş ilişkilerini övse de Çin, 2008’den bu yana aynı düzeyde bir ortaklığın tadını çıkarmaktadır. ABD ile ilişkilerin yükseltilmesinden üç ay sonra Hanoi, Çin ile stratejik ilişkilerini daha da güçlendirmek için harekete geçti. İki başkent 36 yeni iş birliği anlaşması açıkladı ve Hanoi, diplomatik ilişkilerle ilgili olarak Çin’in istediği bir formülasyona bağlı kalan ortak bir bildiri yayımladı: Çin ve Vietnam’ın “ortak kader topluluğu” oluşturduğu. Hanoi, bu ifadenin belirsizliği ve Çin’in tarafını tuttuğu izlenimini verebileceği endişesiyle yıllarca bu terimden kaçınmıştı.

Batı medyası genellikle Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi ile ilgili borç tuzaklarına dair haberler yapmaktadır. Ancak BRI projeleri, alıcı ülkelere sunduğu büyüme ve kalkınma potansiyeli nedeniyle Güneydoğu Asya’da genel olarak memnuniyetle karşılanmaktadır. Bölgeden üst düzey bir diplomat, bunu “gönülleri ve zihinleri kazanma” modeli olarak nitelendirdi. Ocak ayında, ASEAN dışişleri bakanlarının ülkenin kültürel ve ruhani merkezi olan Luang Prabang’da gerçekleşen toplantısında yer almak üzere Laos’a seyahat ettim. Çin ve ABD arasında etki mücadelesine dair hiçbir işaret yoktu; Çin’in etkisi halkın günlük yaşamında hâkimdi. Luang Prabang’daki sakinler, Nisan 2023’te şehirden geçerek Laos’u Çin’e bağlayan BRI bağlantılı bir demiryolunun tam olarak açılmasından bu yana yerel iş dünyasına katkıları hakkında olumlu konuşuyordu.

Daha önce çoğunluğu Çin’e ait olan Laos-Çin Demiryolu Şirketi’nde çalışan ve yolculara yardım eden bir Laoslu otel müdürü, bazı yolcuların trene binmeden önce ayakkabılarını çıkarıp peronda bıraktığını anlattı. Birçok Laoslu köylü için bu, ilk tren yolculuğuydu. Ancak bu sevimli anekdot, daha derin bir noktayı da vurguladı: Asya’da, bir eve girmeden önce geleneksel olarak ayakkabılar çıkarılır ve Laoslular, Çin tarafından inşa edilen demiryoluyla kendilerini açıkça rahat hissediyorlardı.

GİZLİ MALİYET

Çin’in Güneydoğu Asya’daki artan etkisi, Amerika Birleşik Devletleri’nin bölgede stratejik olarak ikili ve çok taraflı ilişkilere girmesini zorlaştırıyor. Bunun en belirgin örneği, ASEAN’ın Güney Çin Denizi konusunda izlediği temkinli tutumdur. Geçen yıl boyunca Pekin’in Filipinler’in münhasır ekonomik bölgesindeki giderek artan saldırgan eylemlerine rağmen, ASEAN Çin’i doğrudan eleştiren bir bildiri yayımlamadı.

ABD’nin bölgedeki kaybettiği zemin, yalnızca Asya’da değil, başka yerlerdeki konumunu da zayıflatıyor. Örneğin, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini kınamak veya Orta Doğu’daki politikaları için destek toplamak konusunda yaşadığı zorluklar buna örnektir. Bir ülkenin herhangi bir konudaki tutumu, ulusal çıkar algıları tarafından şekillendirilir. Ancak Güneydoğu Asya ülkeleriyle iyi ilişkiler içinde olmak, Washington’un bu ülkeleri belirli bir pozisyonun çıkarlarına uygun olduğuna ikna etmesine yardımcı olurdu. Rusya’nın uluslararası hukuku açıkça ihlal etmesine karşı daha güçlü bir küresel yanıt çağrıları, Güneydoğu Asya’da büyük ölçüde yankı bulmadı. Buna karşılık, bölgedeki birçok kişi Rusya veya Çin’in bu konudaki söylemlerini tekrarlıyor. ABD’nin dış politikasında çifte standartlara sahip olduğu ve Çin’e karşı çıkarcı bir ajanda izlediği algısı, daha geniş destek toplama kabiliyetini zayıflattı. Güneydoğu Asyalılar, şu anda ABD’ye baktıklarında, işlevsiz bir iç politika ve çıkarcı bir dış politika izleyen bir ülke görüyorlar.

ABD’nin Güneydoğu Asya’daki desteği yeniden kazanması için Asyalı ortaklarla olan uyumunu abartmaktan kaçınması gerekiyor. Uyum anlatısının sürekli vurgulanması, en iyi ihtimalle Washington’un bölgede düşen konumunun farkında olmadığını, en kötü ihtimalle Güneydoğu Asya’nın ABD dış politikasında göz ardı edildiğini gösteriyor. Ayrıca, Güneydoğu Asya hükümetlerinin, özellikle Çin ile çatışan toprak ve deniz iddialarıyla mücadele edenlerin, Pekin’in Güney Çin Denizi’ndeki eylemlerine kızgın olsa da, bu anlaşmazlığın Çin ile olan ilişkilerinin tamamını oluşturmadığını da kabul etmelidir. Bu durum Filipinler için bile geçerli: Pekin, Güney Çin Denizi’nde daha iyi davranarak, BRI anlaşmalarındaki yükümlülüklerini yerine getirerek veya başka yatırımlar sunarak Manila’nın tepkisini hafifletebilir.

Washington, bölgeyle ekonomik angajmanlarını artırmalıdır: Güneydoğu Asya ülkeleri için ekonomi, güvenlik anlamına gelir. ISEAS-Yusof Ishak Enstitüsü’nün anketinde katılımcılara Güneydoğu Asya’da “en etkili ekonomik güç” sorulduğunda, katılımcıların neredeyse %60’ı Çin’i, %14’ü ise ABD’yi seçti. ABD Savunma Bakanı’nın son Kamboçya ziyareti sonrası, artan ticaret ve yatırım gibi gelişmiş ekonomik angajmanlar gerçekleştirilmelidir. Geçen yıl babası Hun Sen’den devralan Kamboçya Başbakanı Hun Manet, West Point mezunu ve akıcı bir İngilizce konuşuyor. Washington, on yıllık gerilimli ilişkileri geride bırakma ve Phnom Penh ile stratejik olarak angaje olup Çin’in Kamboçya’daki hızla büyüyen etkisini dengelemek için bu bağları kullanma fırsatına sahip.

Amerika Birleşik Devletleri, Çin’in ulusal güvenlik çıkarlarını açıkça tehdit eden ya da uluslararası hukukun ağır ihlallerini oluşturan eylemlerine doğrudan yanıt vermeye odaklanmalıdır. Her iki durumda da Washington, yanıtlarını net bir şekilde gerekçelendirebilmeli ve Çin’in ihlaline uygun şekilde ölçülü adımlar atmalıdır. Örneğin, Güneydoğu Asya’da birçok kişi, Çin’den ithal edilen elektrikli araçlara yüzde 100 gümrük vergisi uygulanmasının ulusal güvenlik gerekçesiyle neden gerekli olduğunu anlamakta zorlanıyor. Güneydoğu Asya başkentleri, Washington’un gereksiz yere kavgacı bir tutum sergileyip ABD-Çin çatışmasını tetikleyebileceğinden ya da mevcut ekonomik düzene zarar verebileceğinden endişe duyuyor; bu ekonomik düzen ise onlara büyük faydalar sağlamıştır.

ABD, Çin’in dezenformasyonuna karşı koymak istiyor, ancak bu çabalar, bu dezenformasyonun neden yankı bulduğunu ele almalıdır. Çin, Amerika’yı Gazze’de “alçak bir savaş kışkırtıcısı” olarak tasvir etti; yakın zamanda konuştuğum birçok Güneydoğu Asyalı, buna Müslüman olmayanlar da dâhil, bu tanımlamanın kendilerine doğru göründüğünü söyledi. Ancak Washington, Gazze krizine verdiği yanıtla İsrail’in en aşırı eylemlerini desteklemeseydi ya da en azından bunlara göz yummasaydı, bu tasvir çok az geçerlilik taşırdı.

ABD’nin Güneydoğu Asya’da kaybettiği zemini geri kazanması zorlu bir mücadele olacak. Güneydoğu Asya ülkeleri, ABD ve Çin arasında bir denge kurmaya devam edecekler, ancak Washington için esas zorluk, bu ülkelerin ABD ile ilişki kurma arzusunu stratejik kazançlara dönüştürmek olacaktır. Ancak meseleler düşünüldüğünde, Washington bu konuda çaba göstermelidir. Asya’daki sorun, yalnızca ABD’nin sorunu değildir. Güneydoğu Asya, ABD ile bağlarını zayıflatmanın yanlış olacağını anlamalıdır. ABD’nin sağladığı güvenlik şemsiyesi, bölgeye barış ve refah getirmiştir. Güçlü bir ABD varlığı olmadan, bölgenin stratejik seçenekleri azalacak ve Çin’den daha iyi bir davranış talep etme kabiliyeti de zayıflayacaktır.

ABD’nin Güneydoğu Asya’da karşılaştığı zorluklar benzersiz değil; bu, ülkenin daha geniş çaplı bir ikileminin parçasıdır: Çin’in agresif bir şekilde kazanmaya çalıştığı küresel Güney’i, özellikle gelişmekte olan ülkeleri nasıl yanına çekeceği ya da en azından onları Çin’in yörüngesine kaymaktan nasıl alıkoyacağı sorusu. Ancak Güneydoğu Asya, ABD stratejisi için özellikle önemlidir, çünkü Washington’un öncelik olarak belirlediği bir bölgenin tam kalbinde yer almaktadır. Sonuçta, Çin ile olan mücadele, Hint-Pasifik’te kazanılacak ya da kaybedilecektir.

Lynn Kuok, Brookings Enstitüsü’nde Lee Kuan Yew Güneydoğu Asya Çalışmaları Kürsüsü’nde görev yapmaktadır ve Cambridge Üniversitesi’nde Kıdemli Araştırma Görevlisidir.

Gelişen Türkiye – BRICS İlişkileri: Avrupa Birliği Yakından İzliyor

Türkiye BRICS İlişkileri

Avrupa Birliği, başlangıçta Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’nın bir araya gelerek oluşturduğu BRİCS ile Türkiye ilişkilerindeki gelişmeleri yakından takip edilmektedir.  Daha Türkiye’de kamuoyunda gündem konusu olmadan Batı basınında bugün, Türkiye’nin BRİCS üyeliğine resmen başvurduğu iddiası gündeme getirilerek yorumlar yapılmaya başladı. Türkiye’nin AB içerisindeki önemi, Gümrük Birliği kapsamında bulunduğuna işaret edilerek, NATO’nun güçlü ve stratejik konumdaki üyeliği de vurgulanarak Türkiye Brics ilişkilerindeki gelişmeler gündem konusu ediliyor. Bugün bazı önemli siyasi gazetelerin konusu Türkiye ve BRİCS ilişkileriydi. Türkiye’nin mevcut AB ve diğer ülkeleri ile BRICS ile devam eden sürece geniş şekilde yer verilerek, BRICS’in Türkiye’nin de gündemde olduğu genişleme sürecinin 22-24 Ekim tarihleri arasında Rusya’nın Kazan kentinde düzenlenecek zirvede ele alınmasının beklendiği Malezya, Tayland ve Türkiye’nin yakın müttefiki olan Azerbaycan’ın, gruba katılmak isteyen diğer ülkeler arasında yer aldığı hususunun altı çizilmektedir.

Uzun süre dünyayı etkileyen Covid19 salgını ve hemen ardından 14 Şubat 2022’de başlayan Ukrayna-Rusya savaşı ile 7 Ekim 2023’den bu yana şiddetini artırarak devam eden İsrail’in Gazze’yi işgali ile mevcut ekonomik ve siyasi yapısında beklenmedik zor ve sıkıntılı gündem konuları ile karşı karşıya bulunan AB, bir yandan kendi bünyesindeki seçimler ve sonuçlarını, AB ve Avrupa’nın geleceğine yönelik muhtemel etkilerini tartışır iken, özellikle Almanya’da başlayan ve ilk sonuçları şaşkınlık yaratan seçim sonuçlarının ne yöne doğru evrileceği büyük endişe ve merak ile takip edilmekte, değerlendirmeler yapılmaktadır. Türkiye BRICS İlişkileri

AB bir yandan kendi ortak meselelerini değerlendirirken, bir yandan da AB’nin net bir şekilde tutumunu ortaya koyamadığı Türkiye ile ilişkiler ve akıbetiyle ilgili yaklaşımları gündem maddesi olarak önemini korur iken, beş yıllık bir aradan sonra Dışişleri Bakanımız Sn. Hakan Fidan’ı, AB dışişleri bakanlarının katıldığı, Gymnich adı verilen gayri resmi toplantıya davet etmiş ve dinlemiştir. Beş yıllık uzun bir aradan sonra ilk kez Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı’nın bu toplantıya davet edilmiş olması, AB’nin Türkiye ile ilişkiler konusunda yeni bir yaklaşım arayışı içerisinde olduğunun belirgin ve önemli bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.

Sn. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın Mayıs 2023’te halkımızın teveccühü ile tekrar Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi, ülke yönetimi konusunda halk iradesinin tekrar tazelenmesini takiben, Cumhuriyetimizin Yeni Yüzyılı başlangıcında, Sn. Cumhurbaşkanımızın ortaya koyduğu “Türkiye Vizyonu”, ile Sn. Fidan’ın “Girişimci ve İnsani Dış Politika” temel hedefli; Bölgesel, Yapıcı, Sistem Dönüştüren yeni Türk Dış Politika yaklaşımı bulunduğumuz coğrafyanın her kesiminde ciddi bir dikkatle izlenirken, AB kesiminde de olumlu yansımaları ve ilişkilerimize katkısı görülmeye başladı.

Ülkemizin istikrarla takip etmeye çalıştığı bu kararlı ve özellikle çok boyutlu dış politika yaklaşımı sonucu, AB 5 yıl aradan sonra, Sn. Dışişleri Bakanımızı davet ederek, Türkiye’nin birçok konudaki yaklaşımlarını bizzat kendisinden duyma ihtiyacı hissetti. Bu vesile ile AB; Türkiye’nin AB üyeliği konusunda kendi ahitlerine bağlılığı ve kararlılığını yeniden görmüş olmakla birlikte, özellikle Türkiye’nin vize sorunu konusundaki tutumunu ve 1996 yılında yürürlüğe giren AB ile Gümrük Birliği anlaşmamızın ele alınarak ulaşılmış bulunan ticaret hacmini taşımaktaki zorlukları nedeniyle günün gelişen şartlarına göre karşılıklı mutabakat ile yeniden güncellenmesi yönündeki kararlılığını tekrar hissetti. Kamu oyumuz ve özellikle ticaret kesimi artan ticari ilişkilerimiz ve AB tedarik merkezlerinin Türkiye’ye yönelik artarak devam eden ihtiyaç ve ilgisi karşısındaki AB tutumunu, sadece Türkiye de kamu oyu değil, AB”deki üreten kesim, sanayi ve tedarik merkezleri de büyük bir merakla beklemektedir. Türkiye BRICS İlişkileri

Ülkemizdeki ekonomi kesiminin Gümrük Birliği anlaşmasının güncel şartlara uygun hale getirilmesiyle, vize konusundaki AB tutumunu büyük bir merakla beklediğini bir kez daha gören AB, Türkiye’nin diğer uluslararası kuruluş ve oluşumlarla ilişkisini de büyük bir titizlikle yakından takip etmekte, değerlendirmektedir. Bu nedenledir ki, Türkiye-BRİCS ilişkileri daha Türkiye’de Türk kamu oyunun gündemine düşmeden AB’de gündem konusu olarak ele alınmakta, yorumlar yapılmakta ve makaleler ile değerlendirmelerde bulunulmaktadır.

Uluslararası sorunlu gündem konularında Türkiye’nin bu güne dek ortaya koyduğu sağlıklı, istikrarlı ve çözüm odaklı yaklaşımların kendileri açısından da önemli faydalarını bizzat yaşayan AB, enerji, gıda tedariki ve özellikle tahıl ihtiyacının karşılanması ile Karadeniz’in büyük bir gayret ile Ukrayna-Rusya savaşı etkisinden bertaraf edilmesi yönünde orta konan başarıyı, daha dikkatli ve itinalı bir şekilde değerlendirme yönünde kendi kamuoyu ve iş camiası tarafından da  yeni bir yaklaşım sürecine zorlandığı yapılan yorumlardan hissedilmektedir.

AB’nin tedarik zincirinde, İsrail’in haksız Gazze işgali ile Uzakdoğu’dan sağlanan hammadde ve ihtiyaçlara yönelik tedarik zincirinin Kızıldeniz ve Süveyş kanalındaki mevcut durum nedeniyle günlük 10 Milyar USD’lik ticari kaybın gündeme gelmesi, oluşan yüksek risk nedeniyle sigorta sorunu ulaşımın gecikmesi ve nakliye maliyetinin artması AB’li tüketici açısından maliyetin % 15-25 düzeyinde ilaveten artması gündemdeki konuların yeniden ve daha dikkatli değerlendirilmesini gerekli kılıyor. Türkiye BRICS İlişkileri

Gündemde yaşanan çok yönlü sıkıntılar nedeniyle 500 milyona yakın AB nüfusunun yeni ekonomik sıkıntı ve krizlere tahammülü yok gibi görünmekte. AB’de tüketici kesimin artan pahalılığa yönelik tepkileri ve sanayinin üretimde istikrar açısından tedarik zincirinin garanti altına alınması yönündeki beklentilerinin AB’de farkında, tam da bu noktada Türkiye’nin alternatif yaklaşımları ve özellikle enerji, hammadde ve tedarik zincirinde oynadığı köprü rolün, büyük bir hızla ilerlemekte olan “Orta Kuşak” ve “Bir Kuşak Bir Yol” projelerinin önemi, sadece Türkiye ve ülkemiz ekonomisi ile sınırlı kalmayıp, AB de muhtemel bir çok sorunun da önemli çözüm anahtarı olacağı net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu gerekçeler ile olsa gerek ki, süreç içeresinde Türkiye’nin alternatif girişim ve yaklaşımları AB tarafından büyük bir dikkatle değerlendirilmektedir. Türkiye BRICS İlişkileri

Türkiye’nin oldukça samimi ve istikrarlı bir şekilde gerek bölgesinde yaşanan sorunlara, gerek ise uluslararası düzeyde karşı karşıya olunan sorunlara yaklaşımı sadece Türkiye açısından değil AB, sanayisi ve tüketicisi ve tedarik zinciri açısından da artık göz ardı edilemez hale geldi.

AB’nin büyük bir titizlikle takip ettiği Türkiye gündemindeki alternatif yaklaşımlar önemsenip yapıcı bir şekilde değerlendirilebilir ve AB tarafından da yapıcı yaklaşımla katkı sağlanabilir ise, süregelen AB ülkelerindeki seçim ve sonuçları ile ortaya çıkabilecek muhtemel siyasi sorunlara, ekonomik sorunların ilave etkisi en aza indirilmiş, AB tüketicisi ve AB ekonomisi de daha rahat nefes alabilecek bir konuma ulaşmış olabilecektir. Bu konuda AB’nin takınacağı tutum Türkiye’den çok AB ekonomisi, AB üretiminin istikrarlılığı ve tüketicisinin rahat nefes alabilmesi açısından da kaçırılmaması gereken önemli bir fırsat olarak değerlendirilmektedir. Türkiye BRICS İlişkileri

Ömer Faruk DOĞAN – Büyükelçi Türkiye BRICS İlişkileri

Ankara, 03 Eylül 2024 Türkiye BRICS İlişkileri