Home Blog Page 32

Uluslararası Gündem – Haftalık Bülten: 1 – 7 Ocak

0

Uluslararası Gündem

ABD YAPIMI DİZİYE UKRAYNA’DAN TEPKİ

The Guardian

Eski Ukrayna Kültür Bakanı ve gazeteci Oleksandr Tkachenko, ABD yapımı Emily In Paris dizisindeki “Petra karakterinin aşağılayıcı karikatürü” hakkında Netflix’e şikâyette bulundu. Tkachenko, Telegram paylaşımında “Ukraynalı bir kadının kabul edilemez bir karikatür görüntüsü var. Bu bir hakarettir. Ukraynalılar yurt dışında böyle mi görülüyor?” ifadelerini kullandı.

Ukrayna medyası; sınır dışı edilmekten korkan, Emily ile alışveriş çılgınlığı yaparken hırsızlık yapan ve kötü bir moda anlayışına sahip olan aktör Daria Panchenko’nun canlandırdığı Petra’nın tasvirinden şikayetçi olmak için Ukraynalı bir bakanın yayın devi Netflix’e yazılı metin gönderdiğini doğruladı. 

The Guardian da yaptığı incelemede diziyi “şaşırtıcı derecede sağır” olarak niteledi. Diziyi farklı tarzları Amerika’ya uyarlamaya çalışmak ve klişeyle suçladı.

Kaynak: The Guardian

Özden BULUTBEYAZ

 

ABD’DE UÇUŞLAR ASKIYA ALINDI

BBC

ABD’deki uçuşların iptali Covid-19 salgını ve kötü hava koşullarının sert vurduğu Noel sezonunda da zirveye ulaştı. Hava trafik sitesi FlightAware‘in bildirdiğine göre ABD’de Cumartesi günü yaklaşık 4.400 uçuşun 2.500’den fazlası iptal edildi.

Havayolu şirketi United Airlines yaptığı açıklamada “Bugünün iptalleri, Omicron varyantından ve havayla ilgili sorunlardan kaynaklanıyor. Kötü hava koşulları beklentisiyle uçuşları önceden iptal ettik. Yolcuların yeniden rezervasyon yapmaları veya başka planlar yapmaları için zaman vermek adına  yolcularla erken iletişime geçtik.” dedi.

24 Aralık’tan bu yana ABD’de 12.000’den fazla uçuş iptal edildi. Havayolları, personel eksikliğini gidermek için mürettebata ekstra ödeme yapmaya çalışıyor. Ancak sendikalar, işçilerin Covid-19’a yakalanmaktan ve yolcularla ilgilenmek zorunda kalmaktan korktuğunu söylüyor. 

Kaynak: BBC

Özden BULUTBEYAZ

 

KUZEY KORE LİDERİ KİM JONG-UN: 2022’DE ÖNCELİK EKONOMİ OLACAK

Reuters

Covid-19 salgını sebebiyle geçen yıl sınırlarını kapatan ve gıda kıtlığı ile karşı karşıya kalan Kuzey Kore’de gerginlik hakim. İktidarda 10 yılını tamamlayan Kim, Kore İşçi Partisi 8. Merkez Komitesi’nin Pazartesi günü başlayan 4. Genel Kurul Toplantısı sonunda konuşma yaptı. Kuzey Kore lideri Kim Jong-un, ülkede büyük çapta bir yaşam mücadelesi olduğunu söyledi. Ulusal önceliğin ise ekonomi olması gerektiğini vurguladı.

ABD ve Güney Kore’ye değinmekten kaçınan Kim, kalkınmanın artması gerektiğini ve insanların yaşam standartlarının geliştirilmesi gerektiğini ifade etti. Resmi Kore Merkez Haber Ajansı, Kim’in 2021’deki pandemi şartlarının “zor durum” kategorisine girdiğini kabul ettiğini belirtti. Ajans insanlar için gıda, giyim ve barınma sorununu çözmede mantıklı ilerlemeler sağlamak adına gerekli tedbirlerin alınması gerektiğine değindi.

Kaynak: BBC

İrem Damla MİRZA

 

HİNDU TAPINAĞINDAKİ İZDİHAMDA 12 KİŞİ HAYATINI KAYBETTİ

Hindistan’da dini bayram ve tapınak ziyaretlerinde sıkça yaşanan izdiham olaylarına bir yenisi eklendi. Hindistan’ın egemenliğindeki Cammu Keşmir isimli bölgedeki bir Hindu tapınağındaki kalabalıkta 12 kişi hayatını kaybetti.

Hürriyet

Binlerce Hindu, ibadetlerini gerçekleştirmek için Cammu şehri yakınlarında bulunan Katra’daki Mata Vaishnav Devi tapınağına gitti. Çevredekilerin ifadelerine göre tapınağın giriş ve çıkış kapısında izdiham yaşandı.

Olayda 13 kişi yaralanırken 12 kişi hayatını kaybetti. Yetkili birimler izdihama ilişkin soruşturma başlattı. Hindistan Başbakanı Narendra Modi de Twitter hesabından paylaştığı mesajında olay ile ilgili üzüntü içinde olduğunu belirtti.

2011 yılında da Kerala eyaletinde dini bayram kutlama sırasında 100’den fazla kişi hayatını kaybetmişti. 2013’te ise Madhya Pradeş eyaletinde bir Hindu festivalinde yaşanan izdihamda 115 kişi yaşamını yitirmişti. 

Kaynak: Euronews

İrem Damla MİRZA

Uluslararası Gündem – Uluslararası Gündem – Uluslararası Gündem

 

Türkiye’de Nepotizm, Gençlik ve Gelecek

Bu yazı öncelikle, İstanbul Stratejik Düşünce ve Araştırma Merkezi – İSDAM’a ait düşünce dergisinin “Değişen Dinamikler ve Gençlik” konulu sayısında yayımlanmıştır. Dergiye ulaşmak için: İSDAM Düşünce Dergisi 2. Sayı

Kamu yönetimi, özel sektörden farklı olarak kamu yararını esas alır. Cicero’nun “Salus populi est suprema lex” olarak ifade ettiği, ortak çıkarın en yüksek yasa olması gerektiği, aslında kamu yönetiminin temel prensibidir. Bu prensip, kamu hizmetinin bütün bireylere doğru şekilde, yasalara uygun şekilde sunulmasını içerir. Kamu hizmetini gerçekleştiren kişi veya grupların, özel çıkar sağlamak adına görev ve davranışlarını saptırmaları ise yolsuzluk olarak adlandırılır. Yolsuzlukların önemli bölümü, siyasi otorite kaynaklıdır. Siyasi otorite kaynaklı yolsuzluklar, iktidardan muhalefete kadar siyasi mekanizmalarının içerisinde yer alanların, yasalara aykırı şekilde her türlü eylem ve politikalarıdır (Berkman, 2009: 22). Nepotizm, bu bağlamda sıkça karşılaşılan yolsuzluk türlerinden biridir. Bazı kaynaklarda kayırmacılık olarak da adlandırılan nepotizmin, gençlerin geleceğe bakışını ne derece etkilediği Türkiye’de sıkça tartışılmakta ve bu yazının da odak noktasını oluşturmaktadır.

Putin Ukrayna’da Gerçekten Ne İstiyor?

0

Bu yazı, Dmitri Trenin‘in Foreign Affairs için kaleme aldığı “What Putin Really Wants in Ukraine” makalesinden çevrilmiştir. Yazının aslını aşağıdaki bağlantıdan bulabilirsiniz.

What Putin Really Wants in Ukraine 

 

Rusya Daha Fazla Toprak İlhak Etmeden NATO’nun genişlemesini Durdurmanın Çaresini Arıyor.

2021 yılı sona ererken Rusya, Amerika Birleşik Devletleri’ne, Ukrayna’da olası geniş ölçekli çatışmadan uzak durması gerektiğine dair bir talep listesi sundu. Rus hükümeti, resmi olarak NATO’nun Doğu’ya doğru genişlemesini durdurmasını, eski Sovyet bölgelerinde müttefiklerinin ilerideki askeri tesislerinin genişlemesini kalıcı olarak dondurulmasını, Ukrayna’daki Batı askeri desteğinin sonlandırılması ve Avrupa’daki orta menzilli füzelerin yasaklanmasını istemekte. Verilmek istenen mesaj ise gayet açık: Bu tehditler diplomatik yollarla ele alınmazsa, Kremlin askeri müdahaleye başvuracak.

Batılı karar mercileri ise Moskova’nın NATO’nun aldığı kararlar üzerinde veto yetkisinin olmadığını ve Batı’nın Ukrayna’ya silah göndermeyi durdurmasını talep etmesinin hiçbir gerekçesi olmadığını savunarak yanıtlaması gibi endişelerin farkında. Son zamana kadar Rusya, bu koşullara isteksizce de olsa katıldı. Şimdiyse, bir çıkış yolunu bulunamadığı takdirde önlemleri uygulayacak gibi görünüyor. Bu kararlılık, ABD’ye ve NATO’ya ayrı ayrı sunduğu anlaşma teklifinde kendini göstermektedir. Bu iki resmi mektubun dili gayet açık. Uzayan ve sonuçlanmayan görüşme ihtimalini engellemek adına Batılılara mektupları cevaplaması için sadece bir ay verildi. Her iki taslak da teslim edilmesinin hemen ardından yayınlanarak Washington’un anlaşmayı sızdırmasına veya cayma ihtimalini önlemeye yönelik bir adımdı.

Rusya Başkanı Vladimir Putin bu açmazda üstünlük ondaymış gibi davranıyorsa, sebebi öyle olduğu içindir. ABD gizli servisi bilgilerine göre Rusya, Ukrayna sınırına 100 bine yakın askeri birlik ve ağır silah konuşlandırdı. ABD ve diğer NATO müttefiki ülkeler Rusya’nın bu hamlesini kınamasının yanı sıra, NATO üyesi olmadığı için, Ukrayna’yı savunamayacaklarını öne sürerek misilleme yapma tehditlerini yaptırımlar ile sınırlandırdılar.

Fakat Moskova’nın istekleri büyük ihtimalle açık bir teklif olup kesin bir uyarı niteliği taşımıyor. ABD ile resmi bir antlaşma için yapılan bütün ısrara rağmen, Rus hükümeti kutuplaşma ve tıkanıklık nedeniyle ABD senatosunun antlaşmayı onaylamasının imkânsız olacağından yana bir şüphesi yok. Yürütme sözleşmesi -esasen iki hükümetin onaylaması gerekli olmayan ve bu nedenle de yasal bir yükümlülüğü bulunmaması sebebiyle- daha gerekçi bir alternatif olabilir. Bu antlaşma adı altında Rusya, ABD’nin bazı endişelerine yönelik karşılıklı taahhütler ile ‘menfaatler dengesi  yaratmayı üstlenmesi muhtemeldir.

Özellikle Kremlin, eğer Birleşik Devletler hükümeti, NATO’nun genişlemesinin ertelenmesine yönelik uzun vadeli resmi bir antlaşma ve Avrupa’da orta menzilli füzeleri konuşlandırmayacağını taahhüt ederse tatmin olabilir. Ayrıca bu, Rusya ve NATO’nun topraklarının kesiştiği yerler olan Karadeniz ve Baltık Denizi’nde askeri güç ve aktivitelerinin kısıtlanmasına dair anlaşmazlığı da yatıştırabilir. Elbette, bu durum Biden yönetiminin Rusya ile ciddi bir ilişki kurmak isteyip istemediğine bağlı olarak ucu açık bir soru. Birleşik Devletler’de içteki politik kutuplaşmadan dolayı herhangi bir antlaşmaya karşı muhalefet fazlasıyla güçlü ve gerçek şu ki Putin ile yapılan anlaşma, Biden yönetimini bir otokrata boyun eğdiğine yönelik eleştirilere kapı aralamasıyla dikkat çekiyor. Muhalefet ABD’de olduğu kadar Avrupa’da da güçlü, dolayısıyla liderler Washington ve Moskova arasındaki müzakerelerde dışarıda bırakıldıklarını hissedeceklerdir.

Bunların hepsi ciddi sorunlar. Fakat şu nokta önemli ki Putin, NATO’nun dört genişleme dalgasında başkanlık etmiş ve Washington’un anti-balistik füze, orta menzilli nükleer silahlar ve silahsız gözlem uçakları antlaşmalarından çekilmesini kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu nedenle Ukrayna son şans olarak durmaktadır. Güvenlik ve askeri kurumlar tarafından desteklenmekle birlikte Rus halkının savaş korkusuna rağmen Putin’in dışişleri politikası,  içeride herhangi bir muhalefetle de karşılaşmıyor. Daha da önemlisi, Putin blöf yapıyormuş gibi görünmeyi göze alamayacaktır. Dolayısıyla Biden, Rusya’nın taleplerini hemen reddetmeyerek ve bunun yerine ilişki kurmaktan yana olmasıyla doğru bir tutum sergiledi.

 

Putin’in Kırmızı Çizgileri

Batı ve Rusya’nın Ukrayna’ya verdiği değerde önemli bir asimetri bulunuyor. Batı, resmi bir üyelik takvimi olmaksızın, Ukrayna’nın NATO üyeliği olasılığını 2008’de genişletti. 2014’ten sonra -Rusya’nın Kırım’ı ilhak edip ülkenin Donbas bölgesindeki Rus yanlısı militanları desteklemeye başlamasıyla- ABD hükümetinin Ukrayna’nın NATO’ya üyeliğine izin verip vermeyeceği hususunu görmek zor bir hal aldı. En nihayetinde ABD’de asker konuşlandırılmasına ve Ukrayna için savaşmaya yönelik küçük bir halk desteği oluşacaktı. Washington, Kiev’e her iki tarafın da tutamayacağını bildiği sözü vermenin üzüntüsünü yaşıyor. Buna karşın Rusya, Ukrayna’yı hayati ulusal güvenlik çıkarı olarak ele aldı ve eğer bu çıkarlar tehdit edilirse askeri güç kullanmaya hazır olduğunu beyan etti. Asker konuşlandırmanın açık bir biçimde ifade edilmesi ve coğrafi yakınlık Moskova’ya ABD ve müttefiklerine karşı bir üstünlük sağladı.

Bu durum, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesinin çok yakın olduğu anlamına gelmiyor. Batı medyasının Putin’i ‘pervasız’ olarak resmetmesine rağmen, aslında Putin, özellikle güç kullanımı söz konusu olduğunda son derece dikkatli ve hesapçıdır. Putin risk almaktan çekinmeyen bir lider ancak, aklında yaptığı hesapta elde edeceği faydanın maliyete ağır basması gerekiyor. Dolayısıyla, Ukrayna’yı liderlerinin Batı eğiliminden dolayı işgal etmeyecek gibi görünüyor.

Kremlin’i Ukrayna’ya asker sevk etmeye itebilecek bir takım senaryolardan bahsedilmektedir. 2018’de Ukrayna’nın Donbas bölgesindeki toprakları zorla geri kazanmaya yönelik girişimlerinin askeri bir karşılık doğurabileceğini açıkça duyurmuştu. Bunun için tarihsel bir sıralama mevcut: 2008 yılında Gürcistan’ın Güney Osetya ayrılıkçı Cumhuriyetinin saldırılarına karşı askeri bir karşılık vermişti. Rusya’nın bir diğer kırmızıçizgisi ise Ukrayna’nın NATO’ya katılması veya Batı menşeili askeri üslerin ve uzun menzilli silah sistemlerinin bölgesine yerleştirilmesi oluşturmaktadır. Putin bu noktada asla pes etmeyecektir. Şimdilik, her nasılsa, Ukrayna’nın müttefik olmasına yönelik NATO veya diğer üyelerden hemen hemen hiçbir destek söz konusu değil. Aralık 2021 başlarında Birleşik Devletler, Dışişleri Bakanlığı yetkililerinin Ukrayna’ya, ülkenin NATO üyeliğinin gelecek on yıllık sürek içinde onaylanma ihtimalinin olmadığını ifade etti.

Eğer NATO, askeri güçlerini Doğudaki üye devletleri üzerinde inşa edecek olsaydı, Avrupa’daki askeri ayrım noktası Rusya’nın batı sınırı ve Beyaz Rusya boyunca uzanırdı. Rusya Kaliningrad’da -Litvanya ve Polonya arasında Rusya ile sınırı olmayan ve en batılı Rus toprağı- daha çok kısa menzilli füze konuşlandırma konusunda kışkırtılabilir. Beyaz Rusya ile olan daha sıkı askeri yakınlık Ukrayna üzerinde baskı oluşturabilir. Moskova ayrıca Donetsk ve Luhansk’ta ilan edilen halk Cumhuriyetlerini tanıyarak Rusya ve Beyaz Rusya arasındaki yeni jeopolitik varlığa entegre edebilir.

Bu jeopolitik gelişmeler Avrupa’nın ötesine de yansıyabilir. Rusya’nın Ukrayna’ya girmesi beklentisiyle veya bunun bir sonucu olarak, Batı’nın daha sert ekonomik ve mali yaptırımlarına karşı koymak için Moskova’nın, kendisini artan ABD baskısı altında, Pekin’e yaslanması gerekebilir. Başkan Putin ve Xi Jinping, ülkelerinin ABD yaptırımlarına karşı korumak için gerekli olan finansal mekanizmaları da konuştular. Bu durumda, Putin’in 2022 Şubatı’nda Çin’de gerçekleşecek olan Kış Olimpiyatlarına planlanan ziyaretinin nezaketen yapılan bir davetten daha fazlası olduğu ortaya çıkmış oldu. Birleşik Devletler, artık Rusya ve Çin arasındaki mevcut anlaşmanın daha sıkı bir müttefikliğe dönüştüğünü görebilir. İki güç arasındaki ekonomik, teknolojik, finansal ve askeri ortaklık yeni bir seviyeye erişecektir.

 

Suçlama Oyunu

Putin’in güce başvuracağına dair tehditleri, duraklatılan diplomatik süreçlerden kaynaklı hayal kırıklığından gelmektedir. Kremlin’in çabası Ukrayna Başkanı Volodymyr Zelensky’yi Donbas bölgesinde bir anlaşmaya ikna etme çabası -2019 sonlarında vaat edilen- hiçbir şeye fayda etmedi. Barışçıl bir aday olarak oyların büyük çoğunluğunu alarak galip gelen Zelensky, son derece dengesiz bir lider. Komşusuyla herhangi bir kışkırtmayı göze alamayacak olduğu bir zamanda, Ukrayna’nın 2021 yılında Donbas bölgesinde silahlı dronları kullanma kararı, Moskova ile gerilimi yükseltmişti.

Moskova, sadece Ukrayna’nın liderliğini sorunlu olarak görmüyor. Fransa ve Almanya’nın yaptığı büyük hatalar ile Ukrayna ve Rusya arasındaki çıkmazın diplomatik çözümünü zora soktular. Minsk Antlaşmasının garantörü olan ülkelerin 2014 ve 2015 yılında Ukrayna’yı teşvik ederek bölgeye barış getirmesi gerekiyordu. Ancak, Almanya Başkanı Frank-Walter Steinmeier- o dönemin Dışişleri Bakanı- Kiev’e Donbas bölgesinde seçime izin verilmesine olanak sağlayan tavizi bile kabul ettiremedi. Geçtiğimiz Kasım ayında Rus yetkililer, Batılı egemenlerin nasıl Ukrayna lehine bir tavır sergilediklerini göstermek için, kendi Dışişleri Bakanlıkları, Sergei Lavrov ile Alman ve Fransız mevkidaşları arasında gerçekleşen yazışmaları yayınlayacak kadar ileri gitti.

Her ne kadar Batılıların odağı Ukrayna sınırındaki Rus askeri birliklerinin yapılanması olsa da NATO ülkeleri Karadeniz bölgesinde ve Ukrayna’da genişlemeye devam etti. Haziran ayında, bir İngiliz destroyeri, Londra’nın hala Rusya’ya ait olduğunu tanımadığı, Kırım karasularının açıklarından geçerek Rusları bulundukları yere doğru ateş etmesi için kışkırttı. Yine Kasım ayında Karadeniz bölgesinde, Rusya’ya 13 mil uzaklıkta, Birleşik Devletlere ait stratejik bombardıman uçağının uçması Putin’in çileden çıkarttı. Gerilimin yükseldiği sıradaysa Ukrayna, Batılı askeri danışmanlar, eğitmenler, silahlar ve mühimmatlarca dolduruldu. Ruslar ayrıca Birleşik Krallığın Ukrayna’da inşa ettiği bir eğitim merkezinin aslında yabancı bir askeri üs olabileceğinden şüphelenmekte. Putin, Moskova’ya beş ila yedi dakika içinde ulaşabilecek Amerikan füzelerinin Ukrayna’ya konuşlandırılmasını asla ve asla müsamaha etmeyeceği konusunda oldukça kararlı.

Rusya açısından artan askeri tehditler oldukça aşikâr. Putin, yazılarında ve verdiği demeçlerde her ne kadar Rus ve Ukrayna halklarının birliğinin altını çizse de, daha çok NATO’nun Ukrayna’ya doğru genişlemesini önlemeyi önemsiyor. Ukrayna Başkanı Viktor Yanukovych’in devrilmesine bir tepki olarak Kırım’a asker gönderdiği zaman, Kırım’da bulunan Rus deniz üssünde şu söylediklerini bir kez daha göz önünde bulundurmalıyız: “Sivastapol’a gelip NATO denizcilerini ziyaret edebileceğimi hayal dahi edemezdim. Tabi ki harika çocuklar ama ayağımızın altında dolanmak yerine bizi ziyaret edip misafirimiz olmalarını tercih ederiz”.

Putin’in yaptığı hamleler, amacının Ukrayna’yı zapt etmek veya Rusya’ya dâhil etmek olamadığını ama Avrupa’nın doğusundaki Soğuk Savaş sonrası oluşturulan düzeni değiştirmek olduğunu gösteriyor. Bu düzen Rusya’yı, NATO merkezli Avrupa güvenliğinde, hiçbir dahli olmayan bir kural koyucu konumunda bıraktı. Eğer NATO’yu Ukrayna, Gürcistan ve Moldova’dan ve Amerikan menşeili orta menzilli füzelerin de Avrupa’dan çıkartmayı başarabilirse, Soğuk Savaş bittiğinde zarar gören Rus güvenliğinin bir kısmını onarabileceğini düşünüyor. Bu durumun, Putin’in yeniden seçilebileceği 2024 seçimlerine hizmet etmesi pek de tesadüfi olmaz.

Çeviri: Göksu Duygu

 

Savaşın Sisi Belgesel Analizi

Yapım Adı: The Fog of War: Eleven Lessons From The Life of Robert S. McNamara (Savaşın Sisi: Robert S. McNamara’nın Hayatından 11 Ders)

Yapım Yılı: 2003

Yönetmen: Errol Morris

Tür: Belgesel, Savaş

Cannes Film Festivali’nde gösterilen, asıl adının tam çevirisi Savaşın Sisi: Robert S. McNamara’nın Hayatından 11 Ders olan ve En İyi Belgesel Film Oscar’ı ödülüne layık görülen ABD yapımı bu belgesel, ülkemiz sinemalarında Yüzyılın İtirafları ismiyle gösterime girmiştir. 18. yüzyılın Prusyalı komutanı General Carl Von Clausewitz; savaşlar doğası itibariyla bilinmezlikler ve belirsizliklerle dolu olgulardır der ve bu durumu savaşın sisi olarak adlandırır. Bu deyim önceden belirlenen stratejilerin, savaşların belirsizliği karşısında geçersizleştiği düşüncesini vurgular. Adını böyle ünlü bir deyimden alan belgeselde, Başkan John Kennedy ve sonrasında Başkan olan Lyndon Johnson dönemlerinde ABD Savunma Bakanı olan Robert S. McNamara’yı izliyoruz. Belgeselin kurgusu, artık yaşlılık çağında olan eski savunma bakanı McNamara’nın tecrübelerine dayanarak hayatından çıkardığı 11 ders üzerinden şekillenmektedir. 

Belgeselin içeriğini analiz etmeden önce Robert S. McNamara’nın hayatına ışık tutmanın, onun verdiği kararları ve çıkardığı dersleri anlama konusunda faydalı olabileceğini düşünüyorum. 1916 yılında ekonomik olarak pek de iyi sayılamayacak bir ailede doğan McNamara, parlak eğitim hayatıyla dikkat çekmektedir. Berkeley Üniversitesi’nden sonra Harvard’da eğitim görmüştür ve 2. Dünya Savaşı’nda mühendis olarak görev almıştır. Belgeselde, McNamara’nın Ford Motor Company’de şirketi canlandırmak üzere işe alındığına değinilmiştir. Daha sonra Ford ailesinin önerisiyle Ford Şirketlerinin başına geçmiştir. Ford Şirketi’nin tarihinde Ford ailesi dışından seçilen ilk başkan olması, onun ne kadar başarılı biri olduğunu gözler önüne sermektedir. Fakat yeni görevine başlamasından kısa bir süre sonra ABD Başkanı Kennedy’nin ısrarı ile ABD Savunma Bakanlığı görevini kabul etmiştir. 

“Hayatım boyunca savaşların bir parçası oldum. 2. Dünya Savaşı’nda 3 yıl ABD ordusunda, Vietnam Savaşı’nda 7 yıl savunma bakanı olarak, dünyanın bir ucundan diğer ucuna 13 yıl Dünya Bankası’nda. 7 yıllık bakanlık dönemimde, Sovyetler Birliği ile aramızda savaşa kıl payı kalmıştı. Savunma bakanı olduğum 7 yıl boyunca Soğuk Savaşı yaşadım” sözlerinin sahibi olan McNamara, belgeselde felsefesini şu sözlerle açıklamaktadır: “felsefem, neler olduğunu öğrenmeye, neler olduğunu anlamaya çalışmak oldu. Aldığın dersleri geliştir ve başkalarına ilet.” 

Küba Krizi ile ilk dersini anlatmaya başlayan McNamara, ilk dersini “düşmanınla empati kur”, olarak sunmaktadır. Bu çıkarımını Küba Füze Krizi çerçevesinde temelledirip, o dönemde Sovyetler Birliğinden ABD’ye gelen iki mesaja değinmiştir. Mesajlardan ilki olan “saldırmayacağınızı garanti ederseniz, füzeleri alırız” yumuşak bir mesajdır. Daha sonrasında Sovyetlerden Amerika’ya gelen ve niteliği itibarıyla daha sert olan ikinci mesaj ise “eğer saldırırsanız size bir yığın askeri güç ile karşı koymaya hazırız.” Belgeselde, biri yumuşak biri sert olan bu iki mesajdan hangisinden yana tavır alınması gerektiği konusunda fikir ayrılıkları olduğuna değinilmiştir. Kennedy’nin en başından beri ülkesini savaştan uzak tutmak için çabaladığını, kendisinin de ona yardım ettiğini belirten McNamara, General Le May’ın çok iyi bir komutan olduğunu fakat savaşa girip, Küba’yı yerle bir etmeyi önerdiğine değinmiştir. Belgeselde eski ABD Moskova büyükelçisi Tommy Thompson, Khrushchev ve karısı ile eskiden olan yakınlığını göz önünde bulundurarak Başkan Kennedy’e yumuşak mesajı dinlemesini tavsiye etmektedir. Khrushchev’i yakından tanıyan Thompson, ilk dersin düsturuna uygun olarak düşmanla empati kurmuştur ve Füze Krizi felakete dönüşmeden çözülmüştür. En başından beri Thompson’un kararını destekleyen McNamara’ya göre savaş, şehirlere ve köylere yayılıp her yere ölüm ve yıkım saçtıktan sonra biter çünkü savaşın mantığı budur. İnsanların sağduyu sergilemezlerse kör köstebekler gibi çarpışacaklarını ve işte o zaman karşılıklı yok edişin başlayacağını savunmaktadır.

McNamara’nın deneyimlerinden çıkardığı ikinci ders ise “Mantık bizi kurtarmayacak”dır. Nükleer savaşı önleyen şeyin şans olduğunu öne süren McNamara; Kennedy, Khrushchev ve Castro’nun çok mantıklı insanlar olduğunu fakat buna rağmen bir nükleer savaşa ramak kaldığını dile getirmiştir. Bu tehlikenin halen var olduğunun altını çizen McNamara, bugün dünyada fırlatılması bir tek insanın kararına bağlı olan yüzlerce nükleer savaş başlığı olması doğru veya uygun mu diyerek çok yerinde bir soru yöneltmiştir. Ona göre, insan zafiyeti ile nükleer silahların sonucu bilinmez birleşimi ulusları yok eder. 

Üçüncü ders; “benliğimizden öte şeyler var”. Bu noktada 2.Dünya Savaşı’nda İngiltere’den Almanya’yı vurmak için havalanan uçakların önemli bir kısmının hedefe ulaşmadan geri döndüğüne değinen McNamara, kendilerinden konu ile alakalı bir rapor hazırlanmasının istendiğinden bahsetmiştir. Raporun sonucuna göre, görev iptal oranının %20 olduğunu ve havalanan uçakların önemli bir oranının hedefe ulaşmadan, korkup geri döndüğüne yer vermiştir. Tam da bu noktada General Curtis Le May’ın şu emri yayımladığını belirtmiştir: “Her görevde lider uçakta olacağım. Kalkan her uçak ya hedefe varır ya da mürettebatı askeri mahkemeye verilir.” Bu emirden sonra görev iptal oranının bir gecede düştüğünü söyleyen McNamara, General Curtis Le May’ın savaşta gördüğü bütün hizmetlerdeki en iyi ama son derece savaşçı bir komutan olduğunu, çoğunun onu zalim bulduğunu ifade etmiştir.

McNamara’nın hayatından çıkardığı dördüncü ders ise “Verimi azamiye çıkar”dır. ABD Hava Kuvetleri’nin B-29 adında yeni bir uçak modeline sahip olduğundan bahseden McNamara, General Le May’ın sadece hedefin imhasına odaklandığını bizlere aktarıyor. Ayrıca mürettebatının kaybına odaklanan tek kişinin Le May olduğunu belirtiyor. 1945’de, bir gecede Tokyo’da 1000.000 Japon sivili yangın bombaları atarak, yakarak öldürdük itirafında bulunan McNamara, ben bunu öneren mekanizmanın bir parçasıydım, bombalama operasyonlarını ve daha etkili olma yollarını analiz ettim diyerek savaşın acımasızlığını bir kez daha gözler önüne seriyor. Daha çok insanı öldürmede değil ama düşmanı zayıflatma konusunda daha etkili olmak için B-29 operasyonlarının etkinliği inceleyip bir rapor yazdım diyen McNamara, aynı zamanda General Le May’ın bir pilot kaybettik ama karşılığında Tokyo’yu yerle bir ettik sözünü aktarmıştır.

McNamara’nın beşinci dersi ise “Savaşta orantılı olmak bir kural olmalı” dır. Bu noktada muhabir McNamara’ya, yangın bombası seçiminin nereden çıktığı sorusunu yöneltmiştir. McNamara ise konunun yangın bombaları kullanmaktan ziyade bir gecede kazanmak için 100.000 insan öldürülmeli mi, yangın bombası veya başka bir yöntemle diyerek, yeniden konuyu General Curtis Le May’e getirmiştir. Le May’ın bu soruya evet cevabını vereceğini ve Tokyo’ya nükleer bomba atma emrinin de Le May tarafından verildiğini aktarıyor. Savaşta orantılı olmak bir kural olmalı diyen McNamara, nükleer bomba konusunda Truman’ı eleştirmediğinin altını çiziyor. Eleştireceği tek şeyin insan ırkının geçmişte ve bugun savaş kurallarıyla savaşmadığı hususu olduğunu öne sürerken, bir gecede 100.000 sivili bombalamak, öldürmek, yakmak yanlıştır diye bir kural var mıydı sorusunu yöneltiyor. Le May’ın, savaşı kaybetseydik savaş suçlusu olarak yargılanırdık sözüne de değinenen McNamara, Le May’ı haklı bulmakla birlikte; savaş suçlusu gibi davrandıklarını itiraf etmektedir. Ayrıca kaybetmeyi ahlak dışı kılan nedir; diyerek tekrar bir soru yöneltiyor.

Altıncı ders olan “Verileri topla”, ile McNamara Ford Şirketinde çalışırken; Pazar araştırma organizasyonunun olmadığını ve kendisinin kurduğunu aktarıyor. Belgeselde, McNamara’nın Ford Şirketinde, Ford Ailesi dışından seçilen ilk başkan olduğuna fakat göreve gelmesinden kısa bir süre sonra Kennedy tarafından kendisine savunma bakanlığı teklifinin geldiğine değinilmiştir.

Yedinci dersi; “inanç ve görmek, genellikle ikisi de yanlış” olarak izleyiciye sunan McNamara bu noktada Vietnam Savaşı esnasında, kendi taraflarına bir saldırı yapıldığını aktarıyor. Bu saldırının sonucunda Kuzey Vietnam’a saldırı düzenledik fakat sonradan bize yapılan saldırı konusunda yanlış karar verdiğimiz ortaya çıktı diyen Mcnamara, yanılmıştık ama kafamızda bizi o sonuca götüren bir zihniyet vardı diyerek bu yanlış kararın çok ağır bedellere neden olduğunu itiraf ediyor. “İnanmak istediğimiz şeyi görmüştük, aslında bize saldırı olmamıştı” diyen McNamara, inandığımız ve gördüğümüz konusunda genellikle ikisininde yanlış olduğunu öne sürmüştür. 

Vietnam Savaşı’nın yıllar içinde çok ağır bir bombardıman programına dönüştüğünü ve savaşın küçük bir savaştan orta ölçekte bir savaşa evrildiğine değininen McNamara, Küba Krizi’nde kendimizi Sovyetler’in yerine koymayı başardık ama Vietnam’da onları empati kuracak kadar iyi tanımıyorduk itirafında bulunmuştur. Vietnamlıların Amerikalıları, Fransızların yerini almaya çalışan sömürge gücü olarak algıladıklarına değinilmiştir. Belgeselin devamında McNamara, Vietnam’ın eski dışişleri bakanı olan Thach ile görüşmüştür. Vietnam eski dışişleri bakanı Thach, bağımsızlık için savaştıklarını ve son nefere kadar da savaşacaklarının altını çizmiştir. Belgeselde bir çok kez; gizli arşiv belgelerinde ve ses kayıtlarında; McNamara’nın Vietnam Savaşı’nda Amerika’nın çekilmesi gerektiğini savunduğuna yer verilmiştir. McNamara’ya göre Amerkan güçleri derhal Vietnam’ı terketmeliydi.

Sekizinci ders; “nedenlerini incelemeye hazırlıklı ol” ile McNamara, müttefiklerinin onları desteklemediğinden bahsetmiştir. Benzer değerlere sahip ülkeleri davamızın haklılığına ikna edemiyorsak nedenlerimizi yeniden incelememiz gerekir diyerek fikirlerini sunmuştur. Belgeselin devamında muhabir, ne ölçüde kendinizi bu senaryonun yazarı olarak hissediyorsunuz, ne ölçüde kendinizi kontrolünüz dışındaki şeylerin bir aracı gibi hissediyorsunuz sorusunu yöneltmiştir. McNamara ise Amerikan halkının seçtiği bir başkanın isteği doğrultusunda hizmet ettiğini belirtip, savaş ortamında ahlaken doğru olanın ne olduğu sorusunu ise izleyicilere yöneltmiştir. Bakanlığı sırasında Vietnam’da Turuncu Ajan adında, ağaçların yapraklarını döken bir kimyasal kullandıklarını itiraf ediyor McNamara. Savaştan sonra ise bunun toksik bir madde olduğu ve pek çok kişinin öldüğüne değinilmiştir. McNamara ise hukuka baktığımızda bu tür kimyasalların kullanılması konusunda bir kanun yok ve asla kanun dışı bir hareketi onaylamadım diyerek, yaptığının hukuka uygun olduğunu savunmuştur. 

Dokuzuncu dersinde McNamara; “iyiye ulaşmak için kötülük yapmanız gerekebilir” diyerek General Le May’ın tercihleri doğrultusunda dokuzuncu dersi detaylandırmıştır. Ona göre Le May, ülkeyi kurtarmaya çalışıyordu ve ne kadar öldürülecekse o kadar öldürmeye hazırdı.

Onuncu ders; “asla asla deme” ile eski savunma bakanı, Vietnam Savaşı’nın sorumluluğu kime aitti sorusuna Johnson cevabını veriyor. McNamara; Johnson’un ülkeye çok katkılar yaptığını lakin Kennedy yaşasaydı savaşın farklı seyirde ilerleyeceğine inandığını itiraf etmiştir. Belgeselde 1 Kasım 1967’de McNamara’nın Başkan Johnson’a bir mektup yazdığı ve Vietnam Savaşı’nda yanlış yolda olduklarını açıkladığına yer verilmiştir. Johnson ile McNamara’nın bir türlü anlaşamadığı ve kendilerini farklı kutuplarda buldukları gerilimli süreç, McNamara’nın vedası ile sonuçlanmıştır. 

Son ders olan on birinci ders ise; “insan doğasını değiştiremezsin”dir. McNamara, hiç hata yapmadığını söyleyecek dürüst bir askeri komutan tanımadığını söyler ve herkesin hata yaptığını belirtir. Ona göre savaş öyle karışıktır ki tüm değişkenleri anlamak insan zekasını aşar. Karar verme yetimizin ve anlayışımızın yeterli olmadığını belirtmiştir. Belgeselin son dakikalarına doğru McNamara; savaşı bertaraf edebileceğimize inanacak kadar saf değilim ve insan doğasını yakın gelecekte değiştiremeyiz der. İnsanların mantıklı olduğuna inandığını lakin mantığında bir sınırı olduğunu savunmaktadır. Son olarak muhabirin, kendinizi ne derece bu savaştan sorumlu hissediyorsunuz, suçluluk duyuyor musunuz sorusuna ise daha fazla konuşmak istemiyorum cevabını veren McNamara’nın, görevinden ayrıldıktan sonra 1968- 1981 yıllarında Dünya Bankası Başkanı olarak görev yaptığı bilgisi verilerek belgeselde sona gelinmiştir.

Bu belgeselden çıkarılacak bir hayli ders olduğu açıktır. Belgeselde; her soru cevaplanmaz, cevaplamak istediğiniz soruyu sordurmaya çalışın, diyen McNamara’nın, itiraflarında ne kadar samimi olduğu ise gizemini korumaktadır. Belgeselde özellikle Vietnam Savaşı esnasında alınan bant kayıtları ve gizli arşiv belgelerine bakacak olursak, McNamara’nın her zaman savaşı desteklemediğini ve çoğu zaman karşı çıktığını görürüz. Belgeselde savaş yanlısı olmadığını dile getiren McNamara, Turuncu Ajan adı verilen toksik kimyasalları kullandıklarını itiraf ederken bunun hukuka uygunluğunu savunmaktadır ve bu, yaptıklarını meşrulaştırma çabası içinde olduğunun kanıtı niteliğindedir. Belgeselin kurgusu, kullanılan görüntüler çok başarılı olmakla birlikte, muhabirin müdahalesinin yetersizliği belgeselin zayıf yönünü oluşturmaktadır.

Neriman GÜRPINAR

Uluslararası Gündem – Haftalık Bülten: 24 – 31 Aralık

0

POLONYALILAR MEDYA ÖZGÜRLÜĞÜ İÇİN SOKAKTA

Euronews

Polonyalılar pazar günü ülkenin sağcı hükümeti tarafından hedef alınan ABD’ye ait bir televizyon ağını savunmak ve demokratik normların aşındığı bir Avrupa Birliği ülkesinde medya özgürlüğünü korumak için ülke genelinde şehir merkezlerine akın etti. Bir dizi konuşmacı, yetkilileri Polonya’nın demokratik temellerine saldırmakla suçladı ve kalabalıklar “Özgür medya!” sloganları attı.

Protestocular arasında onlarca yıl önce ülkenin komünist rejimine direnen ve kurulmasına yardım ettikleri demokrasinin şimdi kaybolmasından korkan Polonyalılar da vardı. Parlamentonun alt meclisi yaz aylarında karara karşı oy kullanmıştı ancak Senato tarafından karar veto edildi. Parlamento herhangi bir bildirimde bulunmadan yasa tasarısını aniden geri getirdi ve alt meclis Senato’nun vetosunu geçersiz kıldı.

Kaynak: Euronews

Özden BULUTBEYAZ

 

BELÇİKA, 2025 YILINA KADAR YEDİ NÜKLEER REAKTÖRÜN TAMAMINI KAPATACAK

Belçika Hükümeti, 2025 yılında ülkede bulunan nükleer enerji santrallerini kapatacağını ancak nükleer enerji teknolojisine yatırımı sürdüreceğini bildirdi.

Euronews

Ülkedeki kamu yayıncısı kurumlar RTBF ve VRT’nin aktardığına göre yedi partili koalisyon haftalardır bu konuda bir karara varmaya çalışıyor. Tartışmalarda Yeşiller’in 2003’te kabul edilen ve nükleer sayfanın kapatılmasını öngören yasaya saygı gösterilmesini istediği, Fransız bölgesindeki liberallerin ise iki reaktörün de açık kalmasını tercih ettiği belirtildi. Sonlanan görüşmelerin ardından bir grup bakanın çabasıyla 2025’den itibaren her iki tesisin de kapatılması kararının alındığı bildirildi.

Nükleer enerji ve doğal gazın yatırıma uygun sürdürülebilir enerji kaynakları listesine dahil edilmesi gündemdeyken nükleer faaliyetler bazı AB üyeleri arasında fikir ayrılığına sebep oldu. Avrupa Birliği’nin “taksonomisi” olarak bilinen liste, daha yeşil enerjileri teşvik etmek ve karbonsuz bir geleceğe geçişi kolaylaştırmak için yürürlükte. Ancak uzmanlar, nükleer enerjinin iklim dostu olmadığını ve diğer enerji kaynakları lehine aşamalı olarak kaldırılması gerektiğini söylüyor.

Kaynak: Euronews

Özden BULUTBEYAZ

 

RUSYA’DAN GOOGLE’A PARA CEZASI

Moskova mahkemesi, Rusya’da yasa dışı sayılan içeriği taleplere rağmen silmediği için Google’a 98 milyon dolar para cezası verdi.

Rus makamları bu yıl teknoloji firmaları üzerindeki baskıyı artırdı ve onları içeriklerini düzgün bir şekilde denetlememek ve ülkenin iç işlerine müdahale etmekle suçladı. Böylece Google, Rusya’da ilk kez yıllık cirosu baz alınarak para cezasına çarptırıldı. Twitter’a da benzer suçlamalar nedeniyle 3 milyon ruble para cezası verildi.

Rusya Başkanı Vladimir Putin, hükümete vatandaşlarının erişebileceklerinin üzerinde daha fazla kontrol sağlayacak sözde bağımsız bir internetin geliştirilmesi için baskı yaptı. Yönetimin bu tutumu ise kampanyayı özgür konuşma ve çevrimiçi muhalefeti kısıtladığı yönünde eleştirildi. Ülkenin medya düzenleyicisi de kampanya grupları aşırılıkçı olarak etiketlenen hapisteki muhalefet lideri Alexei Navalny ile bağlantılı düzinelerce web sitesini engelledi.

Kaynak: BBC

Özden BULUTBEYAZ

 

BORIC ŞİLİ’NİN EN GENÇ CUMHURBAŞKANI OLACAK 

The Guardian

Şili’de kasım ayındaki cumhurbaşkanlığı seçiminde oyların yaklaşık yüzde 97’sinin sayımı bitti. Eski öğrenci lideri Gabriel Boric, Şili’de oyların yüzde 55,8’ini alarak aşırı sağcı rakibi José Antonio Kast’ı sandıkta mağlup etti. 

Boric, “Yalnızca sosyal uyum, kendimizi yeniden bulma ve ortak zemini paylaşmayla, her Şililiye ulaşan gerçek anlamda sürdürülebilir kalkınmaya doğru ilerleyebileceğiz” dedi. “Adillik, gerçeklik ve saygı ile devam edeceğiz.” diyerek propaganda yapmaya devam etti.

Gabriel Boric kimdir?

Şili’nin uzak güneyindeki Punta Arenas’tan gelen Boric, Şili’nin başkanlık sarayı La Moneda’nın bir sonraki sakini olarak bir yükseliş yaşadı. 2011’deki öğrenci hareketine katılışından bu yana imajını önemli ölçüde değiştirdi. Cumhurbaşkanlığına aday olmadan önce ise ulusal kongrede iki dönem görev yaptı. 11 Mart’ta edeceği yeminle Şili’nin en genç cumhurbaşkanı olacak. 

Kaynak: The Guardian

Özden BULUTBEYAZ

 

ORTA AMERİKA’DAN ABD’YE TARIM İÇİN İNSAN KAÇAKÇILIĞI

ABD’li insan kaçakçıları, seyahat ve barınma için ücret ödemeye zorladığı Meksikalı işçileri çok az veya hiç ücret ödemeden çalışmaya zorladı.

The Guardian

Misilleme korkusu nedeniyle ismini vermek istemeyen Meksikalı bir çiftlik işçisi, Haziran ayında çiftliklerde çalıştırılmak üzere Monterey’den bir insan kaçakçısının çabalarıyla Georgia’ya nakledildi.

İşçi, “Yaşayacağımız eve geldik ve odaları kendimiz temizlemek zorunda kaldık. Hamam böcekleri, örümcekler, sivrisinekler vardı ve şilteler bitlerle kaplı” olduğunu söyledi. “Banyolar ve duşlar kirli ve tıkalıydı. Mutfak korkunçtu. Sıcak havalarda klimamız yoktu.” ifadelerini kullandı. İşçi, “Düşük ücret karşılığında çok fazla suistimal oldu. Tam bir dolandırıcılıktı.” diye ekledi.

İddianameler, operasyonu işçilerin Orta Amerika ülkelerinden ABD’ye kaçırıldığı ve sözleşmeli tarım işçisi olarak hapsedildiği ABD tarım endüstrisinde uzun süredir devam eden bir sorun olan modern kölelik” olarak nitelendirdi. Konu hakkında ise dava açılması bekleniyor.

Kaynak: The Guardian

Özden BULUTBEYAZ

 

BANGLADEŞ’TE YOLCU FERİBOTUNDA ÇIKAN YANGINDA 39 KİŞİ HAYATINI KAYBETTİ

Bangladeş’te bir yolcu feribotunda yangın çıktı. Yangında en az 39 kişinin yaşamını yitirdiği kayıtlara geçerken 72 kişinin de yaralandığı bildirildi. Yetkililer, can kayıplarının ve yaralı sayılarının artabileceğini söyledi.

Euronews

Ülkenin güneyinde bulunan Jhalokati ilçesi açıklarında Sugandha isimli nehirde seyreden ve 800 yolcu taşıyan MV Avijan-10 adlı feribotta cuma günü yangın çıktı. Bangladeş Sivil Savunma Birimi yetkilisi Lima Khanam, kurtarma çalışmaları esnasında 30 yanmış ceset bulunduğunu bildirdi. Yolcular arasında kurtulanların vücutlarında yanıklar olduğu belirtilirken kazayla alakalı arama kurtarma çalışmalarının devam ettiği kaydedildi.

Kurtarma operasyonun başındaki itfaiye görevlisi Kamaluddin Bhuiyan yangının başlama noktasının makine dairesi olabileceğini belirtti. Bhuiyan iki saat süren operasyon sonucu yangının kontrol altına alındığını söyledi. 

Feribotun başkent Dakka’dan Barguna’ya sefer yapmakta olduğu açıklandı. İtfaiye görevlisi Fazlul Hak, kurtarma ekiplerinin 39 cesede ulaştığını bildirirken ağır yanıkları olan 7’si ağır 72 kişinin de Dakka’da hastaneye kaldırıldığı biliniyor. 

Kaynak: Euronews

İrem Damla MİRZA

 

GOLAN TEPELERİ’NDEKİ YERLEŞİMCİ SAYISI İÇİN PLAN AÇIKLANDI

İsrail hükümeti, savaşla Suriye’den aldığı Golan Tepeleri’ndeki yerleşimci sayısını iki katına çıkaran bir planı hayata geçireceğini duyurdu.

Flash90

Tel Aviv yönetimi, Suriye ve Lübnan sınırına yakın Golan Tepeleri’ndeki Kibbutz Mevo Hama’da kabine toplantısı düzenledi. Kabine tarafından onaylanan bir taslak uyarınca, İsrail’in bölgedeki ana yerleşim yeri olan Katzrin’de ve daha küçük Yahudi topluluklarında yaklaşık 7 bin 300 yeni konut inşa edilmesi, iki yeni yerleşim yeri kurulması ve bölgeye 23 bin yeni yerleşimci taşınması planlanıyor. Söz konusu projenin 317 milyon dolara mal olması bekleniyor.

İsrail Başbakanı Naftali Bennett, toplantıda yaptığı konuşmada Hedefimiz uzun ve statik yıllardan sonra Golan Tepeleri’nde yerleşimi ikiye katlamaktır.” dedi. Trump yönetiminin İsrail’in Golan Tepeleri’ndeki egemenliğini tanıdığını ve Biden yönetiminin bu karara itiraz etmeyeceğini kaydeden Bennett, “Suriye’deki savaşın İsrail’in bölgeyi kontrol etmesi fikrini uluslararası müttefikleri için daha kabul edilebilir hale getirdiğini” savundu.

Yahudi yerleşim birimleri Birleşmiş Milletler tarafından yasadışı olarak kabul edilirken İsrail, işgal altındaki Filistin ve Suriye topraklarındaki yerleşim birimlerinin inşasının Orta Doğu barış sürecini baltaladığı konusunda defalarca uyarıldı. İsrail’in bu adımla bölge üzerindeki kontrolünü sağlamlaştırmasının bölgede hak iddia eden Suriye ile arasında gelecekte krize yol açabileceği yorumları yapılıyor. 

Kaynak: Euronews, Gündem Ortadoğu

Aybüke ÖZBUĞUTU

Uluslararası Gündem Uluslararası Gündem Uluslararası Gündem Uluslararası Gündem Uluslararası Gündem Uluslararası Gündem

AVRUPA’DAKİ TOPLUMSAL CİNSİYET HAREKETİNE İSVİÇRE DE EKLENDİ

İsviçre vatandaşları, Sivil Sicil Dairesi’ni ziyaret ederek 1 Ocak’tan itibaren cinsiyetlerini yasal olarak değiştirebilecek. Böylece bir kişinin tıbbi gerekçe sunmadan yasal olarak Avrupa’da cinsiyetin değiştirebildiği İrlanda, Belçika, Portekiz ve Norveç’ten sonra İsviçre beşinci ülke olacak. 

Medeni kanununa yeni eklenen kurallara göre yasal vasilik altında olmayan 16 yaş ve üstü herkes nüfus müdürlüğünü bilgilendirerek cinsiyetini ve adını değiştirebilecek. 16 yaşından genç olanların bu haklardan faydalanabilmesi için koruması altında olduğu kişilerin onayı gerekecek.

Reuters

Daha önce trans bireylerin cinsiyet değişimi talepleri için bir sağlık sertifikası isteniyordu. Eylül ayında yapılan referandumla İsviçre’de eşcinsel evlilikler ve eşcinsel çiftlerin çocuk edinebilmelerini yasalaştıran teklif kabul edilmişti.  

Uzun zamandır sosyal yapısındaki muhafazakarlığı ile bilinen bilinen İsviçre’deki yarı özerk bölgelerde bir kişinin cinsiyetini yasal olarak değiştirmek için hormon tedavisi veya anatomik geçiş yapması gerekiyordu. Şimdi ise bir isim değişikliği için yalnızca yeni bir ismin gayri resmi olarak birkaç yıldır kullanıldığına dair kanıt gerekiyor.

Kaynak: Euronews, Reuters

Aybüke ÖZBUĞUTU

 

“İLK TOPLANTI MOSKOVA’DA GERÇEKLEŞECEK”

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, 2021’e dair düzenlenen dış politika değerlendirme toplantısında gazetecilerin sorularını yanıtladı. Ermenistan ve Türkiye’nin özel temsilcileri arasında yapılması öngörülen görüşmelere ilişkin, her iki tarafın özel temsilcilerini atadığını ve Ermenistan’ın arzusu üzerine ilk toplantının Moskova’da gerçekleşeceğini bildirdi.

İHA

Görüşmelerin takviminin belli olup olmadığına dair sorular üzerine Çavuşoğlu: “Her iki taraf da özel, bundan sonra tabii özel temsilcilerin telefonla önceden görüşüp ikili yüz yüze görüşme için tarih belirlemesi gerekiyor, yerin belirlenmesi gerekiyor.” dedi. “Bizim edindiğimiz izlenime göre ilk toplantı, Ermenistan’ın böyle bir arzusu var, Moskova’da gerçekleşecek. İlk toplantının dışında temasların biz doğrudan olmasını arzu ediyoruz.” diye ekledi.

İstanbul-Erivan uçuşlarının yakında başlayacağını da bildiren Çavuşoğlu, Ermenistan-Türkiye arasında karşılıklı ziyaretler dahil doğrudan temasa geçilerek ilişkilerin normalleşmesi konusunda atılacak adımlarla ilgili yol haritası belirlenmesinin gerektiğini söyledi.

Ermenistan ile ilişkilerinin normalleştirilmesi sürecinde Azerbaycan ile istişare ve eşgüdümün önem arz ettiğini kaydederken “Umarım Ermenistan bu çizgide devam eder. (Ermenistan’ın) Mesajları olumlu ama eylemleri görmek istiyoruz. Üçlü şekilde adımları da atabiliriz.” ifadelerini kullandı.

Kaynak: Euronews, CNN Türk                                                             

Aybüke ÖZBUĞUTU

 

Orta ve Doğu Avrupa Ülkelerinde Liberal Demokratik Dönüşüm Süreci: Polonya ve Macaristan Örnekleri

Özet

Bu makale, 2019-2021 yıllarına odaklanarak Macaristan ve Polonya’daki liberal demokratik uygulamaların ihlallerini analiz etmektedir. Orta ve Doğu Avrupa’daki demokratik yolları göz önüne alındığında, iki ülke komünizm sonrası dönemden demokrasiye “geçiş ülkeleri” olarak tanımlanır. Öte yandan demokratik olmayan ve otoriter rejimlerdeki hükümetler, doğal olarak liberal demokrasinin tanımını kendi kişisel güçlerine kadar genişletmeye ve onu meşru bir seçenek olarak sunmaya çalışırlar. Bu bağlamda, “demokratik gerileme” (democratic backsliding) eleştirisi ve “iç meşruiyet” olmak üzere iki farklı yön tespit edilmiştir. Ayrıca bu çalışma, COVID-19 pandemisinin etkisini dikkate alarak pandeminin Macaristan ve Polonya’da demokratik çöküş oranını ve illiberal demokrasinin ortaya çıkması üzerindeki etkisini incelemektedir. Bu çalışmanın hipotezi, iki hükümetin kendi iç meşruiyetlerini kullanarak demokratik sapmaların yol açtığı kontrollü bir anarşiye yönelik Covid-19 krizinden yararlandığı ve önemli ölçüde başarılı olduğudur. Ancak bir yıl sonra yönetim zayıflıklarının ortaya çıkışı ve öte yandan da demokrasiden memnuniyetsizlikten dolayı vatandaşlar tarafından bu yönetişime olan rağbet keskin bir şekilde düşmüştür. Son olarak iki ülke demokratik yozlaşma ve liberal demokrasinin rotasyon açısından karşılaştırılarak, Avrupa Birliği ile dayanışma dereceleri ve illiberal hükümetlerin riski incelenmiştir. Bu makalede, illiberal fikirlerin doğası gereği demokratikleşmeyi baltalayabildiği ve dolayısıyla Avrupa Birliği’nin demokratik ilkeleri ve değerlerine bir tehdit olarak görüldükleri sonucuna varılmıştır.

Anahtar kelimeleri: Orta ve Doğu Avrupa, İlliberal demokrasi, Demokratik gerileme, Covid-19.

Abstract

This article analyzes violations of liberal democratic practices in Hungary and Poland, focusing on the years 2019-2021. Given their democratic paths in Central and Eastern Europe, the two countries are described as “transition countries” from the post-communist era to democracy. On the other hand, governments in non-democratic and authoritarian regimes naturally try to extend the definition of liberal democracy to their personal strength and present it as a legitimate option. In this context, two different aspects have been identified, namely the criticism of “democratic backsliding” and “internal legitimacy”. Also, taking into account the impact of the COVID-19 pandemic, this study examines the rate of democratic collapse and its impact on the emergence of illiberal democracy in Hungary and Poland. The hypothesis of this study is that the two governments, using their own internal legitimacy, benefited from the crisis of the Covid-19 epidemic towards a controlled anarchy caused by democratic deviations and were significantly successful. However, a year later, the popularity of this governance by the citizens dropped sharply due to the emergence of governance weaknesses and, on the other hand, dissatisfaction with democracy. Finally, the degree of solidarity with the European Union and the risk of illiberal governments were examined by comparing the two countries in terms of democratic corruption and rotation of liberal democracy. Finally, in this article, it is concluded that in these populist countries, the ideas of illiberalism can undermine the linear reading of democratization by nature and can be seen as a threat to the democratic principles and values ​​of the European Union.

Keywords: Central-Eastern Europe, illiberal democracy, Democratic backsliding, Covid-19.

Giriş 

Son on yılda, Orta ve Doğu Avrupa’da demokrasinin kötüye gittiğine dair bilimsel bir fikir birliği ortaya çıkmış ve bu eğilim genellikle “demokratik gerileme” etiketi altında toplanmıştır (Krastev, 2016: 35; Sedelmeier, 2014: 105). Ayrıca, bu ülkelerde, liberal demokraside bir “dönüşüm” olduğu, yani demokratikleşmenin gerçek sonuçlarından memnuniyetsizlik olduğu yönünde endişe verici bir eğilim tespit edilmiştir (Levitsky ve Way, 2015: 45). Levitsky ve Ziblatt tarafından 2018’in başlarında, “demokrasilerin tankların ve generallerin değil, seçilmiş hükümetlerin elinde ölmesidir” şeklinde vurgulanmıştır (Levitsky ve Ziblatt, 2018). Bununla birlikte, ortaya çıkan bu paradigmada, orantısız bir şekilde en dramatik iki duruma, Polonya ve Macaristan’a odaklanılmıştır. Bu bağlamda, Macaristan’da, 2010’dan beri demokratik bir gerileme yaşanmış, Polonya’da ise, neredeyse 30 yıllık demokratik gelişmeye rağmen 2015’ten beri ciddi bir demokratik gerileme tespit edilmiştir (Ágh, 2016: 13; Bánkuti vd., 2015: 1; Grzymala-Busse, 2018: 97; Körösényi ve Patkós, 2017: 321).

Bu makalede, Orta ve Doğu Avrupa’da kat edilmiş demokratik yollar incelenmekte ve bu paradigmanın ampirik ve tematik önyargıları açıklanmaya çalışılmaktadır. Crothers’in tanımına göre (2002: 6-7), Polonya ve Macaristan, komünizm sonrası dönemden demokrasilere “geçiş ülkeleri”dir. Bu kapsamda makalede, öncelikle komünizm sonrası Orta ve Doğu Avrupa’nın demokratikleşme yolu açıklanmaktadır. Çalışmanın ilerleyen bölümlerinde, Macaristan ve Polonya’daki demokratik dönüşüm ve liberal-demokratik değerlerin ihlalleri, 2019-2021 dönemi özelinde odaklanılarak değerlendirilmiştir. Buna paralel olarak 2019-2020 Demokrasi Endeksi, Polonya ve Macaristan’daki demokratikleşme sürecinin çok zayıf olduğunu göstermektedir (Lindberg, 2021). Bu bağlamda, Rhoden’a göre (2015: 560), demokratik olmayan hükümetler ve otoriter rejimler, doğal olarak liberal demokrasinin tanımını kendi kişisel güç bağlamlarına genişletmeye ve onu meşru bir seçenek olarak sunmaya çalışırlar. Bununla birlikte, bu çalışmanın hipotezi, Polonya ve Macaristan’daki liderlerin, yarattıkları “demokratik gerilemeyi” illiberal demokrasi kavramını kapsamında meşrulaştırmaya çalıştıkları yönündedir. Her iki hükümette de, insan hakları ve sivil toplumun temel kurumları popülist partinin ihtiyaçlarına göre ayarlanmıştır. Bu çalışma kapsamında ortaya çıkan soru, Farid Zakaria’nın 1997’de ve Victor Orban’ın 2011’de ifade ettiği ‘illiberal demokrasi’nin (Bíró-Nagy, 2017: 31; Rensmann vd., 2017: 106) gerçekten politik olarak geçerli bir kavram mı yoksa sadece otoriter hükümetlerin sistemlerine uydurdukları bir kılıf mı olduğu sorusudur. Bunun yanında, Covid-19 salgını krizinin ilk dalgası göz önüne alındığında, iki hükümetin kendi iç meşruiyetlerini kullanarak, demokratik sapmaların yol açtığı kontrollü bir anarşiye yönelik Covid-19 salgını krizinden yararlandığı ve önemli ölçüde başarılı olduğu söylenebilir (Eurobarometer, 2020: 5). Ancak, bir yıl sonra yönetim zayıflıklarının ortaya çıkışı ve öte yandan da demokratik anlamda memnuniyetsiz vatandaşların bu yönetişime olan kabulleri de keskin bir şekilde düşmüştür (Eurobarometer, 2021: 9). Son olarak, iki hükümet karşılaştırıldığında, Macaristan’ın kesin bir illiberal-demokratik dönüşün eşiğinde olduğunu gösterilmiş ve öte yandan Polonya’nın ideolojik olarak tamamen liberal bir demokrasi olarak kabul edilebilmesine rağmen, Macaristan kadar başarılı olmadığını tespit edilmiştir (Havlík ve Hloušek, 2021: 130-1). Bunun dışında, iki ülkenin de Avrupa Birliği üyesi olmalarına rağmen, Polonya ve Macaristan’ın Brüksel’e yönelik eleştirileri, güçlü AB karşıtı politika ve tutumlara sahip olduklarını göstermektedir (Csehi ve Zgut, 2020: 1). Neticede, AB üye ülkelerindeki illiberal demokrasi ve demokratik yolsuzluk riski, demokrasi ve AB değerlerinin korunması açısından incelenmektedir. Nitekim, bu illiberal ülkeler, demokratikleşmenin doğrusal okumasını baltalayabilir ve Avrupa Birliği’nin demokratik ilke ve değerlerine bir tehdit oluşturabilirler. (Ágh, 2016: 6).

1. Orta ve Doğu Avrupa’da Demokratik Dönüşüm Süreci

1990’dan bu yana, uluslararası aktörlerin dünya çapında demokratikleşme üzerindeki daha büyük ve görünüşte daha yapıcı etkisi, kısmen Soğuk Savaş’ın sona ermesine bağlanabilir. ​Batı’nın anlatımlarına bakıldığında, Orta ve Doğu Avrupa’nın demokratikleşmesi ve AB’ye katılması bir koz olarak ve aynı zamanda bir demokratik başarı öyküsü olarak görülüyordu (Vachudová, 2006: 4). Ancak, Rakner, vd.’ne göre, 1990’larda Sovyetler Birliği’nin çöküşünü izleyen “demokratik iyimserlik” illiberal değerlere sahip melez rejimlerin ortaya çıkmasına yol açılmıştır. Öyle ki Batılı devletler, demokratik konsolidasyonun kendiliğinden gerçekleşeceğini varsaymış ve demokrasinin alternatiflerini göz ardı etmişlerdir (Rakner vd., 2007: 11). Diğer yandan, Bakke’ye göre (2010: 64), komünizmin çöküşünden yirmi yıl sonra, sivil toplumun zayıflığı ve düşük katılım nedeniyle, partiler “elit kulüpler” haline gelerek demokrasi anlamında zorluklarla karşı karşıya kalmışlardır. Bunun dışında, bu zorlukların, genellikle komünist ya da komünizm öncesi otoriterizmin mirası ya da geçiş dönemi siyasetinin güçsüz sivil toplumlarının yan etkileri olarak anlaşılan “düşük kaliteli demokrasi” sorunlarının ötesine geçtiği konusunda yaygın bir fikir birliği vardır (Pop-eleches ve Tucker, 2011: 380). 

Demokratik gerilemenin yeni dinamikleri, bir zamanlar demokratik ülkeler olarak tanımlanan Macaristan ve Polonya’nın dönüşümü ile gösterilebilir (Csehi, Zgut, 2020: 11). Macaristan ve Polonya, sırasıyla 2010 ve 2015 yıllarında, illiberal demokrasiye yeniden yapılanmalarına başlamışlardı (Drinóczi ve Bień-Kacała, 2020: 171). Bu ülkelerin iktidar partileri, seçim sürecini kendi lehine çevirmiş, devlet kurumları, medya ve sivil toplum üzerindeki partizan kontrolünü genişletmiş, solcu ve liberal muhalifleri milli birliğe yabancı olarak tanıtan sert bir anti-liberal ideolojiyi geliştirmişlerdir (Sata ve Karolewski, 2020: 206; Markowski, Tworzecki, 2020; Guasti, 2020: 54). Polonya ve Macaristan, Doğu-Orta Avrupa’daki demokrasi düzeylerinde en büyük ve en keskin düşüşleri temsil etmekte ve bölgedeki daha önceki olumlu demokratikleşme beklentileriyle ciddi bir şekilde çelişmektedir (Csaky, 2020: 18; Lindberg, 2021). Bununla birlikte, Macaristan ve Polonya, Orta ve Doğu Avrupa’daki demokratik-liberal gerilemenin en bariz örnekleri olduğundan, araştırmacılar bu düşüşün arkasında çok çeşitli kilit faktörleri belirlemişlerdir. AB’nin katılım koşullarının kaldırılması (Rupnik, 2007: 20; Sedelmeier, 2014: 105), AB’nin demokratik gerilemeye yaşayan üye devletlerine olan yaptırım uygulayamaması (Bellamy, Kröger, 2021: 2; Blauberger, van Hüllen, 2021: 1) ve kutuplaşmış popülist rekabetin kurumsallaşmış kalıpları (Enyedi, 2016: 210) gibi karakteristikler bu anlamda belirlenmiştir. Yukarıda bahsedilenler, demokratik kurumların bozulmasıyla bu iki ülkede otoriter rejim için olası bir eğilim olarak görülebilir. İlerleyen bölümlerde, bu iki ülkedeki demokratik gerileme ve illiberal eğilimlerin biçimlerini ortaya çıkarma girişimlerinden kaynaklanan bazı teorik ve karşılaştırmalı konular kısaca analiz edilecektir. 

2. İlliberal Demokrasi ve Demokratik Gerileme

Öncelikle, Polonya ve Macaristan hükümetleri tarafından Brüksel’e yönelik eleştiriler, bu ülkelerin güçlü AB karşıtı politikaları ve tutumlarını göstermektedir (Csehi ve Zgut, 2020: 1). Ayrıca, bu iki ülkenin, diğer Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında, tutumlarının farklılaştığı görülebilmektedir. Taggart ve Szczerbiak’a göre (2018: 1194), Avrupa Birliği’nin yaşadığı Euro bölgesi krizi, göçmen krizi, Avrupa Parlamentosu’nda Avrupa şüpheciliğinin yükselişi ve nihayetinde Brexit ve Covid-19 salgını gibi krizler, Orta Avrupa’nın komünizm sonrası ülkelerin politikaları üzerinde ciddi etkiler bırakmıştır. 2004’ten önceki kurumsal değişim, her devlet için baskın bir Avrupalılaşma stratejisinin sonucu olduğu ve bu süreç dört hükümette yer aldığı gerçekleştirmiştir. Demek ki, Orta Avrupa ülkeleri Avrupa Birliği’ne katılıp AB politikasının liberal-demokratik doğasına ilişkin iddiaları görünce, bu hükümetlerin milliyetçiliğini ve illiberalizmini kışkırtmışlardır. Dolayısıyla, Macaristan ve Polonya’da geçtiğimiz yıllarda gözlemlendiğine benzer, Avrupa devletlerinin liberal değerlerini sorgulayan stratejilerle, belirli bir yönetişim karakterinin kuruluşunu tanımlamaya veya kurmaya çalışmışlardır (Hlousek ve Fiala, 2020: 1). Ancak burada akıllara gelen soru şu: İlliberal demokrasinin ve demokratik gerilemenin ortaya çıkmasına neden olan faktörler nelerdir? Rakner, Menocal ve Fritz, 1990’larda Sovyetler Birliği’nin çöküşünü izleyen “demokratik iyimserliğin” illiberal değerlere sahip melez rejimlerin ortaya çıkmasına yol açtığını öne sürmüştür. Çünkü Batılı güçler, demokratik konsolidasyonun kendiliğinden gerçekleşeceğini varsaymış ve alternatifleri göz ardı etmişlerdir (Rakner Menocal ve Fritz, 2007: 11). Diğer yandan, Crothers’in tanımına göre, diktatörlükten uzaklaşan herhangi bir ülke, demokrasiye geçiş yapan bir ülke olarak kabul edilebilirdir. ”Geçiş ülkeleri”, açılım ve atılımdan konsolidasyona giden bu varsayılan yolda istikrarlı bir şekilde ilerleyebilir veya bu yönde geride kalabilir ya da durgunlaşabilir (Carothers, 2002: 6-7). Nyyssönen’in bakış açısına göre, Polonya ve Macaristan, yalnızca otoriterlik ve komünist yönetimle yüzleşmekle kalmayıp, aynı zamanda komünizmi parçalamakta yeterince ileri gitmemiş olan kusurlu demokrasilerdir. Başka bir deyişle, “komünizm” ile “liberalizm”i birleştirerek hükümetlerini meşrulaştırmışlardır (Nyyssönen, 2018: 6). 2014’te Viktor Orbán, Macaristan’ı “illiberal bir devlet” olarak adlandırmıştır. Ona göre illiberal, liberalizmin temel değerlerini reddetmez, ancak onları devlet örgütlenmesinin merkezi bir unsuru olarak benimsemezdir (Bíró-Nagy, 2017: 31; Rensmann, De Lange, ve Couperus, 2017: 106). 1997’de Fareed Zakaria, İlliberal Demokrasinin Yükselişi, başlıklı makalesinde demokrasi ve liberalizm arasında önemli bir ayrım yapmıştır. Ona göre demokrasi, liderlerin seçilmesi sürecinden geçse de, halkın katılımına bağlı olmaktadır. Buna karşılık liberalizm, siyasi hayatı şekillendiren normlar ve uygulamalar ile ilgilidir. Öte yandan, “demokratik olmayan bir şekilde seçilmiş rejimler, yetkileri üzerindeki anayasal sınırları rutin olarak görmezden gelmekte ve vatandaşların temel hak ve özgürlüklerden yoksun bırakmaktadır” diye ifade etmiştir (Zakaria, 1997). Öte yandan, Victor Orban’ın en zorlu çabalarından biri, “illiberal” demokrasiyi “Hıristiyan demokrasisi” ile eşit tutmasıdır. Ama önemli olan nokta, Hristiyan demokratların da popülist doğalarına rağmen liberal demokrasilere mensup olmalarıdır. Neticede, 2018 yılında, Orban’ın Băile Tuşnadının yıllık konuşmasında, illiberal demokrasiyi yararlı bir şekilde muğlak bir kavrama dönüştürmüş ve o zamandan beri bu ilk olumsuz kavram, Orbán’ın ‘Hıristiyan demokrasisi’ versiyonuyla özdeşleştirilmesiyle meşrulaştırılan olumlu bir kavram haline getirilmiştir (Plattner, 2019: 5; Nyyssönen ve Metsälä, 2020: 1; Tóth, 2014). Bununla birlikte, illiberal demokrasi, yapım aşamasında olan bir kavramdır. Üstelik, demokrasi ve diktatörlük arasında sorunlu bir gri bölge oluşturan daha az demokratik devletler için bir şemsiye olabilir (András, 2019; Procházka, Cabada, 2020: 4). Son olarak, illiberalizm, sivil özgürlükleri ve liberal kurumları baltaladığı ve toksik kutuplaşmayı körüklediği için demokrasilerin istikrarına meydan okunur (Lührmann, vd., 2020: 11).

3. Polonya ve Macaristan’da Kusurlu Demokrasinin Gölgesinde İlliberal Eylemleri

Bu bölümün bulguları sunulmadan önce, bu çalışmanın bağımlı değişkenin varyasyonu gerçek ve araştırmaya değer olduğu göstermek için ilk olarak ampirik bulmacanın tartışılması önemlidir. Bu amaçla, illiberal ve demokratik gerilemenin yükselişte olduğu Macaristan ve Polonya ülkelerindeki güvenirlik seviyesi gerçek veriler kullanılarak meydana okunmaktadır. 1’den 10’a kadar bir ölçekte, AB’de ulusal hükümetlere olan ortalama güven seviyesi Nisan’da 4,8’den Temmuz’da 4,6’ya düşmüştür. Bu bağlamda, 1’den 10’a kadar bir ölçekte ulusal hükümete olan ortalama güveni (1’i en düşük ve 10’u en yüksek) incelenmiştir (Sugue, 2020).

Şekil 1: 1’dan 10’a kadar bir ölçekte, politikacılara ne kadar güveniyorsunuz? Kaynak: (Sugue, 2020), (grafik, kaynağın verilerini kullanılarak yazar tarafından tasarlanmıştır).

 

Şekil 1’de, 2020’de AB vatandaşlarına ‘1’dan 10’a kadar bir ölçekte, politikacılara ne kadar güveniyorsunuz’ sorulan soruyu dikkate alınarak, verilen cevaplar ülkelere göre ayırarak grafik halinde gösterilmiştir. Grafikte, iki ülkenin vatandaşları politikacılara en düşük güven düzeyi olduğu gösterilmektedir. Ayrıca, Macaristan ve Polonya ülkelerin tamamı AB ortalamasının altında kalmıştır.

 

 

 

Şekil 2: Polonya ve Macarıstan Ülkelerinde liberal demokrasine verilen destek. Kaynak: (Hajdu ve Klingová, 2020), (grafik, kaynağın verileri kullanılarak yazar tarafından tasarlanmıştır).

Şekil 2’de Globsec raporundaki vatandaşlara ‘Düzenli seçimler ve liberal bir demokrasiye sahip olmak veya oy kullanması gerekmeyen güçlü bir lidere sahip olmayı tercih edersiniz’ diye sorulan iki soruyu ele alınarak şekil 2’de gösterilen grafik çizilmiştir. Sonuç olarak, grafiğe göre, Polonya ve Macaristan ülkelerinde demokrasiden ve mevcut hükümetten memnuniyet seviyesinin düşük olduğu gösterilmektedir.

Bu bölümde tartışılan temel argüman, Covid-19 pandemisinin iki ülkedeki otoriter ve illiberal hükümetlere liberal demokrasinin bazı kontrol ve dengelerini devirme ve vatandaşlık haklarını askıya alma fırsatı verdiği gerçeğine dayanmaktadır. Aslında, V-Dem Enstitüsü (The V-Dem Institute) tarafından yakın zamanda yapılan araştırmaya göre, “demokrasilerin olağanüstü hal altında, olağanüstü hal olmadığı durumlara karşın, yüzde 75 daha fazla aşınma olasılığının olduğunu” ortaya koymaktadır (Lührmann vd., 2020). Burada ortaya çıkan hipotez, otoriter hükümetlerin iktidara gelip bir kriz yaşadıklarında, onların kriz sırasında yönetim zayıflıkları görülebilmesidir. Bu hipotezi ispatlamak için 2020 ve 2021 yıllarına ait Eurobarometer raporlarından yararlanılmıştır. Covid-19 pandemisinin ilk dalgası ve bu ülkelerin aldığı önlemler dikkate alındığında, 2021 yılında geçen yıla ait verilere kıyasla, bu iki ülkede hükümetin eylemlerinden duyulan memnuniyetsizliğinin en yüksek seviyeye ulaştığını göstermektedir.

Şekil 3: Koronavirüsle mücadele için ulusal hükümet önlemlerinden memnuniyeti. Kaynak: (Eurobarometer, 2020: 5), (Yazar tarafından tasarlanmıştır).
Şekil 4: koronavirüsle mücadele için ulusal hükümet önlemlerinden memnuniyeti.
Kaynak: (Eurobarometer, 2021: 9), (Yazar tarafından tasarlanmıştır.)

Şekil 3’te gösterilen grafik, bu ülkelerin vatandaş memnuniyetindeki artışı göstermekte, ancak Şekil 4’te illiberalizm süreci ve demokrasi rotasyonu nedeniyle memnuniyetsizlik seviyesi en yüksek noktasına ulaşmsı açık bir şekilde gözlenebilmektedir.

4. Macaristan ve Polonya’da İlliberal Demokrasinin Derecesinin ve Avrupa Birliği ile Dayanışmalarının Ölçülmesi

Havlik ve Hloušek’e göre, illiberalizmin tezahürleri açısından, iki ülkenin illiberalizmi geliştirmediğini göstermektedir. Son yıllarda, Macaristan ve Polonya kendilerini önemli ölçüde farklı olarak sunmuşlardır. Macaristan hükümeti tam olarak illiberal demokrasi ve Polonya’nın hükümeti yarı illiberal demokrasi olarak tanımlanabilmektedir. Elbette, Polonya’nın ideoloji açısından oldukça illiberal, ancak uygulama açısından şimdiye kadar Macaristan kadar başarılı olmamıştır (Havlík ve Hloušek, 2021: 130-1). Bu bağlamda, Polonya ve Macaristan devletlerinin tarafından Brüksel’e yönelik eleştirileri, bu ülkelerin güçlü AB karşıtı politikalar ve tutumlarla karakterize edildiğini göstermektedir (Csehi ve Zgut, 2020:1). Bu iki ülke, diğer Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında tutumlarının farklılaştığı görülebilmektedir. Taggart ve Szczerbiak’ın makalesinde, Avrupa Birliği’nin yaşadığı Euro bölgesi krizi, göçmen krizi, Avrupa Parlamentosu’nda Avrupa şüpheciliğinin yükselişi ve nihayetinde Brexit ve Covid-19 salgını gibi krizler Orta Avrupa’nın komünizm sonrası ülkelerinde parti politikası üzerinde özel bir etkisi olmuştur. Sonuç olarak siyasi söylemin değiştiği ve Orta Avrupa’da birçok vatandaşın ve siyasi elitin tercihi haline geldiği söylenebilir (Taggart ve Szczerbiak, 2018: 1194). Bustikova ve Guasti, Orta Avrupa ülkelerindeki liberal normlar karşısında toplumun doğal büyüme ve olgunluktan yoksun olmasının, onları AB’ye karşı karşıya getiren faktörlerden biri olduğunu savunmuştur (Bustikova ve Guasti, 2017: 170). 2004’ten önceki kurumsal değişim, her devlet için baskın bir Avrupalılaşma stratejisinin sonucu olduğu ve bu süreç iki hükümette yer aldığı gerçekleştirmiştir. Demek ki, Orta Avrupa ülkeleri Avrupa Birliği’ne katıldığında, AB politikasının liberal-demokratik doğasına ilişkin iddiaları ile üye devletlerde olan gerçek uygulamaları arasında paradoksları görünce, bu hükümetlerin milliyetçiliğini ve illiberalizmini kışkırtmışlardır. Dolayısıyla, Macaristan ve Polonya’da geçtiğimiz yıllarda gözlemlendiğine benzer, Avrupa devletlerinin liberal değerlerini sorgulayan stratejilerle, belirli bir yönetişim karakterinin kuruluşunu tanımlamaya veya kurmaya çalışmışlardır. Bununla birlikte, bu gelişmeleri yeni bir kritik dönemeç olarak kabul eden yazarlar, bunun Orta Avrupa’nın liberal demokratik kurumlarını zayıflatmayacağını, aksine pekiştirmeye hizmet edeceğini ifade etmişlerdir (Hlousek ve Fiala, 2020: 1). Burada ortaya çıkan soru, demokrasi ve AB değerlerinin korunması açısından, AB üye ülkelerinde illiberal demokrasi ve demokratik yolsuzluk tehlikesi nedir? Ágh’a göre, bu iki ülkede “popülist bir dönüşüm” yaşanmış olduğu varsayılırsa, demokratikleşmenin doğrusal okumasını sorgulamakta ve Avrupa Birliği’nin demokratik ilke ve değerlerine yönelik tehdit olduğu söylenebilir (Ágh, 2016: 6). Öte yandan, Tomini ve Gürkan’ın araştırmasına göre AB, bölgesel nedenlerle otoriterleşmeye isteyen iç aktörlerin fayda maliyet ve hesaplamasına müdahale etmektedir. Bu tutum, zaten liberal demokrasi için normatif bir tercih geliştirmiş olan ülkeleri de içerir. Siyasi seçkinler ne kadar otoriter bir yol izlerler ise, bu ülkelerin AB ile ilişkileri o kadar kötü olacaktır. Çünkü, AB’nin demokrasi ve hukukun üstünlüğü konusundaki normatif gerekliliklerine uyulmaması durumunda, onların otoriterlik dönüşüm projeleri için çok maliyetli hale gelecektir (Tomini ve Gurkan, 2020: 295). Son olarak, Roloff’un bakış açısına göre, AB’nin demokrasiyi savunma konusunda daha titiz bir şekilde hareket etmesi ve AB’nin herhangi bir üye ülkesinde otokratik yönetimin her türlü cazibesine karşı sıfır tolerans politikası izlemesi gerekmektedir. Avrupa Birliği’nin güvenilirliği, büyük ölçüde illiberal demokrasilere karşı mücadeleye ve temel hakları COVID-19’un olumsallığının sınırlı bir zaman çerçevesinin ötesinde kısıtlamaya yönelik herhangi bir eğilime bağlı olmaktadır (Roloff, 2020: 35). 

Sonuç

Sonuç olarak, 1990’larda Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana “demokratik iyimserliğin” illiberal değerlere sahip otoriter rejimlerin ortaya çıkmasına neden olduğu ileri sürülmüştür. Komünizmin çöküşünden yirmi yıl sonra, sivil toplumun zayıflığı ve düşük katılım nedeniyle, Doğu ve Batı Avrupa ülkeleri bölgede ciddi demokratik zorluklarla karşı karşıya kalmıştır. Bu nedenle komünizmden demokrasiye geçiş yapan ülkeler veya komünist otoriterliğin mirası olarak anlaşılabilirler. Ayrıca, demokratik gerilemenin etkileri, bir zamanlar demokratik olan Macaristan ve Polonya tarafından en iyi şekilde gösterilmektedir. Macaristan ve Polonya, sırasıyla 2010 ve 2015 yıllarında, illiberal yeniden yapılanmalarına başlamışlardır. Ayrıca bu çalışmada, mevcut Polonya ve Macaristan hükümetlerinin Avrupa Birliği’nin dayandığı değerleri ortadan kaldırmanın yanı sıra, iç meşruiyet uygulayarak farklı bir tavır aldıkları vurgulanmaktadır. 

Victor Orban’ın 2014’teki yıllık konuşması, Băile Tuşnad, politik felsefesinin özü olarak kabul edilir. Orban, Hristiyan demokrasisini illiberal demokrasiyle eşitlemiş, çünkü Hristiyan geleneklerini liberal değerlere karşı görmüştür. Bunun yanında, bu çalışmada, Eurobarometer 2020 ve 2021 raporları kullanılarak, Polonya ve Macaristan’da illiberal demokrasi eğiliminin belirgin olduğunu, Covid-19’un patlak vermesiyle yoğunlaştığı ve Avrupa entegrasyonunun mevcut zorluklarından biri haline geldiği söylenebilir. Demokrasi Endeksi’ne göre şu anda her ikisi de kusurlu demokrasiler olarak bilinir. Ama, iki ülke karşılaştırdığında, illiberalizmi geliştirmediğini göstermektedir. Bu bağlamda, Macarıstan’nın hükümeti tam olarak illiberalizm demokrasi ve Polonya’nın hükümeti yarı illiberalizm demokrasi olarak tanımlanabilmektedir. 

Polonya ve Macaristan devletleri tarafından Brüksel’e yönelik eleştirileri, bu ülkelerin güçlü AB karşıtı politikalar ve tutumlarla karakterize edildiğini göstermektedir. Bu tutumun nedeni Taggart ve Szczerbiak’ın makalesinde şu şekilde ifade edilebilir; Avrupa Birliği’nin yaşadığı Euro bölgesi krizi, göçmen krizi, Avrupa Parlamentosu’nda Avrupa şüpheciliğinin yükselişi ve nihayetinde Brexit ve Covid-19 salgını gibi krizler Orta Avrupa’nın komünizm sonrası ülkelerinde parti politikası üzerinde özel bir etki olmuştur. Sonuç olarak siyasi söylemin değiştiği ve Orta Avrupa’da birçok vatandaşın ve siyasi elitin tercihi haline geldiği söylenebilir ( Taggart ve Szczerbiak, 2018: 1194). Son olarak, demokrasi ve AB değerlerinin korunması açısından, AB üye ülkelerinde illiberal demokrasi ve demokratik yolsuzluk riskini incelenmiştir. Sonuçta bu popülist ülkeler, demokratikleşmenin doğrusal okumasını baltalanabilir ve Avrupa Birliği’nin demokratik ilke ve değerlerine bir tehdit olarak görülebilirler. Ayrıca, AB’nin güvenilirliği büyük ölçüde illiberal demokrasilere ve demokratik gerilemelere sahip ülkelere karşı mücadeleye bağlıdır.

Shideh GHANBARI

Uluslararası İlişkiler Teorileri Staj Programı

Kaynakça

Ágh, A. (2016). ‘The Decline of Democracy in East-Central Europe: Hungary as the Worst-Case Scenario’. Problems of Post-Communism, 63(5–6), 277–287. https://doi.org/10.1080/10758216.2015.1113383.

András, B. (2019). The Shadows of ‘Illiberal Democracy. Erişim Adresi: https://www.filodiritto.com/shadows-illiberal-democracy.

Bakke, E. (2010). Central and East European party systems since 1989. In Central and East European party systems since 1989. New York: Cambridge University Press.

Bellamy, R., Kröger, S. (2021). Countering Democratic Backsliding by EU Member States: Constitutional Pluralism and ‘Value’ Differentiated Integration. Swiss Political Science Review. https://doi.org/10.1111/spsr.12448.

Bíró-Nagy, A. (2017). Illiberal Democracy in Hungary: The Social Background and Practical Steps of Building an Illiberal State. In book: Illiberal Democracies in the EU: the Visegrad Group and the Risk of Disintegration (Eds: Pol Morillas). Barselona Centre For International Affair.

Blauberger, M., van Hüllen, V. (2021). Conditionality of EU funds: an instrument to enforce EU fundamental values? Journal of European Integration, 43(1), 1–16. https://doi.org/10.1080/07036337.2019.1708337.

Bustikova, L., Guasti, P. (2017). The illiberal turn or swerve in central Europe? Politics and Governance, 5(4), 166–176. https://doi.org/10.17645/pag.v5i4.1156.

Carothers, T. (2002). The End Of The Transition Paradigm. Journal of Democracy, 13(1), 5–21. https://doi.org/10.1353/jod.2002.0003

Csaky, Z. (2020). Nations in Transit: Dropping the Democratic Facade. In Freedom House. Retrieved address: https://freedomhouse.org/report/nations-transit/2020/dropping-democratic-facade

Csehi, R., Zgut, E. (2020). ”We won’t let Brussels dictate us’: Eurosceptic populism in Hungary and Poland”. European Politics and Society, 22(1), 1–16. 10.1080/23745118.2020.1717064.

Drinóczi, T., Bień-Kacała, A. (2020). ‘COVID 19 in Hungary and Poland extraordinary situation and illiberal constitutionalism. The Theory and Practice of Legislation, 8(1-2), 171-192. 10.1080/20508840.2020.1782109.

Enyedi, Z. (2016). Populist Polarization and Party System Institutionalization: The Role of Party Politics in De-Democratization. Problems of Post-Communism, 63(4), 210–220. https://doi.org/10.1080/10758216.2015.1113883.

European Commission. (October 2020), The EU and the coronavirus outbreak. Standard Eurobarometer 93, Retrieved from https://europa.eu/eurobarometer/surveys/detail/2262.

European Commission. (Winter 2021). The EU and the coronavirus pandemic, Standard Eurobarometer 94,. Retrieved from https://europa.eu/eurobarometer/surveys/detail/2355.

Grzymala-Busse, A. (2018). Poland’s path to illiberalism. Current History, 117(797), 96–101. https://doi.org/10.1525/curh.2018.117.797.96.

Hajdu, D., Klingová, K. (2020). Voices of Central and Eastern Europe. In Globsec. Retrieved from https://www.globsec.org/publications/voices-of-central-and-eastern-europe/.

Havlík, V., Hloušek, V. (2021). Differential Illiberalism: Classifying Illiberal Trends in Central European Party Politics. In Illiberal Trends and Anti-EU Politics in East Central Europe (Eds: Astrid Lorenz · Lisa H. Anders ). Palgrave Studies in European Union Politics. https://doi.org/10.1007/978-3-030-54674-8_5.

Nyyssönen, H., Metsälä, J. (2020). Liberal Democracy and its Current Illiberal Critique: The Emperor’s New Clothes?, Europe-Asia Studies. https://doi.org/10.1080/09668136.2020.1815654

Hlousek, V., Fiala, P. (2020). The future of Europe and the role of Eastern Europe in its past, present, and future 2. A new critical juncture? Central Europe and the impact of European integration. European Political Science, 20(1), 1–11. doi: 10.1057/s41304-020-00265-y.

Körösényi, A., Patkós, V. (2017). Liberal and illiberal populism. The leadership of Berlusconi and Orbán. Corvinus Journal of Sociology and Social Policy, 8(3), 315–337. https://doi.org/10.14267/CJSSP.2017.3S.14

Krastev, I. (2016). Liberalism’s Failure to Deliver. Journal of Democracy, 27(1), 35–38. doi: 10.1353/jod.2016.0001.

Levitsky, S., Ziblatt, Z. (2018). This is how democracies die. Retrieved from https://www.theguardian.com/us-news/commentisfree/2018/jan/21/this-is-how-democracies-die.

Levitsky, S., Way, L. (2015). The myth of democratic recession. Democracy in Decline?, 26(1), 58–76. doi: 10.1353/jod.2015.0007.

Lindberg, S. I. (2021). Autocratization Turns Viral. Retrieved from https://www.v-dem.net/media/filer_public/74/8c/748c68ad-f224-4cd7-87f9-8794add5c60f/dr_2021_updated.pdf.

Lührmann, A., Edgell, A. B., Maerz, S. F. (2020). Pandemic Backsliding: Does Covid-19 Put Democracy at Risk?. V-Dem İnstitute. Retrieved from https://www.v-dem.net/media/filer_public/52/eb/52eb913a-b1ad-4e55-9b4b-3710ff70d1bf/pb_23.pdf

Lührmann, A., Gastaldi, L., Hirndorf, D., Lindberg, S. I. (2020). Defending Democracy Against Illiberal Challengers – A Resource Guide. The V-Dem Institute: Department of Political Science University of Gothenburg. Retrieved from https://www.v-dem.net/media/filer_public/f3/f0/f3f09467-bcf7-4f8a-9ad9-e83171673705/v-dem_resourceguide_20-05-28_final-better.pdf

Markowski, R., Tworzecki, H. (2020). We asked what Poles think about voting in a pandemic and the election that was scheduled for May 10. Washingtonpost. Retrieved from https://www.washingtonpost.com/politics/2020/05/10/we-asked-what-poles-think-about-voting-pandemic-election-scheduled-may-10/.

Nyyssönen, H. (2018). The East is different, isn’t it?–Poland and Hungary in search of prestige. Journal of Contemporary European Studies, 26(3), 258–269. https://doi.org/10.1080/14782804.2018.1498772

Plattner, M. (2019). Illiberal Democracy and the Struggle on the Right. Journal of Democracy, 30(1), 5–19. https://www.journalofdemocracy.org/articles/illiberal-democracy-and-the-struggle-on-the-right/.

Pop-eleches, G., Tucker, J. A. (2011). Communism’s Shadow: Postcommunist Legacies, Values, and Behavior. Comparative Politics, 43(4), 379–399. Retrieved August 1, 2021, from http://www.jstor.org/stable/23040635.

Procházka, D, Cabada, L. (2020). Exploring The “Grey Zone”: The Theory And Reality Of “Hybrid Regimes” In Post-Communistic Countries. Journal of Comparative Politics, 13(1), 4–23. https://www.proquest.com/docview/2329674211.

Rakner, L., Menocal, A., Fritz, V. (2007). Democratisation’s Third Wave and the Challenges of Democratic Deepening: Assessing International Democracy Assistance and Lessons Learned Lise (Issue August). Retrieved from https://www.cmi.no/publications/file/2761-democratisations-third-wave-and-the-challenges-of.pdf.

Rensmann, L., De Lange, S. L., Couperus, S. (2017). Editorial to the Issue on Populism and the Remaking of (Il)Liberal Democracy in Europe. Politics and Governance, 5(4), 106–111. 10.17645/pag.v5i4.1328.

 Rhoden, T. F. (2015). The liberal in liberal democracy. Democratization, 22(3), 560–578. https://doi.org/10.1080/13510347.2013.851672.

Roloff, R. (2020). COVID-19 and No One’s World: What Impact for the European Union? Partnership for Peace Consortium of Defense Academies and Security Studies Institutes, 19(2), 25–36. Retrieved July 8, 2021, from https://www.jstor.org/stable/26937607.

Rupnik, J. (2007). From democracy fatigue to populist backlash. Journal of Democracy, 18(4), pp.17-25. ffhal-01021691f.

Sata, R., Karolewski, I. P. (2020). Caesarean politics in Hungary and Poland. East European Politics, 36(2), 206–225. https://doi.org/10.1080/21599165.2019.1703694.

Sedelmeier, U. (2014). Anchoring Democracy from Above? The European Union and Democratic Backsliding in Hungary and Romania after Accession. Journal of Common Market Studies, 52(1), 105–121. https://doi.org/10.1111/jcms.12082.

Sr, Bánkuti., Halmai, G., Scheppele, K. (2015). Hungary’s illiberal turn: Disabling the constitution. Retrieved from: https://www.researchgate.net/publication/290457694_Hungary’s_illiberal_turn_Disabling_the_constitution/.

Sugue, M. (2020). Trust has increased in the EU but dropped in national governments: Survey. Politico. Retrieved from https://www.politico.eu/article/survey-trust-in-eu-has-increased-while-trust-in-national-government-has-dropped-coronavirus-pandemic/.

Taggart, P., Szczerbiak, A. (2018). Putting Brexit into perspective: the effect of the Eurozone and migration crises and Brexit on Euroscepticism in European states. Journal of European Public Policy, 25(8), 1194–1224. https://doi.org/10.1080/13501763.2018.1467955. 

Tomini, L., Gurkan, S. (2020). Contesting the EU, Contesting Democracy and Rule of Law in Europe Conceptual Suggestions for Future Research. In: Illiberal Trends and Anti-EU Politics in East Central Europe (Eds. A. Lorenz and L. H. Anders), Palgrave Studies in European Union Politics. 

Tóth, C. (2014). Full text of Viktor Orbán’s speech at Băile Tuşnad (Tusnádfürdő) of 26 July 2014. The Budapest Beacon. Retrieved from https://budapestbeacon.com/author/ctoth/.

Vachudova, M. A. (2006) Democratization in Postcommunist Europe: Illiberal Regimes and the Leverage of International Actors. CES Working Paper, (139), [Working Paper], Retrieved from http://www.people.fas.harvard.edu/~ces/publications/docs/pdfs/Vachudova.pdf.

Zakaria, F. (1997). The Rise of Illiberal Democracy. Foreign Affairs. Council on Foreign Relations, 76(6), 22–43. Retrieved from https://msuweb.montclair.edu/~lebelp/FZakariaIlliberalDemocracy1997.pdf.

Çeviri Makale: Rusya Balkanlar’da Ateşle Oynuyor

Bu yazı, Ivana Stradner’in Foreign Affairs için kaleme aldığı “Russia is Playing With Fire in the Balkans: How Putin’s Power Play Threatens Europe” başlıklı makalesinden alınmıştır. Yazının aslını aşağıdaki bağlantıdan bulabilirsiniz.

https://www.foreignaffairs.com/articles/russian-federation/2021-12-27/russia-playing-fire-balkans 

 

Bu yıl, Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en kanlı çatışması olan Yugoslav Savaşları’nın başlamasının 30. yıldönümü. Balkan devletleri, savaşların hemen ardından NATO ve Avrupa Birliği ile demokratik yönetişim ve bütünleşme yolunda ilerlemiş olsa da Batı’nın sürekli ihmali, son yıllarda dramatik bir gerilemeye katkıda bulunmuştur. Şimdi Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, fırsatı değerlendirip, eski Yugoslav devletlerini NATO ve Avrupa Birliği’ni zayıflatmak için bir sonraki savaş alanı olarak kullanıyor.

Putin’in Balkanları eşiğe itme çabaları, Rusya’yı küresel bir güç komisyoncusu olarak yeniden kurma misyonunun bir parçası. Kremlin’in Kafkasya’daki stratejisine benzer şekilde, Balkanlar’daki hedefi, kendisini bölgesel tek arabulucu ve güvenlik garantörü olarak konumlandırabilmesi için gerilimi artırmakta. Aynı zamanda ne NATO’nun, ne de AB ve üyelerinin Balkan ülkelerinin hiçbiri için güvenilir ortaklar olmadığını göstermeyi amaçlıyor. Moskova, Ukrayna sınırına yakın askeri yığınağına devam ederken, Balkanlar’daki nüfuz kampanyası Batı’ya meydan okumak için başka bir tiyatro görevi görüyor. Batı’daki birçokları için Putin’in stratejisi şaşırtıcı. Bu analistler Balkanları jeopolitik olarak durgun bir su gibi görüyorlar; Rusya’nın bölgeye müdahale ederek ne kazanacağını anlamıyorlar. Carnegie Moskova Merkezi direktörünün belirttiği gibi, “Balkanlar, Rusya-Batı çatışmasında ana savaş alanı değil.

Ancak, Balkanlar bu kadar kolay gözden çıkarılmamalı. Rusya, bölgeyi Avrupa’nın zayıf göbeği olarak görüyor; orada artan etkisi, stratejik askeri varlıklarını büyük bir ABD üssünün yakınına yerleştirmesine izin vermekle tehdit ederken, Adriyatik Denizi’ne de erişim izni vermeyi vadediyor. Putin’in daha büyük amacı, Avrupa’daki güç dengesini Moskova’nın avantajına çevirmek ve Balkanlar bu stratejinin bir parçası gibi görünüyor. Moskova, etnik gerilimi alevlendirmek ve protestoları teşvik etmek için bilgi operasyonları başlattı, silah anlaşmalarını güçlendirdi, kritik enerji altyapılarına yerleşti ve Rus Ortodoks Kilisesi ile Sırp Ortodoks Kilisesi arasındaki uzun süredir devam eden dini ve kültürel bağları bölgede avantajına kullandı.

Rusya’nın müdahalelerine AB’nin zayıf tepkisi, büyük ölçüde yardımcı oldu. Balkanları AB entegrasyonuna hazırlamak için harcanan onca yıla ve milyarlarca avroya rağmen, çaba gösterilmedi. AB, 2013’te Hırvatistan’ı bünyesine katmasından bu yana genişlemedi ve “Batı Balkanlar” için altı üyeye (Arnavutluk, Bosna, Kosova, Karadağ, Kuzey Makedonya ve Sırbistan) verilen üyelik vaatlerine rağmen, tüm görüşmeler dondu. Brexit, COVID-19 pandemisi, aşırı sağ grupların yükselişi ve Avrupa’nın göçmen krizi gibi çeşitli zorluklarla gölgelenen genişleme, süresiz olarak askıya alınmış gibi görünüyor. Bu başarısızlık, Balkanları Putin için açık bir hedef haline getirdi.

1990’lardaki son Balkan krizi sırasında, Rusya askeri müdahalede bulunamayacak kadar zayıftı. Bunun yerine, 1999’daki Kosova savaşından sonra 2003’te çekilmeye karar verdiği bir barışı koruma misyonuyla kendini sınırladı. Ancak o zamanlarda bile, Rus hükümetinin NATO’nun Doğu Avrupa’ya yayılmasını önemli bir ulusal güvenlik tehdidi olarak gördüğüne şüphe yok. Şimdi, Rusya’nın nispeten daha güçlü ekonomisi ve ordusuyla, Kremlin, eski Yugoslav devletlerini hedef alarak NATO’nun ilerlemesini geri çekme fırsatını görüyor. Balkanlar’da son savaş patlak verdiğinde, Batı Avrupa direksiyon başında uyuyordu – ancak bu sefer bölgeyi görmezden gelemeyecek kadar büyük riskler var.

 

Kibrit Kutusu Balkanlar (The Balkan Tinderbox)

Balkan ülkelerindeki yaygın yolsuzluk, Moskova’nın hedeflerini ilerletmek için kullandığı çatlakları ortaya çıkardı. 1990’lardan sonra eski Yugoslav devletleri sosyalizmden serbest piyasa ekonomilerine geçerken, kleptokrasi ve yasadışı özelleştirme kök saldı. Freedom House’a göre, Batı Balkan ülkelerinin tümü kısmen özgür duruma geri dönüyor. Putin, bölge liderlerinin seçilmesinde rol oynayarak ekonomik, etnik ve dini grupları Balkan toplumlarına çekmek için yolsuzluğu kullanıyor.

Sırbistan, Kremlin’in Balkanlar hedefinde kilit bir oyuncu olarak hareket ediyor. Hem hükümet hem de kilise, yüzyıllar boyunca paylaşılan dini ve kültürel bağların yanı sıra Sırbistan ve Rusya’nın çağdaş Batılı güçlerden karşılıklı izolasyonu ile desteklenen Moskova’ya bağlılığı sürdürüyor. Sırp hükümeti, tüm Sırpları ortak bir kültürel çerçeve altında birleştirmek için tasarlanmış bir “Sırp dünyası” – Putin’in “Rus Dünyası”nın Balkan versiyonu – yaratılması çağrısında bulundu. Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic, bölgedeki kaos, kendisini 2022’deki yeniden seçim kampanyası öncesinde istikrar için bir güç olarak tanımlamasına izin verdiği ölçüde, Rusya’nın müdahalesinden daha acil stratejik çıkarlara sahip. Seçimlerin lehlerine sonuçlanmasını sağlamak için Sırbistan ve Rusya geçtiğimiz günlerde Batı’dan gelen kitlesel protestolara ve “renkli devrimlere” karşı mücadele etmek için birlikte çalışma sözü verdi.

Rusya, Sırp ordusuna cömert bir destek vererek Sırp sadakatine karşılık veriyor. 2018’den bu yana, Sırbistan’ın savunma bütçesi neredeyse iki katına çıktı ve tüm Balkan ülkelerini savunmayla ilgili harcamalarda yönlendirdi. ABD’nin Sırbistan’a yaptırım tehdidine rağmen Moskova, askeri tatbikat için 2019’da Sırbistan’a S-400 füze sistemi gönderdi. Kremlin, Sırbistan’ın Pantsir-S1M hava savunma sistemleri tedarik etmesine izin vererek bu yıl bahsi daha da artırdı. Sırbistan ayrıca, Kosova’daki ana NATO üssü olan Camp Bondsteel’e yakın bir yerde istihbarat toplama kurumu olarak hizmet veren, Ruslar tarafından yönetilen bir “insani merkez”e de ev sahipliği yapıyor.

Moskova, Batı ile güvenlik bağlarını güçlendirmeye çalışan Balkan ülkelerini açıkça tehdit etti. Kuzey Makedonya’nın NATO üyeliğine ilişkin 2018 referandumunu raydan çıkarmaya çalıştı ve Büyükelçisi, NATO ile Rusya arasındaki gerilimin artması durumunda ülkeyi “meşru bir hedef” ilan etti (ülke 2020’de NATO’ya üye oldu). Komşu Karadağ’da Moskova, NATO’ya katılmaya yönelik başarılı tekliften hemen önce 2016’da açık bir darbeyi destekledi.

“Putin, Rusya’yı küresel bir güç komisyoncusu olarak yeniden kurma görevinde.”

Rusya, Balkanlar’da dinin çatışmaları alevlendirmede her zaman etkili olduğunu çok iyi anlıyor. Kremlin Karadağ’da, farklı Karadağ ve Sırp ulusal kimlikleri kavramını karalayan ve Moskova adına siyasete müdahale eden Sırp Ortodoks Kilisesi aracılığıyla Rus yanlısı politikaları destekliyor. Rusya, kilise aracılığıyla çalışarak geçen yıl kitlesel protestoları hızlandırdı ve işbirlikçi olmayan bir hükümeti Rus yanlısı bir liderlikle değiştirdi.

Balkanlar’ın en patlayıcı kibrit kutuları ise Kosova ve Bosna-Hersek’tir. Kosova’nın nüfusu yüzde 90’dan fazla etnik Arnavut olmasına rağmen, Sırplar ülkeyi Sırp Ortodoks Kilisesi’nin en kutsal yerlerinden bazılarını içeren atalarının anavatanı olarak görüyor. 1990’ların başında farklı dini ve etnik gruplar arasındaki gerilimlerden bir iç savaşın patlak vermesi gibi, Kremlin şimdi Ortodoks Kilisesi’ni ülkeyi ve daha geniş bölgeyi istikrarsızlaştırmak için kullanıyor. Rusya Ortodoks Kilisesi, son zamanlarda Kosova ile Sırbistan arasında artan gerilimin ardından “Kosova’daki Hıristiyan tapınaklarının kaderi” konusundaki endişelerini dile getirerek dini yerler konusunda tekrar eden anlaşmazlıkları tırmandırdı.

Moskova ayrıca, Kosova’nın Sırbistan’dan bağımsızlığının Birleşmiş Milletler tarafından diplomatik olarak tanınmasının Rusya’nın onayı olmadan imkânsız olacağını da açıkça belirtti. Putin, Batı kanadının, Kosova’nın Sırbistan’dan ayrılmasını tanımasının, diğer bölgelerin tek taraflı bağımsızlık ilanlarını meşrulaştıran bir emsal oluşturduğunu öne sürerek, Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesini haklı çıkarmak için sık sık Kosova’ya atıfta bulunuyor.

Brüksel, tıpkı ABD Başkanı Donald Trump’ın 2020 Washington Anlaşması’nın ihtilaftaki temel meselelerde önemli bir ilerleme sağlayamaması gibi, Sırbistan’ın Kosova’yı tanıması yönünde ilerleme kaydedemedi. Kosova’da konuşlanmış NATO barış gücü KFOR da benzer şekilde istikrarı korumak için mücadele etti. Eylül ayında, tartışmalı Kosova-Sırbistan sınırı mevzusu, Sırp plakalı araçların Kosova’ya girmesine yönelik yasak üzerine protestolarda patlak verdi. Bu, Sırplar tarafından bir abluka ve hava gücü gösterisi ile Kosova polis güçlerinin sınıra konuşlandırılmasıyla sonuçlandı. Tahmin edilebileceği gibi, Rusya olayı KFOR ile alay ederek ve AB’yi iki ülke arasında devam eden gerilimlerde yetersiz arabuluculuğunu yapmaya çağırarak izledi.

Bosna-Hersek’te ise 1995’te savaşı sona erdiren Dayton Barış Anlaşması bir krizle karşı karşıya. Ülke, Boşnak, Sırp ve Hırvat toplulukları arasındaki bölünmeler tarafından yönlendirilmeye devam ediyor ve Rusya bu ayrılıkları kendi lehine kullanmakta. Mart ayında Rusya, Bosna’nın NATO’ya katılması halinde misilleme yapmakla tehdit etmişti. Bu arada Bosna’nın üçlü cumhurbaşkanlığının Sırp üyesi Milorad Dodik, ülkeyi oluşturan iki taraftan biri olan Sırp Cumhuriyeti’nin Bosna’dan ayrılacağı tehdidinde bulundu. Aralık ayında, Sırp Cumhuriyeti Ulusal Meclisi, Bosnalı Sırpların Bosna ordusu, güvenlik hizmetleri, vergi sistemi ve yargı dâhil olmak üzere devlet düzeyindeki kurumlardan çekilme prosedürünün başlatılması lehinde oy kullandı. Sırp Cumhuriyeti’ne ek olarak, Kremlin, Bosnalı Hırvat milliyetçilerini Bosna-Hersek’te başka bir varlığın yaratılması amacıyla baskı yapmaları için destekliyor. Bosna’daki uluslararası yüksek temsilci Christian Schmidt, Kasım ayında “daha fazla bölünme ve çatışma ihtimalinin çok gerçek olduğunu” söylediğinde alarm seslerini yükseltti.

 

Putin’i Durdurmak

Batılı güçlerin, Rusya’nın Balkanlar’a müdahalesinin kendi çıkarları için oluşturduğu tehdidin farkına varmasının tam zamanıdır. Burada, bir ons önlem, bir kilo tedavi değerindedir. Ve ellerinde birkaç seçenek var. NATO bölgeye yeniden odaklanmalı ve gerilimlerin tırmanmasına öncelik vermeli. Rus dezenformasyon kampanyaları ve diğer bilgi operasyonları ile mücadele etmek için 2019 yılında Karadağ’da yaptığı gibi Karşı Hibrit Destek Ekibini Balkanlar’a göndermelidir. NATO üyeleri ayrıca, risk altındaki bölgelerin kontrolden çıkmasını önlemek için kuzeydoğu Brcko Bölgesi gibi stratejik alanlarda barışı koruma misyonları konuşlandırarak, Bosna’daki Rus müdahalesine karşı koymak için bir “istekliler koalisyonu” örgütlemelidir. Bu güç, Bosna’da barış ve güvenliği korumakla görevli, ancak Rusya ve Çin’in veto yetkisine sahip olduğu BM Güvenlik Konseyi’nde görev süresinin uzatılması gereken AB liderliğindeki barışı koruma gücüne (EUFOR) destek olabilir. ABD Başkanı Joe Biden de haziran ayında Batı Balkanlar’ın istikrarını tehdit edenlere yaptırım uygulanması için bir yürütme emri imzaladı; AB bu çabalara katılmalıdır.

“Rusya, Balkanları Avrupa’nın yumuşak göbeği olarak görüyor.”

Macaristan ve diğer birkaç Avrupa NATO ülkesi, Rusya’nın örgütteki vekilleri olarak hizmet ettiği için, tüm NATO üyelerinin Balkanları desteklemesi beklenemez. Öte yandan, Birleşik Krallık krizin ciddiyetini kavramış görünüyor. Birleşik Krallık Batı Balkanlar’da istikrarı sürdürme sözü verdi ve Rusya’yı bölgede “stratejik bir hata” yapmaması konusunda uyardı. Londra, bölgedeki Rus müdahalesine karşı mücadele etmek isteyenlerin koalisyonuna liderlik ederek bu sözleri eyleme dönüştürmek için çalışmalıdır.

En önemlisi NATO, Bosna’nın ve Kosova’nın NATO’ya katılımını hızlandırmalıdır. Bunu yapmak, Kremlin’in Balkanlar’daki operasyonlarının maliyetini artıracaktır. Rusya, NATO’nun genişlemesine şiddetle karşı çıkmışken, şimdi Ukrayna krizi süresince NATO’nun Doğu Avrupa’daki askeri faaliyetlerini durduracağına dair yasal olarak bağlayıcı bir garanti talep ediyor. Bosna ve Kosova’yı entegre etmek, Balkanlar’ın Moskova’ya karşı kendi başlarının çaresine bakmasına izin verilmeyeceği ve NATO’nun geleceğini Putin’in belirlemeyeceği mesajını verecektir.

Yugoslav savaşlarının başlangıcında veya I. Dünya Savaşı’nın başlangıcında olduğu gibi, dünyayı Balkanlar’ın önemine ikna etmek zor olabilir. 1990’larda Avrupa ülkeleri krize yeterli aciliyetle yanıt verememiş ve ABD devreye girmek zorunda kalmıştı. Ancak bu sefer içe dönen ve muhtemelen müdahale etmesi muhtemel olmayan taraf ABD’dir. Dolayısıyla yük muhtemelen AB’nin üzerinde olacaktır. Burada Avrupa’nın istikrarı ve AB ile NATO ittifakının devam eden canlılığı söz konusudur.

 

Çeviren: Dilara Nesrin BULUT

 

Zenne (2011)

Film adı: Zenne 

Yapım Yılı: 2011

Yönetmen: Caner Alper & Mehmet Binay

Süre: 99 dk

Türü: Dram, Biyografi

Yönetmenliğini M. Caner Alper ve Mehmet Binay’ın üstlendiği bu yapım, ilk olarak zenneleri konu alan bir belgesel niteliğinde oluşturulmak istense de sonrasında arkadaşları Ahmet Yıldız’ın vefatı sebebiyle uzun metraj bir film olarak vizyona girmiştir. Film, Altın Portakal’dan SİYAD En İyi Film Ödülü, En İyi İlk Film Ödülü, En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü, En İyi Yardımcı Kadın ve Erkek Ödülü’nü almıştır. ‘Zenne’ kelimesi dilimizde kadın giysileri giyip kadın rolünde performans gösteren erkek oyuncu olarak anlam kazanmıştır. Filmin adı da filmin konusunu anlayabilmesi için izleyiciye önemli bir ipucu vermektedir.

Zenne’nin belki de en önemli özelliği, gerçek bir hayat hikâyesinden ve trajik bir olaydan esinlenilmiş olmasıdır. Söz edilen trajik olayın detayları şu şekildedir: 15 Temmuz 2008 tarihinde nefret cinayetiyle babası tarafından silah ile öldürülen homoseksüel Ahmet Yıldız, hayata veda etmiştir. Silahla vurulduğu sırada üniversite öğrencisi olan Ahmet’in babası hala bulunamamıştır ve kimilerine göre bu olay, Türkiye’deki ilk gay namus cinayetidir. Film her ne kadar Ahmet Yıldız’a ithafen yapılmış olsa da Daniel Bert, Can ve Ahmet’in hayatları detaylı bir şekilde işlenmiştir.

İlk olarak Afganistan’da fotoğrafçılık yapmış olan Daniel’in geçmiş günlere ait huzursuz rüyalarıyla başlayan hikâye, hemen sonrasında Can’ın renkli hayatına giriş yapmıştır. Can feminen-aseksüel bir asker kaçağıdır. Almanya’dan gelen teyzesi Şükran ve teyzesinin erkek arkadaşıyla yaşayan Can, sabahları falcılık yapmakta, akşamları ise İstanbul’un dans kulüplerinde zennelik yapmaktadır. Taktığı takılar, makyajı ve kostümleri ve hayalleriyle filme oldukça estetik bir hava katan Can’ın ailesi de filmde yan bir hikâye olarak anlatılmıştır. Diğer bir yandan Urfalı muhafazakâr bir ailenin çocuğu olan Ahmet’in kardeşiyle İstanbul’da yaşaması, Ahmet’in baskıcı aile figürleriyle beraber sunulmuştur. Birbirine benzemeyen bu üç insanın kesiştiği yer ise İstanbul’dur. 

Filmin başlangıcında Can’ın gösterisini izleyip ona hayran kalan Alman Daniel, Can’ın fotoğraflarını çekmek istemiştir ve o gün tartışmalı bir şekilde başlayan arkadaşlıkları devamında onlar için güzel günleri getirmiştir. Filmi izlerken izleyiciler Türkiye’nin değer yargılarını çok bilmeyen ve kafa dağıtmak için İstanbul’a gelen Daniel ile İstanbul’u tanımış, karakterini gizlemekten çekinmeyen Can ile renkli dünyalara gitmiş ve Ahmet ile bir hüzünlenip bir eğlenme imkânı bulmuştur. Birbirine dostça, anlayışla ve aşkla yaklaşan bu üçlünün arasındaki duygu bağları oldukça kuvvetlidir. Dostluk, anlayış ve aşkın karşısına çıkan duvarlar ise oldukça uzun ve serttir. Hayat onlara yeni arkadaşlıklar ve aşklar kazandırırken, bir yandan da bu sert duvar hayatlarına bir balta gibi saplanmaktadır. Dürüstlüğün öldürdüğü, dansların bitmediği ve kayıp ruhların dolaştığı bu film izleyicisini yer yer hüzünlendirirken, yer yer de sevindirmektedir. 

Karakterlerin sahip olduğu aile yapıları da bu film için büyük önem arz etmektedir ve senaryoyu renklendirmek için kullanılan yan karakterler de izleyiciye geniş bir hikâye sunmaktadır. Can’ın aile yapısını incelediğimizde annesi Sevgi Hanım, vefat etmiş binbaşı babası ve askerlikte girdiği çatışmalar sebebiyle ruh sağlığı bozulan abisi vardır. Can’ın annesi ve teyzesi ona koşulsuz destek ve sevgi verirken, öte yanda Ahmet’in ailesi baskıcı bir tutum sergilemektedir. Filmde Ahmet kız kardeşi ile yaşamaktadır fakat kız kardeşinin onu gözetlemesi için getirildiğinin bilincindedir. Ailenin baskılarından rahatsız olan kız kardeşinin de anne evdeyken sürekli saçı toplu gezmesi gerektiğini, ailesinin isteğiyle okuldan alınmasını ve annesinin kız kardeşe gösterdiği şiddet de film içerisinde işlenmiştir. Ahmet’in babası annesine göre daha pasif ve aslında oğlunu seven bir babayken, Ahmet’in Daniel karakteri ile yaşadığı aşkın ve bu aşktan kaynaklanan cesaretinin getirisi olarak homoseksüelliğini öğrenmesiyle beraber annesinin yönlendirmeleri ile beraber Ahmet’in yaşamına son verilmiştir. Anne, çocuğunun ölmesi için adımı atan ilk kişidir ve babanın önüne bir silah koymaktadır. Törelerin getirdiği doğrularla bir ailenin çocuğunun ölümüne karar vermesini Ahmet’e babası tarafından sıkılan kurşunlarla izleyiciye sunulmaktadır. Her ne kadar Daniel, Ahmet’i Almanya’ya götürüp ona daha konforlu bir alan sağlamak istese de Ahmet’in sahip olduğu askerliğe ilişkin problemler onun peşini bırakmamış ve Ahmet’i istemediği durumlara sürüklemiştir. Homoseksüel erkeklerin askerlikle ilgili yaşadığı o dönem için var olan zorlu koşullar filmde yine ön plana çıkarılmış ve objektif bir açı ile aktarılmıştır. 

Ülkemizde hala büyük bir sorun teşkil eden cinsel kimliği açıklama, özgürce yaşayabilme veya yaşayamama durumları filmde tarafsız bir şekilde izleyiciye sunulmuştur. Ataerkil yapının birey üzerindeki koşulsuz etkisi, erkeklik algısıyla bir tutulan asker olma konusu ise Ahmet ve Can’ın yaşadığı sıkıntılarla örneklenerek yansıtılmıştır. Askerlik hegemonik erkekliğin kurulduğu en önemli alanlardandır. Hegemonik erkeklik ise heteroseksüellik üzerine kuruludur. Bu nedenle askeri eğitimler; erkekliğin ispatlandığı, kadın olmanın hakaret kabul edildiği, saldırgan erkekliğin yüceltildiği deneyimlerdir (Yavuz, 2014). Film içerisinde işlenen homoseksüellik, farklı aile yapıları ve farklı kültürlerin görüşleri objektif bir şekilde aktarılmıştır. Senaryonun Ahmet Yıldız’ın gerçek yaşam hikâyesinden esinlenerek yazılması da filme ayrı bir değer katmıştır. 

LGBTQ+ bireylerin kimliklerini kabul edip, onu açıklama süresince yaşadıkları sıkıntılar dâhil olmak üzere hayatın zorluklarıyla başa çıkarken yaşadıkları sıkıntıları perdeye aktarmak konusunda önemli bir rol oynayan bu film, aldığı ödüllerle de ilgi görmüştür. Film izleyicisine İslam ile bütünleşmiş, hala tabularından kopamamış Doğu toplumlarındaki gerçekliği göstermesi adına cesurca bir adım atmıştır (Demircan, 1985). Türkiye’de yaşayan eşcinsel erkeklerin yüzleştiği aile baskısı, devlet baskısı ve ona bağlı olarak askerlik üzerinden sunduğu örnek ile yürütülen bu film, bilinmeyen yaşamları görünür kılması açısından güzel ve cesur bir yapımdır.

Nilüfer Cansu CANER

Toplumsal Cinsiyet Okumaları Staj Programı 

Kaynakça

Yavuz, Ş. (2014). İktidar Olma Sürecinde Erkeklerin Erkeklikle İmtihanı. Milli Folklor, 26(104), 110-127.

Demircan, A. R. (1985). İslâm’a Göre Cinsel Hayat. (Cilt 1). Eymen Yayınları. 

Haftanın Öne Çıkanları

0

RUSYA’NIN ‘KUZEY AKIM 2 PROJESİ’ ENGELLERLE KARŞI KARŞIYA

AFP

Rusya’dan Avrupa’ya uzanan Kuzey Akım 2 doğal gaz projesi henüz faaliyete geçmeden sorunlar baş göstermeye başladı. ABD, Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü askeri faaliyetler sebebiyle projeyi hedef aldı. Henüz yürürlüğe girmeden dahi yasal ve bürokratik engellerle karşı karşıya kalan proje, Avrupa Birliği’nden onay bekliyor.

Eski Almanya Şansölyesi Angela Merkel Kuzey Akım 2 projesine olumlu yaklaşmıştı. Ancak Yeşiller Partisi’nin de içinde bulunduğu Olaf Scholz liderliğindeki koalisyon hükümeti, fosil yakıt içerecek boru hattının küresel ısınmayla mücadeleye yardımcı olmadığını ifade etti. Yeni Almanya Şansölye Yardımcısı Robert Habeck ve Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock da projenin AB’nin tekel karşıtı düzenlemelerini karşılamadığını ve stratejik AB çıkarlarını baltaladığını söyledi.

Avrupa Birliği, yaşanan Ukrayna krizi nedeniyle Rusya’ya yaptırım uygulama yolunda. Yetkililer, projeye bağlı gemilere yönelik mevcut ABD yaptırımlarına ek olarak hangi yaptırımların ve araçların kullanılabileceğini söylemedi. 2022’nin ilk yarısına kadar karar çıkmayacak. Avrupalılar ise artan enflasyonun ardından şimdi de doğal gaza erişim sorunu yaşamaktan korkuyor.

Kaynak: AP

 

BELÇİKA’DA OMICRON ÖNLEMLERİ KAPIDA

Belçika, Omicron varyantından duyduğu endişeyle kalabalık etkinliklere kısıtlama getirdi. Çarşamba günü basın toplantısında konuşan Belçika Başbakanı Alexander De Croo, varyanttan duyulan endişeyi ciddiye almak gerektiğini söyleyerek “Kıyıda bir korsan gemisi var ve bu Omicron varyantı.” benzetmesini yaptı.

10 Ocak’ta okulların açılabilmesini sağlamak için yeni önlemler alınması kararlaştırıldı. Pazar gününden itibaren müze ziyaretleri, spor, düğün ve cenaze törenleri dışında hiçbir kapalı mekân faaliyetine izin verilmeyecek. Alışverişler iki kişiyle sınırlanacak. Futbol maçları ve diğer spor etkinlikleri ise seyircisiz oynanacak. AB kurumlarına ve NATO karargâhına ev sahipliği yapan ülkede tiyatro ve sinema faaliyetlerine ara verilecek. Restoranlar ise 23:00’e kadar açık kalacak.

Belçika’da Covid-19’dan kaynaklanan ölüm oranları hızlandırılmış aşı kampanyasıyla AB ortalamasının altına inmiş olsa da yeni kısıtlamaların uzun bir dönem gündemde olması bekleniyor.

Kaynak: Reuters

 

JAPON TURİST UZAY TURUNU TAMAMLADI

2009’dan bu yana uzay turuna çıkan ilk turist pazartesi günü dünyaya döndü. Uluslararası Uzay İstasyonu’yla 8 Aralık’ta uzaya çıkan üç kişilik ekip, turu başarıyla tamamladı.

Japon moda öncüsü Yusaku Maezawa, yapımcısı Yozo Hirano ve Rus kozmonot Alexander Misurkin 12 gün boyunca uzayda kaldı. Japon turist, Uluslararası Uzay İstasyonu görevinin çok kısa olduğunu ve bir hafta daha kalmayı çok istediğini söyledi.

AP

Yusaku Maezawa gazetelere verdiği röportajda “Uyum sağlamak üç veya dört gün sürüyor ve ardından sadece sekiz gün kaldığını ve bunun yeterli olmadığını anlıyorsunuz.” dedi. “20 günlük bir görev ideal olurdu, ancak 30 gün de benim için çok fazla olurdu.” diye ekledi.

46 yaşındaki Maezawa ve 36 yaşındaki yapımcısı Hirano, 2009’dan bu yana istasyonu ziyaret eden ve kendi parasını ödeyip uzaya çıkan ilk turistlerdi. Maezawa, Elon Musk’ın Yıldız Gemisi’nde ayın etrafında bir uçuş rezervasyonu yaptı ve bu geziye katılacak sekiz kişiden biri. Bu görevi ise 2023’te üstlenmeyi planladığını söyledi.

Kaynak: AP

 

Hazırlayan: Gizem GÜVEN – TUİÇ Akademi İçerik Editörü

 

Avrupa’da Sivil Toplumun Katılımcı Demokrasi Perspektifinden İncelenmesi

Özet 

Batı geleneğinden gelen ve birbirleri ile yakından ilişkili olan iki kavram demokrasi ve sivil toplumdur. Bu iki kavram zaman ve mekâna göre birbirlerine yaklaşabilir ve birbirlerinden uzaklaşabilirler. İkisinin arasında ilişkiyi anlamak için ise kavramları yakından incelemek gereklidir. Küreselleşmeyle beraber değişen demokrasi anlayışı yeni arayışlarla beraber “katılımcı demokrasi”yi de beraberinde getirmiştir. Bu durumdan sivil toplum kavramı da etkilenmiş ve önem kazanmıştır. Bu araştırmada, son yıllarda popülerleşen katılımcı demokrasi ve sivil toplum kuruluşlarının katılımcı demokrasideki rolü Avrupa perspektifinden incelenecektir. Katılımcı demokrasinin kısa bir açıklamasından sonra STK’ların katılımcı demokrasideki yerine değinilecektir. Daha sonra ise Avrupa’da katılımcı demokrasi anlayışı ve sivil toplumun bu ülkelerdeki rolleri üzerinde durulacak, yeni katılımcı demokrasilerde var olmaya çalışan sivil toplum kuruluşları için öneriler verilecektir.

Anahtar kelimeler: katılımcı demokrasi, temsili demokrasi, Avrupa’da demokrasi, sivil toplum kuruluşları, aktif yurttaşlık.

Abstract

Two concepts that come from the Western tradition and are closely related to each other are democracy and civil society. These two concepts can become closer and grow apart from each other according to time and place. In order to understand the relationship between the two, it is necessary to examine the concepts closely. The understanding of democracy, which has changed with globalization, has brought “participatory democracy” along with new searches. In this research paper, participatory democracy, which has become popular in recent years, and the role of non-governmental organizations in participatory democracy will be examined from a European perspective. After a short explanation of participatory democracy, the roles of NGOs in participatory democracy will be discussed. Then, the understanding of participatory democracy in Europe and the roles of civil society in these countries will be examined. Lastly, suggestions will be given for non-governmental organizations trying to exist in new participatory democracies.

Key words: Participatory democracy, representative democracy, democracy in Europe, Non-governmental organizations, active citizenship.

Giriş

Katılımcı demokrasiyi Avrupa perspektifinden incelemeden önce, katılımcı demokrasinin ne olduğunu bilmek gerekir. Kısaca katılımcı demokrasi, temsili demokratik sistemi gerekli kılan tüm koşulları dikkate alan ve temsil sisteminin işletilmesine yardımcı olan mekanizmaları kabul eden bir anlayışla var olan demokratik yapıları daha katılımcı bir sisteme olabildiğince yaklaştırma çabasıdır. Katılımcı demokrasinin temellerinde klasik demokrasinin kavramları olan, halk egemenliği, katılımcı yurttaşlık, ortak fayda, uzlaşma gibi bir takım değerlerine günümüz koşullarına göre yeniden anlam kazandırmaya çalışmaktadır. Bununla birlikte katılımcı demokrasi ideal demokrasi anlayışını arzular ve halkı siyasal alanda aktifleştirmeyi hedefler. Özellikle son yıllarda temsili demokrasi eleştirileri ve STK’ların gelişmesiyle katılımcı hareket güçlenmiştir (Yaman, 2017: 136).

1. Katılımcı Demokrasi ve Sivil Toplum Kuruluşları

Sivil Toplum Kuruluşları (STK) için ortak ölçüt bağımsızlıktır. Bu kuruluşların amacı, merkezi otoritenin, toplumsal sivil yaşama kural koyarak müdahale yetkisini sınırlamaktır. Merkezi otoritenin sivil yaşama müdahalesinin STK’lar tarafından engellenmesi için bağımsız olmaları gerekmektedir. Demokrasinin işlevsel hale gelebilmesi ve uygulamaya geçirilebilmesinin en önemli koşulu ise katılımdır. Katılımcı demokrasi, artık herkesin üzerinde birleştiği ortak bir sistemdir. Katılım, siyasal sistemin işlevsel hale gelmesinden daha çok, halkın işlevsel hale gelmesi demektir (Kaypak, 2012: 172).

Günümüzde STK’lar katılımcı yönetim talepleriyle bireylerin demokratik işleyişine katılımını sağlamayı amaçlamaktadır. Özellikle, 1980’den sonra STK’lar, demokrasinin vazgeçilmez unsurlarından birisi haline gelmiştir. Sivil toplumların fazla olduğu ülkelerde güven daha fazla olmakta, bu güven beraberinde ekonomik ve siyasal istikrarı getirmekte, demokratikleşme süreci hızlanmaktadır (Sarıbay, 2000: 105). 1990’lı yıllarda süregelen sosyo-politik değişimlerle gelenekçi, “güçlü devlet” anlayışından uzaklaşılmış; yönetimde siyasi merkezin dışında daha çok aktör rol almaya başlamıştır. Bununla beraber bir katılım biçimi olarak STK’lar öne çıkmıştır (Ak, 2003: 62). Aynı zamanda 1989 yılında Dünya Bankası’nın verdiği, yönetim işleyişinin değişimini öngören bir raporda “yönetişim” kavramının ortaya çıkışı bu durumla ilişkilidir (Tekeli, 2003: 226). Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, “iyi yönetişimi” vatandaşların ve toplumsal grupların kendi çıkarlarını ve haklarını kullanmak için gereken mekanizma ve kurumlara sahip olması gerekliliğiyle açıklar (Kar, 2004: 50). Kavram, “devlet toplumu yönetir” savını terk ederek, devletin dışındaki örgütlerin de devlet yönetimine eşit şekilde katılımını önermektedir (Tekeli, 2003: 226–227). Yönetişim kavramı, devlet, özel sektör ve STK’ları kapsamaktadır. Yönetişimin geleneksel yönetimden farkını, halkın talep ve beklentilerini yönetime iletmede rol oynayan STK’ları yönetim mekanizmasına dâhil etmesi oluşturmaktadır. Demokrasinin işlerlik kazanması ve sürdürülmesi, daha çok halk katılımının artırılması ile mümkün olabilmektedir. Katılımcı demokrasi, seçimler dışında da halkın karar ve uygulamalara katılımını esas almaktadır (Kaypak, 2012: 172). Yönetime katılım, tek tek bireylerin çabasından çok, örgütlü topluluklar ile daha etkin bir biçimde gerçekleşebilir. Bu doğrultuda STK’lar bireyin kendi çabasından daha etkilidir (Üste, 2005: 54-55). Bu çerçevede, bireyler “aktif yurttaş” anlayışı içinde kendi hak ve özgürlüklerini ortak amaçlar doğrultusunda kendileri geliştirmek ve siyasal süreçlerin gizli kapaklı değil, halkın gözü önünde yaşanması için STK çatısı altında hayata geçirilen örgütlenmelere gidebilme olanağına sahiptirler (Kaypak, 2012: 180).

1.1. Avrupa’da Demokrasi Arayışı ve Katılımcı Demokrasiye Bakış

Değişen ve dönüşen dünyada birçok kavramla birlikte demokrasi anlayışında da değişiklikler olmuştur. Bu kavram eleştirilmekle beraber alternatif arayışları içine girilmiştir. İnternet ve sosyal medya kullanımının artışı paralelinde gelişen “yeni medya” anlayışıyla politik gelişmeler yaşanmış, yeni bir sivil toplum anlayışı geliştirilmiştir. Bu anlayışla beraber politik temsil yerine aktif katılımlarla gerçekleştirilen temsili demokrasi yerine, katılımcı demokrasiye geçiş süreci başlamıştır (Hopyar, 2016: 69).

1.2. Avrupa Birliği’nde Temsil Sorunu

Ulus devletle özdeşleşmiş olan temsili demokrasi anlayışı, ulus-devletin aşınması ile beraber Avrupa’da temsili demokrasiyi sorgulanır hale getirmiştir. Bu sorgulamayla, temsil biçimleri bugün seçimlerin ötesinde tanımlanmakta, temsil ilişkisi artık bir ajan temsil edilen ilişkisi şeklinde algılanmaktadır. Yeni aktörler siyasi temsil alanına girmiştir. Bu çerçevede, günümüzde temsili demokrasi modeli pek çok eleştiri almaktadır. Bir seçmen kitlesinin belirlenmesi ve bu kitlenin doğru şekilde temsil edilmesi konusu tartışmaya açık hale gelmiştir. Sistemin ulus üstü bir boyut almasıyla vatandaşların daha aktif birey olmaktan çıkarak yalnızca belirli aralıklarla seçmenleri belirleyen pasif aktörler durumuna dönüştükleri ve karar alma süreçlerinden uzaklaştıkları görülmektedir. Aynı zamanda, bu durumun bir sonucu olarak, zamanla vatandaşların kararları ve alınan kararlar arasında artarak giden bir farklılık ortaya çıkmıştır. Bu nedenle temsil kavramını bu “pasiflikten” çıkarılıp daha dinamik bir hale getirmek öngörülmüştür (Hopyar, 2016: 71).

1.3. Temsil Sürecinde Alternatif Arayışları

1990’lı yıllardan itibaren dünyanın tek kutuplu hale gelmesiyle birlikte hız kazanan küreselleşmenin, demokratikleşmesi ve sürdürülebilir kalkınmanın gerçekleştirilmesi için sivil toplum kavramının canlandırılması süreci yaşanmıştır. Küreselleşmeyle birlikte toplumsallaşma ve küresel sivil toplum kavramları öne çıkar hale gelmiştir (Arslanel ve Hamdemir, 2007:13). Sivil toplum kavramının öne çıkmasının birçok sebebi olmakla beraber temsil sürecine eklemlenmesinde en önemli etken, sadece kendi amaç ve değerlerine hizmet etmemeleri, hükümetlerden, kamu makamlarından ve siyasi partilerden bağımsız olmaları, ticari çıkar gözetmemeleri ve kâr amacı gütmemeleri ve merkezi otorite ile vatandaş arasında arabuluculuk yapmalarıdır. Aynı zamanda hesap verebilirliğin sağlanması bürokrasinin azaltılması, etkileşimin artması gibi konularda STK’lar büyük bir önem arz etmektedir (Hopyar, 2016: 71).

2. Avrupa’da STK’lar ve Katılımcı Demokrasi

Avrupa’nın katılımcı demokrasi çalışmaları özellikle yerel yönetimlerde kendisini göstermektedir. Avrupa Konseyi’nin hazırladığı kentsel politikalarla ilgili belgede Avrupa Kentsel Şartı-1 kentsel alanda yerel demokrasinin ilkelerini ortaya koymaktadır. Şart-1’in “Halk Katılımı ve Kent Yönetimi” bölümünde, yerel demokrasinin ve halk katılımının önemi vurgulanmıştır. Katılım ve demokrasiyle ilgili olarak, kent yönetiminin yönetsel sistemin işleyişiyle ilgili hakları ve yasal düzenlemeleri ilgililere bildirmesi ve karar süreçlerine etkin katılımlarının sağlanması gereği ortaya konmuştur (Avrupa Konseyi, 1996: 18-19). Aralık 2020’de gerçekleştirilen Vatandaş Etkileşimi ve Müzakereci Demokrasi festivali katılımcı demokrasi uygulamalarına verilen önemin bir göstergesidir (European Commission, 2021). Son zamanlarda katılımcı demokrasiyle birlikte anılan müzakereci demokrasi, vatandaşların STK’lar aracılığıyla karar alma sürecine katılımını öngören ve bu sürecin karşılıklı müzakereyle sağlanacağını savunan bir demokrasi biçimidir. Özellikle Avrupa Birliği, ABD ve diğer Batılı ülkeler tarafından alternatif bir model olarak karşımıza çıkmaktadır. Devlet ve toplumun ortaklık halinde olduğu bu modelde her iki tarafın da ihtiyaçlarını bir üst düzenlemeyle sağlamayı hedefler (Sitembölükbaşı, 2005: 144-145). Aynı zamanda Lizbon Antlaşmasıyla da Avrupa’nın katılımcı demokrasi çerçevesinde adımlar attığı görülmektedir. Lizbon Antlaşması’nda Konsey ile ilgili olarak Konsey toplantılarının kamuoyuna açık gerçekleştirilmesinin ön görülmesidir (Kaygısız, 2012: 99). Bu Avrupa’da demokratikleşme açısından atılmış önemli bir adımdır. Bunlarla beraber Avrupa Birliğinin katılımcı demokrasi anlayışıyla paralel bir başka çalışması olarak, ülkemizin de faydalandığı, Avrupa fonları karşımıza çıkar. 

AB hibe fonları, Avrupa Birliği’ne üye ülkeler ve aday ülkeler içerisinde, AB uyum yasalarına uygunluk şartıyla, STK ve vakıfların yürüttüğü projelere maddi ve manevi destek sağlamaktadır. Bu desteğiyle Avrupa, “üye ülkeler arasında işbirliğini geliştirerek Avrupalılık bilincinin, yenilikçilik ve girişimcilik anlayışının yerleşmesini desteklemeyi, AB politikalarının ve mevzuatının uygulanmasına ve Birliğin karşılaştığı sorunlara ortak çözümler yaratılmasına katkı sağlamayı hedefler” (İKV, 2020). Birliğin genişleme perspektifi doğrultusunda Birlik programlarının aday ülkelerin katılımına açılarak söz konusu ülkelerin AB politika ve çalışma yöntemlerini tanımaları, AB üyeleri ile çeşitli işbirlikleri geliştirmeleri amaçlanmıştır. Bu fonlardan doğrudan yaralananlar arasında; öğrenciler, bilim adamları, çiftçiler, şehirler, bölgeler, STK’lar, iş dünyası ve daha pek çok kesim örnek gösterilebilir (İKV, 2020).

2.1. Başarılı Katılımcı Demokrasi Örnekleri

Bireylerin aktif yurttaş olarak katılımı noktasında Avrupa ülkelerinde özellikle yerel yönetimlerde öne çıkan iki farklı katılım süreci vardır. İlki diyalog ve güven oluşturma üzerine katılım ikincisi ise karar verme mekanizmalarına katılım şeklinde gerçekleşmektedir. Her iki uygulamada da bölgede yaşayan kişiler bireysel olarak yönetim süreçlerine dahil olmaktadırlar. 

Katılımcı uygulamaların ilk başarılı örneklerinden biri İspanya’nın Sevilla kentinde katılımcı bütçeleme ile gerçekleşmektedir. Bu başarı hikayesinde yerel yönetim bütçelerinin yarısını halka açarak halk ayrılan bütçe ile hangi projelerin gerçekleştirilmesi gerektiğine karar vermektedir (TNİ, 2008). Başka bir örnek olarak, Fransa’nın Nantes şehrinde 3 büyük kamu müzakeresi gerçekleştirmesi ve bu müzakerede vatandaşlar asıl endişelendikleri ve çözüme ulaşmasını istedikleri konulardan bahsetmesiyle yerel yönetimlerin stratejik planlamalarını vatandaşların gerçek sorunlarına odaklanarak oluşturması sağlanıyor (Eurocities, 2020). Aynı zamanda gelişen teknoloji ve sosyal medyanın hayatımızda büyük yer edinmesiyle birlikte katılımcı demokrasi uygulamaları kolaylaşmış durumdadır. Bu tarz araçları kullanarak yerel yönetimler bireysel problemlere daha rahat ulaşabildikleri bir diyalog oluşturma süreci gerçekleştirmektedir. Çevrimiçi gerçekleşen katılımcı başarılı örneklerden bir tanesi, İspanya’nın Madrid şehrinde gerçekleşmektedir. İspanya’da The Decide Madrid adında bir programla insanlar yaşadıkları şehri nasıl dizayn etmek istediklerini ve şehirleri nasıl daha efektif, güvenli ve ulaşılabilir hale getirebileceklerini iletmektedir. Bu platformda tartışılan bisikletler için park yerleri, plastik atıklardan asfalt oluşturma gibi fikirler hayata geçirilmiştir (TNİ, 2008). 

2.2. Katılımcı Demokrasi Uygulamalarından Önce ve Sonra STK’ların Rolü

Yazının öncesinde demokrasi kavramı ve sivil toplum kavramının birbirleri ile yakından ilgili olduğu tartışılmıştı. Bu noktada bireylerin yönetime katılmasının STK’ları nasıl etkilediğini anlamak gerekir. Hem demokratikleşme süreçlerinde hem de demokrasisi oturmuş ülkelerde sivil toplumun ana görevleri arasında devletin otoriterleşmesini önlemek, otoriterleşen devletten bireyleri korumak, kamuoyu oluşturmak ve böylece bireyler ve devlet arasında çift taraflı bir köprü oluşturmak vardır denebilir. Yazının bu bölümünde sivil topluma atfedilen birçok görevde sivil toplumun katılımcı demokrasi uygulamaları ile nasıl değiştiği incelenecektir. 

Son 20 yılda yaşanılan küreselleşme ve dijitalleşme ile küçük gruplarının seslerini rahatlıkla duyurabildiği bir dönem başlamıştır. Temsili demokrasi bu odaklı bireysel örgütlenmelere yetmemektedir ve bu yüzden katılımcı demokrasi önem kazanmaktadır ve sivil toplum kuruluşlarının görevleri genişlemiştir. STK’lar temsili demokrasilerde hak izlemesi yaptığı gibi katılımcı demokrasilerde de katılımın aksiyona dönüşmesini izlemelidir. Bireylerin katılımı siyasi arenada görünmüyorsa STK’lar katılımı görünür kılmak için çalışmalıdır. Bir katılımcı demokrasi uygulamasından örneklemek gerekirse, Fransa’nın Nantes şehrindeki kamu müzakeresinde STK’ların kendi gönüllülerini mobilize ederek müzakereye katılmasını teşvik edebilir, Nante yönetimi ile işbirliği yapıp müzakerede dahil edilmesi gereken konular için önergeler verebilir veya müzakere sonuçlarının projeleştirilme sürecini izleyebilir. Tüm bu tartışmalardan anlaşılacağı üzere aslında katılımcı demokrasi uygulamalarıyla Avrupa’da STK’ların alanı daralmamış aksine genişlemiştir. STK’lar önceki görevlerinin yanı sıra yeni uygulamalarda da söz sahibi olmalıdır ve katılımcı demokrasi ve temsili demokrasinin sentezinde kilit bir aktör olmalıdır.

Sonuç

​​Günümüzde vatandaş odaklı olmak, yerel yönetim, demokrasi, STK üçgenini oluşturmaktadır. Artık oy verme, parti üyesi olma, geleneksel katılım sayılmaktadır. Alternatif e-demokrasi anlayışı güç kazanmaktadır. Küreselleşmenin ve internet kullanımın bu duruma olan etkisi yadsınamaz bir gerçek ve beraberinde getirdiği bir gerekliliktir. Halkın STK’lar aracılığıyla demokraside aktif rol alması ve STK’ların eleştirel yaklaşımları karşılıklı etkileşimi sağladığından teoride ideal bir model oluşturmaktadır (Kaypak, 2012: 172). Demokrasinin tam anlamıyla uygulanabilmesi, halkın katılımının artırılması açısından STK’lar önemli bir araç olmaktadır. Özellikle yerel yönetimlerin yetersiz kaldığı alanlarda halkın bilgi ve deneyimleri doğrultusunda çözüm üretmek için STK’ların desteğini alması çok önemlidir (Kaypak, 2012: 172). Katılımcı demokrasi uygulamaları görece yeni olduğundan ve demokrasi kavramının pratiğe yansıması değiştiği için STK’lar yeni açılan alanlarda görev almalılardır. STK’lar demokrasinin yeni yöntemleri ortaya çıktıkça dinamik kalmalı ve kendi rollerini tekrar tanımlamalıdır (Kabasakal, 2008: 60-75). 

Avrupa, barındırdığı birçok temsil yöntemiyle inceleme alanı olarak geniş bir yelpaze olarak karşımıza çıkmaktadır. Katılımcı demokrasi anlayışına göre de özellikle yerel yönetimlerdeki çalışmalarıyla başarı sağlamıştır. Avrupa’nın uygulama alanlarına baktığımızda, katılımcı demokraside aktif rol almak isteyen STK’ların; interaktif e- demokrasi, kent konseyleri ve müzakereler gibi faaliyetlerde yer alması önemlidir. Bu faaliyetler sivil toplumun karar mekanizmalarına katılmasını ve söz sahibi olmasını sağlar.

Katılımı sağlamada bir başka etken olarak, gönüllülük öne çıkmaktadır. Çünkü çevrimiçi araçlar ile bireyler kendi etki alanlarında benzer fikirlere ulaşmaya çalışmaktadır ve STK’lar çalıştıkları tematik alanın kesişimlerinin görünürlüğünü artırarak daha çok gönüllü kaynağına ulaşabilirler. Örneğin iklim alanında çalışan bir STK’lar, sürdürülebilir kalkınma, atık yönetimi, ekolojik koruma vb. şekillerde alt başlıklar belirleyerek odaklı topluluklara ulaşabilir ve bireylerin ağ oluşturmasına yardımcı bir alan açabilir. Bunun yanında sosyal medya ve diğer çevrimiçi araçların ulaşılabilir hale gelmesi ile birçok katılımcı demokrasi uygulaması çevrimiçi araçlar ile gerçekleştirilebilmektedir. Örnek olarak ise bahsedildiği üzere İspanya’nın The Decide Madrid adlı platformu gösterilebilir. Bu tarz platformlardaki verilerin işlenmesini izlemek de STK’lara düşmektedir. STK’lar veri gizliliği ve özel hayatın gizliliği hakları için çalışmalıdırlar. 

Afra Şan 

Arzum Dilşad Ölçen

Sivil Toplum Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça

Avrupa Konseyi. (1996). Avrupa kentsel şartı. Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü. Ankara.

Ak, N. (2003). AB Sürecinde Sivil Toplumun Yeri ve Önemi. (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. 

Arslanela, N & Hamdemir B. (2007). Küreselleşmenin Sivil Toplum Siyaseti. Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi, (2) 12-23.

European Commission Newsroom. (2021). Citizen Engagement Strategies: putting participation in Cohesion policy into practice – Citizen Engagement and Deliberative Democracy Festival, 10th December. Erişim Adresi: https://ec.europa.eu/regional_policy/en/newsroom/news/2021/01/18-01-2021-citizen-engagement-strategies-putting-participation-in-cohesion-policy-into-practice-citizen-engagement-and-deliberative-democracy-festival-10th-december (Erişim tarihi: Ekim 2021)

Eurocities. (2020). Five Principles for Citizen Engagement. Erişim Adresi: https://eurocities.eu/latest/five-principles-for-citizen-engagement/ (Erişim tarihi: Ekim 2021).

Hopyar, Z. (2016). Temsili Demokrasiden Katılımcı Demokrasiye: Sosyal Medya. Uluslararası Politik Araştırmalar Dergisi, 2(1), 65-74.

İKV. (t.y.). AB Fonları ve Programları. Erişim Adresi: https://50yil.ikv.org.tr/ (Erişim Tarihi: Ekim 2021).

Kabasakal, M. (2008). Sivil Toplum ve Demokrasi. (Denetçi Yeterlilik Tezi). İçişleri Bakanlığı Dernekler Dairesi Başkanlığı. 

Kar, B. (2007). Kent konseyleri ve katılımcı demokrasi. Yerel Siyaset Dergisi, (21) 50-51.

Kaygısız, Ü. (2012). Avrupa Birliği’nde Demokratikleşme Çabaları: Lizbon Anlaşması Süleyman Demirel Üniversitesi Vizyoner Dergisi, 3(6), 93-108.

Kaypak, Ş. (2012). Yerel Yönetimlerde Katılımcı/Müzakereci Demokrasi Sürecinde Sivil Toplum Kuruluşlarının Önemi. Yönetim İktisat ve İşletme Dergisi, 8(17), 171-196.

Kaypak, Ş. (2012). Yerel yönetimler ve sivil toplum, Basılmış ders notları. Mustafa Kemal Üniversitesi. 

Sitembölükbaşı, Ş. (2005). Liberal Demokrasinin Çıkmazlarına Çözüm Olarak Müzakereci Demokrasi. Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi, (10), 139-144.

Tekeli, İ. (2003). Yönetim Kavramı Yanısıra Yönetişim Kavramının Gelişmesinin Nedenleri Üzerine: (Ed. Burhan Aykaç vd). Türkiye’de Kamu Yönetimi içinde. (226–227). Yargı Yayınları.

TNİ. (2008). Participatory Democracy in Europe. Erişim Adresi: https://www.tni.org/es/node/13957 (Erişim tarihi: Ekim 2021).

Yaman, F. T. (2017). Katılımcı Demokrasi: Kapsam ve Unsurlar. Trakya Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 6(2), 136-160.