Home Blog Page 39

Göç, Beyin Göçü ve Türkiye

Özet

İnsanlar bulundukları mekanlar ve çevreleri ile kurdukları ilişki üzerinden anlam kazanmaktadır. İnsanların içinde oldukları mevcut ülkenin politik, ekonomik ve sosyal problemler gibi birçok sebepten başka ülkelere göç etmektedirler. Bu göçler farklı türler ve amaçlarda gelişebilmektedir. Göç kavramı birçok sosyal bilimci tarafından anlaşılmaya çalışılmıştır ve bu amaç doğrultusunda teoriler üretilmiştir. Ülkelerdeki yetersiz ekonomik güç, istihdam sorunu ve gelecek korkusu o ülkedeki eğitim görmüş ve vasıflı insanların göçüne sebep olmaktadır ve bu göç tipine de beyin göçü denmektedir. Bu araştırma yazısında göç kavramı, göç ve göçmen türleri, göç teorileri; Türkiye’de beyin göçü özelinde ele alınmıştır.

Anahtar Kelimeler: Göç, Beyin Göçü, Küreselleşme, Uluslararası Göç, Türkiye.

Abstract

Individuals gain meaning by establishing relations with spaces and environments surrounded to them. Individuals migrate to other countries because of their country’s problems such as political, economic and social problems. These migrations can develop in different types and purposes. The concept of migratiın has been tried to be understood by many social scientists and several theories were developed according to this purpose. Insufficient economic conditions, the problem of unemployment and concern for future at the domestic level can lead educated and skilled individuals to migrate to other countries, which constitues the type of migration that is called brain drain. In this research paper, the concept of migration, types of migration and immigrants, theories of migration will be examined with a specific focus brain drain in Turkey.

Key Words: Migration, Brain Drain, Globalization, International Migration, Turkey.

Giriş

İnsanlar bulundukları mekan ve çevre ile anlam kazanırlar. İnsan ve insana dair şeyler mekan ile anlam kazanır. Nitekim insanlar bulundukları mekanları isteyerek veya istemeyerek terk etmek zorunda kalabilir. Bu terk etme olgusunun şekillenmesinde ekonomik, siyasi, politik, çevresel faktörlerden söz edebiliriz. Genel itibariyle insanların bu faktörlerin etkisi ile bir mekanda başka bir mekana geçmesine göç denir. Bu mekansal değişim bireyin dünyasını da değiştirmektedir. Yapılan her göç birbirinden farklıdır ve bu sebepten dolayı farklı amaçlara hizmet eder. 

Sanayi Devrimi, fabrikalarda üretimin başlaması, kapitalist sistemin yükselmesi, hızla değişen teknoloji ve ihtiyaçlar nitelikli iş gücü ihtiyacını doğurmuştur. Özellikle ABD ve Kanada gibi gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ya da gelişmemiş ülkelerdeki nitelikli insanlara daha iyi yaşam olanakları sunması ve emeklerinin karşılıklarını vermeleri nedeniyle nitelikli insanları kendi ülkelerine çekmişlerdir. 

Türkiye’de ise son yıllarda artan istihdam oranının azlığı, düşük ücretler ve iş yerlerinde zor çalışma şartları, özellikle gençleri yurt dışına çıkmaya itmiştir (Yılmaz, 2019: 221). Yurt dışına çıkmak isteyen öğrenciler burslar ile desteklenmiş ve 2000 yılından itibaren yurt dışına çıkma ve kariyer yapma oranı da artmıştır (Yılmaz, 2019: 221).

1. Göç Kavramı

Toplu veya parçalı şekilde olan arkasında politik, ekonomik, toplumsal, doğal sebepler barındıran ve insanların bir mekandan başka bir mekana geçip artık toplumsal bağlamlarını oradaki mekan ile kurmalarına göç denir. Göç kavramının temelleri tarihin ilk zamanlarına kadar uzanmaktadır. Modern dönemde ise, Afrika’dan Batı’ya gerçekleşen köle ticareti ile ve sonraki dönemde işgücü transferi ile göç uluslararası  düzlemde devam etmiştir. Mekan değişimi insanları başta psikolojik olmak üzere hemen her şekilde etkileyen bir durumdur (Ekici ve Tuncel, 2015: 11). Göç, hem göç eden kişiler için hem de göç alan ülke ve toplum için değişim gerektiren bir durumdur. Göç dinamiği her ne kadar bulunduğu yeri ekonomik anlamda kalkındırmaya yarasa da iki taraf için de kutuplaştırıcı ve ayrıştırıcı durumlara yol açabilir ve bireylerin kentlilik hissinde eksiklik oluşturabilir. 

1.1. Göçün Nedenleri

İnsanların bir mekandan diğerine geçişinin bir çok sebebi olabilir. Özellikle küreselleşen ve kitle iletişim araçlarının arttığı günümüz dünyasında, göçün en büyük sebeplerinden biri insanların daha iyi yaşam standartlarına sahip olmak istemeleridir. Özellikle doğudan batıya ve güney yarım küreden kuzey yarım küreye göç oranı yüksektir (Ekici ve Tuncel, 2015: 13).

Göçe neden olan unsurlar, göçün başlangıcı ve devam sürecinde değişmektedir. Siyasi nedenli göçler ekonomik olarak devam edebilmektedir. Buna örnek olarak da Türkiye’deki Suriyeli ve Afgan mültecilerin Türk vatandaşlara kıyasla daha ucuz iş gücüne çalıştırılması örnek verilebilir. 

1.2. Göç Çeşitleri

Her göç birbirinden farklı özellikler ve faktörler içermektedir. Göç kitlesel olabileceği gibi kişisel de olabilmektedir. Zoraki ya da gönüllü olması, göçün etkisinin ve arkasındaki nedenin anlaşılması açısından önemlidir.

İnsanların yaşam koşullarını iyileştirme, daha iyi eğitim alma ve daha iyi bir yaşama kavuşma arzusu ile yapılan göçe “gönüllü göç” denmektedir. Savaş, doğal afet, siyasi ve dini baskılar sebebi ile yapılan göçlere ise “zorunlu göç” denmektedir (Nedir.org, 2016). Gönüllü veya zorunlu göçün etkisi ve göç edilen ülkedeki devletin yardımları bu noktada önemlidir. Göç eden kişileri ekonomik, sosyal, istihdam ve barınma gibi temel insan ihtiyaçlarını sağlamak göç edilen devletin sağlaması gereken yardımlardır.

2. Göçmen Türleri

Göçmen, daha iyi bir yaşam arayışı ile kendi iradesi ile farklı bir mekana gitmeye tercih eden kişi olarak tanımlanabilir. Bu kavram, kişinin kendisini sosyal, ekonomik, siyasi ve geleceğe yönelik beklentisini iyileştirmek üzere farklı bir ülke veya şehre giden kişileri kapsamaktadır (Yılmaz, 2019: 222). 

Ülkelerindeki savaş, kaynak yetersizliği, doğal afet, siyasi baskılar sebebi ile göç eden kişilere sığınmacı denmektedir. Bu kişiler artık kendi ülkelerinde can güvenliklerini sağlayamamakta ve bir çok psikolojik ve fiziksel sorunlar ile karşılaşmaktadırlar. Sığınma ulusal ya da uluslararası olarak verilen bir koruma türüdür.

Uluslarası Göç Örgütü (2004) mülteci kavramını ise, “Irkı, dini, tabiiyeti, belirli bir sosyal gruba mensubiyeti ve siyasi görüşleri yüzünden haklı bir zulüm korkusu nedeniyle vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve söz konusu korku yüzünden, ilgili ülkenin korumasından yararlanmak istemeyen kişi” olarak tanımlanmaktadır.

Gönüllü göçmen, kendi iradesi ile yasal yolları (evlilik) kullanarak hedeflediği ülkede vatandaş olup orada yaşamak isteyen kişileri tanımlamak için kullanılabilir (Yılmaz, 2019: 222). Buradaki amaç yaşam koşullarını iyileştirmektir. Bulundukları ülkede istihdam bulamayan, maddi ve manevi bir şekilde işinin karşılığını alamayan ve diğer ülkelere iş bulmak amacı ile giden kişiler “işçi göçü” olarak tanımlanabilmektedir. Gönüllü göçmenlerin bir kısmı ülkelerinde nitelikli eğitim görmüş, potansiyeli olan kişilerden oluşmaktadır ve bu potansiyellerini kullanabilecekleri ülkelere gitmektedirler. Beyin göçüne dahil olan kişilerin yüksek iş potansiyeli ve yüksek beyin gücü taşıdığını söyleyebiliriz.

3. Göç Kuramları

3.1. İtme Çekme Kuramı

İtme çekme kuramı, ilk kez Everett Lee tarafından geliştirilmiş bir göç kuramıdır. Lee daha çok göç olgusunun kendine odaklanmış fakat bireysel düzlemde göçmeni de göz ardı etmemiştir (Çağlayan, 2006: 72). Lee göçlerin karakteristik özelliklerini, itici ve çekici sebeplerini araştırmıştır ve bunları dört temel faktörde belirtmiştir. 

  • Yaşanan yerle ilgili faktörler
  • Gidilmesi düşünülen yer ile ilgili faktörler
  • İşe karışan engeller
  • Bireysel faktörler (Yalçın, 2004: 30).

Bu faktörler itme çekme kuramının temel birleşenlerini oluşturmaktadır. İtme çekme kuramına göre hem yaşanılan yerde hem de gidilecek yerde itici ve çekici güçler vardır. Bu kuramda insanları çeken ve uzaklaştıran faktörler vardır. Bunlar “+” ve “-” ile gösterilir. 0 ise nötr durumu ifade eder. Her hangi bir olumlu ya da olumsuz etkisi yoktur. İyi bir iklim insanları çekici bir durum iken kötü hava koşulları iten bir sebep olabilir. Her durum herkes için aynı derece uyumlu olmayabilir. Çocukları olanlar için iyi bir eğitim sistemini çekici iken, çocuğu olmayanlar için yüksek gayrimenkul fiyatları itici bir sebep olabilir. “+” ve “-“ler her birey için gidilecek yer planlamasında farklı şekilde işlemektedir. Kesin ve evrensel değildir. 

Sonuç olarak her bireyin bulunduğu yerden başka bir yere gitmek için bir çok sebebi vardır. İtme çekme kuramı ne kadar net gözükse de aslında göç dediğimiz olgu daha karmaşıktır. Sadece faktörleri incelemek yeterli değildir. Mikro ve makro durumların da göç üzerindeki etkisine bakılması gerekmektedir. Lee’ye göre göç artı ve eksilerin olduğu bir matematik hesabı sonucu değildir fakat bu hesap göçün ilk basamağını oluşturmaktadır (Çağlayan, 2006: 74).

3.2. Petersen’ın Beş Göç Tipi

William Petersen bazı insanların göç ederken bazı insanların neden göç etmediğini araştırmaktadır. Temelde Petersen itme ve çekme faktörleri altında yatan sebepleri araştırmıştır. Petersen, tarihsel döngü üzerinde dururken aynı zamanda bir dönem itici olan güzlerin ilerleyen dönemlerde çekici güç olabileceğinden bahsetmiştir. Petersen göçü anlatırken ekonominin göçü nasıl etkilediğini ve ekonomik yapının farklı sınıflar için ne anlama geldiğinin de üzerinde durmuştur. Bu bağlamlar çerçevesinde Petersen ,bireysel ve sınıfsal farklılıkları da gözeterek, beş göç tipi oluşturmuştur (Çağlayan, 2006: 75).

  • İlkel (primative) göçler: İtme etkisi ile oluşmuş göçlerdir. İnsanların kötü hava koşulları, kuraklık gibi doğal unsurlar ile baş etmek amacıyla yaptığı toplu göçlerdir.
  • Zorunlu (forced) göçler: Bu göç tipinde devlet ya da benzeri sosyal kurumlar rol oynamaktadır. Bu göç tipinde insanların herhangi bir kara verme şansı yoktur. . Petersen, Nazilerin Yahudileri göçe zorlamak için geliştirdikleri anti-Semitik eylemleri, kanunları ve Yahudileri toplama kamplarına taşımak için geliştirdikleri politikaları, zoraki göçe örnek olarak vermiştir (Çağlayan, 2006: 76).
  • Yönlendiren (impelled) göçler: Bu göç tipinde sosyal durumun yarattığı baskı ayırt edici bir rol oynamaktadır. Zorunlu göçten farklı olarak yönlendiren göçte kişilerin göç edip etmemeye dair karar verme şansları vardır.
  • Serbest (free) göç: Bu göç tipinde kişiye toplumdan uygulanan bir itici güç yoktur. Kişi kendi kara ve arzuları sebebi ile göç etmektedir. Bu göç tipi kitlesel değil, bireysel olarak ilerleyen bir göç tipidir.
  • Kitlesel (mass) göç: Küreselleşen dünya, internet, ulaşım ağlarının gelişmesi ve teknolojik gelişmeler ile oluşan durum göçün kitlesel bir hal almasına neden olmuştur. Göç artık kolektif bir olgu olmuştur. Serbest göç ile, özellikle Amerika ve Avrupa, göç eden bireyler deneyimlerini paylaşmış ve göçün kitlesel bir hale gelmesine ön ayak olmuşlardır. Böylelikle teknolojik gelişme, gelişen göçmen ağları, yeni göçmenleri göçe cesaretlendirmiş ve kitlesel göçü arttırmıştır (Petersen, 1958: 259–263). 

Petersen’ın kuramı, göçü ve farklı göç tiplerini anlamak, bunları birbirinden ayırmayı daha rahat anlamamıza sebep olmuş geniş çaplı bir kuramdır. Petersen’ın kuramı günümüzde özellikle uluslararası göçleri açıklamada başarılı ve kullanılabilir bir hal almıştır. 

3.3. Kesişen Fırsatlar Kuramı 

Bu kuram bireyleri göç konusundaki kararları ve onları bu kararlara iten sebepler üzerinde yoğunlaşan ve sosyal aktör olarak göçmeni ön plana çıkaran mikro bir kuramdır (Çağlayan, 2006: 77). 1940 yılında Stouffer ilk kez kesişen fırsatlar (intervening opportunities) kuramından bahsetmiştir. Bu kurama göre göç konusundaki önemli noktalar, göç edilecek mesafe, göç edilecek yerdeki imkanlar ve bu imkanların miktarıdır. Stouffer’ a göre göç ile üzerinde durulması gereken nokta çekim etkisidir. Yani önemli olan gidilecek yerdeki mesafedir. Buna göre yapılacak göçteki gidilecek yerdeki iş imkanlarının çokluğu ve yapılan göç doğru orantılıdır. Yani göç edilecek yerdeki iş imkânlarının çokluğu ve göç mesafesinin kısalığı, o çekim merkezine göç eden kişilerin sayısını artıran faktörlerdir (Jansen, 1970, 11). 

Göç için katedilecek mesafe, güvenlik noktası, devlet sınırları ve sınırların genişliği göç için olumsuz olmaktadır çünkü her bir sınır bir güvenlik sistemi ve mekanizması demektir. Bu durum uluslararası göçü zorlaştıran ve sınırlandıran bir durum olmaktadır. Bu kuramın özellikle ekonomik temelli işçi göçlerinde kullanıldığını söylemek mümkündür.

4. Beyin Göçü

Küreselleşen dünya, internet, bilgi çokluğu gibi faktörler dünya hakkında daha çok bilgi edinebilmemize sebep olmuştur. Özellikle 21. yüzyılda yeni fikirler üretmek, hızlı dünyaya uyum sağlamak, eğitim gördüğümüz alanda etkin olmak ile birlikte beyin gücü ön plana çıkmıştır. Son iki yüzyıldan farklı olarak artık zengin ülkeler işgücü ya da endüstriden çok bilime ve eğitime verdiği değerler ile ön plana çıkmaktadır. Bu sebepten dolayı gelişmemiş ya da gelişmekte olan ülkelerdeki üniversite mezunu ve vasıflı insanlar bu değerlere önem veren ülkelere göç etmeye başlamıştır. Buna “beyin göçü” denmektedir. Bu kavram insan sermayesinden ziyade yüksek eğitimli ve zeki bireylerin gelişmiş ülkelere göçünü ifade etmektedir (Docquier ve Rapoport, 2006: 2). Göç eden kişiler arasında doktorlar, mühendisler, üniversite akademisyenleri, bilim adamları ve daha vasıflı personelleri sayabiliriz (Yılmaz, 2019: 224). 

Burada göç etmedeki amaç kendi ülkelerinden daha iyi yaşam koşullarında yaşamak ve emeklerinin karşılığını daha iyi almaktır. Özellikle son yıllarda uluslararası hareketlilik oldukça artmıştır. Birleşmiş Milletler’in yayınladığı Uluslararası Göç Raporu’na göre (2017), 2017 yılında 42 milyon Asyalı uluslararası göçmen Asya’da doğmalarına rağmen başka yerlerde yaşamaktadır. Özellikle Hindistan, sınırları dışında en fazla insan barındıran ülkedir. 2017’de 16.6 milyon Hintli başka ülkelerde yaşamaktaydı. Raporun beyin göçü veren ülke sıralamasında Hindistan’dan sonra Meksika, Rusya ve Çin gelmektedir. En çok beyin göçü alan ülkelerin başında ise Norveç, İsveç, Kanada, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa ülkeleri gelmektedir.

5. Türkiye’den Uluslararası Beyin Göçü Hareketleri

Türkiye özelinde baktığımızda başka ülkeye göç etmenin itici sebeplerin başında iş bulamama korkusu ve ekonomik nedenler gelmektedir. İtici sebeplerin devamında akademik yetersizlik ve teknolojik yetersizlikler gelmektedir.

5.1. Ekonomik Yetersizlikler

Beyin göçünün en önemli sebeplerinden biri olan bulunan ülkedeki ekonomik yetersizlik ve gidilecek ülkedeki ekonomi seviyesinin daha iyi olmasıdır. Bir taraftan ülke içindeki işsizlik, düşük ücretler, iş bulunamaması gibi nedenler göç için itici unsurlar olurken gidilmek istenen ülkedeki istihdam düzeyi ve maaş imkanları çekici birer unsurdur. Bu yüzden beyin göçü ile göç eden vasıflı insanlar gittikleri ülkelerde kendi ülkelerine daha iyi maaş almaktadırlar. Bu da o ülkenin bu vasıflı kişileri elinde tutmasına yarayan bir unsurdur. 

5.2. Akademik Yetersizlik

Küreselleşme ile birlite insanların ihtiyaçları değişmiş ve bu ihtiyaç değişimi eğitimi de dönüştürmüştür; değişen ihtiyaçlara yönelik insan yetiştirme misyonu ön plana çıkmıştır. Bu imkanları sağlayamayan ülkelerdeki kişileri bu ihtiyaçlarına yönelik ülkelere gitmeye başlamıştır. Özellikle eğitim sisteminin oturmamış olması, eğitim sisteminde çaprazlıklar, olumsuz çalışma koşulları, yükselme fırsatı ve çalışma kültürünün olmaması itici güçler arasındadır (Yılmaz, 2019: 227). 

5.3. Teknolojik Yetersizlikler

Yabancı dil öğrenimi, laboratuar çalışmaları, web tabalı aramaların daha hızlı olması, makale taramasının daha rahat yapılması, kütüphaneler ve yüksek düzey bilgisayarlar hedef ülkelerde bulunan teknolojik aletlerdir. Bu teknolojik aletler ise araştırma yaparken ihtiyacımız olan materyallerdir. Bunların yanı sıra hükümetlerin veya enstitülerin vermiş olduğu fon veya burslar kişileri o ülkede kalmaya ve araştırma yapmaya devam etmeleri için çekici güç olmaktadır (Yılmaz, 2019: 227).

6. İstatistikler ile Türkiye’de Beyin Göçü

İstatistiksel olarak Türkiye’den yurt dışına beyin göçü rakamlarına bakmak mümkündür. Hollanda Göç ve Vatandaşlık Kurumu (IND) 2018 yılının ilk 11 ayında 1020 akademisyen ve yüksek eğitimli kişi Hollanda’ya gitmek için başvuru yapmıştır (BBC, 2019). Ayrılmak isteyen akademisyen ve yüksek eğitimli kişilerin “ülkedeki özgürlük eksikliğinden” şikayet ettiği belirlenmiştir. Bu kurum tarafından verilen daha önceki yıllara özgü rakamlara göre, 2016 yılında Türkiye’den Hollanda’ya beyin göçü kapsamında gelenlerin sayısı 540 kişi iken, 2017 yılında bu rakam 780’e çıkmıştır. Dolayısıyla beyin göçünün her geçen sene arttığını söylemek mümkündür (BBC, 2019).

Birleşmiş Milletler Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) verilerine göre Türkiye’den her yıl 50 bin öğrenci yurtdışına okumaya gitmektedir. TÜİK verilerine göre ise sadece 2019 yılında Türkiye’den yurtdışına 330 bin 289 kişi göç etmiştir (Cumhuriyet Gazetesi, 2021).

İngiltere merkezli Council for At Risk Academics kurumunun yöneticisi Stephen Wordsworth, 2015 yılında normalde haftada 4-5 yabancı bilim adamı ve akademisyenden başvuru almakta iken, 2016 yılında Türkiye‟den gelen talepteki artışla haftada 15-20 başvuru aldıklarını belirtmiştir (The World University Rankings, 2016).

Değerlendirme ve Sonuç

İnsanlar bulundukları mekanları bir çok sebepten ötürü terk edilmek zorunda kalabilirler. Özellikle kapitalist sistemin yayılması ve küreselleşme ile birlikte bu göç olgusu daha çok işçi göçü olarak varlığını sürdürmüştür. Her bir göç birbirinden ayrıdır ve bu sebeple göçler gönüllü ve zorunlu olarak iki ana kategoriye; göçmenler de göçmen, sığınmacı, mülteci ve gönüllü göçmen olarak farklı türlere ayrılmıştır. 

Bu araştırma yazısında; İtme Çekme Kuramı, Petersen’ın Beş Göç Tipi ve Kesişen Fırsatlar Kuramı göç kavramının farklı türdeki yapılarının nedenlerini anlamaya ve bir bağlama oturtmaya çalışmıştır. En temelde olan itme çekme kuramı diğer iki kuramın alt yapısını oluşturmuş ve özellikle beyin göçünü anlamakta Petersen’ın ve Stouffer’in kuramı yardımcı olmuştur. Petersen’in Beş Göç Tipi kuramında beyin göçünün “yönlendiren göç” tipine girdiğini ve Stouffer’in Kesişen Fırsatlar kuramında da insanların daha iyi eğitim, maaş ve yaşam koşulları için bunu sağlayan ülkelere gittiği sonucuna ulaşılabilir. 

Beyin göçü en genel tanımı itibariyle insanların kendilerine daha iyi bir hayat sunmak için kendi ülkelerinden başka ülkeye göç etmesi durumudur. Bu durum özellikle Türkiye’de son yıllarda artmıştır. Türkiye’de beyin göçü çok farklı ve iç içe geçmiş unsurları içinde barınsa da özellikle istihdamdaki yetersizlik, eğitimin yetersiz kalması, ders çalışma motivasyonun azlığı, kütüphane ve teknolojik yetersizlikler gibi faktörlerden kaynaklandığı görülmüştür. 

Miray Zekiroğlu

Sosyoloji Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça

BBC News. (2019). Geçen yıl Türkiye’den 1020 kişi “beyin göçü” için Hollanda’ya başvurdu. Retrieved September 12, 2021, from BBC News Türkçe website: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-46774679

Cumhuriyet Gazetesi. (2021). Beyin göçü liseden başlıyor: Türkiye’den her yıl 50 bin öğrenci gidiyor. Retrieved September 12, 2021, from Cumhuriyet.com.tr website: https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/beyin-gocu-liseden-basliyor-turkiyeden-her-yil-50-bin-ogrenci-gidiyor-1821257

Çağlayan, S. (2006). Göç Kuramları, Göç ve Göçmen İlişkisi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 17, 67-91

Docquier, F., Rapoport, H. (2006). The Brain Drain, In New Palgrave Dictionary of Economics (2nd Edition).

Ekinci: ve Tuncel, G. (2015). Göç ve İnsan. Birey ve Toplum, 5(1), 9-22.

Jansen, C. J. (1970), Migration: A Social Problem, In Readings in the Sociology of Migration, New York: Pergamon Press.

Nedir.org. (2016). Göç Çeşitleri Nedir. Retrieved September 14, 2021, from Nedir.org website: https://goc-cesitleri.nedir.org/

Uluslararası Göç Örgütü. (2004). Göç Terimleri Sözlüğü (2. Baskı).

United Nations. (2017). 2017 International Migration Report United Nations. New York.

Petersen, W. (1958), A General Typology of Migration, American Sociological Review, 23(3), 256-266.

The World University Rankings. (2016).Turkey’s purge of academia leads to record asylum requests. Retrieved from https://www.timeshighereducation.com/news/turkeys-purge-academia-leads-record-asylum-requests

Yılmaz, E. A (2019). Uluslararası Beyin Göçü Hareketliliği Bağlamında Türkiye’deki Beyin Göçünün Durumu, LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi 10(2), 220-232.

Avrupa Birliği Enerji Politikaları: Siyasi Dengeler Üzerinden Bir Sorgulama

Avrupa Birliği (AB), enerji ihtiyaçlarını karşılamak için ortak bir enerji politikası oluşturmaya çalışmaktadır. Bu noktada Rusya ile yaşanan 2006 ve 2009 krizlerinden sonra Orta ve Doğu Avrupa (CEE) ülkelerinin enerji-ekonomik durumunun ağırlaşması da önemli bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu iki anlaşmazlık, AB için bazı önemli konuları gündeme getirmiştir. Krizlerin AB üyeleri üzerindeki bireysel dramatik sonuçlarının ardından üç önemli konu AB için kurumsal düzeyde yeni enerji politikası oluşturmanın önemini ortaya çıkarmıştır:

  • Gerekli yatırımları sağlama ihtiyacı;
  • İhracatçıların güvenilirliği;
  • Geçiş ülkelerindeki ve arz konusundaki güvenlik riskleri (Azimov, 2021).

Sivil Toplum ve Faşizm İlişkisi: Weimar Cumhuriyeti Üzerine Bir İnceleme

Özet

Tarihsel süreci incelediğimiz zaman sivil toplumun konumu neresidir? Hükümetlerin karşısında mı yanında mı; yani ona düşman mı yoksa eksiklerini söyleyen, onu gözlemleyen bir dost mu? Bilinmesi gerekir ki bu sorunun tek bir cevabı yok. Tarihi olaylara ve farklı ülkelere baktığımızda görüyoruz ki sivil toplum hep farklı bir konumda karşımıza çıkıyor. Yine de gün sonunda hepsinin ortak noktası bir topluluğa ait olma ve belli bir düşünce ya da duygunun etrafında toplanma ile sonuçlanıyor. Nazi Almanyası’nın tarihsel ön koşulu olan Weimar Cumhuriyeti sivil toplumun korkutucu gücü ve düşmanlığının en önemli örneklerinden biridir. “Nasıl bir halk büyük bir soykırımın parçası olmuştur?” sorusu bu araştırmanın çıkış noktalarından biri olmakla beraber sivil toplumun içerisinde bulunduğu tarihsel koşulların ve meşruiyet zemininin önemini de bir cevap olarak içinde barındırmaktadır. Weimar Cumhuriyeti’ni Nazi Almanyası’na dönüştüren koşulların yanında bir ideoloji olarak faşizmin ön koşullarından da bahsedilebilir. İki dünya savaşı arasında ortaya çıkması şaşırtıcı olmayan faşizm modernitenin kendi krizinden doğmuş ve yeni bir alternatif yaratmayı arzulamıştır ancak bunu “ortak düşman” ile yapmayı tercih eder. Kanlı bir tarihe sebebiyet veren Nazi Almanya’sı meşruiyetini kazanırken demokrasinin seçim ve yargı mekanizmasını stratejik olarak kullanmış ve hem modernitenin hem de sahip çıkılmayan demokrasinin nasıl sonuçlar doğurabileceğini göstermiştir. Bu makalenin amacı tarihsel süreçlerin sivil toplum üzerinde yarattığı etkinin büyüklüğünü anlamak ile beraber Weimar Cumhuriyeti’nden Nazi Almanyası’na giden süreçte sivil toplumun etkisini sorgulamaktır. 

Anahtar kelimeler: sivil toplum, ait olma, ortak fikir, Weimar Hükümeti, faşizm, modernite.

Abstract

What is the position of civil society when we examine the historical process? Is it against or on the behalf of the governments, is it an enemy or a friend who tells him what he lacks and observes him? It should be noted that there is no single answer to this question. When we look at historical events and different countries, we see that civil society always appears in a different position. However, at the end of the day, the common point of all of them is belonging to a community and gathering around a certain thought or emotion. The Weimar Republic, the precondition of Nazi Germany, is one of the prime examples of the frightening power and hostility of civil society. The question of “What kind of people became part of a great genocide?” is one of the starting points of this research while also containing the importance of the historical conditions and legitimacy of civil society as an answer. In addition to the conditions that transformed the Weimar Republic into Nazi Germany, the preconditions of fascism as an ideology can also be mentioned. Fascism, which is not surprising to have emerged between the two world wars, was born from the crisis of modernity itself and wanted to create a new alternative, but it prefers to do it with a “common enemy”. Nazi Germany, which led to a bloody history, strategically used the election and judicial mechanism of democracy while gaining its legitimacy, and showed how both modernity and unclaimed democracy can yield results. The aim of this article is to understand the magnitude of the impact of historical processes on civil society and to question its impact in the process from the Weimar Republic to Nazi Germany.

Key Words: civil society, belonging, common idea, Weimar Republic, fascism, modernity. 

Giriş

Sivil toplum ve sivil toplum kuruluşu kavramları özellikle son yıllarda önemini arttırmıştır. Sivil toplum kuruluşları, toplumu devletten bağımsız bir şekilde örgütleyerek toplumsal kararların alınmasında önemli bir rol oynar. Sivil toplum kuruluşlarının toplumsal işlevleri, toplum içerisindeki hedef kitleleri ve çalışma biçimlerinin farklı olmasının yanı sıra her birinin statü ve ölçekleri de farklılık gösterir (Yaşama Dair Vakfı, 2016: 12). 

İnsanlar tarihsel olarak örgütlenme ve dolayısıyla yardım etme isteğine sahiptir. Tarih boyunca dünyanın her yerinde sivil toplum kuruluşlarına rastlanmıştır. Aynı düşüncelere sahip bireylerin bir araya gelerek iyiye ulaşma isteği günümüzde de varlığını sürdürmektedir. Özellikle son dönemlerde medya kullanımının yaygınlaşmasıyla fakirliği ve yoksulluğu tam anlamıyla tanıyan toplumlar birlik olma isteğiyle sivil toplum kuruluşlarına yönelmişlerdir. Ayrıca bir kuruma veya kuruluşa ait olma isteği de insan için bir içgüdü haline dönüşmüştür. Yine de burada karşımıza önemli bir soru çıkmaktadır. Sivil toplum kuruluşlarının diğer insanlara barışı ulaştırma ve çevreyi koruma gibi “iyi amaçlara” sahip olması gerekli midir? Demokrasinin olduğu yerlerde sivil toplum tamamlayıcı görevi görüyorken demokrasinin veya yargının zayıf olduğu yerlerde hal böyle mi? 

Bireylerin örgütlenmesiyle oluşan sivil toplum kuruluşları devlet çapında alınan kararlarda da etkilidir. Hatta halk güven duymadığı bir hükümet yerine sivil toplum ile siyasal katılımı ardından da devrimi meşru görmektedir (Pietrzyk-Reeves, 2003). Halkın düşüncesini temsil eden STK’lar, bireylere tanınma ve kendilerini ifade etme şansı tanırken devletin, bireylerin düşüncelerini göz önünde bulundurarak hareket etmesini ve dolayısıyla bireylerin, toplumun ve devletin uyum içerisinde yaşamalarına olanak sağlar. Yine de yapılan bu açıklama fazlasıyla teoriktir ve takdir edersiniz ki pratik her zaman değişmektedir. Bu yazının amacı da teoriden çok tarihsel bir örnek üzerinden ilerleyerek sivil toplum, demokrasi ve bağımsız yargı üçgeninin birbiri için ne kadar tamamlayıcı olduğu, birinin eksikliğinde yaşanabilecek problemlerin ne gibi sonuçlar doğurabileceği üzerinde durulacaktır (Carver, 2010). Bu örnek incelemesi özellikle bağımsız yargının eksikliğinden doğan kaosun analizini yapacaktır çünkü literatür sivil toplumun bastırıldığı demokratik olmayan yönetimlerin analizleri ile doludur. Weimar örneği bu anlamda fazlasıyla incelenmeye değer bir tarihsel olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Birinci Dünya Savaşı’ndan çıkmış ve yok kelimesini iliklerine kadar hisseden Almanya’ya fazladan bir yük olarak Versay antlaşması imzalattırılmıştır. Bu anlaşma yüzünden büyük yükler altına giren Almanya, halkın da sorunlarını dile getirme şekillerini düşününce bir barış dönemine değil aksine çöküş dönemine girmiştir. Weimar Cumhuriyeti ise demokrasi olgusunu getirerek barışı tesis etmek için uğraşmıştır. Yine de sonunda Hitler gibi bir diktatörün liderliğini ilan etmesi ile son bulan bir süreç yaşanmıştır. Diğer diktatörlüklerden farkı, bu hükümeti meşru yollarla şiddeti birlikte kullanarak kazanmış olmasıdır (Connelly, 2006). Ayrıca sivil faşizm denilen ve literatürde yeni yeni kullanılan bu kavram da Weimar örneği ile ilintilidir.

Makalenin son kısmı Weimar Cumhuriyeti’nde yaşananları modernite ve faşizm bağlamında ele alarak aslında Hitler’in, kaybolmuş ve yenilmiş insanların üzerinden kolektif kimlik, ortak bir düşman ve ortak bir ideal yaratarak nasıl başarılı olduğunu, aynı zamanda 1933 yılına kadar ki süreçte yaşananlar ışığında hukuki meşruluğunu da ele alacaktır. 

1. Weimar Dönemi Almanyası’nda Sivil Toplum 

Weimar örneği hem Alman siyasi tarihinde hem de sivil toplum tarihinde önemli bir yere sahiptir. Bu önem yalnızca sivil toplumun zararlarının anlaşılması açısından değildir, ayrıca sivil toplumun gücünün de farkına varılması ve toplumun radikal davranışlarının sonuçlarının anlaşılması açısından önemini korumaktadır. Peki nedir bu Weimar örneği? Sivil toplum tarihindeki önemi nereden gelmektedir? Bu gibi sorulara yanıt verebilmek ve devamında da Almanya’nın sivil topluma bakış açısını analiz edebilmek için Weimar tarihinden bahsetmek bir seçenek değil bir zorunluluktur.

Öncelikle Weimar Hükümeti, Almanya’nın I. Dünya Savaşı bitiminde kaçan kralının ardından kurulan hükümettir. 1918 ve 1933 yılları arasını kapsayan bu dönemde birçok sorun ile karşılaşılmış hatta çok daha yeni problemlerin doğmasına sebebiyet vermiştir. Bilinmesi gerekir ki; ağır mali yüklere neden olan Versay Antlaşması işsizlik, ekonomik bunalım, enflasyon ve işçi ayaklanmalarını beraberinde getirmiştir (Storer, 2013). Bütün bu sorunlar yeni Alman Cumhuriyeti’ne ağır geldiğinden ötürü olsa gerek totaliter ve baskıcı bir tutum sergilemiştir. Baskıcı hükümete 1923 yılında Hitler’in de içinde bulunduğu bir grubun darbe girişimi (Birahane Darbesi) büyük bir darbe vurmuş ve sivil toplumun itaatsizliği, kitlelerin huzursuzluğu gözler önüne serilmiştir (Gordon, 2015). Üstelik 1923 yılında yaşanan hiperenflasyon yüzünden temel ihtiyaçların fiyatı bile günde üç kez değişmekte, bunun yanında işçilerin aldıkları maaşlar temel gıdalarını almaları için bile yeterli olmamakta ve sürekli olarak değer kaybeden maaşlar insanların hükümete karşı ve halk oyuyla seçilen Cumhurbaşkanı Hindenburg’a karşı güveni zedelemiştir (Lockenour, 2021). Bu anlamda Hitler öncesi sivil toplum daha çok I. Dünya Savaşının getirdiği problemlere karşı çıkmış, komünist bir yapı ile darbe ve ayaklanmalar çıkarmıştır. Yani hükümetin eksiklerini tamamlamaktansa onu gözler önüne seren bir toplum varlığından bahsetmek mümkündür. Ayrıca 1929 küresel ekonomik bunalımı, halkın bunalımını da tamamlayan bir unsur olarak Almanya’nın üretiminin de yüzde ellisini kaybetmesine sebep olmuştur. Bütün bu olumsuzluklar yaşanırken I. Dünya Savaşı’nın da etkisiyle birçok yeni radikal sağ parti kurulmuştur (Rydgren, 2017). Yine de bahsi geçen olumsuzlukların yanında ilgi çekici birçok özgürleştirme hareketi ve sosyal hareketler de mevcuttur. Bunun yanında kültürel alanda da birçok önemli ismin eserler ürettiği bir dönemdir –ki bunlar bunalımın dışa vurumunun bir göstergesidir- bu sanatçılara örnek olarak Franz Kafka, Virginia Woolf ve Otto Dix verilebilir (Ziemann, 2010). Genel itibariyle burada bahsedilen toplum; ayaklanmalar çıkaran ve kültürel ve poltik anlamda devrimler yaratan bir toplumdur. Bütün bu faaliyetlerin ışığında Hitler öncesi Almanyası’nın sivil toplum anlayışı radikal ve muhalif bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Weimar Hükümeti yok olan ülkeyi yeniden kurma ve demokrasiyi Almanya’ya getirme idealinden gittikçe uzaklaşırken sivil toplumu da karşısına almaya başlamıştır. Bu karşısına alış çok geçmeden tüm dünyayı kapsayacak korkunç bir diktatörlüğün başa geçişinin ilk adımlarıdır. Cumhuriyetin ve demokrasinin zayıf olması sivil toplumu bir tamamlayıcı olmaktan çok hükümete alternatif olmaya itmiştir (Storer, 2013). Genel itibariyle bakıldığında 1930’lu yıllar Almanya için fazlasıyla sıkıntılı geçmiş ve hükümete karşı güvenini yitiren Almanlar, iyi bir hatip ve milliyetçi olan Hitler ve onun partisi etrafında toplanmaya başlamıştır. Özellikle sivil toplum örgütleri ve Alman zenginleri, Hitler ve partisi için elinden geleni yapmaya hazır olmuştur. Weimar Hükümeti gibi zayıf bir siyasi görüşün aksine değişimi, gelişimi ve Almanların refahını gözeten Nazi Partisi özellikle işsizleri ve gençleri hedefine alarak hızlı bir yükselişe geçmiştir (Deutsch Bundestag, 2006). 1930’lu yıllara kadar popüler olmayan Nazi Partisi 1932 yılında oyların %37’sini alarak hızlı bir gelişme kaydetmiştir. Ardından tüm olaylar çok hızlı gelişmiştir. 1933 yılında Şansölye seçilen Hitler 1934 yılında hükümeti meşru yollar ve şiddeti kullanarak ele geçirmiştir (Lockenour, 2021). Meşruluğunu kazanma yollarından en önemlisi Weimar’ın kendi oluşturduğu anayasanın 48. Maddesindeki boşluk olmuştur. Öncelikle 48. maddenin kabul edilmesi sürecinde yargının eksikleri olduğunu belirtmek gerekir ki bu eksiklikler ilerleyen yıllarda Alman vatandaşların hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmasını meşrulaştıracak derecede büyüktür (Poll, 2020). 1933 yılının Şubat ayında Parlamento binasında çıkan yangını Naziler bir komünist tehdidi olarak görmüş ve bahsi geçen anayasa maddesine dayanarak tüm yetkileri Hitler’in eline veren bir kararname çıkartmıştır (Rainis, 2011). Yangın için çıkarılan bu kararname Hitler’in intiharına kadar yürürlükte kalmıştır. Toplanma özgürlüğü, basın özgürlüğü ve diğer tüm hakları askıya alma yetkisini sağlayan bu kararname tam anlamıyla bir diktatörlüğün ilanı olmuştur. Ayrıca kararname, muhalefeti tamamen yok ederek sebepsiz yere tutuklama hakkını elinde bulundurmuştur (Rainis, 2011).

Bütün bu tarihi sürecin ve Weimar örneğinin bir sonucu olarak belirtmek gerekir ki güçsüz hükümet ve güçlü sivil toplum ikilisi en az güçlü hükümet ve güçsüz sivil toplum kadar tehlikeli olabilmektedir. Bu dengesizlik yukarıdaki örnekte görüldüğü üzere sivil faşizmin doğmasına sebebiyet vermiştir. Versay antlaşması ve küresel bunalımların arasında sıkışan ve 12 yılı kapsayan Weimar dönemi yalnızca Almanya için değil birçok ülke için tekrarlanmaması gereken bir örnek teşkil etmiştir. Weimar anayasasında yer alan bir boşluktan yararlanarak ve halkın güvenini kazanarak koca bir diktatörlük yaratan Hitler ve Nazi partisi, 12 yıl sürecek bir saltanat döneminde milyonlarca insanın ölümüne kasti olarak sebep olmuş ve bütün bunları da “amaç için her türlü araç mubahtır” fikrini sırtlanarak meşrulaştırma çabasına girmiştir. Bu meşru temelin nereden alındığını anlamak ve sivil toplumun bu noktadaki etkisine bakabilmek adına Nazi Almanyası’nın koşulları incelenmelidir.

2. Hitler Almanya’sı, Sivil Toplum ve Meşruiyet 

Sivil toplum tarihsel süreç içerisinde kamunun politik katılımı, söz söyleme ve hak arama konusunda önemli bir yerde durmaktadır. Bununla beraber yukarıda da bahsedildiği üzere bazı tarihsel süreçler içerisinde de kanlı sonuçlar doğurduğunu söylenebilir. Bu noktada bazı sorular kafamızda oluşacaktır: Faşizmin kanlı sonucu sivil toplumun suçu mudur yoksa tarihsel sürecin gerekliliği midir? Weimar örneğinin bir çıktısı olan Nazi Almanyası meşruiyetini nasıl kazanmıştır? Toplumun çoğunluğu soykırım fikrini nasıl benimsemiştir? Bu sorulardan yola çıkarak sivil toplumun faydalı olup olmadığı, hangi koşullarda faydalı olduğunu anlayabilmek adına faşizmin ortaya çıkışına ve Nazi Almanyası’na göz atmakta fayda vardır.

Faşizm kavramı 20. yüzyıla damgasını vurmuş bir kavramdır. Nasyonal sosyalizm ve falanjizmin de katkılarıyla gelişen, başarılı olmasına ramak kala düşürülen bir ideolojidir (Laclau, 1998). Hem sağcı hem solcu doğası gereği son derece eklektik bir yapıya sahiptir. Bu eklektizm onu liberal demokrasi ve devrimci sosyalizm karşısında üçüncü bir yol olarak ortaya çıkarır (Laclau, 1998). Faşizmin üçüncü yol olma durumu birazdan bahsedeceğimiz üzere modernitenin kendi kriziyle de ilişkili olabilmektedir (Örs, 2007). Bir ideoloji olarak faşizmin doğuşuna baktığımız zaman düşülen hata onu aktörlerinden bağımsız düşünülememektedir. Faşizm; aktörlerinden de öte, sadece Almanya ve İtalya örnekleri ile açıklayamayacağımız, bütün ülkeleri kapsayan bir kavramdır (Laclau, 1998). Bu yüzden Nazi Almanyası’nın koşullarından bahsetmeden önce faşizm; modernite krizi bağlamında açıklanmaya çalışılacaktır. Modernliğin kendi krizini yaşadığı dönemde; Avrupa parçalanmış, çok uluslu imparatorluklar çökmüş diğer yandan Rus Devrimi gerçekleşmiş ve sosyalizm özellikle kıta Avrupası’nda kendini hissettirmeye başlamıştır. Bu durum Avrupa insanının kimlik krizi yaşamasına, modernliğin ürettiği bu parçalanmışlığa korku duymasına sebep olmuştur. Faşizm de modernliğin ürettiği bu parçalanmışlığı ve bu parçalanmışlıktan duyulan korkuyu gidermenin bir yolu olarak üretilmiş bir ideoloji olarak değerlendirilebilir (Özsel, 2015). Bu noktada kesinlikle faşizm modernitenin zorunlu bir sonucu olarak görülemez ayrıca bu ilişkinin varlığı Hitler’in temel amacının modernizasyon olduğunu da göstermez. Faşizmi ayıran nokta, modernleşme modeline karşı alternatif bir model olması ve bu modelin sürekli güncelliğini koruyacak bir devrim yoluyla gerçekleştirilmesinin ön görülmesidir (Özsel, 2015). Faşizmi modernliğin bir biçimi yapan aynılıkları ise, onun endüstri, teknoloji, bürokrasi ve özellikle rasyonalite ile girdiği ilişkilerdir (Özsel, 2015). “Holokost suçunu işleyenler, bürokrasiyi başlıca araçlardan biri olarak kullandılar” diyen Bauman; Nazilerin, rasyonel bürokrasinin ve endüstrinin rasyonel kazanımlarını bir araya getirmede başarılı olduklarını söylemektedir (Ritzer, 2014). Ruhu itibariyle modern olan faşizm; modern dünyanın araçsalcı rasyonalitesi bağlamında bakıldığında rasyonel bir görünüme sahiptir; hatta her şey o kadar araçsallaşmıştır ki insan öldürmek bunun ‘normal’ bir parçası haline gelmiştir (Özsel, 2015). Bunu yaparken insanların duygularını manipüle eden propagandaları kullanmaktan geri kalınmamıştır. Özellikle teknolojinin yakından takibi o dönemde radyonun bir ideolojik aygıt olarak ustaca kullanılmasına sebep olmuştur (Özsel, 2015). Duygulara ve eyleme dayalı bir ideoloji olan faşizmin temel arzusu modernitenin ve kapitalizmin yarattığı yalnız, yabancılaşmış ve kaybolmuş bireylere kolektif kimlik inşa etmektir. Hitler bu kolektif kimliği “ortak düşman” yaratarak Lebensraum yani Almanların yaşam alanını genişletme politikasıyla inşa etmeye çalışmıştır. Paranın değer kaybından ötürü değersizlik hissinin yoğun olduğu ve işsizlik oranının gittikçe arttığı tüm bunlarla beraber kimlik krizi içerisinde olan Alman halkı için bütünlük yaratmanın ilk aracı milliyetçilik hatta Germen ırkçılığıdır (Kongar, 2021). Hitler ideolojik meşruiyetini Germen ırkçılığından ve yarattığı “ortak düşman” söyleminden almıştır (Kongar, 2021). Bu noktada hala sivil toplumun soykırımın bir parçası olma gerçekliğinin nedeni açıklığa kavuşmuş değildir. Kongar’ın dikkat çektiği İktidarın gücü ve meşruiyet aldatmacası: Hükümet-devlet ayniyeti ve seçim aldatmacası başlığına bakacak olursak henüz demokrasinin sivil toplumun iktidara karşı korunmasının ne denli gerekli olduğunun farkında olunmayan bu dönemde iktidar, hükümet ve devlet kavramları aynılaşarak yozlaşmıştır (Kongar, 2021). “Birey”, genel olarak çağdaş demokrasinin geliştirdiği bir kavram olan “eylemli ve devleti denetleyen vatandaş” olmaktan çok “varlığı siyasal iktidar tarafından onaylanan bir kimliktir” (Kongar, 2021). Bu devlet-hükümet ayrımının ortadan kalkmış olması halkı, Nazi iktidarı karşısında korumasız bırakmıştır. İşte bu noktada bahsedilmesi gereken demokrasinin sadece seçim mekanizmasından ibaretmiş gibi gösterilerek hukuksal meşruiyetin seçim ile kazanılmış olmasıdır (Kongar, 2021). Bu meşruiyet aygıtları, Nazi Almanyası’nda bir toplumu kanlı tarihi sessizce izleyen ona ortak olan katillere dönüştürmüştür. Bu sürecin sadece tarihsel bir kesit olarak algılanmaması hem demokrasi adına hem de sivil toplum adına son derece önem arz etmektedir.

Sonuç

Sivil toplum tarihsel süreçte kavramsal ve pratik olarak değişim geçirmiştir. Genel olarak bakıldığında özellikle demokrasi arayışının en önemli parçası olan sivil toplum devlete karşı halkın çıkarlarını korumanın ve hak aramanın bir yolu olarak zihinlerimizde “iyi ve faydalı” olanı çağrıştırmakla beraber o yönde yorumlama eğilimi de taşımaktadır. Weimar örneği; sivil toplumun seçimleri ve sonucu olarak Nazi Almanyası gibi kanlı bir tarihin, toplumun bütünü ile birlite yazılması açısından özgün, çarpıcı ve tehditkar bir örnektir. Weimar Cumhuriyeti döneminde sosyalizmin yükselişi, Birinci Dünya Savaşı yaptırımları, ekonomik buhranlar toplumsal olarak da buhrana yol açmış olup modernitenin kendi krizi ile birleşmiştir. Kapitalizmin bireyi yabancılaştırması, yalnız ve şehirli bireyin kimlik kaybı Weimar döneminin kendi içsel koşullarıyla birleştiğinde sivil toplumun geleceğe yönelik seçimi pek iç açıcı olmamıştır. Gençleri ve işsizleri hedef alarak, toplumun parçalanmışlığının vurgusuyla ön plana çıkan Hitler, hem Alman burjuvazisinden hem de anlam ve değer krizi yaşayan sivil toplumdan destek alarak seçim ile iktidara gelmiştir. Ancak seçim mekanizması ile kazanılan meşruiyet, sonrasında demokrasi için büyük tehdide dönüşmüştür. Aynı zamanda demokrasilerde yargı gibi mühim bir aygıtın doğru işlememesi böyle büyük bir tarihi kırılmaya sebebiyet vermiştir. Ayrıca, faşizm modernliğin rasyonalite ve bürokrasi temelleri üzerine kurulmuş anti-materyalist bir ideoloji olarak karşımıza çıkmakla birlikte alternatif bir modernite arayışı içerisinde kendini konumlandırmıştır. Coşku ve duygulardan beslenen bu ideoloji insanlara zamansal ve antropolojik kopuş içerisinde ütopik bir dünya, yeni bir düzen ve yeni bir insan tasviri sunmuştur. Sivil toplumun yararları kadar dengesinden kopmuş bir sistemde ne kadar tehlikeli olabileceğini bize gösteren bu örnek, sivil toplum örgütleri ve hükümet ilişkisinin ne denli birbiriyle bağlantılı olduğunun alenen kanıtıdır. Seçim ile meşruiyet kazanan, yargı ile iktidarını ilan eden Hitler, Germen ırkçılığı bağlamında “ortak düşman” yaratarak ideolojik meşruiyetini sağlamıştır. Faşizmin, kendisini üçüncü modern ideoloji olarak var etmesi, Nazilerin bürokrasiyi, endüstrileşmeyi, teknolojiyi ve özellikle rasyonaliteyi bu denli kullanması meşruiyetlerini sağlamlaştırmıştır. Sonuç olarak, sivil toplum “faydalıdır” ya da “zararlıdır” ifadesi oldukça indirgemeci bir bakış açısı olacaktır. Nitekim, Weimar Cumhuriyeti ve Nazi Almanyası örneğini incelediğimizde tarihsel koşullar, meşruiyet aygıtları ortaya çıkan kanlı sonucu var eden asıl sebepler gibi görünmektedir. Bununla beraber faşizm gerçekliği, tarih içerisinde bir kesit olmamakla birlikte hem sivil toplumu hem de demokrasiyi tehdit eden aynı zamanda ikisinin de zayıflıklarını ortaya çıkaran bir ideolojidir. 

Fatmasu Demirci

Yağmur Nurşen Yıldırım

Polen Biçer 

Sivil Toplum Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça

Carver, T. (2010). Globality, Democracy and Civil Society. Taylor and Francis.

Connelly, J. (2006). The Dictators: Hitler’s Germany, Stalin’s Russia (review). Kritika: Explorations in Russian and Eurasian History, 7, 919-929. 

Deutcher Bundestag. (2006). The political parties in the Weimar Republic. German Bundestag Research.

Gordon, H. (2015). Hitler and the Beer Hall Putsch. Princeton Press. 

Kongar, E. (2021, Ağustos). Nazilerin Cinayet Çılgınlığı Tüm Topluma Nasıl Benimsetildi. https://www.kongar.org/makaleler/mak_na.php adresinden alındı.

Laclau, E. (1998). Faşizm ve İdeoloji. Birikim, 81-93.

Lockenour, J. (2021). Duelist: Ludendorff, Hindenburg, Hitler. Cornell University Press.

Örs, B. (2007). Faşizm. B. Örs içinde, Modern Siyasal Düşünceler. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. 

Özsel, D. (2015). Modernist Bir Siyasal Tarz Olarak Faşizm: Roger Griffin’in Faşizm Analizi. D. Özsel içinde, Günümüzde Yeni Siyasal Yaklaşımlar. Ankara: Doğu-Batı.

Pietrzyk-Reeves, D. (2003). Democracy or Civil Society? Politics, 23(1), 38-45.

Poll, R. (2020). Germany’s first Democratic Constitution, its Collapse,and the Lessons for Today. Adenauer Shiftung.

Rainis, A. (2011). The Legitimate History of Lies. Lulu.com

Ritzer, G. (2014). Modernlikle ilgili Çağdaş Kuramlar. G. Ritzer içinde, Sosyoloji Kuramları. Ankara: De ki Yayınevi.

Rydgren, J. (2017). Radical right-wing parties in Europe: What’s populism got to do with it? Journal of Language and Politics,16(4).

Storer, C. (2013). A Short History of the Weimar Republic. Bloomsbury Publishing.

Yaşama Dair Vakıf. (2016). Verilerle Sivil Toplum Kuruluşları. Yaşama Dair Vakıf.

Ziemann, B. (2010). Weimar was Weimar: Politics, Culture and the Emplotment of the German Republic. German History, 28.

Haftanın Öne Çıkanları

0

FRANSIZ KİLİSELERİNDEN “CİNSEL İSTİSMAR” RAPORU 

Fransız Katolik Kilisesi’nin yıllarca örtbas ettiği sırlar gün yüzüne çıktı. Kiliselerde cinsel istismar iddialarını araştırmak için 22 kişiden oluşan bir komisyon kuruldu. 2,5 yıl süren çalışmanın ardından hazırlanan rapor, Katolik Kiliselerinde son 1950’den bu yana 216 bin çocuğun cinsel istismar kurbanı olduğunu ortaya koydu. 

Araştırma Komisyonu Başkanı Jean-Marc Sauve, Katolik okulları ya da gençlik hareketleri gibi kilise kurumlarında çalışanların da eklenmesiyle bu sayının 330 bine çıktığını duyurdu.

2 bin 500 sayfalık rapora göre istismarda bulunanların 3’te 2’si rahip.

İstismarlar edenler sadece din adamlarından oluşmuyor. Diğer kilise mensuplarını da kapsıyor. Sayıları ise yaklaşık 3 bin. İstismar edilen çocukların yüzde 80’i erkek, yaşları ise 10 ile 13 arasında.

Komisyon Başkanı Jean-Marc Sauve mağdurlara tazminat ödenmesi gerektiği görüşünde. Fransız sivil toplum örgütleri ise sorumluların caydırıcı yaptırımlarla cezalandırılmasını istiyor

Fransa gibi ABD, Almanya ve İrlanda gibi ülkelerde de kiliselerde yapılan suistimallerin açığa çıkarılması için araştırma komisyonları kuruluyor.

Kaynak: Euronews

DÜNYAYI SARSAN ERİŞİM KESİNTİSİ 

Sosyal medya uygulaması Facebook, Instagram ve Whatsapp’ta yaşanan 6 saatlik kesinti dünyayı şoke etti. Milyonlarca kullanıcı, sosyal medya platformlarına 6 saat erişim sağlayamadı. Bu, son yılların en uzun süren kesintilerinden biri olarak tarihe geçti. 

Her üç platformu da çatısı altında bulunduran Facebook, kesintinin rutin bakım esnasındaki bir hatadan kaynaklandığını duyurdu.  Kullanıcı verilerinin güvenliğine yönelik bir tehdidin söz konusu olmadığını açıkladı. 

Dünyada 3,5 milyardan fazla kişinin kullandığı uygulamalardan 10,6 milyon sorun rapor edildi. 

Sosyal medya üzerinden işlerini yürüten işletmeler etkilendi. 

Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg yaklaşık 7 milyar dolar zarar etti. Facebook hisseleri de yüzde 5 değer kaybetti. 

Yaşanan kesintinin şirketle ilgili belgeleri sızdırdığı iddia edilen eski Facebook çalışanının açıklamasının ardından yaşanması ise akıllarda soru işareti yarattı. CBS’e konuşan eski çalışan Frances Haugen’e göre şirket güvenliğe değil, büyümeye öncelik veriyor 

Kaynak: BBC

Hazırlayan: Gizem GÜVEN – TUİÇ Akademi İçerik Editörü

 

Balkan Bülteni/30 Eylül-6 Ekim

0

 

 

Arnavutluk

Arnavutluk: İngiltere’deki Arnavut Şoförler Akaryakıt Krizine Karşı Bedava Çalışmaya Hazır

  • İngiltere’deki ordunun devreye gireceği akaryakıt krizi için Arnavutluk Büyükelçisi’nden bir öneri geldi.
  • Arnavutluk’un Londra Büyükelçisi Qirjako Qirko İngiltere’deki akaryakıt kriziyle mücadele etmek için ülkede yaşayan binlerce Arnavut göçmenin bedava çalışmaya gönüllü olacağını belirtti.
  • İngiliz The Guardian gazetesine konuşan Qirko “Eğer hükümetiniz isterse biz derhal 5 bin güvenilir ağır vasıta şoförünü devreye sokabiliriz” dedi. İngiltere’de 150 bin kadar Arnavut’un yaşadığı tahmininde bulunan büyükelçi “İngiliz ev sahiplerine olan gönül borcu” dolayısıyla binlerce vatandaşının bedava çalışabileceğini belirtti.

 

Kaynak: Euronews

Tarih: 03.10.2021

Rama: Arnavutluk, Enerji Krizi Tehdidi Altında

  • Arnavutluk Başbakanı Edi Rama, dünyada artan enerji fiyatları nedeniyle Arnavutluk’un kriz tehdidi altında olduğunu söyledi.
  • Rama, Arnavutluk’ta artan enerji fiyatlarının sebebinin küresel piyasalarda yaşanan artış olduğunu ifade etti.
  • Rama, “Pandemiden sonra ekonomilerin açılması ve enerji talebinin artışı, gaz fiyatlarının %250, kömür fiyatlarının %80 artmasına ve petrolün varil fiyatının Ağustos’ta 60, bugünlerde ise 80 dolara tırmanmasına neden oldu” diye konuştu.
  • Petrolün varil fiyatının yıl sonuna kadar 100 dolara ulaşabileceğini söyleyen Rama, Arnavutluk’un enerji harcamalarının geçtiğimiz yıla göre üç kat arttığını ifade etti.

 

Kaynak: Balkan News

Tarih: 04.10.2021

İspanya ve Arnavutluk Yargı, Polis ve Üniversite Konularında İş Birliği Anlaşması İmzaladı

  • İspanya’ya resmi ziyarette bulunan Arnavutluk Başbakanı Edi Rama, Başbakan Pedro Sanchez ile iş birliği anlaşmaları imzaladı.
  • Sanchez ve Rama arasındaki görüşmenin ardından yapılan yazılı açıklamada, iki başbakanın yargı, polis ve üniversite konularında karşılıklı iş birliğini içeren bir anlaşmaya imza attığı bildirildi.
  • Balkanlar’ın tümünün ve Arnavutluk’un, gelecekte Avrupa Birliğinin (AB) içinde yer alması gerektiğine ilişkin İspanya’nın dış politikasındaki taahhüdünü, Rama karşısında yinelediği belirtilen Sanchez’in, İspanya’nın Balkanlar’daki mevcudiyetini güçlendirme sözü verdiği kaydedildi.

 

Kaynak: AA

Tarih: 05.10.2021

 

Bosna – Hersek 

 Komsic: “Bosna Hersek tüm zorluklara rağmen Avrupa yolunda bağlılığını sürdürüyor”

  • Bosna Hersek Cumhurbaşkanlığı Başkanı Zeljko Komsiç Avrupa Birliği-Batı Balkanlar zirvesine ev sahipliği yapan Slovenya’da yaptığı açıklamada, Bosna-Hersek’in Avrupa Birliği’nin Batı Balkanlar’a genişlemesi konusunda orta derecede iyimser olabileceğini söyledi. Bakan, Bosna-Hersek’in tüm zorluklara rağmen Avrupa yolundaki kararlılığını sürdürdüğünü ifade etti.
  • Zirve sırasında bir genel kurul toplantısında konuşan Komsiç, genişlemenin ancak Batı Balkanlar’da Avrupa değerleri ve ilkelerinin oluşturulması anlamına gelmesi halinde anlamlı olacağını belirtti. Üçüncü tarafların meydan okumalarına ve siyasi müdahalelerine rağmen, Bosna-Hersek’in Avrupa yolundaki kararlılığını sürdürdüğünü vurguladı.
  • Komsiç sözlerini “Avrupa Birliği üye ülkelerini, geleceklerini ülkelerinde görmeleri gereken eşit vatandaşlardan oluşan egemen ve bağımsız bir ülke olarak Bosna-Hersek için Avrupa entegrasyon sürecini korumaya çağırıyorum” şeklinde noktaladı.

 

Kaynak: N1

Tarih: 06.10.2021

AP Milletvekillerinden Bosna Hersek Sırp Cumhuriyeti’ne Yaptırım Çağrısı

  • AB üyesi Tineke Strik, diğer Avrupa Parlamento üyeleriyle birlikte, AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komisyon Üyesi Oliver Varhely’den, Bosna’nın üçlü Cumhurbaşkanlığı üyesi Milorad Dodik hakkında ülkede gerekli reformları boykot etmek, hukukun üstünlüğünü baltalamak ve ülkenin AB’sine zarar vermek suçlarından işlem yapılması talebinde bulundu.
  • Komiser Varhelyi’ye hitaben yazılan mektupta Strik, “Ülkenin 2020 ilerleme raporunun Avrupa Parlamentosu’ndaki gölge raportörleri olarak, Bosna-Hersek’teki mevcut durum ve son gelişmeler, özellikle de BH Cumhurbaşkanlığı üyesi tarafından tüm önemli devlet kurumlarını boykot etme konusundaki derin endişemizi ifade etmek için size yazıyoruz” ifadelerine yer verdi.
  • Sırp Cumhuriyeti siyasi liderliğinin, devlet kurumlarının herhangi bir çalışmasına katılma konusundaki isteksizlikleri ve Yüksek Temsilcinin meşru kararını tanımamaları nedeniyle, Bosna Hersek’in demokratik devlet yapılarını ve Dayton Anlaşmalarında yer alan Anayasasını baltalayarak ülkenin genel istikrarını ve ülkenin genel istikrarını tehlikeye attığı belirtildi.

 

Kaynak: N1

Tarih: 06.10.2021

 

Dzaferovic: “Bosna Hersek’te durum tehlikeli ve endişe verici”

  • Bosna Hersek Devlet Başkanlığı Konseyi Üyesi Sefik Dzaferovic, Bosna Hersek’te devlet kurumlarının birkaç aydır işlevsiz halde olduğunu ve ülkenin mevcut durumunun tehlikeli ve endişe verici olduğunu söyledi.
  • Slovenya’nın başkenti Ljubljana’da Avrupa Halk Partisi Konferansı’nda konuşan Dzaferovic, Sırp siyasetçilerin boykotu nedeniyle Bosna Hersek’te mevcut durumun tehlikeli ve endişe verici olduğunu devlet kurumlarının aylardır işlevsiz halde olduğunu ifade etti. Sırp siyasetçilerin boykota mazeret olarak soykırım yasasını gösterdiklerini fakat aslında bunun yıllardır devam eden tavrın bir devamı olduğunu söyleyen Dzaferovic, “Gerçek sebep her zaman aynı: devletin çalışmasını engelleme, devletin işlevsiz olduğuna ilişkin bir görüntü yaratma ve ayrılıkçı bir gündem çerçevesinde devletin ilgasını talep etme” dedi.
  • Sınırların yeniden çizilmesi ve toprak değişimi fikirlerinin “non-paper” olarak bilinen meşum sızıntı ile bir kez daha ortaya çıktığına işaret eden Dzaferovic, böylesi fikir ve retoriklerin Avrupa’da barışı tehdit ettiğini ifade etti.

 

Kaynak: Balkan News

Tarih: 06.10.2021

Dodik: Sırp Cumhuriyeti’nin tek politikası BH Anayasasına dönmek

  • Sırp Cumhuriyeti’nin tek politikası BH Anayasasına dönmek. Bugün, Cumhurbaşkanlığı’nın Sırp üyesi Milorad Dodik, Belgrad’daki ‘Sırp Cumhuriyeti’nin Özgürlüğü ve Bağımsızlığı’ toplantısında bunu tekrarladı. Ekim ayı sonunda, en geç Kasım ayı başında, Ulusal Meclis’in Sırpça’yı orijinal Dayton’a geri döndürecek karar alma sürecine gireceğini duyurdu.
  • Kuruluşundan bu yana Sırp Cumhuriyeti, ortadan kaybolması için sürekli baskı altında. Sürekli olarak Saraybosna’dan ve uluslararası toplumun bir parçası olarak geliyorlar. Sayısız yetkinlikleri aldıktan sonra, şimdi de Sırp topraklarını ellerinden almaya çalışıyorlar. Bu, BH Anayasa Mahkemesi tarafından ormanlar örneğinde kim bilir kaç kez gösterildi. Milorad Dodik, toprak bütünlüğünü çökertmek ve tehlikeye atmak için orijinal Dayton’a geri dönmek istiyor.
  • Bu ayın sonuna kadar, en geç önümüzdeki ayın ilk haftasında, ordudan muvafakatnamenin geri alınmasına yol açacak geniş bir gündemle gireceğiz, BH Anayasasına göre Sırp Cumhuriyeti’ne ait olan dolaylı vergiler, Hatta sınırlar, yani sınır yönetimi. Dodik, Sırp Cumhuriyeti bölgesinin BH’ye değil, Sırp Cumhuriyeti’ne ait olduğunu söyledi.
  • Mladjan Cicoviç, Batılı ülkelerin ve temsilcilerinin baskı ve şantajlarının durdurulması ve BH’deki her şeyin, tökezleyen BH’nin tek olası kurtuluşu olarak orijinal Dayton’a iade edilmesi gerektiğini tahmin ediyor. Uluslararası toplum dayatmaktan ve müdahale etmekten vazgeçmezse, toplantıya katılanların Sırpça kendi yolunu arama hakkına sahip olduğunu söylüyor.

 

Kaynak: RTRS

Tarih: 06.10.2021

 

Sırp Ulusal Meclisi Mali Konsolidasyon Programını kabul etti

  • Sırp Cumhuriyeti Ulusal Meclisi, mali yılın sonunda Sırp Cumhuriyeti’nin konsolide bütçe açığının o yılki GSYİH’nın yüzde üçünü aşamayacağını öngören Mali Konsolidasyon Programını kabul etti.
  • Sırp Cumhuriyeti Ulusal Meclisi, geçen yıl 31 Aralık’a kadar toplam 42.523.436 KM garanti veren Sırp Garanti Fonu’nun çalışmaları ve operasyonları hakkında geçen yılki Raporu not aldı.
  • Sırp Cumhuriyeti Ulusal Meclisi, Sırp Cumhuriyeti Menkul Kıymetler Komisyonu’nun 2020 için menkul kıymetler piyasasındaki duruma ilişkin Raporunu ve Menkul Kıymetler Komisyonu’nun geçen yılki mali operasyonları hakkındaki raporu kabul etti.
  • Sırp Cumhuriyeti Yetkililerindeki Çıkar Çatışmalarının Belirlenmesine İlişkin Cumhuriyet Komisyonu’nun 2020 çalışmaları hakkındaki çalışmaları ve 2020 Çalışmaları Hakkında Şikayet Komisyonu’nun raporu kabul edildi.
  • Gaziler ve Özürlülerin Korunması Parlamento Komisyonu’nun ‘Gaziler ve Özürlülerin Korunması Alanındaki Durum’ başlıklı tematik oturuma ilişkin Raporu ve kayıp Sırpları arama sürecini hızlandırmak ve terhis edilenlerin durumunu iyileştirmek için bir dizi sonuç Sırp gazileri kabul edildi.

Kaynak: RTRS

Tarih: 06.10.2021

Hırvatistan

ABD, Hırvatistan’a Vizeyi Kaldırdı

  • ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken, Hırvatistan’ı ABD Vize Muafiyet Programı’na kabul edildiğini duyurdu. Bu çerçevede Hırvatistan vatandaşları, 1 Aralık 2021 tarihinden itibaren ABD’ye vizesiz giriş yapabilecek.
  • Yeni uygulama ile Hırvatistan vatandaşları, 1 Aralık’tan itibaren vize almak zorunda kalmadan 90 güne kadar turizm veya iş için Amerika Birleşik Devletleri’ne seyahat edebilecek.
  • ABD, halihazırda AB üyeleri arasında sadece Romanya, Bulgaristan ve Kıbrıs Rum Yönetimi’ne vize uyguluyor.

Kaynak: Balkan News

Tarih: 30.09.2021

Çinliler “Tartışmalı” Peljesac Köprüsü İçin 60 Milyon Avro Daha İstiyor

  • Hırvatistan’ın kuzey ve güney topraklarını birbirine bağlaması planlanan, ancak Bosna Hersek’in deniz egemenliğini ihlal edeceği için uzun süre tartışmalara neden olan Peljesac (Pelyeşats) Köprüsü’nün inşasında sona yaklaşılırken, inşaatı yapan Çin firmasının artan maliyetler nedeniyle Hırvatistan’dan 450 milyon Kuna (60 milyon avro) daha talep ettiği öne sürdürüldü.
  • “Jutarnji List” gazetesinin haberine göre, Mart 2022’de ulaşıma açılması planlanan köprünün nihai mali hesaplamaları noktasında sorun yaşanırken, üstlenici firma yetkilileri inşaat malzemelerindeki büyük artışları sebep göstererek ek para talep etti.
  • Ek bütçe talep edilmesi nedenleri arasında diğer şeylerin yanı sıra artan çelik fiyatları, pandeminin etkisi, artan işgücü fiyatları ve eve dönen Çinli işçiler için daha yüksek uçak bileti fiyatları gösteriliyor.

 

Kaynak: Balkan News

Tarih: 30.09.2021

Türk Akım Üzerinden Macaristan Ve Hırvatistan’a Gaz Sevkiyatı

  • Rus enerji şirketi Gazprom, TürkAkım boru hattı üzerinden Macaristan ve Hırvatistan’a doğal gaz sevkiyatına başladığını duyurdu.
  • Gazprom’dan yapılan yazılı açıklamada, bugün itibarıyla söz konusu ülkelere doğal gaz sevkiyatına yeni bir rota üzerinden başlandığı belirtildi.
  • Açıklamada, “Rusya’nın Macaristan ve Hırvatistan’a doğal gaz arzı TürkAkım boru hattı ve ayrıca Bulgaristan, Sırbistan ve Macaristan’ın ulusal gaz iletim sistemleri üzerinden yeni bir rota üzerinden başladı.” denildi.
  • Ukrayna Gaz Sevkiyat Sistemi Şirketinden yapılan açıklamada, Gazprom’un Macaristan’a Ukrayna üzerinden doğal gaz akışını durdurduğu bildirilmişti.

Kaynak: TRT Haber

Tarih: 02.10.2021

Karadağ

Djukanovic “Pandora Belgeleri” nedeni ile soruşturma altında

  • Karadağ Cumhurbaşkanı Milo Djukanoviç, 2012 yılında oğlu Blažo Djukanovic ile deniz aşırı destinasyonlarda birkaç şirketin sahibi olarak anıldığı “Pandora belgeleri” davası nedeniyle soruşturma altına alınacak. Soruşturma ayrıca, medya camiasının başlattığı önceki tüm davalarda olduğu gibi, gerçekleri ortaya çıkarmak için bir prosedür başlatacak olan Yolsuzluğu Önleme Dairesi tarafından da duyuruldu.
  • Avrupa Birliği-Batı Balkanlar Zirvesi’nin düzenlendiği Slovenya’da, uluslararası araştırmacıların Pandora Belgeleri davasıyla ilgili iddialarına yanıt veren Djukanovic, 2012 yılında Victory Trust’ı denizaşırı bir yerde kurduğunu ve daha sonra oğlu Blaž’a devrettiğini, ancak herhangi bir yasadışılık olmadığını ifade etti.

Kaynak: Independent Balkan News Agency

Tarih: 05.10.2021

Karadağ Hükümeti’ne Nüfus Sayımını Erteleme Çağrısı

  • Bir grup Karadağlı sivil toplum kuruluşu, hükümeti ülkede daha fazla siyasi kargaşayı önlemek için bu yıl için planlanan ulusal sayım tarihini ertelemeye ve nüfus sayımından etnik meselelerle ilgili soruları kaldırmaya çağırdı.
  • STK’lar, ulusal nüfus sayımının Ekim 2022’ye ertelenmesi çağrısında bulundu ve yetkilileri ülkedeki etnik ve siyasi anlaşmazlıkları yoğunlaştırabileceği için etnik köken, dini inanç veya dil hakkında bilgi istenmemesi gerektiğini ifade etti. Ülkedeki son derece istikrarsız sosyo-politik durum ve devlet kurumlarına duyulan güven eksikliği nedeniyle, nüfus sayımının en erken Ekim 2022’de düzenlenmesi gerektiği savunuluyor.
  • Nüfus sayımları, Balkanlar’ın çoğunda olduğu için Karadağ’da hassas bir kon iken ülkedeki çoğunlukla Karadağlı ve Sırplardan oluşan toplulukların çoğunda endişelere yol açmakta. Son olarak Karadağ’daki Sırp Ortodoks Kilisesi’nin Eylül ayındaki açılışı sırasında, olayın ülkenin bağımsızlık ve egemenlik mücadelesine hakaret olduğunu iddia eden Karadağlıların törenin güvenliğini sağlayan polisle çatışması nedeniyle gerginlikler tırmanmıştı.

Kaynak: Balkan Insight

Tarih: 05.10.2021

 

Kosova

İtalya Büyükelçisinden Güven Mektubu

  • Göreve yeni başlayan İtalya’nın Priştine Büyükelçisi Antonello De Ri, Cumhurbaşkanı Vjosa Osmani’ye güven mektubunu sundu.
  • Osmani, Kosova Cumhuriyeti ile İtalya’nın mükemmel ilişkilere sahip olduğunu ve bu ilişkilerin daha da derinleşmesini beklediğini söyledi.
  • İtalya Büyükelçisi Antonello De Riu ise kabul için Cumhurbaşkanı Osmani’ye teşekkür etti. De Riu, İtalya’nın Kosova’nın Avro-Atlantik entegrasyon sürecini desteklemeye devam edeceğini vurguladı.
  • İtalyalı diplomat ek olarak, ekonomik ve kültürel işbirliği de dâhil olmak üzere iki ülke arasındaki ikili ilişkileri daha çok güçlendirmeye devam edeceğini belirtti.

Kaynak: Kosova Haber

Tarih: 30.09.2021

 

Kuzey Makedonya 

Dışişleri Bakanı Avrupa Turuna Çıkıyor

  • Kuzey Makedonya Dışişleri Bakanı Buyar Osmani, resmi temaslarda bulunmak üzere Avrupa turuna çıkacak. İlk durağı Almanya olan Osmani, mevkidaşı Heiko Maas ve Avrupa’dan Sorumlu Devlet Bakanı Michael Rot’la görüşecek Ardından ise Polonya’ya geçecek.
  • Varşova güvenlik Forumuna katılımın yanı sıra, Polonya Dışişleri Bakanı Zbigniew Rau’yla da görüşme gerçekleştirecek.
  • Son durak ise Slovenya olacak. AB-Batı Balkanlar zirvesine katılacak olan Osmani, diplomasi trafiğini burada da devam ettirecek.

Kaynak: New Balkan

Tarih: 04.10.2021

Sırbistan

Sırbistan Cumhurbaşkanı Belgrad’ın Brüksel’deki görüşmelerde neler başardığını açıkladı

  • Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic, Sırbistan’ın orta Sırbistan’da ve ayrılıkçı Kosova’da plaka kullanımına ilişkin müzakerelerde Brüksel’de büyük başarı elde ettiğine inanıyor. Vucic bunu 30 Eylül’de duyurdu.
  • Vucic’e göre, Avrupalı ​​arabulucuların Sırp tarafının Brüksel Anlaşması’nın uygulanmaması konusundaki endişelerini Sırp Belediyeler Topluluğu’nun oluşumuyla ilgili kısımda belirtmeleri özellikle önemlidir.
  • Vuciç, Kosova polisinin sözde özel kuvvetleri olan ‘Rosa’nın, zırhlı personel taşıyıcılarıyla birlikte Kosova’nın kuzeyini ve Metohija’yı terk etmesinin Sırplar için önemli olduğunu da kaydetti.
  • Sırbistan Cumhurbaşkanı, KFOR birliğinin 1244 sayılı Karar uyarınca Yarine ve Brnjak kontrol noktalarına geri dönmesinin, ‘Kosova ve Metohija’daki Sırp nüfusunun güvenliğinin ek garantilerinin sağlanabileceğini’ gösterdiğine inanıyor.
  • Belgrad ve Priştine heyetlerinin 30 Eylül’de AB özel temsilcisi Miroslav Lajcak ile Rosu’nun 2 Ekim’de Yarine ve Brnjak kontrol noktasından saat 8:00’den önce ayrılması konusunda anlaştıklarını hatırlayın. Buna paralel olarak, Sırplar iki kontrol noktasına giden yollardaki barikatları kaldıracak ve KFOR birliği, başlamadan hemen önce ve anlaşmanın uygulanmasından sonraki iki hafta boyunca idari geçişleri denetleyecek. 4 Ekim’den itibaren, Sırp plakalı arabalar, Sırbistan’ın devlet sembolleri üzerinde numaralar bulunan özel çıkartmalarla kaplanmışsa, Kosova topraklarından geçebilecek.

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 01.10.2021

Kurti, Vucic ile Sırbistan ve Kosova arasındaki diyalog hakkında konuştu

  • Kosova Başbakanı Albin Kurti, 6 Ekim’de Ljubljana’daki Brdo zirvesinin oturum aralarında Eski Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un huzurunda Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic ile bir araya geldi.
  • Ardından Twitter sayfasından yaptığı açıklamada, görüşmede Berlin süreci, vatandaşların serbest dolaşımı ve diplomaların karşılıklı tanınması konularının ele alındığını belirten Kurti, bu sorunların çözülmesinin Batı Balkanlar bölgesindeki tüm nüfusun yaşamını iyileştireceğini vurguladı. .
  • Vucic’in versiyonu farklı ve Sırp tarafının önceliklerini yansıtıyor. Bir hatırlatma olarak, 30 Eylül’de Avrupa Birliği’nin arabuluculuğuyla Kosova ve Sırbistan, sürücüler için birbirlerinin numaralarına sahip bir çıkartma rejimi başlattı – şimdi girmek için diğer tarafın devlet sembollerini yapıştırmak yeterli.

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 06.10.2021

Dış Aktörler

NATO ile AB, Kosova-Sırbistan Gerilimini Görüştü

  • NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg ile Avrupa Birliğinin (AB) Belgrad-Priştine Diyaloğu Özel Temsilcisi Miroslav Lajcak, Kosova ile Sırbistan arasında taşıtların sınır geçişleri nedeniyle yaşanan krizin ardından varılan anlaşmayı ele aldı.
  • Stoltenberg, Lajcak ile görüşmesinden sonra sosyal medyadaki açıklamasında, Lajcak ile Kosova’nın kuzeyinde ortaya çıkan gerginliğin düşürülmesi için yapılan düzenlemeyi görüştüklerini bildirdi.
  • NATO’nun Kosova Gücü (KFOR) misyonunun bölgede güvenli ortam ile hareket özgürlüğünü sağlamaya devam ettiğini kaydeden Stoltenberg, “NATO ile AB‘nin bölgede kalıcı siyasi çözüm sağlanmasında ortak çıkarları bulunmaktadır.” ifadesini kullandı.
  • Kosova, 20 Eylül’de ülke sınırlarından geçmek isteyen Sırbistan plakalı araçların geçişlerine izin vermeyeceğini, ülkeye giren araçlara geçici Kosova plakası verileceğini duyurmuştu. Ülkede sadece Kosova Cumhuriyeti plakalı araçların dolaşımının mümkün olacağı kaydedilmişti.

 

Kaynak: AA

Tarih: 01.10.2021

AB Liderleri Batı Balkan Ülkelerinin Liderleriyle Bir Araya Gelecek

  • Avrupa Birliği (AB)-Batı Balkanlar Zirvesi, AB dönem başkanı Slovenya’nın Brdo kentinde, 6 Ekim’de düzenlenecek.
  • AB yönetimi, zirvede, stratejik önem verdiği Batı Balkanlar ile ilişkilerin geliştirilmesini amaçlıyor. Zirvede, AB ile Batı Balkan ülkeleri Arnavutluk, Bosna Hersek, Sırbistan, Karadağ ve Kuzey Makedonya arasındaki güvenlik, yatırım ve genişleme gibi konular ele alınacak.
  • Slovenya’daki zirvede, AB liderlerinin, AB’nin Batı Balkanlar için gelecek 7 yılda 30 milyar avroluk “Ekonomi ve Yatırım Planı’nı teyit etmesi öngörülüyor. Bu miktarın 9 milyar avrosunun AB fonundan hibe edilmesi planlanıyor. AB ülkeleriyle Batı Balkanlar arasında GSM şebekelerinde dolaşım ücretleri konusu da görüşülecek.

Kaynak: Time Balkan

Tarih: 04.10.2021

Yunan Sahil Güvenlik Unsurlarınca Türk Kara Sularına İtilen 77 Düzensiz Göçmen Kurtarıldı

  • Muğla’nın Marmaris ilçesinde Yunan sahil güvenlik unsurlarınca Türk kara sularına itilen lastik botlar ve can salındaki 77 düzensiz göçmen karaya çıkarıldı.
  • Sahil Güvenlik Komutanlığı ekipleri, Marmaris açıklarındaki lastik botlar ve can salında düzensiz göçmenlerin olduğu bilgisinin alınması üzerine bölgeye hareket etti.
  • Yunanistan unsurlarınca Türk kara sularına bırakılan lastik botlar ve can salındaki 77 düzensiz göçmen, sahil güvenlik ekiplerince kurtarıldı.
  • Karaya çıkarılan düzensiz göçmenler, işlemlerin ardından İl Göç İdaresi Müdürlüğüne teslim edildi.

Kaynak: Time Balkan

Tarih: 04.10.2021

TUİÇ Balkan Stajyerleri: Şamil Orhan, Aybüke Beyza Koçak, Rümeysa Güner ve Hatice Deniz Hızal

ABD’nin Paris İklim Anlaşması’na Yönelik Değişen Politikası

Uluslararası düzende küresel ısınma konulu çalışmaların bulunduğu en önemli ve kapsamlı anlaşma Paris İklim Anlaşması’dır. Kyoto Protokolü’nden sonra gelen ve protokolden daha kapsamlı şekilde oluşturulan bir anlaşma olan Paris İklim Anlaşması, 2016 yılında resmiyet kazanmıştır. Anlaşma, küresel ısınmayı odak noktasına alarak, sıcaklık artışları üzerinde durmaktadır. Sıcaklık artışının ise 1,5 derece ile sınırlandırılması hedefi ana hedef olmakla birlikte, kapsayıcılığı 196 ülkenin katılımının sağlanması ve en önemlisi bağlayıcılığı bulunmasından gelmektedir (UNCC).

İdeolojinin Dönüşümü: Marx, Engels, Lukács

Özet

Hegel’ci Marksizme göre şeyler, şeyleşmelerini aşarak yani özneleşerek tarih yaparlar. Bu durumda süreç ve süreci kapsayanların bütünlüğü önemsenir. Bu anlayışta hem Hegel hem Marx etkisi görülür. Bu süreçte değişimi sağlayan değişken, ideolojidir. İdeolojinin gerekliliğini bu yönde ele alan György Lukács, süreci şeyleşme-özneleşme teorisi üzerinden inceler. Şeyleşme, Marx’ın meta fetişizminden hareketle geliştirilen bir teoridir. Tıpkı metanın insan emeğine yabancılaşması gibi şeyleşme süreci de aslında inşa edilmiştir, fakat zamanla “hayalet nesnellik” kazandığından inşa süreci fark edilmez. Lukács’ta bunun aşılmasında bir dönüşüm zorunlu kılınmış ve dönüşüme öncülük eden sınıfın, şeyleşmeye neden olan kapitalist sınıfın değil, işçi sınıfının olması gerektiği savunulmuştur. Bu durum işçi sınıfının emeğinden kaynaklıdır. İşçi sınıfında bilincin varlığı kabul edilmiş ve örgütlenmesi beklenmiştir. Fakat bu örgütlenme yalnız bırakılmamış ve parti hareketiyle ortaklık öngörülmüştür. Bu çalışmada amaç Lukács’ın bu yönlerini ideoloji bağlamında, Marx ile kontrast halinde ele almaktır. 

Anahtar Kelimeler: İdeoloji, Hegelci Marksizm, György Lukács, Şeyleşme-Özneleşme.

Abstract

According to Hegelian Marxism, things make history by transcending their reification, that is, by becoming subject. In this case, the process and the integrity of those covering the process are considered important. In this understanding, both Hegel and Marx’s influences are seen. In this process, the variable that enables change in his ideology. György Lukács who takes the necessity of ideology in this way examines the process through the theory of reification-subjectivation. Reification is a theory that is developed by Marx’s commodity fetishism. Just as the alienation of the commodity to human labor, the process of reification is actually constructed, but in the process of construction is not noticed since it gradually acquires “phantom objectivity”. According to Lukács’ understanding, a transformation was required in order to overcome reification and he argues that the leading class of this transformation should not be the capitalist class which causes reification but instead should be the proletarians. This situation is caused by the labor of the working class. It was supposed that there existed a consciousness in the working class and they were expected to be organized. However, this organization was not left alone and a partnership with the party movement was also foreseen. The aim of this study is to discuss these reflections of Lukács on ideology and build a contrast with Marx’s thoughts within the relevant framework. 

Keywords: Ideology, Hegelian Marxism, György Lukács, Reification-Subjectivation.

Giriş

Kavram olarak ideolojinin tanımını yapmak ve temelde bunu tek bir anlama indirgemek çok zordur; dahası tek bir anlama indirgeme işlemi ideolojinin kendisine de zarar verebilir. Çünkü tek anlam indirgemeleri, diğer indirgemeleri dışlama anlamına gelir, bu da yanlış analize sebep olabilir. İdeolojiler kimileri için bir yanılsamalar grubu, kimileri için ise olumlu anlamda devrimci “praksis”e götüren araç olabilir. Marksizm’deki ideoloji kavramı da diğer siyasal teorilerdeki gibi durağan bir anlama sahip değildir. Düşünürler arasında görüş farklılıkları olabildiği gibi aynı düşünürün farklı dönemlerinde bile farklı yönelimlerine rastlanabilir. İlk bölümde bu süreç Lukács ve Marx üzerinden karşılaştırmalı olarak irdelenecektir. İdeolojideki bu çeşitli yönelimleri Marksizm perspektifinden ele alacağımız bu çalışmada önce Alman İdeolojisi’ndeki dönüşümü yaşamadan önceki Marx’a ve bu dönüşümden sonra nötr anlamdaki ideoloji çıkarmasını ele alacağız. Bunun yanında önemli bir diğer düşünür olan Engels’in ideolojiye yüklediği anlamı da ele alacağız. Gittikçe olumsuzdan olumluya evirilen bir anlamlaştırma çabasında olumlu anlamda son durağımız György Lukács olacaktır. Burada “yabancılaşma” teorisiyle birlikte Marx’ın da yolunu yaptığı “şeyleşme” teorisi ele alınacak ve Lukács’ın “özneleşme” sürecine giden yolda ideolojiye atfettiği önem gün yüzüne çıkarılmaya çalışılacaktır. Bu yönüyle Lukács’ın düşüncesi, Hegelci Marksist bir damardan kaynaklanmaktadır.

Lukács’ın hayatı ideolojik devinimler, direnişler ve savaşımlar içinde geçmiştir. Her ne kadar yaşlılığı ile farklı olsa da gençliğinden yaşlılığına hatta ölümüne kadar bir şeyleri irdeleyen Lukács; burjuva ideolojisinin hep karşısında durmuştur. Gençliğinde Simmel ve Nietzsche etkisinde sonraları ise Marksist çizgide mücadelesini sürdürmüştür. Dönemin Marksistleri tarafından eleştirilere maruz kalsa da Hegelci Marksizm altında kendi özgünlüğünü koruyabilmiştir. Lukács’ı kendi ideolojisi üzerinden ele almak, bizlere ideolojinin gerekliliği hakkında bir düşünme alanı sağlayacaktır. Klasik Marksist teorinin revize edilmiş hali olarak göreceğimiz Lukács’ın düşünce sürecini ele almamızdaki amaç, ideoloji kavramı üzerine katı tek bir anlama bağlılığın olmadığını göstermektir. Özellikle Lukács’ın ele alınma gereksinimi ise ideolojiye yüklediği olumlu anlamdan doğmaktadır. Ayrıca, genel olarak ideolojiyi Marksizm üzerinden ele almak; bize, bazen rastlanılan Marx’ın, Engels’in bir idealist olduğu Lukács’ın da bu geleneğin devamcısı olduğu iddiasını yanlışlamaya olanak sağlayacaktır. İdeolojiyi ele alış süreçlerinde her ne kadar Hegel etkisi görsek de onları idealist olarak nitelemek mümkün değildir.

Lukács, önceki dönem Marksistleri gibi idealizm eleştirisi yapar. Özne-nesne kavramları üzerinden toplumu inceleyen Lukács’ın bu düşüncesi, aslında temelde mekanik materyalizme ve ekonomik determinizme de karşıdır, buradan hareketle Marksist bir Hegelci olarak tavır sergiler yani burada şunu da görmek gerekir ki eleştiri sadece idealizme değildir. Bu yolda Marx’ın yabancılaşma ve şeyleşme teorilerini, öznel ve nesnel olarak kategorilendirerek geliştiren Lukács, bu kavramlar arasındaki bağı da güçlendirmiştir. Lukács’ın ideoloji kavramı için, nasıl bir toplum tahayyül ettiği, bu toplumu algılamak için hangi yolları seçtiği ve hangi “yaratımlarda” bulunduğu pek tabii çok önemlidir. İdeoloji anlayışları geliştiren, özellikle Lukács gibi toplumu irdelemiş ve fark etmiş düşünürler bakımından bu durum, aslında ideolojiyi hangi konumda gördüklerini saptamak için çok önemlidir çünkü ideolojinin uygulanacağı ve üstünde durduğu temel yine siyaset, sosyoloji, iktisat gibi beşeri alanlardır.

Çalışmanın birinci bölümünde Lukács’ın olumlu ideoloji algısına giden süreç, Marx ve Engels üzerinden anlatılacaktır. Üstü üste gelen eleştirilerin ideolojiyi evirdiği şekil, son olarak olumlu bir anlama dayanacaktır. İkinci bölümde ise, Lukács’ın şeyleşme-özneleşme teorileri ayrıntısıyla ele alınacak ve ideolojiye atfettiği anlamın zeminini dolduracak anlayış pekiştirilmeye çalışılacaktır. Son olarak, Lukács’ın toplumu algılayışı, düşünceleri ve özellikle toplumsal varlığa atfettiği anlam irdelenecektir.

1. İdeolojinin Marksizm’deki Yerinin Lukács’taki Haliyle Karşılaştırılması 

İdeolojinin sistemli olarak Marksizm’e geçişiyle yani tutarlı olarak Marksist bir terminolojiyle ele alınmasıyla ideolojinin önceki döneme ait, ampirik ve bilimsel bakış açısına dayanan meşrulaştırma yönteminde bir farklılık ortaya çıkmıştır. Metafizik bilginin karşısında sadece ampirizme dayanan bilginin ideoloji olduğunu savunan Antoine Destutt de Tracy gibi Fransız ideologlar karşısında ideolojinin bu keskinliğe, deneye ve duyuya bağlı olmasını reddeden Marx; gerçekliğin aslında düşünceyle bir diyalektik bağ içerisinde olduğunu savunarak keskinlikten sıyrılır (Subaşı, 2018). Bu sıyrılmayı Feuerbach’ın insan merkezci anlayışının etkisiyle yaşadığı söylenebilir. Feuerbach, insanın kendi değerlerini Tanrı’ya atfetmesiyle değerlerin kendisinden kopuşuna ve dolayısıyla insanın kendine “yabancılaşması”na neden olduğunu savunur (Akdemir, 2003). Marx, dinin sebep olduğu bu yabancılaşma savını doğrudan kabullenmez. Çünkü Marx’a göre Feuerbach, insanı özsel ve soyut bir varlık olarak ele alıp insanın toplumsal ilişkisini göz ardı eder. İnsani özün tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama olmadığını savunan Marx; bu özün gerçekliğinin toplumsal ilişkilerin bütünü olduğunu kabul eder (Marx, 2013). Buradan hareketle tarihselliğin önemini de gün yüzüne çıkarır. Gerçekliği ön planda tutarak geliştirdiği bu bütüncül anlayışta Hegel etkisi de görünür fakat bu Marx’ı bir idealist yapmaz çünkü Marx özü sürekli olarak pratiğe dayandırmıştır. Feuerbach Üzerine Tezler’de de üzerinde durduğu gibi toplumsal ilişkilerin gerçekliği; öze atfedilen önemden uzak ve gayet pratik bir düzlemdedir (Marx, 2013).

“İdeoloji”nin varlığının farkına varışı bu şekilde gerçekleşen Marx’ın ideolojiyi anlamlandırması ise olumlu yönde değildir. Onun ideoloji anlamlandırmasını Alman İdeolojisi eserinden sonra yaşadığı dönüşümle iki döneme ayırabiliriz. İdeolojiye atfettiği anlamı “yabancılaşma” ve “nesneleşme” teorileriyle ele alabiliriz. Marx’ın ideolojiye karşı en olumsuz tavrını, Alman İdeolojisi’nden önceki eseri olan 1844 Elyazmaları’nda Hegel’i eleştirdiği kısımlarda görebiliriz. Marx bu eserinde Hegel’i çok fazla kurguya indirgenmiş bir yöntem benimsemesinden ve gittikçe Saltık Bilgi sonucuna ulaşmasından dolayı eleştirir. Marx burada hem özsel tabanla hem de “kendini soyut bir şekilde kavrayan dünyanın yabancılaşmış zihni”ne ulaşma sonucuyla gerçeklikten kopuk bir anlamlandırma olduğunu düşünür (Marx, 2018). Bunu ideoloji düzlemine taşıdığımızda buradaki gerçeklikten kopuk anlamlandırmanın Marx’ta ideoloji tanımına denk düştüğünü fark ederiz.

Başta işçi kendi emeğine, daha sonra insanlar arası ilişkilerde yabancılaşır. Burada yabancılaşılan, özel mülkiyet sahibi olan egemen sınıf yani burjuva sınıfıdır (Olgun, 2009). Egemen ideoloji buradan alınmış bir yanılsamadır. Marx daha sonraları Alman İdeolojisi eserinde daha şekillenmiş olarak gördüğümüz ideolojinin asıl belirleyicisinin bilinç değil, toplumsal ilişkilerin gerçekliği olduğunu savunur (Marx, 2013). Marx, bu metinde söz konusu yansımanın varlığını bir camera obscura benzetmesiyle anlatır. Bu benzetmede, olayların fiziksel boyutunu vurgular ve ters görüntü oluşumunun yani ideolojinin oluşumunun varlığını da toplumsal gerçeklere dayandırarak açıklar (Marx, 2013). İnsanlar ideolojilere tarih biçerler ve içine doğdukları ve sürdürdükleri toplumsal yaşam ile bunun inşasına devam ederler.

Marx, ilerideki eserlerinde ideolojiyi artık olumsuz bir anlamda değil, olan gerçeğin bir dışavurumu veya sonucu olarak nötr bir şekilde ele alır. Bu durum hakkında Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözünden çıkarım yapabiliriz. Marx, burada toplumsal ilişkilerin gerçekliğinden oluşan yansımaların her ne kadar ideolojik olsa da belli bir süre sonra bir devrim çağı yaşayacağından, iktisadi yapının üzerine oluşturulan hukuki ve siyasal üst yapının gittikçe alt üst olacağından bahseder (Marx, 1979). Dolayısıyla ideoloji, yani toplumsal gerçekliğin yansıması, gayet somut zemindeki üretici ilişkileri ile üretici güçlerin arasındaki çatışma sonucu bir gerçekliğe ulaşabilir. Kapital’de ise, ideolojiyi “şeyleşme”ye neden olan bir alternatif meta fetişizmi olarak görür. Buradaki anlamlandırma daha sonraki dönem Marksistlerinden biri olan Lukács üzerinde önemli bir etki bırakır. Marx, yine aynı eserinde, emek üretim sürecinin metaya ve paraya indirgendikçe metalaştığını ve dolaylı olarak toplumsal ilişkilerin de metalaştığını belirtir (Marx & Engels, 2018). Bu süreci din evrenindeki haliyle de örneklendirerek, “insan eliyle ve beyniyle yaratılmış tüm ürünlerin şeyleştiğini” savunur (Marx & Engels, 2018). Sonuç olarak, şeyleşmenin oluşturduğu fetişizmi de bir tür yabancılaşma olarak meta fetişizmiyle birlikte görür.

Dönemdaşı ve arkadaşı olan Engels de Marx’tan çok farklı bir konumda değildir. Tek farkı, onun ideolojinin olumsuz anlamına dair ısrarcı tavrında görebiliriz. Onun ideoloji tanımlaması, “yanlış bilinç” şeklindedir. Engels, Franz Mehring’e yazdığı 14 Temmuz 1893 tarihli mektubunda, düşünen bireyin, “bilinçli bir şekilde olsa da ‘yanlış’ bilinç ile oluşturduğu” ideolojinin, yanıltıcılığa mahkûm olduğunu belirtir (Marx & Engels, 2018). Birey, bilincini etkileyenin yanlışlığının farkına varamaz, eğer varabilseydi bunun sonucunda bir ideolojinin ortaya çıkamayacağını savunur Engels (Marx & Engels, 2018). Dolayısıyla, Engels; olumsuz anlamı ideolojiye değil, ideolojiyi olumsuz anlama hapseder. Olumlu ideoloji olarak düşünebileceklerimiz onun için zaten ideoloji değildir.

Bu anlayışların bir nesil sonraki dünyasına doğan György Lukács ise, ideoloji kavramını gerekli bir pozisyona taşımıştır. Ayrıntılarına ilerleyen bölümlerde değineceğimiz Lukács’ın topluma bakışı ve şeyleşmeyi alt edecek özneleşme ihtimali; Lukács’ın Marksizm’in Hegelci Marksizm kanadındaki görüşlerini oluşturur. Lukács, şeyleşmeyi aşmanın bir politik dönüşüm ve genel anlamda bir kültürel dönüşüm gerektirdiğinden bahsetmiştir (Bekmen, 2018). Dolayısıyla ideoloji burada bir araçtır. Hegel ve Marx’ın yoğun etkisiyle Lukács, süreç ve bütünlük kavramlarını öne çıkararak, idealizm ve mekanik materyalizm arasındaki üçüncü bir yol anlayışı ihtimalinden bahsetmiştir (Uslu, 2018, s.13). Bu düşüncelerine önce Tarih ve Sınıf Bilinci eserinde sonra daha da geliştirilmiş şekilde Toplumsal Varlığın Ontolojisi eserinde yer vermiştir.

2. Lukács’ın Şeyleşme, Özne-Nesne Sorunu

Lukács, “ideoloji” kavramına olumlu bir anlam atfeder.

“Marx’ta ideoloji ‘doğru duruma ilişkin yanlış düşünce’ olarak tanımlarken Lukács, ideolojiyi ‘yanlış duruma ilişkin doğru düşünce’ olarak tanımlar(Karala, 2020).

Lukács’ın bu tanımı, Ortodoks Marksizm’ini reddetmesi, bu anlayışın ekonomizmi ve siyasi durgunluğu getirmesinden dolayıdır. Lukács’ın amacı, doğru ve özgün bir sınıf bilincine sahip proletarya ile ampirist kamuoyu arasındaki sınırları belirgin bir şekilde çizmek ve pratik bir nesnellik kazandırmaktır. Fakat sınıf bilincini formülize etmekten öteye gidememiştir. Marx’tan yola çıkan Lukács, ‘Tarih ve Sınıf Bilinci’nde, kapitalist üretimin ürünle üretim etkinliğinin organik birliğini parçaladığını ve insanı kendi doğal etkinliğinin bir nesnesi konumuna indirgediğini belirtti(Çolak, 2011).

İnsanın dünyadaki ve dünya karşısındaki yerinin temel sorunu olan yabancılaşma sorunu ilk kez Hegel’de ortaya çıkmaktadır (Lukács, 1998). Yabancılaşma nesneleşmeyi de içerdiği için yabancılaşma ve nesneleşme özdeş sayılabilir (Lukács, 1998). Lukács yabancılaşma ile nesneleşmeyi özdeş olarak tanımlarken toplumsal kategoriyi kastetmiştir (Lukács, 1998). Lukács, nesneyi insan yaşamından kopartılamayacak bir fenomen olarak görür. Yabancılaşma, nesnelleşme ile özdeş kabul edilir (Lukács, 1998). İnsanın kendisine yabancılaşması, insanın bir nesne olarak kabul edilerek bu nesneyle özdeşliği olarak da belirtilebilir. Yabancılaşma ve nesneleşme özdeş kabul edildiğinden, nesnesiyle özdeş olan öznenin yabancılaşmayı aştığında nesneleşmeyi de aşması gerekmektedir.

“Toplumdaki nesneleşmiş biçimler, insanın doğasının kendi varlık olgusuyla uyuşmayan durumda işlevleri edindiklerinde, insanın doğasını, toplumun varlığını araç olarak kullanarak egemenliği altına aldıktan sonra, yabancılaşmanın nesnel toplumsal bir hale geldiğinden söz edilebilir” (Lukács, 1998).

Lukács’a göre Hegel, özne ile nesne arasındaki birlik ve ilişkiyi kuran, bunu tarihsel bir bütünlük içinde yorumlayan ilk kişi olmuştur (Lukács, 1998). Fakat Lukács’a göre Hegel, kavramı geliştirirken baştan bir yanlışlık yapmıştır; tarihi yapanı maddi güçler olarak değil ‘tin’ olarak ele almıştır (Lukács, 1998). Tarihi, ‘tin’in kendini oluşturma alanı olarak nitelendirmiştir. Lukács, Marksist kuramın Hegel’in yaptığı bu başlıca yanlışlığı giderebileceğini ileri sürmüştür. Marx’ın tarihsel materyalist felsefesi ile Hegel’in yorumunu kıyasladı ve ardından Hegel’in ‘baş aşağı dönmüş’ yaklaşımlarının aşılması gerektiğini belirtti. Lukács’a göre, Marx’ın incelediği kapitalist toplum ve bu toplum içinde bulunan işçi sınıfının konumu Hegel’in yaklaşımını gerçek değerine kavuşmasına imkan verecektir (Lukács, 1998). Ona göre, işçi sınıfının burjuva toplumu içindeki nesnel konumu Hegel’in vurguladığı ‘tarihsel özne’ konumunun pratiğe de aktarılmasına sebep olmuştur. Çünkü, işçi sınıfı, nesneleşmenin dolaysız etkisi altında bulunmaktadır (Lukács, 1998).

“Lukács’a göre işçinin durumunun gücü, kesinlikle yabancılaşmasında yatmaktadır: onun ilk hareketi çalışmanın bilgisine doğru değil, bir nesne olarak kendisinin bilgisine, öz bilince doğrudur. Fakat bu öz bilinç, aslında bir nesnenin kendinin, bir meta olarak kendi emeğinin, satmak zorunda olduğu yaşam gücünün bilgisi olduğundan dış dünyanın meta niteliği hakkında orta sınıf nesnelliğine bağışlanmış olandan daha gerçek bilgi edinmesine izin verir. Burjuva için bir meta nispeten önemsiz bir katı maddedir ve onun meta ile ilişkisi bir tüketim ilişkisidir, işçi ise yapılmış ürünü üretim sürecindeki bir andan biraz daha fazla bir şey olarak tanır, çünkü çevresindeki nesneleri orta sınıf evreninin sonsuz doğal şimdisinden çok değişme halinde görecektir. Ayrıca aletlerin ve donanımın birbiriyle ilişkisini bildiği için dış dünyayı birbiriyle ilişkisiz şeylerin toplamı olarak değil, her şeyin başka şeye bağımlı olduğu bütünsellik olarak görür hale gelecektir. Böylece gerçekliği süreç olarak kavrayacak ve şeyleşmeyi çözecektir” (Jameson, 2006, akt. Akkuş, 2015).

Marx’ın Kapital’de işlediği meta fetişizmi kavramını, Lukács şeyleşme kavramı düzleminde ele alır ve geliştirir (Lukács, 1998). İnsanın yabancılaşması, insanın kendi emeğine yabancılaşması emeğin üreticiden tamamen bağımsızlaşması, nesnel bir karakter haline gelmesi ve insanlar arasındaki ilişkilerin şeyler arasındaki ilişkilere dönüşümüyle açıklanır (Lukács, 1998). Bu ilişkilerin hayali bir nesnellik kazanımından sonra insan kendine yabancı, soyut bir parçaya dönüşmüştür (Lukács, 1998). Şeyleşme ile burada kastedilen; insanın kendi emeğine, emek gücünün ürününe, insanın kendisine nesnel, insandan bağımsız bir şey olarak gösterilmesidir.

“Proletarya, kültürüyle tamamıyla gelişip insanlığından soyutlanmayı tamamladığı zaman kendini kurtarabilir ve kurtarmak zorundadır. Çünkü insan, proleter sınıf içinde kalmakla kendini yitirmekte ve bu yıkımın teorik bilincine ulaşmakla kalmayıp bu insanlık dışı durumuna isyan etmeye itilmektedir. Proletarya kendi yaşam koşullarını, içinde bulunmuş olduğu insanlık dışı tüm yaşam koşullarını ortadan kaldırmadan kendini kurtaramaz” (Lukács, 2004).

Bu durum da bütünlüğün anlam kazanabilmesi için proletaryanın tarihin ve bilginin hem öznesi hem de nesnesi olabilmesi ihtimaliyle gerçekleşir. Proletarya kendi sınıfsal durumunun bilincine ancak toplumu bütünüyle özümsediğinde varabilir. Kendine yönelik bilgisi ile bütüne yönelik bilgisi çakıştığı için de proletarya kendi bilgisinin hem öznesi hem de nesnesi haline gelir. Lukács, proletaryanın bu aşamaya nasıl geleceği konusunda kesin bir yorum geliştirmemiş, ayrıca ekonomik sömürü, üretim ilişkileri, üretici güçler ve ekonominin belirleyiciliğine değinmemiştir. Burada işçi sınıfı bilincine, ideolojiyle olumlu bir yön verilerek tarihsel dönüştürücü görev yüklenmiştir. Böylece Engels’te “yanlış bilinç” olarak tanımlanan ideoloji kavramının farklı yönü açığa çıkmıştır (Lukács, 2004). Proletarya içinde bulunduğu bu olumsuz koşullar ve buna bağlı olarak bütünsel bir bakış açısına sahip olma imkânı elde eder. Aynı zamanda bu bütünselliğin kavranabilme imkanını getirir. İşçi, emek gücünü ve emek gücünün ürününü satma konumunda olduğundan dolayı, içinde bulunduğu yabancılaşmayı anlayabilecek ve kendi öznelliği ile nesnelliği arasındaki kopuşun bilincine ulaşabilecektir. Kapitalizm önüne çıkan her şeyi metalaştırma arzusuna sahip olması sonucunda insanın şey olması, şeyleşmesi gerçekleşir. İnsan yaptıklarını özümseyemiyor, anlamlandıramıyorsa ve kendini gerçekleştirememişse, şeyleşmiş bir şey olmuştur. Kişiye kişinin kendi faaliyetini insandan bağımsız bir şeymiş gibi gösteren şeyleşme, işçi sınıfı için kişilik bölünmesine yol açar. İnsan üretim sürecinde sadece doğayı dönüştürmez, kendisini de dönüştürerek yeniden yaratır. Bu durumda insan öznedir, dönüştürendir. Aynı zamanda nesne konumunda yaparken değişen yeniden yaratılandır. Bu durumda insan hem nesnedir hem öznedir. İnsanın emeğinin üretime yabancılaşması, şeyleşmenin öznel boyutunu oluştururken insanın emeğinin pazara sunulması şeyleşmenin nesnel boyutu haline gelmişti (Güngen, 2011).

Lukács insanın kendi emeğine yabancılaşmasını ve etkileri şeyleşme kavramı çerçevesinde açıklanmıştır. Proletaryanın nesnel konumu, kendisinden dolayı özne-nesne özdeşliğine dayandırılarak topum bütünsellik düzleminde ortaya serilmiştir böylece ideoloji kavramının farklı yönü açığa çıkarılmıştır. Yabancılaşmanın nesnel toplumsal bir hale geldiği, şeyleşme ve Lukács’ın görüşleri Tarih ve Sınıf Bilinci isimli kitap ile ortaya konmuştur.

3. Lukács’ın Hegelci Marksizm’inde Toplum Algılayışı

Lukács, Hegelci Marksizm’in kurucusu olarak, aslında bir arayışın da öncüsüdür. Bu arayış açıkça, özellikle Toplumsal Varlığın Ontolojisine Doğru isimli eseriyle, Stalinist -mekanik- Materyalizmin reddi, ondan kaçış ve Marksizm’i (kendi yaşadığı dönemdeki mekanik materyalist Marksizm’i) geçmiş bağlarıyla harmanlayarak onu idealizmle, daha doğrusu Hegel’in tinsel diyalektiğiyle eleştirmek, geliştirmek ve dahası kapitalizme karşı bununla Marksist bir karşı çıkış getirme arayışıdır. Lukács’ın yolu açıkça toplumdaki bu çelişkiyi anlama ve değiştirmedir; bunun için yeni yollar geliştirmedir.

Lukács toplumdaki, söz konusu çelişkileri fark edenlerdendir ve bunun için hayatı boyunca mücadele etmiştir. Bu yolda pek çok düşünce üretmiş, pek çok arayış içerisinde olmuştur. Teori ile pratiğin birliğini de savunmuştur (Şentürk, 2016). Tarih ve Sınıf Bilinci isimli kitabında Marx’ı devrimsel süreci praksis’e indirgeme konusunda eleştirse de sonraları bu fikrini değiştirmiştir. Aslında Lukács’ın hedefi bir “praksis felsefesidir” (Bekmen, 2021). Bu yolda komünist partinin de kendinden hareketlerle birbirini tamamlamasını savunmuştur (Uslu, 2018). Çünkü sınıf bilinci dışarıdan verilemez ancak ve ancak sınıfların toplumsal konumlarından kaynaklanabilirdir (Bekmen, 2021).

Lukács için toplum, bir bütün olarak algılanmalıdır. Çünkü ancak o zaman toplumsal çelişkiler görülebilir, saptanabilir ve düzeltilebilirdir; burjuva bilim anlayışı ise bunun tersini yaptığı ölçüde, söz konusu çelişkileri de fark edemez (Uslu, 2018). Fakat Lukács bu birliği özne-nesne algısı bağlamında ele almıştır. Ona göre toplum bir madde halinde değil; özne-nesne ayrımı içerisindedir. Tam da bu noktada Hegel’e katılır. Çünkü Hegel bu ikiliğin üstesinden tarihle gelir (Şentürk, 2016). Bu ikiliğe tarihle gelen çözümün sebebi emek ile toplumlaştırma dahası beşerileştirme olabilir. Şöyle ki Hegel’in diyalektiği doğadan başlar fakat insan doğadan ayrılır çünkü şeyler ancak insanın emeğiyle edimselleşebilirdir (Lukács, 2018). Lukács merkeze koyduğu bu özne-nesne diyalektiğiyle yani toplumsal ontolojide hem özne hem de nesnenin bulunduğu ve toplumun da bunların ilişkileri üzerinden oluş sürecine girdiği, tarihsel olarak var olageldiği diyalektik bir süreçle varoluşçuluğun ve fenomenoloji düşüncesinin özne merkezli algısını da hedef almıştır (Uslu, 2018). Bu bağlamda Marx’ın sanatın kendi öznesini de yaratabileceği örneğini kullanır (Lukács, 2018). Aslında öznelerin tarihi yaptıkları fikri, Hegelci Marksizm’in temelidir; buradaki mesele Marx’ı, Hegel ile okumaktır (Bekmen, 2021). Bu yönüyle diyalektiği reddeden her düşünce dolayısıyla tarihi de reddedeceğinden gerçeklik konusunda bir yanılgı içerisinde olacaktır, fakat bunu dış dünyanın durağanını ele alan bir yaklaşımla değil, sürekli olarak gelişimin akılsal olarak algılanabilecek evrensel bir yasası olarak ele almak gerekir (Lukács, 2020).

Lukács, ontolojideki yorumuyla için insan hem biyolojik hem de toplumsal bir varlıktır; bu yönüyle toplum incelenimi ile doğa incelenimi arasında dışlama da bulunmaz fakat şuna kesinkes karşıdır; insan zihni bedene içseldir fakat tamamıyla onunla sınırlı değildir ve dolayısıyla sadece doğa yasalarıyla toplum anlaşılamaz haldedir (Uslu, 2018).

3.1. Hegel ve Diyalektik

Hegel, yaşadığı dönemde pek çok ilki ortaya koymuş bir düşünürdür. Aydınlanma ve Fransız İhtilali’nin gerçekleşmiş olduğu bir dünyada akıl çağını yaşadığını düşünenlerdendir ki zaten en çok eleştirildiği konulardan olan, kendisinin de içinde yaşadığı “şimdi” kavramı belki de onda bundan bu kadar görünür haldedir. Hegel’in yaşadığı süreçte toplumun önemi gözler önündeydi ve düşünürler de toplumu anlamaya çalışıyorlardı. Diyalektik ardışıklık ile tarihselliği harmanlayan (Lukács, 2018) Hegel tam da bu noktada ortaya koyduğu mantık temelli ontolojisiyle ve diyalektiğiyle tarihte kendisine sarsılmaz konum inşa etmiştir.

Hegel’in şimdi kavramı yalnızca akıl çağıyla ilgili değildir; Hegel, klasik İngiliz iktisadını, getirdiği sonuçları ve nesnellikleri kendi düşüncesine dahil etmiştir; dahası ve en önemlisi modern burjuva/sivil toplum kavramasını ve dinamiğini algılamıştır; “Hegel’in şimdi anlayışı, [bu nedenle] sivil toplumla devlet arasındaki çelişkiye ve bu çelişkinin aşılmasına dayanır” (Lukács, 2018). Fakat genç Marx’ın buraya getirdiği eleştiri açıktır Marx’a göre devleti oluşturan aile ve sivil toplumdur ancak Hegel’e baktığımızda bunlar idea’nın mamulleridir ve kendilerini kendi tinlerinden başka bir tine borçludurlar; buradan hareketle Marx, Hegel’i mantığın şeyiyle ilgilenmekle suçlar çünkü ona göre devlet mantığa bir kanıttır (Lukács, 2018).

3.2.Marx ve Diyalektiğin Materyalistleşmesi

Lukács için “(…) gerçek ancak somut bir gerçek olursa anlaşılabilir” (Lukács, 2020). Marksizm’le bağlantısı da böyle bir noktadadır. Lukács için toplumsal varlık organik ve inorganik doğanın varoluşunu ön-varsayacağından burjuva felsefesindeki “tinsellik” söylemi reddedilmelidir (Lukács, 2018). Marx’ın, Hegel’i ele alırken amacı somut ontoloji açısından bir araştırma dahası mantıksal şemalarla işleyen Hegel yönteminin reddidir. Bu yolda Marx, iktisadı, felsefe tarihinde ilk defa yaşamın üretim ve yeniden-üretim kategorileriyle ele alarak, toplumsal ontolojiyi materyalist bir temelde ele almıştır (Lukács, 2018). Lukács bu yönüyle de bir Marksist’tir. Aslında doğal varlıktan kaynaklanan toplumsal varlığın nesnel formları, giderek toplumsallaşırlar ve bu doğada olmayan emekteki teleolojik soyutlamanın sağladığı diyalektik bir süreç halindedir (Lukács, 2018). Burada şu açıktır ki insan doğadan gelir yani biyolojik bir varlıktır, ancak toplumsallığıyla biyolojik olandan farklı işleyen bir toplumsal diyalektik sürecin içine girer. Aslında Lukács için toplumu anlamak bu süreci doğru bir biçimde anlamak ve anlamlandırmaktan geçer. Bu yönüyle sezginin salt kendinde kesin doğruluğunu reddeder (Lukács, 2020).

Toplumsal olanın bu diyalektik ilerleyişi git gide doğadan “insanlaşarak” uzaklaşır. Toplumsallar artar ve artarak devam eder; bu ekonomik öncelikle incelenen bir doğa ontolojisine de zemin hazırlar bir haldedir çünkü doğa gittikçe çekilir. Bu durumda iktisat bir noktada sığınılan konumundadır çünkü getirilen eleştiride “apriori” inşayı reddederek bilime, dahası onun gerçek olgularına bir ulaşım vardır (Lukács, 2018). Bilimin bu yönle ele alınışı aslında Lukács için pek uygundur çünkü bilim; doğadan doğan, yaşama karışan somut gerçeklikler tespit eden bir şeydir. Lukács için toplumsal ontoloji, böyle bir noktada devam ettirilebilir görünmektedir. Fakat bu bilim kesinlikle felsefe karşıtı bir yerde durmaz; bilimsel ve felsefi doğrular eleştirel bir düzlemde bir arada durur. Yani tersine burada söz konusu olan felsefenin alanını genişletmektir (Lukács, 2018). Marx’ın ideolojiyi pejoratif gördüğü nokta tam da burada karşımıza çıkar; fenomenler kendilerini gizlediğinden, burjuva bilimi onları konjonktür dahilinde karartabilir ve saptırabilir (Lukács, 2018). Fakat daha önce de belirtildiği gibi Lukács’ta ideolojiye bu yaklaşım dönüştürülmüş vaziyettedir.

Sonuçta Lukács, Hegel ile Marx’ın düşüncelerini uzlaştırarak Marksizm’de kendine yeni bir perspektif yaratmıştır. Bu perspektif görüldüğü üzere idealizmin de mekanik materyalizmin de açıkça reddidir. Böylece kendi kurduğu -bu bölümde ele almaya çalıştığımız- toplumsal algıyla ve gördüğü toplumsal ontolojiyle; bu yazıdaki fikirlerini ortaya atmıştır. Lukács bu yönüyle ölene kadar kendini ve fikirlerini geliştirmiş ve zor dönemlerde bile ortaya kendinden bir şeyler koymayı başarabilmiş bir düşünürdür. Lukács’ın görüşlerinin zaman içerisinde değiştiği, bu bölümün de temel kaynağı olan ve yazmaya devam ederken hayatını kaybettiği Toplumsal Varlığın Ontolojisine Doğru isimli kitap ile ortaya konmuştur.

Sonuç

İdeoloji tanımlamasına bağlı olarak ideolojiye olumlu/olumsuz anlamlar yüklenmiş, farklı temellerde ele alındığında farklılıklar doğurmuştur. Lukács’ın düşüncesinde ideolojiyi olumlu bir pozisyona getirmesi de onun hem doğayı hem de toplumsal ilişkileri reddedemeyişi ve ideolojinin işleyiş sürecinin kavranması ile alakalıdır. Lukács aslında tarih boyunca süregelen bilgi birikiminin dönem koşullarında mantıklı bir yansımasını oluşturmuştur. Bunda içinde bulunduğu siyasi ve edebi ortamın etkisi büyüktür. İdeolojinin özneleşmeyi sağlayacak, şeyleşmeden kurtaracak bir araç olarak algılanması ve ideolojiyi üstlenebilecek sınıfın işçi sınıfı oluşu; Lukács’ın ideoloji anlamlandırmasında daralmaya gittiğini gösterebilir.

Bu temelde şunu da görmek gerekir ki Lukács bunları gerçekleştirirken ideolojinin gerekli olduğu toplumu ve onun varlığını, Hegel’den devraldığı mantık temelli tinsel, diyalektik toplumsal ontolojiyi; Marksist bir tavırla yoğurarak ele alır. Burada görülen şey aslında emeğin yarattığıdır. Emeğin yarattığı etkiyle insan doğadan farklılaşarak toplumsal yapıyı kurduğu ölçüde emek sahibinin de toplumsal anlamdaki itici gücü açıkça görülmektedir. Lukács ideolojisinde proletere verilen bu önemli konum tam da bu noktadan kaynaklanmaktadır.

Proleter, yarattığı emeğiyle toplumdaki değişimi gerçekleştiren olduğundan toplumun değişimine daha doğrusu toplumsallaşmasına katkı sağlar. Böylece toplumdaki köklü değişimlerin ortaya koyucusu olma özelliğini de kazanmış olur. Bundandır ki Lukács’ta örgütlenme ve kendinden hareket; proletere yöneliktir, proleterledir ve bu yöntemle vardır. Bu örgütlenme yöntemi dönemin konjonktürü ve özne-nesne algılamasıyla yakından bağlantılıdır.

Ortodoks Marksizm’inin Lukács’ın bu tanımını reddetmesi, bu anlayışın ekonomizmi ve siyasi durgunluğu getirmesinde etkili olduğundandır. Lukács, Marx’ın düşüncelerinden yola çıkarak insanı kendi doğal etkinliğinin bir nesnesi konumunda korumak istemektedir.

Lukács’a göre işçinin durumunun gücü, kesinlikle yabancılaşmasında yatmaktadır. Tanımlardan yola çıkarak proletarya toplumdan kendisini soyutlamayıp, kültürü ile kendini tamamlamak zorundadır. Bu durumda bütünlüğün anlamı için proletaryanın tarihin ve bilginin hem öznesi hem de nesnesi olabilmesi ihtimaliyle gerçekleşir. Kişinin faaliyetlerini insandan bağımsız bir şeymiş gibi gösteren şeyleşme, işçi sınıfı için kişilik bölünmesine yol açmaktadır. İnsan üretim sürecinde sadece doğayı dönüştürmemektedir. Kendisini de dönüştürerek yeniden yaratmaktadır.

Rabia Yazar

Ayşegül Taner

Emir Sarı

Siyasi Düşünceler Tarihi Staj Programı

Kaynakça

Akdemir, F. (2003). Feuerbach’ın Antropolojik Ateizmi ve Teistik Açıdan Değerlendirilmesi. Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 345.

Akkuş, U. (2015). Georg Lukács ve İnsanın Şeyleşmesi: “Tarih ve Sınıf Bilinci” Üzerine. Erişim adresi: https://www.cafrande.org/insanin-seylesmesi-bilinci/ (Erişim Tarihi: 17.09.2021).

Bekmen, A. (2021). Marksizm: “Praksis”in Teorisi. B. H. Örs içinde, 19. Yüzyıldan 20.Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Çolak, Metin, (2011). Georg Lukács’ı Yeniden Düşünmek, FLSF (Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi), Güz, (12).

Güngen, Can, G.Lukács ve İnsanın “Şey”leşmesi, 19 Mayıs 2011, Erişim adresi: http://www.cangungen.com/2011/05/19/aman-tanrimyoksa-ben-sey-mi-oldum-dr-can-gungen/ (Erişim Tarihi: 20.09.2021).

Karala. (2020). “Basit Bir Marksizm Eleştirisi”. Erişim adresi: https://karala.org/posts/yaz%C4%B1-%C3%B6nerileri-5-basit-bir-marksizm-ele%C5%9Ftirisi-marksizm-in-update-i/ (Erişim tarihi: 19.09.2021).

Lukács, G. (1998). Tarih ve Sınıf Bilinci. İstanbul: Belge Yayıncılık.

Lukács, G. (2004). Marksist İmgelem. İstanbul: Yeni Hayat Kütüphanesi.

Lukács, G. (2018). Toplumsal Varlığın Ontolojisi. (D. B. Kılınç, E. Ekici, & U. Y. Kaya, Çev.) İstanbul: Notabene.

Lukács, G. (2020). Marksizm mi, Varoluşçuluk mu? (M. Sert, Çev.) İstanbul: Yordam Kitap.

Marx, K. (1979). Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı. (S. Belli, Çev.) Ankara: Sol Yayınları.

Marx, K. (2013). Alman İdeolojisi. (T. Ok, & O. Geridönmez, Çev.) İstanbul: Evrensel Basım Yayın.

Marx, K. (2018). 1844 El Yazmaları. (M. Belge, Çev.) İstanbul: Birikim.

Marx, K., & Engels, F. (2018). Devlet ve Hukuk. (R. Serozan, Dü.) İstanbul: Ayrıntı.

Olgun, C., K. (2009). Marx’ta İdeoloji Kavramı. Sosyoloji Notları, 89.

Subaşı, S., T. (2018). Marx’ta İdeoloji Eleştirisi ve Kavramın Farklılaşan Görünümleri. Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 152.

Şentürk, B. (2016). Marksist Kurama Bir Katkı: Lukács’ın İdeoloji Kavramsallaştırması. Kilikya Felsefe Dergisi, 39-51.

Uslu, A. (2018). Toplumsal Varlığın Ontolojisi: Hegel, Marx, Emek. Toplumsal Varlığın Ontolojisi (pp.11-30) içinde, İstanbul: Notabene.

Çeviri Makale: Erdoğan Türkiye’yi Yönetmeye Devam Edemeyecek Kadar Hasta Olabilir

Bu yazı, Steven A. Cook’un Foreign Policy’de yazmış olduğu, 1 Ekim 2021 tarihli “Erdogan Might Be Too Sick to Keep Leading Turkey” makalesinden çevrilmiştir. Yazının aslını şu bağlantıdan bulabilirsiniz.

https://foreignpolicy.com/2021/10/01/erdogan-sick-lead-turkey/

 

Türkiye’nin Cumhurbaşkanı’nın hasta olduğuna dair kanıtlar artıyor ve bu ülke siyaseti için kötü bir haber olabilir.

2019’dan bu yana Türkiye uzmanları, gazeteciler ve anketörler, 2023’te yapılması planlanan Türkiye genel seçimlerini izliyor. Bunun nedeni muhtemelen, 2019 yerel seçimlerinde, İstanbul da dâhil olmak üzere Türkiye’nin önemli nüfus merkezlerinde iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) belediye başkan adaylarının küçük düşürücü yenilgiler yaşamasıdır. Seçimlerden bu yana düzenli olarak yapılan anketler, AKP’nin Türkiye’deki siyasi kurumlar ve medya üzerindeki kontrolü elinde tutmasına rağmen popülaritesinin zayıfladığını ortaya koyuyor.

Erdoğan gerçekten – çoğu insanın düşündüğünün aksine – 2023’ten de önce savunmasız kalabilir. Erdoğan’ın yeniden seçilmek için aday olamayacak kadar hasta olabileceğine dair işaretler bulunuyor.

Bazı zamanlarda ise Erdoğan oldukça zayıf görünüyor. Bu görüntülere paralel olarak, Cumhurbaşkanı’nın sağlığı hakkında söylentiler de var: Artan unutkanlık, nefes alma sorunları, kafa karışıklığı ve kusma gibi. Yine aynı söylentilere göre, Cumhurbaşkanı çevresindeki doktor sayısını artırdı, basın açıklamalarını azalttı ve halka açık etkinliklerden önce oldukça fazla miktarda ağrı kesici kullanıyor. Son aylarda Türk liderin pek de iyi görünmediği bir dizi video ortaya çıktı. İçlerinden birkaçı net olmamakla birlikte, videoların tümü ele alındığında Erdoğan’ın sağlığı hakkında bazı bariz soruları gündeme getiriyor. Örneğin bir videoda, başkanın bir dizi merdiveni çıkmaya çalışırken eşinin yardımına ihtiyacı var gibi görünüyor. Bir diğer videoda ise, Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün mozolesi olan Anıtkabir’de ayaklarını sürüyor ve yürümekte güçlük çekiyor gibi duruyor. Ve geçtiğimiz Temmuz’da büyük ilgi gören bir videoda Erdoğan, televizyonda parti üyelerine bayram selamı verirken soluğu kesilmiş ve sözleri tamamlayamaz bir görüntü sergiliyor.

Tabii ki bu söylentiler çoğunlukla Türkiye dışındaki veya Cumhurbaşkanı’nın yakın çevresinden birkaç adım ötedeki kişiler tarafından tekrarlanıyor, bu nedenle Erdoğan’ın ölümünün yaklaştığı iddiaları boş laf olabilir. Sonuçta Erdoğan diğer videolarda gayet iyi görünüyor. 26 Eylül’de Face the Nation’da göründüğünde belki eskisi kadar dinç gözükmüyordu ama kendisi 67 yaşında -yaşlı değil ama genç de değil- ve 18 yıldan fazla bir süredir iktidarda.

Özellikle iddiaları yayan kişi bir doktor değilse, uzaktan tıbbi kararlar vermek asla iyi bir fikir değildir. Ama bir an için yargıyı askıya alalım ve bir düşünce deneyi yapalım: Ya Erdoğan oldukça hastaysa? Ya hastalık ya da ölüm nedeniyle 2023’te yeniden seçilemezse ne olacak?

Anayasa’nın 106. maddesine göre, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, (45 gün içinde) seçim yapılıp yeni Cumhurbaşkanı yemin edene kadar Erdoğan’ın sahip olduğu sorumluluk ve yetkileri üstlenecek. Bu oldukça basit ve standart prosedür. Türkiye analistleri uzun zamandır Erdoğan sonrası bir Türkiye’de, AKP’nin Türkiye’nin önde gelen muhalif politikacılarından herhangi birinin kazanabileceği rekabetçi bir seçime giden yolu açacak şekilde ayrılacağını varsaydılar. Belki de bu kişi eski AKP Başbakanı’nı (iki kez) mağlup ederek İstanbul Belediye Başkanı olan Ekrem İmamoğlu olabilir. İmamoğlu’nun Ankara’daki mevkidaşı Mansur Yavaş da zorlu bir politikacı. Bir de sağlamlığıyla tanınan İyi Parti’nin lideri Meral Akşener var.

İmamoğlu, Yavaş veya Akşener’in Türkiye’nin bir sonraki cumhurbaşkanı olacağına dair makul senaryolar da bulunuyor, ancak zaferlerinin altında yatan varsayım, Erdoğan’dan sonra, sözde normal siyasete dönüş. Bu mümkün, ancak şüpheci davranmak için de bazı nedenler var. Birincisi, Erdoğan’ın AKP aracılığıyla Türkiye’nin siyasi kurumlarının çukurunu kazması veya kurumları kendi iradesine göre eğip bükmesidir. Bu bağlamda 45 günde yapılacak bir seçimin özgür ve adil olacağını hayal etmek zor. İkincisi ve daha da önemlisi, Erdoğan’ın yirmi yıllık görev süresi boyunca AKP’nin yakın çevresindeki insanların çoğu zaman şüpheli araçlar ve uygulamalar yoluyla zengin ve güçlü hale gelmesi. Yetkililerin, iş adamlarının, medya şahsiyetlerinin ve diğerlerinin, kendilerini demokratik siyasetin belirsizliğine teslim ederek kazançlarını bu kadar kolay riske atmaları pek olası görünmüyor.

Bu koşullar altında, Erdoğan sonrası bir Türkiye’yi, belki de olağanüstü hal adı altında başka bir güçlü adamın yönetebileceği ihtimali düşünülmeye değer. Türkiye’de, Erdoğan’ın yanı sıra, daha güçlü isimler arasında istihbarat şefi Hakan Fidan, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da var. Üçü arasında Akar liderliği üstlenmek için en uygun konumda görünüyor. Fidan, Türkler tarafından çok iyi biliniyor ama o daha çok Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) kapalı kapıları ardında faaliyet gösteriyor. Soylu’nun ismi ise, Sedat Peker adlı bir Türk mafyasının son aylarda yayınladığı bir dizi Youtube videosunda yolsuzluk ve organize suçla ilişkili olduğunu öne sürmesinin ardından oldukça hasar gördü.

Akar’ın Fidan ve Soylu’ya karşı ikisinin de boy ölçüşemeyeceği bir avantajı var: silahlı kuvvetler. Analistler, 2003 ve 2004’teki reformların silahlı kuvvetleri sivil kontrol altına almasından bu yana ordunun Türk siyasetindeki rolünü göz ardı etme eğiliminde. Çok sayıda Türk’ün, siyasi görüşü ne olursa olsun, askeri vesayet sistemine dönüşü reddettiği 2016’daki başarısız darbe, subayların müteakip tasfiyeleriyle birleştiğinde, komutanların siyasette rol oynama iradesini kırmış gibi görünüyordu. Yine de darbe girişimi sırasında Genelkurmay Başkanı ve daha sonra Milli Savunma Bakanı olan Akar, Temmuz 2016’dan sonra silahlı kuvvetlerin yeniden şekillenmesinde merkezi bir rol oynadı ve bu da orduyu Akar’ı desteklemek için yeniden siyasi bir rol oynayacak konuma getirebilir.

O zamandan bu yana geçen beş yıl içinde, bakan Akar, yüzlerce general ve daha da yüksek oranda astsubay da dâhil olmak üzere, subayların yüzde 65’inin çevrede bir yere atanmasından sorumlu oldu. Türk ordusunun kendisini siyasetin üzerinde şekillendirdiği, ancak yine de Kemalist sistemi korumak için müdahale etme görevini sürdürdüğü günlerde, bunun pek önemi olmayabilirdi. AKP iktidarının erken döneminde uygulanmaya başlandığı gibi, ordu kurallar, yönetmelikler ve kararnamelerle sivillere tabi kılınmış olsaydı, Akar’ın saflar içindeki etkisi sorun olmayabilirdi. Ancak görünen o ki subaylar sivillere tabiyken, bu siyasi kurumlar aracılığıyla değil, sadakat yoluyla oluyor. Askerler rütbelerini ve nüfuzlarını iki sivile borçlular: Akar ve Erdoğan. Başkan elden ayaktan düşerse veya hayatını kaybederse, bu Akar’ı çok güçlü bir konuma getirir.

Washington’da bazıları Savunma Bakanı Akar’a bakıp “Tamam, o kadar da kötü görünmüyor. Bize pragmatik geliyor. Onunla iş yapabiliriz.” diyebilir. Bu mantıksız bir tutum değil ama kimse Akar’ın ABD’ye dost olmasını beklememeli. Akar ideolojik olarak Erdoğan ile benzer bir yerden geliyor. Bakan ayrıca aşırı milliyetçi, Batı karşıtı bir grup subayla ortak bir davaya sahip.

Bu grup, NATO komutanlıklarında deneyim kazanan ve Avrupa’da ve/veya Amerika Birleşik Devletleri’nde önemli zaman geçirmiş olan subayları cezalandırmak için -ya tartışmalı din adamı Fethullah Gülen’le bağlantılı oldukları iddiasıyla hapse atarak ya da sorumlu oldukları pozisyonlardan uzak tutarak- bir araya geldi. Akar ayrıca, 2020 yazında Ankara’yı kendi NATO müttefikleri Yunanistan ve Fransa ile karşı karşıya getiren Türkiye’nin Akdeniz’e dair saldırgan tutumundan doğrudan sorumluydu. Savunma Bakanı için Erdoğan’ın siyasi becerisine ve karizmasına yaklaşmak zor olurdu, ancak subaylarının çoğunluğunun sadakatiyle, en azından başlangıçta, buna gerek kalmayacaktı.

Elbette Erdoğan’ın gerçek durumunu veya yerine kimin geçebileceğini bilmenin bir yolu yok, ancak analistler ve hükümet yetkilileri, Erdoğan’ın 2023 seçimlerine gireceğini varsayarak bu konuda hiçbir hizmette bulunmuyorlar. Eğer Erdoğan 2023 seçimlerine giremezse, Türkiye siyaseti statükoya benzer bir şeye dönebilir, AKP’deki çatlaklar muhalefete fırsatlar sunabilir, ülke daha istikrarsız hale gelebilir veya başka şeyler olabilir. Yıllarca dış politika camiası Mısır’ın Hüsnü Mübarek’ten sonra ya oğlu Cemal Mübarek’e ya da istihbarat şefi Ömer Süleyman’a geçeceğini hayal etti. Sonuçta, bu iki seçenek de olmadı. Türkiye Cumhurbaşkanı’nın kötüye gittiğine dair işaretleri görmezden gelmek ve işlerin yoluna gireceğine dair olan ümide karşı umut beslemek daha da büyük bir hata olur.

ÇEVİREN: Dilara Nesrin BULUT

 

God’s Own Country (2017)

Yönetmenliğini Francis Lee’nin yaptığı 2017 yapımı eşcinsellik temalı God’s Own Country filmi; Sundance Film Festivali, Berlin Uluslararası Film Festivali, Edinburgh Uluslararası Film Festivali ve Chicago Uluslararası Film Festivali gibi önemli festivallerden ödüller kazanmıştır (Canol, 2019). Film, Türkçe afişlerde “Tanrının Unuttuğu Yer” olarak çevrildiği adıyla izleyiciye de küçük ipuçları vermektedir. Filmin çekimleri için izole ve kırsal bir yer tercih edilmesi ile ana karakterin yalnız kişiliği arasında kurulan ilişki ise bu ipuçlarını destekler niteliktedir.

Film kendisiyle ve ailesiyle arası iyi olmayan Johnny adlı karakterin, çiftliğe yardıma gelen Romanyalı bir göçmen olan Gheorghe ile aralarında gelişen sevgi dolu ilişkiyle birlikte geçirdiği dönüşümü ham bir şekilde konu ediyor. Filmin ana karakteri olan Johnny’nin, filmin başında yarı felçli babası ve yaşlı babaannesi ile yaşadıkları çiftliğin bütün sorumluluklarını yüklenmek zorunda olduğu anlaşılıyor. Johnny yaşadığı zorlayıcı hayattan hıncını duygusuz birliktelikler yaşayarak, alkol kullanarak ve hayatını umutsuzca sürdürerek çıkarmaktadır. Ancak daha sonra çiftlikteki işlere yardım etmek için gelen kurtarıcı rolünde gördüğümüz, Johnny’e kıyasla daha duygusal, hassas ve bağ kurabilen Gheorghe karakteri ile yaşadıkları aşka, tutkuya ve bunun beklendik bir yansıması olan sevginin iyileştirici gücüne şahit oluyoruz. Özellikle Gheorghe’nin ölen kuzunun yünlü derisini yüzüp annesi olmayan bir kuzuya giydirerek ve bu kuzuyu yavrusu ölen anneye verdiği sahne filmin bu yönünü vurgulayan ve Gheorghe karakterini yansıtan sahnelerden biridir. Filmi izlerken çarpıcı bir beklenti içinde olan izleyicilerin, bu örüntüleri gördüklerinde filmi sıradan ve tek düze ilerleyen şekilde yorumlaması olasıdır, yine de gerek çekimler ve oyunculuklar olsun gerek filmin çekildiği mekân olsun filmi izlemeye değer bir filmdir. Ek olarak film içerisinde kullanılan mekânın pastoralliği ve ana karakterler arasındaki sevgi ile oluşturulan uyum filme sıcak bir hava katarken, sakin, olaysız diyebileceğimiz tarzda filmleri izlemeyi seven izleyiciler için gayet uygun bir film olma özelliği de vardır. 

Film eşcinselliği, alışılagelmişin dışında, sadece cinsellik üzerinden yürütmekle kalmayıp aşk temasına vurgular yapsa da bu bakış daha da derinleştirilebilirdi. Film ayrıca Romanya’dan İngiltere’ye gelen göçmen bir işçiye yer vermesiyle sınıfsal ayrımcılığa da yer vermiştir. Karakterlerin farklı kültürel geçmişe sahip olmalarına rağmen aralarındaki sevgi bağının birleştirici gücüne de atıfta bulunulmuştur. Tüm bunlar filmin “LOVE IS LOVE” konusunu sıradan ama aynı zamanda ince bir şekilde işlediğini gösteriyor. Zira aşk, LGBTQ+ topluluğu için devrimci değişimde bir araç ve kapsayıcılık ve anlayışa giden bir yoldur (Milan & Milan, 2016). Filmde görülmesi gereken başka bir önemli örüntü de; başlarda ailesiyle sorunları olan Johnny’nin Gheorghe ile aralarında bir şey olduğunu sezen babasının ikinci bir inme geçirerek hastaneye yatması, bu olayı takiben ana karakterlerin bir barda geleceklerine dair endişe barındıran konuşmaları, ardından Johnny’nin alkollü bir şeklide bar tuvaletinde Gheorghe’yi aldatması ve bu sırada bardaki yaşlı adamın Gheorghe’ye homofobik, düşmanca davranışları ve Gheorghe’nin çiftliği terk etmesini ardı ardına vermesidir. 

Bancroft’un yirminci yüzyılda eşcinsellikten bahsederken eşcinselliğin sosyal, tıbbi ve yasal sonuçlarını dikkate alan ve homofobiyi incelemek için yararlı bir çerçeve olan dört temasından ilki, eşcinselliğin devam eden zulmü ve bastırılmasıdır (Ahmad & Bhugra, 2010 alıntılandığı gibi). Böylece bizler de filmde homofobi kavramının yani eşcinselliğin devam eden zulmünün ve bastırılmasının yıkıcı sonuçlarını yine beklendik bir akışta görmüş oluyoruz. Filmde zaman zaman ana karakterlerin birbirlerine ‘ibne’ demeleri ve ardından ironik bir tarzda gülmeleri toplumsal algıyla bir dalga geçme şekli olarak yorumlanabilir. Filmin ana fikirlerinden biri olan sevginin iyileştirici gücüne geri bir bakış atacak olursak; Johnny’nin, hastaneden eve dönmesinin ardından babasına Gheorghe’yi çiftliğe geri getirmek istediğine dair yaptığı açıklamanın sonucunda babasıyla arasındaki buzların erimeye başlaması birbirini tamamlayan bu olay örgüsüyle kendini tekrar etmiştir. 

Sonlandırırken, filmin başına gelen üzücü bir olayı da paylaşmaktan geri kalınmaması gerekir. Tan’ın (2020) aktardığı habere göre, filmin Amazon Prime’a yüklenen versiyonunda eşcinsel karakterler arasındaki seks sahnelerinin olmadığı fark edilmiştir. Filmin yönetmeni, bu sansür olayı araştırılana kadar filmin bahsedilen platformdan izlenmemesi gerektiğine dair açıklamalarda bulunmuştur. Nihayetinde filmin sansürlenmiş hali Amazon Prime üzerinden kaldırılmıştır. 

Hülya Tulğar 

Toplumsal Cinsiyet Okumaları Staj Programı

Kaynakça

Ahmad, S., & Bhugra, D. (2010). Homophobia: an updated review of the literature. Sexual and Relationship Therapy, 25(4), 447–455.

Canol, D. (2019). God’s Own Country (2017). Retrieved June 11, 2021, from https://filmhafizasi.com/gods-own-country-2017/

Milan, T., & Milan, K. K. (2016). A queer vision of love and marriage. Retrieved August 7, 2021, from https://www.ted.com/talks/tiq_milan_and_kim_katrin_milan_a_queer_vision_of_love_and_marriage?referrer=playlist-lgbtq_pride

Tan, E. (2020). God’s Own Country’nin Yönetmeni Francis Lee, Filme Uygulanan Sansüre Tepki Gösterdi – FilmLoverss. Retrieved June 11, 2021, from https://filmloverss.com/gods-own-countrynin-yonetmeni-francis-lee-filme-uygulanan-sansure-tepki-gosterdi/

Haftanın Öne Çıkanları

ALMANYA SEÇİM SONUCU: KOALİSYON KURULABİLECEK Mİ?

Almanya’da genel seçimler yapıldı. Sosyal Demokratlar sandıktan zaferle çıktı. Hristiyan Birlik Partileri ise oylarında tarihi bir düşüş yaşadı. Peki hükümeti kurmak için nasıl bir koalisyon kurulacak? Hangi partiler bir araya gelecek?

Almanya’da seçmen sandığa gitti. 299 seçim bölgesini kapsayan sonuçlara göre Sosyal Demokrat Parti oyların yüzde 25,9’unu, Hristiyan Birlik Partileri ise yüzde 24,1’ini aldı. Sandıktan yüzde 14,8 oy oranıyla çıkan Yeşiller Partisi ise önceki yıllara göre oy sayısını artırarak üçüncü oldu.

Oylarını yüzde 11,5 ile yükselten bir diğer parti de Hür Demokratik Parti oldu. Aşırı sağcı Alternatif Partisi ise yaklaşık 2 puan kaybederek yüzde 10,3 ile beşinci sırada yer aldı. Onu 4,9 ile Sol Parti takip etti. Bu sonuçlara göre Almanya seçim tarihinde ilk kez birinci sıradaki parti yüzde 31’den daha düşük oy almış oldu.

Alman kamu yayıncı kuruluşlarına göre Federal Meclis’teki sandalye dağılım tahminleri ise değişiklik gösteriyor. ZDF’ye göre 740 sandalyenin 210’unu SPD, 195’ini CDU/CSU, 116’sını Yeşiller Partisi, 93’ünü FDP, 86’sını AfD ve 40’ını Sol Parti alacak. Alman Radyo ve Telezvizyon Kurumu ARD’ye göre ise SPD 730 sandalyenin 205’ine, CDU/CSU 194’üne, Yeşiller 116’sına, FDP 91’ine, AfD 84’üne ve Sol Parti de 39’une sahip olacak.

Seçim sona erdi ancak yeni şansölyenin kim olacağı henüz belli değil. Merkel, yeni bir koalisyon hükümeti kurulana kadar Almanya’da başbakanlık görevini sürdürmeye devam edecek.

Olası koalisyon senaryoları neler?

Federal Meclis’te 368 sandalyeye sahip olan koalisyon hükümeti kurabilecek. Dolayısıyla halihazırdaki oy oranlarıyla hiçbir siyasi parti tek başına hükümeti kuramadığından birçok olası koalisyon senaryosu mevcut. Bunlardan ilki SPD-FDP-Yeşiller Partisi koalisyonu. “Trafik Lambası” olarak adlandırılan koalisyon oluşursa Meclis’te yaklaşık 416 sandalyeye sahip olacak. “Büyük Koalisyon” olarak adlandırılan ve SPD-CDU/CSU partilerini içeren koalisyon ise 402 sandalye alacak. Ancak bu birlikteliğin çok uzun sürmeyeceği tahmin ediliyor. İçinde SPD’nin olmadığı bir hükümet yaratmak isteyen CDU/CSU’nun muhtemel diğer senaryosu ise “Jamaika Koalisyonu”. CDU/CSU-FDP-Yeşiller Partisi’ni kapsayan koalisyon kurulursa 406 sandalyeyle çoğunluğa sahip olacak. Meclis’te en fazla çoğunluğu yaratacak koalisyon senaryosu ise seçimde başı çeken SPD-CDU/CSU-Yeşiller Partisi üçlüsünün oluşturacağı “Kenya Koalisyonu”. Eğer bu birliktelik sağlanırsa 520 sandalyeyle hükümet kurulabilir.

2021 seçiminin galibi aslında Yeşiller Partisi mi?

 2017 yılındaki seçimden bu yana oy sayısını yüzde 5,8 artıran Yeşiller Partisi sandıktan üçüncü olarak çıktı. Partinin gösterdiği başarının arkasında Alman seçmenin kaygıları gizli. Covid-19 pandemisi ve göçmen krizinin yanı sıra iklim krizi de halkın sandıktaki tercihinde etkili oldu. Eylülde yapılan Infratest Dimap/ARD DeutschlandTrend anketine göre halk, iklim krizini Almanya’daki en büyük sorun olarak görüyor. Bu kaygıyı tırmandıran en büyük faktör ise temmuz ayında meydana gelen ve yaklaşık 200 kişinin canına mal olan sel felaketiydi.  

Kaynak: The Guardian, Euronews 

ASYA-PASİFİK’TE DENGELER DEĞİŞİYOR

ABD, Birleşik Krallık ve Avustralya arasında 16 Eylül 2021 tarihinde yeni bir güvenlik anlaşması imzalandı. AUKUS (Australia, the UK and the USA) isimli anlaşma, Avustralya ve Birleşik Krallık’ın ABD’ye ait nükleer başlıklı denizaltı ve uzun menzilli füzelerine erişimini sağlayacak. Böylece Asya-Pasifik’teki herhangi bir çatışmada uzun mesafeden karşılık verilebilecek.

ABD’nin anlaşmaya ön ayak olmasının sebebi Çin’in bölgedeki nüfuzunu artırması, Avustralya’nın ise yetersiz kalması. Ancak bu anlaşma, Avustralya savaş gemilerini ABD donanma gemileriyle birlikte Çin’e karşı güçlendirmiş olacak.

Rusya ve Çin’in bölgedeki hareket kabiliyetini sınırlamak isteyen ABD, “hiçbir ülkeyi hedef almadığını, hatta olası krizlerin önüne geçmek istediğini” vurguladı.

Uluslararası kamuoyu ise, ABD’yi nükleer silahlanma yarışını teşvik etmekle suçladı. Anlaşmanın, ülkeleri yeni bir “soğuk savaş” dönemine sürükleyeceği öne sürülüyor. Bunun yanı sıra ABD’nin tek taraflı menfaatlerinin peşinde koşması nedeniyle Biden yönetiminin “Trumplaşma” eğiliminde olduğu belirtiliyor.

Uzmanlar Avustralya gibi nükleer statüde yer almayan bir ülkeye yüklü miktarda uranyum transferi yapılacak olmasının çevresel tehlikelerine de dikkat çekiyor.

Anlaşma Avustralya’da da tartışmaların odağında. Halkın görüşü alınmadan yapılması ve gelecek ekonomik sıkıntılara zemin hazırlayacak olması eleştiriliyor. Nitekim AUKUS’un Avustralya’yı uzun bir dönem ABD’ye bağımlı bir ülke konumuna getireceği öngörülüyor.

Kaynak: AA, BBC

 

Hazırlayan: Gizem GÜVEN – TUİÇ Akademi İçerik Editörü