Home Blog Page 37

Bosna’da Barış Tehlikeli Bir Şekilde Uçurumun Eşiğinde

Bosna’da Barış Tehlikeli Bir Şekilde Uçurumun Eşiğinde

Bu yazı, Dr. Emir Suljagic’in ‘Anadolu Agency’ için kaleme aldığı ‘Peace in Bosnia precariously poised on a precipice’ makalesinden çevrilmiştir. Yazının aslını aşağıdaki bağlantıdan bulabilirsiniz.

https://www.aa.com.tr/en/analysis/opinion-peace-in-bosnia-precariously-poised-on-a-precipice/2410607#

 

Milorad Dodik hepimizi köşeye sıkıştırdı. Manevra için çok az yer var ve barış tehlikede. Açık şiddet beyanına ABD ve AB’den gelen zayıf tepkiler onu cesaretlendirdi ve planını uygulamaya devam etmek için her türlü teşvike sahip.”

Dr. Emir Suljagic

 

Srebrenica Memorial Center’ın yöneticisi olan ve aynı zamanda Uluslararası Saraybosna Üniversitesi (IUS) Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarı zamanlı öğretim görevlisi olan Dr. Suljagić, iki kitabın da yazarıdır: “Ethnic Cleansing: Politics, Policy, Violence – Serb Ethnic Cleansing Campaign in former Yugoslavia” ve “Postcards from the Grave”.

Bosna Hersek sadece birkaç hafta önce bir krizin pençesindeyse, bugünlerde ancak bir uçurumun kenarında durduğu söylenebilir. Bu hafta itibariyle, önde gelen Bosnalı Sırp ayrılıkçı politikacı ve ismen Bosna-Hersek Cumhurbaşkanlığı üyesi Milorad Dodik’in şiddet başlatmayı planladığına şüphe yok. Aslında, geçen hafta Bağımsız Sosyal Demokratlar’ı topladığında ve kısa vadede şiddeti heceleyen bir dizi belgeyi kabul ettiğinde bunun zamanlamasını ayarlamıştı. Dodik’in planı, Bosnalı Sırp Parlamentosu’nun paralel kurumlar kuran bir dizi yasayı Kasım ayı ortasında geçirmesi. O zamandan beri halka açık hale gelen belgeler, onun yalnızca Sırp istihbarat servisi, vergi dairesi ve silahlı kuvvet kurmayı değil; Sırp çoğunluk bölgelerinden, Sırp Cumhuriyeti tarafının “organlarının müdahalesi yoluyla” Bosna İstihbarat Teşkilatını ve Bosna Hersek Silahlı Kuvvetlerini de ortadan kaldırmayı planladığını gösteriyor.

 

Bosnalı Sırp Ordusu’nun kurulması kalın bir kırmızı çizgidir

Bu, olabildiğince açık bir şiddet tehdididir. Ancak, Dodik şiddeti planlamamış olsa bile, hücum savaşı sırasında (1992-1995) resmen “Vojska Republike Srpske” olarak adlandırılan Bosnalı Sırp Ordusu’nun yeniden kurulması durumu, kalın bir kırmızı çizgidir.

Bosnalı Sırp Ordusu, her şeyden önce, 2007 yılında Uluslararası Adalet Divanı tarafından soykırımdan sorumlu olduğu tespit edilen bir kurumdur. Bosna Soykırımı, 1992’nin yaz aylarında, Saraybosna, Bihaç ve Srebrenitsa gibi orta çağdaki nüfus merkezlerinin kuşatılmalarıyla 1995’e kadar süren kısa bir yoğun şiddet dönemiydi. Bosnalı Sırp Ordusu, başkent Saraybosna’yı üç buçuk yıl boyunca kuşatarak insanlık suçlarına yol açtı. Ordu, 1992’de gözaltı ve toplama kamplarını örgütledi ve Bosna-Hersek’in Bosnalı ve Hırvat nüfusunu hedef alan soykırım şiddetinin merkezinde yer aldı. Temmuz 1995’te Srebrenitsa’daki soykırım operasyonunun merkezindeydi. Örgütün üst kademesi, eski BM Güvenli Bölgesi’ndeki erkek nüfusun toplu katliamının planlanması ve yürütülmesinde doğrudan ilgiliydi.

“Vojska Republike Srpske”, askeri bir örgüt değildi. Başlangıçta Yugoslav Ulusal Ordusu’nun (JNA) bir uzantısı olarak hizmet ederken, subay birlikleri 2000’li yıllara kadar Yugoslavya ve Sırbistan’ın maaş bordrosunda kaldı. “Vojska Republike Srpske” sivil bir ölüm makinesiydi. Hiçbir savaşı eşit şartlarda kazanamadı ve 1995 sonbaharında güç dengesi değişince bozguna uğradı. “Vojska Republike Srpske”, Sırp ordusuyla beraber ancak bir yalan üzerine kazanmıştı ki o da Richard Holbrooke’un Bosna Devlet Başkanı Alija İzzetbegoviç’e dönemin ABD Başkanı Bill Clinton’ın ona NATO’nun Bosna ordusunu –Banaluka’yı almaları halinde- bombalayacağını söylemesiydi.

 

Boşnaklara düşman muamelesi yapıldı

İkinci olarak, Bosnalı Sırp Ordusu, savaş sonrası varlığı boyunca barış sürecini sürekli baltaladı. Savaş suçlularının saklanmasına yardımcı oldu. Sırpların çoğunlukta olduğu bölgelere geri dönen farklı milletleri korkuttu. Ülkede konuşlanmış NATO birliklerine casusluk yaptı. Ordu yeniden yapılandırılırsa, tüm bölge daha da istikrarsız hale gelecek. Komşu NATO üyesi ülke olan Hırvatistan ile yüzlerce kilometrelik geçirgen bir sınırı paylaşan, şüphesiz yakında gelecek olan bir miktar Rus yardımı ile de NATO karşıtı bir platform olacak. Basit bir ifadeyle: Bosnalı Sırp Ordusu, Balkanlar’daki Batı çıkarlarına doğası gereği düşman olan birinci dereceden bir güvenlik tehdididir.

Üçüncüsü, öncelikli hedefi Boşnakların varlığının devamını sürdürmektir. Ancak varsayılan düşmanları halk olarak Boşnaklardır. Aynı Bosnalı Sırp Meclisi tarafından kabul edilen sözde “Altı Stratejik Hedef” ile başlayarak -Kasım 1992 tarihli 4 No’lu Direktiften 7 No’lu Direktife; kısaca Srebrenitsa’yı ortadan kaldırma emri – Bosnalı Sırp Ordusu tüm Boşnak nüfusuna düşman gibi davranmıştır. Sadece Saraybosna’da kuşatma sırasında, çoğu keskin nişancı ateşiyle olmak üzere, 1.600 çocuk öldürülmüştür. Sadece fiziksel yıkımımızı gerçekleştirmeye adanmış böyle bir kurumla bir arada yaşamamız beklenemez. Bu mahkemede makul bir şüphenin ötesinde kanıtlandı. Bu bir fantezi değil, bir gerçektir.

 

Barış tehlikede

Milorad Dodik hepimizi köşeye sıkıştırmıştır. Manevra için çok az yer bulunuyor ve barış artık tehlikede. Açık şiddet ilanına ABD ve Avrupa Birliği’nden gelen zayıf tepkiler onu cesaretlendirdi ve planını uygulamaya devam etmek için her türlü teşvike sahip. Dodik, Dayton Barış Anlaşması’ndan zaten çekildi, ancak bunu resmi olarak ilan etmeden önce sahada yeni bir fiili durum yaratmak için sözde hala ona hizmet ediyor. Savaş istemediğini her söylediğinde, o ve yardakçıları yeni bir kapasite oluşturmaya devam etmek için daha fazla zaman kazanıyor.

Dodik’i durdurmanın tek yolu, planının maliyetlerinin potansiyel faydalardan daha fazla olduğuna onu ikna etmektir. Bu bizim elimizde. Mevcut durum nihayetinde tek bir soruya indirgeniyor: 1990’lardaki soykırım saldırısından sağ kurtulan bizler, bunun tekrarlanma kapasitesiyle bir arada yaşamaya istekli miyiz? Ben değilim. Bence hiçbirimiz değiliz.

 

Çeviren: Dilara Nesrin BULUT

Bosna’da Barış Bosna’da Barış Bosna’da Barış Bosna’da Barış

Bosna Hersek’te Neler Oluyor?

Bosna Hersek Cumhurbaşkanlığı Konseyi Sırp Üyesi Milorad Dodik’in Bosna Hersek’in küçük entitesi Sırp Cumhuriyeti’nin (RS) kendi ordusunu kurmak istediğini ifade etmesi akıllara “Bosna Hersek’te 1992 koşullarına mı dönülüyor?” sorusunu getirdi. Bosna Hersek Anayasası ve dolayısıyla 1995’te imzalanan Dayton Barış Anlaşması’nın 4. ekine aykırı olan bu girişimi engelleyecek tek otorite Ağustos’ta göreve başlayan Yüksek Temsilci Christian Schmidt. Bosna Hersek’te Dayton Barış Anlaşmasının 10. eki ile kurulan Yüksek Temsilciliğin 1997 yılında Bonn’da gerçekleştirilen görüşmelerde yetkileri genişletilmişti. Böylelikle Yüksek Temsilci yerel aktörlerin uzlaşamadığı konularda bağlayıcı kararlar alabilecek ve Dayton Barış Anlaşmasına veya yasalara aykırı davranan yöneticilerin görevine son verebilecek yetkilere sahip olmuştu. Bonn Yetkileri olarak da anılan bu yetkilere dayanarak 2004 yılına kadar içinde bakan, milletvekili ve hâkimlerin de olduğu 139 yönetici görevden alınmış, 2004 yılında ise Sırp Cumhuriyeti’nin engellemeleri aşılarak savunma reformu ile Bosna Hersek Silahlı Kuvvetleri kurulmuştu (Banning, 2014).

Otoriter Popülizm ve Toplumsal Cinsiyet Politikaları Polonya ve Türkiye Örneği 

Özet 

Bu çalışma; otoriter popülizmin, iktidarların toplumsal cinsiyet bağlamında medyada yer alan söylemlerini ve cinsiyet politikalarını nasıl şekillendirdiği sorusuna Türkiye ve Polonya örnekleri üzerinden cevap arayacaktır. Çalışma Bugoric ve Mudde’nin popülizm kuramını esas almakta ve araştırma yöntemi olarak eleştirel söylem analizini kullanmaktadır. Bulgular göstermektedir ki; Türkiye’de İslam dininin değerlerini esas alan otoriter popülist söylem, ‘biz’i oluşturan Müslümanları ve Müslüman olmayan ‘diğer’lerinden ayırmaktadır. Aile kavramını odağına koyan iktidar söylemi, biz ve onlar ayrımını derinleştirerek İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilme hususunda etkili olmuştur. Polonya’da ise Katolik Kilisesi’nin siyasal ve toplumsal hayat üzerindeki etkisi toplumsal cinsiyet politikaları üzerinde belirleyicidir. ‘Biz’ ve ‘onlar’ ayrımının keskinleştirilmesinde kürtaj yasası örneğinde görüleceği üzere milli sınırlara atfedilen önem de belirleyici olmuştur. Heteronormatif söylem, her iki ülke iktidarının söylemlerinde yeniden üretilmiştir. 

Anahtar kelimeler: otoriter popülizm, Türkiye, Polonya, toplumsal cinsiyet, eleştirel söylem analizi.

Abstract 

This study seeks to answer the question of how authoritarian populism shapes the discourses and gender policies of these governments, as will be examined in the examples of Turkey and Poland. This study is based on Bugoric and Mudde’s theory of populism and uses critical discourse analysis as a research method. The findings show that the authoritarian populist discourse based on the values of the Islamic religion in Turkey, separates the Muslims who make up the ‘us’ and the non-Muslim ‘others’. The discourse of the ruling party, which puts the concept of family at its center, has been effective in withdrawing from the İstanbul Convention by deepening the “us” and “them” distinction. In Poland, the influence of the Catholic Church on political and social life is a determinant of gender policies. As seen in the example of the abortion law, the importance attributed to national borders has also been decisive in sharpening the distinction between ‘us’ and ‘them’. Heteronormative discourse is reproduced in the discourses of the governments of both countries. 

Keywords: authoritarian populism, Turkey, Poland, gender, critical discourse analysis.

Giriş 

Popülizm; en geniş anlamda, toplumu saf insanlar ve yozlaşmış seçkinler olarak homojen ve antagonist iki grup olarak ele alır (Bugoric, 2019, s. 392; Mudde, 2005). Birçok popülist iktidar, cinsiyet eşitliğini ve LGBTQ+ topluluklarını destekleyen politikaları kınamışlardır. Trump hükümetinin Birleşmiş Milletler dokümanlarından gender (toplumsal cinsiyet) kelimesini kaldırması ve LGBTQ+’lar için korumaların geri çekilmesi adına yollar araması buna örnek olarak verilebilir (Chako, 2020, s. 204). Bu çalışma, otoriter popülist iktidarların toplumsal cinsiyet politikalarıyla olan ilişkisini Türkiye ve Polonya örnekleri üzerinden araştıracaktır. Polonya’da Ocak 2021’de kürtaj yasasında yapılan değişiklik ile kürtajın ülkede fiilen yasak hale gelmesi, Türkiye’de ise Mart 2021’de Cumhurbaşkanlığınca İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararının alınması; toplumsal cinsiyet karşıtı otoriter popülist söylemler ve toplumsal cinsiyet politikalarının etkileşimini inceleyeceğimiz çalışmamızda bu iki ülkeyi örnek olarak seçmemizde etkili olmuştur. Bu bağlamda araştırma sorumuz ve araştırmanın amaçları aşağıdaki gibidir. 

Araştırma Sorusu: “Türkiye ve Polonya örneklerinde inceleneceği üzere otoriter popülizm, bu iktidarların toplumsal cinsiyet bağlamında medyada yer alan söylemlerini ve cinsiyet politikalarını nasıl şekillendirir?” 

Araştırma otoriter popülizmin ortaya çıkma ve yükselişe geçme koşullarını da göz önünde bulundurarak Türkiye ve Polonya örneklerinde otoriter popülizmin iktidarların medyaya yansıyan söylemi üzerindeki etkisini araştırmayı; bu bağlamda otoriter popülizmin toplumsal cinsiyet politikalarını nasıl şekillendirdiğini anlamayı amaçlamaktadır. Bunun yanı sıra çalışma, Polonya ve Türkiye’de toplumsal cinsiyet politikaları bağlamında ne tür benzerlik ve farklılıklar olduğunu bu iktidar söylemleri üzerinden ortaya koymaya çalışacaktır.

1. Kavramsal ve Kuramsal Çerçeve

Bir ideoloji olarak popülizm; ahlaki bir topluluğu temsil ettiği iddiasına dayanmaktadır. “Biz” olarak tanımlanan basit ve erdemli “insanlar”, sosyo-politik gücü elinde bulunduran rüşvetçi ve kendi çıkarını düşünen elitlerden ayrılırlar (Singh, 2021, s. 252). Popülist liderlerin sergilediği otoriter özellikler ise günümüzdeki popülist dalganın kendine has bir durumudur. 2008’de yaşanan ve günümüzde etkileri hala sürmekte olan küresel ekonomik krizin; gelir ve servet eşitsizliğini, işsizliği ve yoksulluğu arttırması birçok ülkede alt ve orta sınıfı kapsayan geniş toplumsal kesimin biriken öfke ve tepkisini egemen siyasi düzene, liberal demokrat değerlere ve siyasi elitlere yöneltmesine sebep olmuştur. Artan eşitsizliğin getirdiği memnuniyetsizlik bir yandan ırkçı, etnik ve cinsiyetçi ayrımcılığı körüklerken bir yandan da liberal demokrasinin yerleşmiş kurumlarına duyulan güveni sarsarak otoriter popülist lider ve partilerin yükselişe geçmesine zemin sağlamıştır (Eser, 2020). Köklü demokratik geçmişe sahip olmayan ülkelerde seçimle başa gelen popülist liderler, seçim sürecini etkileyen kara propaganda ve manipülasyonları yetersiz kaldığında iktidarlarını sürdürebilmek için giderek otoriterleşmektedirler (Esen & Gümüşcü, 2016). Otoriter popülist liderler; hesap verilebilirlik, şeffaflık, yargı denetimi gibi demokrasinin temel prensiplerini aşındırarak yargı ve medya kurumlarını, düşünce ve ifade özgürlüğünü, azınlık haklarını, kadın ve LGBTİ+ haklarını hedef almaktadırlar (Eser, 2020).

Siyasi iktidarlar homojen bir millet tanımı yaparlar. Homojen milletin oluşmasındaki en etkili araçlardan bir tanesi de dildir. Söylemsel olan, toplumsal olan ve siyasal olan iç içedir. “Toplum söylemsel alanda inşa edilir. Popülizmin en temel referansı “halk” olgusu da bu söylemsel alanda belirli bir mantık çerçevesinde inşa edilir” (Köroğlu, 2020, s. 83). Toplumda karar mercii konumundaki Başbakan ve Cumhurbaşkanı gibi kişilerin söylemleri, toplumsal cinsiyet eşitliğinin oluşmasında veya engellenmesinde bu açıdan önemli bir yere sahiptir.

Buradan yola çıkarak Türkiye ve Polonya örneklerine bakarsak, iki ülkenin hükümetleri söylemlerinde geleneksel aile değerlerine sık sık vurgu yaparak toplumsal cinsiyet eşitliğine saldırıda bulunurlar. Özkazanç’ın “Sembolik düzenin krizi, iktidar tarafından aile krizi olarak görülüyor ancak aileyi kurtaralım derken aile değil, aslında erkeklik gücü ön plana çıkarılıyor” (Özkazanç, 2020, s. 23) açıklaması bunu anlamada yardımcıdır. Aileye ait alanın düzenlenmesi çok büyük ölçüde kadınların cinselliklerini, yaşam tarzlarını düzenlemekten geçmektedir. Türkiye özelinde boşanmalar zorlaştırılmakta, boşanmak isteyen kadınlar öncellikle dini kurumların üstlendikleri ve hizmet verdikleri danışma merkezlerine yönlendirilerek boşanmamaları konusunda telkin edilmektedirler. Ayrıca, Türkiye’de kürtaj yasal olmasına rağmen pratikte bunu uygulayan devlet hastaneleri çok azdır (DW Türkiye, 2019). Erdoğan bunu direkt olarak ifade etmekten çekinmemiştir: “Kürtajı bir cinayet olarak görüyorum” (Özdemir & Çakın, 2012). Ulusal Hukuk ve Adalet başkanı Kaczynski de kürtaj karşıtlığını şu sözlerle ifade etmiştir: “Kadınlar yurtdışında kürtaj ayarlayabilirler” (Notes from Poland, 2021). İki ülkede de geleneksel aile değerlerini koruma ve aileyi disipline etme isteği; kadın bedeninin üzerinde iktidarın söz sahibi olmasıyla, sahip olduğu hakların elinden alınmasıyla ve insan haklarının ihlaliyle sonuçlanmaktadır.

Homojen millet tanımına girmeyen tüm bireyler popülist liderler tarafından düşman ilan edilir ve ötekileştirilmeye çalışılır. Polonya ve Türkiye İstanbul Sözleşmesi’nden çok benzer nedenler öne sürerek ayrılmışlardır. Erdoğan yaptığı bir konuşmada şunu söylemiştir: “Bu lezbiyenlerin mezbiyenlerin söylediklerine takılmayalım biz analarımıza bakalım. Ailenin direği anne. Bu annelerimizle birlikte geleceğe emin adımlarla yürüyeceğiz” (Euronews, 2021). Polonya eski devlet başbakanının da benzer bir söylem kullandığını görmekteyiz. “Hükümet politikasının nihai hakemi olan PiS başkanı Jaroslaw Kaczynski, geleneksel Hıristiyan kültürünü korumak için Polonya’da Batılı değerlerden ve özellikle “LGBT ideolojisinden” kaçınılması gerektiğini söylüyor” (Plucinska, 2020). Kısacası, otoriter popülist iktidarlar heteronormativiteyi söylemleriyle ve politikalarıyla tekrar tekrar üreterek bunun toplum tarafından içselleştirilmesine; kadınların ve LGBTİ+’ların haklarının ihlal edilmesine yol açmaktadır. 

Bütün bunlara dayanarak diyebiliriz ki, popülizm, kendini inşa etmek için ötekine ihtiyaç duymaktadır. Karşıt olarak konumlandığı şeye karşı bir tavır alarak kendi konumunu meşrulaştırmaya çalışır, hegemonyasını kurar ve kendini bütünü temsil eden bir norm olarak dayatır. Popülizmin toplumsal cinsiyet bağlamında hegemonyasını heteronormativiteye uyan ve uymayanlar şeklinde bir ikilik üzerinden kurduğunu görmekteyiz. İktidarların söylemlerinde heteroseksüellik doğal, sağlıklı ve norma uygun olarak topluma iletilmektedir. Heteroseksüelliğin dışında kalan yönelimler ise bunu tam tersi bir konumda sağlıksız, dışarıdan -özellikle Batı’dan gelen- dayatmalardır ve anormaldir. Oluşturulan bu ikilik hem kişileri taraf seçmeye hem de karşıt konumda olana karşı bir tavır almaya sevk etmektedir.

2. Araştırma Yöntemleri 

Araştırma sorusu doğrultusunda çalışma eleştirel söylem analizini en uygun araştırma yöntemi olarak değerlendirmektedir. Eleştirel söylem analizi iktidar, hegemonya, eşitsizlik ve önyargı gibi sosyal fenomenlerin söylemsel kaynaklarını ortaya çıkarmak üzere metinler ve konuşmalar, ayrıca nesneler, jestler, fotoğraflar, görüntüler vb. üzerinde çalışır; bu söylemsel kaynakların ve belirli sosyal, politik ve tarihsel bağlamlarda nasıl sürdürüldüklerini ve yeniden üretildiklerini araştırır (Şah, 2020, s. 211; Van Dijk, 2001). Amaç bireylerin dili kullanarak gerçekleştirdikleri açıklama belirtme, inşa etme ve meşrulaştırma süreçleri sonucu oluşan toplumsal eşitsizliği eleştirel bir bakış açısıyla incelemektir (Ercan & Danış, 2019, s. 529; Wodak, 2001, s. 2). Bunlar göz önünde bulundurulduğunda bu çalışma otoriter popülizmin toplumsal cinsiyet bağlamında iktidarların söylem ve politikalarını nasıl şekillendirdiğini eleştirel bir bakış açısıyla çözümlemeyi amaçlamaktadır. Bu çalışmada, Fairclough’un eleştirel söylem analizi için geliştirdiği metin söylemsel pratiğin ve sosyal pratiğin çözümlemesi modelini kullanacağız (Fairclough, 2003; Jørgenson & Phillips, 2002). 

Türkiye ve Polonya örneklerini araştırma sorusu çerçevesinde incelemek için bu çalışma, iki ülke iktidarlarının ve/veya siyasi gücü temsil eden temsilcilerinin söylemlerini haber kaynaklarında arayacaktır. Örnekleme yöntemi olarak amaçlı örnekleme yöntemi tercih edilmiştir. Amaçlı örneklemede araştırmacılar, araştırma sorusuna cevap vermek için en yararlı örneklemeyi kasıtlı ve amaçlı olarak seçerler (Farrugia, 2019, s. 70). Örnekleme, Polonya’da Ocak 2021 yılında yürürlüğe giren kürtaj yasası (BBC News Türkçe, 2021) ve Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden ayrılışı hakkında yapılan söylemleri içermektedir. 

Çalışmanın kapsamı sebebiyle her iki ülke için de iki haber kaynağı seçilecektir. Bu çalışmayı yürüten biz araştırmacıların Lehçe diline hâkim olmayışı sebebiyle Polonya için toplanacak veriler İngilizce ve/veya Türkçe haber kaynaklarından seçilecektir. Polonya örneğinin Lehçe üzerinden incelenememesi araştırmanın kısıtlamalarından biri olarak değerlendirilebilir. Bunun dışında Türkiye örneğine işaret edecek olan söylemler Türkçe haber kaynaklarından seçilecektir. Haber kaynakları internet ortamında elektronik olarak yayımlanmıştır. 

Doküman Listesi:

Metin 

Ülke

İsmi

Medya

İsmi 

Haber

Tarihi

Haber Başlığı 

Söylemi Yapan Kişi/Kurum

Polonya 

Notes

from

Poland

25 Mayıs 2021

There is no abortion ban in Poland says Kaczyński. Women “can arrange abortion abroad”i

Hukuk ve Adalet Partisi (PiS) Başkanı Jarosław Kaczyński

Polonya 

Republic World

27 Ekim 2020

Poland’s PM Defends Abortion Ruling, Condemns Protestsii

Polonya Başbakanı Mateusz Morawiecki

Türkiye 

Millî

Gazete

10 Aralık 2019

Cumhurbaşkanı

Erdoğan İstanbul Sözleşmesi’ni eleştirdi!

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı 

Recep Tayyip Erdoğan

Türkiye 

Yeni

Şafak

14 Nisan 2021

Cumhurbaşkanı

Erdoğan: İstanbul Sözleşmesi ne ülkemizde ne dünyada kadın haklarına saygıyı getirmedi

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı 

Recep Tayyip Erdoğan

Çözümleme 

3.1. Metin Çözümlemesi

Metin analizi, araştırma sorusu ve amaçları doğrultusunda haber kaynaklarının içerdiği Türkiye ve Polonya iktidarlarına ait söylemlerde dilin nasıl kullanıldığını çözümlemektedir. Bunun için, aşağıda Erdoğan’a ve Kaczyński’ye ait iki alıntıda dilin nasıl kullanıldığını inceleyeceğiz.

(1) “Bizim dinimizde kadına şiddet haramdır. Biz bu sözleşmenin [İstanbul Sözleşmesi] daha adilini, daha güzelini, daha güçlüsünü yapar onunla yola devam ederiz” (Yeni Şafak içinde Erdoğan, 2021) 

Yukarıdaki alıntı yapmak fiili İstanbul Sözleşmesi’nden daha adil, daha güzel ve daha güçlü olan bir sözleşme ile biz zamirini birbirine bağlamaktadır. Burada etken bir dil söz konusudur. Bu da söylemin sahibinin eylemdeki etkisini göstermektedir. Bir zarf olarak daha kullanılması yapılması mümkün olan sözleşmenin niteliklerinin var olandan daha üstün olacağına işaret eder. Buna ek olarak kadına şiddetin haram olması istenilmeyen bir durumu belirtir. Bizim dinimizin kullanılmasına dayanarak söyleyebiliriz ki kadına şiddetin, söylem sahibi olarak Erdoğan’ın kendini ait gördüğü topluluğun dininde haram olması dogmatik olarak kabul edilen bir durumdur. Böylece kadına şiddetin haram olması değerler sistemi içerisinde ajansı olmayan, doğal kabul edilen bir olgudur. Burada Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan’ın Türkiye’yi temsil ettiği düşünülürse, belirttiğimiz topluluğu Türkiye Cumhuriyeti topluluğu olarak analiz edebiliriz.

(2) “It is nonsense to say that abortion is prohibited,” Kaczyński told Wprost. “It is still permissible if the pregnancy [results from] a crime or if it endangers the woman’s life or health. It is only about [foetuses diagnosed with] Down or Turner syndromes where the possibility of abortion has been removed.” (Notes from Poland içinde Kaczyński, 2021)

Bizim çevirimiz: 

Kaczyński, Wprost’a Kürtajın yasak olduğunu söylemek saçmalık” diye belirtiyor. “Eğer hamilelik bir suçun sonucu ise veya kadının hayatını veya sağlığını tehdit ediyorsa [kürtaja] hâlâ izin verilebilir. Sadece Down ve Turner sendromları [tanı konulan fetüslerin] durumlarında kürtaj olasılığı kaldırıldı.”

Bu alıntıya baktığımızda çözümlemeyi metinde belirtilen orijinal dil üzerinden yapmak analizi daha nitelikli kılacaktır. Öncelikle yasaklamak anlamına gelen prohibit fiili edilgen bir şekilde kullanılmıştır. Bu da kürtajın yasaklanmasına ilişkin olarak dilde birinin iradesinin belirtilmediğini gösteriyor. Tehlikeye atmak anlamına gelen endanger fiili hamileliği ve bir suçu veya kadının hayatını veya sağlığını birbirine bağlamaktadır. Burada kürtaja ulaşımın sınırları çizilmiştir, bu da metin üzerinde ideolojiyi göstermektedir. Yine kürtaj olasılığı ile Down ve Turner sendromları tanısı konulan hamilelikleri birbirine bağlayan ve kaldırmak anlamına gelen remove fiili cümle içerisinde edilgendir. Bu da kürtaj olasılığının kaldırılmasında bir irade belirtilmediğini göstermektedir. 

Her iki ülke için de metinlerden alıntılanan söylemlerin analizine baktığımızda, dilin kullanımında, özellikle Erdoğan’ın söyleminde, yaratılan biz ve onlar ikiliğine yaslanarak popülist ideolojiye yer verildiğini söyleyebiliriz. Kaczyński’nin söylemine baktığımızda ise kürtajın yasaklanması ve kaldırılması konularına ilişkin olarak edilgen bir dil kullanılmış, bu konularda bir kimsenin veya kurumun iradesi belirtilmemiştir.

3.2. Söylemsel Pratiğin Çözümlemesi 

Söylemsel pratiğin çözümlenmesi kısmında farklı metinlerde hangi söylemlerin ortaklaşa kullanıldığını analiz ederek söylemler arası bir çözümleme yapacağız. Öncelikle belirtilmelidir ki, bulgulardaki her bir metin bir haber kaynağı olarak üretilmiştir. Bulgulara söylemler arası bir çözümleme ile yaklaştığımızda metinlerde söylemler popülist, heteronormatif ve dinî söylemlere atıfta bulunmaktadır.

Heteronormatif söylemi toplumsal cinsiyet politikalarından farklı olarak posta seçimleri ile ilgili olarak görmekteyiz. Buna göre, Hukuk ve Adalet (PiS) partisi Başkanı Kaczyński’nin Başbakan Moraewiecki’nin Polonya’daki posta seçimleri için gereken düzenlemeleri imzalaması üzerine “Başbakan’ın bir erkek gibi davrandığına inanıyorum” (Notes from Poland içinde Kaczyński, 2021) şeklindeki söylemi heteronormatif bir söyleme atıfta bulunmaktadır. Bu, Notes from Poland (2021) isimli haber kaynağında yer alan haberde ‘içerisi’ ve ‘dışarısı’ söylemi ile belirginleşmektedir. Metinde yer alan Kaczyński’nin söyleminde Polonya’da Down ve Turner Sendromlu fetüsün kürtajının yapılmayacağı; ancak Polonyalı kadınların bunu yurtdışında ucuza ve kolayca gerçekleştirebileceği belirtiliyor (Notes from Poand içinde Kaczyński, 2021). Söylem kürtaja Polonya içinde ve Polonya dışında farklı değerler iliştirildiğini göstermektedir. Metin üzerinde söylemin muhalefet bir siyasetçi olan Radosław Sikorski tarafından din ile ilişkilendirildiğini de görüyoruz. Sikorski, Kaczyński’nin Polonya içinde belirli durumlarda yasak olan kürtajın yurtdışında yapılabilmesi durumunun kiliseyi memnun etmek için olduğunu belirtiyor. Böylece metinde dinî çizgide bir söylemin gerçekleştiğini de söyleyebiliriz. 

Söylemin dinî değerlere atıfta bulunması Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilmesine atıfta bulunan metinlerde de görülmektedir. Metin çözümlemesinde belirttiğimiz Erdoğan’ın söyleminde de görüldüğü gibi kadına şiddetin haram olarak kabul edilmesi (Yeni Şafak içinde Erdoğan, 2021) söylemin dinî değerlerle ilişkilendirildiğini gösteriyor. Bir başka örneği de popülist söylem ile ilişkilendirilmiş bir şekilde görmekteyiz; “Müslümanlığımızın en önemli alamet-i farikalarından biri de aile kurumumuzun gücüdür. Bugün geleceğini tehdit altında gören toplumların tamamının da ortak özelliği, aile kurumunu zayıflatmış, çarpıtmış ve ifsat etmiş olmalarıdır […]” (Millî Gazete içinde Erdoğan, 2019). Burada, Müslüman olan ve olmayan toplumlar üzerinden aile kurumunun farklı değerlendirildiğini ve bununla ilişkili olarak “biz”im de içinde bulunduğumuz Müslüman toplumların, sahip oldukları belirtilen güçlü aile kurumu sebebiyle geleceği teminat altında olan bir toplum olarak resmedildiğini görmekteyiz. Aynı zamanda aile kurumu güçlü olmayan, Müslüman olmayan ve gelecekleri tehdit altında olan ‘diğer’ toplumlara atıfta bulunulmaktadır. Bir başka bulgu ise şu şekildedir. “[…] İnsanlığın bugünkü gelişmişlik seviyesinin temelleri İslam coğrafyasında atılmış olmasına rağmen, Müslümanların günümüzde yaşadığı sıkıntıların sebeplerini iyi düşünmeli, analiz etmeli ve çözüm yolları üretmeliyiz. Aksi takdirde, sadece şikâyet etmekle, sadece dövünmekle, sadece konuşmakla bir yere varamayız. Hele hele çareyi başkalarından beklemekle elde edeceğimiz hiçbir şey olamaz. İslam Medeniyetini hak ettiği yere çıkarmanın sorumluluğu bizlere, yani Müslümanlara düşüyor” (Millî Gazete içinde Erdoğan, 2019). Bu alıntıda da biz Müslümanlar ve ‘diğerleri’ vurgusunun işlendiğini görmekteyiz. Bu alıntılara baktığımızda metnin ve Erdoğan’ın söylemlerinin Müslüman olanlar ve olmayanlar ikiliği üzerinden kurulan popülist bir söyleme işaret ettiğini söyleyebiliriz.

3.3. Sosyal Pratiğin Çözümlemesi 

Söylem düzeni

Sosyal pratiğin çözümlemesi için ilk olarak söylem düzenine bakacağız. Buna göre, belirli anlam kurma yolları belirli bir söylem düzeninde baskındır ve dolayısıyla bunun dışında kalanlar marjinal ya da alternatif olacaklardır (Şah, 2020, s. 214). Bununla birlikte, hegemonya kavramı da önem kazanmaktadır. Hegemonya, söylem düzenindeki belirli tarzda bir sosyal yapılanmanın hegemonik hale gelmesi ve böylece gündelik hayattaki sağduyunun

hükümran ilişkilerin sürdürülmesine ve meşrulaştırılmasına hizmet etmesi şeklinde ifade edilebilir (ibid, s. 214).

Bulgulara baktığımızda söylem düzenin tekrar ettiğini, toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden üretildiğini görmekteyiz. Örneğin, Kaczyński’nin “Başbakan’ın bir erkek gibi davrandığına inanıyorum” (Notes from Poland içinde Kaczyński, 2021) söylemi toplumsal cinsiyet rollerini ve dolayısıyla heteronormatif söylemi yeniden ürettiğini göstermektedir. Bunun yanı sıra Republic World haber kaynağında da kadınların kendi vücut bütünlüğüne dair karar verme hakkının, kadınların sadece sağlıklarını tehdit eden bir durum olduğunda veya tecavüz ve ensest suçları sonucu kullanılmasına izin verilmesine atıfta bulunması ile de metin var olan heteronormatif söylemi yeniden üretmektedir. Buna dayanarak da heteronormatif söylemin bulgularda hegemonik söylem olarak yer almaktadır.

Söylemin Sosyal Matrisi

Polonya’nın kürtaj yasasına baktığımızda, özellikle Kaczyński’nin işaret ettiği içerisi ve dışarısı söylemi komünitaryan bir ideolojiye işaret etmektedir. Komünitaryanlar, bireyler olarak kimliğimizin içine doğduğumuz topluluğa ve kültürümüze tamamen bağlı olduğumuza ve onlara karşı ayrı yükümlülüklerimiz olduğuna inanırlar (Göksel, 2021, s. 1071; Sandel, 1984, s. 90). Buna dayanarak, Kaczyński’nin söylemi, Polonyalı kadınların Polonya içinde Down ve Turner sendromlu fetüsler için yaptıracakları kürtaja yönelik Polonya dışına göre daha fazla sorumluluk taşımaları gerektiğine inandığı şeklinde analiz edilebilir. Aynı zamanda bu söylem çerçevesinde kadınların yurtdışında kürtaja isterlerse ‘ucuza’ ulaşılabileceklerinin belirtilmesi de sınıfsal farklılıkların ve imkânların görmezden gelindiğini göstermektedir.

Yukarıda belirttiğimiz gibi muhalif siyasetçi Sikorski, Kaczyński’nin Polonya içinde belirli durumlarda yasak olan kürtajın yurtdışında yapılabilmesi durumunun kiliseyi memnun etmek için olduğunu belirtmiştir (Notes from Poland, 2021). Böylece, Polonya’da Katolik kilisesinin ve dini liderlerin, iktidar söylemleri ve toplumsal cinsiyet politikaları üzerinde etkili olduğu çıkarımını yapabiliriz. Katolik öğretide fetüsün anne karnında oluşmaya başladığı andan itibaren yaşam niteliği taşıdığı için korunması gerektiği anlayışı (Taşdemir & Tellioğlu, 2016, s.122) aynı zamanda Kilise’nin özellikle 1989 komünizmin çöküşü itibariyle siyaset üzerindeki etkisi bu söylemin oluşmasında etkilidir (ibid).

Erdoğan’ın kadına şiddetin haram olduğunu belirttiği söylemine (Yeni Şafak, 2021) baktığımızda, söylemin dinî değerler tarafından şekillendirildiği gözükmektedir. Söylemin

etkilendiği değerlere baktığımızda, aile kavramının söylem üzerinde etkili olduğunu da görmekteyiz. Aile kavramı, özellikle Müslüman toplumların değerleri ile ilişkilendirilmiştir (Millî Gazete, 2019). Metinde “Aile yapımıza zarar veren etkenlerin tamamı’ İstanbul Sözleşmesi’nin ta kendisiydi” (Millî Gazete, 2019) şeklinde ifade edilen söylem, Erdoğan’ın aile ve dini değerlere vurgu yapan söylemlerini İstanbul Sözleşmesi ile ilişkilendirmiştir. 

Sonuç 

Seçimle iktidara gelen popülist liderler, 2008 küresel ekonomik krizinin ardından gitgide otoriterleşme eğiliminde olmuşlardır. Bu süreçte; kadınlar ve LGBTİ+’lar, otoriterleşmenin etkisini üzerinde en çok hisseden toplumsal gruplardandır. Araştırmamız kapsamında, son zamanlarda sık sık toplumsal cinsiyet karşıtı söylemlerde bulunan iki otoriter popülist iktidar örneği olarak Türkiye ve Polonya incelenmiştir. Araştırmamızın gösterdiği üzere, her iki ülkede de söylemleri yoluyla kadın bedeni üzerinde tahakkümünü sağlamlaştırmaya, LGBTİ+’ları ise marjinalleştirmeye ve düşmanlaştırmaya çalışan otoriter popülist politikacılar; bu söylemler doğrultusunda toplumsal cinsiyet eşitliği karşıtı politikaları uygulamaya koymaktan da çekinmemiştir. Otoriter popülist iktidarların kadınları ikincilleştiren ve heteronormativiteyi kutsayan söylem ve politikaları, toplumsal cinsiyet rollerini yeniden üretirken kadın ve LGBTİ+ hakları için büyük tehlike oluşturmaktadırlar.

Gülşah Suileten, Hümeyra Tutkun, Şevval Yurdakul

Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça 

BBC News Türkçe. (2021). Polonya’da kürtaj yasağı protestoları üçüncü gününde. Ağustos 30, 2021 tarihinde BBC News Türkçe: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya 55839716 adresinden alındı 

Bugoric, B (2019). The two faces of populism: Between authoritarian and democratic populism. German Law Journal, 20, 390-400. 

DW Türkiye. (2019). Türkiye’de Kürtaj Hizmeti: Fiilen Yasak. Eylül 17, 2021 tarihinde DW Türkiye: https://www.dw.com/tr/türkiyede-kürtaj-hizmeti-fiilen-yasak/a-47130847 adresinden alındı 

Ercan, G., & Danış, P. (2019). Söylem, Söylem Çözümlemesi ve Eleştirel Söylem Çözümlemesi: Tanımları ve Kapsamları. DEÜ Edediyat Fakültesi Dergisi, 6(2), 527- 552. 

Eser, U. (2020). Neoliberal Popülist-Otoriterleşme, Demokrasi Krizi ve Türkiye Deneyimi Üzerine Kısa Notlar. İktisat ve Toplum, (111), 29-32. 

Eylül 17, 2021 tarihinde < http://www.iktisatvetoplum.com/wp content/uploads/2020/01/ugur-eser.pdf > adresinden alındı 

Eser, U. (2020). Otoriterleşen Popülizm ya da Yükselen Yeni Otoriterlik. İktisat ve Toplum, (120), 1-13. Eylül 17 tarihinde <https://www.academia.edu/44787157/OTORİTERLEŞEN_POPULİZM_YADA_YÜKSELE N_YENİ_OTORİTERLİK > adresinden alındı 

Euronews. (2021). LGBT bireyler Türkiye’de artan homofobik söylemlerden dolayı endişeli. Eylül 16, 2021 tarihinde Euronews: https://tr.euronews.com/2021/02/23/lgbt-bireyler turkiye-de-artan-homofobik-soylemlerden-dolay-endiseli adresinden alındı 

Fairclough, N. (2003). Analysing discouse: Textual analysis for social research. New York: Psychology Press. 

Farrugia, B. (2019). WASP (Write a Scientific Paper) : Sampling in a qualitative research. Early Human Development, 133, 69-71.

Göksel, G. U. (2021). Göçmen kimliklerinin inşası: bir çokkültürlülük ve tanınma teorisi eleştirisi. Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 22(41), 1067-1092. 

Jørgensen, M., & Phillips, L. J. (2002). Discourse analysis as theory and method. SAGE Publications. https://www.doi.org/10.4135/9781849208871 

Köroğlu Kıvrak, E. (2020). Farklı Popülizm Üzerine Bir Değerlendirme. Pamukkale Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, (39), 73-87. 

Özdemir, G., & Çakin, Ü. (2012). Başbakan Erdoğan: Kürtajı ‘cinayet’ olarak görüyorum. Eylül 16, 2021 tarihinde Milliyet: https://www.milliyet.com.tr/siyaset/basbakan erdogan-kurtaji-cinayet-olarak-goruyorum-1545183 adresinden alındı 

Özkazanç, A. (2020). Bir Musibet; Yeni Türkiye’de Erillik, Şiddet ve Feminist Siyaset. Ankara: Dipnot yayınları. 

Plucinska, J. (2020). Polish ruling party faces internal struggle over LGBT, women’s rights. Eylül 17, 2021 tarihinde Reuters: https://www.reuters.com/article/us-poland-politics idUSKBN2672WI adresinden alındı 

Sandel, M. (1984). The procedural republic and the unencumbered self. Political Theory, 12(1), 91-96. 

Singh, P. (2021). Populism, Nationalism, and Nationalist Populism. Studies in Comparative International Development, 56(2), 250-269. 

Şah, U. (2020). Eleştirel Söylem Analizi: Temel Yaklaşımlar. Kültür Araştırmaları Dergisi, (7), 210-231.

Tellioğlu, O. & Taşdemir, H. (2016). 1989 SONRASI POLONYA’DA KATOLİK KİLİSESİ’NİN ROLÜ. Akademik Hassasiyetler, 3(5), 117-134.

Van Dijk, T. A. (2001). Multidiscipllinary CDA: A Plea for Diversity. R. Wodak, & M. Meyer (Ed.) içinde, Methods of Critical Discourse Analysis (s. 95-120). London: Sage. 

Wodak, R. (2001). What CDA is about- A summary of its history, important concepts and its developments. M. Meyer, & R. Wodak içinde, Methods of Critical Discourse Analysis (s. 1-13). London: Sage.

Ekler 

Yeni Şafak, (2021). Cumhurbaşkanı Erdoğan: İstanbul Sözleşmesi ne ülkemizde ne dünyada kadın haklarına saygıyı getirmedi. Eylül 12, 2021 tarihinde Yeni Şafak: https://www.yenisafak.com/gundem/cumhurbaskani-erdogandan-istanbul-sozlesmesi aciklamasi-3618479 adresinden alındı 

Millî Gazete, (2019). Cumhurbaşkanı Erdoğan İstanbul Sözleşmesi’ni eleştirdi!. Eylül 12, 2021 tarihinde Millî Gazete: https://www.milligazete.com.tr/haber/3412853/cumhurbaskani erdogan-istanbul-sozlesmesini-elestirdi adresinden alındı 

Republic World, (2020). Poland’s PM defends abortion ruling, condemns protests. Eylül 12, 2021 tarihinde Republic World: https://www.republicworld.com/world-news/europe/polands pm-defends-abortion-ruling-condemns-protests.html adresinden alındı 

Tiles, D. (2021). There is no abortion ban in Poland, says Kaczyński. Women “can arrange abortions abroad”. Eylül 12, 2021 tarihinde Notes from Poland: https://notesfrompoland.com/2021/05/25/there-is-no-abortion-ban-in-poland-says-kaczynski women-can-arrange-abortions-abroad/ adresinden alındı  

Otoriter Popülizm ve Toplumsal Cinsiyet Otoriter Popülizm ve Toplumsal Cinsiyet Otoriter Popülizm ve Toplumsal Cinsiyet Otoriter Popülizm ve Toplumsal Cinsiyet

AB Komisyonu 2021 Türkiye Raporu: Geleceğimiz Gerçekten Avrupa’da mı?

Avrupa Birliği Komisyonu, 1998 yılından itibaren aday ülkelerin üyelik süreçlerine uyumu ve bu konudaki ilerlemelerinin ve eksikliklerinin değerlendirildiği yıllık raporlar yayımlamaktadır. Komisyon’un görüşlerini yansıtan bu raporlar 2014 yılına kadar ‘İlerleme Raporu’, 2015 yılından itibaren ise ‘Ülke Raporu’ olarak isimlendirilmiştir (T.C. Dışişleri Bakanlığı AB Başkanlığı, 2021). 2021 yılı Ülke Raporları da 19 Ekim tarihinde yayımlanmıştır. İngilizce olarak yayımlanan Türkiye Raporu ise 128 sayfadan oluşmuştur. AB Komisyonu, raporun hatırı sayılır kısmında Türkiye’ye yönelik birçok konuda, önemli eleştirilerde bulunmuştur. Bu yazıda; bahsi geçen eleştiriler, Türkiye tarafından verilen resmi yanıt ve bu doğrultudaki dış politika çehresi değerlendirilmiştir.

Haftanın Öne Çıkanları

0

SUDAN’DA YENİ BİR ASKERİ DARBE DAHA

1958 yılından bu yana birçok askeri darbe yaşayan Sudan, Eylül ayındaki başarısız girişimin ardından pazartesi günü bir yenisiyle daha karşı karşıya geldi. Birçok kabine üyesi ve iktidar yanlısı tutuklandı. Askeri güçlerin kapattığı Hartum Havaalanı’nda uçuşlar askıya alındı, telefon ve internet bağlantısında kesintisi yaşandı.

2019’daki hükümetin devrilmesiyle askeri ve sivil güçler arasındaki siyasi çekişmeye sahne olan Sudan’da ordu yönetimi ele geçirmesiyle sabah erken saatlerde geçici Başbakan Abdalla Hamdok ve diğer üst düzey yetkililer tutuklandı. Darbeyi protesto etmek isteyen binlerce kişi sokağa döküldü. Bir sağlık yetkilisinin bildirdiğine göre askeri güçlerin ateş açması sonucu en az 7 kişi yaşamını yitirdi, 150’ye yakın da yaralı var.

AFP

Sudan ordusunun el koyduğu Egemen Konsey geçici hükümeti, 2023 yılında yapılacak demokratik seçimlere kadar ülkeyi yönetmek üzere kurulmuştu. Ancak General Abdel Fattah al-Burhan 2023’teki demokratik seçime kadar ordunun iktidarı elinde bulunduracağını söyledi.

Geçiş dönemi anayasasının 78. maddesine göre “yapılacak herhangi değişiklikte konseyin üçte ikisinin oyu gerekirken” General, anayasayla ilgili bazı maddelerin de askıya alındığını duyurdu. “Özgürlük ve barış devleti olarak çıktığımız yolda bazı siyasi güçler ekonomik ve sosyal tehditlere aldırmadan her şeyi ellerinde tutuyor.” dedi.İlk değil, peki son olacak mı?

The Center for Systemic Peace ve Statista araştırmasına göre bu, Sudan tarihinde yaşanan 35. darbe. 1958 yılından bu yana yalnızca beş askeri müdahale başarıyla sonuçlandı. Bu yeni askeri müdahalenin 2023 seçimlerine dek siyasi istikrarı sağlayacağı ise belirsiz.

Kaynak: Reuters, Al Jazeera, Statista

Hazırlayan: Gizem GÜVEN- TUİÇ Akademi İçerik Editörü 

Yapışık İkizler Davasının Ahlaki Boyutu: Kantçılık ve Faydacılık

Özet

Yapışık ikizler davası olarak bilinen ve literatürde de tartışmalara neden olmuş bu olay, temelde yapışık ikiz olan Mary ve Jodie’nin ayırmak için yapılacak ameliyatın yapılıp yapılmaması gerektiği üzerine işlenen bir davadır. Dava içerisinde yapışık ikizleri ayırmak veya ayırmamak için birçok yönden duruma bakan yargıçlar en son ayırma ameliyatının yapılmasına karar vermişlerdir. Daha sonra bu dava literatürde ahlaki yönden de ele alınmış ve değerlendirilmeye çalışılmıştır. Bu çalışma içerisinde ise ilgili davanın süreci içerisindeki birçok yaklaşım Kantçı ve Faydacı (utilitarianism) ahlak teorileri çerçevesinde değerlendirilmeye çalışılacaktır. Çalışma, iki ahlak öğretisinin anlatımı ve dava sürecinin bu iki öğreti çerçevesinde değerlendirmesi olmak üzere toplamda üç ana bölümden oluşmaktadır. En nihayetinde ortaya konulmak istenen ise, ayırma ameliyatının yapılma kararının faydacı ahlak çerçevesinde ahlaki olduğu argümanı oluşturulmaya çalışılması olacaktır.  

Anahtar Kelimeler: Yapışık ikizler, Kant, Faydacı Ahlak, Ödev Ahlakı, Eylem Faydacılığı. 

Abstract

Known as the conjoined twins’ case, this event, which has also caused controversy in the literature, is basically a case of whether there should be an operation to separate Mary and Jodie, who are conjoined twins. In order to separate or not to separate the conjoined twins in the case, the judges first looked at the situation from different perspectives and then decided to execute the separation surgery. Later in the literature, this case has also been dealt by moral studies and was evaluated. In our research paper, many approaches towards this case are evaluated within the framework of Kantian and Utilitarian theories of ethics. The study consists of three main parts, which discuss both moral doctrines in the first two parts and later a discussion will be made according to these theories. Finally, what is aimed is to create an argument that the decision to execute the separation surgery is moral within the framework of utilitarian morality.

Key words: Conjoined twins, Kant, Utilitarianism , Deontology, Act Utilitarianism.

Giriş 

8 Ağustos 2000 günü, Manchester’daki St. Mary’s Hastanesinde dünyaya gelen ikiz kız bebekler birbirine yapışık olarak doğdu. Her birinin kendi beyni, kolları, bacakları ve diğer hayati organları vardı. Ancak yapışık ikizlerden biri (Jodie) biyolojik ve nörolojik bakımdan daha güçlüydü. Daha zayıf olanın (Mary) kalbi ve akciğerleri işlevsel değildi. Mary’nin bedeninin ihtiyaç duyduğu oksijenli kan, daha güçlü olan Jodie tarafından sağlanıyordu. Bu olay çevresinde gelişen sorun ikizleri ayırmak için bir ameliyatın yapılıp yapılmaması ile ilgiliydi. Olay mahkeme çerçevesinde değerlendirilirken iki genel görüş etrafında tartışılmaktadır. İlk görüşe göre; yapışık ikiz bebeklerden zayıf olanın ölümü ile sonuçlanacak, daha güçlü bebeğin ise daha uzun yaşamasını sağlayacak olan ayırma ameliyatı derhal yapılarak bebeklerden biri kurtarılmalıdır. Diğer görüşe göre ise; yapışık ikiz bebeklere herhangi bir ayırma müdahalesinde bulunulmamalı ve ikisinin de yaşayabildiği kadar yaşaması sağlanmalıdır.

Tıbbın tek ve net bir çözüm sunmadığı bu gibi durumlarda yapılacak müdahalenin ahlakiliği faydacı ve Kantçı ahlak teorileri açısından ele alınarak ahlaki geçerlilik ortaya konulacaktır. Durum incelendiğinde, getirilen birçok eleştiride Kantçı ve faydacı (utilitarianism) ahlak içerisinde değerlendirilebilecek alanlar mevcuttur. Davada yer alan görüşler çerçevesinde bir örnek değerlendirme belirtelim. Öncelikle, yargıçların hepsinin bu ikiz bebekleri ayrı ayrı hak sahibi birey olarak kabul etmiş olduklarını söyleyebiliriz. Eğer buna sadık kalınırsa, Kant ahlakı çerçevesinde Mary ‘kendinden değerli’ sayılacaktır (Üye, 2013). Bunun sonucunda, Mary’nin fiziksel zayıflığı veya hayatta kalırsa yaşayacağı hayatın her alanında ‘faydasız’ olması onun yaşamı üzerindeki birey olarak sahip olduğu hak sahipliğine engel olmamalıdır. Burada görülen, bir eylemin ahlakiliğinin o eylemin sonuçlarıyla belirlenemeyeceği şeklinde olan Kant ahlakı ile uyumludur. Bir diğer bakış açısı ise, Jodie’nin yaşaması için Mary’nin feda edilmesi ile burada Mary araçsallaştırılmış olacağı ve Kant ahlakına göre bu ameliyatın yapılmasının ahlaki olmayacağıdır.  Eğer buraya faydacı ahlak çerçevesinde bakarsak; ikisinin beraber yaşayacağı hayatın kısalığı karşısında tek olarak Jodie’nin yaşayacağı hayatın uzunluğu içerisindeki faydanın daha çok olacağı görüşü ortaya konularak faydacılık çerçevesinde bu ameliyatın yapılması kararı ahlaki olarak geçerli bir eylem olarak görülebilmektedir (Üye, 2013). Sonuç olarak, örnekte sunulmuş olan bu değerlendirme davanın süresince ileri atılan birtakım diğer görüşler ve yaklaşımlar için de yapılacaktır. 

Bu çalışma içerisinde ilgili olay Kantçı ve faydacı ahlakın görüşleri çerçevesinde karşılaştırılacaktır. Bu iki farklı ahlaki görüşün seçilme nedeni; yararcılığın, ahlaki eylemin değerini belirleyen şeyin bu eylemin Kant’ın ödevine, ahlaki ilkeye veya yasaya uygunluğundan ziyade eylemin meydana getirdiği yararla ölçülmesi gerektiğini savunarak her somut olay üzerinden bir fayda zarar değerlendirmesi yaparken; Kantçılığın ise evrensel bir ahlak yasası olduğunu savunarak daha soyut ve genel bir ödev/görev ahlakı ortaya koymasıdır.

Bu çalışmanın ilk bölümünde Kant’ın ahlak felsefesi “Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi” kitabındaki görüşlerine getirilen yorumlar çerçevesinde temellendirilirken, ikinci bölümünde yer alan faydacılık; Jeremy Bentham’ın Ahlak ve Yasama İlkeleri temelinde bir anlatımla ele alınacaktır. Ek olarak ikinci bölüm, davanın incelenmesinde önemi büyük olan eylem faydacılığına ve John Stuart Mill’in görüşlerine de yer verecektir. Son bölümde ise “Yapışık ikizler” davası bu iki görüş çerçevesinde incelenecektir.

1. Kant’ın Ahlak Felsefesinde Yer Alan Temel Özellikler

Bu bölümde Yapışık İkizler davasını incelerken başvuralacak Kant’ın ödev ahlakının vurgulanması elzem olan temel özellikler üzerinde durulacaktır.

Kant ahlak çözümlemesinde; insanın doğasından gitmemiş, insanın yargıları ile ortak olan ahlak kavramlarını ele almıştır. Kant’ta iyi iki ayrı şekilde tanımlanmaktadır. İlk ‘iyi’nin tanımı; herhangi bir amaç uğruna araç olarak kullanılan, değerini bir başkasına yararlı olmadan almış olan şeklindedir. Diğer taraftan öteki  ‘iyi’ kavramı ise değerini kendi içinde taşıyan bizatihi kendi başına değerli olan ‘kendinde iyi’ olarak tanımlanan ‘iyi niyet’dir. Hatta Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi kitabında birinci bölümde de Kant’ın şu şekilde belirttiği görülmektedir, “Dünyada, dünyanın dışında bile, iyi bir istemeden başka kayıtsız şartsız iyi sayılabilecek hiçbir şey düşünülemez” (Kant, 2009). Bu iyi niyet, kendinde iyi olarak tanımlanmaktadır. Yani, insanın doğal eğilimleri/güdülerinden kaynaklanan hiçbir eylemin onda ahlaki bir değeri yoktur (Ketenci ve Topuz, 2009). Yani, Kant’ta oldukça önemli bir kavram olan bu iyi niyet güçlü bir düşünce olmakla beraber, sonucu umursamaksızın ahlaki yönden iyi düşünüşte var olur (Demirel, 2010).  Bu yazı içerisinde yer alan faydacı ahlaktan farklı olarak Kant’ta özellikle göze çarpan sonucun önemsizliği ise bu açıklamada saklıdır. Ahlaki eylemin geçerliliği veya değeri hiçbir zaman eylemin sonucu ile ilgili değil, arkasındaki düşünüş ile ilgilidir. Ahlaki eylemi oluşturacak olan ise iyi niyetteki düşünüş durumudur. İyi niyet ile bir şey başarılamıyor ise dahi o kendi başına iyi olmaya devam edecektir.

Kant’ın (2009) ahlak öğretisinde ödev kısaca “yasaya saygıdan dolayı yapılan eylemin zorunluluğu” (s.15) ya da “bir eylemin yükümlülükten dolayı nesnel zorunluluğu” (s. 57) olarak tanımlanmaktadır. İnsanın bu yasaya saygısı sevgi olarak okunmamalıdır. Herhangi bir insani histen ötürü o eylemin yapılması Kant ahlakında ahlaki bir değer taşımayacaktır (Eser, 2017). Bir davranışı ödeve uygun eylemenin ne olduğuna Kant’ın kendi örneği üzerinden bakmak daha açıklayıcı olacaktır. Şöyle ki, bir bakkalın deneyimsiz bir müşteriyi fiyat üzerinden aldatmaması ödeve uygundur. Çok alışverişin olduğu bir yerde zeki bir tüccar bunu yapma girişiminde bulunmaz. Ancak tüccarın bu eylemi salt ödevden dolayı yaptığını söylemek yeterli olmayacaktır. Tüccar, kendi çıkarına hizmet etmesi veya çevresine dürüst görünerek müşterisini arttırmak için dürüst davranıyor da olabilir. Eğer böyle bir amaç için öyle davranıyor ve tüccarın bu eylemini ödev ahlakı değil de eğilimi belirlemiş ise bu eylem ödeve uygun olsa dahi ödev ahlakından dolayı yapılmadığı için etik bir değer taşımaz (Kant, 2009).

Kant’ın ahlak anlayışında, eylemlerin ahlaki değeri, tasarlanmış veya fiili olan sonuçlardan gelmez. Buradaki değer öznenin eylemine temel yaptığı maksim/ilkeden gelir. Kant maksimi ise, saf pratik akılda temellenen nesnel bir ahlak yasası olarak tanımlamaktadır (Metin, 2010). Daha açık bir tanımla maksim, Kant’ta davranışı gerçekleştirirken insanın ister istemez uyduğu ilke olarak tanımlanabilir. Bir insan bir eylemi gerçekleştirdiği benzer durumlarla tekrar karşılaşırsa yine benzer şekilde hareket etmektedir. İşte bunun arkasındaki şey maksim/ilkedir (Özaydın, 2012). Buna ek olarak, Kant sonrasında ise bu maksim dediğimiz davranış ilkelerini koşulsuz ve hipotetik (koşullu) buyruklar şeklinde ikiye ayıracaktır.

Koşullu buyruğun ifade ettiği davranış ilkesi, bizatihi kendisi için değil de istenilen sonuca ulaşma şeklinde kabul edilendir. Bir koşul altında geçerli olabilen bu buyrukta niyetlerin bir amacı vardır. Farklı bir deyişle, bir ahlak eylemi ancak başka şey için araç olarak iyi ise buradaki buyruk koşulludur, denilmektedir. Örnek olarak, yalan söylememe ilkesi verilebilir. Bu, esasında kendisi için değil de insanın mutluluğuna zarar verebileceğinden ötürü kabul edilirse buradaki buyruk koşullu kuraldır. Kant tam karşısına, ahlaksal iyi olarak nitelendirdiği koşulsuz/kategorik buyruğu getirmiştir. Bu buyruk, başka bir amacın aracı değildir. Bizzat kendisi için kabul edilip hayata geçirilen nesnel bir zorunluluk buyuran bir buyruktur (Metin, 2010; Demirel, 2006). Özetle, Kant bir amaca araç olan koşullu buyrukların istencin ilkeleri olabileceğini söylerken kendinde amaç olan ve başka bir şeyden türetilemeyen koşulsuz buyruk için ise bundan daha fazla bir şey olduğunu, tüm ahlâk ilkelerine temel oluşturan bir ahlâk yasası olduğunu belirtmiştir (Kant, 2009).

Bu koşulsuz buyruğu oluşturan üç farklı formülasyon ortaya koyar Kant. Bir eylemin değerlendirilmesinde bu üç formülasyon aranır. Bu formülasyonlardan ilki “Öyle bir maksime göre eyle ki, o aynı zamanda bir evrensel yasa olabilsin.” (Kant, 2009) şeklindedir. Kant’ın koşulsuz buyrukta bahsettiği maksim, bir genelleştirilmiş maksimdir. Bir kişinin öznel olarak yaşadığı bir olayda uyguladığı bir davranışı genelleştirerek diğer olaylara uygulaması değil tüm insanlar bu şekilde davranırdı şeklinde bir maksimdir (Özaydın, 2012). Yani, insan karar almadan önce kendine bu ilke herkesin uyacağı ve uygulayacağı evrensel bir ilke olabilir mi, diye sormalıdır. (Metin, 2010) Burada İkinci formülasyon “Öyle eyle ki, insanlık, ister senin ister başka birinin kişiliğinde, aynı zamanda bir amaç olsun, asla yalnızca bir araç olmasın.”dır (Kant, 2009). Akıl sahibi tüm varlıklara uygulanan bir evrensel yasa “kendi başına amaç olma”dır (Metin, 2010). İnsanın diğer insanları akıl sahibi bir varlık olarak kabul etmeleri, diğer insanları kendi davranışlarına araç değil, kendine amaç yapmaları vurgulanmaktadır. Üçüncü formülasyon ise, aklı ve iradesini kullanan insanın özgürlüğünü vurguladığı “ahlaklılığın ön koşulu olan irade özerkliğidir” (Yılmaz, 2010; Metin, 2010). Burada Kant, insanın dışarı bağımlılığını ortadan kaldırır. Bir nevi ödev ve eğilim; arzu ve korku ile insanın aklı ile yaptığı eylemlerin farkını ortaya koyar çünkü Kant’ta her daim ahlaki bir geçerliliğe sahip olan eylemler ödeve uygun ve ödevden kaynaklanmalıdır (Özaydın, 2012). Diğer bir yorum ise, rasyonel bir varlık olan insan, kendi yasasının da koruyucusudur ve irade özerkliği ile ödev sorumluluğunda kendi yasasına göre iyi niyet çerçevesinde elbet ahlaki olarak davranacaktır şeklinde olabilir.

Kant, toplumsal saygı elde etmek adına veya belli bir fayda için olan her türlü eyleme ek olarak içeriksel amaçlara yönelik rasyonel güdüleri de ahlaki alanın dışında değerlendirmiştir. Onda ahlakilik demek her türlü kişisel duygu, ilgi ve amaçların ötesine geçen davranışlara özgüdür. Bir ahlak-hukuk ilişkisi açısından Kant’ın burada ciddi bir ayrım tespit ettiği söylenebilir. Bir eylemin ahlaki olması için salt göreve/vazifeye uygun (pflichtmäßig) gerçekleşmesinin yanı sıra vazife bilincinden (aus Pflicht) ötürü de yerine getirilmesi gerekir (Duran, 2017). Yani, davranışların ahlaki ölçütlere uygun olmasıyla beraber dışsal şartları gözetmesi hukuki meşruiyet için yeterli olsa da, ahlaki meşruiyet için içsel şartların da yerine getirilmesi gereklidir.

Bir ahlaki eylemin cezai yaptırımında, toplumsal baskı korkusundan ve her türlü menfaat beklentilerinden sıyrılmış olunmalıdır. Bunun temellendiği yer, Kant’ta yukarıda belirtilmiş olan koşulsuz buyruğun üç temel formülasyonlarından üçüncüsündedir. Üçüncü formülasyona göre, insanın isteme eğilimleri (Neigungen) ve vazife bilinci arasında da bir ayrım yapıldığı söylenir. Kant’ta, insanın isteme eğilimleri ise direk hislerle bağımlı halde olarak görülmektedir. Kant için ek olarak burada eklenmesi gereken husus, onun ahlak öğretisinde ahlaki davranışları destekleyecek olumlu duyguların da ahlakiliğin karşısında konumlandırmış olmasıdır. Bu sebeple ki, bir insana yapılan yardım, merhamet duygusu veya insan sevgisinden hatta yardım etmenin verdiği hazdan kaynaklı ise eylem ahlaki değildir. Görev sadece görev olduğu için ve göreve olan saygıdan ötürü yerine getirilirse şayet salt bir iyilik olan niyet (guter Wille) ile birlikte ahlakilik gerçekleşir (Duran, 2017).

Yapışık ikizler davasında diğer bir incelenme alanı ise faydacılıktır. Faydacılık kendi içerisinde klasik ve çağdaş faydacılık olarak ayrılır. Burada aktarılacak olan bir ayrım gözetmeksizin genel bir faydacılık anlatımı olacaktır. Ek olarak belirtilmelidir ki, çoğu düşünür klasik faydacılık ve çağdaş faydacılığın çok da farklı olmadığını belirtmiştir (Hatiboğlu, 2011). 

Bu davanın incelenmesinde bir karşılaştırma alanı olan faydacılığın ne olduğunu anlamak için klasik faydacılardan biri olan Bentham’a bakmak önemli olacaktır; çünkü sonuç odaklı faydacılık bu dava bakımından elzem olup temelini anlamak için Bentham önemli bir isimdir. Öncelikli olarak faydacı (utilitarianism) ahlakın temelini oluşturan önemli bir isim Bentham’ın görüşleri ile öğrencisi John Stuart Mill’in görüşlerine yer verilecek, daha sonrasında ise genel olarak faydacılığın incelemesi yapılacak olan “Yapışık ikizler” davası ile bağlantılı olan birtakım alt dallar ile ilgili bilgi paylaşımı yapılacaktır.

Alt dallar ile kastedilenler ise; modern faydacılık içerisinde ayrılan birtakım faydacılık türleridir. Bu türlerden ise ele alınacak olanlar; hazcı yararcılık, mutlulukçu yararcılık, kuralcı yararcılık ve eylem yararcılığı olacaktır.

2. Bentham ve Klasik Faydacılık

Bentham klasik faydacılığın kurucusudur. Ona göre, faydacılıkta ahlaki eylemler haz ve acı üzerine temellenir. Bentham eserine şöyle başlar: “Doğa insanoğlunu iki muktedir hükümdarın emrine vermiştir: Istırap ve haz” (Bentham, 2017). Faydacı olmak, bireye veya topluluğa haz ve mutluluk üretmek için çabalamak ve o eğilimde olmaktır. Yani en çoğa ulaşan haz veya acı üzerinden doğru yanlış değerlendirmesi yapılabilir (Diş, 2017).  Doğrunun iyi olan yolda olduğunu belirten Bentham, bireyin mutluluğunun ön plana almış ve doğru olanın zaten herkese mutluluk getireceğini söylemiştir (Hatiboğlu, 2011). Yani insana haz veren şey onun faydasına olan durumdur. Diğer bir yandan toplumun faydasını, toplumu oluşturan bireylerin toplam mutluluğu olarak görmüştür çünkü toplum kurgusaldır ve birey olmadan kendi halinde varlığı söz konusu değildir. Aynı şekilde yaşanan durumlar da kendinde iyilik ya da kötülük taşımaz; sonucunda ortaya çıkan haz ve acı orantısından hangisi daha üstün ise ona göre doğruluğu, yanlışlığı söz konusu olabilir.

İlkelerin tartışılması da bu şekilde işler. Yani, eğer bir ilke fayda ilkesi ile uyumlu ise doğru; uyumsuz ise yanlıştır ve azledilir. Bu durum ise, Bentham’ın fayda ilkesini en temel ve kanıtlamanın kendisinden başlayan bir ilke olarak görmesinden kaynaklanmıştır (Aydın, 2017).

Bentham asıl olarak bir haz ölçümü değil, daha iyi ifade edilirse hazın karşılaştırmasını yapmıştır, ancak bazı kaynaklar bunu ölçüm olarak belirtmiştir.  Ayrıca bu karşılaştırmanın gündelik hayatta sürekli yapıldığından ve hatta bir delinin dahi tabiatı gereği bunu yaptığını söyleyerek aslen yapıldığının farkında olmadığını söyler. (Aydın, 2017). Fakat bunu bütün ahlaksal problemlerin çözümü olarak görmüştür, ahlaksal bir sorun çözülürken yine haz ve acı karşılaştırılması yapılır. Gerçekleşecek olan eylemin hazları hesaplanarak bir sonuca varmak mümkündür fakat bu yapılırken niceliksel hesaplamalar da yapılmalıdır. Yapılan hesaplamaların sonucunda eylemler arası değer ölçümü de mümkün olacaktır. Hesap yapılırken eylemin etkisi olabilecek herkes eşit sayılmalıdır. Birey ne küçümsenerek az ne de birden fazla sayılması doğru olmayıp tarafsızlık bozulacaktır (Diş, 2017).

2.1. Faydacalık’ın Türleri

Bentham’ın hazcı yararcılığına ek olarak diğer yararcılık türleri mevcuttur. Bu kategoriler kabul edilen iyi açısına göre oluşturulmuştur. Bunlar; hazcı yararcılık, mutlulukçu yararcılık, kuralcı yararcılık ve eylem yararcılığı şeklindedir (Metin, 2010). Hazcı yararcılık dediğimiz, klasik faydacılığın temsilcisi olan Jeremy Bentham’ın öne sürdüğü bir kategoridir ki o yukarıda belirtilmiştir. Bu bölümün devamında diğer türler üzerinde durulacaktır.

Diğer bir faydacılık türü olan mutlulukçu faydacı ise klasik faydacılardan Bentham’ın öğrencisi olan Mill tarafından temeli atılmıştır. Eserlerinde hocasının faydacılık hesaplamaları konusundan kaçınmaya çalışmıştır. Yeniden yapılandırmak istediği faydacılığı birey hak ve özgürlükleri ile güçlendirmeye çalışmıştır. Faydacılıkta temellendirmek istediği düşünme şekli ise kimseye zarar vermeden bireyin istediğini yapmasının özgür hale getirilmesidir. Bu düşünce ile birey kendisi için olan iyi yaşam şekline ulaşıp kimseye de zarar vermeyecek şekilde davrandığı için bir üst güç tarafından da müdahaleye gerek olmayacaktır. Yani kişinin kendisi mutluluğunu herkesten daha iyi bilir.

Toplumun büyük bir çoğunluğunun aynı düşüncede olduğu bir durumda (dini inanç, siyasi görüş, yaşam tarzı vs.) az sayıda bireyin farklı görüşüne karşı çoğunluğun nefreti varsayılırsa burada çoğunluk olan kesim azınlık olan kesim için haklarının sınırlandırılmasından mutlu olacaktır. Mill’in mutluluk terazisine bu olayı koyduğumuzda çoğunluğun mutluluğu az sayıdaki kişinin acısına baskın geleceğinden çekilecek olan acı önemsiz sayılacaktır. Mill’e göre böyle kabul edilmesinin nedeni ise bireyin özgürlüğüne duyulan saygının zamanla daha büyük mutluluk yaratacağı düşüncesidir (Uygun, 2015).

Bentham ve Mill’den sonra gelen onların faydacılık anlayışını benimseyen yeni faydacı düşünürler, yeni faydacılık teorileri ortaya koymuşlarıdır. Davanın genelinin değerlendirilmesinde ele alınacak bir diğer tür ise kuralcı faydacılıktır. Kuralcı faydacılık Mill’in faydacılık düşüncesinin daha geniş perspektifli hali olarak yorumlanır. Bu faydacılık türünde esas alınan konu, oluşacak olan iyilik ya da mutluluğun ahlaki kurallara uyulması ile mümkün olduğu düşüncesidir; çünkü bu kuralların var olma amacı zaten herkese en yüksek iyiliği, yararı sağlayacak olmasındandır. Uyulması gereken bu yasaların oluşum süreci ise yararcılığın asıl kaynağı olan ortak deneyimle en üst iyiye ulaşma çabası ile mümkün olur. Bu kurallar her durumda ya da eylem için baştan kurulmazlar. Örneğin, öldürme eylemi için alınan kural “meşru müdafaa dışında öldürme yapılamaz” gibidir. Baştan yapılan kurallar uzun ve kısa süreli düşünülmüş meşru müdafaa dışı öldürme eyleminin kötü sonuçları olduğuna dayanarak bu kanıya varmışlardır. Zor durum olsa dahi bu kurallardan vazgeçilmemelidir. Vazgeçilmesi durumunda o kuralı ve diğer kurallar bütününü tehlikeye atacaktır.

Kuralcı faydacılığın daha ters durumu gibi görünen faydacılık kategorisi de ‘eylem faydacılığıdır.’ Bu faydacılık türü daha çok bir durum için kuralların aynı olmasının etkisinin nasıl olacağını düşünür. Bir diğer ifadeyle, belirli bir kalıbın olması ile genel bir iyilik yeterince sağlanabilir mi, sorusunun ortaya çıkarılmasına neden olmuştur. Önerilen durum ise her eylem ve her birey için yeniden durum incelemesi yapılmasıdır. Çünkü her durumun nedeni ve çıkan sonucu farklı olarak kabul edilir. Kuralcı faydacıya atıf yapılarak evrensel bir ahlaktan söz edilemez, mutlak kural da yoktur. Kuralcı faydacının yaptığı ahlak kuralları belirleyerek sadece insanlara rehberlik yapabileceği düşüncesindedir ama eylemci faydacılar, kuralcı faydacıların için yaptıklarının ahlak kuralları belirleyerek sadece insanlara rehberlik yapacaklarının düşüncesi hâkimdir ancak buna rağmen tümü ile reddetmemişler, ama yine eylemcilere göre bu kurallar fayda sağlamadığında bırakılmalıdır (Metin, 2010).

3. Yapışık İkizler Davasının Faydacı ve Kant Ahlak Öğretileri Çerçevesinde İncelenmesi

Öncelikle belirli noktaları incelenecek olan davanın kısa bir özetinin sunulması temel bir bilgilendirme için önemlidir. Şöyle ki, “8 Ağustos 2000 günü, Manchester’daki St. Mary’s hastanesinde dünyaya gelen ikiz kız bebekler birbirine yapışık olarak doğdu. Her birinin kendi beyni, kolları, bacakları ve diğer hayati organları vardı. Ancak yapışık ikizlerden biri (Jodie) biyolojik ve nörolojik bakımdan daha güçlüydü. Daha zayıf olanın (Mary) kalbi ve akciğerleri işlevsel değildi, onun bedeninin ihtiyaç duyduğu oksijenli kan daha güçlü olan diğeri tarafından sağlanıyordu. Eğer ikizleri ayırmak için cerrahi müdahale yapılmazsa, her iki bedene de kan sağlayan Jodie’nin kalbi bir süre sonra bu yükü kaldıramaz hale gelecek ve iflas edecekti; bu birkaç ay içinde bebeklerin ikisi de ölecekti. Eğer zayıf olan Mary bu süre içerisinde daha erken ölürse, Jodie’yi yaşatmak için acil bir ameliyat gerekecekti ancak bu durumda başarı şansı derhal yapılacak bir ameliyata kıyasla çok daha düşük olacaktı. Derhal ayırma ameliyatının yapılır ise Jodie yaşatılacaktı. Bir dizi başka ameliyata girmesi gerekecekse de normal sayılacak bir ömür sürdürmesi mümkündü. Ancak Mary bu ameliyattan canlı olarak çıkamayacaktı. Sonuç itibariyle bebeklerin ayrılması kararı verildi ve ameliyat yapıldı. Ameliyat sonrasında Mary öldü, Jodie ise hayatta kaldı” (Üye, 2013).

Dava öyle karmaşık bir süreç içerisine girmiştir ki dava sürecinde eleştiri getiren yargıçlar ahlaki boyuttan da yaklaşmak durumunda kalmışlardır. Ancak değerlendiren yargıçlardan birinin “Bu bir hukuk mahkemesidir, ahlak mahkemesi değil. Bizim görevimiz önümüzdeki olaya hukukun ilgili ilkelerini bulmak ve uygulamaktır” açıklaması ile nihai sonuca ulaşma da ahlaki boyutun etkisinin ne kadar etkili kaldığı şüphelidir (Üye, 2013). 

Bu bölümde dava içerisinde yer alan belli tartışmalar ele alınarak faydacı ve Kantçı ahlak çerçevesinde karşılaştırılması sunulacaktır.

Öncelikle dava içerisinde yer alan noktalar çerçevesinde faydacı ahlak çerçevesinde değerlendirme sunulacaktır. İlgili davada iki yaşam kaybına karşılık bir yaşam kaybının tercih edilmesi üzerinde durulmuştur. Artık burada bir fayda zarar değerlendirmesi yapılabilecektir. Fayda ve zarara odaklanan bu salt faydacılıkta eğer sonuçta fayda  zarara üstün geliyorsa eylemin yapılması ahlaki olacaktır. Dolayısıyla en yüksek faydaya ulaşılmak üzere bir bireyin feda edilmesi  mümkün olacaktır. Bahsi geçen davada, Jodie’nin hayatının kurtarılması iki bebeğin de hayatının sona ermesine kıyasla daha fazla fayda üreteceği için, Mary’nin ölümüyle sonuçlanacak olsa da müdahale ahlaki olacaktır. Yargıçlar ilk olarak durumu iki olasılık arasında bir seçim olarak ele almış sonra her bir çocuğun haz ve acılarını hesaplamış ve iki kısa hayatın faydasına kıyasla bir uzun hayatın ve bir doğrudan ölümün faydasının üstün olduğunu saptamışlardır. Mary açısından faydacı ahlak ele alındığında yapılacak fayda zarar değerlendirmesinde müdahalenin yapılmayarak Mary’nin yaşamasının sağlanması durumunda karşılaşacağı psikolojik sorunlar ve sağlık sıkıntıları zarar, kısa süre de olsa yaşaması fayda kapsamına girecektir. Jodie açısından ise müdahale yapılmaz ise karşılaşacağı psikolojik sıkıntılar, sağlık problemleri ve yaşama süresinin azalması zarar kapsamına girecek,  Jodie için bir fayda söz konusu olmayacaktır. Bu durumlar birlikte ele alındığında ise müdahalenin yapılması sonucu Mary’nin ölmesi ve Jodie’nin daha uzun ve sağlıklı yaşaması Mary ve Jodıe’nin kısa süre ve acı içinde yaşamasından daha yararlı görülmektedir. İkisinin de kısa ve sağlıksız bir hayatı olmasındansa birinin uzun ve sağlıklı yaşaması daha fazla fayda ile sonuçlanacaktır. Bu durumda yapılacak müdahale faydacı ahlak açısından ahlakidir değerlendirmesi yapılabilecektir

Dava süresinde üzerinde durulan bir başka nokta ise ailenin dini inanışları ile bebeklerin menfaatlerinin çatışması durumudur. Dini inanışları nedeniyle çocuklarının tanrı tarafından bu şekilde yaratıldığını ve müdahale edilmemesi gerektiğini savunan aile ile bebeklerin menfaatleri çatıştığında yapılacak fayda ve zarar değerlendirmesinde toplumda bu dine mensup bireylerin çoğunlukta olduğu varsayıldığında müdahalenin yapılması şüphesiz acıyı arttıracak ve böylece zarar ortaya çıkacaktır. Bu durumda da müdahale ahlaken doğru olmayacaktır. Ancak durumu Mill’in mutlulukçu faydacılığı açısından ele aldığımızda doğrudan bu sonuca varmak mümkün olmayacaktır. Faydayı zarar vermeme ilkesi üzerinden ele alan Mill, toplumun geneline doğrudan verilen bir zarar olmadığı takdirde yapılan eylemi ahlaken doğru kabul edebilmektedir. Bu durumda ameliyat yapılmaz ise bebeklerin vücut bütünlüğü ve yaşama haklarının ihlalinin söz konusu olacağını  göz önüne aldığımızda  anne babanın inanışı bu haklar karşısında feda edilebilir olacaktır. Böylece müdahalenin yapılması ahlaki olacaktır. Ancak Bentham’ın sosyal faydası ele alındığında anne babanın inancı toplumda çoğunluğa sahip ise bu durum dava açısından tam tersi bir sonuç yaratacaktır.  Davada ahlak felsefesi bakımından ele alınabilecek bazı noktalar daha vardır. Örneğin bebeklerin ayrılması durumunda bunun bir örnek vaka teşkil ederek tıbbın gelişimine katkı sağlaması açısından durum ele alınabilecektir.

Şüphesiz tıbbın gelişimine katkı sağlayan bir durumun etki alanı çok geniştir. Eylem faydacılığı açısından bu durum birçok insan için fayda sağlayacağı için esasında sonucunda bebekler zarar görecek olsalar dahi bebekler toplum yararına feda edilebilir olacaktır. Ayırma ameliyatı iki bebeğin ölümü ile sonuçlansa dahi ortaya çıkan zarar müdahalenin tıbba ve böylece topluma sağladığı faydadan daha fazla olmayacaktır. Bu durumda yapılacak müdahale ahlaken doğru olacaktır. Buradan bu davayı bir toplum analojisi olarak okursak, genel topluma sağlanacak faydadan ötürü toplumun bir kesimi aç bırakabilecek veya ölüme terk edilebilecektir. Böylece bir azınlığın çoğunluk adına feda edilmesi ancak orada sağlanacak çoğunluğun faydası adına eylem faydacılığı açısında ahlaki olarak geçerli sayılacaktır.

Kural faydacılığı açısından ise yapılan her ameliyatın bir örnek vaka teşkil edebileceğini varsaydığımızda doğrudan bu müdahalenin ahlaken doğru olduğunu söylemek mümkün olmayacaktır. Şayet bu durumda “tıbba katkı sağlama ihtimali taşıyan her müdahale yapılabilir’’ şeklinde bir kural ortaya koymak mümkün olmayacak, bunun kötü sonuçları doğabilecektir.

Ya da ikiz bebekler ayrıldığında Mary’nin öleceği kesinken Jodie’nin de yaşayacağının kesin olmayıp birçok ameliyata daha ihtiyaç duyması hatta ölüm riskinin çok yüksek olması ihtimalinde, ikiz bebekler ayrıldığında Mary’nin kesin olarak öleceği Jodie’nin ise ölme riskinin çok yüksek olacağı durumda müdahalenin yapılmayarak iki bebeğin de kısa bir süre de olsa yaşamasının sağlanması müdahalenin yapılması sonucu hemen ölmelerinden daha faydalı olacaktır. İki bebek de müdahalenin yapılmasından daha fazla zarar görecektir. Bu durumda müdahalenin yapılması faydacı etik açısından ahlaki geçerliliğe sahip olmayacaktır.

Yukarıda belirtilen faydacı görüşe göre değerlendirilen dava süreçlerine ek olarak farklı açılardan Kant ahlakı çerçevesinde bakıldığında; öncelikle hak sahipliğinin bağımsız bireylere özgü oluşu ve ancak iki bağımsız birey arasında bir hak eşitliğinden söz edildiği kabul edilmelidir. Bebekler birbirine yapışık olduklarından, davada iki bağımsız bireyden söz edilmesinin zor olduğu belirtilmiş ancak yine de tüm yargıçlar ikizlerin her birini  bağımsız hak sahibi bir birey olarak kabul etmişlerdir. Bu durumda da Mary’nin faydasız ve kısa süreli bir hayatının olacak olması hak sahipliği olması gerçeğini değiştirmeyecektir. Bu durum ahlakilik değerlendirmesinde eylemin sonucuna göre bir değerlendirme yapmayan Kantçılık ile uyumludur. Mary hak sahibi bir birey olarak kabul edildiğinden kendine değerli sayılacaktır. Yapılacak müdahale Jodie’nin daha uzun ve sağlıklı yaşaması niyeti üzerine olacağından Mary araçsallaştırılmış olacaktır. Bu durum ise yapılacak müdahalenin Kantçı ahlak açısından ahlaki olmayacağı sonucunu doğuracaktır. Ancak ilgili davada Mary’nin Jodie’ye zarar verdiği ve bu nedenle Jodie için bir meşru müdafaa durumu olduğunun kabulü halinde Mary hak sahibi bir birey olsa dahi hakkını kullanmasını engelleyecek bir durum söz konusu olacak ve ayırma ameliyatı Kantçı ahlak açısından ahlaki olacaktır. Meşru müdafaa söz konusu olduğunda yaşama hakkına müdahale edilebilmesi evrensel bir ahlak yasası şeklinde ortaya koyulabildiğinden yapılacak müdahale Kant’ın ahlak yasasına uygun olacaktır.

İlgili dava sürerken hukuki meşruiyet ardına zorunluluk halini tartışılırken yargıçlardan biri olan Brooke şöyle bir açıklama yapmıştır: “zorunluluk hali, öldürülecek kişinin kim olacağının saptanması için ortada bir neden yoksa yani bu keyfi bir seçime işaret ediyorsa, öldürme eylemi hukuka uygunluk nedeni olamaz. Ancak burada Mary zaten ölecek olduğu için, keyfi olduğu ileri sürülemez; dolayısıyla zorunluluk hali burada kullanılmaya uygundur” (Üye, 2013).  Yani, zorunluluk halinde zayıf olan Mary’nin yaşamının zaten sona ereceğinin kesinliği kabul edilirse, ayırma ameliyatının yapılmasının doğru olacağı düşünülüyordu. Buradaki keyfi olmaması Kant’ın ahlak öğretisinde elzemdir. Bu yaklaşıma Kant çerçevesinde bakarsak, Yargıç Brooke kararını verirken görev ahlakına uygun hareket ettiğini söyleyebiliriz çünkü kararı hukuki açıdan bir meşruiyet tanıyor. Buna ek olarak Yargıç Brooke’un bunu zorunluluk halinin içerdiği ‘keyfi bir seçime bağlı olmama’ kuralı çerçevesinde karar vermesi onun yargıç olarak ödevi/görevi çerçevesinde ve keyfilik olmadan sadece ödeve uygun yaptığı için bu Kant açısından ahlaki bir değer taşır denilebilmektedir. Burada hem karar vermek onun ödevi olduğundan davranmış hem de arkasında herhangi bir merhamet, doğruluk vs. gibi eğilimleri çerçevesindeki hisleri olmadan ödeve uygun davranarak da karar almıştır. Ama bu değerlendirme bu şekilde yapılacaksa; öncelikli koşul Mary’nin ayrılma ameliyatı olmadan da kesin öleceğinin kabul edilmesidir.

Bir diğer Kant değerlendirmesi, ameliyatın yapılmama kararı olduğu an ki duruma değerlendirme olabilir. Kant için insan kendinden değerlidir ve kendine dahi araç olarak davranamaz. Ameliyat yapılmadığı takdirde Jodie Mary’i yaşatmak için bir araç olarak kalacaktır. Bunun nedeni, Jodie’nin organları zayıf olan Mary’i yaşatmak için kapasitesini aşacak şekilde işlev görmeye devam etmesi ve bir süre sonra kendi vücut bütünlüğü korunamayacak olmasıdır. İki kardeş büyüdüklerinde, Jodie’nin kendisi ayırma ameliyatını sırf merhameti çerçevesinde Mary’i yaşatmak için reddetmeye devam ederse, bu kararı ahlaki değer taşımayacaktır. En başta bu kararı verenler ve ameliyatı yapmayanların Jodie’yi araçsallaştırarak davranmaları gibi Jodie’de kendi değerini görmemiş ve kendini araçsallaştırmaya devam etmiştir. Ahlakın olumlu kavramlarından biri olan merhamet gibi duygular da Kant tarafından kabul edilmemektedir. Bir ödevden kaynaklanıp verilmeyen Jodie’nin bu kararı ahlaki olmayacaktır. 

Bu dava sonucunda yapışık ikizlerin ayrılmaması kararı alınmış olsun. Burada bu ayırmama kararı Kantçı ahlak çerçevesinde yargıçların herhangi bir dışarıdan gelecek koşul ile değil, içten bir iyi niyet ile kendilerinde gördükleri görev ahlakı çerçevesinde verilmiş olmalıdır. Daha sonrasında yetişkin olacak bu çocuklardan Jodie’nin kendi isteği ile yaşamından vazgeçmesi durumunda Kantçı ahlak burada ahlaki bir geçerlilik sunar mı? Eğer yaşamından vazgeçen Jodie, bunu kendine saygısı ile değil sadece ailesini mutlu etmek için veya Mary’e karşı duyduğu merhametten yaparsa Kantçı ahlak burada bir ahlakilik görmez. Jodie bu kararı her ikisi yaşamaya devam ederse oluşacak kısa ömür yerine kardeşinin uzun ömrünün daha fazla fayda sağlayacağına kanaat getirerek vermiş olabilir. Sonuç olarak en iyi fayda sağlayan senaryoya göre karar vermiş ve faydacı ahlak çerçevesinde bu eylem ahlaki geçerli olacaktır. 

Sonuç

İlgili dava; yapışık ikizlerden zayıf olanın ölümü ile sonuçlanacak, daha güçlü olanın ise daha uzun ve sağlıklı yaşamasına sebep olacak ayırma ameliyatının yapılma kararının verilmesi üzerinedir. Dava sonucu ayırma ameliyatının yapılması kararı verilmiştir. Dava sürecinde ilgili durum çeşitli boyutlardan ahlaki değerlendirmeye sokulmuştur. Bu çalışmada ahlaki değerlendirmeler yapılırken Faydacı ve Kantçı ahlak öğretileri ele alınarak faydacı ahlak bakımından müdahalenin ahlakiliği saptanmaya çalışılmıştır. Faydacı ahlak bakımından eylemin sonucunda ortaya çıkan fayda zarar değerlendirmesi yapılırken Kantçı ahlak bakımından evrensel ahlak yasaları, ödev ahlakı ve araçsallaştırma kavramları üzerinden bir değerlendirme yapılmıştır. Kant’ın ahlak öğretisi çerçevesinde ilgili dava değerlendirildiğinde olay oldukça karmaşık hale gelmiş, farklı açılardan ameliyatın yapılması hatta yapılmaması durumunda dahi ahlaki değer taşıyamayacağı şeklinde değerlendirmeler ortaya çıkmıştır. Kant’ın ahlak felsefesinde eylemlerin sonucuna bakarak bir ahlak değerlendirmesi yapılamadığından Kant’a göre olayların sadece en başındaki bilgilerle yargıçların sadece karar vermesi gerekir; yargıçların Mary veya Jodie’yi düşünerek karar vermesi durumunda bir ödevden ve ödeve uygun karar verip vermedikleri kesin değildir. Hukuksal bir meşruiyet bulunsa da yargıçların içsel olarak hangi niyetle karar verdikleri tam olarak bilinmemektedir. Bu da Kant açısından kesin bir ahlaki sonuca ulaşılmasını engellemiştir. Sonuç olarak ayırma ameliyatının yapılması, faydacı ahlakı geniş anlamda eylemin sonucuna göre ortaya çıkan fayda zarar değerlendirmesi olarak ele aldığımızda yapılan ayırma ameliyatının ortaya çıkardığı faydanın daha fazla olduğu ve ayırma ameliyatının ahlaki olduğu ortaya konulmaya çalışılmıştır.

Ezgi GÜLER

Dilan MERCAN

Zülal Beyza AYDOĞDU

Siyasal Düşünceler Tarihi Staj Programı

Kaynakça

Aydın, M. (2019). Ahlak ve Yasama İlkeleri. Bilimname, (38), 869-879. DOI: 10.28949/bilimname.536887 

Bentham, J. (2017). Ahlak ve Yasama İlkeleri. (Çev: Saruhanlıoğlu, Ö., Boyacı, U. K.). Litera Yayıncılık.

Demirel, S. (2006). Kant’ın Ahlak Felsefesi. (Master’s thesis, Kocaeli Universitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü).

Diş, S. B. (2017). Bentham Ve Mill’in Klasik Faydacılığı Bağlamında Mutluluk Problemi. Temaşa Erciyes Üniversitesi Felsefe Bölümü Dergisi, (7), 80-100.

Duran, M. S. (2017). Kant’ın Ödev Ahlakı Üzerine. Temaşa Erciyes Üniversitesi Felsefe Bölümü Dergisi, (6), 57-84.

Eser, T. (2017). Kant’ın İnsan Hakları Düşüncesinin Çağımız İçin Önemi. (Master’s thesis, Adnan Menderes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü).

Hatiboğlu, B. (2011). Sosyal Hizmet Etiğinde Radikal Yansımalar. Toplum ve Sosyal Hizmet, 22(1), 147-164

Kant, İ.  (2009). Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi. (Çev: Kuçuradi, İ.) Türkiye Felsefe Kurumu.

Keçeli, H. A. (2010). Kant’ta Özgürlük ve Ödev Sorunu. ( Master’s thesis, Istanbul Universitesi, Sosyal Bilimler Enstitusu).

Ketenci, T., & Topuz, M. (2009). Kant Ve Nietzsche’de İsteme Kavramı. Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, (8), 1-16.

Kuçuradi, İ. (2019). Ahlak Etik ve Etikler. Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları.

Metin, S. (2010). Biyo Tıp Etiği ve Hukuk. BETİM Kitaplığı, 57-68.

Özaydın, Ö. (2012). İçimdeki Ahlâk Yasası: Kant’ın Ahlâk Kuramı Üzerine Eleştirel Bir İnceleme. Felsefe Arkivi, (34), 97-117.

Tosun, Ç. (2020). I. Kant’ın Ödev Ahlakı ve J. S. Mill’in Faydacılık Kuramı Bağlamında Basında Etik Kod Belirlemenin Gerekliliği ve Küreselleşmenin Etkisi, Turkish Studies – Social Sciences, 15(1), 699-714.

Uygun, O. (2015). Devlet teorisi. Levha Yayıncılık.

Üye, S. (2013). Hukukun ve Ahlakın Sınırlarında: Yapışık İkizler. Ankara Barosu Dergisi, (2).

Yılmaz, E. (2010). Teleolojik Etik ve Deontolojik Etik’in Karşılaştırması (J. S. Mill ve I. Kant ile Sınırlandırılmış Olarak) (Doctoral dissertation, Yüksek Lisans Tezi).

Bir Sivil İtaatsizlik Hareketi Olarak Gezi: Sivil Toplumda Yeni Bir Oyun Alanı Yaratmak 

Özet

Bu çalışmanın amacı 2013 yılında İstanbul Taksim’den başlayarak tüm ülkede görülen Gezi Parkı Hareketinin sivil itaatsizlik bağlamında incelemesini yapmaktır. Bunu yaparken bir iletişim aracı olarak oyun oynamadan yola çıkarak sivil itaatsizlik eylemlerinin sivil toplum için haksızlığı dile getiriş ve adalet arama konularında bir mesaj iletme ve yeni bir oyun alanını ilan etmek olarak nasıl değerlendirilebileceğine değinilmiştir. İnsan gelişimi, her zaman yaratıcı, mekân-zaman içinde, temel bir yaşam biçimi olan oyun oynama ile başlar ve itaatsizlik eylemleriyle evrimleşmeye devam eder. Vicdanı ve inançları nedeniyle otoriteye hayır deme cesareti gösteren insanlar ruhsal ve zihinsel olarak gelişir. Gezi Hareketi, birçok yönüyle sivil itaatsizlik eylemi gerekliliklerini karşılamaktadır. Bunlara örnek olarak; kanunu uygulayıcılar tarafından yasadışı olarak atfedilmesi ve bu yönüyle yasadışı ancak meşru olması, eylemlerin çoğunlukla kamusal alanları kapsayan parklarda, sokaklarda gerçekleşmesi ve bu yönüyle de bir diğer ilke olan aleni olması verilebilir. Türkiye sivil toplum tarihinde daha önce görülmediği şekilde etkili olan sivil itaatsizlik pratikleri ile Gezi, katılımcılarının oyun bozma ve yaratıcı, şiddetsiz, barışçıl yeni bir oyun yaratma alanıdır. 

Anahtar kelimeler: Sivil İtaatsizlik, Sivil Toplum, Gezi Parkı Hareketi, Oyun Kuramı, Kamu vicdanı.

Abstract

The aim of this study is to examine the Gezi Park Movement, which has been seen all over the country started in Istanbul Taksim in 2013, in the context of civil disobedience. While doing this, it is mentioned how civil disobedience acts can be evaluated as a message for civil society on the issues of voicing injustice and seeking justice and declaring a new playground, starting from playing games as a communication tool. All developments of humanity begins with the act of playing, which is a creative way of living and continues to evolve through acts of disobedience. People who have the courage to say no to an authority by courtesy of their conscience and beliefs evolves spiritually and mentally. The Gezi Park Movement meets the requirements of civil disobedience in many aspects: As being illegal by law enforcement and being illegal but legitimate in this respect or as the actions mostly taking place in parks and streets covering public spaces, which is another principle of act to be considered as civil disobedience. With its civil disobedience practices that have never been seen before in the history of Turkish civil society, Gezi was a game-breaking and creative, non-violent, peaceful new playground for its participants. 

Keywords: Civil Disobedience, Civil Society, Gezi Park Movement, Playing Theory, Public Conscience.

1. İletişimsel Bir Alan: Oyun 

Bir çocuğun en önemli iletişim yollarından bir tanesi oyundur. Oyun oynama bir deneyimdir; her zaman yaratıcı ve mekân-zaman sürekliliği içinde yer alan bir deneyim, temel bir yaşama biçimidir (Winnicott, 2019: 77). Oyun, oynanması itibariyle de kurulması ve sürdürülmesi itibariyle de çocuğun toplumsal davranışlarını geliştiren bir davranış biçimidir. Oyun, öncesinde gerçeklikle çok bağdaşmayan bir kurgu dünyasında başlar. Çocuk, gerek kendi başına gerek mümkün bir objeyle gerekse de ebeveyn ile ve/veya diğerleriyle oynarken bu kurgu dünyasına uygun davranış biçimlerini arar ve uygular. Çocuk psikoloğu ve psikanalist Winnicott’un egonun oluşması ve korunması açısından değerli bulduğu oyun oynama eyleminin, kendi ifade ettiği üzere doğrudan fantezi dünyasında yer edinmesine gerek yoktur. Çünkü çocuk bu iletişimde kendini de geliştirebileceği bir perspektifi bekler. Winnicott (1971/2019: 67)’a göre oyun, sağlığın göstergesi ve evrensel bir şeydir. Oyun; büyümeye, dolayısıyla da sağlığa katkıda bulunur ve grup ilişkilerine girmeyi sağlar. İnsanın kendisiyle ve başkalarıyla iletişim kurmasına hizmet eden çok özel bir biçimde gelişmiştir. Yetişkinlerin dünyasına göre daha net olarak algılanabilecek çocuğun dünyasında, çocuk oyunda hoşuna gitmeyen etmenler varsa ve kendi narsisizmini besleyebilecek bir nokta bulamazsa bu oyunun kurallarını değiştirme, oyunu oynamama, durma ve bunu çeşitli yollarla ifade etme yollarına girişir. Bunlara ek olarak, oyunun kendi yararına olmadığını düşündüğü anda, kendini savunma mekanizması olarak oyunu sürdürmez. Bu durumda, oyuna devam edebilmek için gene Winnicott’un (1971/2019) söylemine göre sözleşme yenileme özelliğine evrilir ve ilişkinin/iletişimin mevcut potansiyelini tekrar oyun oynamak adına değiştirmeye çalışır. Bir çocuğun oyun oynayarak gelişimi gibi insan da itaatsizlik eylemleri ile evrimleşmeye devam eder. 

“Vicdanı ve inançları nedeniyle otoriteye hayır deme cesareti gösterenlerin varlığı insanoğlunu sadece ruhsal açıdan geliştirmekle kalmamış, zihinsel gelişimini de itaatsizlik yeteneğine bağlı kılmıştı; insanoğlu yeni düşünceleri susturmaya çalışan otoritelere ve değişimin anlamsız olacağını söyleyen köklü inançların otoritesine itaatsizlik etmiştir” (Fromm, 1981/2018: 10). 

İnsanın oyun oynama ihtiyacının yanında, bu davranış ve arkasında yatan etmenler toplumsal bir yapıya projeksiyon olarak genişletildiğinde özellikle sosyal hareketler, bir toplumun ve/veya bir topluluğun kendine yeni oyun alanları arayışı, oyunun kurallarından memnun olmadığından kaynaklı oyunun kurallarını değiştirme talebi ve oyuncu olarak oyunda yer almaya çalışması olarak okunduğunda benzerlikleri dikkat çekicidir. Bu metafordan hareketle, sivil itaatsizlik bir çocuğun oyun oynamasına benzetilebilir. 

Halihazırda sergilenen bir oyun var. Bu oyunun katılımcıları farklı politik aktörler olarak ele alınabilir. Oyunun oynanma tarzıyla ilgili sıkıntısı olan oyuncular, bu oyunun kurallarının tekrar değerlendirilmesi amacıyla oyunu oynamayı reddeder. Bir diğer noktadan yaklaşmak gerekirse, tıpkı güçleri, yaşları, eğilimleri farklı olan çocuklar bir oyun iletişimiyle ilişkilerini eşitlemeye çalışırken, bu metafordaki oyuncular da kendi konumlarını karşı çıktıkları politikaya verdikleri tepki vasıtasıyla eşitlemeye ve kendilerini tekrar bir aktör haline getirmeye çalışırlar.

Bu yazıda sivil itaatsizlik, sivil toplum ve Gezi hareketlerini açıklayarak sivil itaatsizlik eylemi olarak nitelendirdiğimiz Gezi Hareketi’nin Türkiye’deki sivil toplum eylemliliğinde yeni bir oyun alanı olarak nasıl değerlendirilebileceği açıklanmaya çalışılacaktır. 

Bir bitki kendi doğasına uygun yaşayamazsa ölür, işte insanda da bu durum değişmez. İnsanın doğal akışı içerisinde değilse bu durumda direnmesi önemlidir. Sivil itaatsizlik, adaletsizliği yaratan yasalara, haksızlıklara karşı kamusal alanda aleni bir şekilde karşı koymaktır (Thoreau, 1866/2018: 23). Sivil itaatsizlik kavramı kendi içerisinde anlaşılması güç olan ve çoğunlukla Batı-merkezci bir yaklaşımla ele alınmış, temelde devlet yapısının demokratik olması gerekliliğine dayanması gerektiği konusundan bir genel kabule başvurulmuş bir eylem biçimidir. Rawls, sivil itaatsizliğin genel olarak adil toplumlar için geçerli bir bir eylem biçimi olduğunu ifade ederken adil bir toplumun şartını demokratik bir yönetim biçiminin varlığına dayandırır (Rawls, 1979/1997: 54-55). 

“Mevcut bir sistemin içerisinden sistemin kendi araçlarını kullanarak kuralları yıkmayı doğrudan amaçlamadan bir çocuğun oyun oynaması gibi, bu kurallara şiddetsiz bir biçimde itaat etmeme girişimi sivil itaatsizlik eylemi olarak nitelendirilebilir. Martin Luther King’e göre ise sivil itaatsizlik eylemi, kimsenin baştan savamayacağı kadar dramatikleştirmeyi amaçlar. Gerginlik yaratmak, şiddetsiz direniş eylemleri yürütenlerin görevlerinin bir parçasıdır. Burada şiddete dayalı olmayan bir gerginlik vardır. Sokrates’in insanın mitler ve yarım hakikatlere olan kölece bağımlılığından kurtulup yaratıcı analizler ve değerlerin nesnel belirlenişinin özgür alanına geçişi için düşünce düzeyinde bir gerginliğin ortaya çıkışını gerekli görmesi gibi, bizim de şiddete dayanmayan eylemler aracılığıyla toplumda, insanların ırk düşmanlığının ve önyargıların derin kuyularından kurtulup kardeşliğin ve karşılıklı anlayışın onurlu doruklarına ulaşabilmelerine yardımcı olacak gerginliği yaratmamız zorunludur” (akt. Thoreau 1866/2018: 8). 

Oyun oynamak için gerekli koşullara -mekân, katılımcılar, oyuncakların varlığı vb.- ihtiyaç olması gibi sivil itaatsizlik eylemlerinin gerçekleşmesi için de belli koşullara ihtiyaç duyulur. Özgürlük olmadan sivil itaatsizlikten söz edilemez. Sivil itaatsizlik, demokratik bir ortamda var olabilir. Söz konusu demokratik ortamda birçok sorun çözülebilir. Sivil itaatsizlik eylemleri aracılığıyla mevcut iktidarın uyguladığı politikalar ile bir kısım yasaları eleştirebilme , değiştirebilme özelliğinin olması gerekir. Sivil itaatsizlik iletişime dayanır ve “siyasi iletişim alanının” bir kategorisi olarak ifade edilir (Thoreau 1866/2018: 25). 

2. Bir Oyun Aracı: Sivil İtaatsizlik

Arendt’e göre “sivil itaatsizlik, anlamlı sayıda yurttaşın, geleneksel değişiklik yollarının tıkandığına yani itirazlarının artık dinlenip incelenmediğine ya da tersine, birtakım değişiklikleri gündemine alan hükümetin yasallığı ve anayasaya uygunluğu ciddi biçimde kuşkulu olan bir politikada ısrar ettiğine inandıkları bir durumda ortaya çıkar” (akt. Thoreau 1866/2018: 29). 

Arendt’in sivil itaatsizlik tanımında yurttaş kavramı çok önemlidir. Yurttaş varlığını ancak siyaset alanında oluşturabilir. Bu anlamda sivil itaatsizlik eylemleri kamusal alanda bir grup yurttaşın direnmesi ile olur. Arendt’in sivil itaatsizlik kavramında şiddetsizlik vardır. Şiddetin olduğu yerde sivil itaatsizlikten söz edilemez” (akt. Thoreau 1866/2018: 29-30). 

Çok basit bir ifadeyle kamusal alan, vatandaşların “birlikte yaşamak için ne yapılmalı?” sorusu altında bir araya geldiği yerdir. 

“Kamusal alan, her şeyden önce, özel kişilerin kamusal olarak bir araya geldiği alan olarak algılanabilir; fakat kısa süre sonra, burjuvaları, temelde özelleştirilmiş ama kamusal olanla ilgili olan metalar ve toplumsal emek alanındaki ilişkileri yöneten genel kurallar üzerine bir tartışmaya sokmak için, kamu otoritelerinin kendilerine karşı tepeden düzenledikleri bir alan olduğu anlaşılır” (Habermas, 1991: 27).

Bu kamusal alanlarda, bu özel kişilerin bir araya gelerek mevcut siteme dair hoşnutsuzluklarını ve kendilerince adaletsizlikleri dile getirdikleri politik birliktelikler toplumsal hareketlerin temelini oluşturur. Türkiye’nin yakın tarihi, eylem pratikleri göz önünde bulundurulduğunda, alışılagelmiş yapısı -slogan atma, pankart asma, bildiri dağıtma, basın bildirisi yayınlama- evirilerek günümüz şartlarına fazlasıyla uyum sağlamış ve Türkiye’nin yakın coğrafyalarında gerçekleşen sözde Arap Baharı olaylarıyla özdeşleştirilmiş bir dalga olarak okunmuştur. Chrona ve Bee (2017)’nin de özetle belirttikleri şekilde Facebook ve Twitter uygulamalarının, mevcut medyanın sansürlendiği ve nitelikli haberciliğin engellendiği bir ortamda önemli bir iletişim aracı haline gelmesi Arap Baharı’yla beraber anılması için geçerli bir tutumdur. Eylem pratiklerinin değişmesi, özellikle demokrasinin tam olarak işlev kazanamadığı ülkelerde belli karışıklıklara neden olmuş ve eylemin biçimini tanımlamak güçleşmiştir. Badeu’nun (1991: 50) Sivil İtaatsizlik ve Adaletsizlikte Kişisel Sorumluluk makalesinde bu konu özelinde sorgulama yapması, sivil itaatsizlik terimini irdelerken ne kadar karmaşık bir yapının ve dinamiğin olduğunu gözler önüne seriyor. Buna kendisinin yaklaşımıyla verdiği cevap Türkiye gibi demokrasi uygulamalarıyla ilgili sıkıntı yaşayan ülkelere uygulanabilir bir açıklama niteliğindedir: 

“Birkaç yıl önce değildiyse de, adaletsiz olduğu düşünülen bazı yasaların veya politikaların işleyişini engellemek için sivil itaatsizliğin uygulanabilir olduğu artık açıktır. Fakat sivil itaatsizlik aynı zamanda bazı adaletsiz yasa veya politikaların işleyişini protesto etmek için de uygulanabilir. İlk amaç tipik olarak doğrudan direniş olarak adlandırılabilecek eylem tarzına sahipken, ikinci amaç muhtemelen dolaylı direniş, bir (hatta birkaç) aşamada itaatsizliktir.” 

Habermas’ın (1997: 118-119) bu noktadaki yaklaşımı da aslında bu yazıda sivil itaatsizlikle ilgili neyin kastedildiğini netliğe kavuşturur. 

“Tüm bu eylemlerin ortak özelliği, kendiliklerinden ortaya çıkmaları, heterojen, dağınık ve ademi-merkeziyetçi tarzda çalışan taban inisiyatiflerine dayanmalarıdır” ve devamında demokratik toplumla olan ilişkisini gözler önüne sermek için ekler: “Ve kendinden emin her demokratik devlet, politik kültürünün zorunlu bir unsuru olduğu için, sivil itaatsizliği kendi yapısının ayrılmaz bir parçası olarak görür.” 

Demokratik hukuk devletlerinde gönüllülüğe dayalı toplumsal birlikler, siyasal (kamusal) alanda eleştirel olma güçlerini kullanırlar. Bu anlamda sivil toplum örgütleri, kitle iletişim araçlarının yön verme gücünü değiştirerek kısıtlayabilirler. Burjuva kamusunun siyasal ödevi, sivil toplumun düzenlenmesidir (Thoreau, 1866/2018: 11). 

Türkiye’deki kamunun siyasal ödevini yerine getirişine bakılacak olursa şunlar söylenebilir. Türkiye Cumhuriyeti toplumu, Batı ile kıyaslandığında sivil toplum hareketleriyle ve “sivil” bir toplum olabilme terimiyle görece geç tanışmış olmasına rağmen eylem pratikleri açısından tüm çekincelere rağmen kendini var etmiş ve süregiden zorluklara rağmen de var etmeye devam eden bir yapıya sahiptir (Gönenç, 2001: 117-122). Sivil toplumun kendi iç dinamiklerine bakılmaksızın, sadece mevcut kavramlaştırma üzerinden bile, Şerif Mardin (1990)’e göre askerî kelimesinin zıttı olarak algılanmıştır bu nedenle pekiştirilmesi zaman alan kavramlardan bir tanesidir. Bununla birlikte siyasetin hiçbir zaman tam bir stabilizasyona ulaş(a)maması; insanların gerek mevcut politikalar tarafından gerekse tarihin denk geldiği güvensizlik ortamı açısından birbirine karşı hoşgörü geliştir(e)memesine, sivil toplumun yavaş ilerlemesine ve birbirinin içine girift bir yapı olarak vuku bulmasına sebep olmuştur. Bu nedenle kamusal alanda gerçekleştirilen bütün eylem biçimleri, bireysel olsalar dahi bir sivil toplum hareketi olarak algılanmış ve kamusal amaç gütme özelliği üzerinde durulmamaya başlanmıştır. 

Türkiye yakın tarihinde, sivil toplum alanında eylemlilikte büyük bir sıçrama olarak nitelendirilebilecek Gezi Parkı eylemleri de birçok yönden bir sivil itaatsizlik eylemi olarak değerlendirilebilir. Sivil itaatsizliği demokratik, sosyal hukuk devletlerinde bir düzeltim aracı, bir iletişim aracı olarak tanımlayan Hayrettin Ökçesiz’e (Haberler, 2013) göre de Gezi Parkı Hareketi katıksız bir sivil itaatsizlik örneğidir. 

Sivil itaatsizlik örneği olarak Gezi Parkı hareketini incelemeye başlamadan önce süreci şu şekilde hatırlatabiliriz. Gezi Parkı Hareketi, 27 Mayıs 2013 tarihinde Taksim Yayalaştırma Projesi kapsamında Topçu Kışlası yapımı için Gezi Parkı’ndaki ağaçların sökülmesi girişimi dolayısıyla başlangıçta 50 kişinin bunu durdurmak için parkta toplanmasıyla başlamış bir eylemdir. Hareket, İstanbul Taksim Meydanı ve Gezi Parkı’nda ilk konuşlanma evrelerini yaşamasının ardından, başta diğer büyük şehirler olmak üzere, Milliyet (2013)’in haberine göre zamanla 79 ilde katılım ile büyüyerek yapılanmıştır. Hareketin bu denli büyümesinin ve yayılmasının sebeplerinden bir tanesi, 30 Mayıs’ta devletin kolluk kuvvetlerinin şehir yapılanması olan polisin göstericilere karşı şiddet araçlarını kullanarak müdahale etmesidir. Bu müdahalenin yanı sıra olaya dair haberlerin gene devlet ve vatandaş güvenliği bahanesiyle yayın yasağına tabi tutulması aslında önüne geçilmeye çalışılan eyleme açık bir çağrı ve davetiyeye sebep olmuştur. KONDA’nın (2013: 18) raporuna göre katılımcıların önemli bir çoğunluğu, barışçıl bir eyleme haksız yere yapılan sert müdahale sonucunda orada olduklarını ifade etmişlerdir. 

Gezi Parkı protestoları belli bir politik görüşün altına sığmamak ile başlamış bir çevre eylemi olarak nitelendirilebilir. Bir devletin mevcut kamusal bir alanın tahribi üzerinden yaptığı müdahalenin politik olması açısından bile ne kadar politik bir eylem olduğunu ispatlamış bir eylem olarak, katılımcıların önemli bir çoğunluğunun kendini apolitik olarak nitelendirmesi sonucunda kamuoyunda kendini belirli bir süre apolitik bir eylem olarak sürdürülmüştür. Buradaki apolitik olarak algılanmasının sebeplerinden bir tanesi, politikanın Weberci bir şekilde algılanmasında yatıyor. Weber (2013) politikayı devlet güçlerine sahip, profesyonel olarak bunu yapan politikacıların alanı olarak tanımlıyor. 

Protestolar, insanların mevcut sisteme dair sıkıntıların kamu mecrasında çözüme ulaşması amacıyla hareket ettiğinden dolayı sosyal bir harekete dönüşmüştür. Bu duruş ve karşı çıkış, iktidar tarafından bir suç ve hatta terör (The Guardian, 2013) girişimi olarak adlandırması itibariyle de bir anayasaya uymama ve anayasanın gerekli ucu açık maddesinin ihlali olarak adlandırılmıştır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne bir Birleşmiş Milletler (BM) ülkesi olarak 1948’de imza atmış, 20. maddeyi kabul etmiş ve kendi anayasasının 20. /34 . maddeleri gereğince vatandaşının toplanma hürriyeti olan bir ülke olarak Türkiye, bu duruma öncelikle kamu düzenini bozma üzerinden yaklaşıp depolitize etmesi açısından ve sonrasında bunu bir yasak olarak ilan ederek, insanların temel haklarından bir tanesi olan toplanma ve barışçıl eylem yapabilme hakkını ihlal etmiştir. 

3. Sivil İtaatsizlik Oyunu Olarak Üç Örnek: Duran Adam, Park İşgali ve Mahalle Forumları

Bir kişinin tek başına giriştiği değişiklik yaratma amacına ulaşma ihtimalinin çok düşük ve bundan dolayı da ancak ve ancak ortak çıkar grubu oluşturan bir topluluk tarafından böyle bir girişiminin ele alınacağının daha anlamlı olacağını Puner’in ağzından aktaran Arendt (1997: 80), sivil itaatsizlik eylemlerine de bu noktadan yaklaşır. Bu yaklaşımın aksine, Gezi süresince farklı farklı yerlerde karşılaştığımız duran adamlar, bunun aksini kanıtlar niteliktedir. Kendisini performans sanatçısı olarak anmayı tercih eden Erdem Gündüz, duran adamların ilki ve ortaya çıkarıcısı olarak Gezi Parkı eylemlerinde meydana gelen, rahatsızlık duyduğu belli konulara dikkat çekmek adına, Taksim Atatürk Kültür Merkezi karşısında sekiz saat gibi bir süre sadece durmuştur. Eylemciler de en az karşılarındaki güç kadar bu sanatçının ne yaptığını tam olarak anlamamakla beraber bu eyleme destek vererek bu hareketin büyümesine yol açmışlardır. Pieter Verstraete’nin yorumları burada önem arz eder. Sabancı İPM Mercator Politika Notu’nda (2013) yer aldığı şekilde Verstraete’ye göre bu eylem hem Gezi Parkı’na destek veren insanlar tarafından hem de karşısında duran insanlar tarafından tam olarak anlaşılamamış ve yorumlamaya bu kadar açık olduğu için halk tabanına kolay yayılmış ve kendi hikayesini yarattığı için daha etkili bir eylem biçimine dönüşmüştür. Bununla birlikte, farklı noktalarda farklı insanlar belli bir durumu protesto etmek için bu eylem yöntemini kullanmaya devam etmişlerdir. Bu bilgiler ışığında, duran adam(lar) neden bir sivil itaatsizlik eylemi olarak nitelendirilir? Öncelikle herkes bu eylemden kendisine ya da topluma farklı dersler çıkarmış olsa da Erdem Gündüz’ün eyleme dair yaptığı açıklamalarda (BBC, 2013) temel olarak derdini “polis şiddetine maruz kaldığı halde medya tarafından göz ardı edilenler için eylem yaptığını” ifade ederek netleştirmiştir. 

Sivil itaatsizlik eylemleri kurgulanırken talebin net olması gerektiği bilinir (Arendt vd., 1993: 10-15) Bu eylemin şiddetsiz ve aleni olması gerektiği, kamusal vicdana çağrıda bulunması, tekil bir haksızlık ekseninde gerçekleşmesi açısından doğrudan bir sivil itaatsizlik eylemidir. Akılda kalıcı olması ve bunun yanında belli soru işaretleri bırakmasının en önemli sebebi, durmak o ana kadar hem hükümet güçleri hem de eylemciler tarafından politik bir eylem biçimi olarak nitelendirilmemiştir. Çünkü anayasa bir vatandaşın bir yerde sadece durmasına dair bir madde ve yaptırım söz konusu değildir. 

Gezi Hareketi’nde kullanılan bir eylem pratiği olarak da kullanılan park işgali, sivil itaatsizlik eylemlerindeki araçlarından bir tanesidir. Özellikle kamusal alanda gerçekleşmesi yönüyle etkilidir. Gezi Parkı hareketinde park işgal edilişi ardında bir kamusal alanın kamusal olarak kalması yönünde bir talebi barındırır. Nilüfer Göle’nin (2013) toplumun sokakları, mahalleleri ve şehir merkezlerini işgal etmekten çekinmediği şeklinde yorumladığı işgal süreci, bu tür alanlarda doğrudan bulunmayan/bulunamayan/bulunmayı tercih etmeyen fakat desteğini esirgemek istemeyen kitle tarafından balkonlardan tencere ve tava sesleriyle destek verilerek devam etti. Bu işgal, kamusal alanın kamuya ait olduğunu ve kamu düşüncesinin demokratik karar alma süreçlerinde etkin bir şekilde göz önünde bulundurulması gerektiğine dair bir dikkat çekme biçimiydi. 

Eylemlerle, protestolarla, pankartlarla, şarkılarla, imeceyle, tiyatroyla, mizahla, sanatla ve birçok farklı araç kullanılarak devam eden Gezi Hareketi pratiklerinin ardından, katılımcılar bu toplanma gücünün belli şiddet yansımaları sonucunda bitmesinin reva olmadığı ön kabulüyle kendi bulundukları yerlerde ve aslında kendilerinin doğrudan söz hakkına sahip olmasının daha muhtemel olduğu alanlar olan mahallelerde, mahallenin bir kamusal alanında toplanarak forumlar düzenlemeye başladılar. Ortalama belli bir süre içinde, foruma katılan insanlar kendi görüşlerini, Gezi’de talep edilen noktaların hayata geçirilebilmesi için gerekli gördükleri adımları, neler yapılabileceğini, ne dertleri olduğunu demokrasi tabanında -demokrasi tabanı demek burada yanlış olmasa gerek, aktif katılımla tanımı icabı kendilerinin yönetmesi gerektiği sistemde aktif yer almak adına katılan herkese söz söyleme hakkı düştüğü bir girişim/oluşum- tartışarak, devlet sözcülerine ve iktidar güçlerine bunları aktarmak için takınmaları gereken ortak tavrı ve bir sonraki adımı konuştukları bir agora yarattılar. Bu girişim, esasında hala Gezi Hareketi’nin bitmediğini anlatan ve kitle dinlenene kadar kitlenin pasif direnişlerine ve sivil itaatsiz bir şekilde toplanmaya devam edeceklerine dair bir eylem içeriği barındırır. BBC’den Elçin Poyrazlar’(2013)ın aktarmasına göre forumlar örgütsüz, plansız, lidersiz ve çok kimlikli Gezi Hareketi’nin yönünü aramasıdır. 

4. Bir Oyun Bozma Pratiği Olarak Oyun: Gezi

Gezi genel hatlarıyla bir sivil itaatsizlik eylemi olarak algılanabileceği gibi, sivil itaatsizlik eylemi olmayan çok fazla özelliği de içinde barındıran bir harekettir. Yakup Coşar, (1997) sivil itaatsizliğin kapsadığı elementleri Kamu Vicdanına Çağrı: Sivil İtaatsizlik adlı çevirdiği eserin önsözünde kısa ve net bir şekilde açıklamıştır. Bunlar; 

  1. Yasadışılık
  2. Alenilik, hesaplanabilirlik
  3. Politik ve hukuki sorumluluğun üstlenilmesi
  4. Şiddetin reddedilmesi
  5. Ortak adalet anlayışına/kamu vicdanına yönelik bir çağrı
  6. Sistemin geneline değil tekil haksızlıklara karşı ortak eylem
  7. Eylem ciddi haksızlıklara karşı yapılır ve haksızlıkla makul bir ilişki içindedir
  8. Haksızlıklarla ilgili çifte standart kullanılamaz.” 

Bu maddeler ve içerikleri, bir toplumsal olay incelenirken başvurulması muhtemel öz açıklamalardır. Gezi Parkı hareketini bir bütün olarak değerlendirmek girişimiyle, bu maddelerin uygulanabilirliği araştırılacaktır. T.C. Anayasası yukarıda belirtildiği üzere toplanma ve düşünce paylaşımı özgürlüğüne olanak sağlar. Bu izinler toplumun güvenliği söz konusu olduğunda ortadan kaldırılabilir. Gezi Hareketi için de ağaç sökme gününde bu güçlerin engellenmesi girişimi dolayısıyla yasal olmayan ve devamında kamu güvenliğini tehdit ettiği iddiasıyla yasal olmayan bir hareket olduğu için, yasadışılık ilkesinin uygulanışı açısından bir sıkıntı yoktur. Kamusal alanda, bir parkta, gerçekleştiği için eylemler ortadadır ve herkesin erişimine açık bir alandır; bu da alenilik ilkesinin uygulanabilirliğini gösterir. 

Hareketin katılımcıları her ne kadar yaptırım yöntemlerini kabul etmeseler de taleplerine bir karşılık verilene dek parkta bulunacaklarını ifade etmişlerdir. Gerçekleşen çok fazla gözaltı ve bu şekilde anılmak durumunda kalınması adaletsiz olsa da verilen kayıplar hukuki sorumluluğun üstlenildiğini kanıtlar. Şiddetsiz iletişim araçlarının kullanılması ve şiddete başvurmamak için bir emek sarf edilmesi düşünüldüğünde şiddetin reddi de söz konusudur. Eylemin ciddi haksızlıklara karşı yapılması, Türkiye gibi demokratikleşme sürecinde pek mümkün olmasa da katılımcılar ‘ciddi haksızlıklar’ karşısında bütünlükle hareket etmeye çalışmışlardır. Bu bilgiler ışığında, Gezi Parkı hareketinin bir sivil itaatsizlik eylemi olarak nitelendirilme şartlarını karşıladığı söylenebilir. 

Gezi Hareketi’nin sivil itaatsizlik eylemi olarak sınıflandırma imkanını zorlaştıran ve kurulmaya çalışılan iletişimde de kafa karıştırıcı olarak algılanabilecek nokta, eylemlerin ağaçların kesilmesine tepki olarak başlayıp, toplumun devletinden beklediği istekler için genel bir özgürlük eylemine dönüşmesidir. KONDA’nın (2014: 19) hazırladığı raporda da açıkça görülür ki mesele yeşil alanın korunmasından çıkmış sisteme karşı farklı taleplerle ve amaçlarda topluluğun bütünlüğü haline gelmiştir. Bu noktada sistemin geneline değil tekil haksızlıklara karşı ortak eylem olma özelliğini yitirdiğinden sivil itaatsizlik eylemlerinden ayrılır. 

KONDA – Gezi Parkı Araştırması.

Gezi Parkı hareketi daha geniş ve aynı zamanda daha dar bir görüngeden incelemeye girişildiğinde, birçok sivil itaatsizlik eyleminin de değerlendirilebileceği gibi, hareket bir oyundur. Mevcut sistemin içerisinde sürdürülmesi planlanan devlet politikalarından ve yasaların işleyişinden memnun olmayan bir kitlenin kendisine hem bir oyun alanı açma girişimi ve bu mevcut oyunun oynanmasından memnun olmadığını ifade etme biçimidir. 

Sivil itaatsizlik derinliğinden bakıldığında ise, kendini savunma biçimi olarak kullanılan şiddet araçları dışında eylem katılımcıları şiddeti bir araç olarak görmemiştir. Bunu buraya not olarak düşmek gerekir ki, adil savaş teorisinde genişçe ele aldığı haklı neden (just cause), meşru müdafaa ekseninde gündeme gelmiştir. Bu noktadaki şiddeti de oyunun kurallarından memnuniyetsizliğini dile getiren ve bir iletişim yolu açmaya çalışan çocuğun öfkesine benzetmek mümkündür. Şiddetsizlik ilkesi üzerinden hareket etmek gerekirse, kendi iletişim yöntemine ve “hayır” deme yeteneğine saygı duymayan bir güç tarafından, oyunun bu şekilde oynanacağı ve aksinin mümkün olmadığı yönünde bir tavır takınılmıştır. Bunu yumuşatmak isteyen Gezi’nin çocukları farklı sivil itaatsizlik kanallarıyla (ortak kütüphane kurmak, forumlar, kitap okumak, polise gül uzatmak, mizah, sanat araçları, duran adam, Gezi Komünü, vb.) kendilerini ifade etmeye çalışmış ve anlaşılmayı beklemiştir. Bu aynı zamanda oyunun nasıl oynanmasını istedikleri yönünde bir ifade biçimidir. Bu oyunun bu şekilde devam ederek, kendilerini geliştirmeyeceğini ve kuralların daha uygun düzenlemeye tabi olup olmadığı yönündeki sorgulamalarının bir yansımasıdır. Şiddetsizlik ilkesi özel olarak ele alındığında, rahatlıkla yapılabilecek yorumlardan bir tanesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin eylem pratiği geçmişine bakıldığında, bu oyun farklıdır. Tarihteki diğer hareketlerin başı, gelişimi ve sonu iyi olaylara mahal vermeyerek gerçekleştiğinden, Gezi’nin çocukları bir anlamda demişlerdir ki: “Biz eski oyunları biliyoruz ve bu oyunu oynamak istemiyoruz”.

Belemir Canbek 

Tuğçe Duydu 

Sivil Toplum Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça: 

Arendt, H., Dworkin R., Habermas J., Galtung J., King, M. L., Rawls J., Saner H., Thoreau H. D. (1997). Kamu vicdanına çağrı sivil itaatsizlik. (Y. Coşar, Çev.) İstanbul: Ayrıntı Yayınları 

BBC Haber. (2013). Gezi parkı forumları: siyaset mi, sivil direniş mi?. Erişim Adresi: https://www.bbc.com/turkce/haberler/2013/06/130625_gezi_forum (Erişim Tarihi: 8 Eylül 2021).

BBC Haber. ( 2013). Taksimde duran adam Erdem Gündüz konuştu. Erişim Adresi: https://www.hurriyet.com.tr/video/taksim-deki-duran-adam-erdem-gunduz-konustu-36078977 (Erişim Tarihi: 8 Eylül 2021).

Bedau, H. A. (1991). Civil disobedience in focus. London: Routledge.

BM Genel Kurulu. (1948). İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi.

Chrona S., Bee C. (2017). Right to Public Space and Right to Democracy: The Role of Social Media in Gezi Park, Research and Policy on Turkey, 2(1). 

Fromm, E. (1981/2018). İtaatsizlik üzerine. İstanbul: Say Yayınları 

Göle, N. (2013). Gezi-Anatomy of a Public Square Movement, Insight Turkey 15(3), İstanbul. 

Gönenç, A. A. (2001). Sivil toplum düşünsel temelleri ve Türkiye perspektifi. İstanbul: Altkitap.

Haberler. (23 Haziran 2013) Gezi Protestoları, Katıksız Sivil İtaatsizliktir. Erişim Adresi: https://www.haberler.com/gezi-protestolari-katiksiz-sivil-itaatsizliktir-4756420-haberi/ (Erişim tarihi: 8 Eylül 2021).

Habermas, J. (1991). The structural transformation of the public sphere. Cambridge: The MIT Press 

İnsan Hakları Derneği. (30 Kasım 1999). İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi. Erişim Adresi: https://www.ihd.org.tr/insan-haklari-evrensel-beyannames/ ( Erişim Tarihi: 8 Eylül 2021).

KONDA. (2014). Gezi Raporu: Toplumun ‘Gezi Parkı Olayları’ Algısı Gezi Parkındakiler Kimlerdi? İstanbul. 

Mardin, Ş. (1990). Türkiye’de toplum ve siyaset makaleler-I, İstanbul: İletişim Yayınları 

Milliyet Gazetesi. (23 Haziran 2013). 2.5 Milyon İnsan 79 İlde Sokağa İndi. Erişim Adresi:  https://www.milliyet.com.tr/gundem/2-5-milyon-insan-79-ilde-sokaga-indi-1726600 (Erişim Tarihi: 8 Eylül 2021).

The Guardian. (9 Haziran 2013). Recep Tayyip Erdoğan dismisses Turkey protesters as vandals. Erişim Adresi: https://www.theguardian.com/world/2013/jun/09/recep-tayyip-erdogan-turkey-protesters-looters-vandals (Erişim Tarihi: 8 Eylül 2021).

Thoreau, H. D. (1866/2018). Sivil itaatsizlik. (C.Turan, Çev.) İstanbul: Say Yayınları 

Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı. (1982). Türkiye Cumhuriyeti Anayasası.

Verstraete, P. (2013). Duran Adam Etkisi. Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi, İstanbul. 

Winnicott, D. W. (2000). Oyun ve Gerçeklik. İstanbul: Metis Yayınları

Sivil Toplum Okuma Önerileri

TUİÇ Akademi Genel Direktör Yardımcısı Ersin Kopuz tarafından sivil toplum alanına ilgili öğrenci, araştırmacı ve uzmanlara katkı sunmak amacıyla hazırlanmıştır. Okuma listesi; sivil toplum-devlet ilişkisi, kamusal alan, demokrasinin inşasında sivil toplum, küresel sivil toplum ve sivil toplumun felsefesi konularını esas alacak şekilde Siyaset Bilimi disiplini perspektifinde oluşturulmuştur.

 

Sivil Toplum ve Siyasal Teori (1992)  – Cohen Arato 

Cohen ve Arato, sivil toplumun modern toplumlardaki demokratikleşme süreçlerine yaptığı etkiye yönelik sistematik ve normatif bir yeniden kurgulama önermektedir. Bu çalışma, Siyaset bilimi disiplini içerisinde teorik açıdan literatürde en kapsamlı ve teorik çalışmalardan birisidir.

 

 

 

Sivil Toplum ve Devlet: Avrupa’da Yeni Yaklaşımlar (1998) – John Keane

18.yüzyılın sonuna doğru geleneksel sivil toplum yaklaşımının dönüşümünü ve modern sivil toplumun ortaya çıkmasını konu alan çalışma, devlet-sivil toplum ilişkisini Avrupa’daki siyasal, toplumsal ve ekonomik değişimler çerçevesinde incelemektedir.

 

 

Sivil Toplumun Tarihi Üzerine Bir Deneme (1767) – Adam Ferguson

Sivil toplum kavramının, çalışma isminde kullanıldığı ilk eserdir. İskoç Aydınlanma düşüncesinin bir temsilcisi olan Ferguson tarafından, despotizm-sivil toplum ilişkisinin ele alındığı bir çalışmadır. Despotizmin, sivil toplumda inşa edilebileceği endişesini ve bunun nasıl önlenebileceğiyle ilgili önermeleri içermektedir.

 

 

Tüze Felsefesi (1820) – George W.F. Hegel

Çalışma; ekonomi, toplum, siyaset, felsefe başta olmak üzere farklı disiplinleri etkilemiştir. Modern dünyanın tüzel, ahlaki ve törel yapısının bir çözümlemesini yaptığı eserde, sivil toplum modern dünyanın bir ürünü olarak ele almaktadır. Devlet-sivil toplum ayrımını ilk defa belirgin hale getiren Hegel, devleti rasyonel ve evrensel olarak nitelendirirken, sivil toplumu bencil çıkarların ve rekabetin var olduğu alan olarak tanımlamıştır.

 

 

Kapital (1867) – Karl Marx

Anlatılan senin hikayendir” notuyla kapitalizmin temellerini oluşturan toplumsal ilişkileri açıklayan Marx, politik ekonomi üzerine yaptığı araştırma ve gözlemlere yer vermiştir. Eser, üç cilttir. İlk ciltte üretim sürecinde sermaye-ücretli emek ilişkisine, ikinci cilt sermayenin dolaşım sürecine, üçüncü cilt ise kapitalizmin pratik işleyişinin temel mekanizmalarına odaklanmaktadır. Hegel’in devlet-sivil toplum ayrımını yapay olarak değerlendiren Marx, sivil toplumu burjuva toplumu olarak tanımlamıştır.

 

İnsan Hakları (1791) – Thomas Paine

Amerikan Devrimi ve Fransız Devrimi üzerinde büyük etkileri olan Paine, 18. Yüzyılın önemli düşünür ve siyasetçilerinden biridir. Kitap, Fransız Devrimi’nin cumhuriyetçi ve demokrat dalgasının İngiliz parlamenter monarşi düzenini yıkmasından korkan Edmund Burke’ün 1789 devrimini eleştirmek için yazdığı kitaba verdiği yanıttır. Devleti, toplumsal uyumu ortadan kaldıran bir yapı olarak tanımlayan Paine, güçlü bir sivil toplumun varlığında devlete duyulan ihtiyacın ortadan kalkacağını ifade etmektedir. 

 

Amerika’da Demokrasi (1835) – Alexis De Tocqueville

Tocqueville, Amerika’nın siyasi, toplumsal, kültürel ve hukuki oluşumuna dair önemli çalışmalar yapmıştır. Hak, hukuk ve özgürlükler üzerine Avrupa ile Amerika arasında önemli karşılaştırmaları içeren eser, Amerika’dan hareketle Avrupa demokrasisini tartışmaktadır. Halk egemenliği ve fırsat eşitliği temaları üzerinden, sivil toplumun çoğulcu, kendi kendini örgütleyen ve devletten bağımsız olmasına vurgu yapılmıştır.

 

 

Yeni Despotizm (2020) – John Keane

Sosyal bilimlerde temel kavramların başında gelen hukuk, demokrasi, yargı, medya, iktidar vb. kavramların anlamları ile toplumsal gelişmeler arasındaki ilişkinin değiştiğini ifade eden Keane, Yeni Despotizm ile mücadele edebilmek için rejimlerin ve tahakküm biçimlerinin işleyişinin, kapasitesinin ve mantığının anlaşılması gerektiğinin altını çizmektedir.

 

 

 

Sivil Toplum ve Ötesi (2013) – Gülnur Acar Savran

Modern sivil toplum kavramının kökeninin Hegel’e ve Rousseau’ya kadar uzandığını ifade eden Savran, Hegel ve Rousseau’nun sivil toplumun bakış açısının ötesine geçmediğini ve ona kökten bir eleştiri getiremediğini ifade etmektedir. Kitap, sivil toplumu kendinde bir amaç olarak gören, onu yücelten, sivil toplum-devlet ikiliğini merkeze oturtup devlet karşısında sivil toplumun sınırlarını genişletmeyi ana hedef olarak belleyen yaklaşımların tersine, Marx’ın, sivil toplumu kapitalist ilişkiler bağlamında açıklayan çözümlemesine dayanarak, tartışmaya sivil toplumu aşma perspektifini kapsamaktadır.

 

Non-governmental Organisations in İnternational Law (2005) – Anna Karin Linblom

Sivil toplum kuruluşlarının, küresel etkileri giderek artmaktadır ve uluslararası hukukla ilgili konumları gayri resmi olarak görülmektedir. Gerçek yasal statüleri çok fazla araştırmaya konu olmamıştır. Linblom, insan hakları hukukuna vurgu yaparak, uluslararası hukukun farklı alanlarındaki STK’ların yasal statüsünü incelemektedir. STK’ların hakları, yükümlülükleri, uluslararası hukuk kuralları ve uygulamalarının kapsamlı bir şekilde incelenmesine odaklanmaktadır.

 

 

Global Civil Society (2003) – John Keane

Küresel sivil toplumdan bahsetmenin, farklı ve birbirine karışan sivil toplum biçimleri arasında yasal olarak onaylanmış güç paylaşımı düzenlemelerine dayanan, daha az şiddet içeren bir dünyanın siyasi bir vizyonunu yansıttığını ifade eden Keane, küreselleşme ve küresel yönetişim üzerine sivil toplumu disiplinler arası olarak ele almaktadır.

 

 

Kamusallığın Yapısal Dönüşümü (1962) – Jürgen Habermas

Frankfurt Okulu’nun önemli temsilcilerinden Habermas eserinde kamusallık kavramı, kamusal alanın kuruluşu, işlevleri ve önemi, sivil toplum ile devlet arasındaki ilişkinin boyutu,  kamuoyu kavramı ve yapısı konularını incelediği çalışma, modern siyaset içerisinde kamusal alanı yeniden tanımlamaktadır.

 

 

Sivil İtaatsizlik (1972) – Hannah Arendt

Sivil itaatsizliği, haksızlıklara karşı bütün yasal yolların tükendiği noktada kamu vicdanına çağrıyı amaçlayan bir eylem türü olarak tanımlayan Harendt, bu tutumu demokratik bir isyan türü olarak ifade etmiştir. Eser, düzen yerine adaleti, onursuz suskunluk yerine insana saygıyı tercih etmekte ve çokseslilik vurgusu yapmaktadır.

 

 

Rethinking Civil Society Toward Democratic Consolidation (1994) – Larry Diamond

Sivil toplumun, demokrasinin inşasında önemli rol üstleneceğini ifade eden Diamond, devleti demokratikleştirme ve şeffaf, hesap verilebilir, katılımcı bir yapı meydana getirmedeki katkısını içeren makale, öte taraftan sivil toplumun otoriter bir rejimi inşa etmedeki rolünü de tartışmaktadır.

 

 

İslam, Sivil Toplum, Piyasa Ekonomisi (2017) – Ömer Demir

İslam ülkelerinde sivil toplum ve piyasa ekonomisi, Batı ülkelerine kıyasla tam olarak olgunlaşmamıştır. Bu durum, İslam’ın ve kurumlarının, liberal teori ile ilişkisini tartışmaya açmaktadır. Kitap, yerli ve yabancı yazarların farklı bölümlerle katkılarını içermektedir. İslam ülkelerinin sivil toplum, demokrasi ve piyasa ekonomisine İslam’a rağmen değil, İslam ile birlikte ulaşabileceğini ortaya koymaktadır.

 

 

Sivil Toplum Sivil Topluma Karşı (2017) – Ömer Çaha

1980’lerin sonunda Doğu ve Orta Avrupa ülkelerindeki sosyalist rejimlerin demokrasiye dönüşünde aktif rol oynayan sivil toplum örgütleri, insan hakları, demokratik katılım, şeffaf yönetim gibi değerlerin simgesi haline geldi. Arap Baharı ve sonrasında sivil toplum örgütleri, uluslararası alanda farklı amaçlarla kullanıldılar. Türkiye’de sivil toplum konusunun önemli araştırmacılarından Çaha, dünyanın değişik yerlerinde kitlesel biçimde boy gösteren yeni sosyal hareketler gerçeğini de dikkate alarak sivil toplumun Türkiye’deki serüvenini konu edinmektedir.  

 

Aşkın Devletten Sivil Topluma (2000) – Ömer Çaha

Türk siyasal hayatında devlet kavramı, önemli bir yere karşılık gelmekte, kutsal görülmektedir. Bu durumun birey, topluluk, sosyal grup, bireysel hak ve özgürlükler gibi kavramları arka planda bıraktığını ifade eden Çaha, devletin aynı zamanda soyut, metafiziksel ve aşkın bir varlık haline dönüştüğünü ifade etmektedir. Bu durum, sivil toplumun sönük kalmasına neden olmuştur.

 

 

Ortadoğu’da Sivil Toplum-İmkanlar ve Kısıtlılıklar (2019) – Filiz Cicioğlu

Ortadoğu’da sivil toplumu hatta onun varlığını tartışmak ise Türkiye’deki akademik camianın pek ilgisini çekmediği ve bu konuda yapılan az sayıdaki çalışmada da genellikle oryantalist bir bakış açısına sahip olduğunu ifade eden Cicioğlu, Ortadoğu’da sivil toplumun varlığına, imkân ve kısıtlılıklarına bakarken, sivil toplumun tanımına da daha geniş bir pencereden ele almayı tercih etmiştir. Kitapta “Çekirdek Ortadoğu” diye bilinen, Türkiye, İran ve Mısır ile bunların arasında kalan Arap Yarımadasında yer alan ülkelerdeki sivil toplumun gelişim süreçlerinin incelenmesi amaçlanmıştır.

 

Türkiye’de Toplum ve Siyaset (1990) – Şerif Mardin

Mardin’in yerli ve yabancı dergilerde yayımlanmış makaleleri ve yazarla yapılmış söyleşilerin sistematik derlemesinin ilk cildi olan eser, Osmanlı İmparatorluğu’ndan başlayarak sivil toplum, siyasal kültür ve sosyal yapıyı çeşitli alt başlıklar halinde kapsamlı bir biçimde ele almaktadır.

 

 

Türkiye’de Sivil Toplumun Serüveni: İmkansızlıklar İçinde Bir Vaha (2006) – Fuat Keyman

Çalışma, katılımcı demokraside sivil toplumun rolünün ifade edilmesi bakımından oldukça önemlidir. STGM tarafından hazırlanan çalışmada Keyman; 2000’lerde Sivil Toplumun Önemi ve Türkiye-AB İlişkileri, Türkiye’de Modernleşme, Demokrasi ve Sivil Toplum, Türkiye-AB İlişkileri Bağlamında Sivil Toplum ve Sivil Toplum ve Türkiye-AB Tam Üyelik Müzakereleri konuları ele almaktadır.

 

Ersin KOPUZ

TUİÇ AKADEMİ Genel Direktör Yardımcısı



Balkan Bülteni/ 14 Ekim-20 Ekim

0

Arnavutluk

 Arnavutluk’ta 4 Rus Turist Saunada Ölü Bulundu

  • Arnavutluk’un başkenti Tiran yakınlarındaki Kavalye şehrinde bulunan bir otelin saunasında 4 Rus turist ölü bulundu.
  • Tiran Yerel Polis Müdürlüğünden yapılan açıklamada, Kavalye’ye bağlı Qerret köyündeki otelin sauna bölümünde bulunan Rusların 31, 37, 58 ve 60 yaşlarında iki kadın ve iki erkekten oluştuğu belirtildi.
  • Açıklamada, olayın aydınlatılması için soruşturmanın devam ettiği kaydedildi. Polis, Rusya vatandaşlarının Arnavutluk’ta bulunma nedeniyle ilgili detaylı bilgi vermedi. Rus kafilede bulunanların eksikliğini fark etmesi üzerine aramaların ardından bulunan Rus turistlerin oksijen yetmezliğinden öldüğü sanılıyor.

Kaynak: Euronews

Tarih: 16.10.2021

Türk Hekimlerden Arnavutluk’ta Nöroloji Eğitimi

  • Arnavutluk hükümetinin talebi üzerine, nöroloji uzmanı Türk hekimlerin, Arnavutluk’taki meslektaşlarına verdiği 4 aylık eğitim programı başarıyla tamamlandı.
  • Türkiye’nin sağladığı mali destekle inşa edilen ve geçen nisanda hizmete giren Türkiye-Arnavutluk Fier Dostluk Hastanesi’nde Sağlık Bilimleri Üniversitesi (SBÜ) Gülhane Eğitim ve Araştırma Hastanesi Nöroloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ömer Karadaş tarafından Epilepsi, Nörofizyoloji, Baş ağrısı ve İnme üniteleri kuruldu.
  • Eğitimlere, Türkiye-Arnavutluk Fier Dostluk Hastanesi ile Tiran Üniversitesi Tıp Fakültesi Mother Teresa Hastanesi’nden nöroloji hekim ve teknisyenleri katıldı.

Kaynak: AA

Tarih: 19.10.2021

Arnavutluk 2022’de Yörüngeye İlk Uydularını Fırlatacak

  • Arnavutluk Başbakanı Edi Rama’nın sosyal medya hesabında yayınlanan bir görüntüye göre, ülke 2022’de iki uyduyu yörüngeye gönderecek.
  • Rama’nın uyduları fırlatacak şirketin yetkilisiyle konuştuğu kesitlerin yer aldığı görüntünün başında “Spacex Falcon 9″un fırlatıldığı görüntüden detaylar yer alıyor.
  • Görüntüye göre “Albania 1” isimli ilk uydusunu Mart 2022’de yörüngeye gönderecek Arnavutluk’un ikinci uydusu “Albania 2” aynı yılın haziran ayında fırlatılacak. Görüntüde, uyduların türü ve uzaya gönderileceği yer hakkında bilgi verilmedi.

Kaynak: Time Balkan

Tarih: 20.10.2021

 

Bosna – Hersek 

Bosna Hersek’te Katolik ve Müslüman Liderlerden Tansiyon Düşürme Çağrısı

  • Vrhbosna Başpiskoposu Vinko Puljic ve Bosna Baş Müftüsü Hüseyin Kavazoviç, Saraybosna’daki Başpiskoposluk Konutu binasında gerçekleşen görüşmede, yerel ve uluslararası yetkilileri diyaloga girmeye ve ülkede kimsenin yararına olmayan gerilimi azaltmaya çağırdı.
  • Bosna Hersek’teki iki dini lider, samimi ve açık bir görüşmede, Katolik Kilisesi ile İslam Cemaati arasındaki ilişkileri son derece iyi olarak belirledikleri ve gelecekte de böyle kalacaklarına dair umutlarını dile getirdiler. Siyasi ve güvenlik açısından karmaşık olarak nitelendirdikleri ve sonucu tahmin edilemeyen tehlikeli bir yönde daha da karmaşıklaşan ülkedeki mevcut duruma da değindiler.
  • İkili, yerli ve uluslararası yetkilileri diyaloga girmeye ve yakın zamanda savaştan çıkan ve tüm inanç ve etnik kökenlerden Bosna Hersek’ten ülkede kimseye fayda sağlamayan gerilimleri azaltmaya çağırdı. Özellikle, eşit haklara sahip bir toplum yaratma sürecinde, kışkırtıcı söylemlerin durdurulması ve herkes arasında saygı ve uzlaşma ortamı yaratılması ve her insanın haklarına saygı gösterilmesi, kimliğine saygı gösterilmesi gerektiğini vurguladılar. Siyasiler dahil olmak üzere herhangi bir diyaloğun her zaman memnuniyetle karşılandığını ve birikmiş sorunların demokratik koşullarda çözülmesinin arzu edildiğini belirttiler.

 

Kaynak: N1

Tarih: 15.10.2021

Bosna Hersek Savcılığı Milorad Dodik’e Dava Açıyor

  • Bosna Hersek Savcılığı, ayrılıkçı açıklamalarıyla gündeme gelen Bosnalı Sırp lider Milorad Dodik aleyhinde dava dosyası hazırlandığını ve bunun için bir savcının görevlendirildiği duyurdu. Son dönemde ayrılıkçı açıklamalarının dozunu artıran Dodik, Sırp Cumhuriyeti’nde yeni bir anayasal düzene geçileceğini ve Sırpların Bosna Hersek ordusundan ve devlet kurumlarından çekileceğini açıklamıştı.
  • Savcılığın duyurusu Bosna Hersek medyasında “Dodik aleyhindeki dava dosyasının politikacının Bosna Hersek’in toprak bütünlüğü ve en üst düzey kurumlarını hedef alan açıklamaları nedeniyle hazırlandığı” şeklinde yer aldı.
  • Dodik, Eski Yüksek Temsilci Valentin Inzko tarafından geçirilen soykırımı inkar yasasını “Bosna Hersek’in tabutuna çakılan son çivi” olarak tanımlamış, Sırpların devlet kurumları ve parlamentonun çalışmasını engelleme inisiyatifini de başlatan isim olmuştu.

 

Kaynak: Balkan News

Tarih: 18.10.2021

Alija İzetbegovic, Vefatının 18. Yılında kabri başında anıldı

  • Bağımsız Bosna Hersek’in ilk Cumhurbaşkanı Alija İzetbegoviç’in vefatının 18.yılında Saraybosna’daki Kovaçi Şehitliği’nde bulunan kabri başında gerçekleştirilen törenle anıldı.
  • İzetbegoviç’in vefat yıl dönümünde gerçekleştirilen törene, Bosna Hersek Devlet Başkanlığı Konseyi Başkanı Zeljko Komsic, Konseyin Boşnak Üyesi Sefik Dzaferovic ile Bosna Hersek Halklar Meclisi Başkanı ve Demokratik Eylem Partisi (SDA) Genel Başkanı Bakir İzetbegoviç ile çok sayıda vatandaş katıldı.
  • Dzaferovic, yaptığı konuşmada, İzetbegoviç’e Bosna Hersek’in bağımsızlığı için yaptıklarından dolayı her zaman minnettar kalacaklarını belirterek, “En zor zamanlarında Bosna Hersek’in yanındaydı. Alija İzetbegoviç’i her zaman hatırlayacağız” ifadelerini kullandı.
  • Bağımsız Bosna Hersek’in ilk cumhurbaşkanı olan İzetbegovic, sağlık sorunları nedeniyle görevinden 2000 yılında ayrılmıştı.

Kaynak: Anadolu Ajansı

Tarih: 19.10.2021

Avrupa Komisyonu: “Bosna Hersek kilit reformları uygulayamadı”

  • Avrupa Komisyonu yıllık raporunda, Bosna Hersek’in üyelik yolunda kaydettiği ilerlemesine yer verildi. Raporda Bosna Hersek makamlarının her düzeydeki Avrupa entegrasyonu stratejik hedefine olan bağlılığının “siyasi liderler bölücü söylemler ve yapıcı olmayan siyasi anlaşmazlıklara girmeye devam etmeleri nedeniyle somut eyleme dönüştürülmediği” ifade edildi.
  • Komisyon raporu, Bosna Hersek’in komisyon ülkeyi aday statüsü için tavsiye etmeyi düşünmeden önce 14 temel önceliği yerine getirmeye yönelik kritik bir reform kitlesini gerçekleştirmesi gerektiğini söylüyor. Aynı zamanda raporda “Siyasi ortam, raporlama döneminde kutuplaşmaya devam etti” denerek Bosna Hersek’teki Sırp Cumhuriyeti tarafındaki siyasi liderlikten reformları geri alma ve devlet düzeyindeki kurumları engellemeye yönelik tekrarlayan çağrılar olduğu ifadelerine yer veriliyor.
  • Bosna Hersek’in ayrıca yaygın yolsuzlukla mücadelede ilerleme kaydetmediği, yasal ve kurumsal çerçevelerin yetersiz kaldığı, organize suçla mücadelede de geride kalındığı ve Europol ile işbirliği için temas noktasının henüz faaliyete geçilmediği belirtildi.

Kaynak: N1

Tarih: 19.10.2021

Dzaferovic: “Dayton olmazsa entiteler yok olur”

  • Bosna Hersek Cumhurbaşkanlığı Üyesi Şefik Dzaferoviç, mevcut krizin Bosna Hersek’in Dayton Anlaşması’ndan bu yana yaşadığı en tehlikeli kriz olduğunu söyledi. Dzaferovic, açık tehditlerin var olduğu ve Bosna Hersek’in kurumlarını yok etmek için bazı somut adımlar atıldığı, bunun da Bosna Hersek’in egemenliğini ciddi şekilde ihlal ettiği ve ülkenin toprak bütünlüğünü açıkça tehdit ettiği görüşünde.
  • Dzaferovic, “Hepimiz bunun geriye giden güçlerin nihai hedefine doğru sadece bir adım olduğunu biliyoruz ve bu Bosna Hersek’in bölünmesidir. Bunda asla başarılı olamayacaklar. Bosna Hersek’e çok daha zor koşullarda saldırdılar ve niyetlerinde başarısız oldular. Günümüz insanının tarihten bir şeyler öğrenmesi gerekiyor. Tarihten bir ders, Bosna Hersek’e kim saldırdıysa, egemenliğinin ve bütünlüğünün Lahey’de ve tarihin çöplüğünde sona erdiğidir. Mevcut saldırganların sonu bu şekilde olacak” ifadelerini kullandı.
  • Dayton Anlaşması’nın Bosna Hersek’in ayrılmaz bir parçası olduğunu ve hem sivil hem de askeri açıdan uygulamada yükümlülükleri olduğunu ifade eden Dzaferovic, Milorad Dodik’in eylemlerinin Bosna Hersek’deki durumun istikrarsızlaşmasına, Dayton Anlaşmasını devirmeye götürdüğünü belirtti.

Kaynak: Sarajevo Times

Tarih: 20.10.2021

 

BH içinde ‘mali’ boşanma en büyük hamle

  • Anlaşmadan çekildiğini ve BH Silahlı Kuvvetleri, Yüksek Yargı ve Savcılar Kurulu ile İstihbarat ve Güvenlik Teşkilatı’nın oluşturulmasına ilişkin verilen rızaları duyuruyor. Ancak, dolaylı vergilerin toplanması alanındaki yetkilerin nihai olarak geri dönüşü, en büyük siyasi hamle gibi görünüyor.
  • Srpska’nın 2005 yılına kadar bağımsız olarak dolaylı vergiler topladığını ve ardından bu yetkiyi BH kurumlarına devrettiğini hatırlatırız.
  • Ancak Anayasa o kısımda hiç değiştirilmedi ve bu ona bir şans veriyor.

 

Kaynak: RTRS

Tarih: 20.10.2021

 

Cubriloviç: BH’deki Sırpların hak ve çıkarları diğer ulusların zararına değil

  • Sırp Cumhuriyeti Ulusal Meclis Başkanı Nedeljko Cubriloviç, 30 yıl önce olduğu gibi bugün de BH’deki Sırp halkının, BH’deki diğer halkların hak ve çıkarlarından hiçbir şekilde üstün olmayan ve kendilerine zarar vermeyen hak ve çıkarlarını savunması gerektiğini söyledi.
  • Sırp Cumhuriyeti Ulusal Meclisinin 30 yıllık gelişimi, Sırp halkının ve onun seçilmiş temsilcilerinin hiçbir zaman rahat olmadığının kanıtıdır. Parlamentonun gelişim yolu zor, ancak sıktı.
  • 24 Ekim 1991’de BH’deki Sırp Halk Meclisi olarak kuruldu ve Sırp milletvekillerinin 14 Ekim’de o zamanki SR BH Meclisi’nde yeniden seçilmesinden sonra ilan edildi.
  • gün de bugün de bizi sonuna kadar duymayacakların, bırakın anlamak bir yana, yapıları da hemen hemen aynıdır. O zaman ve bugün, BH’deki diğer halkların hak ve çıkarlarından daha büyük olmayan ve onların zararına da olmayan haklarımızı ve çıkarlarımızı savunmak zorunda kaldık – diye vurguladı Cubriloviç.

 

Kaynak: RTRS

Tarih:20.10.2021

Hırvatistan

Bosna Hersek-Hırvatistan Sınırındaki Göçmenler Kışı Çadırlarda Karşılıyor

  • Bosna Hersek’in Hırvatistan sınırı yakınındaki Velika Kladuşa şehrinde derme çatma çadırlarda kalan yüzlerce düzensiz göçmen kışı zor koşullarda karşılayacak.
  • Geceleri hava sıcaklığının 0 dereceye kadar düştüğü bölgede, çoğu Afganistan’dan 300 civarında göçmen eşleri ve çocukları ile ağır koşullarda yaşam mücadelesi veriyor.
  • Ülkelerine dönmek istemeyen ve Batı Avrupa ülkelerine gitmek isteyen göçmenler, AB ülkesi Hırvatistan’a yakın bir bölgede olduğu için derme çatma bu çadır kampta kalmayı tercih ediyor.

 

Kaynak: Balkan News

Tarih: 14.10.2021

 

Hırvatistan, Azerbaycan’la İlişkilerini Geliştirmeyi Hedefliyor

  • Azerbaycan’a resmi bir ziyaret gerçekleştiren Hırvatistan Dışişleri Bakanı Gordan Grlic Radman, stratejik ortak olarak gördükleri Azerbaycan’la ilişkilerini güçlendirmek istediklerini ifade etti.
  • Gordan Grlic Radman, dün Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile gerçekleştirdiği görüşmenin ardından bugün Azerbaycan Dışişleri Bakanı Ceyhun Bayramov ile bir araya geldi.
  • Görüşmede Bayramov, Azerbaycan’ın işgalden kurtarılan topraklarında mayın temizliği için Hırvatistan’dan cihaz satın aldığını ve iki ülkenin bu alanda iş birliği yapmaya devam edeceğini söyledi. Bayramov, Hırvat şirketlerinin Karabağ’ın yeniden inşasına yönelik projelerle de ilgilendiklerini ve bazı şirketlerin Azerbaycan’ın ilgili kurumlarına tekliflerini ilettiklerini haber verdi.

 

Kaynak: Balkan News

Tarih: 20.10.2021

Sırbistan

 

Sırp Patriği Porfiry Sırp Cumhuriyeti’nin başkentini ziyaret etti

  • Dua olmadan, kişinin kendi varoluşunun acil sorunlarını çözmesi imkansızdır. Bu, Sırp Patriği Porfiry tarafından 20 Ekim’de Banja Luka’da Sırp Cumhuriyeti’nin inanan halkına hitaben ifade edildi.
  • “Buraya Tanrı’nın bize akıl vermesi için dua etmeye geldik… Dua olmadan, varlığımızın acil sorunlarını çözmeyi bırakın, bir santim bile büyümek imkansızdır. Sürekli dua etmek – Mesih ve havarilerin mektuplarında aradıkları şey budur ”dedi.
  • Bunun Patrik Porfiry’nin Banja Luka’ya ilk ziyareti olduğunu hatırlatalım. 23 Ekim’de Sırp Ortodoks Kilisesi başkanı, Banja Luki Piskoposu Ephraim ile birlikte Prijedor kasabası yakınlarındaki Milosevac manastırında bir ayin yapacak. Avusturya-Türk savaşında tamamen yıkılan manastır, şimdi restore edildi.

 

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 20.10.2021

 

Peskov: Putin ile Vucic arasındaki görüşmenin tarihi ve yeri şimdiden belirlendi

  • Rusya ve Sırbistan Cumhurbaşkanları Vladimir Putin ve Alexander Vucic’in görüşme tarihi ve yeri şimdiden belirlendi. Bu, Rusya Devlet Başkanı Dmitry Peskov’un basın sekreteri tarafından belirtildi.
  • Peskov’a göre Kremlin, Sırp liderin yönetimiyle birlikte yaklaşan toplantı hakkında derhal tam bilgi verecek.
  • “Henüz hazır değilken zamanında bilgilendireceğiz. Peskov, RIA Novosti’nin bir sorusuna ve Putin ile Vucic arasındaki görüşmelerin tarihini yanıtladı.
  • Vuciç’in daha önce 25 Kasım’da Rusya Devlet Başkanı ile Sırbistan’a sağlanan gazdaki indirimin uzatılmasını görüşmek niyetinde olduğu görüşmelerde bulunabileceğini duyurduğunu hatırlatacağız.

 

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 20.10.2021

Dış Aktörler

 

Merkel, Batı Balkanlar’da Önemli Bir Başarı Elde Etmeden Gidiyor

  • Yakın zamanda Avrupa Birliği-Batı Balkanlar zirvesine ev sahipliği yapan Slovenya’nın Kranj şehri yakınlarındaki Brdo Kalesi’nde, yakında emekli olacak olan Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in umduğu gibi ortak bir bölgesel pazar oluşturmaya yönelik önemli adımlar üzerinde anlaşma sağlanamadı.
  • Merkel, Almanya ve Avrupa diplomasisi aracılığıyla, kimlik kartıyla yolcuların seyahat özgürlüğü, ülkeye giriş, üçüncü ülke vatandaşlarının seyahat ve ikamet serbestisi ile ilgili dört anlaşmaya ilişkin müzakereleri zirvede sonuçlandırmak için bir anlaşmaya varmaya çalıştı. Buna Doktorlar, diş hekimleri ve mimarlar için çalışma izinlerinin yanı sıra üniversite diplomalarının tanınması dahildi. Bunların hiçbiri gerçekleşmedi.
  • Almanya Şansölyesi’nin internet sitesinde, Berlin Süreci’nde ilerleme kaydedilmesi gereken altı alan şöyle sıralanıyor; Uzlaşma ve karşılıklı anlayışın inşa edilmesi, ortak bir ekonomik pazar yaratılması, sınır ötesi projelerin kısıtlama olmaksızın açılması, öğrenci ve genç değişimi, bilim alanında iş birliği ve Avarupa Birliği’ne yaklaşma reformları.

 

Kaynak: Balkan News

Tarih: 20.10.2021

 

AB Komisyonu: Sırbistan, Yeni Fasılların Açılması İçin Kriterleri Karşıladı

  • Avrupa Birliği (AB) Komisyonu Komşuluk ve Genişlemeden Sorumlu Üyesi Oliver Varhelyi, Sırbistan’ın katılım müzakerelerinde iki “fasıl kümesini” açmak için kriterleri karşıladığını duyurdu.
  • Varhelyi, Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesinde genişleme paketi ve ülke raporları hakkında yaptığı sunumda Batı Balkanların Avrupa’nın parçası olduğunu belirtti ve “AB, Batı Balkanlar olmadan tamamlanmış değil” ifadesini kullandı.
  • Bölgedeki 6 ülkenin üyelik sürecinin olumlu seyrettiğini dile getiren Varhelyi, hukukun üstünlüğü, ifade ve basın özgürlüğü, yolsuzlukla mücadele gibi alanlarda ise hala yol alınması gerektiğinin altını çizdi.

 

Kaynak: T24

Tarih: 20.10.2021

 

Batı Balkan Ülkelerinde Kovid-19’a Karşı Aşılama Oranları Düşük Seyrediyor

  • Batı Balkan ülkeleri Bosna Hersek, Arnavutluk, Kuzey Makedonya, Kosova ve Sırbistan’da yeni tip koronavirüse (Kovid-19) karşı aşılama oranı yüzde 50’nin altında seyrederken, Hırvatistan ve Karadağ bu oranın üzerine çıkmayı başardı.
  • Salgının başında aşı tedarikinde oldukça yavaş ilerleyen Bosna Hersek’te nüfusun yüzde 15’i Kovid-19’a karşı aşılanırken, 508 bin kişiye çift doz aşı uygulanan Bosna Hersek Balkanlar’da aşılamada en düşük orana sahip.
  • Arnavutluk’ta da 1 milyon 836 bin doz aşı yapılırken, 857 bin 201 kişiye çift doz aşının uygulandığı ülkede nüfusun yüzde 30’unun aşılandığı bildirildi. Aşılama oranının düşük olduğu 2 milyon nüfuslu Kuzey Makedonya’da da 1 milyon 563 bin doz aşı yapılırken, 763 bin 31 kişiye çift doz aşı uygulandı. Kosova’da da nüfusun yüzde 37’si aşılanırken, 1 milyon 800 bin nüfuslu ülkede 1 milyon 507 bin doz aşı yapıldı. 665 bin 265 kişiye ise çift doz aşı uygulandığı açıklandı. Sırbistan’da da vaka sayısı 1 milyon 62 bine yükselirken, can kaybı da 9 bin 214 oldu. Aynı zamanda Avrupa Birliği (AB) üyesi olan Hırvatistan’da nüfusun yüzde 55’inin aşılandığı bildirildi.

 

Kaynak: AA

Tarih: 20.10.2021

TUİÇ Balkan Stajyerleri: Şamil Orhan, Aybüke Beyza Koçak ve Hatice Deniz Hızal

 

 

 

Haftanın Öne Çıkanları

0

ARAP BAHARI’NIN ARDINDAN DEMOKRASİ VERİLERİ

Kuzey Afrika’da demokrasi protestolarının domino etkisi yarattığı Arap Baharı’nın üstünden on yıl geçti. Ancak bölgedeki her ülke demokratik açıdan aynı yolu kat edemedi. The Economist Intelligence Unit, Arap Baharı’nın ardından bölgede yaşanan demokratik ilerlemeye dair araştırmayı paylaştı.

Araştırmaya göre Tunus, 2020 yılının endeksine göre 10 üzerinden 6,58 puan aldı. Böylece 2010 yılından bu yana 90 sıra yükselerek dünyanın en demokratik 54. ülkesi konumuna erişti. Ancak ülkenin parlamentosu temmuz ayında Cumhurbaşkanı Kays Said tarafından yaşanan bir hükümet krizi sebebiyle askıya alındı. Bu da demokratik sistemin kırılganlığına işaret ediyor.

Arap Baharı’nın ardından 2012 ve 2015 yıllarında iki hükümet değişikliği yaşayan Yemen’de ise kaos hakim. Yemen, dünyanın en az demokratik ülkeleri arasında 11 sıra geriledi ve son 10 arasına girdi. Libya’da da durum benzer. Ülke, 10 üzerinden 1,95’lik demokrasi puanıyla Yemen ile aynı sırayı paylaşıyor.

2011 ve 2013’te devrilen hükümetlerin ardından büyük krizler yaşayan Mısır, 2,93’lük puanla demokrasi yolunda gerileyen ülkeler arasında. Suriye’de hükümet değişikliğine direnen Beşar Esad rejimi zamanla diktatörlüğe evrilerek ülkeyi iç savaşa soktu. Böylece Suriye, bugün dünyanın en az demokratik beş ülkesinden biri oldu.

Cezayir ve Fas ise doğrudan hükümet değişikliği yaşamamasına rağmen demokrasi endeksinde olumlu ilerledi. Cezayir geçen on yıl içinde 10 sıra yükselerek 3,77 puana ulaştı. Fas ise 20 sıra yükseldi ve 5 puan ile dünyanın en demokratik 96. ülkesi oldu.

Kaynak: Statista

Hazırlayan: Gizem GÜVEN – TUİÇ Akademi İçerik Editörü