Home Blog Page 36

Türkiye’de ve Dünyada LGBT Haklarına Yönelik Uluslararası Örgütlerin Çalışmaları

Özet

Günümüzde farklılıklar hala bir ayrımcılık, dışlanma nedeni olabilmektedir. Bu ayrımcılıktan payını alan en büyük gruplardan biri belki de LGBT bireyleridir. LGBT terimi bazı cinsel yönelimleri tek çatı altında toplamaktadır. Bunlar sırasıyla Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Transseksüeldir. Bu yönelimler ortaya yeni çıkmamıştır, binlerce yıldır bizimledir. Cinsel yönelimler dünyanın bazı yerlerinde suç dahi sayılabilmektedir. Bu çalışmada öncelikle LGBT nedir ile başlayacağız. LGBT’nin tarihine inecek, ülkelere göre haklarını inceleyeceğiz. Daha sonra Lgbt bireylerinin ne gibi zorluklar yaşadığını Türkiye özelinde örneklerle göreceğiz. Dünyada ve Türkiye’deki LGBT haklarını korumak için çalışan Uluslararası Örgütlerden Uluslararası Af Örgütü, Outright Action İnternational, Uluslararası Lezbiyen ve Gey Birliği (ILGA), Birleşmiş Milletler ve Avrupa birliğini tanıyacak, yayınladıkları raporlardan ve verdikleri tavsiyelerden bahsedecek, başarılarını anlatacağız. Sonuç kısmında çalışmayı özetleyecek ve kişisel tavsiyelere yer vereceğiz.

Anahtar Kelimeler; LGBT, Cinsel yönelim, Aktivizm, Eşcinsellik, Transseksüellik, Onur Haftası.

Abstract

Today differences still a reason of discrimination, exclusion. Perhaps one of the biggest groups that have their share of this discrimination is LGBT individuals. The term LGBT gathers some sexual orientations under one roof. These are Lesbian, Gay, Bisexual, and Transgender, respectively. These orientations is’nt new, they with us since thousands years. Sexual orientations can be a crime some countries part of world. Firstly we start with study what is the LGBT We investigate history of LGBT and see their rights in different countries. Later, we will see what kind of difficulties LGBT individuals experience with examples in Turkey. We will get to know Amnesty International, Outright Action International, International Lesbian and Gay Union (ILGA), the United Nations and the European Union, which are among the International Organizations working to protect LGBT rights in the world and in Turkey, we will talk about the reports they have published and the recommendations they have given, and we will explain their successes. In the iast part we will summariaze the study and give personal advices. 

Key Words: LGBT, Sexual Orientation, Aktivism, Homosexually, Transsexuality, Pride Week.

1. LGBT

 LGBT terimi bazı cinsel yönelimleri tek çatı altında toplar. Bunlar sırasıyla Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Transseksüeldir. LGBT tarihinin elimizdeki bilgilere dayanarak Hitit, Sümer ve Eski Mısır’a kadar uzandığını söyleyebiliriz. Bazı uzmanlar M.Ö 1400’lü yıllarda Hititlilerde iki erkek arasındaki evliliğe izin verildiği iddia eder. Ayrıca Hipokrat yazılarında, M.Ö 400’lü yıllarda kadınsı özellikler gösteren ve iktidarsızlıklarının at binme davranışıyla bağdaştırdığı “Enaree” adını verdiği kişilerden bahsetmiştir (Cunliffe, 2001). Ortaya çıktığı ilk dönemlerde kötü bir şey olarak algılanmadığını görüyoruz. Eşcinselliğin kötülük ile anılmasını Tek tanrılı dinlerin ortaya çıkmasıyla başladığı söylenebilir (Taplı, 2017). Kutsal kitaplar eşcinselliği kesin bir dille reddetmiş ve ölüm cezasına kadar giden cezalar vermiştir. Örneğin; Kuran-ı Kerim’de helak edilmeleriyle geçen Lut kavminin eşcinsellik nedeniyle yok edildiğine dair bazı ibareler bulunmaktadır (Nil, 2013). 19. yüzyıla baktığımızda eşcinsellik artık psikolojik bir hastalık olarak görülmeye başlanmıştır. Eşcinsel bireyler “dönüşüm terapisi” adı altında tıp etiğine uymayan bilim dışı elektroşok, lobotomi, kimyasal hadım gibi uygulamalara maruz kalmışlardır. ABD’de 1970 yılında bir hastalık olarak görülmekten çıkmıştır. Dünya Sağlık Örgütü ise 1990 yılında bu kararı almıştır. Günümüzde geçmişe göre daha iyi yaşantılara sahip olsalar da LGBT bireylerinin sayısı tam olarak bilinmemektedir çünkü bireyler çoğunlukla dışlanmaktan ve şiddetten çekinerek topluma katılamazlar. LGBT bireyleri her birey gibi bazı haklara sahip olmak ister. Bunlar evlilik, cinsiyet değiştirme özgürlüğü, ayrımcılığa uğramama gibi isteklerdir. Bu haklar her coğrafyada değişkenlik gösterir. Kimi ülkeler bu hakları tanırken kimi ülkelerde LGBT bireyi olmanın cezası ölüm, sürgün, hapis olabilir. Günümüzde LGBT bireylerine bu hakları tam anlamıyla sağlayan 17 ülke vardır. Bunlar Arjantin, Belçika, Birleşik Krallık, Brezilya, Danimarka, Fransa, Kanada, İspanya, İsveç, İzlanda, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, Güney Afrika, Uruguay ve Yeni Zelanda’dır. Türkiye gibi birçok ülkede ise eşcinsellik yasaldır, cinsiyet değiştirme operasyonları yapılır fakat evlilik hakkı gibi haklara sahip değillerdir. Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Suudi Arabistan, Yemen, Bangladeş, Afganistan gibi ülkelerde ise bireyler idam ve hapis cezası ile karşılaşır. Dünyanın birçok yerinde LGBT bireyler bugün bile ifşa edilmekten, saldırıya uğramaktan ve hatta öldürülmekten korkuyor. LGBT Aktivistleri de tehlike altında bulunuyor çünkü hükumetler onları korumuyor. Örneğin Bangladeş’te LGBT aktivistleri, silahlı gruplar tarafından saldırıya uğradı. Tunus’ta bir LGBT Aktivisti yaptığı şikâyetin polis tarafından işleme alınmamasından ötürü polis merkezinin önünde bağırdığı gerekçesiyle 6 ay hapse mahkûm edildi (Amdouni, 2020). Türkiye’de de LGBT Aktivisti Hande Kader ve daha niceleri nefret cinayetine kurban gitmiştir. Günümüzde insan hakları bilincinin artmasıyla ve büyük örgütlerin LGBT hakkında çalışmalar yapmasıyla farkındalık artıyor ve dünya bireyleri kabullenmeye başlıyor. Yapılan bir araştırmalar dünya genelinde LGBT bireylerin toplumlarda kabul görme eğilimi arttığını gösteriyor. Değişkenlik göstermekle birlikte Türkiye’de ki oranın %25 olduğu düşünülüyor (DW, 2020). Bu farkındalık ile birlikte yaşanan iyi gelişmeler de mevcut örneğin: Sudan eşcinsellere uyguladığı cezaları kaldırdı, Hindistan ve Mozambik eşcinselliği suç olmaktan çıkardı. Yani gelecekte dünyanın birçok yerinde LGBT bireyleri haklarına sahip olacak diyebiliriz.

2. Türkiye’de LGBT Bireyi olmak

LGBT bireyi olmanın dünyanın birçok yerinde kolay olmadığını söyleyebiliriz, bu ülkelerden biri de Türkiye’dir. Türkiye’de LGBT bireyi olmak yasak değildir. Haklar açısından evlilik, çocuk evlat edinme gibi haklara sahip değillerdir ama cinsiyet değiştirme hakkı tanınmıştır. Toplumun bir kesime bakışını siyasilerin davranışları mutlaka etkiliyor ve ne yazık ki Türkiye de LGBT bireylerine karşı Siyasetçilerin yaygın bir nefret söylemi bulunuyor. Uluslararası Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans ve İnterseks Birliği’nin (ILGA) Avrupa teşkilatı Türkiye de siyasetçilerin LGBT ye karşı nefret söylemlerinin arttığını belgelemiştir (ILGA, 2021). Siyasetçiler açısından durum böyle olunca halkın gösterdiği tepki de artıyor çünkü yaptıklarının yanlış olduğunu düşünmüyorlar. LGBT haklarını savunmak için çalışmalar yapan Uluslararası Af Örgütünün (Amnesity International) 52 sayfalık LGBT bireylerinin yaşadıkları zorluklarla ilgili yayınladığı raporda bireyler yaşadıkları detaylıca anlatmıştır. Öncelikle LGBT bireylerinin en büyük sorunlarından biri olan kolluk kuvveti şiddeti Türkiye’de rutin yaşanan bir durum haline gelmiştir. Bireyler sebepsiz para cezaları aldıklarını ve sayıları ödenemeyecek kadar arttığı için haciz kadar gittiğini belirtmiştir. Şiddet gördüklerinde veya tehdit edildiklerinde şikâyet etmek için gittikleri mercilerin onları önemsemediği ve şikayetlerini kayıt altına almadığı belirtilmiştir. Bireylerin yaşadığı zorluklardan biri de iş bulma zorluğudur. Birçok işyeri LGBT bireylerini kimliklerinden ötürü reddetmektedir. Devlet Memurları Kanunu’nun 125. Maddesinde “yüz kızartıcı ve utanç verici hareketlerde bulunmayı” yasaklayan düzenlemenin LGBT bireylerini işten çıkarmak için kullanıldığı görülmüştür. Yapılan birçok araştırmaya göre bireyler işe alım sürecinde kimliklerini saklıyor ve rol yapıyor, açık olduklarında ise çok büyük bir oranda işe alınmıyorlar. Yine bireyler için zor olan alanlardan biri Askerlik. Bireyler yaşayacakları tacizlerden ve tehditlerden çekindikleri için askerlik yapmak istemiyor. Türkiye de askerlik her erkek birey için zorunludur ama eşcinsel olduğunuzu kanıtlarsanız muaf olabiliyorsunuz. Bu kanıtlama süreci gurur kırıcı ve özel hayatın gizliliğini ihlal eder şekilde gerçekleşiyor bireyler yetkililerin kendilerinden cinsel ilişki sırasında çekilmiş fotoğraf bile istendiğini söylüyor. Günümüzde bu şartların değiştiği görülse de geçmişte bunun gibi birçok şeyin yaşandığı biliniyor. Ev bulmada da problem yaşayan bireyler genellikle kimliklerini gizli tuttuklarını yoksa ev bulamadıklarını kimliklerini açıkladıklarında ise çevrede yaşayanlar tarafından o bölgede istenmediklerini, kovulduklarını ve tehdit edildiklerini belirtmişlerdir (Uluslararası Af örgütü, 2011). LGBT bireyleri böyle zorluklar yaşarken tabii ki onların haklarını savunan Aktivistler, dernekler de baskıya uğramaktadır. Dernekler çoğunlukla “genel ahlaka uymadığı” gerekçesiyle dava ediliyor ve kapatılmaya çalışılıyor. Aktivistler gözaltına alınıyor, tehdit ediliyor. Bunları yapanlara yeterli ceza verilmediği için eylemlerini sürdürüyorlar. LGBT bireylerine karşı işlenen suçları cinsel yönelimlerinden ötürü işlendiği için nefret suçu olarak nitelendiririz. Nefret suçlarını bireylerin aileleri, komşuları ya da hiç tanımadıkları kişiler işleyebilmektedir. Bu suçlara “haksız tahrik” indirimi veya iyi hal indirimi uygulandığı için cezaları azaltılmaktadır bu nedenle LGBT bireylerinin çoğunlukla şikâyette bile bulunmadıkları ortaya çıkmıştır. Medyada yankı bulan 2016 yılında yakılarak öldürülen Hande Kader cinayeti sonrasında “Trans Cinayetleri Politiktir” sloganı kullanılmaya başlanmış, siyasi partiler tepki göstermeye başlamıştır. Boğaziçi Üniversitesi LGBT topluluğu Hande Kader adına burs vermeye başlamıştır (Arslan & Rengin, 2016). LGBT bireyleri arasında toplumsal baskı nedeniyle intihar oranı çok yüksektir. 2015 yılında yaşadığı baskılara dayanamayıp intihar eden Trans kadın Eylül Cansın intihar etmeden önce çektiği videoda “Yapamadım çünkü insanlar bana izin vermedi. Çalışamadım, bir şeyler yapmak istedim yapamadım. Bana çok engel oldular, beni çok mağdur ettiler” diyerek kendinin ve tüm LGBT bireylerin yaşadığı zorlukları dile getirmiştir. Eylül Cansının intiharının ardından İstanbul LGBTİ Derneği, “Eylül Cansın” adına bir trans misafirhanesi açtılar. Görüldüğü üzere bireyler ya nefret suçuna kurban gidiyor ya intihara sürükleniyor. Kimliklerini gizlemeden, rol yapmadan var olabilmeleri Türkiye’de hiç kolay olmuyor. 

3. Onur Yürüyüşleri (Pride week)

1969 yılında ABD de baskı görmekten ve ayrımcılığa uğramaktan bıkmış özgür bir şekilde eğlenmelerine bile izin vermeyen polise karşı ayaklanmaya karar veren LGBT bireylerinin attığı adımlar bugün ki Onur yürüyüşlerinin temelini oluşturur. Stonewall ayaklanmaları olarak bildiğimiz olay New York da yer alan Stonewall Inn adındaki bir bara 28 Haziran 1969’da yapılan bir polis baskını sırasında artık bu baskınlara dayanamayan bireylerin karşı koymasıyla başlayan, ülke ve dünya genelinde ses getiren bir direniş eylemidir (Olaycan, 2019). Dünyanın her yerinde olduğu gibi ABD’de de 1960 lı yıllarda da LGBT bireyi olmak çok büyük bir sorun teşkil ediyordu. Psikolojik bir hastalık olarak görüldüğü için sosyalleşmeleri, çalışmalarına izin verilmiyordu. Bireyler her alanda ayrımcılığa uğruyor, dışlanıyor, sosyalleşmelerine bile izin verilmiyordu. Gidebildikleri birkaç bar ise sürekli polis baskınına uğruyordu. Yine bu barlardan biri olan Stonewall Inn a yapılan rutin polis baskını sırasında artık bu baskıya dayanamayan bireyler polise karşı çıktı. Kontrol edilemeyen olaylar günlerce devam etti ve birçok kişi yaralandı, çok sayıda kişi gözaltına alındı. LGBT bireyleri ilk kez tepki göstermiş oldu (Ayı, 2021). Çıkan ayaklanmalar bugün ki onur yürüyüşlerinin temelini oluşturdu. Birçok büyük gazete bu olayları haber yaptı ve dikkat çekti. İlk onur yürüyüşü Stonewall Ayaklanmalarının ilk yıl dönümünde 28 Haziran 1970 tarihinde çok sayıda kişinin katılımıyla yapıldı. New York, San Francisco ve Los Angeles’ta eş zamanlı olarak düzenlendi. Her sene katılan kişi sayısı giderek çoğaldı ve bu sayede direniş dünyaya yayılmış oldu. Stonewall Inn 2007 yılında restore edilerek yeniden hizmete girdi ve 2016 yılında o dönemin ABD Başkanı Barack Obama tarafından ulusal anıt statüsüne alındı. Yürüyüşlerde sıkça kullanılan ve LGBT nin simgesi haline gelen Gökkuşağı bayrağı ise 1978 yılında aktivist Gilbert Baker tarafından tasarlandı. Bayrağın her bir renginin LGBT hareketinin bir özelliğinin temsil ettiğini söylemiştir (Demirbilek, 2017). Günümüzde Onur yürüyüşleri her yıl dünyanın birçok yerinde gerçekleştiriliyor. Türkiye’de Onur yürüyüşlerinin temeli 1993 yılına dayansa da başlangıcı 2003 yılında olmuştur. Yıllar içinde katılan kişi sayısı bir hayli artmış özellikle 2011 yılında Balkan coğrafyasında düzenlenen en kalabalık yürüyüş olmuştur. 2013 yılında Gezi Parkı olaylarının da patlak vermesiyle on binlerce kişinin katılımıyla gerçekleşmiştir. Günümüzde yöneticiler tarafından yasaklandığı için göstericiler sert tepkilere maruz kalsa da yürüyüşler birçok kişinin katılımıyla devam etmektedir. Uluslararası Af Örgütü ve İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu yasağa tepki göstermiştir.

4. LGBT Haklarına Yönelik Çalışmalar Yapan Uluslararası Örgütler

Dünyanın birçok yerinde LGBT haklarına dikkat çekmek için çalışan ulusal ve uluslararası örgütler bulunur. Gelişen teknoloji ve globalleşen dünya da artık birçok şey sosyal medya üzerinden yapılabiliyor ve buna protestolar da dahil oluyor. Bu uluslararası örgütler sosyal medya üzerinden kamuoyunu harekete geçirebiliyor, belki de hiç haberimizin olamayacağı olayları gözler önüne seriyor. Baskı kurarak önemli kişileri ve kurumları harekete geçirebiliyor, kararları değiştirebiliyor. Özellikle de destekçisi az olan bir konu olduğu için çok büyük önem arz ediyor. Bu örgütlerden biri olan Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International) 1961’de Peter Benenson tarafından kuruldu. Uluslararası Af Örgütünün amacı dünyanın her yerinde ki insanların haklarına ulaşabilmesi ve bu hakların korunmasıdır. Örgüt sadece LGBT haklarına odaklanmıyor, kadın hakları, insan hakları, iklim değişikliği gibi alanlarda da çalışmalar yapıyor. Uluslararası Af Örgütü LGBT ye verdikleri destek ile ilgili Cinsel yönelimi ne olursa olsun herkesin eşit olduğunu ve LGBT haklarının korunması gerektiğini söylüyor. Uluslararası Af Örgütü’nün yürüttüğü çalışmalar sayesinde Tayvan 2019’da eşcinsel evlilikleri yasallaştıran ilk Asya ülkesi oldu. İstanbul Valiliğine de Onur Yürüyüşlerinin engellenmemesi için çağrıda bulunmuştur. LGBT Hakları alanında çalışan bir başka örgüt ise 1990 yılında kurulan OutRight Action International’dır. Birleşmiş Milletler’de danışmanlık statüsüne sahip olan kuruluş cinsel yönelimleri yüzünden zorluk yaşayan bireylere destek oluyor (Outright Action İnternational) Kuruluş, Türkiye’deki LGBT bireylerinin yaşadıkları ile ilgili 2014 yılında bir rapor hazırlamış ve raporun sonunda yetkililere tavsiyelerde bulunmuştur. Raporda; LGBT bireylerine karşı işlenen suçlarda artış görülüğü belirtilmiştir. Türk Ceza Kanunda tahrik altında işlenen suçların cezasının azaltılması maddesinin LGBT bireylerine karşı işlenen nefret suçlarında kullanıldığını belirtmiştir (TCK, Madde 29). “Gençlik ve Ekoloji” adlı bir derneğin tüzüğünde LGBT hakları üzerine çalışılacak ibaresi bulunduğu için yasaya aykırı olduğu iddiası ile kapatıldığından bahsedilmiştir. Raporun sonunda “cinsel yönelim” ve “cinsiyet kimliği” terimlerini anayasaya dahil edilmesini, cinsellik için okullarda eğitim verilmesini, eşcinselliğin ve transseksüelliğin hastalık olarak nitelendirilmemesini, nefret suçlarında haksız tahrik uygulanmamasını talep etmişlerdir (Outright Action International, 2013). Ayrıca örgüt Türkiye’deki LGBT bireylerine yapılan ayrımcılığın temelinde devlet yönetiminde bulunan kişilerin kullandıkları “nefret dili” olduğunu düşünüyor. Bir başka LGBT hakları savunucusu örgüt ise 1978’de kurulan Uluslararası Lezbiyen ve Gey Birliği (ILGA) (International Lesbian and Gay Association)’dir. ILGA ise diğer örgütler gibi bireylerin Cinsel yönelimlerinden ötürü yaşadıkları ayrımcılıkları ortaya çıkarma amacıyla çalışan bir kuruluştur. Bu örgütlerin hepsi medyayı harekete geçirme, siyasilere baskı kurma, protestolar düzenleme ve haksızlıkları belgeme gibi aynı yöntemleri kullanır. Örneğin ILGA, İnsan hakları savunuculuğu için bir el kitabı yayınlamıştır (Carroll, 2010). Raporlarında nefret söylemlerinin Avrupa genelinde arttığını, Onur yürüyüşlerinin engellendiğini belirtmiştir. Ayrıca Türkiye’nin LGBT bireylerinin yaşaması açısından en kötü ikinci ülke olduğunu dile getirmiştir (ILGA, 2018). Bu örgütler dışında asıl alanı LGBT bireyleri olmayıp dolaylı yoldan bu konuda çalışmalar yapan büyük örgütler de vardır. Örneğin Birleşmiş Milletler; LGBT Bireylerinin haklarını uluslararası ortamda gözetmek için Bağımsız Uzman görevlendirdi. Bu Bağımsız Uzmanın görevi LGBT bireylerinin yaşadığı zorlukları raporlamaktır (Ausserer, 2019). Bu raporların biri Cinsel yönelim ve şiddete karşı bireyleri koruma amacıyla hazırlanan, Bağımsız Uzman Vitit Muntarbhorn’un yazdığıdır. Uzman, raporda; LGBT haklarını savunan derneklere ve aktivistlere yapılan suçlamaların iptal edilmesini, bu kişilerin tehditlere ve şiddete karşı korunması, LGBT bireylerinin haklarının korunması için çalışan örgütlere destek verilmesi ve önündeki engellerin kaldırılması, bu derneklere kaynak talep edebilme imkânı sunulması gibi konularda tavsiyeler vermiştir (Muntarbhorn, 2017). Yine Birleşmiş Milletlerin Uluslararası İnsan Hakları Hukukunda Cinsel Yönelim, Cinsiyet Kimliği ve Cinsiyet Özellikleri adıyla yayınladığı bir raporda LGBT bireylerinin şiddetten korunması, bireylere yapılan yanlış tıbbi müdahalelerin önlenmesi, eşcinsel ilişkileri yasaklayan kanunların iptal edilmesi, cinsel yönelime dayalı ayrımcılıkların engellenmesi, bireylerin ifade ve örgütlenme özgürlüğünün kısıtlanmaması talep edilmiştir. Devletlerin bu bireylerin haklarını korumada yükümlü olduğu belirtilmiştir. Ayrıca; Birleşmiş Milletler Türkiyede LGBT bireylerini hedef alan nefret söylemlerini kınamıştır (BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği, 2020). Avrupa Birliği ise Macaristan ve Polonya’da hükumetin LGBT haklarını hiçe sayarak çıkardığı yasalara karşı yasal işlem başlatmıştır. Ayrıca Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans ve İnterseks Kişilerin Tüm İnsan Haklarını Kullanabilmelerinin Desteklenmesi ve Korunmasına Dair Kılavuz adlı bir çalışma yayınlamıştır. Çalışmada genel olarak Avrupa Birliğinin LGBT bireylerine yapılan ayrımcılık ve kötü davranışlardan endişe duyduğu dile getirilmiştir ve LGBT bireylerine karşı işlenen suçlara karşı mücadeleye destek olduklarını belirtmiştir. Uluslararası örgütler LGBT bireylerinin hakları için çok değerli bir mücadele veriyor ve bir şeyleri değiştirmeye çalışıyor.

Sonuç

Cinsel yönelimleri yüzünden ayrıştırılan LGBT bireyleri günümüzde hala birçok toplum tarafından kabul görmemektedir. Kutsal kitapların onları lanetlemesiyle başlayan nefret kimi ülkelerde artarken kimi ülkelerde azalmıştır. Ayrımcılık, şiddet, tehdit ve taciz günlük hayatlarının bir parçası haline gelmiştir. Bu muameleler sadece onlara değil onları savunan aktivistlere ve derneklere de yapılmaktadır. Birçok ülkede hala eşcinselliğin cezası varken bazı ülkelerde evlenme, evlat edinme gibi haklara sahiplerdir. Yani her ülkede aynı şartlarda yaşamamaktadırlar. LGBT bireylerine karşı işlenen suçlarda türlü bahanelerle yapılan ceza indirimleri kişileri yeni suçlara teşvik etmektedir. Bireyler güvenle yaşamak, korunmak ve dışlanmamak istememektedirler. Günümüzde konuları LGBT hakları olmasa da bu duruma göz yummayan Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, ILGA gibi birçok örgüt bulunmaktadır Sosyal medyayı kullanarak protestolar ile kamuoyunu harekete geçirip bu konuya dikkat çekiyorlar. Uluslararası örgütlerin aktif çabasıyla durum biraz daha iyiye gitse de alınması gereken çok yol var. Her örgüt bu konuda ortak çalışma yürütmeli, güçlerini birleştirip daha büyük adımlar atmalıdır. Özellikle Siyasetçiler nefret söylemlerini acilen terk etmeli, devam edenlere yaptırım uygulanmalıdır. Nefret suçlarında ceza indirimi yapılmamalı yeni suçlar teşvik edilmemelidir. LGBT bireylerinin intiharlarının önlenmesi için ailelere ve bireylere psikolojik destek sunulmalı, iş alanı açılmalı bu bireyler toplumdan soyutlanmamalıdır. Protesto etme hakkı çiğnenmemeli Onur yürüyüşlerine uygulanan yasak kalkmalıdır. 

Perihan Ünal

Uluslararası Örgütler Staj Programı

Kaynakça

Avrupa Birliği Konseyi. (2013). LGBT kişilerin tüm insan haklarını kullanabilmelerinin desteklenmesi ve korunmasına ilişkin kılavuz. Erişim Adresi: https://kaosgldernegi.org/images/library/2013ab-lgbti-kilavuzu.pdf 

Avrupa Konseyi. (2011). Avrupa’da cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğine dayalı ayrımcılık. Erişim Adresi: https://rm.coe.int/avrupa-da-cinsel-yonelim-ve-cinsiyet-kimligine-dayal-ayr-mc-l-k-rapord/16807ba838

BBC. (2021). LGBT+: ILGA-Avrupa’ya göre, Türkiye dahil birçok ülkede “homofobik ve transfobik söylem” artıyor. https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-56082337 (1 Eylül 2021).

Carrol, A. (2010). Hayata geçirelim: Etkili bir LGBT insan hakları savunuculuğu için altı adım. Savunuculuk el kitabı. ILGA. Belçika. 

Demirkan, T. (2021). AB Macaristan ve Polonya hakkında yasal işlem başlattı: Lgbt hakları ihlal edildi. BBC. Erişim Adresi: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-57841220

Kaplıca, K. (2019). LGBTİ+ haklarının tarihsel seyri. Doğruluk Payı. Erişim Adresi: https://www.dogrulukpayi.com/bulten/dunyada-ve-turkiye-de-lgbti-haklari

KAOS GL. (2011). Lgbt hakları insan haklarıdır. Erişim Adresi: https://kaosgldernegi.org/images/library/2011lgbt-haklari-insan-haklaridir-saglik.pdf

Nil, M. Ş. (2013). Tarihten günümüze eşcinsellik: Tek tanrılı dinler ve eşcinsellik. (Yüksel, Ş). (Yetkin, N) (E.D) Bilgilendirme Dosyası 10: Eşcinsellik. 7-12. 63. Erişim Adresi: https://www.cetad.org.tr/CetadData/Books/52/bilgilendirme-dosyasi-10-escinselllik.pdf

Taplı, E. (2017). Eşcinselliğin kısa bir tarihçesi. Hipokampüs Akademi. Erişim Adresi: https://hipokampusakademi.com/escinselligin-kisa-bir-tarihcesi/

Uchoa, P. (2019). Homofobi, bifobi ve transfobi karşıtlığı günü: Homofobi psikolojik bir rahatsızlık mı?. BBC. Erişim Adresi: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-48310012

Uluslararası Af Örgütü. (2011). ‘Ne hastalık ne de bir suç’: Türkiye’de lezbiyen, gey, biseksüel ve trans bireyler eşitlik istiyor. Erişim Adresi: https://www.amnesty.org.tr/public/uploads/files/Rapor/TURKEY%20’NOT%20AN%20ILLNESS%20NOR%20A%20CRIME’%20LESBIAN%2C%20GAY%2C%20BISEXUAL%20AND%20TRANSGENDER%20PEOPLE%20IN%20TURKEY%20DEMAND%20EQUALITY.pdf

Baskı Grupları ve Lobicilik: ABD ve Türkiye Üzerine Bir İnceleme

Özet

Baskı grupları ve lobicilik kavramları, demokrasi kültürünün geliştiği ülkelerde yaygın hale gelmiş en önemli kavramlardandır. Çoğu zaman, her iki kavram aynı anlamda kullanılmasına rağmen, aralarında farklılıklar bulunmaktadır. Her ikisi de tanım itibariyle, belirli amaçlar doğrultusunda yasama ve yürütme organları üzerinde baskı kurarak, siyasi elitleri etkilemek amacıyla yapılan faaliyetler olarak ifade edilir. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda büyük bir zafer kazanan Amerika Birleşik Devletleri (ABD), dünya siyasetinde önemli bir konuma gelmiştir. Birçok ülke, ABD’de lobicilik faaliyetlerine başlamasına rağmen, Türkiye ulusal ve uluslararası meseleler nedeniyle bu sürece dahil olmakta geç kalmıştır. Çalışmada bu kapsamda ABD ve Türkiye’de bulunan baskı grupları ve lobicilik faaliyetleri incelenmiş ve Türkiye’nin lobicilik alanındaki eksikleri tartışılmıştır. 

Anahtar Kelimeler: Türkiye, ABD, Lobicilik, Baskı Grupları, TÜSİAD.

Abstract

The concept of pressure groups and lobbying is the most essential perception widespread in countries where democracy has developed. Most of the time, both of the ideas are used with almost the same meaning, but there are differences between them. Both, by definition, are activities to influence the political elite by putting pressure on the legislative and executive bodies for specific purposes. After the Second World War, the United States of America (USA) gained an important role in world politics. Although many countries started lobbying activities in the USA, Turkey was late involved in this process due to national and international issues. This study examined pressure groups and lobbying activities in the USA and Turkey. Also, Turkey’s deficiencies in lobbying activities were discussed. 

Keywords: Turkey, USA, Lobbying, Pressure Groups, TÜSİAD.

Giriş

Lobi faaliyetleri ve baskı grupları, bir devletin iç ve dış siyasetini, siyasetçilerini, bakanlarını hatta başkanlarını etkileyebilecek güce sahiplerdir. Özellikle Amerikan siyasetinde yoğun şekilde görebileceğimiz lobi faaliyetleri, üzerine bol sayıda araştırma yapılan ve yapılmaya devam edilen bir konudur. Lobiciliğin bu kadar çok araştırmaya konu olmasında ve önemli bir nitelik taşımasında kuşkusuz siyaseti etkileyebilmesindeki başarı yatmaktadır. Baskı grupları ve lobicilik birbirine karıştırılabilecek kavramlardır. Hem lobiciliğin önemini kavramak hem de baskı grupları ile arasındaki farkı anlamak için birçok çalışma yapılmıştır. Bu araştırmanın amacı ise yapılan bu çalışmaların yardımı ile başlangıç olarak lobicilik ve baskı grupları arasındaki farkı belirterek lobiciliğin tarihine değinmek, sonrasında ise lobiciliğin ABD’de ve Türkiye’de nasıl bir önemi olduğunu anlamaktır. Bu çalışma esnasında, bahsedildiği gibi, lobicilik ile ilgili yapılan araştırmalardan yola çıkılarak öncelikle okuyucuya lobicilik ve baskı grupları kavramları tanımlanacaktır. Ardından ABD’deki lobiciliğin önemi ve ABD siyasetinde etkili olan etnik lobilere değinilecektir. Sonrasında ise Türkiye’deki baskı grupları ve lobi faaliyetleri ile bunların hangi sebeplerden dolayı ABD’deki gibi gelişemediğine değinilecektir. Sonuç bölümünde ise ABD ve Türkiye üzerine yapılan değerlendirmeler ışığında lobiciliğin Türkiye ve ABD’deki potansiyel konumu analiz edilecektir.

1. Baskı Grupları

Toplum içerisinde bir grup insanın kendi çıkarları doğrultusunda siyaseti, siyasetçileri ve yöneticileri etkilemek veya baskılamak amacıyla kurdukları gruplara baskı grubu denmektedir. Bakıldığı zaman baskı gruplarının yaptığı faaliyetlere lobicilik demek de yanlış olmayacaktır. Baskı gruplarının literatürdeki tanımına baktığımızda: 

“Bir toplum içinde, birtakım insanlar aralarında ortaklaşa menfaatler olduğunu hissedip, bunun şuuruna ererler ve kamu görevlileri üzerine etki yaparak amaçlarını gerçekleştirmek için teşkilatlı bir biçimde çalışırlarsa bir baskı grubu meydana getirmiş olurlar” (Aybay, 2011).

Baskı gruplarının amaçları dini, etnik ve ekonomik de olabilmektedir (Aybay, 2011). Özet olarak, baskı grupları bir grup aynı amaca sahip insanın bir araya gelerek yöneticiler üzerinde kendi amaçları doğrultusunda baskı kurmaya, onların politikalarını etkilemeye çalışmasıdır. Bu süreçte baskı grupları yöneticilerin veya siyasetçilerin kararlarını etkileyebilmek adına lobicilik faaliyetleri de gerçekleştirmektelerdir.

2. Lobicilik

Lobiciliği en temel şekliyle, bir ülkenin siyasetini, siyasetçilerini, yöneticilerini veya başkanını çıkarlar doğrultusunda etkilemeye çalışmak olarak tanımlamak mümkündür. Lobiciliğin tanımı olarak literatüre baktığımız zaman da benzer bir tanımla karşılaşmaktayız:

“Kendi namına (lehine) hareket eden bir vatandaştan (bireyden) başka biri tarafından devlet yönetimine ait karar vericiye/vericilere yönelmiş, onun/onların kararlarını etkileme amacıyla bir mesajın tahriki, teşviki ve iletilmesidir” (Kaya, 1990).

Burada verilen tanımda lobicilik faaliyetlerini gerçekleştiren “kişi” olarak geçmektedir ancak lobicilik faaliyetleri baskı grupları ve bazı kuruluşlar tarafından da gerçekleştirilmektedir. Başka bir deyişle lobicilik faaliyeti bir grubun veya kişinin kendi çıkarları doğrultusunda (etnik gruplar da olabilir) bir ülkedeki siyaseti etkileme çabasıdır. Lobicilik faaliyetlerine verilebilecek en iyi örneklerden biri de ABD’deki Yahudi lobisidir.

Bu araştırmanın amacı doğrultusunda lobicilik tarihine de kısaca değinilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda lobicilik tarihine bakıldığında, ABD’nin lobicilik tarihinin merkezde olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu kavram 1960’lı yıllardan itibaren yoğun şekilde kullanılmaya başlanmıştır (Babaoğlu, 2016). “Lobi” kavramının ortaya çıkması, 1870’lerde ABD Başkanı Grant’ın kaldığı otel lobisinde belirli kişiler tarafından etkilenmeye çalışılması ile olmuştur (Babaoğlu, 2016). 1960’lı yıllardan 2000’lere gelindikçe lobicilik faaliyetleri doğrultusunda harcanan para miktarı artmıştır (Babaoğlu, 2016). Harcanan paraların artmasını lobicilik faaliyetlerinin ve lobiciliğin etkisinin de artması olarak yorumlamak yanlış olmayacaktır.

ABD’de lobicilik faaliyetlerinin büyük çoğunluğu yabancılar tarafından gerçekleştirilmektedir (Aslan, 2009). Bu yabancı lobilerin en güçlüleri olarak da Yunan lobisi ve İsrail lobisini örnek vermek mümkündür (Aslan, 2009). ABD’de lobiciliğin organize edilmesi adına birçok düzenleme yapılmıştır. Yapılan bu düzenlemeler lobiciliğin önünü tıkamak amacıyla yapılmamaktadır: 

“Lobi faaliyetlerinin düzenlenip denetlenmesindeki amaç, faaliyetlerine sansür koymak değil hem kamusal çıkarları korumak hem de bu tür grupların faaliyetlerinin daha açık yürütülmesi ve denetim altında tutulmasını sağlamaktır” (Aslan, 2009).

Bu doğrultuda çıkarılan kanunlardan birine örnek olarak, 1946 yılında yürürlüğe konan Ulusal Lobiciliği Düzenleme Kanunu verilebilir (Aslan, 2009). Günümüzdeki lobicilik faaliyetleri ise Washington D.C.’de 120 binden fazla lobici ve 8 binden fazla şirket tarafından yürütülmektedir (Yılmaz, 2020). Kısaca lobiciliğin tarihine bakıldığı zaman, lobiciliğin ABD’de ortaya çıkan ve yukarıda tanımlandığı üzere siyasetçileri veya başkanları etkilemek üzere yapılan faaliyetlerden oluştuğu söylenebilir.

3. ABD’de Lobicilik

Bir önceki bölümde de belirtildiği üzere, lobicilik ABD’de ortaya çıkan ve günümüz siyasetini de etkilemeye devam eden bir faaliyettir. Amerika’da özellikle etnik lobilerin (Ermeni lobisi, Yahudi lobisi…) etkisinin büyük olduğunu görmek mümkündür. 

“Amerika’da faaliyette olan milletlerin lobicilik faaliyetlerine baktığımızda Amerikan siyasi sistemini daha fazla etkilemiş olduklarını görüyoruz” (Yılmaz, 2020).

ABD’deki lobicilik faaliyetlerinin daha iyi anlaşılabilmesi adına etnik grupların yaptığı lobicilik faaliyetlerine daha detaylı bir şekilde değinmek gerekmektedir. 

ABD’de Ermeni lobisinin aktif bir şekilde çalıştığı görülmektedir. Bunun sebeplerine bakıldığında: Ermenilerin Amerikan toplumu ile kaynaşmış olmaları, Yunan lobisinden destek almaları, kamuoyunu etkileyecek faaliyetlerde bulunmaları, seçim kampanyalarına müdahale etmeleri gibi sebepler örnek olarak verilebilir (An, 2013). ABD’deki Ermeni lobilerinin asıl amacı sözde soykırıma yönelik bir yasa kabul ettirmektir. 

“Amerikan Ermeni lobisi 1980’li yılların ilk yarısında hemen her yıl girişimde bulunmasına karşılık Temsilciler Meclisi’nden bir soykırım kararı geçirtmekte başarılı olamamıştır” (Çelikkol, 2015).

Yahudi lobisi de ABD politikasını en çok etkileyen lobilerden biridir. 

“ABD’deki İsrail lobisi, İsrail konusunda aynı şekilde düşünen beyin takımlarını önemli noktalara taşıyabilmekte, akademik camiayı baskı altına tutabilmekte ve ‘anti-Semitizm’i bir silah olarak kullanarak İsrail’in politikalarına ilişkin haklı eleştirilerin önüne geçmektedir” (Şahin, 2010).

Yahudilerin ABD politikasına olan etkisine örnek vermek gerekirse, 1948 tarihinde İsrail devleti kurulduğunda bu devleti ilk tanıyan ülke ABD olmuştur ve dönemin başkanı Truman’a bu kararın bölgedeki Araplarla ilişkileri olumsuz etkileyebileceği söylendiğinde Truman, kendi seçim bölgesinde Arap olmadığını söyleyerek yanıt vermiştir (Oruç, 2014). 

ABD’de faaliyet gösteren en güçlü Yahudi lobisinin, Amerikan-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi (American Israel Public Affairs Committee) (AIPAC) olduğunu söylemek mümkündür (Gönülal, 2017).

“1986 yılında dönemin ABD Dışişleri Bakanı olan Shultz’un, İsrail’e ilişkin bir yasa tasarısı hazırlanırken bizzat AIPAC’dan ne tür bir yardım paketi ve silah istediklerini yazılı olarak bildirmelerini istemesi bu düşünce kuruluşunun karar alma sürecindeki etkisinin görülmesi açısından oldukça önemlidir” (Oruç, 2014).

Yahudi lobisinin faaliyetlerine bakıldığında, lobinin İsrail’in çıkarları doğrultusunda ABD siyasetini ve siyasetçilerini etkileme çabaları olduğunu görmek mümkündür. 

4. Türkiye’de Baskı Grupları ve Lobicilik

4.1. Baskı Grupları

Türkiye’de baskı gruplarının tarihi yakın zamana uzanmamaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nda da baskı grupları var olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki baskı gruplarını Meşrutiyet öncesi ve Meşrutiyet sonrası olmak üzere iki döneme ayırmak mümkündür. Meşrutiyet öncesi, daha dolaylı nitelik baskı gruplarının olduğunu görmekteyiz. Bu gruplara örnek olarak Yeniçeri ocağı ve ilmiye sınıfı verilebilir. Osmanlı’da en başta yaygın olan baskı grupları ise dini niteliktedir. Bunlar, Lonca teşkilatı, Ahiler, Alevilik ve Bektaşiliktir. Bu baskı gruplarının, o dönemde devletin içinde ayrı bir devlet gücünde oldukları birçok tarihçi tarafından dile getirilmektedir. Meşrutiyet sonrasında ise; sosyal temelli baskı grubu olarak faaliyet gösteren akım ve dernekler kurulmuştur. İlk oluşum; Nesli Cedid Kulübü’dür. Bu dernek üyeleri, İttihat ve Terakki’nin karşısında yer almışlar ve adem-i merkeziyetçiliği savunmuşlardır. Bu dönemde, Milliyetçilik ve Türkçülük akımı ile ilgili dernekler de kurulmuştur. Bunların en etkili olanları; Türk Derneği (1908), Türk Yurdu Cemiyeti (1911) ve Türk Ocağı (1911)’dır (Aslan, 2004). Kurtuluş Savaşı döneminde de birçok baskı grubu kurulmuştur. Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti, Muhafaza-i Hukuku Milliye ve Reddi İlhak cemiyetleri en bilinen örneklerdir. Vatan, düşman işgalinden kurtarılıp, Cumhuriyet ilan edildikten sonra da devrimleri halka yaymak amacıyla kurulan Kadro Dergisi, Forum ve Yön dergileri bir baskı grubu işlevi görmüşlerdir (Aslan, 2004). 

Türkiye’de baskı gruplarının tarihini kısaca inceledikten sonra, çalışmanın amacına uyması için günümüzdeki en etkili baskı gruplarını inceleyeceğiz. Bunlar; ekonomik temelli baskı grupları ve dini baskı gruplarıdır. Ekonomik temelli baskı gruplarına; TÜSİAD (Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği), MÜSİAD (Müstakil Sanayici ve İş Adamları Derneği), TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği) örnek verilebilir. 

Sürekli gündem oluşturabilen tek ticari baskı grubu ise TÜSİAD’tır (Ürek ve Doğan, 2011). Bu bağlamda TÜSİAD’ı çalışma içerisinde incelemek faydalı olacaktır. TÜSİAD, Türkiye’nin önde gelen girişimcileri ve iş dünyası yöneticilerinin oluşturduğu, 1971 yılında kurulan gönüllü bir iş dünyası kuruluşudur. Ülke ekonomisinde üretim, kayıtlı istihdam, katma değer, dış ticaret gibi alanlarda önemli bir temsilcidir. Faaliyetleriyle sürdürülebilir kalkınma, rekabetçi piyasa ekonomisi, katılımcı demokrasi anlayışını devam ettirmektedir. Genel Merkezi İstanbul’da bulunmaktadır. Ankara’da temsilciliği ve Washington D.C., Brüksel, Berlin, Londra, Paris’te de uluslararası temsilcilikleri bulunmaktadır. Aynı zamanda Silikon Vadisi, Çin ve Körfez ağları da bulunmaktadır. 1987 yılından beri Avrupa özel sektörünün temsilcisi olarak kabul edilen Avrupa İş Dünyası Konfederasyonu’nun üyesidir (TÜSİAD, 2021).

TÜSİAD’ın faaliyetleri sadece iş dünyasıyla sınırlı kalmamakta, sosyal ve siyasi birçok alanda etkili olmaktadır. Kadın hakları, yeni anayasa çalışmaları, öğrencilere burs verilmesi, bölgesel kalkınma, yabancı ülkelerde “Ermeni Soykırımı” iddialarına karşı yürütülen çalışmalar bunlardan bazılarıdır (Emini, 2013). TÜSİAD’ı sadece bir baskı grubu olarak tanımlamak yanlış olacaktır çünkü lobicilik faaliyetleri de yürütmektedir. Türkiye’deki çalışmalarında daha çok baskı grubu gibi işlev görmesine rağmen, yabancı ülkelerde gerçekleştirdiği faaliyetlerinde lobicilik de gerçekleştirmektedir. Bu duruma örnek olarak TÜSİAD’ın Fransa’da Ermeni soykırımına karşı ve Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB)’ne üyelik sürecinde gösterdiği çalışmalar verilebilir.

Türkiye’de etkili olan diğer baskı grupları da dini temellidir. Bu baskı grupları cemaatler, tarikatlar ve hareketlerdir. Tarikatlar, 9. yüzyıldan itibaren Türkler arasında yayılmaya başlamıştır. 12. yüzyıldan itibaren ise, siyasi bakımdan etkili olan aydınlar, şehzadeler ve padişahların da bu tarikatların içerisine dahil olmaya başlamasıyla, bir baskı grubu haline gelmişlerdir. Günümüzde en yaygın olan tarikatlar; Mevlevilik, Bektaşilik, Kadirilik ve Nakşibendiliktir. Cemaatler ve hareketler ise daha yakın zamanlı oluşumlardır. Bunlar Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle beraber ortaya çıkmışlardır. Süleymancılar ve Menzil Cemaati en bilinen örneklerdir (Ürek ve Doğan, 2011). Tarikatlar ve cemaatler, savundukları değerleri farklı yollarla topluma ulaştırmaya çalışmaktadırlar. Özellikle eğitim ve medya kanallarını kullanarak baskı grubu olma işlevini yerine getirmektedirler. Özel okullar, yurtlar, kuran kursu faaliyetleri, gazete, TV kanalı satın alma, kitap, dergi gibi birçok alanda çalışmaları mevcuttur. Aynı zamanda önemli bir oy potansiyeline de sahiplerdir. Seçim dönemi destekledikleri partiden milletvekili olarak TBMM’de yer almakta, daha çok dini konulardaki vaatleri yerine getirmek için baskı oluşturmaktadırlar.

4.2. Lobicilik Faaliyetleri

Günümüzde lobicilik faaliyetleri sayesinde parlamenter sistemlerdeki demokratik katılımın dolaylı yollardan sağlandığı yönünde meşru ve yaygın bir düşünce hakimdir. Değişen koşullar içinde yabancı çıkarları temsil eden gruplar ve ülkeler de hem dış politik kazanımlar hem de dış politikadaki kazanımları iç politikada kullanmak için lobicilik faaliyetlerini gerçekleştirmektedir (Özsoy, 1999). Lobicilik denildiği zaman akla ilk gelen ülkenin ABD olduğunu yazının başında belirtmiştik. ABD’de lobicilik birçok insan tarafından bilinen ve uygulanan bir şeydir. Türkiye’de ise henüz bilinmeyen ya da “çıkarcı” olarak tanımlanan bir kavramdır (Ürek ve Doğan, 2011).

Küreselleşmeyle beraber, ABD’deki lobicilik faaliyetleri hız kazanmıştır. Kanada, Almanya, Çin, Japonya, Fransa, Meksika ve Arap ülkeleri başta olmak üzere, birçok yabancı ülke ABD’de lobicilik faaliyetlerine başlamıştır. Bu ülkeler Kongre üzerinde, Hükümet üzerinde ve hatta Başkan üzerinde etkili olmak için lobicilik faaliyetlerine yönelmiştir (Özsoy, 1999). Türkiye ise bu faaliyetlere katılmakta geç kalmıştır ve etkili bir lobicilik faaliyeti yürütmekte çok da başarılı değildir.

Türkiye’nin lobicilik tarihini incelediğimizde, bu faaliyetlerin Osmanlı İmparatorluğu döneminde başladığını görmekteyiz. II. Abdülhamit’in Avrupa kamuoyunu Osmanlı lehine döndürmek için bazı çalışmalar gerçekleştirdiği bilinmektedir. Fakat, günümüz anlamıyla lobicilik çalışmaları Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının ardından 1924 yılında Türk Teavün Cemiyeti’nin kurulmasıyla başlamıştır. Böylece, Türkiye Cumhuriyeti’nin lobicilik faaliyetleri ilk olarak ABD’de yürütülmeye başlanmıştır. Türk Teavün Cemiyeti, Birinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’ye göç eden Türkler tarafından New York’ta kurulmuştur. Cemiyetin kuruluş amacı; Ermeni ve Rum lobilerinin Türkiye aleyhine lobi yapmalarını engellemek, kendi aralarında sosyal dayanışmayı güçlendirmek, Anadolu’da yaşayan savaş mağdurlarına yardım edebilmektir. 1923 yılında Türkiye ve Amerika arasında imzalanan Dostluk ve Ticaret Anlaşması’nın yürürlükten kalkması için Rum ve Ermeni lobileri, Lozan’a Hayır kampanyasını başlatmış; bunun üzerine cemiyet, 1924 yılında broşür hazırlayarak ABD Kongre üyelerine dağıtmıştır. Böylece Türkiye’nin bilinen ilk modern lobicilik çalışması gerçekleşmiştir (Yılmaz, 2009). Türk Teavün Cemiyeti’nin neden ve ne zaman kapatıldığı hakkında net bir bilgi mevcut değildir. Ulaşılabilen veriler ışığında, aktif olarak 1937 yılına kadar faaliyetlerini sürdürdükleri bilinmektedir. 

Türk Teavün Cemiyeti’nin etkinliğinin son bulmasıyla, ABD’de Türk Hars Birliği adında bir dernek kurulmuştur. Bu dernek, 1933 yılında, ABD’de Türk kültürünü yaşatmak, din hizmetlerinin yerine getirilmesini ve Türkler arasında dayanışmayı sağlamak amacıyla kurulmuştur. Dernek, Amerika’nın çeşitli yerlerinde Türkler için İslam kabristanlıklarının ayrılmasını sağlamış ve Türk çocuklarının kendi kültürlerinde eğitim ve öğrenim görmeleri amacıyla okullar açmıştır. Dernek, bazı zamanlar kapatılsa da günümüzde çalışmalarına devam etmekte ve lobicilik faaliyetlerini gerçekleştirmektedir (Akın, 2004).

Türkiye yurtdışında lobicilik faaliyetlerini gerçekleştirmekte fakat bu faaliyetler, diğer ülkelerle kıyaslandığında giriş mahiyetinde kalmaktadır. Türkiye’nin Özellikle ABD’de lobicilik faaliyetlerini arttırması çok önemlidir. Türkiye’nin Amerika’daki lobicilik faaliyetleri daha çok Türk-Amerikan dernekleri ve lobi şirketleri sayesinde yürütülmektedir fakat Türk lobileri Yunan, Ermeni ve Yahudi lobileriyle kıyaslandığında bu çaba yeterli değildir. Türkiye, ABD’de aracı lobi şirketlerini de kullanmaktadır. Bu şirketlerin çok da başarılı olduklarını söylemek mümkün değildir (Yılmaz, 2009, s. 3).

Sonuç

Baskı grubu ve lobicilik kavramları üzerine farklı tanımlamalar yapılmasına rağmen, iki kavram hemen hemen aynı anlamda kullanılmaktadır. Türkiye ve ABD üzerine bir inceleme yapıldığında ise, Türkiye’de bu kavramların farklı anlamları barındırdığı anlaşılmaktadır. Türkiye’de her sivil toplum kuruluşu, baskı grubu işlevi görmemektedir. Baskı grubu olarak nitelenen kurumların başında TÜSİAD gelmektedir. TÜSİAD yurtiçinde etkili bir baskı grubudur ve yurtdışında Türkiye lehine lobicilik faaliyetleri de yürütmektedir. ABD’de ise baskı grubu ve lobicilik kavramları hemen hemen aynı anlamda kullanılmaktadır. Bu yüzden bu çalışmada, ABD’de bulunan baskı gruplarına değinilmemiştir. Amerikan siyasetinde etkili olan etnik lobicilik faaliyetlerini, Yahudiler, Ermeniler ve Yunanlılar oluşturmaktadır. Yunan lobisi daha çok Ermenilerle beraber ortak hareket etmekte ve Türkiye aleyhine kararların alınması için çalışmaktadır Yahudi lobisiyse, iş dünyasında alınan kararlarda etkilidir.

Türkiye’de etkin olan baskı grupları daha çok ekonomik temelli baskı grupları ve dini temelli baskı gruplarıdır. Siyasetten ekonomiye hemen her konuda etkili bir baskı grubu işlevi görmektelerdir. Baskı grupları kimi zaman lobicilik faaliyetlerinde bulunsalar da bu durum lobicilik olarak tanımlanmamaktır. Bu durumun nedenlerinden biri, Türkiye’de lobicilik kavramının yanlış anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. 

Türkiye’de lobicilik faaliyetleri Turgut Özal döneminde başlamasına rağmen, diğer ülkelerle kıyaslandığında henüz lobiciliğe giriş niteliğinde kalmaktadır. En büyük eksiklik, “lobicilik” kavramının yanlış anlaşılması ve bu konuda uzman kişilerin olmamasıdır. Türkiye’de lobicilik denildiği zaman daha çok rüşvet, akraba/eş/dost kayırmacılığı, çıkarcı gibi anlamlar ortaya çıkmaktadır. Lobiciliğin gelişebilmesi için ilk adım, bu yanlış anlaşılmaların giderilmesi için çalışmalar yapmaktır.

Yabancı ülkelerde yaşayan Türkler, Türkiye’nin nüfuz gücünü arttırmakta fakat bu koz etkili bir şekilde kullanılmamaktadır. Özellikle ABD’de yaşayan Türkler, ABD vatandaşı olmak istememektedir. Bu durum da birçok sosyal ve siyasal haktan mahrum kalmalarına neden olmaktadır. Aynı zamanda ABD’de kurulmuş birçok Türk derneği olmasına rağmen, aralarında iletişim ve örgütlenme sorunu vardır. Bu konuda Türk siyasetçilerinin, yabancı ülkelerde yaşayan Türklerle etkili bir iletişim sürecine girmeleri ve bu konuda bilgilendirmeleri gerekmektedir.

Türkiye’nin hukuksal yönden en büyük eksikliği, ABD’de olduğu gibi “lobicilik yasası”nın eksikliğidir. Bu yasa, AB ve ABD’de olduğu gibi demokrasiyi teşvik edici ama aynı zamanda da üreticiyi ve tüketiciyi de mağdur etmemelidir. Rüşvet, yolsuzluk, akraba kayırmacılığı, hemşerilik anlayışının önüne ancak bu şekilde geçilebilir. Lobicilik yasası, sadece Türk şirketler ve sivil toplum kuruşları için değil, yabancı ülkelerin Türkiye’deki faaliyetlerini de denetleyebilir olmalıdır.

Berkcan TUNER

Büşra GÖRGÜLÜ

Sivil Toplum Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça

Akın, V. (2004). Amerika’da ilk Türk lobisi: türk teavün cemiyeti (turkish welfare association). Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 20(59), 453–521. 

An, Ö. (2013). Türkiye’nin dış politikasına etkisi bakımından 2015’e doğru Ermeni lobisi. Ermeni Araştırmaları, 45, 177–244. 

Aslan, S. (2009). Siyasal iktidarı etkileme yöntemlerinden biri olarak lobicilik. Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 23, 1–7. 

Aslan, S., & Gül, C. (2004). Geçmişten günümüze Türkiye’de baskı grupları. C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 5(1), 85–100. 

Aybay, R. (2011). Baskı grupları. Journal of Istanbul University Law Faculty, 27(1–4), 271–285.

Babaoğlu, C. (2016). Lobicilik ve kamu yönetiminde katılım. Türk İdare Dergisi, 483, 299–314. 

Çelikkol, O. (2015). Ermeni “soykırımı” iddiaları, amerikan kongresi ve türkiye. Bilge Strateji, 7(13), 17-30.

Emini, F. (2013). Sivil toplum kuruluşlarının politika belirleme sürecindeki rolü: Tüsiad örneği. Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 36, 43–56. 

Gönülal, Ü. A. (2017). Filistin sorununda dönüm noktası: Donald Trump’ın barış sürecine son veren hamlesi ve İsrail lobisinin etkisi. The Turkish Yearbook of International Relations, 48, 99–109. 

Kaya, B. (1990). Tanıtma yöntemi olarak lobicilik. Anatolia: Turizm Araştırmaları Dergisi, 1(3), 24–29. 

Oruç, H. (2014). Abd’nin İsrail-Filistin politikası. 1–9. Erişim Adresi: https://www.researchgate.net/publication/316967531_ABD%27nin_Israil-Filistin_Politikasi 

Özsoy, O. (1999). Türkiye’nin Abd’deki tanıtımında lobi şirketlerinin kullanımı ve Türk lobiciliğinin karşılaştığı zorluklar. Marmara İletişim Dergisi, 10(10), 201–210. 

Şahin, M. (2010). Abd–İsrail ilişkileri: böyle dost düşman başına. Middle Eastern Analysis/Ortadoğu Analiz, 2(21), 39–45. 

TÜSİAD. (2021). Hakkında. Erişim Adresi: https://tusiad.org/tr/tusiad/hakkinda (Erişim Tarihi: 06.08.2021).

Ürek, M., & Doğan, N. (2011). Lobicilik ve baskı grupları: devlet, sivil toplum ve demokrasi. İnkılap Kitabevi.

Yılmaz, T. (2009). Türkiye’nin kullanamadığı stratejik güç; lobicilik. TASAM, 1–7. Erişim Adresi: http://baskanlikreferandumu.siyasaliletisim.org/wp-content/uploads/2009/07/Turkiyeninkullanamadigiguclobicilik.pdf

Yılmaz, T. (2020). Stratejik güç; lobicilik. Kamudiplomasisi.Org, 1–7. Erişim Adresi: http://kamudiplomasisi.org/pdf/lobiciliktulayyilmaz.pdf

Türkiye Gündeminde Bu Hafta: 7-14 Kasım

Türkiye’nin göçmenleri geri gönderdiğine dair Yunanistan’dan suçlamalar

Yunanistan 9 Kasım Salı günü yapılan bir açıklamada Türkiye’yi birbirlerine rakip oldukları sularda “korsan” gibi davranmakla suçladı ve Türk sahil güvenlik görevlilerinin Yunanistan sularına yasadışı yollardan ulaşmaya çalışan bir göçmen teknesini kendi sularına geri göndermeye çalıştığını iddia etti.

Yunan sahil güvenliğinden yapılan açıklamada, 9 Kasım Salı günü erken saatlerde Yunanistan’ın Ege Denizi’ndeki Midilli adası açıklarında Türk gemilerinin bir göçmen teknesine eşlik ettiği belirtildi. Olay yerindeki Yunan sahil güvenlik gemilerinin botun girişini engellediği ve Türk sahil güvenlik botlarının başlangıçta bunu yapmayı reddetmesinin ardından göçmenleri nihayetinde aldığı belirtildi.

Türkiye ise, 10 Kasım Çarşamba günü, Yunanistan’ın, Türk sahil güvenlik botları eşliğinde düzensiz göçmenleri taşıyan bir botun Yunan karasularına girdiği ve Yunan sahil güvenlik unsurlarını taciz ettiği yönündeki iddialarını, durumun böyle olmadığını kanıtlayan görüntüleri yayınlayarak reddetti.

İmamoğlu Glasgow’dan seslendi

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu, Glasgow’da düzenlenen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 26. Taraflar Konferansı (COP26)’nda , C40 Büyük Kentler İklim Liderlik Grubu (C40 Cities) tarafından düzenlenen ‘Race to Zero’ (Sıfır Emisyon) başlıklı panelde konuşmacı olarak yer aldı. Moderatörlüğünü Dünya Yeşil Binalar Konseyi CEO’su Cristina Gamboa’nın yaptığı panelin katılımcıları, İmamoğlu ile birlikte Brezilya Minas Gerais Valisi Romeu Zema ve Dünya Yeşil Bina Konseyi Afrika Bölgesel Ağı Başkanı Elizabeth Chege oldu.

Depreme karşı iş birliği çağrısı

İmamoğlu panelde yaptığı konuşmada, “İstanbul’un depreme dayanıklı hale getirilmesini, sadece İstanbul’un ve Türkiye’nin geleceği açısından değil, tüm kıta açısından hayati kabul ediyoruz. Bu konuda global bir dayanışma ihtiyacı vardır” ifadelerine yer verdi. 

Kanal İstanbul, BM’nin ‘Sürdürülebilir Kalkınma’ amaçlarına karşı

“İstanbul’da, risk altındaki konut stokunun depreme dayanıklı ve çevreyle dost yapılara dönüştürülmesini amaçlıyoruz” diyen İmamoğlu, “Yaratıcı ve girişimci kapasitesiyle İstanbul, her türlü dayanışmanın karşılığını ödeyecek güçtedir. Bu arada önemle altını çizmek isterim ki, İstanbul’a dayatılan Kanal İstanbul projesini, sadece deprem açısından değil, pek çok açıdan kentin güvenliği için en ciddi risk olarak kabul ediyoruz. Bu projenin BM’nin ‘Sürdürülebilir Kalkınma’ amaçları kapsamındaki 17 prensibine birden karşı olduğunu görüyoruz. Finans kuruluşları dahil olmak üzere, dünya ölçeğinde tüm aktörlerle bu konuda dayanışma bekliyoruz” şeklinde konuştu.

Ayrıca Türkiye, Hollanda, Avusturya, Kanada gibi 13 ülke ve Unilever, IKEA, Volvo gibi şirketler, 2040’tan itibaren tüm yeni kamyon ve otobüslerin karbondioksit salınımının sıfıra indirilmesi konusunda uzlaştı.

AB, Türkiye’ye uygulanan Doğu Akdeniz yaptırımlarını 1 yıl uzattı

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki izinsiz sondaj faaliyetlerine yanıt olarak kısıtlayıcı tedbirler çerçevesinin gözden geçirilmesinin ardından Avrupa Birliği Konseyi, 11 Kasım 2021 tarihinde yaptırım rejimini 12 Kasım 2022’ye kadar bir yıl daha uzatan bir karar aldı.

Avrupa Birliği bu yaptırım kararlarına göre, Doğu Akdeniz’deki hidrokarbonlarla ilgili yetkisiz sondaj faaliyetlerinden sorumlu veya bu faaliyetlere dahil olan kişi veya kuruluşlara hedefli kısıtlayıcı tedbirler uygulayabilecek. Bu tür kısıtlayıcı önlemler, borsada işlem gören kişi ve kuruluşlar için varlık dondurma ve borsaya kayıtlı kişiler için AB’ye seyahat yasağı da içeriyor. Ayrıca, AB kişi ve kuruluşlarının listelenenlere fon sağlamaları da yasak.

Avrupa Birliği’nin yaptırım listesinde şu an Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) Yönetim Kurulu Üyesi ve Genel Müdür Yardımcısı Mehmet Ferruh Akalın ile TPAO Arama Daire Başkanlığı Müdür Yardımcısı Ali Coşkun Namoğlu bulunuyor.

Ne olmuştu?

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki arama çalışmaları nedeniyle yaptırım uygulanması kararı ilk olarak 17-18 Ekim 2019’daki Avrupa Birliği Konseyi zirvesinde birliğin Kıbrıs’a tam destek verdiğini göstermek için alınmıştı. Söz konusu yaptırımların iki kişi üzerinde uygulanacağı ise 27 Şubat 2020 tarihinde açıklanmıştı.

Türkiye, göçmen krizini hafifletmek için Belarus’a uçuşları durdurdu

Türkiye, 12 Kasım Cuma günü Suriye, Yemen ve Irak vatandaşlarının Minsk’e uçuşlarını yasakladı.

AB yetkilileri, 12 Kasım Cuma günü Türkiye Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nün Suriyelilerin, Yemenlilerin ve Iraklıların Belarus’a bilet satın almalarına veya Türkiye topraklarından oraya uçakla uçmalarına izin verilmeyeceği yönündeki açıklamasını memnuniyetle karşıladı.

AB yetkilileri, krizi çözmek için en büyük umutlarının Orta Doğu’daki göçmenlerin Belarus’a giden uçuşlarını kaynağında durdurmak olduğunu defalarca dile getirmiş ve diplomatların bunu başarmak için bölgede müzakereler yürüttüklerini söylemişti.

Irak Havayollarının sözcüsü de Belarus’a uçuşları durdurmayı kabul ettiklerini söyledi.

Ne olmuştu?

Orta Doğu’dan gelen binlerce göçmen, sınırdan geçmelerine izin vermeyen Belarus ile AB ülkeleri Polonya ve Litvanya arasındaki sınırdaki ormanda dondurucu koşullarda barınıyor. Bazıları çoktan öldü ve sert kış koşulları yerleştikçe geri kalanların güvenliği için de korkular var.

Avrupa Birliği, Minsk’i AB bloğuna yönelik “hibrit saldırının” bir parçası olarak krizi yaratmakla, Belarus vizelerini Orta Doğu’da dağıtmakla, göçmenleri içeri alıp onları yasadışı yollardan diğer ülkelere geçmeye zorlamakla suçluyor.

Türk Dili Konuşan Ülkeler İş birliği Konseyi’nin (Türk Konseyi) 8. Zirvesi

Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ev sahipliğinde 12 Kasım 2021 tarihinde toplanan Türk Dili Konuşan Ülkeler İş birliği Konseyi (Türk Konseyi) Devlet Başkanları 8. Zirvesi’ndeki 121 maddelik ortak bildirinin ardından sosyal medya hesabından açıklamada bulundu.

Gül, zirveye ilişkin, “Zirve Bildirisi’nde Adalet Bakanlıkları arasında ilişkilerin geliştirilmesi amacımıza yer verilmesini çok değerli buluyoruz. Türk Dünyasını birbirine bağlayan köprüleri, adli işbirliğini de artırarak daha da güçlendireceğiz” ifadelerini kullandı.

Paris Uluslararası Libya Konferansı sonrası açıklamalar

Almanya, Fransa, İtalya, Libya ve Mısır liderlerinin yanı sıra ABD Başkan yardımcısının da yer aldığı 12 Kasım Cuma tarihli Paris’ten yapılan açıklamada devletler, Libya’nın seçim sürecini ve siyasi geçişini bozan herkese karşı yaptırımlar için bastıracaklarını, ancak on yıllık çatışmayı sona erdirmeye yardımcı olacak bir oylamanın nasıl yapılacağı konusunda büyük anlaşmazlıkların devam ettiğini belirtti.

Toplantıda, 24 Aralık’ta yapılması planlanan seçime yönelik destek ve yabancı güçlerin uzaklaştırılmasına yönelik çabalar ele alındı.

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, savaştaki doğu ve batı tarafları arasında kabul edilen bir süreçle doğu güçlerinin 300 yabancı paralı askerini geri çekme taahhüdünün ardından Rusya ve Türkiye’nin de ‘savaşçılarını’ geri çekmesi gerektiğini söyledi.

Rusya ve Türkiye’nin de toplantıya katılmasının istenildiği belirtildi. Kaynaklara göre, Türkiye de Moskova gibi alt düzey temsilciler göndererek katılım sağladı.

Türkiye, yabancı güçlerin bölgeden ayrılmasına ilişkin son açıklamasında dil konusundaki çekincelerini dile getirdi: Libya’da BM tarafından tanınan bir hükümet tarafından davet edilen birliklerin varlığı ile diğer hizipler tarafından ithal edilenler arasındaki fark vurgulandı.

Ankara’daki güvenlik kaynakları, Türk askerlerinin Libya hükümetinin resmi daveti üzerine ülkede bulunması nedeniyle, Rus Wagner paralı asker grubunun aksine Türk kuvvetlerinin yabancı savaşçı olarak sınıflandırılamayacağına defalarca işaret etmişti.

Kaynaklar: Associated Press, Cumhuriyet, Euronews, Reuters, Sözcü

Hazırlayan: Dilara Nesrin BULUT

 

Haftanın Öne Çıkanları

0

SALGIN KISITLAMALARINDA AVRUPA ŞÜPHECİLİĞİ (13.11.2021)

Covid-19 pandemisi birçok ülkede şüpheciliği de beraberinde getirdi. Avrupa ülkeleri, salgın için alınan önlemleri sorguluyor. Yapılan araştırmaya göre Romanya, Bulgaristan ve Hırvatistan Covid-19 önlemlerinin abartıldığını düşünürken İsveç, Portekiz ve İtalya en az şüpheci ülkeler olarak kayda geçti.

Elimizden Kaçıp Giden Dünya

Kitap: Anthony Giddens, Elimizden Kaçıp Giden Dünya, Çeviri: Osman Akınhay, İstanbul, Ocak 2000, Alfa Yayıncılık, 110 s. ISBN: 975-316-326-6

Özet

Bu çalışma, Yapılandırma Kuramı ve modern toplumlar üzerindeki bütünsel fikirleriyle tanınan, sosyoloji alanındaki en önemli isimlerden biri olan Anthony Giddens’in Elimizden Kaçıp Giden Dünya kitabının incelemesidir. Eser, aynı başlıklı BBC Reith Konferanslarının kitaplaştırılmış halidir. Giddens bu konferansların ve kitabın adını Elimizden Kaçıp Giden Dünya koymasının sebebi olarak; bu ifadenin birçoğumuzun hızla değişen bir dünyada yaşamaktan dolayı hissettiği duyguları çok iyi yansıtması olarak aktarmıştır. Eser, küreselleşme sonucu dünya çapında muazzam noktalara varan değişimlere ve bu değişimlerin kontrol edilemez bir aşamaya geldiğine değinmektedir. Fakat yazar geleceğe yönelik umutsuz ve çaresiz değildir, elimizden kaçıp giden dünyayı yerinde tutacak yollar bulabileceğimizi ve bulmamız gerektiğini savunmaktadır. Yazarın hitap ettiği sınırlı bir kitle yoktur. Alana ilgi duyan herkesin anlayacağı şekilde sade bir dil ile küreselleşme sonucu meydana gelen değişimleri ve ortaya çıkan yeni riskleri değerlendirmektedir. Aynı zamanda 20. yüzyılın son Reith Konferansçısı olan Giddens, bu kitabında küreselleşme sonucu yaşanan değişimleri sırasıyla; küreselleşme, risk, gelenek, aile ve demokrasi olmak üzere farklı beş kategoride ele almıştır.

Anahtar Kelimeler: Giddens, Küreselleşme, Değişim, Risk, Küresel.

Anthony Giddens, Elimizden Kaçıp Giden Dünya kitabında, küreselleşmenin etkisi ve yaşanan değişimlerin sonucunda dünyanın elimizden kaçıp gittiğini örneklerle ortaya koymaktadır. Yazarın amacı, yaşanan değişimi örneklerle gözler önüne sermek ve küreselleşmenin yarattığı yeni risklere dikkat çekmektir. Giddens, gelecek konusunda umutsuz ve aciz olmadığımızı tam tersine, elimizden kaçıp giden dünyayı yakalamak için yollar bulabileceğimizi ve bulmamız gerektiğini savunur ve kitap boyunca bu yollar konusunda önerilerde bulunur. Küreselleşme sonucu ortaya çıkan değişimlerin sadece dünya çapındaki olayları etkilemediğini aynı zamanda gündelik yaşamı da derinden etkilediğini iddia eder. Bu nedenle kitapta aile, cinsellik ve gelenek gibi konulara geniş yer verir. Kitabı okuduktan sonra daha da iyi anlaşılacağı üzere Giddens’ın yüksek bir öngörüye sahip olduğu söylenebilir ki bahsettiği çoğu konuda haklı çıkmıştır. Bu sebeplerden ötürü bu Giddens’ın bu eseri de incelenmeye değerdir. 

Giddens’ın bu kitapta temel argümanlarından birisi, bilimsel ilerlemenin istikrar ve düzen getirip getirmediği üzerinedir. Bilim ve teknolojinin daha fazla gelişmesiyle dünyanın daha istikrarlı ve düzenli bir hale geleceğine inanmamaktadır. Ona göre dünya denetimimiz altına girmiyor aksine, giderek daha da fazla denetimimizden çıkmaktadır. Tarihte daha önce karşılaşılmamış riskli koşullarla yüz yüze olduğumuza dikkat çekmektedir. Giddens bu risklerin ve belirsizliklerin istisnasız tüm insanlığı etkileyeceğini savunur. Bu sorunların küreselleşme ile olan ilgisini vurgular. Yazar, küreselleşmenin dünya çapında meydana gelen olayları etkilemesinin yanı sıra gündelik yaşamı da etkilediğinin altını çizer. Kitapta cinsellik, evlilik ve ailenin geniş bir açıdan ele alınarak tartışılmasının nedeni budur. Giddens küreselleşmenin sonucunda yeni risklerle nasıl karşı karşıya kalındığını tartışır.

Yazar hakkında bilgi vermek gerekirse; Anthony Giddens 18 Ocak 1938 yılında Londra’da doğmuştur. Bir katibin oğlu orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak büyümüştür. Ailesinde üniversiteye giden ilk kişidir. Lisans derecesini Hull Üniversitesinden 1959’da almış, daha sonra Londra Ekonomi Okulu’ndan yüksek lisans derecesini almıştır, bunu 1974’te Cambridge Üniversitesi’nden alınan doktora derecesi takip etmiştir. 1961’de toplum psikolojisi öğrettiği Leicester Üniversitesi’nde çalışmaya başlamıştır. 1969’da İktisat Fakültesi’nin bir alt bölümü olacak Toplumsal ve Siyasal Bilimler Komitesi’nin oluşumuna yardım edeceği bir pozisyona atanmıştır. Yapılandırma kuramı ve modern toplumlar üzerindeki bütünsel görüşleriyle tanınmaktadır. Sosyoloji alanındaki en önemli modern bilimcilerden biridir. 29 dilde yayınlanan 34’ten fazla kitabı ile, yılda birden fazla kitap yayınlamış bir yazardır. Sosyoloji (2009), Modernliğin Sonuçları (1994), Tarihsel Materyalizmin Çağdaş Eleştirisi (2009), Sağ ve Solun Ötesinde (2002); yazarın eserlerinden bazılarıdır (Yıldırım 2019). 

Giddens kitabının önsözünde; Elimizden Kaçıp Giden Dünya başlıklı BBC Reith Konferansları’nın sonradan kitaplaştırıldığı aktarılmıştır. Kitaba ve konferansa neden bu ismi verdiğine değinmiştir. Açılış konferansı ile son konferans Londra’da verilirken; risk, gelenek ve aile konulu olanlar Hong Kong, Delhi ve Washington’da kaydedilmiştir (Giddens, 2000). Konferansların büyük tartışmalar yarattığına ve dünyanın dört bir yanında ilgi çektiğine değinilmiştir. Yazar hedef kitlesini oldukça geniş tutmuştur. Kitabın hedef kitlesinin sadece akademik camia olmaması olumlu bir detaydır. Yazarın sade ve gayet anlaşılır bir dil kullanması, eserin herkes tarafından anlaşılabilir olmasını sağlamıştır. Kitapta yer alan bilgiler, okuyan insanların beklentilerini karşılamaktadır. Kendi içinde tutarlı argümanlarını, destekleyici örneklerle savunan Giddens’ı günümüz koşullarında okuduğumuzda hemen hemen her konuda haklı çıktığını görürüz. Öngörü konusunda ciddi anlamda başarılı olan yazar, sadece sorunları ortaya koymayıp onlara bir de kendince çözüm önerileri sunmuştur. Bu ise kitaba dair olumlu en önemli detaylardan biridir. 

Elimizden Kaçıp Giden Dünya hakkında bilgi vermek gerekirse, kitap öncelikle sosyoloji alanında verilmiş bir eserdir. Yazar kitapta genel olarak örneklerle düşüncelerini desteklemiş, olayların tarihsel oluşumlarına da bazı kısımlarda yer vermiş ve yeri geldiğinde düşüncelerini istatistik veriler ile aktarmıştır. Giddens kendi görüşlerini ifade ederken olgu ve olaylar açısından somut örneklere de yer vererek tutarlı bir yaklaşım benimsemiştir. Aynı zamanda Giddens, kitabında olaylara ilişkin durum tespiti yapmış ve küreselleşme sonucu karşılaşılan sorunlara ilişkin çözüm önerilerini sunmuştur. Kitabın bazı yerlerinde objektiflik unsurunun göz ardı edilmesi kitabın olumsuz ve zayıf yönünü oluşturmaktadır. Göze çarpan bir diğer zayıf nokta ise; Giddens’ın sunduğu çözüm önerilerini yeterince detaylandırmamasıdır.

Yazarın etkilendiği sosyal, politik, ekonomik değişkenlerden bahsedecek olursak bu değişkenlerin kitaba yön verdiği eserde açıkça anlaşılmaktadır. Küreselleşme sonucu yaşanan köklü değişimler ve insanların daha önce karşılaşılmayan risklerle yüz yüze olması yazarı etkilemiştir. Giddens modernliğin krizi ve postmodernite tartışmalarının yaşandığı dönemin düşünürüdür. Yaşadığı dönemi eserlerine yansıttığı söylenebilir.

Kitabın bölümlerini tek tek incelemek gerekirse, Küreselleşme başlıklı ilk bölümde yazar küreselleşmenin tek bir süreç olmadığını, karmaşık süreçlerin bir araya geldiği bir olgular kümesi olduğunu, ayrıca çelişkili veya birbirine zıt etkenlerin devreye girdiği bir proses olduğunu savunmuştur. Giddens, sonucu iyi veya kötü yönde olsun, hiç kimsenin tam anlamadığı ama etkisini hepimiz üzerinde hissettiren bir küresel düzene doğru sürüklendiğimizi belirtmiştir. Küreselleşmeye olan bakış açıları ile farklılaşan iki tarafı birbirinden ayırıp; bir tarafı “şüpheciler” olarak diğer tarafı ise “radikaller” olarak kategorize etmiştir. Şüphecilere göre küreselleşmenin sağladığı faydalar ve getirdiği olumsuzluklara rağmen, dünya büyük ölçüde eskisi gibi dönmektedir. Küreselleşmenin şüphecilere göre önceki dönemlerde var olan ekonomiden özellikle farklı bir şey olmadığını aktarmış yazar. Şüphecilerin ekonomik alışverişin küresel çapta yapılmadığını, yakın bölgeler arasında gerçekleştiğini savunduklarını belirtmiştir. Bu görüşün tam karşısında olan radikallere göre ise; küreselleşme tamamen gerçektir ve sonuçları istisnasız her yerde hissedilir. Yazar bu iki görüş arasından radikalleri haklı bulmaktadır. Ne var ki yazar bu iki tarafı da sadece ekonomik bir bakış açısına sahip oldukları için eleştirmektedir. Zira yazara göre küreselleşme sadece ekonomik boyutu ile ele alınmamalıdır. Giddens, küreselleşmenin ekonomik olduğu kadar siyasal, teknolojik ve kültürel boyutlarda bir olgu olduğunun üzerinde ısrarla durmuştur. 

Bu bölümde yazar temel argümanlarından birini sunmuştur. Bu da küreselleşmenin sadece bireylerden uzak olan şeyleri değil, aynı zamanda yaşamlarımızın kişisel ve mahrem yönlerini de etkilediğidir. Giddens, bu iddiasını desteklemek için geleneksel aile yapısının değiştiğini, daha önce karşılaşılmayan risklerle karşılaşıldığını ve kadınların hak talep etmeleri sonucu geleneksel aile yapısının köklü bir değişimden geçtiğini vurgulamaktadır. Yazar ayrıca küreselleşmenin tarafsız bir şekilde ilerlemediğini kabul etmektedir. Avrupa’nın ve Kuzey Amerika’nın dışında yaşayanlar için küreselleşmenin rahatsız edici derecede Batılılaştırma olarak görüldüğünü aktarmaktadır. Giddens, Amerika’nın sahip olduğu kültürel, ekonomik ve askeri konumdan dolayı bu Batılılaşmaya “Amerikalılaştırma” da diyebileceğimizden bahsetmektedir. Küreselleşmenin eşitsizlik yarattığı ve beraberinde riskler getirdiğini de belirtmekte fakat “ters yönlü sömürgeleştirme” eğiliminden de bahsetmektedir. Ters yönlü sömürgeleştirme; Batı olmayan ülkelerin Batı’daki gelişmeleri etkilemesi demektir. Yazar ters sömürgeleştirme olarak bahsettiği Batı dışı ülkelerin, batıyı etkilediği argümanını savunmaktadır. Yazar bu kavramı, Hindistan’ın küresel yönelimli bir teknoloji ile küresel sistemde ön plana çıkması ve Los Angeles’in Latinleşmesi kanıtları ile desteklemektedir. Yazar bu değişikliklerin evrensel kozmopolit bir toplum yarattığını ve bu toplumun dış çizgilerinin bulanık olduğunu iddia etmektedir. Yaşanan değişimlerin karışıklık yarattığını, anarşik ve gelişigüzel bir süreç halinde devam ettiğini aktarmaktadır. Bu bölümün sonunda Giddens, “Kendimizi bu güçlere yeniden empoze edebilir miyiz?”, sorusuna cevap arar ve sonuç olarak edebileceğimize inandığını belirtmektedir. Yaşanılanların acizlik veya kişisel başarısızlıkların bir göstergesi olmadığını; kurumların yeteneksizliğini yansıttığını savunmaktadır. Giddens, sahip olduğumuz kurumları yeniden düzenlemek ya da yenilerini yaratmak zorunda olduğumuzu belirtmektedir. 

Risk başlığı altındaki ikinci bölümde Giddens riski; gelecekteki olasılıklar düşünülerek etkin biçimde değerlendirilen tehlikeler olarak kavramsallaştırmaktadır. Yaşanan küresel ısınmayı, artan hortum ve kasırga felaketlerini riskle ilişkilendirmiş ve küresel endüstriyel gelişmenin sonucunda yeryüzünün birçok alışkanlığına zarar vermiş olabileceğimizi aktarmaktadır. Giddens riskin olumlu ve olumsuz etkilerinin modern sanayi toplumunun ilk günlerinden beri kendisini gösterdiğini söylemektedir. Giddens’a göre küresel bir çağda yaşamak çok çeşitli yeni risk durumlarıyla boğuşmak demektir. Riskin, değişime eğilimli bir toplumun harekete geçirici dinamiği olduğunu savunmaktadır. Yazar, doğanın doğa olmaktan çıktığını ve yaşanan teknolojik ilerlemenin aynı zamanda doğaya zarar verdiğini düşünmektedir. Çernobil kazasını ve asit yağmurlarını buna örnek olarak vermektedir. Giddens bu noktada kendince bir çözüm sunmaktadır. Teknolojik değişimleri ülke ve dünya çapında izleyecek kurumlardan yoksun olduğumuzu belirtmektedir. Teknolojik değişimler ve onların tartışmalı sonuçları hakkında kamusal bir diyalog zemini yaratılmasının önemine değinmektedir. Giddens, bilim ve teknoloji ile ilgilenecek daha fazla kamusal araç olmasının, bu sürecin daha zararlı sonuçlarının bir kısmını azaltmamızı sağlayabileceğine inanmaktadır.

Geleneklerin ele alındığı üçüncü bölümde yazar; geleneksel olduğunu sandığımız şeylerin önemli bir kısmının aslında son birkaç yüzyılın hatta daha yakın zamanların eseri olduğunu savunmaktadır. Gelenek fikrinin kendisinin de modernliğin bir yaratıcısı olduğuna değinmektedir. Geleneklerin bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde her zaman iktidarla iç içe geçtiğini belirtmektedir. Geleneklerin zaman içinde evrim geçirdiğini ve ani değişimlerin veya köklü dönüşümlerin de mümkün olduğunu savunan Giddens’a göre; gelenekler icat edilmektedir. Giddens bu bölümde hiçbir kutsalın olmadığı bir dünyada yaşayabilir miyiz sorusuna hayır cevabını vermektedir. Geleneklerin gerekli olduğunu, uğruna ölünecek bir şeyimiz olmazsa hiçbirimizin gözünde yaşamın anlamının kalmayacağını belirtmektedir.

Aile kavramını ele aldığı dördüncü kısımda Giddens, kişisel ve duygusal alanları etkileyen köklü dönüşümlerin, belli bir ülkenin sınırlarını aşan boyutta olduğunu öne sürmektedir. Giddens aileyi; gelenek ile modernlik arasındaki mücadelelerin geçtiği zemin olarak tanımlamaktadır. Geleneksel ailenin son derece birleştirici bir kategori olduğunu belirten Giddens; aile kavramına özel bir önem yüklemektedir. Bu bölümde, önceleri ekonomik bir birim olan geleneksel ailenin değişim geçirdiğini vurgulamaktadır. Giddens; iyi bir ilişki, tarafların eşit hak ve yükümlülüklerinin olduğu bir eşitler ilişkisidir der. Böyle bir ilişkide iki taraf da diğerine saygı duymaktadır. Bunlara ek olarak iyi bir ilişkinin keyfi güç kullanma, baskı ya da şiddetten arınmış bir ilişki olduğunu söylemektedir. Bu noktada Giddens çok başarılı bir saptama yapar: ona göre bu niteliklere sahip herkes, demokratik politikanın değerlerine uyum da sağlayacaktır. Demokrasinin unsurlarını gündelik yaşama uyarladığımız zaman, “duygular demokrasisi” olarak adlandırdığı durumun ortaya çıkma ihtimalinden bahsetmektedir. Giddens’a göre duygular demokrasisi, kamusal demokrasi kadar önemlidir.

Giddens, son bölümde demokrasi kavramını değerlendirmektedir. Demokrasiyi; iktidara gelmek isteyen siyasal partiler arasındaki fiili rekabetin yaşandığı bir sistem olarak tanımlamaktadır. Küreselleşme sonucu demokrasinin diğer ülkelere yayıldığını ve demokratikleşmenin farklı biçimlerde ve düzeylerde olabileceğini söylemektedir. Yazara göre demokrasi en iyisidir fakat demokrasi paradoksu dediği bir düğümün çözülmesi gerektiğinden de bahsetmektedir. Demokrasi paradoksunu; demokrasinin tüm dünyaya yayılması ama yine de dünyanın diğer ülkelerinin taklit etmelerinin beklendiği olgun demokrasilerde, demokratik süreçlerden yaygın bir hayal kırıklığı yaşanması olarak tanımlar. Giddens; demokratik ülkelerde yaşayan insanların demokratik yönetimden hayal kırıklığına uğrarken, demokrasinin diğer ülkelere yayılmaya devam etmesini nasıl açıklayabiliriz sorusuna yanıt olarak iletişim devrimine işaret etmektedir. Giddens’a göre iletişim devrimi eskisinden daha aktif ve düşünerek tepki veren yurttaşlar üretmiştir. Giddens, aynı zamanda uzun süredir yerleşik demokrasilerde kayıtsızlık doğuran da bu gelişmelerdir diye de eklemektedir. Yazar demokrasinin demokratikleşmesi argümanını savunmaktadır. Ona göre demokrasinin derinleştirilmesi gereklidir çünkü yurttaşların iktidardakilerle aynı bilgi ortamlarında yaşadığı bir toplumda eski yönetim mekanizmaları işlemez. Giddens kitabının bu noktasında, medyanın demokrasi ile ilişkisine de değinmektedir. Ona göre bir yanda küresel bir enformasyon toplumunun ortaya çıkışı güçlü bir demokratikleştirici güç işlevi görürken; öbür yanda televizyon ve diğer kitle iletişim araçları, açtıkları kamusal diyalog zeminini, politik sorunları bayağılaştırıp kişiselleştirerek kendi elleriyle yok etme eğilimindedir.

Kitabın son sayfalarına doğru Giddens çok yerinde bir benzetme yaparak; “demokrasiyi kolayca ezilen narin bir çiçek olarak düşünmek yerine ona çorak topraklarda bile büyüyebilecek sağlam bir bitki gözüyle bakmalıyız” diye belirtmektedir. Giddens demokrasinin her düzeyde ilerletilmesini, uğrunda mücadele etmeye değer, ulaşılabilecek bir hedef olarak gördüğünü söylemektedir ve Giddens’a göre mücadele olmazsa hiçbir şey elde edilemez. Yazar kitabının son cümlesinde ise elimizden kaçıp giden dünyanın daha az değil daha çok yönetilmeye ihtiyacı olduğunu belirtmekte ve bunu sadece demokratik kurumların sağlayabileceği argümanıyla kitabını sonlandırmaktadır. 

Neriman Gürpınar 

Kaynakça: 

Giddens, A. (2000). Elimizden kaçıp giden dünya, (Çev: Akınhay, O.). Alfa Yayıncılık.

Yıldırım, Ö. (2019). Anthony Giddens kimdir? Erişim Adresi: https://www.felsefe.gen.tr/anthony-giddens-kimdir/ ​​(Erişim Tarihi: 25.05.2020).

Erken Cumhuriyet Döneminde Sekülerleşme Adımları ve Ak Parti İktidarında Muhafazakarlığa Dönüş

Özet

Bu çalışmada, Erken Cumhuriyet Dönemini kapsayan 1923-1946 yılları arasında uygulanan sekülerleşme politikaları ile Ak Parti’nin iktidara geldiği süreçten itibaren değişen sekülerizm anlayışı arasındaki ilişki incelenmiştir. Erken Cumhuriyet döneminde yapılan inkılaplar ve reformlar sekülerleşme yolundaki adımların en somut göstergesidir. Başta halkın gündelik hayatını yaşayış biçiminin değişimi olmak üzere, dinin kapsamlı bir denetime tâbi tutulması da sekülerleşme sürecini hızlandıran gelişmelerden biridir. Ak Parti dönemine gelindiğinde ise, dinin yerinin siyasette ve toplumda arttığı görülür. Muhafazakarlığın ve dindarlığın partinin temel değerlerinden biri olduğu bilinmektedir ve bu değerlerin toplum ekseninde yarattığı etkiler ve kamusal alana olan yansımaları tetkik edilmiştir.

Anahtar kelimeler: Sekülerleşme, din, muhafazakarlık, Ak Parti, Mustafa Kemal Atatürk.

Abstract

In this study, the relationship between the secularization policies implemented between the years 1923-1946 covering the Early Republican Period and the understanding of secularism that has changed since the AK Party came to power was examined. The reforms made in the early republican period are the most tangible indicative of the steps towards secularization. One of the developments that accelerated the secularization process was the comprehensive control of religion, especially the change in the way people live their daily lives. When it comes to the AK Party period, it is seen that the place of religion in politics and society has increased. It is known that conservatism, as well as religiousness, are one of the fundamental values of the party, and the effects of these values on the axis of society and their reflections on the public sphere have been analyzed.

Key Words: Secularization, religion, conservatisim, AK Party, Mustafa Kemal Atatürk.

Giriş

Türk Siyasi Tarihi’nin en ihtilaflı konularından biri de sekülerleşmedir. Avrupa ülkeleri, Osmanlı’dan yüzyıllar önce Augsburg ve Vestfalya barışları gibi süreçlerden geçerek sekülerleşmeyi uzun vadede hayata geçirmişlerdir. Ancak Osmanlı İmparatorluğu bu süreçte sekülerleşme olarak kabul edilebilecek adımlar atmış olsa da, toplumsal hayata nüfuz edecek, sekülerleşme gerçekleşememiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosu ise, sekülerleşmenin sağlanmasını önde gelen hedeflerinden biri olarak belirlemiştir. Öncelikle, laiklik ilkesini devletin vazgeçilmez unsuru haline getirerek, dini mahkemeler ve tarikatlar üzerinde söz sahibi olan kadro sonrasında sekülerleşmeyi gerçekleştirmek amacıyla her alanda faaliyet ve politikalar yürütmüştür.

Ak partinin iktidara gelişi ile birlikte sekülerleşme süreci farklı bir yol izlemeye başlamıştır. 2002 seçimi ile birlikte iktidara gelen parti, iktidarının ilk yıllarında laiklik ilkesini desteklediğini belirterek, eski sağ-İslamcı bir parti olmayacağının mesajını vermiştir. Ancak zamanla, İslam iktidar politikalarının bir parçası olmaya başlamış, iktidar sahiplerinin söylemleri de bu yönde değişmiştir.

Bu çalışma, Türkiye’nin sekülerleşme yolunda birbirinden farklı dönemleri incelenerek, Cumhuriyet’in ilk yıllarında ve AK Parti dönemindeki söylemler, politikalar ele alınacaktır. Sekülerleşmenin ülkenin nihai politikası haline geldiği dönem ve sekülerleşmenin yerini muhafazakar politikalara bıraktığı dönem incelendikten sonra sonuç kısmında analiz edilecektir.

1. Erken Cumhuriyet Döneminde Sekülerleşme Adımları

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarından günümüze kadar ulaşan ihtilaflı konularından birisi, laikleşme ve seküler politikaların uygulanışıdır. Türkçe Bilim Terimleri Sözlüğüne göre laikleşme; “kamusal yaşam ve işleyişin din, inanç ve büyü yerine akla ve hukuka dayandırılması ve çoğunluğun inancını paylaşmayanların da devletin koruması altında olmasını ifade eder. Kurtuluş Savaşı’nın önde gelen asker kadroları ve Avrupa’da eğitim görmüş aydınları arasında, ulusal kurtuluşa ve sonrasında şekillenecek siyasal sisteme dair farklı bakış açıları söz konusu olsa da laik devlet konusunda görüş birliği sağlanabilmiştir.

Laiklik, siyasi açıdan politik alanda dine yer verilmemesi anlamına gelirken hukuki tanıma göre ise devlet ile din işlerinin ayrılmasıdır. Atatürk, laikliği bireylerin vicdan özgürlüğünün garantisi olarak görürken dinin ve dini sembollerin kamusal alanda kişisel çıkar elde etme gayesiyle kullanılmasının önüne geçmeye çalışmıştır. Cumhuriyet’in kurucu kadrosu, devletin dinlere ve mezheplere karşı tarafsızlığını savunurken, felsefi öğretiden yola çıkarak inançlara saygı yasasını ve aklın egemenliği ilkesini topluma yerleştirmek için çabalamıştır. İlerleyen yıllarda yaratılmak istenilen yurttaş prototipi için şart haline gelecek bu ilkeler, din ve vicdan özgürlüğünün teminatıdır.

“Kişi, toplum ve devlet yaşamına egemen olan kuralların tümünün akıl ve bilimsel gerçeklere dayalı olması, bireylerin hiçbir baskı altında olmadan dinsel inanç ve ibadetlerinin yerine getirebilmesidir’’ (Atatürk, 2010: 229).

Laikleşmenin temelleri daha 1920 öncesinde atılarak, Cumhuriyet döneminde gereklilik arz eden köktenci politikalarla hayata geçirilmiştir. Öncelikle İttihat ve Terraki döneminde Şeriye mahkemeleri Şeyhülislamlık’tan alınarak 1916 tarihin de Adliye Nezaretine bağlanmıştır. O dönemin iktidarı İttihatçılar, 1916 kongresiyle birlikte Darülfünun muhtariyeti ve yalnızca din işleriyle uğraşarak laik eğitim de söz sahibi olamayacak Dar-ül Hikmet-i İslamiye’nin kuruluş fikrini öne sürmüşlerdir.

Damat Ferit Paşa, milli mücadele için örgütlenen halkı durdurmak amacıyla 11 Nisan’da Şeyhülislam Dürrizade Abdullah’a fetva çıkarttırmıştır. Halife ve şeyhülislam istilacı ve işgalcilerin safına geçmiş gibi görünüyordu. Milliyetçiler ile hilafet ordusu adı verilen kuvvetler arasında cereyan eden şiddetli mücadelede Türk sekülerliği ilk kez ciddi bir siyasi güç oldu (Berkes, 1973: 431).

1916’da Şeyhülislamlığın yürürlüğünden çıkartılıp Adalet Bakanlığı’na bağlanan dini mahkemeler, 8 Nisan 1924’te kaldırılmış, bu hamle yargıda birliğinin sağlanmasını kolaylaştırmıştır. Dini unvanların getirisi olan otoritenin yarattığı eşitsizliğin önüne geçilmiştir. 3 Mart 1924 kabul gören Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim ve öğretime yeni bir soluk getirilmiştir. Tevhid-i Tedrisat kanununda yer almamasına rağmen medreseler kapatılmış, yerini İstanbul Darilfünun’da İlahiyat fakültesine bırakmıştır. Çağın şartlarına uygun olan milli ve laik eğitim sistemi, gerçekleştirilen inkılapların halka benimsetilmesi ve korunması için önemli bir adım olmuştur. Medeni kanunla birlikte, kadın hakları konusunda önemli gelişmeler yaşanmıştır. Ceza ve ticaret kanununda yer alan maddelerle, Türkiye’de laik ve özel hukukun başlangıcı gerçekleşmiştir.

1840 ve 1851 kanunlarıyla birlikte, Fransız Ceza Kanunu’ndan hiçbir değişiklik yapılmadan alınan 1858 tarihli Ceza Kanunu ile değişimlerin ilk adımları atılmıştır. Nizami mahkemeleri, Adalet Bakanlığı’nın; Şeriat Mahkemeleri ise Şeyhülislam’ın yönetimine alınırken Berkes bu gelişmeleri “…tanrısal hukuk alanından adım adım kayarak insan kafasıyla konmuş hukuk alanına geçiş” (Berkes, 1973: 196) olarak nitelendirir.

Osmanlı İmparatorluğu’nda, 16.YY itibariyle tarikat ve cemaatler, toplumsal hayatın her alanına nüfuz eder hale gelmiştir. Cumhuriyet’in ilanından bir iki yıl sonra, tarikatları sonlandırıcı adımlar atılmaya başlamıştır. 2 Eylül 1925 Bakanlar Kurulu toplantısı sonrasında, “laikliğin önünde engel olarak görülen her bir kurumun tasfiye edilmesi’’ kararı açıklanmıştır (Lewis, 1961: 546-556). Tekke ve zaviyelerin kapatılma kararı alınarak, tarikatlar yasaklanmıştır. Kamusal alandan ayrılması istenilen dini meslek temsilcileri, devlet mekanizmasından uzakta tutulmaya çalışılmıştır.

Günün şartlarına uygun şekil de dini motifler de reforma gidilmesi ve ulusal bilinci destekleyecek şekilde millileştirilmesi hedeflenmiştir. Laik politikaların yürürlüğe girmesi ve itaatsizlikten doğacak kaosun önlenmesi için ilk olarak tarikat ve cemaatlerin toplum nezdindeki gücü hafifletilmeye çalışılmıştır.

30 Ağustos 1925’te Kastamonu’da yaptığı konuşmada Atatürk:

“…. Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asri ve bütün mana ve eşkaliyle medeni toplum haline getirmektir. İnkılabımızın asli hedefi budur. Bu hakikati kabul edemeyen zihniyetleri tarumar etmek zaruridir. Şimdiye kadar milletin dimağını paslandıran, uyuşturan bir zihniyette bulunanlar olmuştur. Her halde zihniyetlerde mevcut hurafeler tamamen atılacaktır. Onlar çıkarılmadıkça dimağa hakikat ışığını getirmek imkansızdır’’ (Lewis, 1961: 553).

Halkın tarikatlara verdiği destek, köklü gelenekleri ve Masonik teşkilatları göz önünde bulundurulduğunda devletin kontrol alanına girmek istemeyecekleri aşikardı. İmparatorlukta yıllarca söz sahibi olmuş ulema sınıfının okulları ve idari disipliniyle dinin denetleyici olduğu düzen tarikatların bir diğer dayanağı haline gelmiştir.

Tarikat ve cemaatler her ne kadar yasaklanmış olsada, faaliyetlerini sürdürmeye devam etmişlerdir. Devletin tarikat alanına nüfuz edememesi ve sosyal hayatta tarikatların kendi özerkliğini elde etme gayesi gütmesinin birkaç nedeni vardır. İlk olarak, eğitim ve öğretim sisteminin Osmanlı imparatorluğunda ön planda olmaması ve sivil toplumun yerleştirilememiş olmasıdır. İkinci olarak, orta çağdan bu yana yerleştirilmiş olan ve birbirinin ayrılmaz parçaları olan din-siyaset-ekonomi üçgenidir. Türklere, Orta Asya’dan kalan şamanlık mirasını andıran sufilik tarikatların yapıtaşı olmuştur.

Dinin siyasetten ayrılmasının gerekliliği 29 Eylül 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin Şeyhüilislam Dürrizade’nin milli mücadeleye karşıtlık yaptığı durumla ortaya çıkmıştır. Vatana İhanet Kanunu’nda yer alan bu gereklilik daha sonra 1926 Ceza Kanunu ile devam ettirilmiştir. Kanunla birlikte, devletin otoritesini kötü göstererek itaatsizlik yaratacak kişiler 241. Ve 242. Madde) veya dinsel törenleri ibadet mahalleleri haricinde gerçekleştirmek isteyen (529. Madde) dini liderler ve vaizler için cezalandırmalar olacaktı. Atatürk bu konu hakkın da şunları söyleyecekti:

Ölülerden medet ummak medenî bir cemiyet için lekedir. Mevcut tarikatların gayesi kendilerine tabi olan kimseleri dünyevî ve manevî olan hayatta saadete mazhar kılmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin fennin bütün şümulü ile (kaplamak) medeniyetin parlak ışıkları karşısında, filan veya falan şeyhin irşadı ile (uyarı) saadet arayacak kadar iptidaî insanların Türkiye medenî camiasında mevcudiyetini asla kabul etmiyorum.
Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler memleketi olamaz. En doğru en hakikî tarikat medeniyet tarikatıdır. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kafidir. Tarikat reisleri bu dediğim hakikati bütün açıklığıyla idrak edecek ve kendilerinden derhal tekkelerini kapatacak, müritlerinin artık rüşte erdiklerini elbette kabul edeceklerdir” (Atatürk, 1950: 59).

Din aracılığıyla halka rejim ve inkılap düşmanı fikirler aşılamaya çalışacak din adamlarından, modern yaşamı destekleyecek din adamlarına dönüşümü sağlayacak ilk adım 1924 yılında kanunla birlikte dini eğitim veren eski medreselerin kapatılmasıyla gerçekleşmiştir. Maarif vekaletine bağlı imam hatip okulları açılmış ve yüksek eğitim vermek amacıyla eski Süleymaniye Medresesi, İstanbul Üniversitesi’ne bağlı olarak İlahiyat fakültesi olarak yeniden yapılandırılmıştır. Hükümetin kontrolüne geçen fakülteler, seküler ve cumhuriyet ile el ele ilerleyecek şekilde modern, bilimsel ve dinsel eğitim merkezleri haline geliyordu.

1928 yılında Mehmed Fuad Köprülü’nün başkanlığında, İslam’ın modernleştirilmesi problemi ele alınarak Milli Eğitim Bakanlığı’na üniversite vasıtasıyla öneriler sunacak bir komite oluşturulmuştu. Komite de ilahiyatçılar, psikoloji ve mantık profesörleri bir arada çalışıyordu. Ancak reformlar beklenilen tepkiyi yaratmayarak, komite 1933’te kapatılarak yerini Şarkiyat enstitüsüne bırakmıştır. İlahiyat Fakültesi’nin varlığını sürdürdüğü dokuz yılda öğrencilerin sayısı 284’ten 20’ye düşerken, imam hatip okullarında aynı düşüş gözlemlenmiş ve 1932’de son iki okul da kapanmıştır.

Latince’de “çağ” ve “içinde yaşanılan kuşak” anlamını taşıyan saeculum sözcüğünden kökenini alıp İngilizce’ye “secular” olarak yerleşen bu kavram Oxford Sözlüğüne göre, “dini ve manevi konulardan uzaklaşarak değer ölçüleri” oluşturmayı belirtmektedir. Laikleşme ve sekülerleşme aynı anlam da kullanılsa da laikleşme hukuki ve siyasal alan da dinin etkilerini sınırlandırmaya çalışırken sekülerleşmeyse bireylerin dini, sosyal alanlara ve ilişkilerine yansıtmaması anlamını taşımaktadır.

Orta Çağ’da yaşanan süreçlerle ve gelişmelerle, kilise-devlet ayrımı gerçekleştirilmiş, sanat ve felsefe de din tekelinden kurtularak seküler bir alana genişleyebilmiştir. Niyazi Berkes, sekülerleşmeyi çağdaşlaşma olarak yorumlayarak, Osmanlı’da Lale devri ile başlayarak, 18.yy sekülerizmi “çağdaş batıya dönme” eğilimi olarak görmüştür (Berkes, 1973: 16-17).

Berkes, Cumhuriyet dönemini 18.yy ilk yıllarından itibaren uzun yolculuğun nihai ve tabii durağı olarak yorumlamıştır. Berkes’e göre Şapka Kanunu ile “laik düşünüşün hızı bütün halk tabakaları arasına yayılacak kadar, kuvvetli bir adım atılmıştır.” Yine dini eğitimin ülkede kaldırılmış olması da laik eğitim sisteminin doğal sonucu olarak gösterilir. Dikkat çekici bir diğer konuysa Berkes’in, Harf devrimini “laiklik yolunda atılmış en mühim inkılâplardan biri” olarak yorumlamasıdır (Berkes, 1945: 99-109).

Berkes, Kemalist inkılabın “bir diktatör tarafından bir gece içinde ve aniden yapılmış” olduğu yorumlarına tanıklık etmiş ve bunu tashih etmek istemiştir (Berkes, 1973: 41). Berkes’in tanımında sosyolojik olarak laiklik, “toplumsal hayatın çeşitli alanlarının, en üstün kural ve değer ölçütü sayılan dini düşüncelerin tahakkümünden arındırılması” anlamına gelmektedir. Laiklik, din ve devlet ilişkisinden ibaret olmayarak, kutsal ve dünyevi sosyal değerlerin farklılaşmasında/ayrışmasında da görülen bir husustur (Berkes, 1973: 43-44).

İnkılapların amacı laikliğin gerçekleştirilmesi kadar, toplumun sekülerliği kabullenmesiyle de ilgilidir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında devletin dine karşı mesafeli olması için kanunlar düzenlenmiş ancak asıl olarak toplumun yüzyıllardır süregelen geleneklerinin değiştirilmesi hususunda sayısız çalışma ve politikalar yürütülmüştür. Bu çalışmalardan ilki Köy Enstitüleri’dir. Enstitüler öncelikle, taşrada yaşayan insanları bilinçlendirerek, hedeflenen topluma ulaşabilmek için öngörülen düzeyde bilgi ve beceri kazandırmak istemiştir. Yüksek topluma ulaşımı sağlayacak bireylerin seçilmesi ve taşralardaki düzeni değiştirerek, hedeflenen ilerici inkılapların uygulayanı olacaklardı. Sina Akşin’e göre bir nevi, “özel eğitim kurumlarıydı” (Akşin, 2003: 435).

Türk devrimini, halka götürecek ve tanıtacak bir diğer kurum Halkevleridir. Toplumun her kesiminden insana ulaşması hedeflenen Halkevleri, karşılıklı diyalog halinde bürokratik havadan uzaklaşarak ‘ev’ ortamını sağlayacaktı. Halkevlerinin dokuz bölümü bulunmaktaydı: Dil-Edebiyat tarih, güzel sanatlar, temsil, spor, içtimai yardım halk dershaneleri ve kurslar, kütüphane ve yayın köycülük, müzecilik ve sergileme ile özgün bir kurumdur (Akşin, 2007: 205).

Halkevleri, Osmanlı’dan kalan eğitim ve sanat kurumlarının ilerisinde bir düşünceyi hayata geçirmeyi planlayarak, yurttaşlara sanat alanı yaratmaya çalışmıştır. Alanı yaratma görevi aynı zamanda İstanbul Belediye Konservatuarlarına da verilmiştir. Sina Akşin’e (2003: 447) göre, eğitimin modernleştirilmesi, tekellerin kapatılması ve alaturka musikisinin kurumlarının önem kaybederek batı musikisinin ağırlık kazanması kültür politikalarının önem arz eden kısmını oluşturmaktaydı.

Konservatuar’ın geleceğe yönelik temellerinin atılması amacıyla 1926’ da ilk kez Halil Bedil ve Nurullah Şevket Avrupa’ya yollanmıştır. Ardından Cezmi, Ekrem Zeki Bey ve Ulvi Cemal gönderilmiştir. Şan eğitimi içim de Afife Hanım gitmiştir. Müzik alanın da ismini unutturmayacak sanatçılar, Türk musikisin de yaşanan devrimleri pekiştirmek için devlet tarafından Avrupa’ya gönderilmeye devam etmiştir. 1930’lardan itibaren Necdet Rezmi, Ferhunde Erkin, A. Adnan Saygun’da aralarına katılmıştır.

Atatürk 1 Kasım 1934’te TBMM’deki konuşmasında müziğe getirilecek yeniliklerle ilgili şu açıklamayı yapmıştır: “Arkadaşlar, güzel sanatların hepsinde ulus gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istediğinizi bilirim. Bu yapılmaktadır. Ancak burada, en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan Türk musikisidir. Bir ulusun yeni değişikliğine ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir. Bugün dinletmeye yeltenilen musiki yüz ağartacak değer de olmaktan çok uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan, yüksek deyişleri söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce, genel son musikisi kurallarına göre işlemek gerektir. Ancak bu değerde Türk ulusal musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir. Kültür işleri bakanlığının buna değerince özen vermesini, kanununda bunda yardımcı olmasını dilerim” (Akşin, 2003: 449).

Yeni musikiye giden ilk adımlardan biri olarak, radyodan alaturka müzik programları kaldırılmıştır. 1935 yılı, kültür politikaları için ‘yeni modern esaslara göre, teşkilatlanmaya durmadan devam edildiğini’ belirtilirken, ulusal ve çağdaş musikinin ‘modern teknik içinde yükseltilme’ sağlayacağı ileri sürülmektedir. Düşüncelerin hayata geçirilmesi için Güzel Sanatlar Akademisi o güne kadar gerçekleşmiş çalışmalardan farklı çalışmalar yapmakta, Cumhurbaşkanlığı orkestrası hazırlanmaktaydı. 1 Kasım 1936 meclisi açılış konuşmasında Atatürk, meclisten sanat konularına ilgi gösterilmesini istiyor ve Ankara’da bir temsil akademisi ile bir konservatuarın kurulmakta olduğunu müjdeliyordu.

Musikiyi, toplumun değişim dinamiti olarak gören Atatürk, 1928’deki şu sözleri alaturka konserinden sonra dile getirmiştir: “Bu gece burada… Şarkının en mümtaz iki musiki heyetini dinledim… Fakat benim Türk hissiyatını üzerinde artık bu musik, bu basit musiki, Türk’ün çok münkeşif (gelişmiş) ruh ve hissini tatmine kafi gelmez” (Akşin, 2003: 450).

1934 yılında musiki ve sahne sanatlarında değişiklikler yapılacağı, 25 Haziran günü mecliste 2541 sayılı Milli Musiki ve Temsil akademisi kanunu çıkartılarak resmileştirilmiştir. Kanunla birlikte, musiki muallim mektebi, filarmonik orkestra ve temsil bölümü oluşturulmuştur. Akademinin amaçları da şu şekil de belirlenmişti: 

  1. Milli musikiyi işlemek, yükseltmek, yaymak
  2. Sahne sanatlarının her kolunda gerekli elemanları yetiştirmek
  3. Musiki öğretmeni yetiştirmek. Temsil bölümünde, tiyatro ile birlikte opera, bale, koro eğitimi verileceği de açıklanıyordu. 1936’ya kadar temsil bölümü kurulamamış olsa da, o sürece kadar musiki muallim mektebi olmaya devam etmiştir. 1941 yılında ilk mezuniyet töreni sebebiyle dönemin Milli Eğitim Bakanı H. Ali Yücel şu konuşmayı yapmıştır:

“Gözden uzak tutulmamasını bilhassa istirham ederim ki, insanlığın en müthiş savaşlarından birini yaptığı böyle bir devirde ve harp yangınının dumanları göklerimize vurduğu böyle bir zamanda, tiyatro temsilleri ile operayla meşgul olmamız, güzel sanat davasına nasıl ciddi bir mana verdiğimizin tarihe geçecek kadar kuvvetli burhanı telakki edilmelidir. Biz tiyatro ve opera şeklindeki temsil sanatını, bir medeniyet meselesi halinde alıyoruz. Onun içindir ki, aziz memleketimizin her vaziyette müdafaası için, her türlü fedakârlığı yapmakla uğraştığımız şu anlarda, sanatın bu şubesindeki inkişafına da onu durdurmak değil, bilakis yürüyüşüne hız vererek devam ediyoruz. Bir gün bizim gibi bütün insanlığın idrak edeceğine inanmış bulunduğumuz Türk Hümanizmasının yepyeni bir safhası, Devlet Konservatuarı’nın bağrından doğmaktadır” (Ali, 1988: 1533-1534).

Musiki muallim mektebinden mezun olanlar, Cumhurbaşkanlığı orkestrasında çalışmalarına devam ederken, 1936 sonrasında oluşan temsil bölümü mezunları 2541 sayılı kanunla tatbikat sahnesinde görev almış ve tiyatroyu insanlara ulaşma aracı olarak görmüşlerdir. Sekülerleşmeye giden yol da önem arz eden müzik çalışmalarından biri de müziğe yeteneği olan çocuklara devlet bursu sağlanarak Avrupa ülkelerin de eğitim görmelerini sağlayan programdır. 1948 tarihinde 5245 sayılı kanun ile piyanistler başta olmak üzere yetenekli çocuklar yurt dışında eğitim almışlardır. 1956 yılında çıkarılan 6660 kanunuyla daha çok imkan sağlanmıştır. Müzik alanında kendini gerçekleştirebileceğine inandıkları çocukların belirli sınavlara tabi tutulduktan sonra, aileleriyle birlikte yurtdışına gönderilmesi ve imkanlar kapsamında solist olarak ülkeye geri dönmesi düşünülmüştür.

Artık kamusal alanda inancın yerini birey almaya başlarken, eğitim parasız hale geldi ve Halkevleriyle toplumsal alan da kültürel değişimin sonuçları alınıyordu. Millet mektepleri aracılığıyla okuma yazma sefer birliği ilan edilmesi ve sanat eserlerini koruma yasasıyla sekülerleşmeyi sağlayacak adımlar devam ettirilmiştir. Medeni Kanun’un kabulü ile, vatandaşlık hakları yerleştirilmiştir. Bilim ışığında gerçekleştirilen bu yenileşme hareketleri kararlılıkla yürütülmüş, seküler toplum hedefinden taviz verilmemiştir. Gelişimin esas alındığı bu politikaları Mustafa Kemal Atatürk, toplumsal yenilenme ile ilgili olarak 1933 yılında şöyle yorumluyordu:

“Bazı şeyler vardır ki bir kanunla, emirle düzeltilebilir. Ama bazı şeyler vardır ki kanunla emirle, milletçe omuz omuza boğuştuğumuz halde düzelmezler. Adam fesi atar şapka giyer ama, alnında fesin izin vardır. Siz sarıkla gezmeyi yasaklarsınız, kimse sarıkla dolaşamaz. Ama bazı insanların başındaki görünmeyen sarıkları yok edemezsiniz. Çünkü birikimi bir anda yok edemezsiniz. Onunla sadece boğuşursunuz. Yeni bir zihniyet, yeni bir ahlak yerleşinceye kadar boğuşursunuz. Ve sonunda başarılı olursunuz” (Bozdağ, 1995: 22-23).

2. Ak Parti İktidarında Muhafazakarlığa Dönüş

Türkiye Cumhuriyet’inin ilk yıllarından itibaren gerek siyaset gerek toplum alanında gerçekleştirilen reformlar, ilerleyen yıllarda sistematikliğini koruyamamış ve hatta günümüz Adalet ve Kalkınma Partisi (Ak Parti) iktidarında olduğu gibi tersine bir süreç başlamıştır.

2001 yılında kurulan ve 2002 seçimlerini kazanarak iktidara gelen Ak Parti, laiklik konusunu ele alış biçimi ile Türk siyasetinde bir farklı bir yer edinmiştir. Parti kurucuları, kendilerini muhafazakâr demokrat olarak tanımlayarak, demokrasi ve birey hak ve özgürlüklerine önem verdikleri kadar gelenek ve ahlaka önem verdiklerini de belirtmişlerdir. Bu durum, yeni kurulan iktidar partisinin, daha önce iktidara gelen ve radikal olmalarından ötürü kapatılan sağ-İslamcı partilere benzeyeceği hususunda şüphe yaratmıştır. Partinin kurucusu olan Recep Tayyip Erdoğan, Uluslararası Muhafazakarlık ve Demokrasi Sempozyumu’nun açılışında yaptığı konuşmada, partisinin siyaseti radikalleştiren siyasal cemaat anlayışına karşı olduğunu söyleyerek, Ak Parti’nin bu eğilimde bir parti olmadığını belirtmiştir (Hürriyet, 2004). Bu maddeye aynı zamanda parti programında da yer verilerek, dinin siyasete malzeme edilemeyeceği söylenmiştir. Eski sağ- İslamcı partilere göre bir diğer farklı özelliği ise laiklik ilkesini net bir şekilde destekleyen ilk sağ parti olmasıdır. Parti programında laiklikten “demokrasinin vazgeçilmez şartı, din ve vicdan hürriyetinin teminatı” olarak bahseden Ak Parti, sahip olduğu laiklik anlayışını şu şekilde tanımlar: “Esasen laiklik her türlü din ve inanç mensuplarının ibadetlerini rahatça icra etmelerini, dini kanaatlerini açıklayıp bu doğrultuda yaşamalarını ancak inançsız insanların da hayatlarını tanzim etmelerini sağlar. Bu bakımdan laiklik, özgürlük ve toplumsal barış ilkesidir”. Dini, toplumu bir arada tutan kültürel bir unsur olarak gören parti kurucularının aynı zamanda laiklik ilkesine de önem verdiklerini vurgulaması, Ak Parti’yi radikal İslamcı bir parti olma çizgisinden ayırmış ve partiye karşı var olan şüphelerin azalmasına katkı sağlamıştır. Günümüzde 19 yıldır iktidar olan Ak Parti’nin laiklik ve sekülerlik ile ilişkisi nasıl olmuştur? Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı olduğunu söyleyen (Ak Parti, t.y.) ve bu bağlamda laiklik ilkesine önem verdiğini belirten parti, bu duruşunu koruyabilmiş midir? Yazının bu kısmında, Ak Parti’nin laiklik anlayışı ve bu doğrultuda yapılan icraatlar alt bölümlere ayırılarak incelenecektir.

2.1. Eğitim

Kamu kuruluşlarında ve üniversitelerde başörtüsünün yasak olması, Türk siyasetinde her zaman tartışılan bir mesele olmuştur. Örneğin, 14 Ağustos 2001 yılında 74 üye tarafından kurulan ve 13 üyesi kadın olan Ak Parti’nin, kadın üyelerinin bazılarının başörtüsü takması, başsavcının bu duruma itiraz etmesi ile sonuçlanmıştır. (Özbudun, 2010: 19). Recep Tayyip Erdoğan’ın 2002 seçimlerinden önce üniversitelerde ve kamuda uygulanan başörtüsü yasağını kaldırma vaadi olduğu bilinmektedir ancak bu sorun iktidara geldikleri gibi çözüme ulaşmamıştır. Yine de Tayyip Erdoğan’ın bu sorunu çözüme kavuşturmak istediği bilindiğinden dolayı uygun zaman ve koşulların oluşturulmaya çalıştığı düşünülmektedir. İktidara geldiğinde Ak Parti’nin önünde olan ve aynı zamanda eğitim ve din ile bağlantılı bir diğer husus ise imam hatipler konusudur. 28 Şubat süreci ile imam hatip lisesi mezunlarının ilahiyat bölümü harici üniversitede herhangi bir bölüme girmesi neredeyse imkânsız kılınmıştır. Parti lideri olan Tayyip Erdoğan’ın kendisinin de imam hatip mezunu olması ve akabinde çocuklarının da bu imam hatip sorunu ile karşı karşıya kalmaları bu probleme duygusal bir boyut kazandırmıştır (Zariç, 2017: 137). Parti kurucularının Millî Görüş hareketinden çıkmış olmaları ve bu problemlerin çözümüne yönelik düşüncüleri eğitimin nasıl bir yön izleyeceği ile ilgili merak uyandırmıştır. Bir toplumu şekillendirmek ve düşünce yapısını belirlemek için eğitimin çok büyük bir işlevi olduğu aşikardır. Dolaylı olarak ülkenin kalkınmasının yolu da eğitimden geçer. Buna paralel olarak, devletler var olan toplumsal düzeni değiştirmek veya geliştirmek amacıyla eğitimi kullanır. Milli Şef döneminde Köy Enstitüleri’nin kurulması buna güzel bir örnektir. Her iktidarda olduğu gibi, Ak Parti iktidarı da bu amaca yönelik olarak eğitimi bir araç olarak kullanmıştır. Ancak, Ak Parti’nin eğitim politikaları tek bir çizgi izlememiş, zaman içerisinde değişmiştir. AKP’nin 2002 yılındaki seçim beyannamesine bakıldığında, eğitimin önemine vurgu yapılmış olmasına rağmen, dinin eğitimdeki yerine değinilmemiştir. Bu bağlamda yapılan tek teşebbüs, 2004 yılında tüm meslek lisesi mezunlarının düz lise mezunlarıyla aynı statüye getirilmesi ve imam hatip lisesi mezunlarının durumunda iyileştirme yapmak amacıyla bir kanun hazırlanmasıdır. Bu kanun teklifi ise tepki ile karşılaşarak dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından veto edilmiştir (Zariç, 2017: 137). Bu dönemde Ak Parti eğitimin yaygınlaştırılması ve iyileştirilmesine odaklanmıştır. 2007’den sonra Ak Parti’nin liberal çizgiden çıkarak muhafazakarlaştığı görülmektedir, bu durum eğitim anlayışına da yansımıştır. Bu dönemde yapılan muhafazakarlık vurgusu, partinin kültür ve geleneklerini koruyarak aynı zamanda dünya ile rekabet edebilmek için bilime de önem verdiğini belirtir.

”Muhafazakâr temelli, siyasal koruma ve konsolidasyon odaklı yeni iktidar perspektifi ile Ak Parti eğitimi, gelenek, devlet, otorite, din gibi eskiye dayalı muhafazakâr geleneklerin, değerlerin toplumu güvence altına almak amacıyla kapitalizm ile birlikte yeni oluşan siyasal, kültürel, ekonomik şartlara uyum göstermede bir kurtarıcı olarak görmüştür. Bu şekilde Ak Parti o dönem içerisinde kendisine yapılacak olan ataklara karşı korumacı bir perspektif geliştirmiştir” (Ömürlüoğlu, 2020: 17).

2009 yılında, üniversitelere girişte yaşanan ve imam hatip- meslek lisesi mezunlarının üniversiteye girişlerini zorlaştıran katsayı probleminin kaldırılması için çalışmalara başlanması gelecek dönemde eğitimin nasıl bir ivme alacağı ile ilgili bir ipucu olmaktadır. 2011 yılına gelindiğinde, Ak Parti’nin seçim vaatlerinden birini gerçekleştirdiği görülür. Okullarda üniformalar kaldırılmış ve kılık kıyafet serbestliği getirilmiştir. Bu kıyafet serbestliğine ilk ve orta okullarda başörtü serbestisi de eşlik etmiş, okullarda kız öğrenciler için türban yaşı 10’a düşürülmüştür. Yapılan en büyük sistemsel değişiklik ise zorunlu eğitim süresinin 8 yıldan 12 yıla çıkarılarak 4+4+4 eğitim sisteminin getirilmesidir. Ortaokul ve liselerde Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimizin Hayatı gibi dini derslerin seçmeli dersler olarak müfredata eklenmesi getirilen değişikliklerden biridir. 2012 yılında yürürlüğe konan bu yeni eğitim sisteminin maddelerine bakıldığında, 9. Madde ile birlikte imam hatip ortaokullarının yeniden açıldığı görülür. Daha önceden kapalı olan imam hatip ortaokullarının sayısının yeni sistemin açılmalarına izin vermesi ile 2014 yılına gelindiğinde 1149’a ulaştığı gözlemlenir. Bu artış sadece imam hatip ortaokulu ile sınırlı değildir. İmam Hatip liselerine bakıldığında, 2010-2011 yılında 495 adet imam hatip lisesi bulunurken, bu sayı 2011-2012 eğitim öğretim döneminde 1807’ye çıkarılmıştır (CNN Türk, 2012). Muhalefet partileri tarafından öne sürülen Ak Parti’nin ülkedeki insanları kutuplaştırarak dindar-dinsiz ayrımı yaptığı iddiasına, 2012 yılının şubat ayında parti kurucusu Recep Tayyip Erdoğan’ın verdiği “Benim ifademde dindarlar-dinsizler diye bir ifade yok. Dindar bir gençlik yetiştirme var” cevabı, iktidar partisinin toplum mühendisliği yapmak istediği sonucunu göstermektedir (Hürriyet, 2012). Erken Cumhuriyet Dönemi’nde olduğu gibi, yeni bir nesil inşa etmek amacıyla kullanılan araçlardan biri olan eğitimi, Ak Parti iktidarının da bu amaca yönelik olarak kullanmaya başladığı söylenebilir. İmam hatip sayılarındaki dramatik artış ve dinin eğitimdeki yerinin artması gibi örnekler de bunu destekler niteliktedir.

AKP iktidarının seneler içinde muhafazakarlaşmaya başlamasının etkileri yalnız eğitim alanı ile sınırlı değildir, bu durum kültür ve topluma da yansımıştır.

2.2. Toplum

Merkez sağ partisi olarak kurulan ve parti programına bakıldığında liberal değerlere dayandırıldığı görülen Ak Parti’nin muhafazakâr değerlere yaptığı vurgu daha çok aile kavramı üzerine yoğunlaştırılmıştır. Aileyi toplumun temeli olarak gören bu muhafazakarlık anlayışı, var olan geleneklerin ve kültürün gelecek nesillere yayılması için vazgeçilmez bir sosyal kurum olduğunu belirtir. Bu durumun kültürel ve siyasi sonuçları olmuştur. 2011 senesinde Kadından ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın kaldırılması ve akabinde Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın kurulması, partinin var olan muhafazakâr anlayışının siyasete yansımasının bir örneğidir. Alınan karar, kadınların yerinin aileye indirgendiği, kadının aile içinde var olabildiği bir durum yarattığı düşüncesiyle eleştirilmiştir (Evrensel Gazetesi, 2021). Bu anlayış siyasetin içinde bulunan insanların cümlelerinde de yer bulmaya başlamıştır. 2014 yılında dönemin Başbakan yardımcısı Bülent Arınç’ın “Kadın namahrem bilecek, herkesin içinde kahkaha atmayacak” söylemi bu anlayışın bir yansımasıdır ve büyük tepkiye neden olmuştur (CNN Türk, 2014).

Daha güncel gelişmelere bakılacak olursa, 2019 yılında çıkan ve kısa sürede tüm dünyayı etkisi altına alan COVID-19 salgını, günümüzde hala etkisini sürdürmektedir. Bu salgın, hükümetlerin salgına yönelik kararlar almasına sebebiyet vermiştir. Sokağa çıkma kısıtlamaları bu kararlardan biridir. Türkiye özelinde de böyle kararlar alınmıştır ancak alınan bazı kararların salgın ile bir ilgisi olmadığı, insanların yaşayış tarzına karışılmaya çalışıldığı iddia edilerek eleştirilere tabii tutulmuştur. Hafta sonu marketlerin alkol satması yasaklanmış, mekanlarda gece 12’den sonra müzik çalınması da Covid-19 tedbirleri kapsamında engellenmiştir. Bu yasakların salgın ile bir bağlantısı olmadığı, hükümetin muhafazakâr politikasının bir sonucu olduğu ileri sürülmüştür.

Bu bilgiler ışığında, AK Parti hükümetinin kurulduğu ilk yıllardaki politikasını günümüze kadar korumadığı söylenebilir. Statüko üzerine kurulu eski muhafazakarlık anlayışını reddeden, değişime ve yeniliğe açık modern bir muhafazakarlık anlayışıyla kurulan Ak Parti, zamanla bu eksenden uzaklaşmıştır. Dinin siyasetteki yeri artmış, bu artış etkisini halk üzerinde de göstermiştir. Kamusal alanda da İslam’ın yeri artmış, kaldırılan başörtüsü yasağının da buna katkısı olmuştur.

Sonuç

Özetle, Erken Cumhuriyet Dönemi’nde, güzel sanatlar ve müzik aracılığıyla gerçekleştirilmek istenilen seküler yurttaş prototipi, AKP döneminde dindar bir gençlik yetiştirme gayesiyle yola çıkılarak karşıt bir toplum mühendisliği amacı güdülmüştür. Birincil hedef olarak siyaseti dinden ayırmak isteyen erken cumhuriyet dönemi, kamusal alanda dinin yerini sekülerleşmenin aldığı bir düzen yaratmak istemiştir. Sekülerleşme ve modernleşme arasında mutlak bir ilişki kurulmuş, muasır medeniyetler seviyesine çıkmak için izlenilmesi gereken ana yolun sekürleşme olduğu öne sürülmüştür. Dini siyaset sahnesinden silen bu anlayış, dinin kişilerin özel hayatı ile sınırlı kalmasını savunmuştur. Buna ithafen tarikatlar kapatılmış, laiklik ilkesi anayasaya eklenmiş ve devletin dini İslam’dır ibaresi anayasadan kaldırılmıştır. Günümüzdeki adıyla Diyanet İşleri Başkanlığı kurularak dinin kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Bu sekülerleşme adımlarının izleri yaratılan toplum mühendisliği projesi kapsamında toplumun kendisinde de görülmeye başlamıştır. Şapka Kanunu ve din kıyafetlerinin sadece ibadet ile sınırlı kalmasını emreden kanun gibi değişiklikler insanların dış görünüşlerinde de bir değişiklik yaratmıştır. Fes kalkmış, bunun yerini fötr şapka alarak insanlara daha modern ve Batılı bir görünüm kazandırmıştır. Eğitim alanına bakıldığında ise, Osmanlı tipi medreseler kaldırılmış, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı imam hatip okulları açılmıştır. Getirilen Tevhid-i Tedrisat kanunu ile birlikte daha modern bir eğitim sistemi benimsenmiştir. Yaratılmaya çalışılan bu seküler yurttaş prototipini insanlara aşılamak için Halk Evleri ve Köy Enstitüleri kullanılmıştır. Taşradaki bireylerin bilinçlendirilmesi için özellikle Köy Enstitüleri önem arz etmiştir. Günümüze bakıldığında ise, 19 yıldır iktidarı elinde tutan Ak Parti’nin, Erken Cumhuriyet Dönemi’nin yapmaya çalıştığı toplum mühendisliğine zıt bir anlayış benimsediği görülür. Kuruluşundan beri muhafazakâr değerlere sahip olduğunu belirten ve muhafazakâr demokrat tanımı ile özdeşleşen Ak Parti, eski İslamcı partiler ile aynı çizgide ilerlememiş, laiklik ilkesine değer verdiğini belirterek bu ilkeyi kabul eden ilk sağ parti olmuştur. Muhafazakar yapısı sebebi ile gelenek ve ahlaka önem veren parti kurucuları, aynı zamanda bireyin hak ve özgürlüklerine de önem verdiklerini belirtmişlerdir. Kurulduğu ilk yıllarda liberal politikalara odaklanan ve siyasette dini kullanmayan Ak Parti, bir süre sonra bu çizgiden uzaklaşmaya başlamıştır. Eğitim alanında yapılan çeşitli değişiklikler eğitimde dinin yerinin artması ile sonuçlanmıştır. 2009 yılına gelindiğinde, imam hatip mezunlarının üniversiteye girişlerini zorlaştıran katsayı problemi kaldırılmıştır. 2011 yılında ise AKP’nin seçim vaatlerinden de biri olan başörtüsü yasağı kaldırılmıştır. Eğitim sistemi tamamen değiştirilmiş, getirilen 4+4+4 sistemi ile birlikte müfredata seçmeli dini derslerin eklenmesi kabul edilmiştir. Bu sistemin getirdiği en büyük değişiklik ise kapatılmış olan imam hatip ortaokullarının açılmasıdır. Zamanla bu okulların sayılarında da artış görülmüştür. Ak Parti’nin toplum mühendisliği yaptığını düşündüren gelişme ise parti kurucusu Recep Tayyip Erdoğan’ın “Dindar Gençlik Yetiştireceğiz” söylemidir. Yapılan sistemsel değişiklikler de bu amaca hizmet edildiği düşüncesini yaratmıştır. Son döneme bakıldığında ise yaşanan Covid-19 salgınını engellemek amacıyla alınan tedbirlerin ve getirilen yasakların – haftasonu marketlerin alkol satmasının yasaklanması ve gece 12’den sonra mekanlarda müzik çalınmasının yasaklanması- salgınla bir alakası olmadığı ve asıl amacın insanların yaşayış biçimine karışmak olduğu düşünülmüştür. Bu örnekler Ak Parti’nin muhafazakar anlayışını toplum üzerine yansıttığını ileri sürmektedir. Tüm bunlar birlikte değerlendirildiğinde, Erken Cumhuriyet Dönemi liderlerinin yapmaya çalıştığı toplum mühendisliği projesi, Ak Parti döneminde takip edilmemiştir. AK Parti, İslam’ın konumunu siyasette ve toplumda artırmış, günümüzde din siyasetin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.

Senanur Yıldırım

Melike Üzel

Türk Siyasal Hayatı Staj Programı

Kaynakça

Ağartan, K. (1997). Kemalizm ve Türk musikisinin batılılaşma sorunsalı. Musikişinas.

Ali, F. (1988), Türkiye Cumhuriyeti’nde konservatuvarlar. Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları.

Akdemir, A. (2017). Türkiye’de neoliberal-muhafazakar politikalara kısmi rızanın serüveni: 2002-2017 (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi) Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Ankara.

Akşin, S. (2007). Kısa Türkiye tarihi. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Akşin, S. (2003), Yakınçağ Türkiye tarihi. İstanbul: Milliyet Kitaplığı.

Akozan, F. (1974). Cumhuriyetimizin 50.yılı ve Güzel Sanatlar Akademisi, (8).

Ataş, G. (2017). Türkiye’de siyasal islamcılık, kimlik siyaseti ve muhafazakar demokrasinin toplumsal temelleri: AKP Hükümeti ve kimlik politikalarının değerlendirilmesi (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi) Adnan Menderes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı, Aydın. 

Atatürk, K. (1950). Atatürk’ün söylev ve demeçleri III. Türk Tarih Kurumu.

Atatürk, K. (2010). Atatürk’ün bütün eserleri XVII. Kaynak Yayınları.

Bartok, B. (1936). Halk huziği hakkında üç konfreans. Halkevi Yayını.

Başbuğ, İ. (2019). Türkiye Cumhuriyeti’nde 1923-1961. Kırmızı Kedi Yayınevi.

Berkes, N. (1965). Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler. Kaynak Yayınları.

Berkes, N. (1973). Türkiye’de çağdaşlaşma. Bilgi Yayınevi.

Berkes, N. (1945). Türk inkılâbında laikliğin gelişmesi” içinde Ankara Üniversitesi Haftası. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.

Bozdağ İ. (1945). Atatürk’ün sofrası. Truva Yayınları. 

CNN Türk. (2012). İmam hatip okulları tekrar yükselişe geçiyor. https://web.archive.org/web/20160304112727/http://www.cnnturk.com/2012/turkiye/08/10/imam.hatip.okullari.tekrar.yukselise.geciyor/672480.0/ adresinden edinilmiştir.

Cumhuriyet Gazetesi. (1936). Güzel sanatlar akademisi ıslahatı. 

Doğanay, Ü. (2007). AKP’nin demokrasi söylemi ve muhafazakarlık: Muhafazakar demokrasiye eleştirel bir bakış. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 62(1). 66-88.

Drucker, F. P. (1995). Değişim çağının yönetimi. (Çev. Dicleli, Z.). İstanbul: Türk Henkel Dergisi Yayınları.

Dursunoğlu, C. (1966), Musiki devrimimizde iki merhale. Devlet Konservatuvarının Otuzuncu Yıl.

Erler, Ö. (2007). Yeni muhafazakarlık, AKP ve muhafazakar demokrat kimliği. Stratejik Araştırmalar Dergisi, 10. 126-132.

Eroler, G. E. (Ed). (2019). Dindar nesil yetiştirmek: Türkiye’nin eğitim politikalarında ulus ve vatandaş inşası (2002-2016). İstanbul: İletişim Yayınları.

Hürriyet Gazetesi. (2012). Dindar gençlik yetiştireceğiz. https://www.hurriyet.com.tr/gundem/dindar-genclik-yetistirecegiz-19825231 adresinden edinilmiştir.

Gökyay, O. Ş. (1941). Ankara devlet konservatuvarının tarihçesi. Güzel Sanatlar, (3). 

Katoğlu, M. (1974). Cumhuriyet devrinde güzel sanatlar ve sanat kurumları. Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Kürsüsü.

Kongar E. (2017), Devrim tarihi ve toplum bilim açısından Atatürk. Remzi Kitabevi.

Kurul, N. (2012). AKP’nin faydacı, muhafazakâr ve esnek eğitim modeli: ‘4+4+4’. Eleştirel Pedagoji Politik Eğitim Dergisi, 4(21), 46-52.

Lewis, B. (2017). Modern Türkiye’nin doğuşu. (Çev. Turna, B. B.). Arkadaş Yayıncılık.

Oxford Dictionary of English. (2010). Secular. Oxford University Press.

Ömürlüoğlu, G. (2020). Ak Parti döneminde eğitim sisteminin ideolojik temelleri. Sosyal ve Kültürel Araştırmalar Dergisi, 6(12), 75-102.

Özer, B. (2019). Adalet ve Kalkınma Partisi’nin muhafazakarlık anlayışı üzerine bir değerlendirme. Medeniyet Araştırmaları Dergisi, 4(1), 43-59.

Tunçay, Ç. (2009) Atatürk döneminde müzik alanında yapılan çalışmalar. (Yüksek Lisans Tezi), İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü.

Türkçe Bilim Terimleri Sözlüğü-Sosyal Bilimler (2014). Laikleşme. Türkiye Bilimler Akademisi.

Zariç, S. (2017). Türkiye’de laiklik ve Ak Parti’nin laiklik anlayışı. Hiperyayın.

YPG/ PYD’nin Kuzey Suriye’deki Uluslararası Hukuk İhlallerinin Zorunlu Göçe Etkisi

1

İnsanlık tarihinin en eski gerçeği olan savaş, 21. yüzyılda etkilerini en çok Ortadoğu’da göstermektedir. Bugün gerilimin en çok hissedildiği bölgelerden biri ise Suriye’dir. Arap Baharı’nın etkileri ile 2011 yılında ülkede dönemin Cumhurbaşkanı Beşşar Esad karşıtı protestolar başladı ve bu durum kontrol edilemez bir hal alarak Suriye İç Savaşı’na dönüştü.  Suriye İç Savaşı’nın başlaması ile beraber bölgede birçok devlet, silahlı kuvvetleri ve kendi silahlı kuvvetlerince desteklenen örgütlerle taraflara destek verdi, milisler ve çeşitli gruplar bölgede belirdi ya da daha belirgin bir hal aldı ve bölgedeki durum zamanla karmaşık hale geldi. Şu an bölgede dönemin iktidarı ve muhalifleri dışında birkaç taraf daha bulunmakla beraber; ABD, Rusya, Türkiye gibi birçok taraf müttefiki de yer almaktadır. YPG ve PYD: Suriye’deki Uluslararası Hukuk İhlalleri ve Göç

NATO Bosna’ya Yeniden Konuşlanmalı

NATO Bosna’ya Yeniden Konuşlanmalı

Bu yazı, Hamza Karcicin ‘Newsweek’ için kaleme aldığı ‘NATO should redeploy to Bosnia’ makalesinden çevrilmiştir. Yazının aslını aşağıdaki bağlantıdan bulabilirsiniz.

https://www.newsweek.com/nato-should-redeploy-bosnia-opinion-1645714

 

Üç aydan fazla bir süredir Bosna-Hersek‘in devlet düzeyindeki kurumları felç olmuş durumda. Bosnalı Sırp yetkililerin, kurumların işleyişini engelleme kararı geçtiğimiz Temmuz ayında dayatılan soykırım inkâr yasağına doğrudan bir misilleme niteliğinde. Yasak, savaş sonrası ülkede yaygın hale gelen soykırım inkârına karşı koymak amacıyla Dayton Barış Anlaşmaları’nın uygulanmasını denetleyen özel bir uluslararası organ olan Yüksek Temsilcilik Ofisi (OHR) tarafından uygulanmıştı.

Dayton Barış Anlaşmaları, Bosnalı Sırp tarafı olan Sırp Cumhuriyeti’ne büyük ölçüde özerklik ve ülkenin devlet düzeyindeki kurumları üzerinde veto hakkı verdi. Geçtiğimiz birkaç hafta boyunca, bu boykot daha da tehlikeli bir kumara dönüştü. Bosna, 1995’te savaşın sona ermesinden bu yana en kötü siyasi kriziyle karşı karşıya. Gerginlik sarmalında iyiye doğru bir işaret yok.

Bosnalı Sırp lider ve ülkenin üçlü cumhurbaşkanlığının bir üyesi olan Milorad Dodik niyetini açıkça belirtti: Devlet kurumlarını baltalamak, dağıtmak ve Sırp Cumhuriyeti’ni güçlendirmek. Dodik entite meclisinden Sırp Cumhuriyeti topraklarındaki devlet düzeyindeki yargı organlarının, istihbaratın ve polis güçlerinin işleyişini engelleyecek bir yasa çıkaracağını duyurdu. Ayrıca, bir Sırp Cumhuriyeti Ordusu kurma ve böylece esasen Bosna’nın ortak Silahlı Kuvvetleri’ni dağıtma niyetini açıkça ortaya koydu.

Bosna’daki ve ötesindeki pek çok analist, bunların ülkedeki barışı tehdit eden, ayrılmaya yönelik kararlı adımlar olduğuna inanıyor. Buna karşılık, Boşnak çoğunluklu partiler ve önde gelen yetkililer Bosna’nın toprak bütünlüğünü mevcut tüm yollarla korumaya söz verdiler.

Ancak krizin uluslararası karşılığı kocaman bir sessizlik. 1995’ten beri hiçbir durumda OHR şimdi olduğu kadar etkisiz olmamıştı. Bu ad hoc organın, seçilmiş yetkilileri görevden almak ve yaptırımlar uygulamak da dâhil olmak üzere çeşitli yetkileri vardı. Şimdi OHR, eski benliğinin bir gölgesi halinde ve bundan tamamen alakasız hale gelecek şekilde kendi düşüşünü yönetiyor.

Avrupa Birliği’nin (AB) hızla kötüleşen krizlere yönelik stratejisi en iyisini ummak olmuştur. Üst düzey bir AB yetkilisi, ülkenin seçim yasasını değiştirmek için gönülsüz bir girişimle geçtiğimiz hafta Bosna’ya gönderildi. Yetkilinin misyonu ve irredentist[1] politikaların yarattığı acil güvenlik sorunu, AB’nin Bosna’ya yaklaşımında ne kadar yanlış bir odak noktası olduğunun altını çizdi. NATO Bosna’ya Yeniden Konuşlanmalı

Bu, ABD’yi Bosna ve Balkanlar’da barışı korumak için tek güvenilir güç olarak bırakıyor. Soğuk Savaş’tan bu zamana kadar olan Amerikan müdahaleleri arasında en başarılı olanlar Bosna ve Kosova oldu. Amerika 1990’ların ortalarından beri Bosna’ya büyük yatırımlar yaptı ve ülke ileriye doğru yavaş ama önemli adımlar attı. Ülke, Amerikan ve Batı yanlısı olmaya devam etmekte ve Avrupa’nın bu köşesinde barışı kurtarmak zorunludur.

Biden yönetimi bir felaketi önlemek için şimdi devreye girmeli. ABD, NATO’yu Bosna’da yeni bir misyona yönlendirirse barış güvence altına alınabilir. 1995’ten sonra Bosna’da barışın sağlanmasının temel nedeni, ülkedeki Amerikan liderliğindeki NATO birliklerinin varlığıydı. Misyonun 2004 yılında Avrupa Birliği Bosna ve Hersek Gücü (EUFOR) devredilmesi, büyük bir stratejik hata olarak görülmeye başlandı. EUFOR’un varlığı, nüfusu yanlış bir güvenlik duygusuna kaptırırken, misyonu da stratejik olarak büyük bir krizle başa çıkmaktan acizdir.

Şimdi NATO’yu Bosna’ya yeniden yerleştirme zamanı. NATO’nun yeniden konuşlandırma için yeni planlar geliştirmesine gerek yok. Aslında ittifak, savaş sonrası konuşlandırmanın planını tekrarlayabilir. NATO, Saraybosna’da varlığını kurmalı ve kuzeydeki Tuzla kentindeki havaalanını kullanmalı. Bosna’nın kuzeydoğusundaki stratejik Brčko kasabası güvence altına alınmalı ve orada bir NATO varlığı kurulmalıdır. NATO, asgari kaynaklarla, Bosna’nın belirsizliğe kaymasını önleyebilir ve Güneydoğu Avrupa’da barış için Batı’nın siyasi ve askeri yatırımının korunmasını sağlayabilir.

Çeviren: Dilara Nesrin BULUT

 

 

[1] Ç.N: Irredentist: daha önce kendisine ait olan herhangi bir bölgenin ülkesine geri verilmesini savunan bir kişi.

Haftanın Öne Çıkanları

0

İRAN URANYUM STOKUNU İKİ KATINA ÇIKARDI

İran ile Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimi üyeleri arasında imzalanan nükleer
anlaşma, Tahran’a en fazla 300 kilogram uranyum barındırma ve bu miktarı yüzde 3,67
oranında zenginleştirme hakkı veriyor. Ancak ABD’nin anlaşmadan tek taraflı çekilmesini
takiben İran da verdiği sözleri askıya aldı.

İran Atom Enerjisi Kurumu Sözcüsü Behruz Kemalvendi, ülkenin zenginleştirilmiş uranyum
stokunun iki katına çıktığını açıkladı. Anlaşmada belirtilen miktara uymayan İran’da bugüne
dek yüzde 20 oranında zenginleştirilmiş 210 kilogram uranyum üretildiği bildirildi.

AFP

Kemalvendi “Yasalara göre bizden 120 kilogram yüzde 20 zenginleştirilmiş uranyum istendi,
biz ise şu ana kadar nükleer silaha sahip ülkeler dışında hiçbir ülkenin üretemediği 25
kilogram yüzde 60 oranında zenginleştirilmiş uranyum ürettik.” dedi. Uranyumun yüzde 20
üzerinde zenginleştirilmesi ise nükleer bomba üretmeye uygun şartların sağlandığı anlamına
geliyor.

ABD’nin anlaşmadan çekilmesini takiben Haziran’da Viyana’da düzenlenen müzakerelerden
sonuç alınamadı. Ara verilen müzakereler İran’ın uranyum miktarını her geçen gün
artırmasının ardından 29 Kasım’da tekrar başlayacak. Anlaşma kararlarına uymayan İran’a
yaptırım uygulanıp uygulanmayacağı ise bilinmiyor.

Kaynak: AA

COP26: GLASGOW’DAN HANGİ KARARLAR ÇIKTI?

İlki (COP1) 1995 yılında yapılan iklim konferansının 26’ncısına bu yıl Birleşik Krallık ev sahipliği yapıyor. İklim değişikliğini önlemeye yönelik tedbirlerin masaya yatırılacağı COP26’ya 120’den fazla dünya lideri ve yaklaşık 25 bin kişi katılacak. Konferansta 200’e yakın ülkenin 2030 yılına kadar sera gazı salımını azaltan planlamalarına yer verilecek.


AFP

31 Ekim’de başlayıp 12 Kasım’da sonlanacak konferansta şu ana kadar birçok karar alındı. 100’ü aşkın ülke lideri karbondioksit salımını en aza indirmek için ağaçlandırma çalışmaları yapacağına söz verdi. Yine 100’den fazla ülke metan gazı emisyonunu 2030 yılına kadar yüzde 30 oranında azaltacağını söyledi.

İklim değişikliğini en fazla tetikleyen kömür kullanımı da birçok ülkenin gündemindeydi. Ancak Avustralya, ABD, Hindistan ve Çin en fazla kömür kullanan ülkeler olarak karara imza atmadı. Son olarak ise 130 trilyon dolara sahip 450 kuruluş, yenilenebilir enerji gibi “temiz teknoloji” atılımlarını desteklemeyi kabul etti.

Dünyada en fazla sera gazı salımına sebep olan Rusya, Hindistan ve Çin gibi ülkelerin liderleri COP26’ya katılmayarak eleştirilerin odağı oldu. Bunun yanı sıra 2009’da gelişmiş ülkeler, yoksul ülkelere iklim değişikliğini önlemek adına 2023’e kadar bağış yapmak için söz verdi. Ancak 100 milyar dolarlık yardım hala tamamlanabilmiş değil.

Kaynak: BBC

Hazırlayan: Gizem GÜVEN- TUİÇ Akademi İçerik Editörü 

 

 

İklim Kriziyle Mücadele Konusunda Afrika Birliği’nin Rolünü Anlamak

Özet

Özellikle son yıllarda daha da artan iklim değişikliği, tüm dünya için bir iklim krizine dönüşmüş ve hem doğayı hem de insanları doğrudan etkiler hale gelmiştir. Her bölgeyi farklı biçimlerde ve farklı oranlarda etkileyen söz konusu iklim krizi halinin, özellikle Afrika kıtasını olumsuz yönde derinden etkilediği görülmektedir. Afrika kıtası üzerinde bulunan Afrikalı devletleri harekete geçirme kapasitesi ve etkinliği bakımından en önemli uluslararası örgütlerden biri olan Afrika Birliği’nin, başarılı bir kalkınma hedefi için kıtadaki iklim krizi ile mücadelede de rol oynadığı görülmektedir. Bu çalışmada, Afrika Birliği’nin, Afrika kıtasında var olan iklim krizini önlemedeki rolü ve bu konuda ne oranda başarılı olabildiği incelenmiştir. Bu amaçla, önce iklim krizinin dünyadaki ve Afrika’daki güncel durumundan bahsedilmiş, ardından Afrika Birliği ile ilgili genel bilgilere başvurularak, birliğin iklim krizi ile mücadele konusundaki faaliyetlerine yer verilmiştir. Bu çalışmanın sonucunda ise, Afrika Birliği’nin, kıtada var olan iklim krizini önlemede umut vaat edici adımlar attığı, ancak iklim krizinin boyutu düşünüldüğünde bu faaliyetlerin yetersiz kaldığı ve bu konuda daha kapsamlı çalışmaların gerektiği sonucuna ulaşılmıştır. 

Anahtar Kelimeler: Afrika Birliği, iklim krizi, Afrika, çevre, kalkınma.

Abstract

In recent years, climate change has evolved as a climate crisis for the whole world and has a direct impact on both nature and humanity. The climate crisis affects every region dramatically, in individual ways and various intensities. However, the impact is quite devastating, especially on the African continent. It is seen that the African Union, which is one of the most important international organizations in terms of its capacity and effectiveness to mobilize African states on the African continent, has a really important role in tackling the climate crisis in Africa in the sense of sustainable development goals of the continent. In this study, the role of the African Union in tackling the climate crisis in the African continent and how successful it has been in that sense, have been examined. For this purpose, firstly, the current situation of the climate crisis in the world and in Africa was mentioned, then general information about the African Union was stated and the activities of the African Union on tackling the climate crisis were examined. As a result of this study, it has been concluded that the African Union has taken promising steps to prevent the existing climate crisis on the continent, but these activities are insufficient considering the extent of the climate crisis, and more comprehensive studies might be needed in that sense.

Key Words: African Union, climate crisis, Africa, environment, development.

Giriş

İklim değişikliği; sanayinin gelişmesinden bu yana, atmosfer sıcaklığındaki artışlar sebebiyle birçok doğa felaketine sebep olmakta ve küresel ısınma kaynaklı olağanüstü hava koşulları tüm dünyayı etkilemektedir. Hissedilen tüm bu etkilerden dolayı, içinde bulunduğumuz durum iklim krizi olarak kabul edilmektedir (Türkeş, 2012).

İklim krizi ile mücadelede ülkeler, hem ulusal stratejileri hem de uluslararası antlaşmaların getirdiği sorumluluk gereği, özellikle karbon emisyonlarını düşürme konusunda çalışmalar yaparken; sanayisi henüz gelişmekte olan ülkeler bu konuda radikal yaptırımlarla karşı karşıya kalmamaktadır. Ancak iklim krizi ile mücadeleyi sadece karbon emisyonunu minimize etmekle sınırlı tutmak yeterli olmayacaktır. Hali hazırda atmosferdeki karbon seviyesi sebebiyle gerçekleşmesi kesin olarak görülen doğa felaketlerine karşı alınacak önemler de iklim değişikliği uyum sürecinin temel noktası ve iklim krizi ile mücadelenin önemli bir kilit taşıdır. Bu bağlamda bölgesel etkilerin de değerlendirilmesi ve bölgesel çözümlere de odaklanılması daha sürdürülebilir bir yaklaşım olacaktır.

Yapılan bilimsel çalışmalar, bazı bölgelerin iklim krizinden daha erken ve daha fazla etkilendiğini/etkileneceğini göstermektedir. Bu duruma sebep olan etmenin, iklim krizinin ekolojik etkilerinin bu bölgelerde daha yoğun görülmesinden kaynaklı olabileceği gibi bölgelerdeki kalkınma stratejileri ve bölgelerin sosyo-ekonomik düzeylerinin de yetersizliğinden kaynaklı olabilir. Bu bölgeler, kırılgan bölgeler olarak adlandırılmaktadır. Kırılgan bölgelerdeki bu etkilenmelerin sadece ekolojik boyutta değil, dolaylı olarak sosyal ve ekonomik boyutlarda da hissedilmesi beklendiği için kırılgan bölgelerde iklim krizi ile mücadele bütüncül bir yaklaşımla mümkün olabilecektir (The International Institute for Sustainable Development, 2011).

Kırılgan bölgelerin en başında Afrika Kıtası gelmektedir. Afrika Kıtasındaki iklim koşulları, küresel ısınma etkilerinden bağımsız düşünüldüğünde dahi kıtadaki kalkınmayı ciddi oranda ve olumsuz yönde etkilemektedir (United Nations, 2021b). Birleşmiş Milletler’in bölgedeki yardım kampanyalarının sürdürülebilir bir çözüm adımı olarak görülemeyeceği açıktır. Öte yandan, tüm Afrika kıtasının sorumlu olduğu karbon emisyonu düşünüldüğünde (2020 verilerine göre toplam emisyonun yaklaşık %1’i) iklim krizi ile mücadelede Afrika özelindeki çalışmaların etkisiz olacağı sonucuna varılabilir (UCSUSA, 2020). Ancak bölgesel sorunlar küresel sonuçlara sebebiyet verebilmektedir. Afrika Kıtasındaki kuraklık gibi doğa felaketlerinin kısa süre sonra iklim göçlerine sebep olabileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Kıtadaki sanayi yatırımlarının atıllaşması ve olası göç dalgaları, uzun vadede geri döndürülemez nüfus yoğunlaşmaları ve politik krizlere sebep olma potansiyeline sahiptir. Meselenin bu yönü, insani dayanışma duygusunun yanı sıra iklim krizinin politik etkilerinin de değerlendirilmesinin önemini göstermektedir.

İklim krizi ile mücadelede küresel bir çaba gerekmektedir ancak iklim krizinin etkilerinin homojen olarak dağılmaması nedeniyle mücadelenin de tüm bölgelerde tek tip olması beklenemez. Bu nedenle, iklim krizinden en çok etkilenen bölgelerden olan Afrika kıtasının bölgesel ihtiyaçları, özelleştirilmiş mücadele yöntemleri ve araçları ile tüm bunların doğru koordinasyonunu gerektirmektedir. Afrika özelindeki çözümler için bölgedeki kalkınmayı, barışı ve düzeni etkileyen tüm bileşenlerin entegre bir şekilde koordinasyonu, etkili bir mücadele yöntemi olarak düşünülebilir. Bu bağlamda Afrika Birliği, bölgesel kalkınma hedefleri ile dikkat çekerken iklim krizi ile mücadele meselesinde de rol oynayabilecek önemli bir uluslararası kuruluş olarak akla gelmektedir. Afrika Birliği’nin; kuruluşundan bu yana bölgedeki barışı koruma ve kalkınma ile ilgili misyonları, bu önemli iki misyonu da etkileyebilecek olan iklim krizinin ve/veya krizin etkilerinin minimize edilmesi için atacağı her adımı daha da değerli hale getirmektedir.

Bu çalışmada, iklim krizinin Afrika Kıtasındaki güncel ve olası etkileri incelenerek, bölgedeki en önemli uluslararası kuruluşlardan biri olan Afrika Birliği’nin, iklim krizini önlemeye yönelik çalışmaları incelenecektir. Afrika Birliği’nin, iklim krizi ve krizin etkilediği sosyal ve ekonomik konulardaki eylem planları ve kalkınma hedeflerinde iklim krizi öngörüsü ile atılmış adımlarının varlığı ile aktif çalışmalarının yeterlilik oranı değerlendirilecektir.

1. İklim Krizinin Dünya Genelinde ve Afrika’daki Güncel Durumu 

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) 2021 yılında yayınladığı 6. Değerlendirme Raporu’na göre, Dünya kırmızı alarm veriyor. Raporda geçen en kritik detaylardan biri ise; iklim krizinin tamamen insan kaynaklı olmasıdır. Bu noktanın raporda, özellikle politikacılar ve karar vericiler için sadeleştirilmiş, terminolojiden uzak özetinde ilk madde olarak karşımıza çıkmasının sebebi; iklim krizi ile mücadelenin, insan kaynaklı olmaması durumunda radikal çözüm stratejileri de oluşturmasına gerek duyulmaması görüşüdür. Raporun değerlendirdiği önemli bir diğer konu ise, Paris Antlaşması’nın uzun vadedeki hedeflerinden biri olan 1.50C’lik sıcaklık artışı limitinin, raporda incelenen tüm senaryolarda 2030 itibariyle aşılacak olmasıdır (IPCC, 2021). Dolayısıyla insan kaynaklı faaliyetler, özellikle sanayi faaliyetleri güncel durumunu koruduğu takdirde, güncel olarak Türkiye’de ve dünyanın her yerinde görülen yangın, sel, toprak kayması gibi felaketlerin artacağını söylemek yanlış olmayacaktır. 

Daha önce bahsedildiği gibi Paris Antlaşması, raporda da önemli bir referans olarak karşımıza çıkmaktadır. Küresel iklim eylem planlamasında önemli bir yol gösterici olarak kabul edilen Paris Antlaşması, 2015 yılında 196 ülkenin imzasıyla yürürlüğe girmiş en güncel iklim antlaşmasıdır. Paris Antlaşmasının temel amaçlarından biri ise, küresel ısınmayı 2030 yılına kadar tercihen 1.50C’de tutma hedefidir. Bu noktada, daha önceki yıllarda hakim olan bakış açısının aksine ülkelere belirli ve tek tip limitler belirlemek yerine ülkelerin kendi ekonomik durumlarını gözeterek karbon salınımlarını azaltması beklenmektedir (T.C. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, 2021). Paris Antlaşması’nın uluslararası düzeyde karbon emisyonları üzerinde durmasının bir çıktısı olarak; iklim krizini tetikleyen en önemli faktörün, karbon emisyonları olduğu görülmektedir. Sanayi ve fosil yakıt kullanımı, hayvancılık gibi şuan gündelik hayatın içerisinde bulunan ürünler ve direkt olarak faaliyetler iklim krizini bu noktaya getirmiştir. Artan insan nüfusu da değerlendirmeye alındığında yukarıda belirtilen şeylere ihtiyaç daha da artmakta ve bununla birlikte, tüketim arttıkça karbon salınımları da artmaktadır. Bu nedenle, artan nüfus ile birlikte artan enerji ve besin ihtiyacı da göz önüne alındığında düşük emisyonlu sanayileşme ve düşük emisyonlu üretim alternatiflerinin artması önemli bir değişim olacaktır.

Paris Antlaşması’nı kabul edenler arasında 33 Afrika ülkesi de yer almaktadır (United Nations, 2017). Afrika kıtası; bulunduğu iklim kuşağı gereği, küresel ısınma faktörü görmezden gelindiğinde bile su kaynaklarını dikkatli ve belirli bir düzen içerisinde kullanmasını gerektiren bir bölgedir. Vahşi sulama çalışmaları, dünyanın heryerinde sorun oluşturacak bir yöntem olmasına rağmen bu çalışmaları Afrika için bir seçenek olarak dahi görmek zordur. Ancak içerisinde bulunulan iklim krizi, Afrika’yı baş edilmesi zor bir kuraklığın içine sürüklemektedir. Kuraklık en önemli insani ihtiyaçlarla ilgili bir engel teşkil ettiği için, bu durum Afrika’nın ekonomik kalkınmasını da etkilemektedir. 

İklim krizinin tetiklediği Afrika kıtasındaki sorunlardan biri de sağlık ile ilgilidir. Afrika, sıcaklık ve nüfus yoğunluğu sebebiyle hastalıkların yayılması için güçlü bir zemin hazırlamaktadır. Öte yandan hijyen ve beslenme yetersizliği de hastalıkların insanlarda önemli hatta kalıcı etkiler bırakmasına sebep olmaktadır. Afrika’nın iklim krizi ile mücadelesi, belki de birçok ülkeye göre daha önce başlamış ancak hem yardımlar hem de Afrika ülkelerinin öncelikleri halkın insani ihtiyaçları olmuştur. FAO, UNICEF gibi birçok Birleşmiş Milletler kuruluşu, bu bölgede uzun süredir çalışmalarını yürütmektedir. Ancak yardımlar anlık ve “günü kurtarma” çalışmalarından öteye gidememiştir. Bunun sebebi hali hazırda açlık, susuzluk ve sağlık konularında yardım ve desteğe ihtiyaç var iken, uzun vadede kalkınma hedefli yatırımların öncelikli hale getirilememesidir (United Nations, 2021a).

Afrika kıtasının nüfusu da göz önüne alınırsa; buradaki kaynak yetersizliği, bir iklim göçünü de tetikleme potansiyeli yaratır. Kaynak ve erişimin daha iyi olduğu ülkelere insanların göç etmesini engellemenin tek yolu, bulundukları bölgeleri iklim krizi ile uyum çerçevesinde güçlendirmektir. Afrika’nın tüm dünyadan daha şiddetli bir biçimde bu krizin etkilerini yaşadığı düşünüldüğünde, özellikle sanayi ve her tür ticari yatırımların düşük emisyon ve/veya karbon nötr gibi sürdürülebilir alternatiflerle inşa edilmesi çok değerlidir. Bunun yanında akıllı sulama sistemleri ve tarımı güçlendirme ile ilgili yapılabilecek tüm uygulamalar küçük ölçeklerde ve pilot uygulamalar bile olsa, önemli ve olumlu etkilere sahip olacaklardır. 

2. Afrika Birliği’ne Genel Bir Bakış

19. yüzyıl ile başlayan sömürgeleştirme döneminin Afrika kıtasına getirdiği yapay sınırlar, her sömürge devletinin kendi sömürgelerinde kendi hukuk sistemlerini uygulamasından kaynaklanan bölgelerarası hukuki farklılıklar, Afrikalı toplulukların ilişkiler ağını da etkilemiş ve zamanla değiştirmiştir. 1960’lı yıllarda bağımsızlıklarını kazanmaya başlayan Afrikalı devletlerin, devletleşme süreçlerinde yaşadıkları sorunlar ve birbirleri arasında birlik ve beraberliği hedefleyen Pan-Afrikanizm fikri, bu devletler arasında birbirlerini aynı çatı altında birleştirme amacına hizmet edecek bir uluslararası kuruluşun oluşturulması ihtiyacını doğurmuştur. Böylece 1963 yılında Afrika Birliği Örgütü ile başlayan entegrasyon süreci, 2002 yılında Afrika Birliği Örgütü’nün isminin Afrika Birliği ismini almasıyla devam ettirilmiş ve geliştirilmiştir (Karagül ve Arslan, 2014). 

25 Mayıs 1963 tarihinde, 32 Afrikalı devlet başkanının Etiyopya’nın Addis Ababa kentinde bir araya gelmesiyle Afrika Birliği Örgütü Kurucu Antlaşması imzaya açılarak kurulmuştur (İpek, 2014). Genel hatlarıyla Afrika Birliği Örgütü’nün amaçları; bağımsızlığını kazanmış bulunan devletler arasında siyasi ve ekonomik işbirliğini teşvik etmek, Afrika’nın geri kalanının da sömürgecilikten arınmasını hızlandırmaktı (Shillington, 2020). Örgüt, 1964 ila 1965 yılları arasında yaşanmış Fas-Cezayir sınır anlaşmazlığı ve 1965 ila 1967 yılları arasında yaşanmış Kenya-Somali ile Somali-Etiyopya arasındaki sınır çatışmalarında etkin ve başarılı bir rol oynayabilmiş, ancak bunun yanında etkin rol oynayamadığı sorunlar da ortaya çıkmıştır (Karagül ve Arslan, 2014). Tüm bunların ışığında, kıtada bölgeler arasında yükselen gerilim, örgütün engelleyemediği çatışmaların varlığı, siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklar ve AIDS/HIV gibi salgın hastalıkların artışı, örgütün önceki yıllarından daha etkili olabileceği bir revize fikrini ortaya çıkarmıştır.

9 Eylül 1999 tarihinde Libya’da gerçekleştirilen zirve sonucunda kabul edilen Syrte Deklarasyonu ile örgütün, ‘Afrika Birliği’ adını alması süreci, 2002 yılında Güney Afrika’da gerçekleştirilen Durban Zirvesi ile resmen tamamlanmış ve Afrika Birliği, resmen kurulmuştur (Kavas, 2011). Afrika Birliği’nin Kurucu Antlaşmasının 3. maddesinde belirtildiği üzere, Birliğin yeni hedefleri, “üyelerinin egemenliğini, toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını korumak”, “Afrikalı ülkeler ve Afrikalılar arasında büyük bir birlik ve dayanışma meydana getirmek”, “kıtanın sosyo-ekonomik ve siyasi entegrasyonunu hızlandırmak”, “uluslararası müzakerelerde kıtanın kendi rolünü oynayabilmesi için gereken şartları oluşturmak” (African Union, 2000) olarak öne çıkmaktadır. 

Birliğin, genel politikaları belirleyen ve en üst organ görevi gören Birlik Genel Kurulu, Yürütme Konseyi, Pan-Afrika Parlamentosu, Afrika İnsan ve Halklar Hakları Mahkemesi, Komisyon, Daimi Temsilciler Komitesi, Özel Teknik Komiteler, Barış ve Güvenlik Konseyi, Finansal Kurumlar, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Konsey, Afrika Birliği Uluslararası Hukuk Komisyonu, Yolsuzluk Danışma Kurulu, Afrika Çocuk Hakları ve Refahı Uzmanlar Komitesi olmak üzere, kıtanın sorunlarını çözmeye yönelik 13 organı bulunmaktadır (Akçay ve Dinçer, 2015). 

3. Yöntemsel Olarak Afrika Birliği’nin Etkinlikleri

Afrika Birliği’nin ve Afrika Birliği Örgütü’nün; 1963 yılından beri kıtada gerçekleşen anlaşmazlıkların ve çatışmaların, kıtasal problemlerin çözümünde başarılı bir rol oynadığı durumların mevcudiyetinin yanında, yeterli çözümler geliştiremediği birtakım önemli bölgesel anlaşmazlıklar ve problemler de var olmuştur. Birliğin, müdahil olduğu sorunlarda tek başına çözümler üretmesinin yanı sıra başka kuruluşlarla da işbirliği halinde hareket ettiği sık görülmektedir. Kıtada ön plana çıkan belli başlı olaylarda Birliğin sergilediği tutumların ve yöntemlerin incelenmesi, özellikle 21. yüzyıl ile birlikte daha da belirginleşen iklim krizine karşı sergilediği tutumu ve söz konusu krizi önlemek için izlediği yolu kavrayabilmek açısından önem teşkil etmektedir. 

Afrika kıtası içerisinde karşılaşılan sorunlara “Afrika sorunlarına Afrika çözümleri” ilkesi uyarınca çözümler bulmaya çalışan Birliğin, kıtada var olan problemleri çözüme kavuşturmak ve kıtanın gelişimini sağlamak için, Afrika’da var olan sivil toplum kuruluşlarını karar alma süreçlerine dahil eder bir tutum izlemesi, Birliğin hedeflerinden olan birlik ve dayanışma yoluyla kalkınmayı sağlama amacını gerçekleştirmesinde izlediği yollardan biridir. Afrika Birliği, bir danışma organı olarak görev yapan Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Konsey’i (ECOSOCC), karar alma süreçlerinde sivil topluma da söz hakkı tanımaya hizmet eden aynı amaçla oluşturmuştur (Yassın, 2009). Yine aynı amaç doğrultusunda Afrika kıtasında, üye ülkeler arasında tüm ekonomik alanlarda işbirliğini geliştirme hedefiyle 1975 yılında kurulan Batı Afrika Ülkeleri Ekonomik Topluluğu (Economic Community of West African States, ECOWAS) (Akçay ve Çelik, 2020) gibi bölgesel örgütlerle de ortak faaliyetler yürütmektedir. 

Afrika Birliği; kıtada ortaya çıkan problemlerin çözülmesi konusunda, Fildişi Sahili’nde 2002 yılındaki darbe girişiminden sonra yaşanan iç karışıklıkların çözümlenmesi meselesinde olduğu gibi (Güder ve Karagül, 2020), çatışmaları sonlandıracak antlaşmaların imzalanması başta olmak üzere, barışçıl yollarla bir çözüme varılabilmesi için girişimlerde bulunmak gibi yöntemlere başvurmaktadır. Fakat bunun yanında çatışmaların çözümlenmesi için, Somali’de yaşanan iç karışıklıklar sebebiyle Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin yetkilendirmesi ile AMISOM (African Union Mission to Somalia) adıyla (Akkutay, 2016) diyaloğun sağlanması, geçici hükümetin görevini sürdürmesi gibi amaçlarla barış gücünü konuşlandırdığı uygulamalara da başvurmuştur. 

Afrika Birliği, kıtada ortaya çıkan problemlerin çözümünde izlediği tüm bu yöntemlerin yanında, Avrupa Birliği gibi ulus-üstü ve Birleşmiş Milletler gibi uluslararası örgütlerle de işbirliği halinde hareket etmektedir. 2003 yılından itibaren gün geçtikçe şiddetin tırmandığı Darfur Sorununu çözmek amacıyla, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 31 Temmuz 2007 tarihinde aldığı kararla Afrika Birliği ile Birleşmiş Milletler ’in ortak bir misyon çerçevesinde hareket etmek için kurduğu Birleşmiş Milletler-Afrika Birliği Darfur Misyonu (The United Nations-African Union Hybrid Operation in Darfur, UNAMID) (Arpa, 2011) bu duruma örnek gösterilebilir. Avrupa Birliği ile Afrika Birliği arasında gerçekleştirilen işbirliklerine ise geleceğe yönelik yeni hedefler belirlemek adına yapılan zirve toplantıları örnek gösterilebilecektir. Söz konusu zirve toplantılarında özellikle çevreye yönelik girişimler, kadınlar ve gençler için öğrenme, araştırma ve yenilik kapasitelerini artırma, çocuk işçiliğini ortadan kaldırma gibi unsurların yanı sıra iyi yönetişim, demokrasi ve hukukun üstünlüğünün işbirliği içerisinde bütünleştirilmesini sağlamak (Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu, 2011) gibi hedeflerin belirlendiği ve bu alanlarda işbirliği ile hareket edilmeye çalışıldığı görülmektedir. 

4. Afrika Birliği’nin İklim Krizi ile Mücadeleye Dair Faaliyetleri

Özellikle son yıllarda tüm dünyayı olumsuz yönde değiştirmekte olan iklim değişikliklerinin en derinden etkilediği yerlerden biri de Afrika kıtası olarak öne çıkmaktadır. Afrika kıtası içerisinde hem devletleri harekete geçirmek, hem de kıtada birlik ve beraberliği sağlamak açısından en etkili kuruluşların başında gelen Afrika Birliği’nin, özellikle ekonomi ve sağlık başta olmak üzere birçok alanı etkileme kapasitesine sahip olan iklim değişiklikleri meselesinde de, iklim krizinin önüne geçmek adına birtakım önlemler ve hedefler belirlemiş olduğu görülmektedir. 

Kıtada iklim değişikliklerinden doğabilecek zorunlu yer değiştirme durumlarında ortaya çıkabilecek problemlerin, Afrika halkları açısından minimuma indirilmesi için birtakım önceliklerin de belirlendiği “Afrika’da Ülke İçinde Yerinden Edilmiş Kişilerin Korunmasına ve Yardım Edilmesine İlişkin Afrika Birliği Sözleşmesi”, diğer ismiyle Kampala Sözleşmesi, Afrika Birliği’nin; iklim krizinin kıta için olumsuz getirilerine karşı çeşitli önlemlere başvurduğunun bir göstergesi olabilir. 23 Ekim 2009 tarihinde Kampala’da kabul edilen ve esas itibariyle devletlerin ülke içinde yerinden olmuş kişilerin korunması ve yardımına ilişkin yasal yükümlülüklerini belirleyen (Ruppel, 2013) bu belgenin, sadece iklim değişikliklerinden etkilenen halkları korumaya yönelik olmadığı da belirtilmelidir. 17 ülkenin onaylamasıyla birlikte 6 Aralık 2012 tarihinde yürürlüğe giren Kampala Sözleşmesi madde 1(k)’de “özellikle silahlı çatışma, genelleştirilmiş şiddet durumları” da devletlerin yükümlülüğüne giren durumları ortaya çıkarmaktadır. Fakat bununla birlikte, aynı maddede “doğal veya insan kaynaklı afetlerin” de devletlere benzer yükümlülükleri getirdiği görülmektedir (African Union, 2009). Madde 5’te “Taraf Devletlerin, iklim değişikliği de dahil olmak üzere doğal veya insan kaynaklı afetler nedeniyle ülke içinde yerinden edilmiş kişileri korumak ve onlara yardım etmek için önlemler alacağını” açıkça belirten Sözleşme ile Afrika Birliği, doğa afetlerinin neden olduğu yerinden edilmeyi önlemek adına erken uyarı sistemleri kurarak ve afete hazırlık ve yönetim önlemlerini benimseyerek, iklim krizi konusunda insanları korumayı hedeflemektedir (Ruppel, 2013). 

Kampala Sözleşmesi’nin dışında, Afrika Birliği’nin doğrudan iklim krizinin önlenmesine yönelik faaliyetlerini gösteren belgeler de mevcuttur. Bu belgelerden en önemlisi, Afrika Birliği tarafından halen uygulanmakta olan birtakım hedefleri içeren ve 31 Ocak 2015 tarihinde Addis Ababa’da kabul edilen Gündem 2063’tür. Söz konusu belge, Afrika’nın kendi gelişimini sürdürecek araç ve kaynaklara sahip, kaynaklarının sürdürülebilir ve uzun vadeli idaresi ve birtakım önemli koşulların gerçekleşmesi şartı ile yüksek refaha sahip bir kıta olabileceğini ifade etmektedir (African Union, 2014). Bu koşulların varlığı ise yüksek yaşam kalitesinin, iyi sağlık koşullarının, iyi eğitimli ve yetenekli vatandaşların, yoksulluk ve ayrımcılık nedeniyle çocukların okullarını kaçırmadığı, su ve enerjinin erişilebilir olduğu, modern tarım ve toplu gıda güvenliğinin var olduğu bir dünyayı tasvir etmektedir (African Union, 2014). UNICEF yaptığı bir çalışmada, iklim krizinin etkilerinin, aynı faktörlerle bağlantılı olacak şekilde suya erişim sağlama, eğitim ve sağlık gibi temel ihtiyaçların eksikliği sebebiyle özellikle çocukları etkilediğini ortaya koymuştur (UNICEF, 2021). Bu durumdan yola çıkılarak sağlık, yoksulluk ve özellikle çocukların yoksulluğu, su – enerji, modern tarım ve gıda güvenliği gibi birçok konunun ise çevresel faktörlere ve iklim değişikliğine bağlı olgular olarak öne çıktığı söylenebilecektir.

İklim değişikliklerinin en fazla etkilediği yerlerden biri olarak Afrika kıtasının, topyekûn kalkınması için iklim krizinin önüne geçilebilmesinin aciliyetini kavrayan Afrika Birliği; Gündem 2063’te, Afrika’nın müreffeh bir kıta olmasını sağlamak için gerekli olan koşullar arasında, kıtanın doğal zenginlikleri, yaban hayatı ve vahşi arazileri olmak üzere çevresi ve ekosistemlerinin korunması gerektiğini de vurgulamıştır. Afrika Birliği, iklime dair var olan farkındalıklarını ortaya koymasının ardından, Birliğin ve devletlerin tüm eylemlerinde adaptasyona öncelik vererek uygun fiyatlı teknoloji geliştirme ve transferi, finansal ve teknik kaynaklar gibi yeterli destekle çeşitli disiplinlerin becerilerini kullanarak küresel iklim değişikliği sorununun ele alınacağını belirtmiştir (African Union, 2014). Buna göre, iklim teknolojisi kuruluşlarıyla bağlantı kuran beş bölgesel teknoloji merkezinin belirlenmesi; kadınları ve gençleri önceleyen iklim değişikliği programları; sürdürülebilir orman yönetimi; ulusal uyum planları, sistemleri ve yapıları; CAADP gibi iklime dayanıklı bir tarımsal kalkınma programını da içeren bir program belirlenmiştir (African Union, 2014). 

Afrika Birliği, iklim krizini önleme konusunda da kıtasal sorunlarda sıklıkla başvurduğu bir yöntem olarak çeşitli uluslararası, ulus-üstü ve alt-bölgesel kuruluşlarla temas ve işbirliği halinde hareket etmektedir. 2 Aralık 2009 tarihinde Tunus’ta kurulması onaylanan, Afrika Kalkınma Bankası, Afrika Birliği Komisyonu ve Birleşmiş Milletler Afrika Ekonomik Komisyonu’nun (UNECA) ortak girişimi olan Afrika’da Kalkınma İklimi (ClimDev-Africa) Programı Özel Fonu (CDSF) (African Development Bank Group, 2009) iklim değişikliklerine yönelik işbirliklerine bir örnektir. Afrika Birliği’nin de içerisinde bulunduğu bu işbirliği ile, Gündem 2063’te iklim değişikliği sorununu çözecek yeterli destek arayışı ile paralel olacak şekilde, kıta genelinde iklim bilgi ve hizmetlerinin yerel, ulusal ve bölgesel ölçekteki ihtiyaçlara cevap verecek şekilde geliştirilmesi ve iyileştirilmesi ile karar vericiler tarafından kullanımının sağlanması hedeflenmektedir (Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu, 2011). 

2000 yılında ilk Afrika-AB Zirvesi ile başlayan Afrika-AB Ortaklığı’nın ardından, 2007 yılındaki ikinci Afrika-AB Zirvesi’nde stratejik ortaklığa dönüşen ilişkilerin (Şemşit, 2016), Afrika Birliği’nin iklim krizi ile baş etmedeki mücadelesinde önemli bir rol oynadığı da görülmektedir. Söz konusu ortaklığın 2011-2012 Eylem Planı’na bakıldığında, plan içerisinde iklim değişikliği politikaları ve işbirliği konusunda ortak gündem oluşturulması; kuraklıkla mücadele gibi hedefler belirlenmiş olup, biyoçeşitlilik ve ormanlar gibi iklim değişikliği ile yakından ilgili diğer çevre konularının önemini daha iyi yansıtabilmek adına söz konusu ortaklığın adı da değiştirilmiştir (Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu, 2011). 

Sonuç

Afrika Birliği; Kampala Sözleşmesi, Gündem 2063 gibi belgeler aracılığıyla ve Birleşmiş Milletler ile Avrupa Birliği gibi uluslararası alanda etkin rol oynayan örgütlerle yaptığı işbirlikleri yoluyla, Afrika kıtasının sırtında bir yük olan iklim sorunlarını önlemek adına önemli hedefler belirlemiştir. 2021 yılına gelindiğinde ise bu hedeflerin ne kadarının gerçekleştirildiği de büyük önem taşımaktadır. İlk olarak, Gündem 2063’te belirlenen hedeflere ulaşılıp ulaşılmadığı veya ne kadar yol kat edildiğine bakıldığında, Afrika Birliği’nin genel haliyle Çevreyle Uyumlu ve İklim Dirençli Ekonomi ve Topluluklar hedefinde, ekosistem tipine göre korunan araziler ve tatlı su biyo-çeşitlilik alanlarının oranında 2019 hedefi çerçevesinde %25’lik bir oranda ilerlediği görülmüştür (TASAM, 2020). Öte yandan Avrupa Birliği Delegasyonunun 2011-2012 Afrika-AB Stratejik Ortaklık Eylem Planı kapsamında ormanlaştırma; toprak kalitesinin artırılması, toprak yönetiminin iyileştirilmesi ve iklim değişikliği uyum kapasitesinin artırılması gibi sürdürülebilir kalkınmayı destekleyecek konularda iyileştirilmeler de sağlanmıştır (Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu, 2011). 

Yukarıda bahsedilen Afrika Birliği’nin paydaş ya da lider olduğu çalışmaların sonuçları incelendiğinde, hedeflenen sürelere göre çalışmaların sonuçlarının umut vaat edici olduğu söylenebilir. Ancak Afrika kıtasının maruz kaldığı iklim krizinin etkileri ve IPCC’nin 2021 yılında yayımlanan 6. Değerlendirme Raporu’nda defalarca tekrar edilen “küresel kırmızı alarm” durumu göz önünde bulundurulduğunda tüm dünya ve özellikle Afrika kıtası için kısa vadede sonuç verebilecek radikal aksiyonlar gereklidir. Çünkü iklim krizinin etkileri, dünyanın farklı yerlerinde ve farklı şiddetlerde hissedilebilirken aynı zamanda krizin etkilerinin göç dalgalarına da sebep olabileceği hesaba katılmalıdır. Ancak Kampala Sözleşmesi’ndeki; iklim göçü ile mücadele amaçlı göç etmek durumunda kalan insanlara devlet güvencesi verilmesi, iklim krizi ile mücadele kapsamında değerlendirilmemelidir. Bahsedilen iklim göçü dalgası, uzun vadede Afrika içerisinde değil, Afrika’dan daha kuzeyde bulunan kıtalara doğru ilerleyebilecektir. Bu durum düşünüldüğünde, daha derişik bir nüfusun, iklim değişikliği planlarını tüm dünyada aksatma potansiyeline sahip olduğu görülmektedir. Özellikle kıtasal bir iklim değişikliği uyum sürecinden bahsedildiğinde, kıta içinde göç konusunun Kampala Sözleşmesi gibi önemli bir belgede yer alması, Sözleşmenin odak noktasının güncel ve gerçek durumun dışına kayabileceğini düşündürmektedir. Buna rağmen hızlı ve kalıcı çözümler kapsamında düşünüldüğünde, iklim krizi meselesi açısından da bölgesel sorunlar için bölgesel çözümler mantığı benimsenmelidir. Afrika Birliği, Afrika halklarının her açıdan kalkınmasını önceleyen bir örgüt olarak, iklim krizi ile ilgili hedeflerini, hedef yılı olarak kısaltırken çalışmalarını tüm halkın bilinçlendirilmesini de dahil ederek genişletmelidir. Tüm bölgenin ekonomik, sosyal ve ekolojik etkilerinin entegre bir şekilde gözetilmesi buradaki en önemli faktör olduğundan Afrika Birliği akla gelen en önemli örgüt olacaktır. Tüm bunların sonucunda; çözüm paydaşının Afrika Birliği olmasına devam edilmesi, ancak Birliğin çalışmalarının da iklim krizi alanında güçlendirilmesi gerektiği söylenebilir. 

Aslınur GAYRETLİ

Begüm AKKAYA

Uluslararası Örgütler Staj Programı

Kaynakça

African Development Bank Group. (2009). AfDB board approves the establishment of climdev-africa special fund, https://www.afdb.org/en/news-and-events/afdb-board-approves-the-establishment-of-climdev-africa-special-fund-5485

African Union. (2000). Constitutive act of the african union, https://au.int/en/treaties/constitutive-act-african-union

African Union. (2009). African union convention for the protection and assistance of internally displaced persons in africa (Kampala Convention), https://au.int/en/treaties/african-union-convention-protection-and-assistance-internally-displaced-persons-africa

African Union. (2014). Key Documents of Agenda2063, https://au.int/en/documents/20141012/key-documents-agenda2063

Akçay, E. & Dinçer, B. (2015). Güvenlik politikaları ekseninde afrika birliği: Teori ve pratik. Bilge Strateji, 7(12), 61-78.

Akçay, S. & Çelik, N. (2020). Dış borçların sürdürülebilirliği: ECOWAS ülkeleri örneği. Siyasal: Journal of Political Sciences, 29(2), 207-230. https://doi.org/10.26650/siyasal.2020.29.2.0015

Akkutay, B. L. (2016). Afrika birliğinin askeri önlemlere başvurma hakkı. Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 2(4), 21-34.

Arpa, E. (2011). Sudan ve darfur sorunu. Avrasya Etüdleri, 40(2), 97-122.

Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu. (2011). Afrika-AB ortak stratejisi, https://www.avrupa.info.tr/tr/eeas-news/afrika-ab-ortak-stratejisi-6658

Demirbaş, M. & Aydın, R. (2020). 21. yüzyılın en büyük tehdidi: Küresel iklim değişikliği. Ecological Life Sciences, 15(4), 163-179.

Engin Güder, B. & Karagül, S. (2020). Sahra-altı afrika’daki çatışmalarda ve çatışmaların çözümünde komşu ülke faktörü: Fildişi sahili örneği. Uluslararası Kriz ve Siyaset Araştırmaları Dergisi, 4(1), 74-117.

İpek, C. (2014). Afrika birliği örgütü ve kıtada işbirliği arayışları. 21. Yüzyılda Eğitim Ve Toplum Eğitim Bilimleri ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, 1(3), 111-130.

IPCC. (2021). 6th Headline statements from the summary for policymakers, https://www.ipcc.ch/report/ar6/wg1/downloads/report/IPCC_AR6_WGI_Headline_Statements.pdf

Karagül, S. & Arslan, İ. (2014). Afrika’da barış ve güvenliğin inşasında kıtasal yaklaşım: afrika barış ve güvenlik mimarisi. Güvenlik Stratejileri Dergisi, 10(19), 0-98.

Kavas, A. (2011). İç savaşlardan bütünleşme hareketlerine ve kalkınma hamlelerine afrika’nın yeniden dönüşümü. Avrasya Etüdleri, 40(2), 7-31.

Ruppel, O. C. (2013). Climate change law and policy positions in the african union and related developments in selected african countries (Ed. Ruppel et al.). Climate change: International law and global governance: Volume II: Policy, diplomacy and governance in a changing environment, 411-448. https://doi.org/10.5771/9783845242774_409

Shillington, K. (2020). Afrika tarihi. İnkılap Kitabevi.

Şemşit, S. (2016). Batı Sahra Sorunu ve Avrupa Birliği. (Ed. Uğur Burç Yıldız). Avrupa Birliği’nin bölgesel ihtilaflara yönelik politikaları, (55-101), Detay Yayıncılık.

TASAM. (2020, 27 Mayıs). Afrika | Gündem 2063 | Birinci Kıtasal Performans Raporu, https://tasam.org/tr-TR/Icerik/53609/afrika_gundem_2063_birinci_kitasal_performans_raporu

T.C. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı (2021). Paris anlaşması – İklim değişikliği, Retrieved 4 September 2021, from https://iklim.csb.gov.tr/paris-anlasmasi-i-98587

The International Institute for Sustainable Development (2011). Climate change and fragile States: resilient development and the struggle for security, Retrieved from https://reliefweb.int/sites/reliefweb.int/files/resources/Climate_Change_and_Fragile_States_Workshop_Report.pdf 

Türkeş, M. (2012). Türkiye’de gözlenen ve öngörülen iklim değişikliği, kuraklık ve çölleşme. Ankara Üniversitesi Çevrebilimleri Dergisi4(2), 1-32. https://doi.org/10.1501/csaum_0000000063

Unfccc.int (2020). Retrieved 4 September 2021, from https://unfccc.int/news/climate-change-is-an-increasing-threat-to-africa 

Union of Concerned Scientists (2020). Each country’s share of CO2 emissions, Retrieved 4 September 2021, from https://www.ucsusa.org/resources/each-countrys-share-co2-emissions

United Nations. (2017). Paris Agreement on climate change: One year later, how is africa faring? Africa Renewal. Retrieved 4 September 2021, from https://www.un.org/africarenewal/magazine/may-july-2017/paris-agreement-climate-change-one-year-later-how-africa-faring

United Nations. (2021a). Support sustainable development and climate action, Retrieved 30 August 2021, from https://www.un.org/en/our-work/support-sustainable-development-and-climate-action

United Nations. (2021b). The Paris climate deal and Africa, Retrieved 4 September 2021, from https://www.un.org/africarenewal/magazine/april-2016/paris-climate-deal-and-africa

UNICEF. (2021, 19 Ağustos). One billion children at ‘extremely high risk’ of the impacts of the climate crisis – UNICEF, https://www.unicef.org/press-releases/one-billion-children-extremely-high-risk-impacts-climate-crisis-unicef

Yassın, E. A. E. M. (2009). Sivil toplumun barış ve güvenlik gündemindeki rolü. (Çev. Ayşe Merve Kamacı). Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi (TASAM). https://tasam.org/tr-TR/Icerik/3689/sivil_toplumun_baris_ve_guvenlik_gundemindeki_rolu Erişim Tarihi: 20 Kasım 2009