Home Blog Page 34

Open Balkan: Yeni Bir Alternatif mi? Çözümsüzlüğün Devamı mı?

Batı Balkan ülkelerinden Sırbistan, Arnavutluk ve Kuzey Makedonya, son 25 yıl içinde eşi görülmemiş bir anlaşmaya imza atarak “Open Balkan” (Açık Balkan) inisiyatifini dünyaya duyurdu. İlk olarak 10 Ekim 2019’da üç ülkenin liderleri tarafından Sırbistan’ın Novi Sad şehrinde duyurulan, kamuoyunda “Mini Schengen” olarak adlandırılan bölgesel girişim, resmiyete kavuşarak “Open Balkan” ismini aldı. 29 Temmuz 2021’de Kuzey Makedonya’nın başkenti Üsküp’te gerçekleşen Bölgesel İşbirliği Ekonomik Forumu’nda Kuzey Makedonya Başbakanı Zoran Zaev, Arnavutluk Başbakanı Edi Rama ve Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vuçiç tarafından anlaşma imzalandı (Marusic, 2021).

Krizi Fırsata Çevirmek: 11 Eylül İle Yeni Bir Düşman Olarak Müslüman Ortadoğu

Özet

Amerika Birleşik Devletleri, tarihi boyunca kendini bir öteki üzerinden şekillendirmiştir. Amerika için kuruluş yıllarında öteki, yozlaşmış ve bozulmuş Avrupa iken Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği olmuştur. Sovyetler Birliği’nin yıkılması ile kendini yeniden şekillendirmek için öteki arayışına giren Amerika, 11 Eylül saldırılarından sonra bu arayışı sonlandırmıştır. 11 Eylül saldırılarının sorumlusu olarak kabul edilen Usame Bin Ladin’in radikal İslamcı kimliği, yeni “öteki” belirlemiştir. Saldırıların akabinde Amerika’nın geleneksel idealleri yeniden ön plana çıkmıştır. Dünyanın ışığı olarak kendini anlamlandıran ABD, bu ışığı dünyaya yaymak için adeta krizden fırsat yaratmıştır. Bu tür saldırıların temelinde İslam’a dayanan –zorba- yönetimlerin olduğunu savunan Amerika Birleşik Devletleri, Ortadoğu’ya ‘barış’ götürme vaadiyle Afganistan, Irak gibi ülkelere operasyonlar düzenlemiştir.

Kelimeler: Konstrüktivizm, 11 Eylül, Yeni Muhafazakarlık, Terörizm, İslamofobi.

Absract

Throughout its history, the United States has shaped itself through the other. While in the founding years of the USA, the other was corrupted Europe, during the Cold War it was the Union of Soviet Socialist Republics. The United States, which has been on a quest to reshape itself with the fall of the USSR, has ended this quest after the September 11 attacks. The radical Islamist identity of Osama Bin Laden, who is considered responsible for the September 11 attacks, has determined the new other. After the attacks, the traditional ideals of the United States came to the fore again. The United States, which has made itself understood as the light of the world, has created an opportunity out of the crisis to spread this light to the world. The United States, which argues that tyrannical administrations based on Islam are the basis of such attacks, has conducted operations in countries such as Afghanistan and Iraq with the promise of bringing peace to the Middle East.

Keywords: Constructivism, September 11, Neo-Conservatism, Terrorism, Islamophobia.

Giriş

Soğuk Savaş döneminde ABD, kimliğini oluştururken kendini Sovyetler Birliği üzerinden şekillendirmiştir. Fakat Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Soğuk Savaş bitmiş ve tek kutuplu yeni bir dünya düzeni oluşturulmuştur. Soğuk Savaş sonrasına yön veren küreselleşme, Batı modelli ekonomik, siyasal ve kültürel modelin dünyanın diğer bölgelerine yayılmasını sağlamıştır. Fukuyama, ‘Tarihin Sonu’ tezinde Amerika’nın öncülüğünü yaptığı Batı liberal-demokratik modelin diğer modeller karşısında nihai zaferinden bahsetmektedir. Bu noktada önemli bir sorun ortaya çıkmaktadır. Soğuk Savaş, Amerika’nın nihai zaferi ile sonlandıysa Amerika kendi kimliğini oluşturmak için kimi öteki olarak tanımlayacaktır? 

Amerika’nın geride bıraktığını düşündüğü bazı işbirlikleri farklı bir şekilde karşısında çıkmıştır. 1979 yılında Afganistan’ın Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmesine karşılık ABD, SSCB’ye karşı Taliban ve El-Kaide örgütlerine destek vermiştir. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla Afganistan’da karşı savunma yapmasına gerek kalmayan ABD, Taliban ve El-Kaide örgütlerine yardımlarını kesmiştir. Bu durum 11 Eylül 2001 yılında Amerika’nın merkezinde bombalı saldırılarının gerçekleşmesine neden olacak süreci başlatmıştır. 11 Eylül saldırılarından sorumlu tutulan Usame Bin Ladin önderliğindeki El-Kaide örgütünün radikal İslamcı kimliği, Batı dünyasında İslam karşıtlığını beraberinde getirmiştir. Hegemon olan Amerika sarsılan itibarını yeniden güçlendirmek için teröre karşı savaş adı altında birçok İslam ülkesini hedef almıştır. Bu olay Samuel Huntington’un Medeniyetlerin Çatışma tezini gündeme getirmiştir. Huntington, Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından çatışmaların artık ideolojik ve siyasi görüşler nedeniyle değil, din ve kültür farklılıkları nedeniyle ortaya çıkacağını vurgulamıştır. 11 Eylül Saldırıları, bu tezin önemli bir örneği olmuştur; Hristiyan Batı ve Müslüman Ortadoğu. 

Amerika’nın üstlendiği yeni güvenlik misyonu, kurulduğu ilk günden itibaren belirlediği kimlikle yeniden şekillendirilmiştir. Amerikan halkının istisnai bir halk olduğunu ve iyiliği yaymak için dünyaya geldiğini savunan Amerikan kimliği, Amerikan değerlerinin dünyanın her yerine yayılması gerektiğini hedeflemektedir. Bu noktada Amerika, dış politikada kimlik ve güvenlik algısının ışığında hareket etmektedir. Bu yazıda Konstrüktivist bakış açısının kimlik, güvenlik ve dış politika arasında kurduğu ilişki üzerinden 11 Eylül 2001 saldırıları analiz edilecektir. 

1. Konstrüktivizm Nedir?

Soğuk Savaş’ın bitmesi ile birlikte 1990’lı yıllarda geleneksel uluslararası ilişkiler teorileri etnik, dinsel ve kültürel temelli çatışmaları açıklamakta yetersiz kalmıştır. Geleneksel teorilerin bireylerin veya devletlerin eylemlerini anlamlandıramaması, eleştirel teorilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Eleştirel teorisyenler, bireylerin ve devletlerin içinde bulundukları sistemden bağımsız hareket edememesi üzerine yoğunlaşmıştır. Özellikle 1990’lı yıllarda devletlerin eylemlerinde kimlik faktörü yadsınamaz bir gerçeklik oluşturmuştur. Eleştirel teorilerin ön plana çıkması ile birlikte realizmin klasik unsurları olan güç, güvenlik, çıkar kavramları zamanla kimlik ile yapılandırılmıştır (Sarı Ertem, 2008). Başka bir deyişle konstrüktivist bakış açısı, devletlerin güç siyasetini kimlik faktörü üzerinden incelemektedir. 

Konstrüktivizme göre kimlik, devletlerin dış politikalarını anlamlandırmak için kullanılan en temel kavramlardan biridir. Kimliğimizi oluşturan kavramlar –korkularımız, arzularımız- önce bireysel daha sonra ulusal ardından devlet kimliğine atfedilmektedir (Bloom, 1990). Bu noktada devletler (bireyler gibi), kendilerini tehdit altında hissettiklerinde güvenliklerini sağlamak için saldırgan eylemler sergileyebilir, ittifak oluşturma yoluna gidebilirler. Böylece devletler ‘biz ve öteki’ ayrımına giderek eylemlerini belirler. Biz ve öteki kavramı önemlidir, çünkü ’’Her şey zıttı ile zıttı yüzünden var olur’’ (Ongur, 2010). Peki, kimlik bizi biz yapan değerler bütünü ise kendimizi nasıl anlamlandıracağız? Manuel Castells (2004), “Biz kimiz?” sorusuna tarihten coğrafyaya, biyolojiden dini inanışlara her türlü olgu ile bütünleşmiş bir cevabı uygun görmektedir. 

2. Geleneksel Amerikan Kimliği

17. yy.’da Avrupa’da şiddetini arttıran dini çatışmalar, Katolik baskısına karşı dinini özgürce yaşamak isteyen Protestanların yeni bir yurt arayışına girmesine neden olmuştur. Avrupa’da yaşanan mezhep savaşları, dini kısıtlamalar, baskıcı yönetimler, siyasal istikrarsızlıklar, ekonomik krizler ve daha birçok problemi geride bırakarak yeni bir hayat kurmaya çalışan insanlar, Amerika kıtasına göç etmeye başlamıştır. Avrupa’nın reddine dayanan göç hareketi, yerleşimcilerinin ilk kimliğini oluşturmuştur; Avrupa gibi olmamak. Özgür ve refah içinde bir yaşam için okyanusu aşmayı göze alan insanlar, salgın hastalıklardan fırtınalı yolculuğa kadar birçok zorlu süreç geçirmiştir. Gemide yer alan John Winthrop, Tanrı’nın yanında olduğu bu insanların, umudu gösteren bir fener gibi olduklarını fakat başaramazlarsa Tanrı’nın lanetinin üzerlerinde olacağını vurgulamıştır (Sarı Ertem, 2010). Bu nedenle Amerikan halkı için inanç faktörü her zaman ön planda tutulmaktadır. Anglo-Saxon kökenli ilk yerleşimciler, sosyal ve siyasal alanda din faktörü üzerinden ulusal birliğini oluşturma ve sürdürme yoluna gitmiştir. 

Amerikalıların; gemilerle okyanus aşarak yeni bir yapılanma oluşturmaları ve ardından İngilizlere karşı verdikleri bağımsızlık mücadelesi, istisnai bir halk oldukları inancının tam anlamıyla şekillenmesini sağlamıştır. M. Lerner, America as a Civilization adlı eserinde “Amerikan istisnailiği” (American exceptionalism) kavramı ile Amerikan halkının üstün/örnek bir ulus olduğunu vurgulamıştır. Amerikan halkı, İncil’de kullanılan “city upon a hill” yani “tepenin üstünde parıldayan şehir” anlamına gelen metaforu kendilerine atfetmiştir. Tanrı’nın diğer halklara örnek olması için dünyaya gönderildiklerini düşünen Amerikalılar, bir deniz feneri gibi etrafı aydınlatmalı ve bedbaht halklar da bu ışıktan faydalanmalıdır (Kıllıoğlu, 2021). Bu noktada Rudyard Kilping’in (Amerikan üstünlüğünü ifade eden) “Beyaz Adamın Yükü” tezi ortaya çıkmaktadır. Bu söyleme göre özgürlüğün savunucusu, medeni olan Beyaz Amerikalı, bu üstün niteliklerini yaymakla da sorumlu tutulmaktadır. Kısacası Amerikan halkı apokaliptik üzerinde yoğunlaşmıştır. Amerikan apokaliptiği, kaderi önceden tayin edilmiş bir kurtarıcı misyonu ile dünyaya ümit kaynağı olmaktadır (Ataç-Gürsel, 2005).

Samuel Huntington (2004), Biz Kimiz? kitabında Amerikan halkının geleneksel kimliğini “beyaz, Anglo-Saxon ve Protestan” olarak tanımlamıştır. İstisnai bir halk olan Amerikan halkı, ‘beyaz adamın yükü’ tezinde yer aldığı gibi dünyayı aydınlatmakla ilahi bir misyonla görevlendirilmiştir. Geleneksel Amerikan kimliği, özellikle dış politika eylemlerinde belirleyici bir unsur olarak yer almaktadır. Soğuk Savaş’ın bitmesi ile hegemon güç haline gelen Amerika, diğer ülkelere ‘özgürlük, demokrasi’ vaatleri ile müdahale ederek kendine benzetmeye çalışmaktadır. Washington Konsensüsü ışığında bu misyonu devamlı kılan Amerika, diğer ülkeler kendine benzediği müddetçe kendini güvende hissetmektedir. 

3. 11 Eylül 2001 Saldırılarına Giden Süreç

Amerika, ‘öteki’ olarak belirlediği Sovyetler Birliği’nden gelebilecek tehditlere karşı çevreleme politikası ile ittifaklar sistemi oluşturmaya çalışmıştır. Bu noktada zengin yeraltı kaynaklarına sahip olan ve önemli jeostratejik konumda bulunan Ortadoğu ülkeleri, Amerika’nın odak noktası olmuştur. Jimmy Carter, Körfez bölgesinin Amerika için önemine şu sözlerle değinmiştir: ‘‘Herhangi bir yabancı gücün Körfez bölgesinin kontrolünü ele geçirme girişimi, ABD’nin hayati çıkarlarına karşı bir saldırı olarak kabul edilecek; bu türden bir saldırı gereken her yöntemle geri püskürtülecektir’’ (American Foreign Relations, 1980).

Sovyetler Birliği’nin ani bir şekilde Afganistan’ı işgal etmesi Amerika’nın ulusal çıkarlarına ters düşmektedir. Demokratik değerlere ve insan haklarına duyarlı bir kimlik üstlenen Reagan yönetimi, izlenimine zarar vermemesi amacıyla sıcak çatışma ortamına girmemiştir. Fakat Reagan, Afganistan’daki yerel güç olan Mücahitlere askeri teçhizat yardımında bulunarak Sovyet işgaline karşı savaşmalarına yardım etmiştir. Usame Bin Ladin, SSCB’nin Afganistan’ı işgal edebileceği öngörüsü üzerine Amerika desteği ile El-Kaide örgütünü kurmuştur (Polat, 2006). Amerika, SSCB’ye karşı örgüt askerlerini gönderen Ladin’e yardım etmekten kaçınmamıştır.

Sovyetler Birliği’nin 1989 yılında Afganistan’dan çekilmesi ve 1991 yılında dağılması ile birlikte Amerika’nın bölgedeki menfaatleri değişmiştir. Hegemon güç haline gelen ABD, bölgenin tam hakimiyetini sağlamaya yönelmiştir. Amerika’nın öncelikli hedefi Amerikan yanlısı iktidarın oluşturulmasını sağlamaktır. Bu noktada bölgenin büyük bir kısmını elinde bulunduran ve istikrarı sağlayan Taliban, Afganistan’da gerekli olan düzeni sağlayabilecek çıkar ortağı olarak tanımlanmıştır (Polat, 2006). 1998 yılında bölgede önemli bir nüfuz elde eden Taliban’ın, Amerikan çıkarlarına ters düşecek hamleler yapmaya başlaması üzerine ABD, Taliban’ın devrilmesi için çalışmalar başlatmıştır. 

Taliban gibi Amerika’nın desteği ile güçlenen El-Kaide, büyük bir Müslüman devleti kurma ideali üzerinden kimliğini yeniden şekillendirdi (Uytun, 2009). Amerika tarafından yapılan yardımların birden kesilmesi ve idealine bir engel oluşturma düşüncesi, El-Kaide oluşumunun kimliğine Amerikan karşıtlığının eklenmesine neden oldu. Taliban, ortak kimlik unsurları taşıması sebebiyle El-Kaide Terör Örgütü’nü ‘biz’ olarak kabul ederek ‘öteki’ Amerika’ya savaş açmıştır. El-Kaide Terör Örgütü’nün Amerika’ya karşı bombalı saldırıları, Taliban ile birleşince çok daha tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. İki müttefik arasında Amerika karşıtlığı 11 Eylül saldırıları ile zirveye çıkmıştır.

4. 11 Eylül Saldırılarına Amerika’nın Cevabı

11 Eylül 2001 tarihinde eş zamanlı kaçırılan dört uçak, önce İkiz Kulelere ardından Pentagon binasına intihar saldırısı düzenledi. Dünya üzerinde başat güç olan Amerika, kendi evinde uğradığı saldırılarla tarihindeki en büyük kimlik şokunu yaşamıştır. 

‘‘Terör saldırıları en büyük binalarımızın temellerini sarsabilir ama Amerika’nın temellerine dokunamaz. Bu eylemler çeliği paramparça eder, ancak Amerikan kararlılığının çeliğini ezemezler. Amerika saldırıya hedef oldu çünkü biz dünyadaki özgürlük ve fırsat için en parlak yola ışık tutuyoruz. Ve hiç kimse o ışığın parlamasına engel olamayacaktır.’’ (CNN, 2001).

G. W. Bush’un 11 Eylül saldırıları sonrasında yaptığı açıklama, geleneksel Amerikan kimliğine atıflar yaparak ulusal üstünlüğü desteklemektedir. Bush yönetimi, bu söylemler üzerine inşa ettiği bilinçli uluslaştırma politikaları ile toplumda Amerikalılık duygusunu güçlendirmiştir (İnanç ve Aktaş, 2013). Saldırılar karşısında büyük bir güvensizlik ve korku hisseden Amerikan halkı, kısa süre içinde Amerikan kimliği altında birlik oluşturmuştur. Bir çelikten daha kuvvetli olan Amerikan kararlılığı ile halk, saldırıların intikamının alınması için kamuoyu baskısı oluşturmuştur. 

11 Eylül saldırıları, Amerika’nın kuruluş günlerindeki ideallerine geri dönmesini ve bu doğrultuda ulus inşa edilmesini savunan grubu ön plana çıkarttı; Yeni muhafazakârlar (neo-cons), G. W. Bush yönetiminde de yer alan Yeni Muhafazakârlar, 11 Eylül sonrası sürecin geleneksel Amerikan kimliği üzerinden şekillendirilmesine katkı sağlamıştır. Yeni Muhafazakârlar, Amerika’nın değerlerinin evrensel bir dünya mirası olduğunu savunarak bu değerler üzerinde Amerika’nın küresel liderliğini hedeflemektedir. Onlara göre Amerika kurucu ilkelerine bağlı kaldığı müddetçe insanlığın evrensel çıkarları ve özgürlüğü ayrılamaz bir ilişki ağı oluşturacaktır. Bu noktada düşmanın Amerika’nın hegemonyasını sağlamlaştırması ve ideallerinin tüm dünyada egemen olmasına yardım etmesi gerekmektedir. Yeni Muhafazakârlar, 11 Eylül sorumluları ile askeri güç kullanılarak savaşılması gerektiğini savunmuştur. Fakat bu düşünce ilerleyen zamanlarda yerini ‘sorumluların yok edilmesi’ görüşüne bırakmıştır (Telatar, 2012). 

Amerikalı uzmanlar 1990’lı yıllarda gerçekleşen birçok terör saldırılarında 11 Eylül ile bir bağlantı kurmuştur; El-Kaide. Afganistan’da Sovyet yayılmacılığını durdurmak için uzun yıllar askeri ve mali destek verilen El-Kaide; Amerika’nın desteklerini kesmesi üzerine Amerika’yı hedef almıştır. Usame Bin Ladin, kadın ve çocuk ayrımı yapılmadan Amerikalıların öldürülmesi gerektiğini emrettikten kısa bir süre sonra Amerika, kendi evinde bombalı saldırıya uğradı (American Rhetoric, 2001). 

Amerika’nın yeni bir öteki arayışı, kısa bir süre içinde İslam dininin düşman olarak tanımlanmasıyla sona ermiştir (Bostanoğlu, 1999). 11 Eylül başta olmak üzere Batı’yı hedef alan bombalı saldırıların hız kesmeden devam etmesi İslam’a ve Müslümanlara karşı güvensizlik ve korku duyulmasına neden olmuştur. Müslümanlardan uzak durma, dışlama gibi derinleşen ötekileştirme zamanla İslamofobiye evrilmiştir (Gölcü ve Çuhadar, 2018). Bu süreçte güvenlik söylemleri etkin bir rol oynamıştır. B. Buzan, güvenliği göreceli bir kavram ve aynı zamanda algı meselesi olarak tanımlamaktadır. Yaratılan ötekinin Amerika’da kabul edilmesi için güvenlikleştirme politikası uygulanması gerekmektedir. Bush hükümeti, kendi elleriyle yarattığı düşmanının (El-Kaide’nin) eylemlerini tüm İslam dünyasına atfederek güvenlikleştirme gereksinimini ortaya çıkartmıştır. Bush, kamuoyu oluşturarak İslam dünyasını güvenlik sorunu haline getirmiştir. Güvenlik sorununun temel noktası ise Ortadoğu’daki zorbalığa (İslam’a) dayalı kültürlerdir. Güvenliği sağlamak ise ancak rejim değişikliği ile mümkün olacaktır. Hristiyan Batı ile Müslüman Ortadoğu arasındaki kimlik farklılığı, Amerika tarafından güvenlik sorunu olarak nitelendirilmiştir. G. W. Bush’un 11 Eylül sonrasına yaptığı açıklamada teröre karşı savaşı Haçlı Seferi’ne benzetmesi ise bu sürecin Hıristiyan ve Müslüman çatışması olarak görülmesinin somut bir örneğidir (Sarı Ertem, 2010). 

Saldırıların faili yaratıldıktan sonra kamuoyunun da desteğini alan Bush yönetimi, saldırılardan El-Kaide yönetimini ve ortağı Taliban’ı sorumlu tutmuştur (Uytun, 2009). Bush, bunun üzerine teröre karşı savaş ilan ederek bir doktrin yayınladı. Bush Doktrini, Amerika’nın yeni düşmanını –ötekisini- tanımlamaktadır. Bush, uluslararası terörizme karşı savaşı ‘Şer Ekseni’ olarak tanımladığı ülkelere ilan etmiştir. Şer ekseni olarak adlandırılan ülkeler, terörü destekleyen ve kitle imha silahlarını elinde bulunduran ülkelerdir: İran, Irak ve Kuzey Kore. Amerika’nın “Şer Ekseni” adını verdiği yeni düşmanlarına karşı müdahale, terörizm ile verilen mücadele olarak kabul edilecektir (Karakaya, 2010). Bu savaşta askeri güç dahil gereken tüm yöntemler kullanılacaktır. Doktrin, “önleyici savaşı” temel alarak tüm dünya devletlerinin Amerika’nın yanında teröre karşı savaş ilan etmelerini ifade etmekteydi. Aynı zamanda Amerika’nın yanında olmayan devletlerin de öteki olarak tanımlanacağını da belirterek birlik oluşturulmasını sağladı. Böylece Amerika, teröre karşı küresel bir savaş başlattı.

Amerika, 11 Eylül gibi saldırıların yaşanmaması için teröre karşı önleyici savaş stratejisini benimsemiştir. Önleyici savaş ile Amerika, teröre destek veren veya terör yaratma tehdidi oluşturan ülkelere müdahale ederek dünya üzerinde demokratik bir oluşum sağlamayı hedeflemiştir. Bu stratejiyi ise Kant’ın ‘Demokratik Barış Teorisine’ dayandırmaktadır. Kant, ‘Ebedi Barış’ eserinde demokrasilerin birbirleri ile savaşmayacağını ileri sürmektedir (Kakışım, 2017). Kısaca Amerika, ‘dünya polisi’ kimliği ile düzen ve barışın sağlanması için haydut devletlere demokrasi götürecektir. Bush’un tabirinde kullanılan ‘haydut devlet’ tanımı önemlidir. Çünkü Bush, saldırıların hemen sonrasında ‘şer ekseni’ olarak tanımladığı ülkelere daha fazlasını ekleyebilmek için bu tanımı genişleterek ‘haydut devletler’ olarak adlandırmıştır. Haydut devletler; terörizmi destekleme ve kitle imha silahlarını bulundurmalarının yanı sıra kendi halklarına merhametsizce davranan, temel insani değerleri reddeden ve ABD’den nefret eden devletleri de kapsamaktadır (Tunç, 2009). Böylece Amerika, ‘Beyaz Adamın Yükü’ tezinde bahsedildiği gibi üstün niteliklerini dünyaya yaymak için krizden bir fırsat yarattı. 

5. Ortadoğu’ya Müdahale

‘‘Amerikan dış politikası, bir saat rakkası gibi izolasyonalizm ve müdahalecilik arasında gider gelir’’ (Kissinger, 2007).

Monroe Doktrininde yer alan Amerika’nın dışarıdaki sorunlar karşısında tarafsız kalma politikası, ABD’nin üstlendiği liderlik misyonu ile ters düşmektedir. Amerika’nın liderlik ideali, (diğer ulusların yaptığı gibi) dış dünyanın meselelerine uzak kalma lüksü tanımamaktadır. Çünkü Amerika, kutsal değerlerini dünyanın her yerine yaymakla sorumludur (gerekirse zorla). Çocuklarını, eşlerini denizaşırı bölgelere gönderme konusunda radikal çizgileri olan Amerikan halkıyla birlikte bazı yetkililer Amerika’nın kaynaklarının diğer ülkeler için harcanmaması gerektiğini ileri sürerek izolasyonalizm politikasına yönelmeyi uygun bulmaktadır. Fakat 11 Eylül sonrasında düşmanlardan intikam alınması için büyük bir kamuoyu oluşturmuştur. Bu tarih adeta Amerikan müdahaleciliğini zorunlu kılmıştır.

5.1. Afganistan

‘‘Tehlikeye uyanmış ve özgürlüğü savunmaya çağrılan bir ülkeyiz. Acımız öfkeye, öfkemiz çözüme dönüştü. İster düşmanlarımızı adalete teslim edelim, ister düşmanlarımıza adalet getirelim; adalet yerini bulacaktır.’’ (American Rhetoric, 2001).

G. W. Bush, geleneksel Amerikan kimliği üzerinden yaptığı bu çağrıda çözümün adaletin sağlayıcısı olan Amerika’nın ellerinde olduğunu vurgulamıştır. El-Kaide’yi adalete teslim ederken Afganistan adalete teslim olacaktır. Bu noktada Amerika, saldırıları kendi topraklarının dışına taşımak için yeni bir dönem başlatmıştır: 

NATO, 5. maddesi uyarınca ‘saldırıların tüm NATO ülkelerine yapıldığını’ duyurmuştur. BM Güvenlik Konseyi de 12 Eylül’de aldığı karar ile “bu saldırıları kınadığını ve tüm devletlerden saldırıların sorumluların teslim edilmesi için gerekli desteğin verilmesi gerektiğini” ilan etmiştir (Tezcan, 2012). Amerika, Taliban idaresine Usame Bin Ladin’in ve El-Kaide örgütünün teslim edilmesi için talimat vermiştir. Fakat Taliban, ‘biz’ olarak kabul ettiği El-Kaide terör örgütünü teslim etmeyi kabul etmemiştir. BM ve NATO başta olmak üzere diğer devletlerden de destek alan Amerika, 7 Ekim 2001’de Afganistan’a hava harekâtı düzenlemiştir. El-Kaide’ye ve ona yardım etmekle suçlanan Taliban’a karşı yapılan harekât, kapsamlı bir operasyona dönüşmüştür. BM antlaşmasının 7. bölümünde yer alan 51. maddesine yani “meşru müdafaa hakkına” dayandırılan bu operasyon, Daimi Özgürlük Operasyonu olarak adlandırılmıştır.

Aslında BM, 51. maddeyi Amerika ve İngiltere’nin 7 Ekim tarihinde hava saldırılarının ardından uygulanmasını kabul etmiştir. Başka bir deyişle BM, Afganistan’a doğrudan müdahale hakkı tanımamıştır. Bu noktada uluslararası hukuk normlarını gevşeten Amerika, Schmitt’in egemen tanımına uygun hareket etmiştir. Schmitt’e göre egemen, istisnai durumlara karar verendir. Hukukun hem içinde hem de dışında yer alan egemen, hukuk kurallarını belirleyebildiği gibi hukuku askıya alabilme lüksüne de sahiptir. Amerika da bu şekilde karar almıştır; istisna duruma örnek olan 11 Eylül saldırılarının ardından Amerika, acil bir durumda kendini savunmak adına BM onayı beklemeden hareket edebilmesi yönünde görüş bildirmiştir.

‘‘ABD, Afganistan halkına saygı duyuyor. Sonuçta, şu anda onun en büyük insani yardım kaynağı biziz; ama biz Taliban rejimini kınıyoruz. Taliban, sadece kendi halkını bastırmakla kalmıyor, teröristlere sponsorluk, barınak ve tedarik yaparak her yerde insanları tehdit ediyor’’ (American Rhetoric, 2001).

Bush’un söylemlerinden yola çıkarak Amerika, kurucu değerlerine dayanarak insani değerlere saygı duymak adına böyle bir operasyonu meşru gösterdiği söylenebilmektedir. Teröre destek veren, kendi halkını bastıran bir rejimin hem iç politikada hem de dış politikada tehdit unsuru oluşturmaktadır. Başka bir deyişle Afganistan’a müdahale hem teröre karşı savaşı hem de koruma sorumluluğunu (R2P) bir arada bulundurmaktadır. Afganistan’a müdahale 2 ay gibi kısa bir sürede sonuçlanmış ve Taliban devrilmiştir. Uluslararası sistemde neredeyse tüm devletlerin gözünde Afganistan, Amerika’nın ileri sürdüğü gibi bir imaj yaratmıştır (Karaçoban, 2019). Halkına zulmeden ve terörü besleyen Taliban yönetiminin devrilmesi diğer ülkeler tarafından meşru bir hareket olarak kabul edilmiştir. 

5.2. Irak

Amerika, saldırıların sorumlularından intikamını almıştır. Fakat 11 Eylül saldırılarını fırsata çeviren Amerika, sadece Afganistan’daki rejimi değiştirmekle kalmayıp ‘Amerika’nın özgürlük ışığını’ diğer Ortadoğu ülkelerine de götürmeye kararlıydı. Amerika’nın Afganistan’da olduğu gibi Irak işgalinde de Yeni Muhafazakarların rolü büyüktür. Yeni Muhafazakarlar, başkana yazdıkları mektup ile Irak konusundaki görüşlerini bildirmiştir: ‘‘Saddam Hüseyin’in kitle imha silahlarına sahip olmasının tüm dünya için oluşturduğu potansiyel tehdidin farkındayız. Bu durumda her şeyden önce, Saddam Hüseyin rejiminin ortadan kaldırılması amaçlanmalıdır’’ (USCCB, 2013). Yeni Muhafazakarların Irak’ın potansiyel bir tehdit oluşturduğunu ifade etmesi ile Irak da demokratikleşme dalgasından nasibini almıştır.

“Şer Ekseni” olarak adlandırılan ülkelerden biri olan Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olmasını gerekçe göstererek Saddam Hüseyin’in liderliğine son verilmesi gerektiğini savunan Amerika, bu gerekçeyi savaş nedeni olarak kabul etmiştir. Aslında Şer Ekseni tanımının içinde olan Kuzey Kore yerine harekatın Irak’a düzenlenmesi, hedefin İslam olduğunu açıkça göstermektedir. 25 Ekim 2002 tarihinde Amerika, silahsızlanma yükümlülüğünü ihlal ettiği gerekçesi ile Irak’a müdahale edeceğini açıklamıştır (Taşdemir, 2006). Fakat asıl sorun 1991-1998 yılları arasında nükleer silah bulundurduğu gerekçesi ile sıkı denetim altında tutulan Irak’ta ilerleyen yıllarda (BM denetçilerinin yaptığı kontrollerde) kitle imha silahlarının izine rastlanmamasıdır (Akgün, 2003). 

BM, bu müdahalenin BM Güvenlik Konseyi kurallarına aykırı olduğunu savunurken diğer devletler de Irak’a yapılan müdahalede Amerika’nın yanında olmayacaklarını ifade etmiştir. Fakat Bush, 18 Mart tarihinde ‘‘Saddam Hüseyin ve oğullarına ülkeyi terk etmeleri için 48 saat süre tanıdığını ve aksi takdirde askerî operasyonun başlayacağını’’ ifade etmiştir (BBC, 2004). Gerekli meşru zemini sağlayamayan Amerika, spin doctor faaliyetleri ile Irak’a müdahale etmenin önünü açmaya çalışmıştır.

H. Kissinger’ın “Bir şeyin gerçek olması değil, gerçek olarak algılanması önemlidir” sözü ile özetleyebileceğimiz spin-doctor faaliyetleri, çeşitli manipülasyonlarla gerçek algısını değiştirmektir. Saddam Hüseyin’in uzlaşılmaz tavrı ve komşuluk ilişkileri, Amerika’nın Ortadoğu’da kendini etkisiz ve güçsüz hissetmesine neden olmaktaydı. Bu noktada medya, Amerika’nın belirlediği haberleri yapmak ve Irak’ta belirlenen bölgeleri göstermekle sorumlu tutulmuştur. Aslında kitle imha silahları bulunmamasına rağmen Amerika’nın Irak işgaline devletlerin ve örgütlerin engel olmaması için sahte fotoğraflar servis edilmiştir. 

Amerika, hiçbir onay beklemeden 20 Mart 2003 tarihinde “Irak’ın Özgürleştirilmesi” adlı operasyonla Irak’ı işgal etmeye başlamıştır. Irak’ın Özgürleştirilmesi harekâtı kısa bir süre içinde Saddam yönetiminin devrilmesi ile sona ermiştir. Amerika’nın Irak işgali, uluslararası meşruiyete gerek duymaksızın, tek taraflı bir kararla müdahale etmesi; Yeni Muhafazakarların kendi kimlikleriyle şekillendirdikleri güvenlik anlayışını gerekirse askeri kuvvetle tüm dünyaya dayatabileceklerini açıkça göstermiştir. 

Irak Operasyonunun sona ermesi ile Amerika beklemediği bir tepki ile karşılaşmıştır. Çünkü Irak işgali, Amerika’nın Ortadoğu’ya yönelik politikalarındaki en büyük engel olarak görülen Saddam Hüseyin’in iktidardan indirilmesi operasyonuna evrilmiştir. Operasyon sonucunda iktidar devrildi fakat Irak büyük bir istikrarsızlığa, kötülüğe mahkûm edildi. Birçok insanın hayatını kaybettiği iç savaşı beraberinde getiren Irak işgali, diğer devletlerin Amerikan rüyasından uyanmasını sağladı (Karaçoban, 2019). Dünya barışını ve güvenliğini tehdit eden ülke Irak yerine artık Amerika idi. 

5.3. İran

Kitle imha silahlarını elinde bulundurmasıyla ‘her zaman gündemde olan’ İran, 11 Eylül sonrasında İslami değerleri temel alarak Taliban ve El- Kaide’ye destek vermesi ile Amerika’nın öteki sıralamasında ön sıralara yükselmiştir. Yeni Muhafazakârlar için İran, Irak’tan bile daha önce halledilmesi gereken büyük bir tehdit kaynağıdır. İran ve Amerika arasındaki ilişkilerin gerginliği 1979 yılına dayanmaktadır. Amerikan yanlısı İran Şahı’nı devirerek yönetimi ele geçiren Ayetullah Humeyni, Amerika için “büyük şeytan” olarak adlandırılmıştır (Hotak, 2017). Dikkat edilmesi gereken nokta Amerika’nın İran’ın gözünde farklı bir noktada bulunmamasıdır. İki ülkenin de neredeyse bambaşka kimliklere sahip olması sürekli olarak krizleri tırmandırmaktadır. 11 Eylül saldırılarının ardından İran’ın da hedef alınması daha önce değindiğimiz gibi (Amerika’dan nefret etmesi nedeniyle) “haydut devletler” sınıflandırmasının içinde yer almasından kaynaklanmaktadır. Yeni Muhafazakârlar, hiçbir rejimin İran kadar Amerikan düşmanlığına dayandırılmaması gerektiğini ileri sürmektedir. Bu nedenle Irak nasıl ki Saddam rejiminden kurtarıldıysa İran da Humeyni rejiminden kurtarılmalıdır. 

Amerika, diğer müdahalelerinde olduğu gibi İran’a müdahale etmek için kamuoyu çalışması başlatmıştır. Bu müdahaleyi de İran’ın nükleer çalışmalar yapması ve demokratik değerlerinin kötülüğü üzerinden temellendirmiştir. İran’ın 2003 yılından itibaren nükleer çalışmalarını askıya alması olası müdahalenin önünü kapatmıştır (Sarı Ertem, 2010). Amerika’nın amacının özgür ulusları yaratmak olduğunu ileri süren Bush, demokratik yönetimlerin kendi halklarına saygı duyacaklarını ifade etmektedir. Fakat İran zaten cumhuriyet rejimi ile yönetilen bir devlettir. Aynı zamanda İran, halkın oyları ile seçilen cumhurbaşkanına ve muhalif gruplara sahiptir. İran’daki temel sorun Amerikan tarzı demokrasiye sahip olmaması ya da İslam Cumhuriyeti olması mıdır? 

Sonuç

Bu araştırma yazısının temel amacı 11 Eylül saldırılarını analiz etmekten ziyade farklı bir bakış açısı ile değerlendirmesinin sağlanmasıdır. Kimlik-güvenlik-dış politika ekseninde incelenen 11 Eylül süreci, Amerika’nın geleneksel kodlarının bu süreç içindeki hakimiyetini göstermektedir. Amerika kıtasına yapılan göçlerle başlayan kimlik oluşumu Yeni Muhafazakârlar ile yeniden güçlü bir şekilde araçsallaştırılmıştır. Dünya hakimiyetini sağlamak ve kültürel hegemonyasını dünyaya yaymakla yükümlü olan Amerika başkanları, gerekliğinde askeri güç kullanarak emperyal bir devlet olmayı meşru kabul etmektedir. Amerikan geleneksel kimliğinin gerektirdiği üstün ve sorumlu yöneticiler, iyi bir emperyal olmakla yükümlüdür. Onlar, başta kendi halkının iyiliği olmak üzere tüm ülkelerde iyiliği tesis etmelidir.

Amerika; Monroe Doktrininde de yar alan izolasyonalizm politikası ve okyanus ötesi olan coğrafi konumu sayesinde diğer ülkelerden gelecek saldırılar karşısında avantajlı bir konum ve stratejide bulunmaktadır. Dış dünyadan uzak, korunaklı olduğu varsayılan Amerika Birleşik Devletleri’nin güçlü görüntüsü 11 Eylül saldırıları ile sarsılmıştır. Öteki üzerinden kendi benliğini oluşturan Amerika, saldırıların ardından Ortadoğu ülkelerini hedef almıştır. 

11 Eylül saldırılarının sorumlusu olarak gösterilen Usame Bin Ladin önderliğindeki El-Kaide terör örgütünün radikal İslamcı kimliği, yeni bir öteki arayışının çözülmesini sağlamıştır. Huntington’un ileri sürdüğü gibi savaş, Müslüman Ortadoğu ile Hıristiyan Batı arasında yaşanacaktır. Öteki olan Ortadoğu ne pahasına olursa olsun Amerika’ya benzetilmeye çalışılacaktır. Böylece Amerika geleneksel kimliğindeki özgürlük, demokrasi gibi değerleri dünyaya yaymak için adeta fırsat yakalamıştır. Zamanın ruhuna göre şekillendirilmiş demokratikleşme süreci silahların gölgesine bırakılmıştır. Dünyayı bir deniz feneri gibi aydınlattığını savunan Amerika, silahla demokrasi ararken Ortadoğu’yu karanlığa mahkum etmiştir. 

Naz ÇAP

Siyaset Bilimi Staj Programı

 

Kaynakça:

American Foreign Relations. (1980). The Carter Doctrine. Erişim adresi: https://www.americanforeignrelations.com/A-D/Doctrines-The-carter-doctrine.html

American Rhetoric. (2001). Address To Joint Session Of Congress Following 9/11 Attacks. Erişim adresi: https://www.americanrhetoric.com/speeches/gwbush911jointsessionspeech.htm 

Akgün, A. (2003). Amerika’nın Yeni Dünya Vizyonu ya da Yaklaşan Küresel Anarşi, Stratejik Analiz Dergisi, 1(1), 30-42

Ataç, C. A., Gürsel, B. (2005). Amerikan Apokaliptiğinin Dünü Bugünü, Doğu Batı (Bir Zamanlar Amerika), Düşünce Dergisi, 8(18), 73-89.

BBC. (2004). 16 Mart – 15 Nisan Arası Gelişmeler. Erişim Adresi: https://www.bbc.co.uk/turkish/indepth/story/2004/03/040319_iraq_anniversary_1719mart.shtml

Bostanoğlu, B. (1999). Türkiye-ABD ilişkilerinin politikası. İmge Kitabevi.

CNN. (2001). The Text of President Bush’s address tuesday night, after terrorist attacks on New York and Washington. Erişim adresi: http://edition.cnn.com/2001/US/09/11/bush.speech.text/

Gölcü, A., Çuhadar, M. (2017). Batı toplumlarında islamofobi’nin üretilmesinde medyanın rolü, Ombudsman Akademik, 7(71), 71-9. 

Hotak, F. R. (2017) 11 Eylül sonrasında Amerika Birleşik Devletleri’nin Ortadoğu’daki hegemonyası, Yüksek Lisans Tezi. Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. 

Huntington, S. (2004). Biz kimiz? Amerika’nın ulusal kimlik arayışı. (Çev. Özer, A.). CSA Global Yayın Ajansı.

İnanç H. ve Aktaş, H. (2013). 11 Eylül 2001 terör saldırılarının Amerikan güvenlik bürokrasisine etkileri, Akademik Bakış Dergisi, 2(34), 1-17.

Kakışım, C. (2017). Liberalizm çağında barış çalışmaları ve demokratik barış vizyonu: Teorik bir inceleme, Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 1(50), 27-44.

Karaçoban, A. (2019) 11 Eylül sonrası ABD’nin değişen Ortadoğu politikası, Yüksek Lisans Tezi. Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Karakaya, İ. (2010). 11 Eylül 2001 sonrası ABD’nin değişen güvenlik algılamaları ve politikaları, Yüksek Lisans Tezi. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Kissinger, H. (2007). Diplomasi. (Çev. Kurt, İ.). İş Bankası Kültür Yayınları.

Kıllıoğlu, M. E. (2021). ABD dış politikasında insan hakları teriminin tarihi gelişimi ve dış politika argümanı olarak kullanımı, ASSAM Uluslararası Hakemli Dergi, 8(18), 45-64.

Ongur, H. Ö. (2010). Kimlik, uluslararası ilişkilerde kuram yapımı ve 11 Eylül 2001 olayları, İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 9(19), 135-163.

Polat, İ. (2006). 11 Eylül terör saldırıları ve Amerika Birleşik Devletlerinin Afganistan müdahalesi, Yüksek Lisans Tezi. Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Sarı Ertem, H. (2010). Geleneksel Amerikan kimlik ve güvenlik algısının 11 Eylül sonrası ABD dış politikasına etkileri, Doktora Tezi. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. 

Sarı Ertem, H. (2008). Kimlik ve güvenlik ilişkisine konstrüktivist bir yaklaşım: “Kimliğin güvenliği” ve “güvenliğin kimliği”, Güvenlik Stratejileri Dergisi, 8(16), 177-237.

Taşdemir, F. (2005). Uluslararası terörizme karşı devletlerin kuvvete başvurma yetkisi, Doktora Tezi. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. 

Telatar, G. (2012). Yeni muhafazakarlar, demokrasinin yayılması ve Amerikan dış politikası, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 67(3), 159-187.

Tunç, H. (2009). Preemption in the Bush doctrine: A reappraisal, Foreign Policy Analysis, 5(1), 1-16.

USCCB. (2013). Letter to President Clinton on Iraq, 12 February 1998. Erişim Adresi: https://www.usccb.org/resources/letter-president-clinton-iraq-february-12-1998

Uytun, A. (2009). 1 Eylül 2001 terör saldırısı sonrası değişen terörizm algısı. Yüksek Lisans Tezi. Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Sürdürülemez Şehir İstanbul

Film adı: Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir

Yapım Yılı: 2011

Yönetmen: İmre Azem

Süre: 88 dk

Türü: Belgesel

Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir, modernleşmenin ve kapitalizmin ekonomik ve sosyal etkilerini İstanbul üzerinden ele almaya çalışan bir belgesel. Belgeseli kapsamlı ve başarılı bulmakla birlikte bitirir bitirmez aklımda şu başlık belirdi: Sürdürülemez Şehir İstanbul. Peki neden sürdürülemez? Bunun cevabını bulmak için öncelikle sürdürülebilirlik nedir diye bakmamız lazım. Sürdürülebilirlik Brundtland Komisyonu raporuna göre “Bugünün gereksinim ve beklentilerini, gelecek nesillerin kendi gereksinim ve beklentilerini karşılayabilme olanaklarından ödün vermeksizin karşılayabilmek” (WCED, 1987) anlamına gelmektedir. Ekolojik krizin fark edilmeye başlandığı dönemde ortaya çıkan bu kavram, bu krizin çözülememesi ve tam tersine artması ile hayatımızda önemli bir yer kaplar oldu. Giderek kavramsallaşması ile sürdürülebilirlik ve sürdürülebilir kalkınma; ekonomik kalkınma, sosyal gelişme ve çevre koruma olarak 3 boyutta incelenmeye başlandı. Ben de Ekümenopolis belgeselini bu üç başlık altında inceleyerek neden İstanbul’un neden sürdürülemediği konusunda fikirlerimi açıklayacağım. Öncelikle İstanbul’u bu noktaya getiren yakın tarihine bir bakalım. 

Kapitalizmin pazar ihtiyacı küreselleşmeyi yarattı. Küreselleşmenin bir sonucu olarak dünyadaki büyük olaylar ve krizler aynı ekonomik sistemde olan her ülkeyi çeşitli şekillerde etkiledi. Türkiye’de de durum farklı değildi. İkinci Dünya Savaşı bitiminde dünya iki kutba ayrıldı. Bir tarafta süper güç olarak beliren Amerika varken öbür yanda ise komünist Sovyetler Birliği vardı. O dönemde liberal politikalar yürütmek isteyen Türkiye, Amerika’yı tercih etti. Bu tercih İstanbul’u, o zamanlar Sovyetler ile özdeşleştirilen demir yollarının tasfiye edilmesi ve onun yerine otoyollar yapılması şeklinde etkiledi. Bu, Marshall yardımları ile de desteklendi. Marshall yardımları ile tarımda makineleşme arttı ve bunun sonucunda iyice fakirleşen yoksul köylü nüfus, itici göç ile büyük şehirlere yöneldi. 60’lı yıllarda yapılan sanayi atılımları bu sefer çekici göç etkisi yaparak köylerden şehirlere göçü arttırdı. Bu göçü en çok alan şehir ise yine İstanbul’du. Kırdan gelenler ucuz işçi gücü olarak sanayileri doldurdu. Aynı zamanda da sanayilerin çevrelerine yerleşerek gecekonduları oluşturdular. Gecekondular, sanayiciler ve onlarla iyi ilişkiler kuran hükümet için mantıklı idi çünkü işçiye kirada kalabilmesi için yeterli para vermesine ya da işçi konutları yapmasına gerek kalmıyordu. 70’lerde Amerika’da patlak veren petrol krizi Türkiye’yi doğrudan etkileyerek ülkeyi ciddi bir ekonomik krize soktu. Bu krize cevap olarak Dünya’da ve Türkiye’de sermayeyi kurtarması için neo-liberalizm uygulanmaya başlandı. Neo-liberal politikalarla özelleştirilen devlet birikimleri üretici olmaya çalışan Türkiye’yi bu konumdan çıkararak hizmet sektörüne ve tüketime yönelmesine sebep oldu. Gelir uçurumu ve emlak rantı arttı. Bu, İstanbul’da vahşi bir kentleşmeyi beraberinde getirdi. İkinci köprünün yapılması, alışveriş merkezleri, yeni yollar, yeni binalar kenti hızla değiştirdi. Hala devam etmekte olan bu politikalar kenti aynı şekilde değiştirmektedir. Peki bu değişim ekonomik olarak sürdürülebilir midir? Bunu anlamak için şu an uygulanan politikaları daha detaylı incelememiz gerekir. 

Ekonomik sürdürülebilirliğin ilk şartı sosyal ve çevresel faktörlere negatif etkisinin olmamasıdır. Yani sermayedeki artış doğal ya da sosyal sermayeye etki etmemelidir. Belgesele göre, modernizm ile bağdaştırdığımız inşaat ve otomotiv sektörleri ekonomik kalkınmamızın baş aktörleridir. İnşaat sektörü yabancı ve yerli yatırımcılara büyük projeler için kent alanları vaat etmekte ve buradan rant sağlayarak gelişmeye çalışmaktadır. Üçüncü köprü gibi projelerle arabaya bağımlılığın artması, otomotiv sektörünün de gelişmesini sağlamakta. Bu iki sektör de gelişirken sosyal ve çevresel kaynaklarımızı sonuna kadar sömürmekte, inşaat sektörü vadettiği kent topraklarını fakir halktan alırken otomobillere yol açacak mega projelerde kentin doğal alanlarını yok etmektedir. Bu yönelimler sürdürülebilir olmadığı gibi karlı da değildir. Bugün İstanbul’da hem konut sorunu hem de konut fazlası aynı anda bulunmaktadır. İnşaat sektörü ise giderek değersizleşmektedir. Bunu inşaat mühendisliğinin yerleşme sıralamalarına bakarak bile görebiliriz. 2002 yılında ODTÜ’nün taban sıralaması 7366 iken 2020 yılına geldiğimizde 43551 olmuştur. Diğer üniversitelerde de benzer sonuçlar bulunmaktadır. 

Ekonomik sürdürülebilirliğin olmaması ve yanlış politikalar, sosyal hayatı ve şehir hayatını derinden etkiledi. Bu da sosyal sürdürülebilirliğin olmadığı bir şehir yarattı. Kentsel sosyal sürdürülebilirlik, bir kentin insan etkileşimi, iletişim ve kültürel gelişim için uzun vadeli, uygulanabilir bir ortam olarak işlev görme yeteneğidir (Bramley ve Power, 2009: 31). Belgeselde Ayazma, Sulukule ve Tozkoparan örneklerinden gördüğümüz üzere kentten yoksul kesimi uzaklaştırmaya yönelik bir yaklaşım var. Bu uzaklaştırma TOKİ’nin işlemediği bilinen toplu konut sisteminin kar edebilmesi, aynı zamanda da bu alanlara yeni konutların kurulabilmesi için yapılıyor. Bu durum kenti sınıfsal olarak parçalara bölerken kutuplaşmayı da beraberinde getiriyor. Aynı zamanda bu toplu konutlar izole, iletişimden ve eğlenceden uzak olduğundan yaşanabilir olmamakla beraber birçok aile için ekonomik açıdan da karşılanabilir değil. Aynı plansız uzaklaştırma durumunu bir başka örnekte görebiliriz. Modernizmin sonucu olarak bulunduğumuz tüketim toplumunda her tükettiğimiz şey bize bir plastik kapla beraber gelir. Bu durum büyük miktarda atık oluşturur ve her birimiz her gün poşetlerce atık oluşturup dışarı atarız. Bu atıkları çevremizde görmek istemediğimiz için atıklar şehirden uzakta bilmediğimiz yerlerde atık dağları olarak beklerler. Bugün modernizmin geldiği noktada insanlar artık atık konumuna gelmiş durumda. Vasıfsız olarak nitelendirilen insanların, yoksulluklarından dolayı barınma hakları hiçe sayılarak şehirden uzaklaştırılması bence ancak bu anlama gelir. İki durumda da uygulanan uzaklaştırma sürdürülebilir olmadığı gibi bir çözüm de değildir. Gecekondu mahalleleri bir sorun ise bu sosyal bir sorundur buna konut sorunu gibi yaklaşılmamalıdır. 

Ekolojik açıdan da durum iç açıcı değildir. Doğal sınırlarını aşmış olan kent düzenli olarak büyümekte hem kendi hem de komşu bölgelerin doğal kaynaklarını tüketmektedir. Üçüncü köprünün yapılmış olması ve Kanal İstanbul Projesi gibi mega projeler kentin azalmış doğal yaşam alanlarına zarar vermektedir. Bununla birlikte bu projelerden gelen asıl zarar, bu yapıların doğal bir çıktısı olarak o bölgelerde nüfusun artmasıdır. Bu duruma kanıt olarak 1988’de yapılan Fatih Sultan Mehmet köprüsünün etkisi ile o hat üstünde bulunan Sultanbeyli gibi küçük köylerin bugün büyük yerleşim yerleri olması verilebilir. Nüfusun artışı yeni bölgelerde doğal kaynakların tüketilmesini beraberinde getirir. Aynı zamanda çevre etki değerlendirme raporları yapılmadan ya da dikkate alınmadan yapılan şehirleşme ve mega projeler afet riskini de arttırmaktadır. Doğal olmayan bu afetler insan yaşamı ve doğal hayat için büyük tehlikedir.

Sonuç olarak İstanbul şu an sürdürülemeyecek bir şehirdir. Bugün yapılan hataların sonuçları gelecek nesillerin yükü olmuş durumdadır. Bu durumun asıl sorumlusu ise insanı denklem dışına çıkaran yanlış politikalardır. Çözüm de burada aranmalıdır. Bunun için Kopenhag örneğine bakılabilir. Kopenhag her yıl dünyanın en yaşanabilir kentleri arasında olan bisiklet ve yaya dostu bir kent. Fakat 60’lı yıllara baktığımızda araba sayısı ve trafik açısından diğer modern kentlerden farkı olmadığı bilinmekte. Bugünkü başarısı, karar vericilerin sivil toplum tarafından etkilenmesi sayesinde değişen politikalarla oldu. Bugün Kopenhag’da araba ile şehir içinde yolculuk yapmak, toplu taşıma veya bisiklet kullanmaktan daha zor. Bunun bir sonucu olarak insanlar daha çevre dostu, daha sağlıklı ve sürdürülebilir bir kentte yaşıyorlar. Şehirleri bizler yaratıyoruz fakat devamında bu tasarımımız bizim hayatımızı doğrudan etkiliyor. Tam da bu yüzden belgeselde de altı çizildiği gibi şehirlerimizi korumak ve insan için olan şehirlerde yaşamak için örgütlenerek karar vericileri etkilemeliyiz. Ancak bu şekilde kendi kendine yetebilen ekonomik, sosyal ve ekolojik olarak sürdürülebilir şehirlerimiz olabilir.

Oğuz Emre Kabakçı

Sosyoloji Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça:

Bramley, G., ve Power, S. (2009). Urban Form And Social Sustainability: The Role Of Density And Housing Type. Environment and Planning B, Planning and Design, 36(1), 30-48.

World Commission on Environment and Development. (1987). Our Common Future. Oxford University Press. 

Türkiye Gündeminde Bu Hafta: 21 Kasım – 5 Aralık

Türkiye ve BAE İlişkileri Düzeltirken, İş Birliği Anlaşmaları da İmzaladı

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Abu Dabi’nin güçlü veliaht prensi, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri ilişkilerini onarmak ve ekonomik ilişkileri güçlendirmek için hareket ederken, 24 Kasım Çarşamba günü yatırım ve iş birliği anlaşmasının imzalanmasını da ortaklaşa denetledi.

Anlaşmalar, fiili lider ve BAE’nin dış politika duruşunun arkasındaki güç olarak görülen veliaht prens Şeyh Muhammed bin Zayed Al Nahyan’ın ziyareti sırasında imzalandı. Bu, 2012’den bu yana BAE’nin Türkiye’ye yaptığı ilk resmi ziyaret ve ilişkilerin kötüleşmesinden bu yana bir emirlik yetkilisinin Türkiye’ye yaptığı en üst düzey ziyaretti.

Veliaht prensin BAE ulusal güvenlik danışmanı olan kardeşi Şeyh Tahnoun bin Zayed Al Nahyan, gergin ilişkileri düzeltmeye yönelik ilk büyük adım olarak Ağustos ayında Türkiye’yi ziyaret etmişti. Ankara ile Abu Dabi arasındaki anlaşmazlık Ortadoğu’da yankılanmış ve Libya’da bir vekâlet çatışmasının yanı sıra Körfez’de ve Doğu Akdeniz’de de gerilimlere yol açmıştı. Gerginliklerinin merkezinde, Türkiye’nin, BAE ve diğer Arap uluslarının kalıtsal kurallarını altüst edebilecek ve karar alma konusunda sıkı bir denetime sahip olabilecek en büyük ulusal güvenlik tehdidi olarak gördüğü bölgede etkin olan aktör Müslüman Kardeşler’e verdiği destek vardı.

Veliaht prens, Ankara’daki Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde 21 top atışı selamının da yer aldığı bir törenle karşılandı. Prens ve Erdoğan daha sonra ticaret, enerji ve çevre alanları da dâhil olmak üzere neredeyse bir düzine iş birliği anlaşmasının yanı sıra iki ülkenin borsaları ve merkez bankaları arasında doğrudan yatırımlara ve iş birliğine izin veren anlaşmaların imzalanmasını denetledi.

Bu arada Anadolu Ajansı, Abu Dabi Kalkınma Holding Şirketi başkanının BAE’nin Türkiye’deki yatırımlar için 10 milyar dolarlık bir fon ayırdığını söylediğini de aktardı.

Prens’in Türkiye ziyareti, 2017’de Körfez devleti Katar’ı tecrit etmek için gösterdiği başarısız girişimin ardından BAE’nin dış politikasını yeniden düzenleme çabasının bir parçası olarak görülüyor.

Katar’ın müttefiki Türkiye, BAE ve üç Arap ülkesinin uyguladığı ambargo nedeniyle Doha’yı desteklemek için yardıma koşmuştu ve Türkiye o zamandan beri Katar ile askeri bağlarını derinleştirmiş durumda. Arap dörtlüsü o sırada Katar’dan Türk birliklerinin sınır dışı edilmesi de dâhil olmak üzere bir dizi iptal talebinde bulunmuş, ancak Katar bu talepleri egemenliğinin ihlali olarak görmüş ve reddetmişti. Anlaşmazlık bu yılın başlarında Suudi Arabistan’da imzalanan bir anlaşmayla çözüldü.

Erdoğan, BAE Ziyaretinin Ardından Mısır ve İsrail ile de Görüşeceğini Belirtti

Hafta içi yaptığı bir açıklamada Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’nin, Birleşik Arap Emirlikleri ile olan benzer şekilde, Mısır ve İsrail ile de ilişkileri geliştirmek için adımlar atacağını söyledi. Erdoğan, ilişkilerde “yeni bir dönemin” müjdesini vereceklerini söyledi.

(BAE) 10 milyar dolarlık bir yatırım planı hazırladılar. Bu 10 milyar doları yerine koyarak çok farklı bir gelecek inşa etmiş olacağız.” ifadelerini kullanan Erdoğan, Türkmenistan’dan dönerken uçakta gazetecilere verdiği demeçte Şubat ayında BAE’yi ziyaret edeceğini de sözlerine ekledi.

Tel Aviv ve Kahire ile ilişkilerle ilgili bir soruya yanıt olarak, “BAE ile ne tür bir adım atıldıysa, diğerleriyle de (İsrail ve Mısır) benzer adımları atacağız” dedi.

Erdoğan: “Türkiye, Ukrayna ile Rusya Arasında Arabuluculuk Yapmaya Hazır”

Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu yılın başlarında Türkiye’nin Kiev’e silahlı insansız hava araçları satarak Moskova’dan tepkiler çekmiş olmasına rağmen, Türkiye’nin Ukrayna ve Rusya arasında arabuluculuk yapmaya hazır olduğunu belirtti.

Erdoğan, “İster arabulucu olarak, ister onlarla konu hakkında konuşarak Ukrayna ve Sayın Putin ile bu görüşmeleri yaparak Allah’ın izniyle bu sorunun çözümünde pay sahibi olmak istiyoruz” ifadelerini kullandı.

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ise 1 Aralık Çarşamba günü yaptığı açıklamada, Türkiye’nin gerilimi azaltmak için Ukrayna ve Rusya ile temas halinde olduğunu ve Moskova’ya yönelik yaptırımların krizi çözmeyeceğini belirtti. Anadolu Ajansı’na konuşan Çavuşoğlu, konu ile ilgili şu ifadeleri kullandı: “Her iki tarafla da temas halindeyiz ve her ikisine de sakin kalmalarını ve gerilimi azaltmalarını tavsiye ediyoruz.”

Türkiye’den GKRY’ye Eleştiri

Türkiye, 2 Aralık Perşembe günü GKRY’yi Exxon Mobil ve Qatar Petroleum’a Akdeniz’de arama ruhsatı vererek kıta sahanlığını ihlal etmekle suçladı ve kendi yetki alanında izinsiz arama yapılmasına izin vermeyeceğini ekledi.

Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, “Söz konusu ruhsat sahasının bir kısmı Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığını ihlal ediyor” denildi.

Açıklamada “Türkiye, daha önce olduğu gibi, deniz yetki alanında hiçbir yabancı ulus, şirket veya geminin yetkisiz hidrokarbon araştırması yapmasına asla izin vermeyecek, ülkemizin ve Kıbrıs Türklerinin haklarını savunmaya devam edecektir.” ifadelerine de yer verildi.

Erdoğan ve Putin’den Bölgesel Sorunlar Üzerine Telefon Görüşmesi

Kremlin’in açıklamasına göre Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin 3 Aralık Cuma günü Cumhurbaşkanı Erdoğan’la olan görüşmesinde, Ukrayna’nın Donbass bölgesindeki çatışma bölgesinde Türk yapımı insansız hava araçları kullandığını ve “yıkıcı” davranışlarını sürdürdüğünü söyledi.

Türkiye İletişim Başkanlığı 3 Aralık Cuma günü yaptığı açıklamada, Ukrayna’nın Erdoğan’ın Putin ile görüştüğü konulardan biri olduğunu söyledi, ancak daha fazla ayrıntı vermedi.

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da Ukrayna’nın Türk yapımı İHA’ları konuşlandırmasından Türkiye’nin sorumlu tutulamayacağını söyledi.

Avrupa Konseyi’nden Türkiye’ye Osman Kavala Hususunda Uyarı

Avrupa Konseyi (Council of Europe), 3 Aralık Cuma günü yaptığı açıklamada, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kararına uygun olarak Osman Kavala’yı serbest bırakmadığı için Türkiye’ye karşı “ihlal davası” başlatma niyetini ülkeye bildireceğini söyledi.

Karar, geçen hafta Türk mahkemelerinin Batı’dan gelen tekrarlanan baskıları göz ardı ederek Kavala’yı hapiste tutma kararı vermesinin ardından geldi.

COE’nin son açıklamasında, “Komite, başvuranın derhal serbest bırakılmasını sağlayamamakla, Türkiye’nin bu davada mahkemenin nihai kararına uymayı reddettiği kanaatindedir” denildi.

Libya ve Türk Savunma Yetkilileri Arasında Görüşme

Türkiye Savunma Bakanlığı 3 Aralık Cuma günü yaptığı açıklamada, Libya 5+5 Karma Askeri Komisyonu (JMC) üyelerinin ve Libya’daki BM Destek Misyonu’ndan (UNSMIL) bir heyetin Türk Savunma yetkilileriyle başkent Ankara’da görüştüğünü söyledi.

Açıklamada, görüşmenin 8 Ekim 2021’de Cenevre’de açıklanan Eylem Planı hakkında bilgi veren 5+5 Libya Ortak Askeri Komisyonu’nun talebi üzerine gerçekleştiği belirtildi. Açıklamada, “Libya’da barış, istikrar ve güvenliğin tesisi konusunda atılması gereken adımlar da ele alındı” ifadelerine yer verildi.

İki taraf da görüşmede, Türkiye ile Libya arasındaki tarihi bağların ve yakın ilişkilerin yanı sıra Libya’da barış, refah ve istikrara yönelik sürekli katkı ve çabaların önemini vurguladı.

Dışişleri Bakanı’ndan İtalya ile İlişkilere Dair Açıklama

Mevlüt Çavuşoğlu 4 Aralık Cumartesi günü Türkiye’nin İtalya ile ilişkilerine övgüde bulunarak, her iki ülkenin de bölgesel barış ve istikrar için birlikte çalıştığını söyledi. Çavuşoğlu, Antalya’nın güneyindeki İtalya Fahri Konsolosluğunun açılış töreninde açıklamalarda bulundu.

İtalyan mevkidaşı Luigi Di Maio ile sık sık görüştüğünü ve telefon görüşmeleri yaptığını yineleyen Bakan, ülkelerin ilişkileri daha da geliştirmeye ve ikili ticaret hacmini 30 milyar dolara çıkarmaya kararlı olduklarını söyledi.

Kaynak: Anadolu Agency, Associated Press, Deutsche Welle (DW), Reuters, The Libya Observer

 

Hazırlayan: Dilara Nesrin BULUT

AB Balkanlarda Kendi Oluşturduğu Zorlukla Yüzleşiyor

0

Bu yazı, Toby Vogel (@tobyvogel)’in The Parliament Magazine için kaleme aldığı “EU facing a challenge in the Balkans that is largely of its own making” makalesinden çevrilmiştir. Yazının aslını aşağıdaki bağlantıdan bulabilirsiniz.

https://www.theparliamentmagazine.eu/news/article/not-for-the-first-time-the-eu-is-facing-a-challenge-in-the-balkans-that-is-largely-of-its-own-making-writes-toby-vogel

Haftanın Öne Çıkanları

0

YENİ COVID-19 VARYANTI: OMICRON

Gözler Güney Afrika’da ortaya çıkan ‘Omicron’ varyantına çevrildi. Dünya Sağlık Örgütü, varyantın barındırdığı riskin çok yüksek olabileceği yönünde uyardı. Örgüt, mutasyona uğramış Covid-19 virüsünün küresel çapta daha ciddi sonuçlar doğurabileceğini açıkladı. Bilim insanları ise yeni varyant üzerinde çalışmaya başlarken çeşitli ülkeler de “act-now-ask-question-later” yaklaşımıyla Güney Afrika’ya kapılarını kapattı.

Uluslararası Gündem – Haftalık Bülten: 26 Kasım – 3 Aralık

0

SUUDİ ARABİSTAN’DAN İLK OMICRON VAKASI

Suudi Arabistan devlet haber ajansı Saudi Press Agency, Omicron Covid-19 varyantının ilk vakasını doğruladı. SPA, sağlık bakanlığından yapılan bir açıklamaya göre yetkililer ile temas halinde olan kişi ve insanları izole ettiğini açıkladı. Bakanlık, daha fazla ayrıntı vermeden bu kişinin Kuzey Afrika’da seyahat eden bir Suudi vatandaşı olduğunu söyledi.

Dünya Sağlık Örgütü, Pazartesi günü yaptığı açıklamada ağır mutasyona uğramış Omicron varyantının uluslararası yayılma olasılığının yüksek olduğu ve bazı yerlerde “ciddi sonuçlar doğurabilecek” enfeksiyon dalgalanmaları riskinin çok yüksek olduğu konusunda uyardı. Suudi Bakanlığı halka aşılarını tamamlamasını, gezginlere ise kendini tecrit etme ve test kurallarına uymalarını emretti. 

Kaynak: Reuters

Aybüke ÖZBUĞUTU

 

ARJANTİN MAHKEMESİ’NDEN SORUŞTURMA

Arjantin’de evrensel adalet ilkelerini destekleyen bir mahkeme kararı ile Myanmar ordusunun Rohingya azınlığına karşı işlediği savaş suçları iddialar araştırılacak. Arjantin mahkemeleri evrensel adaletin yasal dayanağı, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar da dahil olmak üzere bazı eylemlerin korkunç olduğunu, tek bir ulusa özgü olmadığını ve her yerde yargılanabileceğini savunuyor. 

Arjantin mahkemeleri, geçmişte eski diktatör Francisco Franco’nun İspanya’daki yönetimi ve Çin’deki Falun Gong hareketiyle ilgili olanlar da dahil olmak üzere başka evrensel yargı yetkisi davalarına da baktı. Bangladeş’teki mülteci Rohingya azınlığından bir kişi, Arjantin’deki mahkemeye uzaktan ifade verdi.  Mahkeme, Ağustos 2017’de müştekilerden birinin “hepsinin cinsel saldırıya uğradığını ve aile üyelerinin çoğunun maruz kaldıkları baskı sonucu öldüğünü” söylediğini hatırlattı.

Kaynak: The Guardian

Özden BULUTBEYAZ

 

HONDURAS İÇİN ERKEN SEÇİM

Honduraslılar genel seçim için 5 Aralık’ta sandık başına gidiyor. ABD federal savcılarının uyuşturucu kaçakçıları ile Honduras Devleti arasındaki yakın bağlarına ilişkin ayrıntılı kanıtlar ortaya koymasıyla ülkede seçim kararı alındı.

ABD savcılarının iddialarına göre ülkenin son üç cumhurbaşkanının yanı sıra yerel belediye başkanları, yasa koyucular, polis ve ordu komutanları uyuşturucu kaçakçılığıyla bağlantılı. “Narko-devlet” olarak nitelenen ülkede bir sonraki kongre; seçim döngüsünün ötesinde hizmet edecek yeni bir yüksek mahkeme, başsavcı ve devlet denetçileri seçerek sorunlu bir adalet sistemini yeniden şekillendirme fırsatına sahip olacak.

İlk kadın başbakan mı geliyor?

Sol cephe adayı Özgürlük ve Yeniden Kurtuluş Partisi Lideri Xiomara Castro, son kampanya mitinginde “Honduras’ı bir narko-diktatörlük ve yozlaşmanın uçurumundan çekme” sözü verdi. Castro’nun gündemi kürtajı suç olmaktan çıkarma, yolsuzlukla mücadele komisyonu oluşturma, yükselen elektrik faturalarını düşürme ve kaldırma planlarını içeren bir “demokratik sosyalizm” içeriyor. Washington için endişe verici olan Çin ile diplomatik bağları yeniden kurmayı planlıyor. 

Kaynak: The Guardian, BBC

Özden BULUTBEYAZ

 

PENTAGON UFO GÖZLEMLERİNİ İNCELEYECEK

ABD Savunma Bakanlığı yetkilileri, kısıtlı hava sahasında tanımlanamayan uçan cisimlerin (Unidentified Flying Objects) raporlarını araştırmak için bir görevlendirmenin başlatıldığını duyurdu. Pentagon, salı günü yaptığı açıklamada “grubun ilgili nesneleri değerlendireceğini ve tehditleri azaltacağını” söyledi.

Savunma Bakanı Yardımcısı Kathleen Hicks, salı günü üst düzey Pentagon liderliğine yaptığı bir notta Havadaki Nesne Tanımlama ve Yönetim Senkronizasyon Grubu’nun “özel kullanım hava sahasında ilgilenilen nesneleri tespit edeceğini, tanımlayacağını ve ilişkilendireceğini” söyledi. Savunma bakanlığı da tanımlanmış veya tanımlanamayan hava saldırılarına ilişkin tüm raporları “çok ciddiye aldığını ve her birini araştırdığını” olarak açıklamalarına ilave etti.

Pentagon ise başka bir dünyaya ait herhangi bir faaliyete ilişkin açık bir belirti olmadığını söylese de nesnelerin dünya dışı olma olasılığını inkar etmedi. 

Kaynak: BBC

Özden BULUTBEYAZ

 

KOLOMBİYA BARIŞ ANTLAŞMASI

Eylül 2016’da Kolombiya Hükümeti, isyancı grup FARC ile bir barış anlaşması imzaladı. Devamında, antlaşmadan 5 yıl sonra bu yıl ABD’nin FARC’ı uluslararası terör listesinden çıkarması gündeme geldi. 

Duyurunun muhalif isyancı gruplardan ve uyuşturucu kaçakçılarından gelen şiddetin Güney Amerika ulusunu rahatsız etmeye devam ederken barış sürecini desteklemesini bekleniyor.

ABD; isyancı grubun gücünün zirvesinde olduğu, binlerce savaşçıya komuta ettiği ve bölgesel başkentlere ve askeri üslere büyük çaplı saldırılar düzenlediği 1997 yılında FARC’ı terör listesine ekledi. Grup, binlerce politikacıyı ve sıradan Kolombiyalıyı kaçırıp ülkenin dört bir yanına mayın yerleştirdi.

Ekim 2016’da savaşı resmen sona erdiren ve kırsal kalkınmayı vaat eden bir barış anlaşması imzalandı. Ancak anlaşma halk referandumunu geçemedi. Kolombiya’nın o zamanki Cumhurbaşkanı Juan Manuel Santos, yenilgiye rağmen çabaları için Nobel Barış Ödülü kazandı. Ödül sonrasında Kongre aracılığıyla gözden geçirilmiş bir barış anlaşmasını onayladı.

Kaynak: The Guardian 

Özden BULUTBEYAZ

 

NÜKLEER ANLAŞMA GÖRÜŞMELERİ SÜRÜYOR 

Avusturya’nın başkenti Viyana’da İran nükleer anlaşması görüşmeleri, yaklaşık 5 aylık bir aranın ardından taraf ülkelerin diplomatlarının katılımıyla yeniden gerçekleştirildi.

İran nükleer anlaşmasının yeniden uygulanmasını sağlamak ve ABD’nin anlaşmaya dönüşünün ele alındığı “Viyana Müzakereleri” olarak bilinen görüşmelerin ardından İran hükümetinin değişmesi sebebiyle görüşmelere ara verilmişti. Kaldığı yerden devam eden müzakerede İran heyetine başkanlık eden İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Ali Bakıri, müzakerenin yedinci oturumu sonrası gazetecilere konuştu.

“Yaptırımlar Kalkmadan Nükleer Anlaşma Hakkında Konuşmak Gereksiz”

Müzakerelerde önceliklerinin ABD yaptırımlarının kalkması olduğunu belirten Bakıri, “İran olarak nükleer anlaşmadaki taahhütlerimize uyduğumuzu kanıtladık. Adil ve İran halkının çıkarlarının korunduğu bir anlaşma istiyoruz.’’ ifadelerini kullandı.

Bakıri, önceliklerinin ABD yaptırımlarının kaldırılması olduğunu belirten konuşmasında “Görüşmemizde geldiğimiz noktanın sorumlusunun ABD olduğunu belirttik, yaptırımlar kalkmadan nükleer anlaşma hakkında konuşmak gereksiz.” dedi.

Kaynak: Cumhuriyet, Gündem Orta Doğu

Aybüke ÖZBUĞUTU

 

ROMANYA’DA ZORUNLU DERS: HOLOKOST

Romanya’daki okullarda Holokost ve Yahudi tarihinin zorunlu ders olmasını öngören yasa tasarısı çoğunluğun oyuyla onaylandı. 2023’te yürürlüğe girecek olan “Yahudi Tarihi ve Holokost” dersi, Romanya’daki tüm lise ve meslek okullarında zorunlu ders olarak okutulacak. 

“Yahudi Tarihi ve Holokost” dersi için müfredat, ders kitapları, öğretim materyalleri ve  özel metodolojiler Eğitim Bakanlığı tarafından Ellie Wiesel Enstitüsü ile iş birliği içinde hazırlanacak. Yasayı savunan Yahudi asıllı milletvekili Silviu Vexler ise girişimin gençler arasında hoşgörüsüzlüğe ve aşırılığa karşı koymayı amaçladığını belirtti.

Romanya, II. Dünya Savaşı sırasında Ion Antonescu rejiminin işlediği suçları kabul etti. Ellie Wiesel Enstitüsü tarafından Romanya’daki Holokost Araştırmaları için uluslararası bir komisyonun 2004 yılında yayınlanan raporu, Antonescu rejiminin 1940-1944 yılları arasında  280 bin ila 380 bin Yahudi ve 11 bin Romanyalı’nın  ölümünden sorumlu olduğunu açıkladı.

Yabancı Düşmanlığıyla Mücadeleden Sorumlu milletvekili Alexandru Muraru “Romanya bu yönde önemli bir adım atıyor, geçmişinin sorumluluğunu üstleniyor ve Holokost üzerine yurttaşlık eğitimi alıyor ve hafızayı geliştiriyor. Kurumlar gelişmeye devam ediyor.” ifadelerini kullandı.

“Romanya’da Yahudilerin tarihini empoze ediyoruz!”

AUR Senatörü Claudiu Tarziu,  anti-semitizmin düşük seviyede olduğunu belirtti ve böyle bir yasaya duyulan ihtiyacın gerekliliğini sorguladığını ifade etti. Bağımsız milletvekili Diana Sosoaca ise İsrail okul müfredatında Romanya tarihi yer almazken bu dersin okullarda neden zorunlu olması gerektiğini anlamadığını söyledi.

Kaynak:  Balkaninsight, Tachles, Şalom

Melis ÖZVERAN

 

LÜBNAN COVID-19 TEDBİRLERİNİ YENİDEN UYGULAMAYA KOYDU

Güney Afrika’da ortaya çıkan yeni korona virüs varyantı Omicron, geçen hafta Dünya Sağlık Örgütü tarafından yapılan açıklamayla Covid-19 kısıtlamalarının dünya çapında sıkılaştırılmasına neden oldu. 

Lübnan, 17 Aralık’tan itibaren aşılanmamış sakinler için üç haftalık bir sokağa çıkma yasağı getirecek ve yeni Omicron varyantını engellemek amacıyla bazı işçilere aşı yapılmasını zorunlu kılacak. 

Son 48 saatte en az bir doz Covid-19 aşısı veya negatif PCR testi olmayanlar sabah 07.00’den akşam 18.00’e kadar sokağa çıkma yasağına tabi tutulacak. Çarşamba günü Lübnan Covid-19 Komitesi’nin açıkladığı yeni kurallar çerçevesinde güvenlik, sağlık, eğitim, askeriye ve turizm sektörlerinde kamu görevlileri ve işçiler 10 Ocak’a kadar tamamen aşılanmak veya haftada iki kez kendi PCR testi için ödeme yapmak zorunda. 

Komite, öğrencilerin aşı olmak için daha fazla zamana sahip olmaları adına okullar ve üniversiteler için de kış tatilini birkaç gün uzatmaya karar verdi. Bar ve restoranların en azından kısmen aşılanmamış veya negatif test yaptırmamış müşterileri geri çevirmeleri gerekeceğini bildirdi.

Kaynak: Reuters, Arab News, Al-Monitor

Aybüke ÖZBUĞUTU

 

LİBYA YENİDEN SAVAŞA SÜRÜKLENEBİLİR

Libya’da 24 Aralık’ta yapılması planlanan başkanlık seçimleriyle ilgili ülkenin doğusundaki gayrimeşru silahlı milislerin lideri Halife Hafter’in adaylık başvurusuna yapılan itiraz Zaviye Mahkemesi İtiraz Komisyonu tarafından kabul edildi. Duruma ilişkin incelemelerin başlatılma kararı Libya merkezli February televizyon kanalından bildirildi.

İtirazın kabulü Hafter’in adaylığının iptali anlamına gelmiyor. Libya Yüksek Danıştay üyesi Adil Karmus, Arabi 21’e yaptığı özel açıklamada Emekli Tümgeneral Halife Hafter’in seçimlerden dışlanma kararı hakkında “Hafter, iktidara gelmek için her yolu deneyecektir.” ifadelerini kullandı. Karmus, Hafter’in seçimlere dahil olmadığı takdirde yeniden bir savaş ilanı da dahil sandığa gidilmemesi için elinden gelen her şeyi yapabileceğini aktardı.

Kaynak: Arabi 21, Orta Doğu Haber, February

Aybüke ÖZBUĞUTU

 

İTALYA-FRANSA İŞBİRLİĞİ ANLAŞMASI

İtalya ve Fransa; çevre, iklim, güvenlik, kültür ve ekonomi  gibi alanlarda güç birliğini geliştirmek için bir anlaşma imzaladı. Bu adımın siyasi geçişler sonrası istikrarsızlığın damga vurduğu Avrupa’da “önemli bir sembolik değere” sahip olacağı belirtildi.

İtalyan medyasında 1963’te Fransa ile Almanya’nın imzaladığı Avrupa entegrasyonuna bir ivme kazandıran Elysée Antlaşması’nı İtalya ve Fransa arasında yapılacak anlaşma ile karşılaştıran yorumlar yer aldı. İki anlaşmanın benzerliğine dikkat çekildi.

Antlaşma ile Avrupa Birliği’nde istikrarsızlık riskine karşı işbirliğini güçlendirmenin ve daha önce anlaşmazlıklara yol açan konular için çözüm mekanizmaları oluşturmasının hedeflendiği kaydedildi. Ayrıca son yıllarda güçlenen AB karşıtı, ulusalcı, popülist hareketlere ve dış etkilere karşı AB’yi güçlendirmek de İtalya-Fransa Anlaşması’nın amaçları arasında yer alıyor.

İtalya Başbakanı Mario Draghi “Avrupa’nın geleceğine Avrupalılar olarak karar vermek, başkalarının karar vermesinin önüne geçmek, ortak bir Avrupa savunması ve Avrupa sınırlarının korunması” gibi maddeleri antlaşmanın hedefleri arasında saydı.

Anlaşma, Roma ile Paris arasında yaşanan son krizlerin değerlendirilmesine de fayda sağlayacak. İtalya’da sağ-popülist koalisyon hükümetiyle yaşanan bu krizler, 2019 başında Fransa’nın Roma Büyükelçisi’ni kısa süreliğine geri çekmesiyle zirveye ulaşmıştı. Bu duruma son veren “Güçlü Avrupa” yaklaşımı, ortaklık yönünde yapıcı bir adım olarak nitelendiriliyor.

Tarihçi profesör Marc Lazar, “Şu an itibarıyla Paris ve Roma arasında tam bir balayı yaşanıyor. Hele de Almanya’nın iki taraf arasında gidip geldiği bir ortamda, İtalya ile Fransa arasında birçok yakınlaşma noktası var.” dedi.

Kaynak: BBC, Sputnik, Euronews

Melis ÖZVERAN

 

İSRAİL EYLEMSEL ÖZGÜRLÜKLERİNİ KORUYACAKLARINI BİLDİRDİ

İsrail Başbakanı Naftali Bennett, İran’ın nükleer programına ilişkin müzakere sürecindeki uluslararası anlaşmanın kendilerini bağlamayacağını ve  kendilerinin eylemsel özgürlüklerini koruyacaklarını bildirdi.

Bennett, İsrail’deki Reichman Üniversitesi’nde düzenlenen panelde İran’ın yarattığı nükleer tehdide karşı yapılan yatırımdan sonra nelerin başarıldığını ve bu çabanın yeniden değerlendirilmesi gerektiğini söyledi. İsrail’in güçlü ekonomi, siber beceri ve uluslararası meşruiyet gibi alanlardaki avantajını İran’ın zayıflıklarına karşı kullanılmasını savunan Bennett, bu sayede şüpheye ve İsrail’i sınama arzusuna yer kalmayacağını belirtti.

İran’ın nükleer programına ilişkin müzakerelerde dünyanın göz yumması halinde kendilerinin buna niyeti olmadığını aktaran İsrail Başbakanı, “İmzalandığı andan itibaren (2015 Nükleer Anlaşması) bizim için uyku hapı gibiydi. Kapsamlı Ortak Eylem Planı’na (JCPOA) geri dönüş olsa bile İsrail bu anlaşmaya bir taraf değil ve bu İsrail’i bağlamayacak. İsrail devleti, her durumda ve her türlü siyasi tabloda eyleme geçme becerilerini ve özgürlüğünü korumalı.” dedi.

Kaynak: Orta Doğu Haber                                                              

Aybüke ÖZBUĞUTU


EN GENÇ CUMHURİYET: BARBADOS

Eski bir İngiliz sömürgesi olan Barbados, 1966’da bağımsızlığını ilan etti ve İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth, anayasal monarşi ile yönetilen ülkenin  “Devlet Başkanı” unvanını taşıyordu. Ancak Barbados, İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth’in  devlet başkanı statüsüne son vererek  yaklaşık 400 yıllık son sömürge bağlarını kopardı ve cumhuriyeti ilan etti.

Barbados tarihi konusunda araştırmaları olan Profesör Hilary Beckles, “Bu maden ve köle sömürüsü yapan sömürgeci bir tarihin sonu anlamına geliyor. Bu aynı zamanda Barbados ile birlikte Karayipler ve diğer sömürge toplumlar için tarihi bir dönüm noktası.” açıklamasını yaptı. Beckles, “Bu adanın insanları sadece özgürlük ve adalet için değil, aynı zamanda kendilerini emperyal ve sömürge otoritesinin zulmünden kurtarmak için de mücadele etti.” dedi.

Başkent Bridgertown’da yapılan törende, Sandra Mason ilk devlet başkanı olarak göreve getirildi. Törene onur konuğu İngiltere veliaht Prensi Charles ve Barbadoslu şarkıcı Rihanna da katılım sağladı. Rihanna’ya törende ulusal kahraman nişanı verildi.

Cumhurbaşkanı Sandra Mason yaptığı konuşmada, “Barbados Cumhuriyeti’nin gemisi ilk yolculuğuna başlıyor. Fırtınalara göğüs germeyi başarsın, ülkemize vatan olsun ve halkımızı geleceğe taşısın.” dedi.

Ayrıca Barbados, İngiliz sömürgesinden ayrılıp cumhuriyet olan ilk Karayip ülkesi değil. Daha önce Guyana, Britanya’dan bağımsızlığını elde ettikten sonra 1970’de cumhuriyeti ilan etme kararı almıştı. Trinidad ve Tobago 1976’da, Dominika ise 1978’de cumhuriyeti ilan etmişti.

Kaynak: BBC, Euronews, Reuters

Melis ÖZVERAN

 

AVUSTURYA’NIN ESKİ BAŞBAKANI SEBASTİAN KURZ SİYASETTEN ÇEKİLDİ

Yolsuzluk iddiaları ile suçlanan Sebastian Kurz, Şansölyelik görevinden daha önce istifa etmeye zorlanmıştı. Şimdi ise Eski Halk Partisi (ÖVP) başkanlığı ve diğer ofis görevlerinden de ayrılarak politikadan tamamen çekildiğini açıkladı.

Krone gazetesinin haberine göre Kurz, kararında birkaç gün önce doğan oğlunun etkisi olduğunu belirtti. “Her şeyden önce çocuğum ve ailemle vakit geçirmeyi dört gözle bekliyorum ve yeni yılda kendimi kişisel olarak yeni profesyonel görevlere adamadan önce bundan çok keyif alacağım.” sözlerini ekledi.

Savcılık; Kurz  hakkında yolsuzluk, rüşvet ve güveni kötüye kullanma suçlamalarıyla soruşturma başlatmıştı. İddiaların bir an önce aydınlatılabilmesi için Kurz’un dokunulmazlığı kaldırıldı. ÖVP’nin son parti lideri devam eden soruşturmaya da değinerek siyasetten ayrılmasının nedeninin bu soruşturmadan kaynaklanan zihinsel yük olduğunu söyledi.

Devlet Bakanı, Dışişleri Bakanı ve Şansölye olarak on yıllık siyasi faaliyete minnetle bakan Kurz, “Avusturya Cumhuriyeti’ne on yıl hizmet edebilmek büyük bir onurdu. Umarım güzel Avusturya’mızı biraz doğru yöne getirmek için üzerime düşeni yapabilmişimdir.” sözleriyle konuşmasını sonlandırdı. 

Kaynak: AFP, Krone, Tagesschau, Euronews, Welt

Melis ÖZVERAN

 

AKTİVİSTLER AMAZON DEPOLARINI BLOKE ETTİ

Alışveriş çılgınlığının yaşandığı Black Friday gününde sivil toplum örgütü Extinction Rebellion aktivistleri,  internet alışveriş sitesi olan Amazon’un Avrupa’da bulunan 13 deposunu  kapattı. Aktivistler, Amazon şirketinin  doğal ve insani kaynakları sömürerek yarattığı yapıyla küresel ısınmaya sebep olduğunu ve ihmale yol açtığını ifade etti. 

Money internet sitesinin yaptığı araştırma, Black Friday nedeniyle yapılacak ekstra  alışverişler atmosfere normalden 385 bin ton fazla karbondioksit gazının salındığını ortaya koydu. Bu miktar, Londra-Sidney güzergahında giden bir yolcu uçağının 215 bin 778 sefer yapmasıyla eşdeğerde. 

Extinction Rebellion, İngiltere’de Amazon’un %50 oranında mal sevkiyatı yaptığı merkezlerin yollarını kapattı ve Amazon depolarının önüne çadırlar serdi. Aktivistler, Amazon’un sahibi Jeff Bezos’u da “açgözlü” olmakla itham etti. Birçok aktivist, Amazon sistemini her istenileni her an getirebilmesiyle ihtiyaç duyulmayan ürünlerin alınmasına sebep olmasından dolayı eleştirdi. Benzer eylemler Almanya ve Hollanda’da da gerçekleşti.

Kaynak:  Euronews

Melis ÖZVERAN

 

Çeviri Makale: Xi’nin Güven Oyunu

Bu yazı, Jude Blanchette’in Foreign Affairs için kaleme aldığı “Xi’s Confidence Game” makalesinden çevrilmiştir. Yazının aslını aşağıdaki bağlantıdan bulabilirsiniz.

https://www.foreignaffairs.com/articles/asia/2021-11-23/xis-confidence-game

Pekin’in hareketleri güvensizlik değil, kararlılık gösteriyor.

Geçtiğimiz aylar ve haftalar, Çin lideri Xi Jinping’in giderek artan ivedilik algısını gözler önüne serdi. Yerli teknoloji devlerine eşi görülmemiş bir baskı uyguladı, Tayvan Boğazı’ndaki askeri faaliyetleri hızlandırdı ve Pekin’in değişken kırmızı çizgilerini geçen ülkelere zorbalık yaptı. Bazı analistler ve uzmanlar, bu davranışın, ülkenin neredeyse kaçınılmaz düşüşünü, hatta belki de Komünist Parti yönetiminin yaklaşan çöküşünü engellemeye çalışan, giderek daha umutsuz bir lideri işaret ettiğini savunuyorlar.

Xi, sahip olduğu güç konusunda endişeli hissediyorsa bile bunu gizleme konusunda oldukça etkili bir iş çıkarıyor. Geniş kapsamlı iç zorluklara rağmen, Çinli lider Çin’in siyasi sistemi, ABD karşısındaki konumu ve Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) uzun vadeli istikrarı hakkında güven yayıyor. Xi, partinin Merkez Komitesi’nin Altıncı Plenum’unda cesurca “tarihi karar” ile siyasi konumunu Mao Zedong’a yaklaştırarak kanıtladığı gibi, rejim içindeki olası tüm muhalefetin kökünü kazıdı, böylece gelecek yılki 20’nci Parti Kongresi’nde iktidarının üçüncü dönemini kazanmayı garantiledi. 

Xi’nin son zamanlardaki sabırsızlığının, güvensizliğini yansıtmak yerine Çin’in içindeki ters rüzgarlara çözüm bulmak ve uluslararası düzendeki konumunu ve gücünü korumak için geçici bir yol olduğu anlaşılmalıdır. Xi’yi motive eden partinin çöküşüne dair korkusu değil, Çin’in gitgide artan ekonomik ve askeri kaynaklara sahip olduğu bir zamanda hakkı olan küresel konumunu talep ettiğini görme kararlılığıdır. Eğer Çin 2035 yılına kadar “modern sosyalist bir ulus” olacaksa, Xi şimdi cesur adımların atılması gerektiğine inanıyor. 

Bu, Xi ya da parti için ileriye giden yolun pürüzsüz olacağı anlamına gelmiyor. Hiç de değil. Tıpkı çöküşün yakın gelecekte pek olası olmaması gibi, süper güç statüsüne giden kesintisiz bir yol da aynı şekilde pek olası değil. Çin, önemli bir mirasla ve ortaya çıkan yeni zorluklarla karşı karşıya ve bunların çoğu, Xi’nin güce sıkı sıkıya tutunuşu ve ülkenin geleceğini şekillendirme yeteneğine olan aşırı güveni ile daha da kötüleşecek. 

Ancak Xi’yi çaresiz değil kararlı olarak görmek, ABD’nin ikili ilişkilere yaklaşımı üzerinde muazzam sonuçlar doğuruyor. Pekin’in son hamleleri, gerçek bir özgüven ve evet, hatta bir ölçüde kendi kendini kandırma izlenimi veriyor. Beğenin ya da beğenmeyin, yine de Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri öngörülebilir bir gelecekte, Xi tarafından yönetilen kendine güvenen bir Çin ile muhatap olmayı beklemeli. 

Çöken Çin Sendromu

Mao’nun yaklaşık 50 yıl önceki ölümünden bu yana, ABD’nin Çin’in yetenekleri ve niyetlerine ilişkin değerlendirmelerinin sicili kötü. Büyük Dümenci’nin 1976’daki ölümünü takiben pek çok Amerikalı gözlemci ÇKP rejiminin yıkılmasını bekledi. Yıkılmadı. 4 Haziran 1989’da Tiananmen Meydanı’ndaki baskı ve ardından Sovyetler Birliği’nin iki yıldan kısa bir süre sonra çöküşü, en seçkin Çin uzmanlarından bazılarını ÇKP için sonun yakın olduğuna ikna etti. Ancak sadece birkaç yıl içinde Çin ekonomisinin büyümesi çift haneli rakamlarla ifade ediliyordu. 2008’deki küresel mali krizden sonra birçok analist partiyi etkileyici uzun vadeli planlama ve stratejik hesaplama becerilerine sahip yeni bir yönetişim ve ekonomik yönetim modelini mükemmelleştirmiş olarak tasvir etti. Yine de, Çin teknolojisi ve emlak sektörlerini çevreleyen kargaşanın gösterdiği gibi, bu tahminlerin de abartıldığı ortaya çıktı. 

Şimdi, bazıları partinin günlerinin sayılı olduğu görüşünü yeniden canlandırdı. Kıyamet tellallarına göre, hızla yaşlanan nüfus, artan borç, piyasa reformlarından geri çekilme ve artan uluslararası tepki yakında Çin’in hızının kesilmesine neden olacak. Michael Beckley ve Hal Brands’in yakın zamanda Foreign Affairs’de tartıştıkları gibi, “Çin, genellikle trajediyle sonuçlanan bir yay izliyor: sert bir düşüşün takip ettiği baş döndürücü bir yükseliş.” 

Ancak “Çin’in düşüşü” argümanının bu son tekrarı, öncekilerle aynı temel kusuru taşıyor: Pekin’in algılanan bu zayıflıkları, potansiyel ve gerçek güçlü yönlerine karşı tartılmıyor. Bir şirketin, bilançosunun yalnızca bir tarafına bakarak yargılanamayacağı gibi, Çin’in zayıf noktalarına ilişkin değerlendirmeler de ülkenin onları telafi edebileceği araçlar ve kaynaklar hesaba katılmazsa eksik kalır. 

Borçtan demografiye kadar iyi bilinen sorunlar listesine daha yakından bakıldığında, bu sorunlar çökmekte olan bir ekonomiyi değil, yavaşlayan bir ekonomiyi işaret ediyorlar. Örneğin, dev gayrimenkul geliştiricisi Evergrande’nin kötüye gidişinin gösterdiği gibi, Çin’in gayrimenkul sektörünü dizginleme çabaları anlaşılması zor ve muhtemelen yıkıcı olacaktır. Ancak bunun Çin’in “Lehman Brothers anı” olmadığı şimdiden belli. Ülkenin toplam borcu nominal olarak artmaya devam etse de, bu borç büyük ölçüde yerel para birimi cinsinden ve büyük bankaların bilançoları güçlü kalmaya devam ediyor. Borç kesinlikle önemli ve Çin ekonomisi giderek daha fazla baskı altında kalıyor gibi görünüyor, ancak daha gerçekçi bir değerlendirme bunun parçalanma değil yavaşlama olduğunu gösteriyor. 

Benzer şekilde, Çin’in yaşlanan nüfusunun sosyal ve ekonomik etkileri de göründüğünden daha karmaşık. Demografik tablo gerçekten iç karartıcı: Bazı yakın zamanlı tahminler Çin’in nüfusunun 2025’te zirveye ulaşacağını gösteriyor ve Çin hükümetinin kendisi de ülkenin önümüzdeki beş yıl içinde 35 milyon işçi kaybedeceğini tahmin ediyor. Bunun olası sonuçlarının farkında olan Pekin, gecikmeli bir şekilde, acımasız nüfus kontrol politikalarını gevşetmekten küçülen işgücünün etkisini körelteceğini umarak teknolojiye yatırımların arttırılmasına kadar bir dizi reform başlattı. Şüphesiz, bu eylemler çok geç kaldı ve Çin’in demografik görünümünün yakın zamanda değişmesi pek olası değil. Pekin, silikleşen ve küçülen bir işgücünü telafi etmek için yeni üretkenlik kaynakları bulamazsa, büyümesi zarar görecektir. Ancak bu, kısa vadeli olmaktan ziyade büyük ölçüde uzun vadeli bir dinamiktir. 

Dahası Pekin 1990’ların çoğunda ve bu yüzyılın başlarında olduğu gibi, düşük büyümeyi artık sosyal ve politik istikrar için bir tehdit olarak görmüyor. Öncesinde, ülkede işgücüne giren yeni işçi sayısında artış olduğu zamanlarda hızlı büyümeyi sürdürmek zorunluydu. Daha az işçi ile ülkenin hızlı bir büyümeye ihtiyacı yok. Bu değişim, 2017’deki 19. Parti Kongresi’nin, bundan sonra büyümenin niceliğinden çok niteliğinin önemli olacağını vurgulayan resmi söylemine yansıdı. Altıncı Plenum’daki tarihi kararın belirttiği gibi, GSYİH büyümesi artık “kalkınma için tek başarı ölçütü” değildir. 

Etkili Otoriterlik

Belki de Pekin’in ülke yönetiminde sahip olduğu en etkili araç, hedeflenen siyasi, ideolojik ve düzenleyici kampanyalar yoluyla hızlı sonuçlara ulaşma yeteneğidir. Parti, otoriter emirlerle yöneterek kaynakları olağanüstü bir hızla harekete geçirebilir ve yönlendirebilir. Böyle bir yaklaşım, Çin vatandaşlarının hak ve özgürlüklerini göz ardı edebilir ve neredeyse her zaman büyük ölçüde israf yaratır. Yine de ÇKP, tek parti yönetiminin tüm gücünü kullanarak zorlukların üstesinden tekrar tekrar gelebilmiştir. Örneğin, COVID-19 salgını sırasında, başlangıçtaki beceriksizliklere rağmen Xi, yalnızca ölümleri minimumda tutmakla kalmayıp aynı zamanda 2020’nin sonuna kadar, küresel ekonominin duraksadığı bir dönemde ekonomik toparlanmanın hızla sağlanmasına yardımcı olacak bir “tüm toplum” çabası emretti. Kampanyalar çoğu zaman yapısal reformlar pahasına yapılır ancak rejimin dayanıklılığı değerlendirilirken başarısı da küçümsenmemelidir. 

ÇKP yönetiminin sonuçlarına şüpheyle bakılsa bile, Çin’in politika yapıcı çevrelerinin ülkenin benzersiz siyasi sistemini bir zayıflık kaynağı olarak değil, Amerika Birleşik Devletleri ve diğer demokrasilerle karşılaştırdıklarında övünç kaynağı olarak gördükleri açıktır. Üst düzey yetkililer “Doğu yükseliyor, Batı düşüyor” dediğinde bu hem propaganda hem de onların gerçek değerlendirmesidir. Evet, Çin sisteminde sorunlar bol ve Pekin endişe verici bir şekilde Amerikan demokrasisinin dayanıklılığını hafife alıyor. Ancak 2021’deki ÇKP’nin, partinin 100 yıllık tarihindeki herhangi bir zamandan daha güçlü, daha yetenekli ve daha fazla kaynağa komuta ettiğini inkar etmek de zor.

ÇKP’nin düşüşüne ilişkin birçok tahmin, partinin Çin’in kendi içinde artan bir hoşnutsuzlukla karşı karşıya olduğu görüşüne dayanmaktadır. Bunun göstergeleri arasında, Pekin’in, Xinjiang ile Tibet’teki baskıcı politikalarına ek olarak şu anda neredeyse her Çin şehrinde ve kasabasında var olan kapsamlı devlet gözetim sistemi de dahil olmak üzere, iç güvenliğe harcadığı muazzam miktarda kaynak var. Partinin en ufak saygısızlığa karşı artan duyarlılığı, partinin şiddet tekeli olmasaydı iktidar gücünün parçalanacağının iddia edilmesine de yol açtı. Elbette, otoriter bir sistemde popüler görüşü değerlendirmeye yönelik herhangi bir girişim, anket ve anket verileri mevcut olduğunda bile zor ve kusurludur. Ancak var olan sınırlı kanıtlar bu tür iddiaları yalanlıyor.

Kontrolsüz Güç

On yıllar boyunca süren engellenmemiş ekonomik ve askeri gelişmeden sonra, Pekin bir dönüm noktasına ulaştı. Önümüzdeki on yılda istikrar ve refahı sürdürmek için partinin büyüme modelinde önemli bir değişiklik yapması ve giderek daha düşmancıl hale gelen küresel düzende manevra yapmayı öğrenmesi gerekecek. Çin, şimdiye kadar kaçınmayı başardığı -demografik grileşmenin bir sonucu olarak artan sosyal harcamalar ve devam eden askeri modernizasyon gibi- zor, hatta sancılı stratejik ödünleriyle yüzleşmek zorunda kalacak. 

Sovyetler Birliği’nin kaderinden kaçınmaya takıntılı olan Xi, muhtemelen kendi yönetiminin devam etmesini bu zorluklarla başa çıkmak için önemli görüyor. İki dönemle sınırlı olan öncüllerinin aksine, Xi yönetimini gelecek yıllarda uzatmaya hazırlanıyor. Son parti plenumunda Xi’nin parti içindeki statüsü, Çin’in komünist tarihinin resmi olarak yeniden yazılmasıyla ülkenin modern kurtarıcısı olarak bir kez daha yükseldi ve gelecek sonbaharda yapılacak 20. Parti Kongresinden sonra parti liderliğindeki üçüncü döneminin temeli atıldı. 

Xi’nin güç birikimi elbette tartışmasız değil. Totaliter dürtüleri, alttan alta da olsa, parti içinde bile artan homurdanmalara yol açtı. Eğlence içeriğini saflaştırmayı ve geleneksel erkeklik kavramlarını zorlamayı içeren kültürel politikaları, dış dünyaya giderek daha fazla maruz kalan ve dış dünya ile bağlantılı olan bir nüfusu tedirgin ediyor. Alibaba ve Tencent gibi büyük şirketler yoğun bir siyasi inceleme altına girdiğinde, ekonomiye artan müdahalesi Çin iş dünyasında hayal kırıklığına ve endişeye neden oldu. Xi’nin Hong Kong’daki siyasi muhalefeti ve sivil toplumu ezme eylemleri, anketlerin Xi’nin önerdiği “tek ülke, iki sistem” çerçevesinde birleşme arzusunun neredeyse hiç olmadığını gösterdiği Tayvan da dahil olmak üzere bölgede önemli endişelere yol açtı. 

Ancak Xi, çevresine otoritesine karşı herhangi bir meydan okumanın son derece zor olacağı bir güç yapısı inşa etti. Yaşam boyu seçkin parti siyaseti öğrencisi olan Xi, Çin’in siyasi sisteminin sürekli güç ve tahakküm gösterileri gerektiren kanlı bir spor olduğunu ilk elden biliyor. Bu nedenle, resmi çizgiye uymazlarsa Merkez Disiplin Teftiş Komisyonu’nun korkulan soruşturma ekiplerinin kapılarını pekala çalabileceklerini tüm parti kadrolarına hatırlatan yolsuzlukla mücadele kampanyasının hız kesmeden devam etmesi şaşırtıcı değil. 

Ancak kendi konumu tartışmasız kalsa bile, Xi’nin Çin’i 2035 yılına kadar modern bir sosyalist ulusa dönüştürme planı kesinlikten çok uzak. Politika gündemine verilen yerel tepki, ekonominin temel yasaları ve küresel toplumun tepkisi, tartışmalı olarak Çin’in geleceğini en az Xi’nin kağıt üzerindeki arzuları kadar şekillendirecek. Xi iktidarda olabilir ama kontrol onda değil. Bu, tüm diktatörlerin bir noktada öğrendiği bir derstir.

Belki daha da önemlisi, Xi’nin kontrolsüz kararlılığı ve artan aciliyet duygusu, Pekin’i açıkça Çin’in uzun vadeli çıkarlarıyla çatışan eylemler ve politikalar benimsemeye yönlendiriyor. Avustralya ve Tayvan’a yönelik baskı kampanyaları aslında yerel halkları korkutmuyor, aksine kararlılığı aşılıyor. Xi’nin diğer ülkelere karşı giderek artan agresif yaklaşımına ve Hong Kong’a yönelik baskılarına tepki olarak, Birleşik Krallık, son Avustralya-Birleşik Krallık-Amerika Birleşik Devletleri (AUKUS) güvenlik anlaşmasının gösterdiği üzere, Çin ile ikili ilişkilerin “altın çağından” uzaklaşarak daha sert bir duruşa geçti. Benzer şekilde, Çin-Hindistan sınırındaki şiddetli çatışmalardan sonra Hindistan ile ilişkiler yeni, daha düşmancıl bir döneme girdi. Gerçekten de, Xi’nin dış politika üzerindeki yetkisinin artışı ile Çin’in karşı karşıya kaldığı uluslararası sıkıntıların sayısı arasında doğrudan bir ilişki var gibi görünüyor. 

Yeni Güven Oyunu 

Amerika Birleşik Devletleri, Çin politikasına etkili ve kalıcı bir yaklaşım getirmek istiyorsa analistler ve politika yapıcılar, Çin’in ulusal gücünün doğru ve nesnel bir değerlendirmesiyle başlamalıdır. Partinin dayanıklılığını küçümsemek, ABD’nin Çin’in iç ortamını ne kadar şekillendirebileceğine dair gerçekçi olmayan beklentilere yol açacaktır. ÇKP’nin gücünü abartmak ise öncelikleri çarpıtacak ve kıt stratejik kaynakların yanlış tahsis edilmesine yol açacaktır. Ne “çökmekte olan Çin” ne de tam tersine “yenilmez Çin” yorumu, bir strateji geliştirmek için iyi bir başlangıç ​​noktası değildir. Önümüzdeki on yılda, yavaşlayan bir büyüme oranı ve artan uluslararası kuşkuculuk karşısında bile Çin küresel sahnede güçlü bir aktör olmaya devam edecek gibi görünüyor.

Bu gerçek göz önüne alındığında, ABD’nin Çin’in yörüngesini şekillendirmek için yapabileceklerinin net sınırları var. Pekin’e ülke içi reformlar yapması için baskı yapılması çok az sonuç verecektir. Parti seçkinleri, siyasi sistemlerinin ülkenin artan zorluklarıyla yüzleşmek için büyük ölçüde optimize edildiği sonucuna vardı ve son birkaç yılın olayları Xi için 2035 yılına kadar sosyalist modernleşmeye ulaşmanın tek yolunun katı bir şekilde parti güdümlü bir ekonomik sistem olduğunu doğruladı. 

Ancak ABD’nin Hint-Pasifik’teki stratejik ortamı şekillendirmede önemli bir etkisi var. Xi, muhtemelen gelecek yılki 20. Parti Kongresi’nden aşırı güçlenmiş olarak çıkacak ve onun yurtdışındaki önemli devlet ziyaretlerine birkaç yıl ara vermesinin bölgede diplomatik bir patlamayla sona ereceğini tahmin etmek zor değil. Washington, ABD Başkanı Donald Trump’ın çekilmiş olduğu Trans-Pasifik Ortaklığı için Kapsamlı ve Aşamalı Anlaşma’ya (CPTPP) katılmak için hemen başvurarak bu baskının etkisini köreltebilir. Bu tür bir hamle, gerçek siyasi cesaret gerektirecek ancak aynı zamanda hızlı ve uzun süreli stratejik faydalar da getirecektir. 

Amerika Birleşik Devletleri ayrıca Avustralya, Hindistan ve Japonya ile ortaklığı ile oluşturduğu Quad’ı daha geniş bir güvenlik ve ekonomik faaliyetler içerecek şekilde genişletmek için çalışmalıdır. 20. Parti Kongresi’nden hemen sonra yapılması planlanan Quad liderleri zirvesi, Xi’nin kongre sonrası parıltısının bir kısmını engelleyecek. 

AUKUS, Hint-Pasifik’in gelecekteki liderliğini temsil eden, en önemlisi Japonya olmak üzere tercihen Anglo Sakson olmayan ülkeler olmak üzere yeni ortakları içerecek şekilde genişleyerek belirlenmiş misyonunu yerine getirmelidir. Tabii ki, ABD anavatanı zayıf ve bölünmüşse Çin’e yönelik hiçbir strateji var olamaz. Amerika Birleşik Devletleri’nin temel direncini güçlendirmeye yönelik her türlü çaba, Xi’nin Çin’in siyasi sisteminin liberal demokrasileri gömebileceği görüşüne bir darbedir. Xi’nin yerli güç ve kısa süren fırsat algısı üzerine inşa edilmiş ivedilik ve odak algısının onun en önemli serveti olduğu görülebilir. Şimdilik, Birleşik Devletler askeri, diplomatik ve ekonomik güç açısından Çin’e karşı hala büyük bir toplam avantaja sahip. Ancak ABD’li politika yapıcılar ve analistler Çin’in güçlü yönlerine ve yeteneklerine ilişkin doğru bir değerlendirmeye dayalı olarak kendi aciliyet ve odaklanma algılarını geliştirmedikçe bu liderlik kalıcı olmayabilir.

Çeviri: Tuğçe Pulurluoğlu

Osmanlı’da Sivil Toplum Unsurları: Vakıflar Örneği

Özet

Sivil toplum kavramı değişen bu dünya içinde sabit kalmamış ve değişim göstermiş bir kavramdır. Bu noktada özellikle Gramsci ve Marx gibi önemli düşünürler sivil toplum kavramının gelişmesinde diğer düşünürlere göre daha modern anlamda rol oynayan önemli düşünürlerdir. Sivil toplum kavramını tarihte yer almış bir imparatorluk olan Osmanlı üzerinden değerlendirdiğimizde devlet rejimlerinin sivil toplumun gelişmesinde büyük rol oynadığını söyleyebiliriz. Çünkü Osmanlı’nın barındırdığı yönetim ve toplum yapısı sivil toplumun gelişmesi önüne bir taş koymuş gibidir. Bu duruma tamamen zıt yönde bakan araştırmacılar da mevcuttur. Bu araştırmacıların Osmanlı’da sivil toplumla bağdaştırdıkları bazı kurumlar vardır. Loncalar, teşkilatlar, vakıflar ve örgütler buna örnektir. Bu araştırma vakıflar ve sivil toplum üzerinden yazılmıştır. Bu araştırmanın amacı, “Osmanlı’daki vakıfları bir sivil toplum kuruluşu olarak değerlendirebilir miyiz?”, “Vakıflar günümüz sivil toplum kuruluşlarıyla aynı özellikleri mi içermektedir?” gibi sorulara cevap aramaktır. Bunu yaparken de vakıfların idari ve sosyal yapısının özelliklerine değinilecektir. Bunun yanı sıra genel olarak teşkilat ve loncaların da özelliklerinin yer aldığı bölümlere kısaca değinilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Osmanlı Devleti’nin Toplumsal Yapısı, Sivil Toplum, Vakıflar, Lonca, Teşkilat.

Abstract

The concept of civil society is a concept that has not remained constant in this changing world and has changed. At this point, especially significant thinkers such as Gramsci and Marx are considerable thinkers who play a more modern role in the development of the concept of civil society than other thinkers. When we evaluate the notion of civil society in terms of the Ottoman Empire, an empire that took place in history, we can say that state regimes played a remarkable role in the development of civil society. The reason for this is that the administrative and social structure of the Ottoman Empire is an obstacle to the development of civil society. Some researchers look at this situation in the opposite direction. There are some institutions that these researchers associated with civil society in the Ottoman Empire. Such as guilds, organizations, and foundations. This research was written on foundations and civil society. The purpose of this research, can we consider the foundations in the Ottoman Empire as a non-governmental organization? Do foundations have the same characteristics as today’s non-governmental organizations? This research will generally answer these questions. While doing this, the characteristics of the administrative and social structure of the foundations will be mentioned. Also, the sections that include the characteristics of organizations and guilds, in general, are briefly mentioned.

Keywords: Social Structure of the Ottoman State, Civil Society, Foundations, Guild, Organization.

Giriş 

Sivil toplum kavramının tarihsel gelişimi çok eskilere dayanmaktadır. Her dönemde değişen ve gelişen koşullarla birlikte sivil toplum kavramı yeniden yorumlanmıştır. Sivil Toplum Kavramı Batı’da farklı yorumlanmış olup, Osmanlı İmparatorluğunda farklı yorumlanmıştır. Toplumsal yapı ve din bu farklı yorumlanma sebeplerinin öncüsüdür. Osmanlı İmparatorluğunda bu koşullar altında sivil toplumun varlığı vakıflar başta olmak üzere teşkilatlar şeklinde örgütlenmiştir. Her toplumun kendi değerlerine göre Sivil Toplum kavramı yeniden yorumlanmış olsa da günümüze kadar ulaşmış olup, günümüz dünyasında Sivil Toplum oldukça önemli bir konuma sahiptir. Bu araştırma yazısında Osmanlı’da sivil toplumun varlığı ve gelişimiyle ilgili olarak Osmanlı toplum yapısı incelenecek olup toplum yapısının sivil toplumun gelişmesi üzerindeki etkileri göz önüne serilecektir. Son olarak Osmanlı’da sivil toplumun varlığı noktasında bazı araştırmacılar tarafından kanıt gösterilen loncalar, teşkilatlar ve vakıflarla ilgili olarak bilgiler verilecektir. Araştırmanın son ve en önemli kısmında ise öncelikli olarak özellikle vakıflar üzerinden Osmanlı’da sivil toplumun varlığı ve gelişimiyle ilgili analizler sunulacaktır.

Literatür Taraması

Bu araştırma yazısını yazarken genel olarak ikincil kaynaklardan yararlanılmıştır. Bu konuyu daha önce tamamen bu perspektiften araştıran genel olarak iki isim öne çıkmaktadır. Bu isimler Abdülkadir Buluş ve Sinem Yıldırımalp’tir. Literatürde bu konuyla ilgili ulaşılabilir kısıtlı kaynaklar olduğunu söylemek gerekir. Genellikle bu konu araştırmacılar tarafından bu araştırmanın aksine belirli bir vakıf üzerinden ele alınarak araştırmalar oluşturulmuştur. Bu iki yazar dışında Osmanlı’da Vakıfların Yeri ve Önemi isimli makalesiyle Kemal Bostan’ın da akademik literatüre özellikle Osmanlı’daki vakıfların özelliklerinin aktarılması noktasında büyük katkı sunmuştur. Aynı şekilde Mustafa Karazeybek de vakıfların işleyişleri ve idareleri noktasında katkılı bilgiler sunmuşlardır.

1. Sivil Toplum Kavramı

Sivil Toplum kavramı antik Yunan’da ilk kez tartışılmaya başlamıştır. Bu tartışmaların temeli Antik Yunan’da kent devletlerinde özgür vatandaşların ortak olarak kullandığı alan ve her bir bireyin özel olarak kullandığı alan ayrımından çıkmıştır. Sivil Toplum kavramını ilk olarak Aristo ve Platon kullanmıştır. Aristo sivil toplumu, siyasal toplumu belirtmek için kullanılan “politike koinonia” da yasalarla belirlenmiş kurallar sistemi içindeki özgür ve eşit kabul edilen yurttaşların siyasal toplumu, ahlaki bir kamu olarak tanımlamıştır (Tamer, 2010). Sivil toplum kavramı, Locke ve Rousseau gibi düşünürler tarafından farklı biçimlerde yorumlanmıştır. Locke’tan kısaca bahsetmek gerekirse Locke devlet ve sivil toplumu birbirinden ayırmıştır. Locke sivil toplum kavramından bahsederken insan doğasından söz eder ancak ona göre insan doğası bir çatışma hali değildir. Hatta ona göre çatışma doğa durumuna zarar bile verebilir. Bu bağlamda sivil toplum içinde bireyler özgürdür. Günümüz anlamıyla sivil toplum kavramını ilk kullanan Hegel olmuştur. Hegel toplumsal ilişkileri ve devletin düzenlediği koyduğu kuralları siyasal toplum olarak isimlendirirken özel alanları ise sivil toplum kavramıyla nitelendirmiştir (Başeğmez, t.y. s.7). Karl Marx ve Gramsci ise sivil toplum kavramının gelişimi için büyük önem taşımaktadır. Çünkü iki isim de sivil toplumu farklı anlamlandırmıştır. Karl Marx devletin sivil topluma bağlı olduğunu ifade eder. Marx sivil toplum kavramını ekonomik politikalara dayandırmıştır. Gramsci ise sivil toplumu üst yapısal kurum olarak değerlendirir. Onun sivil toplum kavramı sadece ekonomiyi kapsamaz. Kültürel ve siyasal alanları da içinde barındırır. Sivil Toplum kavramı yukarıda da anlatılan düşünürler tarafından önemli ölçülerde açıklanmış ve günümüze kadar ulaşmayı başarmıştır. 

2. Osmanlı Devletinin Toplumsal Yapısı ve Sivil Toplum 

Osmanlı toplumu etnik, dini ve birçok kültürel farklılığı içinde barındıran homojen olmayan bir toplum yapısına sahiptir. Osmanlı toplumunu şekillendiren birçok öğe vardır (Emecen, 2011). Osmanlı’da toplum ilk olarak yönetenler ve yönetilenler (halk) olmak üzere ikiye ayrılır. Yönetenleri içinde barındıran askeri sınıf kendi içinde padişah ve ailesi, seyfiye ilmiye ve kalemiye olmak üzere ayrılır. Yönetilenler sınıfı olan reaya ise kendi içinde ikiye ayrılmaktadır. Bunlar millet sistemine ve yerleşim yerlerine göre yönetilen tebaa olarak ayrılırlar. Millet sistemine yönetilen kesimi gayrimüslimler oluşturur. Yerleşim yerlerine yönetilenler ise şehirliler, köylüler, konargöçerlerdir. Yönetenlerin içindeki en üst kademe elbette padişah ve ailesidir (Özkan, 2019, s. 267). Osmanlı Devleti yönetimin babadan oğula aktarıldığı patrimonyal devlet anlayışına sahiptir. Bu anlayışta ekonomi ve geleneksel kurumlara zarar gelmemesi padişahın otoritesi için sarsıcı olabilir. Bu doğrultuda Osmanlı devleti ekonomik olarak sınıfsal bir yapının kurulumuna izin vermemiştir. Toprak devletindir. Sosyal tabaka serveti belirlerdi. Mesela devlet adamları öldüklerinde servetleri artık Osmanlı devletine ait olurdu. Öldükleri zaman devlet mal varlıklarına el koyardı. Osmanlı devletinde sivil toplum niteliğinde teşkilatlar ve vakıflar büyük önem arz etmekle birlikte bu unsurlar hem devlet tarafından hem de halkın ve hayırseverlerin yardımlarıyla da desteklenmekteydi. Ayrıca bu iki unsurun zarar görmesi imparatorluk için büyük bir kayıp olarak değerlendiriliyordu (Çaha, 1994). Osmanlı İmparatorluğu’nda halk ile hükümdar arasında hiçbir sorgulayıcı yapının oluşmasına izin verilmemiştir. Bu yüzden Batı’nın aksine burjuvazi Osmanlı da gelişmemiştir. Bu Osmanlı’da sivil toplumun gelişmesini kötü yönde etkilemiştir. Osmanlıda halkın yönetiminde önemli bir yere sahip olan sistemler arasında yaygın olarak bilinen millet sisteminin yanı sıra Osmanlı’da devşirme ve tımar sistemleri de vardır. Devşirme diğer bir ismiyle kul sistemi idarenin içinde yer almakla birlikte amacı, merkeziyetçiliği daha güçlü kılmaktır. Ayrıca devşirme sistemi yönetenler içinde padişah ve hanedanının diğer yönetici grupları kontrol altında tutması için oldukça etkili bir sistemdir. Bunun yanı sıra hükümdarın, imparatorluğun topraklarını özellikle toprakta çalışan halkı yönetmesi ve vergi toplaması için sipahilere emanet ettiği sistem olan tımar sistemi yönetilenlere yönelik olarak oluşturulmuştur. Bu noktada Osmanlı devletinin yapısı ile sivil toplum arasında bir ilişki kurmamız gerekir. İlk olarak ekonomik olarak Lonca teşkilatları ön plana çıkmaktaydı. İkinci olarak sosyal yapılanmalarda ise medreseler ve vakıflar ön plana çıkmaktadır (Cihan, 2007). Geleneksel Osmanlı toplumunda her zaman için mutlak devlet egemenliğinin hâkim olduğu bir siyasal düzen mevcuttu. Bu doğrultuda ise devletin güçlü otoritesi sivil toplumun engellenmesinin başlıca nedenlerinden birini oluşturmaktaydı. Çünkü sivil toplumun en temel yapı taşlarından olan özerk sınıflar, devletin otoritesi altında gelişme gösterememişlerdir. Özerk sınıflar devletin otoritesi altında gelişememiş olduğundan sivil toplum tam anlamıyla sağlanmasa da toplum içerisinde faaliyet gösteren bazı kurumları bazı araştırmacılar tarafından sivil toplum unsuru olarak nitelendirilmiştir. Daha önce de bahsettiğimiz Lonca teşkilatı ile ilgili olarak biraz daha bilgi vermek gerekmektedir. Lonca teşkilatı (esnaf teşkilatı) devlet içinde çok önemli bir yere sahip olmakla beraber, kendi içinde hukuku sağlayarak devlete yardımcı oluyordu. Ancak bunlar özerk olmadıkları için sivil toplumun gelişimi engellenmiş olup, devlet gerekmedikçe bu teşkilatlara müdahale etmemekteydi (Cihan, 2007). Osmanlı devletinde teşkilatların haricinde tarikatlar ve dini kurumlar da sivil toplum unsuru olarak sayılmaktaydı. Ancak bu kurumlar devlet karşısında bir varlık gösterememişlerdir. Çünkü dini kurumun başında bulunan Şeyhülislam’ın ataması sultan tarafından gerçekleştirilmekteydi. Bütün bu bilgileri özetlendiğinde son olarak Osmanlı devletinde dini kurumlar ile hükümet iç içe geçtiğinden devletin sivil yönleri çok geri planda kalmış olup, sivil toplum anlayışının da gelişimine engel olduğunu belirtebiliriz (Çekin, 2013, s.10).

3. Osmanlı Devleti’ndeki Vakıfların Sivil Toplum Üzerinden Değerlendirilmesi

Genel olarak vakıf kavramını tanımlayarak bu yazıya başlamamız gerekirse vakıf bir bireyin taşınabilir veya taşınmaz olan mülkünü kendi isteğiyle gerçekleştirilmesini öngördüğü hayri ve sosyal hizmetlere ithaf ederek malını ve mülkünü geri alamayacağı şekilde yine bu hayri ve sosyal hizmetlere bağışlamasıdır diyebiliriz (Ateş, 1983, s.17). Osmanlı döneminde vakıfların genelinin dini temele dayanıyor olup vakfedenin vakfını geri alamaması vakıf kurumunun Osmanlı’da sürekli bir kurum haline gelmesinde etkili olmuştur (Kazıcı, 1985, s. 28 akt. Bostan, 2017, s. 120). Bostan’a (2017) göre Anadolu topraklarındaki vakıflar Türk kültür ve medeniyetinin gelecek nesillere aktarılmasında önem teşkil eden kuruluşlardır (s. 120). Çünkü vakıflar bulundukları çağın toplumunun ekonomik koşullarını, kültürlerini, sosyal politikalarını en iyi şekilde yansıtabilecek aracılardır. Buluş’a (2009) göre Osmanlı devleti bünyesinde bulundurduğu vakıfların sayısına bağlı olarak Vakıf Medeniyeti şeklinde de adlandırılmıştır. Bu durumunun gerekçesi olarak Osmanlı devletinde vakıfların avarız, tekalif-i örfiye, öşür gibi birçok vergiden muaf olması gösterilebilir. Ayrıca diğer bir sebepte İmparatorluk olan Osmanlı’nın topraklarının büyüklüğü hesaba katıldığında devletin bu topraklarda merkezi-otoriteyi sağlamada güçlük çekmesidir. O dönemde belediyecilik ve yerel yönetim algısının geç oluşması ve günümüzdeki gibi teknolojik imkanlara sahip olunmaması hükümdarın daha doğrusu iktidarın topraklarının her birinde merkezi otoriteyi sağlamasını zorlaştırmıştır. Osmanlı da her ne kadar vakıfların işlevi sadece hayır ya da sevap işlemek temelinde algılansa da tek işlevleri bu değildi. Sivil toplum kavramıyla da bağlantılı olarak vakıflar dini görevi yerine getirme işlevi dışında toplumun sosyal ve ekonomik sorunların çözümü noktasında da oldukça önemli bir yere sahiptirler (Akbulut, 2007). Osmanlı’da sivil toplumun varlığı ya da yokluğu noktasında yorum yapabilmemiz için sivil toplum derken kastettiğimizin ne olduğu çok önemlidir. Vakıf tanımı dışında bakarsak vakıflar özellikle yükselişe geçtikleri Anadolu Beylikleri döneminde sadece hayır amaçlı olarak değil siyasi otoriteyi güçlendirme amaçlı olarak da açılmış veya kullanılmışlardır Bu vakıfların kurucuları genel olarak vakıf kurabilmeye imkanı olan zengin kesimdir. Bunlar birinci derecede hükümdarlar, oğulları ve kardeşleri olabileceği gibi ikinci derecede vezirler, beylerbeyleri, zeamet ve has sahipleri olabilir. Bunlara nazaran mesela şair ve ilim insanı olan kesim kazançlarının azlığından dolayı nispeten daha az vakıf kuran kesimi oluşturmaktadır (Ülken, 2006, s.9). Bunların yanı sıra Karazeybek’in (2020, s. 876) belirttiği gibi devletin başı olarak sultanların kurdukları vakıflarda vardır. Ayrıca bazı vakıflar bazı hanedan mensuplarına ve komutanlara ithafen de kurulmuştur. Bostan’ın (2017, s. 121) belirttiğine göre çeşit olarak Osmanlı’da vakıflar mahiyetleri, mülkiyetleri, idareleri ve kullanış şekillerine bağlı olarak birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Yani burada önemli olan nokta vakfı ne amaçla kurduğunuzdur. Osmanlı’daki vakıfların genel olarak hizmetleri şu şekildedir; hizmetlerine borcunu ödemede güçlük çeken vatandaşın borcunu ödemek, esir veya kölelerin azat edilmesi, fakirlere özellikle kış aylarında yakacak vermek, aşevleri ve çocuk emzirme yuvaları, su kuyuları, cami, mescit, çeşme ve sebil gibi yapılar inşa etmek ve bu yerleri halkın hizmetine sunmak gibi birçok farklı alanda topluma katkı için çalışmaktadırlar. Vakıfların dini, ekonomik, sosyal, kültürel ve hatta siyasi alanda bu denli çeşitli bir yapıya sahip olması ve toplumun hayatını kolaylaştırması vakıfları toplumun vazgeçilmez bir kurumu haline gelmesini sağlamıştır. Bu gibi işlevleri bakımından günümüz sivil toplum kuruluşuyla benzerlikler gösterdiği bir gerçektir. Yıldırımalp’a (2013, s. 59) göre bu gibi bilgilerden hareketle toplumun refahının sağlanması noktasında vakıfların bir sivil toplum kuruluşu olarak rol oynadığı söylenebilir. Osmanlı’da vakıfların hizmeti ve amaçları noktasında günümüz sivil toplum kuruluşlarıyla benzerlik gösterirken işlev ve devletle ilişkileri noktasında birbirlerine zıt düşmektedirler. Osmanlı’da vakıfların ortaya çıkmasına neden olan dini ve dünyevi birçok etmen bulunabilir. Bazı düşünürler bu olguları hayır işlemeyi istemek, devletin kamu hizmetlerini gerçekleştirme noktasında vakıfları aracı olarak kullanmayı istemek ve aile vakıflarının kurulmasını sağlamak şeklinde ifade etmişlerdir (Eren, 1987, s. 198). Osmanlı’da vakıfların sivil toplum algısıyla çeliştiği nokta devlete bağlı olan devlet denetiminde olan kuruluşlar olması noktasında yaşanmaktadır. Bu noktada genel olarak vakıfların kurucularının kim olduğu sorusu önemli bir sorudur. Daha önce de bahsettiğimiz gibi vakıflar genellikle maddi durumu iyi olan askeri sınıf tarafından oluşturulmaktadır. Çok az bir kısmı reaya tarafından kurulmuştur. Osmanlı’nın toplum yapısına baktığımızda askeri sınıf yöneten sınıfı yani devleti temsil ettiğine göre devlet tarafından kurulmuş olan bir vakfın devletten bağımsız olmasını beklemek olanaksızdır. Tekdüze bir toplum inşa etmek noktasında çabalayan yöneten sınıfın varlığında bireyciliğin gelişmemesi durumu ise normaldir ve yine günümüz sivil toplum algısıyla çatışmaktadır. Osmanlı toplumundaki bu tekdüzelik devletin sosyal ve ekonomik hareketleri kontrol altına almak için sosyal gruplaşmaları izleme ve buna bağlı olarak düzeni sağlama ve sürdürme anlayışından dolayı ortaya çıkmıştı (Yıldırımalp, 2013, s. 57-58). Osmanlı’da sivil toplum olgusuna en yakın unsur vakıfların aksine azınlıklara devletin müdahale edemeyeceği haklar sağlayan millet sistemidir denilebilir. Bunun yanı sıra loncalar, tarikatlar ve cemiyetler gibi kuruluşlarda sivil toplumla bağlantılı kuruluşlardır. Osmanlı döneminde sivil toplumun varlığı noktasında kuruluşlar üzerinden birçok farklı görüş bulunduğu da bir gerçektir. Osmanlı’da hükümdarın din üzerinden çok fazla ilahlaştırıldığı da söylenebilir. Ancak bu ilahlaştırma halktan değil doğrudan yönetici kesimden başlamıştır. Bu noktada Osmanlı’da sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesi gibi yüksek bir mertebeye konularak sultanın devlet anlamına geldiği Osmanlı’da devlete muhalefet edilmenin yolları tamamen kapatılmıştır. Sultan’ın otoritesini sınırlayan herhangi bir düşüncenin, eylemin veya bu eylemi ya da düşünceyi savunan bir kuruluşun varlığı mümkün değildir (Biber, 2009, s. 36). Üstelik padişahtan daha üstün bir insan olmadığını düşünen Osmanlı toplumunda muhalefet etmekle istenilen tepkiye veya desteğe ulaşılamadığı gibi tam tersi bir durumun da gerçekleşmesi mümkündü. Böyle bir yöneten ve yönetilen ilişkisini barındıran bu yapı sivil toplumun oluşması önündeki bir engel olarak nitelendirilebiliriz. Ancak buna rağmen vakıfların çok sayıda işlevleri ve yararları da vardır. Vakıflar sosyal güvenlik ve yardım sağlamak, gelir ve servet dağılımını düzenlemek ve sosyal ilişkileri düzenlemek noktasında ve son olarak eğitim ve sağlık hizmetlerinde ve istihdama katkıda bulunmak gibi konularda çok yararı dokunmuş kuruluşlardır. Bostan’ın (2017) da sunduğu örneklere bakarsak her düzeyde eğitim imkânı sağlanması için medreseler kurulmuş ve bunlar vakıflarca finanse edilmiştir. Sağlık alanında ise durumu ağır olan veya olmayan ilaçları edinmekte güçlük çeken hastalara ilaçlar karşılıksız olarak verilmiştir. Bunların yanı sıra vakıfların sosyo-kültürel alana da katkıları bulunmuştur. Kültürel faaliyetler ve güzel sanatlar alanında sorumlu olan tekkelere finansmanı vakıflar sağlamıştır. Ayrıca vakıfların siyasete sağladığı katkı ise Osmanlı iskân politikasında iskana sağladıkları katkı noktasında ortaya çıkmaktaydı. Osmanlıda vakıflar örneği ile sivil toplum meselesinin sivil toplum nedir sorusuna verilen yanıt noktasında çeliştiği açıktır. Peki günümüzde sivil toplumu biz en yaygın şekliyle nasıl tanımlıyoruz diye sorduğumuzda şu cevabı vermemiz gerekmektedir. Sivil toplum devletten bağımsız yani devletin kendisine müdahalede bulunmasına izin vermeyen, kişilerin izin alma ihtiyacı hissetmeden kümeleşerek örgütlenebildikleri, farklı toplumsal kesimleri veya düşünceleri barındıran örgütlere, diledikleri gibi girip diledikleri gibi çıkabildikleri, bireylerin kendi kaderlerini tayin etmede söz haklarının olduğu, insanların tek tek özgürlüklerinin temel argüman olduğu ve örgütlenerek sosyal, kültürel ve ekonomik faaliyetler ortaya koydukları alandır (Arslanel, 2010, s. 236 akt. Yıldırımalp, 2013, s. 71). Bu genel tanım üzerinden gidilerek Osmanlı’da vakıfların farklılaştığı noktaların üzerinden geçilebilir. İlk olarak vakıfların devletten bağımsız olmadığını bilakis devleti besleyen, devletin sınırlı kalmayı tercih ettiği kamusal hizmetlerin gerçekleştirilmesini sağlayan bir kuruluş olduğu gerçeğidir. Osmanlı’nın toplumsal yapısına istinaden bu tanımda görebildiğimiz toplumun taleplerini yöneten kesime ulaştırmak, devlet yönetiminde halkın yönetime ilişkin söz sahibi olması, yönetime katılabilmesi gibi en temel sivil toplum işlevlerine Osmanlı vakıflarında rastlanmamaktadır (Biber, 2009, s. 37-38). Reayanın yönetime katılamaması sebebi Osmanlı toplumunda yöneten ve yönetilen sınıfın keskin bir şekilde ayrılması gerekçe olarak sunulabilir. Vakıfların kurucularını çoğunluğunun yöneten kesimden olması o vakıfların toplum çıkarından ziyade devlet çıkarına hareket etmesine sebebiyet vermekteydi. Bu noktada vakıfların özelliklerine baktığımızda Osmanlı’daki vakıfların bireyden çok devlet odaklı olarak hizmet sunduğunu söyleyebiliriz. Bu durum da sivil toplum tanımı ile çelişmektedir. Ancak Osmanlı döneminde vakıfların bireyciliği tamamen reddettiğini söylememiz de çok kesin bir sonuca varmak olacaktır. Bunun yanı sıra Osmanlı’da vakıfların sivil toplum kuruluşu özelliği olarak karşılanmayan diğer bir yönü ise doğrudan gelir desteği sağlaması noktasında ortaya çıkmaktadır. Çünkü sivil toplum kuruluşu ihtiyacı olan bireye doğrudan gelir sağlamak yerine ona geçimini sağlayabilmesi için beceri ve yetkinlikler kazanması için mesleki eğitim tarzı faaliyetler gerçekleştirmelidir. İhtiyacı olan birey kendi emeğiyle para kazanabilmek için yeterliliğe sahip olmalıdır (Buluş, 2008, s. 35). Son olarak belirtmek gerekir ki gerek vakıflar üzerinden olsun gerekse Osmanlı’da diğer kurumlar üzerinden olsun sivil toplumun varlığı konusu tartışmalı bir konudur. Bu konuyla ilgili birçok görüş vardır. Bu araştırmada bahsedilen bilgiler genel olarak sivil toplumun Osmanlı’da neden olmadığı sorusuna cevap vermek için yazılmıştır.

Sonuç

Osmanlı’da vakıfların bu kadar çok olmasının sebebinin vergi muafiyetinin vakıf kuracak olanlara cazip gelmesi olduğu söylenebilir. Aslında Osmanlı’da vakıfların devletin kendi yararı için kullanıldığı söylenebilir. İçinde çok fazla toprak barındıran Osmanlı İmparatorluğunda devletin her yere yetişmesi o topraklardaki her halkı memnun etmesi mümkün gözükmüyordu. Halkın sorunlarını çözmek ve refahın sağlanması noktasında vakıflara ihtiyaç vardı. Ancak gerek kurulan vakıfların devlet ile ilişkisinde gerekse de kurucuları noktasında günümüz sivil toplum kavramıyla çelişkiler ortaya çıkmaktadır. Örneğin vakıfların kurucularının toplumda fakirlik, açlık gibi sorunlar çeken fakir kesimden olmaması sivil toplum önünde engellerden biri olmuştur. Osmanlı’daki Allah’ın sözcüsü konumundaki padişahın yönettiği devleti değiştirmek ve ondan özerk olmanın zor olduğu belirli bir gerçektir. O yüzden sistemi veya devleti eleştiren ya da ona ters düşen bir vakfa rastlanamaz ve bu durum sivil toplumun gelişimi için de engeldir. Ayrıca yöneten sınıfından biri yönetilen sınıfında olamayacağı gibi yönetilen sınıfından biri yöneten sınıfına dahil olamaz. Sınıflar arası ayrım değiştirilemez. Sonuç olarak bu bilgiler ışığında Osmanlı’da sivil toplumun gelişimini engelleyen ya da gerileten unsurların Osmanlı’nın toplumsal yapısından ve idari yapısından kaynaklandığının değerlendirmesini yapmak gereklidir.

Ecem Kartal

Hilal Sinem Güven

Sivil Toplum Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça

Başeğmez, C. (t.y.). Sivil toplum ve sivil toplum-devlet ilişkileri. Lefke: Lefke Avrupa Üniversitesi. Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi. Erişim Adresi: https://www.academia.edu/33095926/Sivil_Toplum_ve_Sivil_Toplum_Devlet_%C4%B0li%C5%9Fkileri (Erişim Tarihi: 7 Eylül 2021).

Biber, A. (2009) Türkiye’de sivil alanın darlığının tarihsel nedenleri üzerine bir değerlendirme. Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi 11(3), 27-42. 

Bostan, M. (2017). Osmanlı’da vakıfların yeri ve önemi. Uluslararası Bilimsel Araştırmalar Dergisi. 2(7), 120-128. 

Buluş, A. (2009). Sivil toplum kuruluşlarına tarihsel bir örnek: Osmanlı vakıfları. Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, 8(16), 21-35.

Cihan, A., İ. Doğan. (2006). Osmanlı toplum yapısı ve sivil toplum. 3F Yayınevi.

Çaha, Ö. (1994). Osmanlı’da sivil toplum. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 49(3), 79-99.

Çekin, A. (2013). Batı’da ve Türkiye’de sivil toplum ve din. Marife Dini Araştırmalar Dergisi. 13(2), 23-43.

Eren, F. (1987). Osmanlı dönemi vakıfları. Vakıf Haftası Dergisi, 5, 195-201.

Karazeybek, M. (2020). Kuruluş döneminde Osmanlı vakıfları. Tarih Okulu Dergisi, 13(45), 868-901.

Kaynar, M. (2005). Sivil toplumun kavramsal tarihi ve sivil toplumla ilgili güncel tartışmalar. H.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 23(1), 339-369. 

Özcan, A, E., Uzun, E. Köse ve E. Kırca. (2019). Osmanlı Tarihi I Siyasi Tarih-Kültür ve Medeniyet (1299-1774). İdeal Kültür Yayıncılık.

Tamer, M. (2010). Tarihsel süreçte sivil toplum. Edebiyat Fakültesi Dergisi. 27(1), 89-105.

Yıldırımalp, S. (2013). Osmanlı dönemi sivil toplum ve devlet ilişkisinde vakıfların yeri Üzerine Bir Değerlendirme. Trakya Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi E-Dergi, 2(1), 49-77.

Abdullah Öcalan’ı Okumak: Ama Hangisini?

28 Kasım 2021 tarihinde Halkların Demokratik Partisi (HDP) sempatizanı öğrencilerinin düzenlediği bir foruma katılan HDP eski eş başkanlarından Sezai Temelli “Türkiye’de gerçek anlamda bir üniversite yok. Bugün Türkiye’de özgür bir üniversite HDP’dir, rektörü de bellidir… Dedim ya bizim bir rektörümüz var. O fikriyatla hareket ediyoruz. Kıymetini bilmesek de fazla adını zikir etmesek de bize sunduğu tezler var. Bunlar PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın tezleridir. Dolayısıyla gençliğin ve üniversite öğrencilerin bunu okuması lazım” (Mezopotamya Ajansı, 2021) açıklamaları ile Abdullah Öcalan’ın fikirlerinin HDP için önemine dikkat çekmiş, İmralı’daki tezlerin ve fikirlerin özellikle üniversite öğrencileri tarafından okunması gerektiğini vurgulamıştır.

Nitelikli bir tartışma gerçekleştirmek veya komplo teorilerinden arındırılmış bir realiteye ulaşabilmek için öncelikle karşı tarafın düşüncelerini ve argümanlarını okumak, tahlil etmek gerekmektedir. Dolayısıyla Sezai Temelli’nin söz konusu bu çıkışını salt milliyetçi güdüler ile sahiplenmek veya dıştalamak yerine Abdullah Öcalan’ın fikirlerini daha doğru bir ifadeyle fikirsel serüvenini objektif bir perspektif ile analiz etmeliyiz. Bu doğrultuda hem üniversite öğrencilerine vereceğimiz okuma tavsiyelerine bilimsel bir temel sağlayabiliriz, hem de rektör olarak değerlendirilme ölçütlerinin bu denli kolay olmaması gerektiğini gösterebiliriz.

Resmi kayıtlara göre 14 Nisan 1949 Şanlıurfa doğumlu olan Abdullah Öcalan, sürekli çatışma halinin hüküm sürdüğü bir ailede yetiştiğini ve annesinin teşviki ile çocukluğundan itibaren şiddete meylettiğini ifade etmiştir (Öcalan ve Küçük, 1993: 62). Ortaokul öğrencisiyken asker olma hayalleri kuran Öcalan, subay okulu sınavlarında istenilen yaş kriterini sağlayamamasından ötürü elenmiş, 1966 yılında Ankara Tapu Kadastro Meslek Lisesi’ni kazanmıştır (Birand, 1992: 34). Ankara’ya ilk geldiğinde “bak bak bu heykele, bu ne adamdır” sözleriyle Atatürk’e olan hayranlığını dile getiren Öcalan, Maltepe Camii’nde namaz kıldığını, ülkü ocaklarına katılım gösterdiğini, Komünizmle Mücadele Derneği’nin konferanslarına gittiğini aktarmıştır (Öcalan, 1996: 57).

Ortaokul öğrencisiyken asker olmak isteyen, lise döneminde antikomünist hatta Türkçü bir eğilime sahip olan Öcalan, 1969 yılında Leo Huberman’ın Sosyalizmin Alfabesi kitabını okuduktan sonra “İslam kaybetti, Marx kazandı” diyerek Marksist/Leninist olduğunu şu sözlerle ifade etmiştir “Lise dönemlerinde büyük felsefi bunalım yaşadım. Tanrı ile savaş verdim, bu savaştan başarı ile çıktıktan sonra yarı tanrı oldum” (Öcalan, 1996: 57; Öcalan, 2002: 257).

Lise eğitiminden sonra Diyarbakır Kadastro ve Tapulama Müdürlüğü’nde tapulama teknisyeni olarak işe başlayan ve bir sene devlet memurluğu yapan Öcalan, 1971 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kayıt yaptırmış ve Bakırköy Kadastro Müdürlüğü’ne atanmıştır (Öcalan, 1996: 58-61). Bu süreçte Lenin’in Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı kitabından etkilenen Abdullah Öcalan, Mahir Çayan’ı idolü olarak benimsemiş ve 1971 yılındaki üniversite sınavlarına girerek Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni kazanmıştır (Kürkçü ve Duran, 1995).

Abdullah Öcalan, 31 Mart 1972 günü, Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürülmesini protesto etmek için yayınlanan Şafak Bildirisi’ni dağıtmak ve slogan atmak suçundan gözaltına alınmış, 8 Nisan-24 Ekim 1972 tarihleri arasında Mamak Askeri Cezaevi’nde hapis yatmıştır (Mumcu, 2019: 7-9). 6 aylık cezaevi sürecinde Türk solundan bağımsız bir yapılanma ve silahlı mücadele anlayışına uygun bir örgüt kurma hedefi belirleyen Öcalan, 27 Kasım 1978’de “Bağımsız, Birleşik ve Sosyalist Kürdistan” mottosu ile PKK’nın (Kürdistan İşçi Partisi) kuruluşunu ilan etmiştir (Öcalan, 1993: 116).

Sosyalist bir Kürdistan tasavvuru ile yola çıkan Abdullah Öcalan, Sovyetler Birliği’nin yıkılışına kadarki süreçte İslam dinini sömürgeciliğin araçsal bir öğesi olarak görmüştür (Öcalan, 1993). Ayrıca “Yukarıda Tanrı olsaydı, beni yine yanlış yola sevk edecekti. Allah da Kürtler için yeterli değildir. Kürtleri şaşırtıyor. Kürtlerin Allah’ı onları yanlış yola sevk ediyor. Bunun için ben kendi kendimin tanrısıyım” (Öcalan, 2003: 153) ifadesi ile de Tanrı ve din mefhumuna yaklaşımını göstermiştir. Fakat Soğuk Savaş döneminin bitişi ile Öcalan, Kürt milliyetçiliğine ve dini söylemlere ağırlık vermeye başlamıştır.

PKK’nın çıkışı ile İslamiyet’in çıkışı arasında büyük benzerlikler olduğunu, ayrıca kendisinin de peygamber gibi hitap ettiğini ve konuştuğunu ifade etmiştir (Öcalan ve Küçük, 1993: 100). Türkiye’den kaçışını Hz. Muhammed’in hicretiyle özdeşleştiren Öcalan, örgüt militanı ile bir görüşmesinde de Mehdi bekleyenlerin hayallerini canlandırdığını belirtmiştir (Birand, 1992: 111). 1990’lı yıllarda Abdullah Öcalan; Yurtsever İmamlar Birliği, Kürdistan Mollalar ve İmamlar Birliği gibi oluşumlar kurarak toplumsal tabanını genişletmeye çalışmıştır.

Ocak 1995’teki PKK’nın 5. Kongresi’nde Soğuk Savaşın noktalanmasına uygun değişikliklere gidilmiştir. Bu kongrede, klasik komünist terminoloji tüzükten çıkarılmış, genel sekreterlik yerine genel başkanlık oluşturulmuştur. Ayrıca örgüt amblemi değişmiş, orak ve çekiç örgüt flamasından çıkarılmıştır. Komünist sembollerin yerine etnik Kürtçü semboller kullanılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla sosyalizmin son bulması halinde hayvanlaşmanın başlayacağını ifade etmesine karşın Öcalan (1998: 30), değişen konjonktüre ve yaşanılan başarısızlıklara göre tezlerini ve düşüncelerini değiştirmekte zaman kaybetmeyeceğini bir kez daha göstermiştir.

Öcalan’ın fikirsel serüvenindeki ani ve keskin manevralar, 15 Şubat 1999’da Nairobi’de yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi ile doruk noktasına ulaşmıştır. Abdullah Öcalan yapılan ilk sorgularında hiçbir zaman Türk düşmanlığı yapmadığını, anne tarafından Türk olduğunu belirtmiş (Öcalan, 2001), Türkiye’den ayrılmayı istemediklerini, Kürtler ile Türklerin etle tırnak gibi olduklarını ifade etmiş ve bu ifadelerinin hapis şartları gereği taktik hamleler olarak yorumlanmamasını talep etmiştir (Öcalan, 1999a: 10).

Sosyal ve siyasal haklar anayasa ile güvence altındadır. Bu haklar kullanılmıyorsa bu devletin suçu değildir. Kürtler için Anayasal haklar talep etmenin hiçbir anlamı yoktur” (Marcus, 2009: 377) açıklamaları ile PKK’nın kuruluş kavramlarını reddeden Öcalan, temel hedeflerinin Kürdistan’ı kurmak değil, ortak anavatanda Demokratik Cumhuriyet konsepti altında yaşamak olduğunu aktarmıştır (Öcalan, 1999b: 11-13).

İmralı’daki ilk döneminde Leslie Lipson’ın (1984) Demokratik Uygarlık kitabından etkilenerek Demokratik Cumhuriyet tezini öne süren Öcalan, “Çözüm ne ayrı devlet, ne inkâr, ne askeri seferlerdir; Demokratik Cumhuriyetin her konuda eşit hak sahibi özgür yurttaşlarının bilinçli örgütlü tercihidir. Bu da ayrılık değil, gerçekten kardeşçe birliktelik, bunun için tüm haklardan ortak yararlanmadır… Gerçek bir demokrasi ayrı bir devletten de, federasyondan da daha değerlidir” (Öcalan, 2001b: 172) ifadeleri ile PKK’nın kuruluş hedefinden vazgeçtiğini deklare etmiş, bununla birlikte sorgu ifadelerinden de farklılaşmıştır.

Abdullah Öcalan’ın “tek devlet altında kardeşçe yaşam” tezi, anarşist gelenekten gelen Murray Bookchin’in (2014; 2017) düşünceleri ile tanışmasından sonra tekrar değişmiştir. Yalnızca Türkiye’deki Kürtlerin değil İran, Irak ve Suriye’deki Kürtlerin de dâhil olacağı “dört parçalı demokratik konfederalizm” tezi yeni hedef olarak ortaya çıkmıştır (Öcalan, 2004). Fakat kısa süre sonra demokratik konfederalizm tezi de kent merkezli demokratik özerklik tezine eklemlenmeye başlamış, bu doğrultuda KCK (Kürdistan Topluluklar Birliği) modeli oluşturulmuştur.

2007’deki KCK ilanının, Abdullah Öcalan’ın; kent merkezli, eşitlikçi, ekolojik, sınıfsız, demokratik, cinsiyet özgürlükçü ve devletsiz yeni paradigma temelinde oluşturulduğu iddialarına karşın, KCK Sözleşmesi’nin (2007) maddelerinden yasama-yürütme-yargı erklerinin düzenlendiği bir ulus devlet modelinin inşa edilmeye çalışıldığı görülmekte, neredeyse her maddede kendine yer bulan etnik temel vurgusu, eşitlikçi ve sınıfsız toplum mottolarını boşa çıkarmaktadır. Dolayısıyla Öcalan’ın tezi ve fikirleri ile pratikleşen yansımalarının örtüşmediğini ifade edebiliriz.

Sonuç olarak HDP eski eş başkanlarından Sezai Temelli’nin HDP üniversitesinin rektörü olarak resmettiği ve üniversite öğrencilerinin okumasını istediği Abdullah Öcalan’ın fikirlerini ve tezlerini incelediğimizde, zıtlıkların giriftleştiği kompleks bir tablo görmekteyiz. Çocukluk ve lise dönemlerinde asker olma hedefini antikomünizm eğilimleri ile birleştirmeye çalışan Öcalan’ı mı? Okuduğu bir kitap sonucunda sosyalist olan ve din olgusunu arkaik bir ajan kurum olarak resmeden Öcalan’ı mı? Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra kendisini İslam peygamberi ile özdeşleştiren ve İslam açılımı yapan Öcalan’ı mı? Temel hedefi ayrı bir ülke kurmak olan ama yakalandıktan sonra devlete isyan etmenin hata olduğunu ifade eden Öcalan’ı mı? Ortak anavatanda kardeşçe yaşama isteğini dile getiren fakat bu tezinden de vazgeçerek demokratik özerklik hedefini ortaya koyan Öcalan’ı mı? Ekolojik paradigmaya vurgu yapan ama ormanlara yönelik sabotaj talimatlarını veren Öcalan’ı mı okumalıyız? Abdullah Öcalan’ı okumak, ama hangisini?

Yunus KARAAĞAÇ

Kaynakça

Birand, M. A. (1992). Apo ve pkk. Milliyet Yayınları.

Bookchin, M. (2014). Kentsiz kentleşme: yurttaşlığın yükselişi ve çöküşü. Çev. B. Özyalçın. Sümer Yayıncılık.

Bookchin, M. (2017). Toplumsal ekoloji ve komünalizm. Çev. F. D. Elhüseyni. Sümer Yayıncılık.

KCK Sözleşmesi. (2007). Koma civakên kurdistan sözleşmesi. Erişim Adresi: https://docplayer.biz.tr/56583487-Koma-civaken-kurdistan-sozlesmesi.html (Erişim Tarihi: 01.12.2021).

Kürkçü, E. ve Duran, R. (1995). Diriliş tamamlandı sıra kurtuluşta. Weşanên Serxwebûn.

Lipson, L. (1984). Demokratik uygarlık. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Mezopotamya Ajansı. (2021). Temelli: Gençlerin Öcalan’ı okuması lazım. Erişim Adresi: http://mezopotamyaajansi35.com/genclik/content/view/153897 (Erişim Tarihi: 30.11.2021).

Mumcu, U. (2019). Kürt dosyası. Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı Yayınları.

Öcalan, A. & Küçük, Y. (1993). Kürt bahçesinde sözleşi. Başak Yayınları.

Öcalan, A. (1993). Kürdistan devriminin yolu (manifesto). Weşanên Serxwebûn

Öcalan, A. (1996). Devrimin dili ve eylemi. Weşanên Serxwebûn.

Öcalan, A. (1998). Sosyalizmde ısrar insan olmakta ısrardır. Weşanên Serxwebûn.

Öcalan, A. (1999a). Declaration on the democratic solution of the kurdish question. Mesopotamian Publishers.

Öcalan, A. (1999b). Kürt sorununda demokratik çözüm bildirgesi. Mem Yayınları.

Öcalan, A. (2001). Sümer rahip devletinden demokratik uygarlığa (aihm savunmaları cilt 2). Mezopotamya Yayınları.

Öcalan, A. (2002). Özgür yaşamla diyaloglar: 1995-1998 çözümlemeleri. Çetin Yayınları.

Öcalan, A. (2003). Sanat, edebiyat ve kürt aydınlanması. Çetin Yayınları.

Öcalan, A. (2004). Bir halkı savunmak. Azadi Matbaası.