Home Blog Page 31

The Great Hack (2019)

Yapım Adı: The Great Hack

Yapım Yılı / Ülke: 2019 / ABD

Dil ve Tür: İngilizce / Belgesel

Yönetmen: Karim Amer, Jahane Noujaım

Süresi: 113 Dakika

Dikkat! Siz bu belgesel analizini okurken bir yerlerde verileriniz kaydedilmeye devam etmektedir…

Belgesel, dijital dünyanın sınırsızlığını ve bu sınırsızlığın getirdiği korkuyu bir anlamda araştırma peşinde. Burning Man festivalinde tahta bir mimari üzerine Brittany Kaiser’in Cambridge Analytica yazıp üzerine de muhbirliği simgeleyen bir düdük asmasıyla başlayan belgesel, başlangıçta izleyiciye büyük bir ipucu veriyor. Veri dünyasında garip bir şeyler oluyor ve bazıları bunları biliyor… Peki bu dünyada bizden habersiz neler oluyor?    

Hepimiz zaman zaman birileriyle konuştuğumuz bir konunun internette karşımıza reklam olarak çıkmasına şahit olmuşuzdur. Bir yemek hakkında konuştuğumuzda çeşitli yemek sağlayıcı şirketlerin reklamları, kıyafet hakkında yazıştığımızda çeşitli giyim firmalarının reklamları… Bütün bunlara önce şaşırır, sonra tedirgin olur, sonra da doğalmış gibi yaşamımıza devam ederiz. Ancak doğal değildir. Dijital ortamda bıraktığımız ayak izlerimiz, veri şirketleri tarafından sürekli işlenmekte ve subliminal mesajlarla bir şekilde bizleri yönlendirmektedir. 

Birçok sosyal medya uygulamasına en az bir kez kaydolmuşuzdur. Sizden bazı kişisel bilgileriniz dışında hiçbir şey istenmemektedir. Örneğin günümüzde popüler olan hiçbir sosyal medya uygulaması üye olurken para talep etmez. Peki neden? Çünkü onlara paradan daha kıymetli bir şey veririz: kişisel bilgilerimizi… 

Cambridge Analytica da bunun farkında olan birkaç şirketten bir tanesi olarak son yıllarda karşımıza çıkıyor. 2015 yılında Ted Cruz‘un başkanlık kampanyası için veri analiz hizmeti, 2016’da Donald Trump‘ın başkanlık kampanyasında (Altman, 2016) ve Leave.EU İngiltere’nin Avrupa Birliği üyeliği referandumunda kampanya yürüten kuruluşlardan biri için çalıştı. CA’in bu kampanyalardaki rolü tartışmalıdır ve her iki ülkede de devam eden cezai soruşturmalara konu olmaktadır (Doward, 2017). Cambridge Analytica’nın farkında olduğu diğer bir mesele de uygulamalara üye olurken hızlıca geçtiğimiz, uzun ve sıkıcı ama aslında kişisel bilgilerimizi verdiğimiz uygulamaların bunları nasıl ve ne şartlarda kullanacağı. Yani bunlar bizlere bir metin üzerinden bildiriliyor. “Kişisel bilgilerinizi, paylaşımlarınızı, fotoğraflarınızı uygulama ve uygulama içerisinde ekleyeceğiniz kişilerle paylaşacaksınız, onaylıyor musunuz?” Ve çoğumuz da ya bilmeyerek ya bilerek ya da zorunda kalarak bunlara onay veriyoruz. 

Belgesel aslında herkesin az ya da çok ama mutlaka farkında olduğu bir meselenin, göz önüne sermesini anlatıyor. Verilerimiz rızamız dışında çalınıyor ama kim tarafından? Verilerimiz çeşitli şirketlere satılıyor, peki hangi yollarla? Verilerle temel hak olan seçme ve seçilme hakkımız çeşitli subliminal mesajlarla etki altına alınıyor ama nasıl? Belgeselde işlenen kısmın çoğu “kanıtlayamıyoruz ancak biliyoruz” söylemiyle izleyiciye sunulmuş. Ancak izinsizce elde edilen verilerin 50 milyon Facebook kullanıcısı hakkında bilgi içerdiğini bilinmekte (Rosenberg vd., 2018). Bu kullanıcıların yaklaşık 270 bini bilgilerinin bir kısmını paylaşmayı kabul ederken diğerlerinin kişisel bilgileri güvenlik ihlali nedeniyle çalınmıştır (Rosenberg vd., 2018).

Brittany Kaiser ise belgeselin iç muhasebe kısmı olarak ucu açık bırakılan bir başka konu. Obama’nın seçim kampanyasında stajyerlik yapan Kaiser, öncesinde Ted Kruz, sonrasında da Trump’ın kampanyalarında görev alarak kariyerini güçlendirmiş. Kaiser’in başında bulunduğu grubun yapmaya çalıştıkları şey şu: kullanıcıların sosyal grafiklerinden elde edilebilen verileri alıp seçimde verecekleri oyu etkileyecek biçimde tükettikleri bilgileri yeniden şekillendirmek ve yeniden inşa etmek. Bu bilgiler her zaman doğru ya da tarafsız değildi fakat etkili biçimde kullanıldılar. İşte iç hesaplaşma kısmı da burada başlıyor. Yaptıkları şeyin doğru olmadığını bildikleri halde seçim kampanyalarında bu verileri kullanıp kişilerin siyasi seçimlerini değiştirmeye çalışmak…

Tüm bunlar göz önüne serilirken olayların sadece ABD ile sınırlı kalmadığından ve çeşitli ülkelerdeki şirketlerin de bu verileri satın aldıklarından bahsediliyor. Cambridge Analytica ve bağlı olduğu ana şirket, hâlihazırda hem askeri hem sosyopolitik kampanyalarda deneyim sahibi ve Dünya’nın her yerinde bu verilere ihtiyaç duyan herkese para karşılığı bu verileri satmaya hazır bir tüccar. 

Diğer yandan The Guardian ve Observer gazetecileri aracılığıyla, hikayenin nasıl haberleştirildiği ve bu sırada medyanın yaşadığı zorluklar hakkında daha fazla bilgi ediniyoruz. Olaya gazetecilerin bakış açısı ise zaman zaman her seçmenin kendisine ve sisteme sorduğu soruyla paralel: “Günümüzde adil bir seçim yapmak mümkün mü?” Bütün bunların cevabını belgesel boyunca kendinize sorabilir ve anlatılanların ışığında cevapları da kendiniz bulabilirsiniz. 

Melisa KARATEKİN

Sivil Toplum Çalışmaları Staj Programı

 

Altman, A. (2016). Silent Partners. Time (44).

Doward, J., Cadwalladr, C. Gibbs, A. (2017).  Watchdog to launch inquiry into misuse of data in politicsThe Guardian. Erişim Adresi: https://www.theguardian.com/technology/2017/mar/04/cambridge-analytics-data-brexit-trump (Erişim Tarihi: Aralık 2021). 

Rosenberg M., Confessore, N. Cadwalladr, C. (2018). How Trump Consultants Exploited the Facebook Data of Millions. The New York Times. Erişim Adresi: https://www.nytimes.com/2018/03/17/us/politics/cambridge-analytica-trump-campaign.html (Erişim Tarihi: Aralık 2021). 

Doğal Hukuk Kavramı ile Türkiye’deki Uluslararası Hukuk Sisteminin İlişkisi

Özet

Doğal Hukuk kavramı, insanoğlunun yaradılışından günümüze kadar değişimler geçirerek gelmiş, insanın doğuştan sahip olduğu hakları kapsayan ve doğal olarak var olan bir kuramdır. Bu makalede ilk olarak; her yerde geçerli olan, sadece zamana bağlı olarak değişimler geçirmiş, en üstün ve en mükemmel hukuk kurallarının bütünü olarak lanse edilebilen doğal hukukun hangi felsefeye ve hangi temele dayandığı üzerinde durulmuştur. Devamında, John Finnis’in ve Jacques Maritain’in bu konuya dair görüşleri ve doğal hukuk kuramının günümüze kadar canlılığını korumasındaki rollerinden bahsedilmiştir. Günümüzdeki modern doğal hukuk kuramının pozitif hukuka yöneldiği ve hukuki pozitivizm ile doğal hukuk kuramı arasındaki sınır H. L. A. Hart ile Lon Fuller arasındaki tartışma bağlamında çizilmiştir. Buna ek olarak hem ahlak felsefesi hem de hukuk felsefesi olan doğal hukuk kavramının detaylarına inilmiştir. Makalenin son kısmında ise Türkiye‘deki Uluslararası Hukuk istemindeki ahlak ve hukuk kavramı genelden özele inilerek ve İstanbul Sözleşmesi örneği kapsamında incelenmiştir.

Anahtar Kelimeler: Doğal hukuk, ahlak, temel iyiler, pozitivizm, sözleşme.

Abstract

The concept of Natural Law is a naturally existing theory that has come through changes from the creation of human beings to the present day and includes the innate rights of human beings. In this article, first, which philosophy and which basis is based on natural law, which is valid everywhere, has undergone changes only depending on time, and can be presented as the whole of the highest and most perfect legal rules, is emphasized. Afterward, the views of John Finnis and Jacques Maritain on this subject and their role in keeping the natural law theory alive until today are mentioned. The boundary between legal positivism and natural law theory is drawn in the debate between H. L. A. Hart and Lon Fuller. In addition, the details of the concept of natural law, which is both moral philosophy and legal philosophy, have been elaborated. In the last part of the article, the concept of morality and law in the international law demand in Turkey has been examined in the context of the “Istanbul Convention” example, going from general to specific.

Keywords: Natural law, morality, basic good, positivism, contract.

Giriş

Doğal hukuk kavramı, binlerce yıl öncesinden farklı biçimler verilerek ve günümüze kadar sürekli değişimler geçirerek gelmiş bir düşünce şekli olarak tanımlanabilir. Ayrıca doğal hukuk, doğal olarak var olan ve doğal olarak ayarlanmış bir hukuk olarak da tanımlanabilir. Doğal hukuk, genel olarak ahlak felsefesine dayanır ve ahlak ile hukuk arasındaki bağlantıları sistematik bir şekilde inceler. Bu bağlamdan yola çıkarak doğal hukuk, ahlaki bilginin nasıl elde edileceğine ve hukukun doğru bir şekilde incelenmesine dair bilgiler verir demek son derece mümkündür. Bu sebeple doğal hukuk, ahlak temelinden yola çıkarak önce toplumların, sonrasında da devletlerin iç yapısını doğrudan etkilemiştir; genel tabloda da uluslararası hukukun gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Yukarıda da belirtildiği gibi doğal hukuk, temelde ahlaki bilginin ve hukukun ne olduğu ve nasıl incelenmesi gerektiğine dair bilgiler verir. Bu sebepten dolayı doğal hukuku, iki farklı türde incelemek mümkündür. Doğal hukuk kavramını, ahlak kavramının ve hukuk kavramının Türkiye’deki uluslararası hukuk sistemi ile ilişkisini inceleyeceğiz.

Doğal Hukuk Kuramı Nedir?

Öncelikle doğal hukuk kuramının tanımını yaparken “bir kuramı ‘doğal hukuk’ kuramı yapan şey nedir?” sorusuna yanıt bulunması gerekir. Bu sorunun cevabı oldukça çeşitlidir; bunun sebebi, doğal hukuk kuramcısı olarak kendilerine lanse eden hukukçuların ya da filozofların bu konuya dair çeşitli cevaplarının olmasıdır. Ancak genel olarak doğal hukuk kuramı, bir amaç ve insan aklı olarak anlaşılabilir olmalıdır. Kısacası doğal hukuk; insanın akılla erişebileceği, yazılı olmayan hukuk kuralıdır şeklinde rahatlıkla tanımlanabilir. Bunun dışında, yukarıda da belirtildiği gibi doğal hukuk kuramı temelde ahlak felsefesine dayanır; bu yüzden tüm ahlak kuramları ve ahlaki görecelik, doğal hukuk kuramıyla rahatlıkla ilişkilendirilebilir. Örnek olarak, ünlü bir hukuk filozofu olan ve kendisini doğal hukuk kuramcısı olarak tanımlayan John Finnis, “doğal” kelimesinin açıklanış şekillerine değinmiştir. Şöyle ki, ahlak felsefesini şekillendiren doğal hukuk kuramındaki “doğal” kelimesinde, ahlak ilkelerinin doğadan okunabilir olması gerektiği gerçeği vardır (Weinreb, 1987: 15). Aynı zamanda doğal hukuk kuramı, insan doğasıyla doğrudan bağlantılıdır ki buradaki “doğa” konsepti, ortak temel insan karakteristiğini işaret etmek için kullanılmıştır (Darwall, 2006: 263).

Modern doğal hukuk teorisi göz önüne alındığında Jacques Maritain ve yukarıda dile getirilen John Finnis gibi hukuk filozofları, etik ve meta etik üzerine yoğunlaşarak bu teorinin canlılığını korumaktadırlar; ancak günümüzdeki modern doğal hukuk kuramı, yukarıda belirtilen hukukçuların öncülüğünde bir etik kuram öne sürülmeyerek ve özele inilerek pozitif hukukun doğasına yoğunlaşılmıştır (Hart, 1958: 593). H. L. A. Hart (1907-92) ile Lon Fuller (1902-78) arasındaki tartışma, hukuki pozitivizm ve doğal hukuk kuramı arasındaki sınırı ön plana çıkarmıştır (Hart, 1958: 593). Bu sebeple hukuk ve ahlak kavramsal ayırımı son derece önemlidir.

Ahlak Kuramı

Doğal hukuk teorisinin temelini oluşturan ahlak kuramı, bir diğer deyişle ahlak felsefesi, ünlü hukuk filozofu John Finnis’in perspektifince “temel iyiler” üzerinedir (Finnis, 1989: 64). Bu temel iyilere, sırf kendileri için değer verildiği ve bunların, “hakikî insan gelişiminin görünümleri, … eylemde bulunmak için gerçek nedenler” olduğu fikri hakimdir (Finnis, 1989: 64). Finnis, Natural Law and Natural Rights adlı çalışmasında yedi maddelik bir liste verir. Bunlar; yaşam, bilgi, oyun, estetik deneyim, sosyallik (arkadaşlık), pratik akıl ve dindir (Finnis, 1989: 86-7). Finnis’in altını çizdiği bu yedi madde, yalnızca başka amaçlara ulaşmak için kullanılan araçlar olarak değil, sırf insanların kendi benlikleri için koydukları amaç ve hedeflerdir. Öte yandan Finnis, temel iyiler kavramının, metafizik bir kuramla okunan anlamda doğrudan değil, “pratik anlayışla kavranan iyinin temel biçimlerinin, sahip oldukları doğa itibariyle insanoğlu için iyi olan” olduğu anlamında, dolaylı olarak insan doğasında bulunduğunu iddia eder (George, 1996: 83). Kısacası, temel iyiler arasında nesnel bir hiyerarşinin olmadığı fikrine rahatlıkla varılabilir (Finnis, 1989: 92). Ancak, Finnis’in dile getirdiği -temel iyiler üzerine kurulan- ahlak kuramı, birçokları tarafından eleştirilmiştir. En önemli eleştiri, Finnis’in temel iyiler kuramının karşılaşılan ahlaki sorunlara yanıt verememesidir (Finnis, 1989: 64-9). Şöyle ki, Finnis’in temel iyiler kuramının ve kuramdan yola çıkarak dile getirdiği yedi maddelik listenin zor ahlaki sorunların ya da ahlaki (etik) ikilemlerin yanıtlarına ulaşmak için yeterli değildir.

Doğal Hukuk Teorisi Bağlamında Hukuk

Doğal hukuk teorisinin bir diğer parçası olan hukuk kuramı, Finnis’in ahlak kuramında hukukun bazı ortak iyilere en iyi şekilde ulaşabilmenin bir aracı olduğu şeklinde tanımlanabilir (Finnis, 1989: 260-4). Buna ek olarak, hukukun bir topluluğa ya da bir topluluk kurma amacına, ortak iyisine katılmak ve akabinde iyi bir yaşam sürmek için vazgeçilmez olduğu fikri hakimdir. Doğal hukukun hukuk ile ilişkisini incelediğimizde doğal hukuk kuramındaki hukuk genel olarak yüksek güçler tarafından konulan uymamız gereken kurallar ve ilkeler bütünüdür. Bununla beraber geleneksel doğal hukuk kuramlarının beşerî ya da pozitif hukuk hakkındaki düşünceleri büyük öneme sahiptir. Özellikle Aquinas ve John Finnis’in de yer aldığı başka yazarlar tarafından da geliştirilen vatandaşların sorumlulukları ile devlet görevlileri hakkındaki tartışmalardır. Aquinas, devlet görevlilerine doğal hukuka uygun yasalar çıkartmalarının emredildiğine inanır. Bazen devlet görevlileri, genel ilkelere istinaden özel kuralların belirlenmesinde bir tercihe ya da takdire sahiptir.

Türkiye‘deki Uluslararası Hukuk Sistemindeki Ahlak ve Hukuk Kavramı

Yukarıdaki bilgiler ile, Türkiye‘deki uluslararası hukuk sistemindeki ahlak ve hukuk kavramını ele aldığımızda ve karşılaştırmak istediğimizde; doğal hukuk kavramında yer alan ahlak kuramını şöyle ilişkilendirebiliriz: ilk olarak, toplum içinde ahlaki değerlerin ve kuralların çok önemli bir yeri vardır. Ayrıca, toplumun ahlaki düzenini oluştururlar. Devletler, toplumun düzenini sağlayan ahlaki kuralları ve değerleri, oluşturdukları veya uyulmasını sağladıkları kurallar ile toplum üzerinde uygularlar. Türkiye’deki uluslararası hukuk sistemindeki yasal düzenlemeler ve kurallarda ahlaki kuralların temeline dayanır. Doğal hukuk kavramında yer alan ahlaki kuramın insanların kendi benlikleri için koyduğu amaç ve hedefler, Türkiye’deki uluslararası hukuk sisteminde de bulunmaktadır. Devletler, uluslararası hukukta en önemli aktörler arasında yer alır ve devletler, insanların kendi benlikleri için koyduğu hedef ve amaçları içinde barındırır. Bu doğrultuda devletler hem kendi iç hukuk sistemine hem de uluslararası hukuk sistemine yön verir. Türkiye’nin uluslararası hukuk sisteminde de “devlet” çok önemli bir aktördür ve Türkiye’nin uluslararası hukuk sistemi de devletin benliği için koyduğu amaçları ve hedefleri bünyesinde barındırır. Finnis’in de dile getirdiği gibi “insanın doğasında bulunan bu amaçlar ve hedefler, bazen olumlu gelişmeler yaratırken bazen de uluslararası sistemde olumsuz gelişmeler yaratabilir”. Örnek olarak, uluslararası arenada Türkiye’nin uluslararası hukuk sistemine de yansıyan, ayrıca hem ahlaki hem de insani kurallar ve değerlerin hiçe sayıldığı en önemli sorunlardan birisi mülteci, göçmen ve sığınmacı olarak adlandırılan insanların Türkiye’ye göç etmesidir. Yaşanılan bu problem, insanların can güvenliğinden dolayı ortaya çıkmaktadır. Yakın zamanda yaşanılan olaylara değinmek gerekirse, ABD ve NATO, Afganistan’dan askerlerini çekerek Taliban’ın ilerleyişi hız kazanmıştır; bu sayende başkentin alınması sağlanmıştır. Bu sebepten dolayı, Afganistan’da yaşayan insanlar kaçak yollar ile legal olmadan Türkiye’ye gelmiştir. Bu örnek ile insanların, aslında devletlerin kendi benlikleri için koyduğu amaç ve hedefler ahlaki değerlere dayanabiliyorken, uluslararası sistemde devletlerin aldıkları kararlar aslında kendi çıkarları doğrultusunda aldıklarını ve bunu çoğunlukla ahlaki değerleri düşünmeden ve diğer devletlerin de ahlaki değerler açısından uluslararası sistemde ve uluslararası hukuki sistemde olumsuz etkileyebileceğini düşünmeden davranabileceğini, aynı zamanda problemler yaratabileceğini görmekteyiz.

Doğal hukuk kuramı, yukarıda da bahsettiğimiz gibi kendi içindeki hukuk kavramanı toplum için ortak iyilere ulaşmanın bir aracı olarak görür ve toplumun iyi bir yaşam sürmesini ister. Bununla beraber doğal hukuk kuramı, hukuk kuramının sisteme egemen olan güçlü devletlerin koydukları kurallara uymamız geren ilkeler olarak da adlandırır. Uluslararası sistemde, devletler arasındaki hukuk kavramına göz gezdirdiğimizde; yüzyıllar boyunca insanlar hukuku tanımlamaya ve açıklamaya çalışmışlardır. Genel olarak bu tanımlama çabasının, hukuk kavramının eşitlik, adalet ve hak kavramları ekseninde yer aldığı görülür. Ayrıca hukuk kavramının, devletlerin uluslararası ilişkilerini düzenleyen ve devletlerin iç hukukunun kaçınılmaz bir parçası olan önemli bir faktör olduğunu da görmek mümkündür. Buna ek olarak, hukuk kavramının Türkiye’deki uluslararası hukuk sistemindeki yerine baktığımızda çok önemli bir yer kapladığını ve hukuk kavramının içerdiği eşitlik, adalet ve hak kavramlarına da önem verdiğini görürüz. Bu bilgiler doğrultusunda, Türkiye uluslararası hukuk sisteminde, doğal hukuk kuramında da yer alan “ortak iyiye ulaşma ve toplumda iyi bir yaşam” sürmeye çalışmasına sahiptir; çünkü hukuk sistemleri, toplumun gelişimini sağlayabilecek, insan haklarına, eşitliğe, adalete, demokrasiye ve barışa önem verebilecek ve son olarak, toplum ve insan hayatının bütünsel olarak ideal anlamda devamını sağlayabilecek kurallara ve değerlere sahip olmak zorundadır. Ancak Türkiye’deki uluslararası hukuk sistemi, bunu tam olarak sağlayabilen bir sisteme sahip değildir. Açıklamak gerekirse, Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden feshi olayını bu konuya örnek olarak vermek mümkündür. İstanbul Sözleşmesi; uluslararası hukukta, kadınlara yönelik her türlü şiddetin ve ayrımcılığın önlenmesine ilişkin bir Avrupa Konseyi Sözleşmesi’dir. Ayrıca, sözleşmede var olan ülkelerin sorumluluklarını belirleyen bir uluslararası insan hakları sözleşmesidir. Bununla birlikte; sözleşme, Avrupa ülkelerini hukuki yönden bağlayan ilk uluslararası sözleşmedir. Kısacası İstanbul Sözleşmesi, uluslararası hukukta bu kadar önemli bir yer tutarken ve ayrıca bu sözleşme , hukuk kavramının temelini oluşturan adalet, hak ve eşitlik kavramlarını temsil ederken, Türkiye’nin uluslararası hukuk sisteminde yer alan bu sözleşmeden feshetmesi, doğal hukuk kavramında yer alan “toplumun iyi bir yaşam sürmesini sağlamak” yükümlülüğü sağlayabilmektedir demek mümkün değildir. Son olarak, Türkiye’deki uluslararası hukuk sistemi her ne kadar doğal hukuk kuramının içerdiği -toplumu ortak iyiye ulaştırmak- yükümlülüğünü içerse bile uluslararası hukuk bunu sağlayabilmekte zorluk çekmektedir.

Sonuç

Sonuç olarak; doğal hukuk kuramında yer alan ahlak ve hukuk kavramları, Türkiye’deki uluslararası hukuk sistemiyle yakından ilişkilidir; çünkü ahlak ve hukuk kavramları, uluslararası hukuk sisteminde yer alan, kuralların ve yasaların düzenlenmesinde ve oluşmasında önemli bir yere sahip olan kavramlardır. Bundan dolayı, bu iki kavramı hukukun dışında düşünmemiz olanaksızdır.

Sarper Göksal

Ayşe Merve Saraçoğlu Rümeysa Sel

Uluslararası Hukuk Staj Programı

Kaynakça

Darwall, S. (2006). The value of autonomy and autonomy of the will. Ethics, 116(2), 263–284. https://doi.org/10.1086/498461

Finnis, J. M. (1979). Natural law and natural rights. Oxford University Press.

Finnis, J. M. (1989). Law as co-ordination. Ratio Juris, 2(1), 97-104. https://doi.org/10.1111/j.1467-9337.1989.tb00029.x

Fuller, L. L. (1958). Positivism and fidelity to law: a reply to professor Hart. Harvard Law Review, 71(4), 630–672. https://doi.org/10.2307/1338226

George, R. P. (1996). A defense of the new natural law theory. The American Journal of Jurisprudence, 41(1), 47–61. https://doi.org/10.1093/ajj/41.1.47

Hart, H. L. A. (1958). Positivism and the separation of law and morals. Harvard Law Review, 71(4), 593–629. https://doi.org/10.2307/1338225

McInerny, R. (1980). The principles of natural law. The American Journal of Jurisprudence, 25(1), 1–15. https://doi.org/10.1093/ajj/25.1.1

Weinreb, L. L. (1987). Natural law and justice. Harvard University Press.

Diplomasi Akademisi Raporu

0

4 – 26 Aralık tarihleri arasında düzenlenen 4 haftalık program olan Diplomasi Akademisi‘nde katılımcılarımız, birbirinden kıymetli diplomat ve akademisyenlerle bir araya gelerek hem bu alandaki tecrübe ve bilgilerinden faydalanıp hem de sorularını aldıkları yanıtlarla güzel bir etkinlik gerçekleştirmişlerdir. Diplomasi kavramının incelenmesi ve katılımcılara güncel meselelere dair diplomatik bakış açısı kazandırma hedefiyle yola çıkan bu dört haftalık programın rapor çıktısını aşağıdaki bağlantıdan indirebilirsiniz.

Raporu İndirmek İçin Tıklayınız

  1. Oturum: Emekli Büyükelçi Naci Koru

Konuşmasına uluslararası ilişkiler alanının öneminden, kapsamından, aktörlerinden ve diplomasi ile kesiştiği alanlardan bahsederek başlayan Naci Koru, diplomasinin tarihi ile devam etmiştir. Diplomasinin nasıl ortaya çıktığı ve geliştiğini anlatan Koru, diplomasinin tarihinin MÖ 1200’lere dayandığını söylemiştir. Günümüzde diplomasinin aktörleri arasına hükümetler arası örgütler, hükümet dışı örgütler ve çok uluslu şirketler gibi farklı birimlerin girdiğini ve bu birimlerin diplomaside çok önemli rol oynadıklarını özellikle belirtmiştir. “Devlet dışı aktörlerin son yüzyılda sayıları ve etkinlikleri arttı” diyen Koru; iklim değişikliği, çevre, insan hakları, enerji gibi konuların ikili diplomasinin ötesinde bütün dünyayı ilgilendirdiğini söyleyip uluslararası örgütlerin bu konulardaki gücünden bahsetmiştir. Önleyici diplomasi (preventive diplomacy) kavramını “son 10 yılların en önemli terimlerinden bir tanesi” olarak değerlendiren Koru; diplomasinin değişen amaçlarına vurguda bulunmuştur. Eskiden savaşlardan sonra barışın kurulmasına ve savaşın önlenmesine yönelik çalışmalar olarak tanımlanan diplomasinin, günümüzde sadece barış odaklı olmayan; devletlerin ilişkilerinin arttırılmasını, sorunların ortaya çıkmadan öngörülüp çözümlenmesini ve ekonomik ve sosyal ilişkilerin gelişmesini amaçlayan yeni bir diplomasi türü (önleyici diplomasi) olarak değiştiğini belirtti. Konuşmasının devamında devletlerin uluslararası ilişkilerde temel güç olup olmayacağı sorusunu soran Koru, günümüz küreselleşmesini ve ulusüstü oluşumlarını referans alarak devletlerin yerini ulusüstü veya ulusötesi yeni yapılanmaların alabileceğini fakat bu soruya kesin bir cevap vermenin zor olabileceğini söylemiştir. Konuşmasını, kendi deneyimlerinden de yola çıkarak Türkiye Dış Politikası’nın son 40 yılda nasıl değiştiğine değinerek bitiren Koru, “Türkiye Arap Baharı sürecinde ve sonrasında diplomasi araçlarını yeterli şekilde kullanmış mıdır?” sorusuna Arap Baharı’nda Türkiye’yi en çok etkileyen olayın Suriye’deki gelişmelerin olduğunu ve Türkiye Dışişleri Bakanı’nın Şam’da katılmış olduğu görüşmelerden olumlu sonuç alabilmiş olsaydı bugün Orta Doğu ile ilişkilerin daha farklı olabileceği yanıtını vermiştir.

 

La Belle Verte (1996)

Yapım Adı: La Belle Verte

Yapım: 1996 / Fransa

Yönetmen: Coline Serreau

Tür: Komedi / Bilim Kurgu

Coline Serreau’nun senaryosunu kaleme aldığı, yönetmenliğini yaptığı, müziklerini bestelediği ve dahi rol aldığı La Belle Verte filmi, 1996 senesinde seyirciyle buluşmuş 99 dakikalık bir Fransız komedi ve bilim-kurgu yapımıdır. Colin Serreau’dan başka Vincent Lindon, Marion Cotillard, Paul Crauchet gibi oyuncular filmin oyuncu kadrosunda yer almaktadır. Fransa ve Avustralya’da çekimleri gerçekleştirilen La Belle Verte’nin yapımcılığını Alain Sarde ve filmin kurgusunu ise Catherine Renault üstlenmiştir. 

Yapımın söz konusu alana ne kadar dahil olduğu tartışmaya açık olmakla birlikte bilhassa postmodern dünyanın başta siyasi olarak sosyal ve iktisadi hususlardaki sorunlarına işaret etmesi filmin en dikkat çekici niteliğini oluşturur. Bu halde film ön planda protagonist Mila’nin Paris sokaklarındaki maceralarını izleyiciye aktarmaktayken arka planda ise Mila’nın iç sesi ve çeşitli antogonistler ile diyalogları vasıtasıyla temel olarak postmodern dünyanın sorunlarına karşılaştırma metoduyla kendi çözümlerini sunmaktadır. Karşılaştırmanın bir tarafında Soğuk Savaş sonrası çok kutuplu postmodern Dünya yer almaktayken diğer tarafında ise kozmosun neresinde olduğu belli olmayan Mila’nın ütopik gezegeni yer almaktadır. 

Mila’nın gezegenindeki enternasyonal toplum tarihsel süreç içerisinde ilkel, köleci, feodal ve kapitalist evreleri geçirerek en basit haliyle ülkeler dahilindeki sınıf çatışması ve dahi haricinde ülkeler arasındaki güç mücadelelerinden doğan sıcak çatışmalar gibi katastrofik olaylar zinciri neticesinde köklü bir dönüşüm geçirir. Bu dönüşüm neticesinde Mila’nın gezegeninde toplum, açıkça olmasa dahi anarko-natürist ve liberteryen sosyalizm eğilimlere sahip egalitarian komünler halinde yaşamaya başlayarak yeni bir toplumsal safhaya geçer. Burada kolektif bilinç egemen pozisyonda olarak siyasal, sosyal, dini ve iktisadi kurumlar yoktur ve bireyler birbirlerine sosyal anlaşma ile değil doğal hukuk ile bağlanmışlardır. Dolayısıyla devlet ve bürokrasinin de var olmadığı bu toplumda hiyerarşi de herhangi bir noktada mevcut değildir. Ancak yılda bir kere olmak üzere komünler toplanarak gerçekleştirdikleri toplantılarda birbirleriyle yıllık üretimlerindeki artı değerlerini, belirli bir karşılık beklemeden mübadele eder ve çeşitli hususlarda ortaklaşa kararlar alır. Bu toplumda tarımsal üretim ile buna bağlı küçük el zanaatları ana iktisadi uğraşları oluşturur ki bu uğraşlar üzerinden mübadele değerli mal üretimi ile meta fetişizmi yukarıda bahsedildiği üzere mevcut değildir ve üretim kendine yeter bir halde sürdürülmektedir. Ancak bu noktada ifade etmek gerekir ki Mila’nın toplumunda bilgi üretiminin yüksek düzeyde olmasına karşın tarımsal üretim temel olarak toplayıcılık esasına dayalı gibi gözükmektedir. Bunun nedeni üretilen bilginin üretim kapasitesi, çeşitliliği, verimliliği vb. gibi hususlar üzerinde kullanılmaması yahut tam tersine düşük bir ihtimal de olsa bu yönde hiç bilgi üretiminin gerçekleştirilmemesi olabilir. Dikkat çekici unsurlardan birisi de kültürün aktarılması meselesidir. Bu toplumda deneyim ile kültürün gelecek nesillere aktarılması yazı vasıtasıyla değil, gelişmiş beyin kapasitesi, buna bağlı geliştirdikleri telepatik iletişim biçimi ve bilgi üretim yöntemi ve dahi bunun yanında bireylerin uzun yaşam sürelerinin de tesirli olduğu bir nevi sözlü gelenekle gerçekleştirilir. Bu halde, gelen yeni nesillerin eğitiminde kullanılan telepatik ve sözlü eğitim dahilinde en önemli yeri ileri matematik eğitiminin tutması ilginç bir durumu ortaya çıkarır. Bununla birlikte Mila’nın toplumunda telepatik yahut klasik iletişim biçimi olarak matematik dili, ana dil konumunda olup olamayacağı sorusu ortaya çıkar. Dikkat çekici bir diğer husus ise anarko-natürist ve egalitarian bu toplumun, Mila ile oğullarının Dünya’daki faaliyetlerinden de anlaşılacağı üzere bireysel özerkliğe saygı göstermemesidir. Mila’nın toplumu her ne kadar kendi dahilinde egalitarian esaslara sahip olsa da yoz, kirli ve yaşanılamaz gördükleri Dünya’da bireylerin özerkliğine müdahale etmekten de asla kaçınmamakta, niceliklerinin bir önemi olmadığı halde kendi istekleriyle bireylerin yaşam biçimleri ile kişiliklerini değiştirme hakkını kendilerinde görmektedirler. Müdahaleciliğe verilebilecek en önemli örnek açık ara üstün bir yaşam formu olarak Mila’nın toplumundan olan İsa’nın Dünya’ya ziyaretinin yaratmış olduğu son derece yüksek tesirlerdir. Bu müdahalecilik eko-faşizm olarak adlandırılacak düzeyde olmamakla birlikte bunun ister istemez düşünülmesine de neden olacak düzeyde bulunmaktadır. 

Şimdiye kadar söylenenlerden hareketle Coline Serreau’un La Belle Verte filminde genel olarak postmodern Dünya’daki yüksek nüfus ve artan kentleşme, işlevsiz bürokrasi, endüstrileşmenin yarattığı iklim krizi gibi çevre sorunları, Soğuk Savaş sonrası bilhassa Bosna İç Savaşı’nda görüldüğü üzere Avrupa’da ortaya çıkan kimlik ve aidiyet krizi ile istikrarsız siyasi, sosyal ve iktisadi ortam gibi pek çok sorunları ele almaya çalıştığı söylenebilir. Bunlarla birlikte bireyin kapitalist toplum içerisinde var olabilme daha doğrusu kabul görebilme mücadelesinde yaşadığı kişisel dilemmalar ve buhranlara da değinmiştir. 

Üzerinde durduğu bu sorunların çözümlerini ise temel olarak işaret ettiği anarko-natürist ve liberteryen sosyalizm ilkelerinde gördüğü açıktır. Ancak bu sorunları ele alış biçimi kadar bu sorunlar için ortaya koyduğu çözümler de son derece yüzeysel ve elbette ki ütopik kalmıştır denilebilir. Bu halde La Belle Verte filminin 1990’lı yılların Fransa’sında net bir şekilde görülen “kafa karışıklığı” ile siyaseten “yönelim krizi”nin yansımalarından birisi olduğu açıktır. 1990’lı yılların Fransasındaki bu karışıklıklar ve krizler bilhassa Soğuk Savaş’ın bitmesinden sonra ortaya çıkan yeni enternasyonal düzende Fransa’nın konumlandığı pozisyon ve dahi yıllarca ülkede egemen olmuş güvenlikçi politikalar ile yine Fransız siyasetinin bu yeni düzende genel karakteristiğini belirleyecek neoliberalizm ve sosyal demokrasi üzerinden yürütülen uzun tartışmalara genel olarak bağlanabilir. 

Ali Erdoğan DAVULCUOĞLU

Sosyoloji Çalışmaları Staj Programı

Partilerin Siyasal Söylemi Olarak Seçim Şarkıları

Özet

Demokrasilerde bilindiği üzere toplumu temsil etmeye talip kişi ve kadrolar; ülkelerin anayasalarında öngördüğü şekilde periyodik olarak, genelde dört senede bir, seçmenin sandığa giderek oy kullandığı seçim günlerinde birbirleriyle rekabet ederler. Seçimlerde son sözü millet tasarrufuna bırakan bu siyasi yönetim biçiminde adayların kendilerini seçmenlere anlatabilmesi, vaatlerde bulunması, birtakım görsel afişler hazırlaması yaygın görülen aday davranışlarındandır. Halkı gerek zihni gerek kalbi açıdan kendi tesiri altında bırakmayı hedefleyen siyasal partiler; demokratik mekanizmanın etkili çalışabilmesi adına kendi tabanlarıyla sağlıklı iletişim kurabilmeli, onları seçim gününde parti lehinde oy kullanabilmeleri açısından sandığa mobilize edebilmeli, takipçilerine davasını benimsetebilmelidir; ki bu şekilde kendi ideolojik mahallelerinin iktidarı olabilsinler. İşte bu tarz sebeplerden ötürü siyasi partiler; en önemli paydaşları olan seçmenlerle seçim zamanlarında diğer zamanlardan daha fazla bilgi alışverişinde bulunmaya ihtiyaç duyar. Aynı şekilde seçmenler de seçim dönemlerinde siyasi idareye yön verebilme arzusunu, ideolojisine sahip çıkma güdüsünü, kendisi ve sevdikleri için iyi olanı isteme arzusunu diğer zamanlardan çok daha yoğun şekilde partisiyle paylaşmayı ister. Bu karşılıklı gereksinimlerin giderilmesi seçim kampanyaları dönemlerinde mümkün olur, zira siyasi partiler sloganlar, pankartlar, reklamlar, görsel şölenler, yardımlar ve seçim müzikleri vasıtasıyla seçmen tabanlarını diri tutmayı hedeflerler. Seçimlerin güçlü ve temel aktörü olan seçmenlerin, partilerin kampanya metotları tesiri altına girmeleri beklenir ve bu neticede parti tabanı kemikleştirilmeye veyahut genişletilmeye çalışılır. Kitle iletişim araçlarının çeşitlenmesi ve toplumda gittikçe yaygın olması siyasi partiler için kazanım aracı olmuştur. Bu sayede parti propagandalarını hızlı ve geniş alanlara yayabilmişler, bu propaganda dönemindeki siyasi partiler seçim araçlarına, reklamlara, billboardlara ciddi kaynaklar ayırmışlardır. Siyasi partiler seçimlerdeki hedeflerini gerçekleştirmek adına propaganda sürecine büyük önemler verirler ve bu propaganda sürecinde yaygın şekilde kullanılan kitle etkileme unsurlarından birisi de seçim müzikleridir. Partiler hazırladıkları seçim müziklerinde kullandıkları ezgilere, ritimlere kendi ideolojileri ile ilintili birtakım ulusal, dini, kültürel kodları nakşetmişler, gelecekteki icraatlarına ve topluma bakışlarına dair izleri gizlemişlerdir. Bu seçim müziklerinde siyasi partilerin söylemlerinden de izler bulmak mümkündür. Bu yazıda siyasi partilerin seçmeni etkilemek gayesiyle kullandıkları kitle iletişim araçlarından seçim şarkıları, partinin siyasi söylemi açısından incelenecektir. Müziğin siyasi kampanyalarda kullanılmasının ilk örneklerinin kısa bir tarihçesine temas edilecektir. Siyasi söylemler ile seçim şarkılarının benzerlikler taşıyıp taşımadığı, parti söylemini ne oranda yansıttığı soruları açığa kavuşturulmak istenmektedir. Bu minvalde 34 yıllık aradan sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin “erken” yapılmayan ilk genel seçimi 12 Haziran 2011 seçim kampanyasındaki seçim şarkıları incelenecek, AKP, CHP ve MHP’nin seçim şarkıları ile söylemleri arasındaki ilişkiye odaklanılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Siyasi parti, seçim kampanyası, müzik, kitle, farklılık, siyasal söylem.

Abstract

As is known in democracies, people and cadres who aspire to represent the society; they compete with each other on election days, when the voters go to the polls periodically, usually every four years, as stipulated in the constitutions of the countries. In this form of political administration, which leaves the last word to the people’s discretion in the elections, it is a common candidate behavior that the candidates can explain themselves to the voters, make promises, and prepare some visual posters. Political parties aiming to impress the people both mentally and emotionally; in order for the democratic mechanism to work effectively, they should be able to communicate well with their base, mobilize them to the ballot box so that they can vote in favor of the party on the election day, and make their followers adopt their cause; so that they can become the power of their own ideological neighborhoods. For these reasons, political parties need to exchange information with voters, who are its most important stakeholders, at election times more than at other times. In the same way, voters want to share their desire to direct the political administration during election periods, their desire to protect their ideology, and their desire to want the best for themselves and their loved ones, more intensely than at other times. Elimination of these mutual needs is possible during election campaigns because political parties aim to keep their voter base alive through slogans, banners, advertisements, visual feasts, aids and election music. It is expected that the voters, who are the strong and main actors of the elections, will come under the influence of the campaign methods of the parties, and as a result, the party base is tried to be ossified or expanded. Diversification of mass media and its widespread use in society has been a means of gain for political parties. In this way, they were able to spread their party propaganda quickly and widely, and political parties in this propaganda period allocated serious resources to election vehicles, advertisements and billboards. Political parties attach great importance to the propaganda process in order to realize their targets in the elections, and one of the mass influence elements widely used in this propaganda process is election music. The parties have embroidered some national, religious and cultural codes related to their own ideologies into the melodies and rhythms they use in the election music they have prepared, and they have hidden the traces of their future performances and their views on society. It is possible to find traces of the discourses of political parties in this election music. In this article, election songs, one of the mass media tools used by political parties to influence voters, will be examined in terms of the parties’ political discourse. A brief history of the first examples of the use of music in political campaigns will be discussed. It is desired to clarify the questions of whether political discourses and election songs bear similarities and to what extent they reflect the party discourse. In this respect, the election songs in the 12 June 2011 election campaign of the first general election of the Republic of Turkey, which was not held “early” after 34 years, will be examined, and the relationship between the election songs and discourses of the AKP, CHP and MHP will be focused.

Keywords: Political party, election campaign, music, mass, difference, political discourse.

Giriş

Öncelikle, müziğin seçim kampanyalarında parti söylemi olarak kullanılması irdelenmeden evvel, müziğin gücünden bahsetmek pek yerinde olacaktır. Siyasi partilerin bilhassa seçim dönemlerinde hedef kitleleri ile iletişime geçmek için müziğin büyülü doğasını kullandıklarını biliyoruz. Kitleleri cezbetmek ve onların kendi tarafında kümelenmelerini sağlamak isteyen siyasi partiler; işitsel olmakla beraber görsel ve yazılı propaganda araçlarını da faaliyete geçirmişlerdir. Peki müziğin gücü nedir, partiler belirli ritmik notaları kullanarak müzikten nasıl medet ummuşlardır? Müziğin duyumsal dokunuşuna, hissettirdiği renkli deneyimlere insanlık tarihine hafifçe göz gezdirdiğimizde bu yönleri fark etmememiz mümkün gözükmemektedir. Şair Stephen Spender için, din dışında idealist uyuşturucuların en güçlüsü olan müzik (Lull, 2000), en azından zamanın başlangıcından beri bizimle (Kasper & Schoening, 2011, s. 5). Eflatun’a göre toplumsal, Aristo’ya göre düşünen bir hayvan olan insan; kanlı savaşlarda, dini ritüellerinde, ihtişamlı ziyafetlerde, hüzünlü cenaze törenlerinde, düğünlerde, kısacası hayatının birçok yerinde müziğe, ruhtan dökülen esintilerin notalarla kâğıda dökülebilen formuna başvurmuştur. Bu form, insan kalbinde ruhsal temasları mümkün kılma bakımından kelimelerden çok daha farklı doğaya sahiptir. Ayrıca müzik tesiri yüksek bir sosyal uyarıcıdır, insanları dans gibi tempolu fiziksel aktivitelere sürükleyebilir. Dissanayake’ye göre müzik davranışsal ve motivasyonel bir kapasitedir (Perlovsky, 2010, s. 4). Tüm bunlara ek olarak müzik; belirli bir coğrafyanın kültürel, iklimsel, sosyolojik bir hafızası niteliğindedir, başka bir ifadeyle müzik adeta toplumun hüviyet kodlarının seslendirilmiş halidir. Müzik eğer belli bir coğrafyanın karakteristik özelliklerinden süzülmüş geleneksel bir formda ise o kesimin ortak acılarını, neşelerini, rüzgarlarında taşır ve her bir notası muhatabı ile o toplum arasında bir köprü vazifesi görür. Bu açılardan yaklaşıldığında müziğin kitlelerde ortak duygu ve ortak aksiyon oluşturmadaki kapasitesi, kitlelere hükmetmek isteyen odaklar için oldukça cazibelidir. Bu perspektiflerden bakıldığı zaman açıkça anlaşılacaktır ki müziğin harekete geçirici doğası ve duygu oluşturma gücü, kelimelerin ve görselliğin gücüyle birleştirilerek görkemli bir propaganda malzemesi olarak kullanılmaya elverişlidir. Siyasi partiler böylesi bir güçten mahrum olmayı elbette istememişler, seçim zamanlarında sandıklardan başarıyla sonuç alabilmek adına müziği kullanmışlardır. 

Peki, siyasi partiler hedeflediği kitlelerle niçin iletişimde olmak isterler, sağlıklı iletişimle birlikte neyi hedeflerler? Öncelikle iletişim; aracılı veyahut aracısız biçimde belirli bir mesajı karşı tarafa ulaştırma olgusudur. Bu şekilde karşılıklı etkileşimli bilgi yaratılması ve bu bilginin paylaşılmasıyla beraber bir yakınlaşmanın oluşmasına neden olur (Bektaş, 2002, s. 45). Bu karşılıklı etkileşimi muhteva eden bilgi paylaşımı, hedef kitlede birlik hissini oluşturmada ve ortak hareket etme güdüsünü kamçılamada işe yarar ki siyasi partiler de bunu hedeflerler. Müziğin hem toplumsal hem de bireysel olarak kullanılan alanın ürünüyle birleşmesi neticesinde sahip olduğu kitleye güçlü bir şekilde bilgi aktarımında aracı olması müziği farklı kılan özellik olarak ifade edilmiştir (Kaygısız, 2004, ss. 9-10). Kitlelerin algılarını yönlendirmek isteyen odaklar tarafından yürütülen bu iletişim, Karaburun’a göre belirli bir grubun duygu ve düşüncelerini etkilemek, kontrol altında tutmak veya onları değiştirmek için amaçlı ve planlı bir şekilde ortaya konulan fikirlerin kapsamıdır, propagandadır (Karaburun, 2018, ss. 91-92). Müziğin insana derin nüfuzunun farkında olan propagandacılar, sözler ile müziğin büyüleyici doğasından faydalanarak mensup oldukları siyasi partilerin menfaatleri doğrultusunda mesajlar iletecek biçimde partinin oy deposu seçmenleriyle uzun vadeli etkileşimler kurma, devam ettirme ve pozitif manada ilişkileri derinleştirme politikalarını içeren seçim kampanya malzemeleri üretirler. 

Çalışmanın sonraki kısmında siyasi partilerin seçim şarkılarıyla yapmak istediği propagandanın kuramsal değerlendirmesi yapılacaktır. Kirik Hallahan (2000, ss. 463-467) (Mobilization-Ability-Opportunity) şeklinde isimlendirdiği modelinde propagandanın derin bir işlev görebilmesini, “motivasyon”, “yeterlilik” ve “fırsatların içselleştirilmesi” olarak tanımlamaktadır. Hallahan’a göre motivasyon, halihazırda aktif bulunmayan toplulukların mesajın iletimi süresince aktivasyonunun sağlanması; yeterlilik, mesajın muhatabı bireylerin mevcut mesajı idrak edebilecek yeteneklerinin durumu; fırsatların içselleştirilmesi ise mesajın kendine özgü durumuna dikkatleri toplayabilme ve kapasite meselesine odaklanılması olarak açıklığa kavuşturulmaktadır. Siyasi partinin kendi seçmeni ile kurduğu bağ bir bakıma paydaş ilişkisidir, bu bağdan kazanacakları ya da kaybedecekleri ortak şeyler vardır (Grunig & Repper, 2005). Bu bağdan seçmenler, partiler, adaylar ve çıkar güden ekipler ortak aktörlerdir, başka bir ifadeyle bu aktörlerin birbirleri ile iletişim kurma mecburiyetleri vardır, bu hedef kitleler adeta birbirleri için vazgeçilmez ortaklardır. Bu harmoni güçlü şekilde sağlandığı vakit siyasi partiler hedef kitlelerini müziğin gücüyle istenilen şekilde harekete geçirebilirler, insan ruhuna dokunan notalarla seçmen üzerinde paydaşlık hissini daim kılmayı hedeflerler. 

Müzik ve politikanın arasındaki etkileşim temelde 3 farklı şekilde ele alınabilir. Bunlardan ilki seçim şarkısının politik fikirlerin altını çizmesi, ikincisi siyasi aktörün ya da kolektif parti aklının şuurlu şekilde eser yazdırması ve bu eseri parti tanıtımı maksadıyla kullanması olarak ifade edilebilir. Sonuncusu ise bestelenen veya bestesi kullanılacak müziğin siyasal bir ideolojiye hizmet etmesidir.

Bestekarlar ve müzik üstatları ürettikleri eserlerin siyasi etkilerini fark etmişler ve bazı eserlerini bu amaca mahsus oluşturmuşlardır. Batı müziğinin en klasik eserlerine sahip Ludwig van Beethoven, 3. Senfonisi’ni Napolyon Bonapart’a adamıştır. Ayrıca Prens Franz Joseph von Lobkovitz için de beste sunmuştur. Ayrıca politik temalı bir opera olan Fidelio da yine kendisinin eseridir (Kasper & Schoening, 2011, s. 5). Osmanlı musikisinde de derin izler bırakan, Sultaniyegâh gibi müzik makamlarının ilk örneklerini veren Dede Efendi; 3.Selim ve 2. Mahmud himayesinde srayda sanatını icra ettiği dönemlerde birçok eserini onlara ithaf etmiştir. Hatta kendisinin ünlü Ferahfeza ayinini 2. Mahmud için bestelediği kayıtlarda mevcuttur, yine sultanın talimatı ile Yenikapı ve Beşiktaş medreselerinde bu eser defalarca dinletilmiştir. Görüldüğü üzere müzik üstatlarının siyaset kurumuna sunduğu bu gibi örnek eserler doğu ve batı ayrımına gidilmeksizin müzik ile siyasetin evrensel manada bir ilişkisinin olduğunu ortaya koymaktadır. 

Demokrasinin vazgeçilmez unsuru olan oy verme işleminin zuhur ettiği seçim atmosferlerinde, seçim kampanyalarında siyasi seçim şarkılarının kullanımının ilk örneklerine Amerika’da rastlamaktayız. Dolayısıyla müziğin seçim şarkısı halinde seçim kampanyalarında propagandaların temel unsurunu oluşturduğu ilk tarihler 1700’leri göstermektedir. Ek olarak, 1734 yılında gerçekleştirilen seçim kampanyalarında uygulanan seçim müziğinin olumlu sonuçlar verdiğinin anlaşılmasıyla dönemin New York Valisi bu tip şarkılar besteleyenlere teşvik maksadıyla ödüllendirme yoluna gitmiştir. Dahası 1780’lere gelindiğinde God Save Washington şarkısının, sandıktan çıkan ilk Amerikan başkanının zaferi göğüslemesinde katkısı olduğunu ileri sürenler olmuştur (Tanyıldızı, 2012, s. 99). Amerika Birleşik Devletleri’nde seçim kampanyalarında siyaset ile müziğin hikayesi böyle başlarken, Osmanlı İmparatorluğu’nda siyasi maksatla çalınan ilk taş plak 1908 (2. Meşrutiyet) Temmuz Devrimi’nde çalınmıştır. Bestesini Mehmet Zati Bey’in yaptığı Mebusan Marşı Osmanlı Meclisi’ni inletmiştir. Tarihi verilerin ışığında, modern manada ilk politik reklam ya da politik propaganda ifadesi olarak müziğin kullanılması 1952 yılında Amerika’da yapılan başkanlık seçimi ile hayatımıza girmiştir. Bu atmosfer 1960 sonlarına doğru tüm Avrupa’yı etkisi altına almış, bu dönemde Türkiye’de de aksetmiş, müziğin modern manada siyasi kampanyalarda kullanılması ülkemizde bu tarihlerde başlamıştır. Bu minvalde, böyle bir tarihi perspektif zemininin ifadesinden sonra 2011 genel seçimlerinde AK Parti, Milliyetçi Hareket Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin kullandıkları seçim şarkıları; sırasıyla Haydi Bir Daha (AK Parti), Ses Ver Türkiye (MHP), Bir Islık Da Sen Çal (CHP) incelenerek ait oldukları siyasi partilerin siyasi söylemlerini ne kadar yansıttıkları örneklerle izah edilecektir. 

İncelemeye ilk olarak AKP’nin 2011 genel seçimlerinde hedef kitlesiyle paydaşlık ve yakınlık oluşturmak maksadıyla siyasi propagandasını ilettiği unsurlardan Haydi Bir Daha adlı seçim şarkısıyla başlanacaktır. Şarkının, müzik türleri açısından değerlendirildiğinde, Türk Halk Müziği temaları taşıdığı pek açık surette söylenebilir. Şarkı ince sesli bir kadın vokal ile başlamaktadır, daha sonra dahil olan biraz daha kalın sesli bir kadın vokalle devam etmektedir. Hemen sonrasında ise erkek vokalin dahil olmasıyla birlikte eserin seslendirilmesi koroya döner, çok sesli bir yapıt icra edilmiş olur. Şarkı vokallik açısından incelendiğinde çok sesliliği, farklı farklı seslerin bir araya geldiğinde uygun bir harmoninin yakalanılabileceğini göstermektedir. Enstrüman tercihleri açısından bakıldığında ise kânundan gitara, zurnadan tuluma geniş yelpazeli müzik aletleriyle dolu bir icra olduğu söylenebilir. Burada da farklı farklı enstrüman parçalarının uyum içinde bir organizasyon ile bütün eseri oluşturduğu gözlemlenmektedir. Şarkının klip gösteriminde ise sırt çantalı genç bir kız, yetmişlerinde bir teyze, saçları uzun bıyıklı bir yetişkin, takım elbiseli bir adam ve halkın orta göbeğinden kopmuş bir dede yer almaktadır. Ayrıca klipte Anadolu ateşi şeklinde özetleyebileceğimiz, zeybekten horona, Çerkez oyunundan Kürt halayına kadar folklor oyunlarını gözlemlemek de mümkündür. Gerek enstrüman çeşitliliği gerek folklor oyunlarının farklılığı gerek klipte oynayan insan seçimleri dikkate alındığında, şarkının verdiği kardeşlik hissi, farklı seslerin bir araya gelip harmoni içinde bir bütün oluşturabilmesi durumu hedef kitle tarafından kolayca hissedilecek netliktedir. Yerel halk oyunları, her bölgeden insanın klipte yer alması da dikkatten kaçmaması gereken belirgin bir noktadır. Daha bu seçim şarkısının sözlerini incelemeden verilmek istenen siyasi mesajı aşağı yukarı tahmin etmek çok da zor olmayacak gibi durmaktadır. Sözlerini inceleyecek olursak, “Haydi bir daha, bir daha bir daha” nakaratında Ak Parti’nin 2011 genel seçiminde de tekrar tek başına iktidar olma arzusu belirtilmektedir. Bu nakaratta iktidar partisinin bu seçimden önce iktidarını nasıl korumayı devam ettirdiyse gelecekte de iktidarında bir süreklilik arzuladığı anlaşılmaktadır. “Aynı yoldan geçmişiz biz” tümcesi kalıbında “aynı” ve “biz” kelimelerinin korunduğu 5 tane cümle içeren şarkı, biz farklıyız lakin ayrı değiliz mesajını güçlü şekilde vurgulamaktadır. “Halaylar bir horonlar bir/ Aynı sazın teliyiz biz” dizeleri de yine aynı mesajı üst perdeden işlemektedir. 2011 genel seçiminde Ak Parti’nin Haydi Bir Daha adlı seçim şarkısı, parti tarafından Kürtçe’ye ve Zazaca’ya da çevrilmiştir. Gerek partinin sözleri farklı dillere çevirmedeki tutumu gerek sözlerin ve müzikalitenin verdikleri mesajlar ana prensip üzerinde uzlaşmaktadırlar: farklılıkların çeşitliliğini muhafaza ettiği fakat özünü kaybetmediği, bu farklı özlerin bir araya gelerek güçlü Türkiye’yi oluşturduğu prensibi. Dolayısıyla, seçim şarkısı dikkatlice incelendiğinde Ak Parti’nin siyasi söylemlerinde kardeşlik, farklılıkların tanınması ve bu farklılıklarla aynı geleceğe bakma gibi temaların bulunabileceği tahmin edilmektedir.

Sıradaki kısımda Ak Parti’nin seçim şarkısından edinebilen temaların, partinin siyasal söyleminde somut bir karşılığı olup olmadığı örnekler verilerek açıklamaya çalışılacaktır. Öncelikle şarkıdaki yerel kıyafetler ve yerel enstrümanlar göze çarpmakta. Bu yerelden gelme, yerellik temaları ile Ak Parti’nin siyasal söylemi arasında örtüşen bir paralellik mevcuttur. Ak Parti’nin kurucu kadrosu içinde ağır toplar olarak adlandırılabilecek isimlerin gömlek değiştirmiş siyasal islamcı bir çizgide olduklarını biliyoruz. Bu hareketin temel felsefesi önce yerel belediyelerde yönetimi kazanmak, sonra da merkez yönetimine yürümek olmuştur. Ak Parti’yi kurmadan önce İstanbul Belediye Başkanlığı yapmış olan Recep Tayyip Erdoğan, her defasında “Gönül Belediyeciliği”, “Ak Parti belediyeciliği bir devrimdir” gibi sloganlarıyla bu yerelliğe dikkatleri çekmektedir. 

Yerellik vurgusundan sonra değinilmesi gereken esas nokta farklılıkların kabul edildiği, hep birlikte Türkiye tasavvurudur. Ak Parti’nin bu noktada siyasal söylemi, seçim şarkısı ile yüksek paralellik arz etmektedir. Mesela, Türkiye’de bir zamanlar yakın dönemde zikredilen sorunlardan biri olan başörtüsü sorunu, Ak Parti iktidarında çözüme kavuşturuldu. Bu yasağın en ciddi manada sıkıntı yarattığı yerler üniversiteler olmuştu, başları örtük olduğu gerekçesiyle birçok öğrenci üniversitelere alınmadı, yüksek öğrenim haklarından mahrum bırakıldı. Muhafazakâr Ak Parti’nin tek başına iktidar olması bile ilk senelerde bu yasağı ortadan kaldırmaya yetmedi, üstüne üstlük 2007’de iktidar partisinin cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül’ün eşinin başörtülü olması, ordunun “e-muhtıra” şeklinde tanımlanabilecek bir bildiri yayımlama yönünde refleks göstermesine yol açtı. 27 Nisan Bildirisi’nden sonra Adalet ve Kalkınma Partisi, iktidarının 11. yılında 1 Ekim 2013’te dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından deklare edilen Demokratikleşme Paketi vasıtasıyla kamu personeli için başörtüsü yasağını kaldırdı. Bu şekilde bir zamanlar mağdur edilmiş, farklılıkları kabul edilmemiş tam tersine dayatmacı bir üslupla hedef alınmış kesimlerden birisi Türkiye bütününe entegre edilmiş oluyordu.

Türkiye’yi farklılıkların meydana getirdiği bir yap-boz takımı şeklinde tasavvur edişin Ak Parti’nin siyasal söylemine yansıyacak bir başka örnek, Çözüm Süreci’dir. Türkiye Cumhuriyeti, 1984’ten bu yana 30 yılı aşkın süredir doğusunda devam eden çatışmalar neticesinde 40.000 ile 100.000 arasında can kaybı verdi. Türkiye, terörle mücadelesinde bugüne kadar terörist gruplarla resmi diyaloğa girmemiş, sorunu sadece askeri bir problem olarak görmüştü. Ak Parti’nin Çözüm Süreci ile amaçladıkları: terör örgütünün silah bırakması ve şiddet eylemlerine son vermesi, Kürt sorununu sadece bir terör sorunu olarak görmeyerek sosyolojik açıdan da ele alınması, bu ele alınma doğrultusunda halkların kardeşliğinin pekiştirilmesi ve bu adımların Anayasa’da somut biçimde yer almasıydı. 16 Temmuz 2014’te Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun adıyla Resmî Gazete’de yayımlanarak resmiyet kazanan süreç, 28 Aralık 2012’de bir televizyon kanalında Recep Tayyip Erdoğan’ın Kürt meselesini nihayete erdirmek maksadıyla hükümetin İmralı’da hapis yatan Abdullah Öcalan ile görüşmeler içinde olduğunu açıklamasıyla kamuoyuna yansıdı. 28 Aralık’ın Uludere Katliamı’nın yıldönümü olması da arkada detaylıca planlanmış bir ajandanın varlığına işaret etmekteydi. 21 Mart 2013’te Öcalan’ın mektubu Nevruz kutlamalarında okundu, bu mektup terör örgütüne silahlarını bırakmaları ve barış çağrısıydı. Hükümetle yapılan pazarlıkların yerine getirilmesi kaydıyla ilerleyen günlerde terör örgütü ülke sınırlarından çekileceğini ve silahlarını bırakacağını açıkladı. 4 Nisan’da Akil İnsanlar Heyeti kuruldu, bu heyet Türkiye’ye mal olmuş yazar, akademisyen, sanatçılardan oluşmaktaydı ve amaçlanan şey Çözüm Süreci’ni halka anlatabilmek, aradaki köprüyü kurabilmekti. Ak Parti iktidarı, muhalefetin çok sert tepkilerine maruz kaldı, atılan bu adımların üniter devlet yapısına zarar verdiği noktasında eleştirildi. Erdoğan’ın “Tek parti faşizminin yürüttüğü ret, inkâr ve asimilasyon politikaları bölgede hiçbir zaman huzuru ve güvenliği sağlayamadı” demecinde kastettiği; Kürtlerin bir dönem ayrımcı muamelelere maruz bırakıldığı ve sorunun bizzat kaynağı olarak bu uygulamaları gördüğüdür. Bir başka deyişle, farklılıklarından ötürü özlerine müdahale edilmek istenen bir grup, Ak Parti iktidarında Türkiye’ye entegre edilmeye çalışılmış, Akil İnsanlar gibi heyetlerle de bu farklılıkların halka tanıtılması ve orta yol bulunması hedeflenmiştir. “Hep birlikte tüm çeşitliliğimizle Türkiye” vurgusu seçim şarkısında temel mesajı oluşturuyorken aynı zamanda partinin siyasi söyleminde de verilen örneklerle anlaşıldığı üzere bu mesaj işlenmiştir, dolayısıyla seçim şarkısı ile parti arasında siyasal söylem açısından derin bir paralellik mevcuttur. 

Cumhuriyet Halk Partisi’nin seçim şarkısı Bir Islık Da Sen Çal 2011 genel seçimlerinde seçmenle yakınlık kurmada propaganda aracı olarak kullanıldı. Bir Islık Da Sen Çal adlı şarkının incelenmesinde şarkının müzik türü bakımından sınıflandırılacak olursa net bir türe ait olmamakla birlikte içeriğinde mistisizm barındırdığı görülür. Vokal açısından bakılacak olursa, bariton ses karakterinde bir erkek şarkıcının yumuşak ses tonuyla seslendirdiğini görüyoruz. Enstrümanlar açısından, şarkı ıslık ile başlıyor, dinleyenlerde umut ve ferahlık hislerini çağrıştıracak tonda ıslık çalınıyor. Şarkının ilerleyen bölümlerinde ıslıklara tempo tutan alkışlar dahil oluyor, alkışların sesi daha çok çıktıkça bir sivil itaatsizlik – dayanışma izleri gözükmekte. Enstrümanlar ve ıslıklar açısından bakıldığında, halkın hep beraber tüm “kötü” gidişe bir dur dediği ortak bir tavır havası seziliyor. Sözlere geldiğimizde, “korkuyorlar, korkacaklar, korksunlar/ geliyoruz, geleceğiz, yakındır” dizelerinde hep gelecekteki iyi olacak günlerden bahsedilmekte, umut dolu yarınlar arzulanmaktadır. “Elimizin nasırdan balyozlarını/ başlarına vuracağız yakındır” dizelerinde ise “balyoz” kelime seçimine odaklanılması gerekmektedir. Zira, balyoz kelimesinin Balyoz/Ergenekon davalarına bir gönderme olduğunu düşünmek hiç de zorlama bir yorum olmayacaktır. Ayrıca “Din alı satmaya vermişler hızı” dizelerinde de yine iktidar hedef alınmış ve dini duygular kullanılarak vatandaşın aldatıldığı iddia edilmiştir. “Bölüşmüşler memleketin mallarını” ve “aç ölüyoruz tok yaşıyorlar bu neden” dizelerinde ise kamunun mallarının iktidar ve destekçileri tarafından parsellendiğini ve bunun ekonomideki olumsuz sonuçların sebebi olduğu iddiasındadır. Kısaca özetlemek istersek, CHP’nin seçim şarkısında geleceğin umudu olarak partiyi konumlandırdıklarını, yolsuzluk, din istismarı ve Balyoz davaları gibi meselelerin boy gösterdiğini görmekteyiz. CHP’nin siyasal söyleminin de bu noktalarla paralel gitmiş olacağını varsaymak gerçekten çok zorlanmadan elde edilen bir tahmin olacaktır. 

 Balyoz davası, orduda birtakım kliklerin Ak Parti hükümetine darbe planladıklarına dair iddialar üzerine bazı delillerin ele geçirilmesi başlatılmıştır. Özel yetkili savcılar, 22 Şubat 2010 günü 49 tane üst rütbeli ordu mensubunu gözaltına almıştır. Başlarda sadece ordudan gözaltılar yapılsa da sürecin devamında yazarlar, siyasetçiler, polisler de gözaltına alınanlar arasındaydı. Tüm bu gelişmelerden sonra balyoz davasının kumpas olduğuna dair birtakım çevreler görüşlerini bildirdiler, nitekim öyle olduğu da ortaya çıktı. 15 Temmuz 2008’de dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Ergenekon davalarını kastederek “Ben bu davaların savcısıyım” çıkışı çok tartışılan polemiklerden birisi olmuştur. İşte tüm bu süreçte CHP, Balyoz Soruşturmalarının birer komplodan ve kumpastan ibaret olduğu, bu davanın öncülerinin bu ülkeye suç işledikleri, CHP’nin bu davanın sonuna kadar takipçisi olacağı çizgisinde iktidarla çatışan bir diskuru benimsediler. Ayrıca, CHP seçim şarkısında yolsuzluklara dikkati çekmek isterken siyasal söyleminde de bu düsturdan vazgeçmemiştir, uyumlu bir politika izlemiştir. Örneğin CHP Genel Sekreteri Gürsel Tekin, “AKP’nin içinde çok aklıselim insanlar var. Söylemesi ayıptır, gerek 17 Aralık’tan önce gerekse sonra AKP’li vekiller bize partiyle ilgili birçok yolsuzluk belgesi verdi. Vicdanların kanamaması mümkün değil. Enerji ihaleleri, TOKİ’deki usulsüzlükler, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndaki usulsüzlükler. AKP içinde büyük rahatsızlıklar var” ifadelerini kullanmıştır. 17-25 Aralık yolsuzluk iddialarında da CHP, iktidarı köşeye sıkıştırmak istemiş, yine partinin seçim şarkısında vurguladığı mesajı siyasal söyleminde de gayet etkili biçimde gündemde tutmaya çalışmıştır. Seçim şarkısında bir başka öne çıkan propaganda da iktidar partisinin din istismarı yaptığı yönündeydi. CHP’li Bulut, 10 Şubat 2019 tarihinde “dini siyasete alet etme” listesi hazırlayarak, oy uğruna dinin kullanılmasına göz yummanın Türkiye’ye kat be kat zararı olacaktır mealinde bir açıklama yaptı ve Ak Parti’yi Siyasi Partiler Yasası’na uygun siyaset yapmaya çağırdı. Yine CHP, Başbakan Erdoğan hakkında, Gezi Parkı protestolarıyla alakalı olarak “dini değerleri, kendi politikalarına uydurmaya çalışarak dini istismar ettiği” gerekçesiyle Meclis araştırması talep etti. Seçim şarkısındaki öne çıkan temaların CHP’nin pratik siyasi diskuruyla benzerliği açıkça gözlemlenebilir bir olgudur.

Bu noktada Milliyetçi Hareket Partisi’nin Ses Ver Türkiye adlı seçim şarkısını inceleyerek partinin siyasi söylemi ile şarkıda öne çıkarılan unsurların paralelliği hakkında analiz yapmakta fayda var. Öncelikle seçim şarkısı müzik türü açısından rap müzik kategorisine dahil edilebilir nitelikte olsa da içinde Mehter Marşından kesitler de yer almaktadır. Seslendiren açısından bakıldığında sadece tek erkek vokalin olduğunu fark ediyoruz. Enstrümanlar açısından bakıldığında ise sürekli gerilimi diri tutucu bir tonda müzik aletlerinin harmoni tutturduğu görülmektedir. Nakarata her denk gelindiğinde şarkının ritminin daha da hızlandığını anlamak mümkün gözükmekte. Bu açılardan bakıldığında seçim şarkısının gerilimi dinç tutan bir hava hissettirdiği fark edilmekte. Sözlere gelecek olursak; “Milleti sarmış bölünme korkusu, bozulmuş devletin sağlam dokusu, bölücü söylem ise ayrılık türküsü” dizelerinde gerilim ve tempo yüksek şekilde Çözüm Süreci hakkında birtakım kaygılar ve tespitler dile getirilmektedir. “Her yandan yükseliyor yolsuzluk kokusu” dizesinde ve onu takip eden dizelerde ise hükümet hakkındaki yolsuzluk iddialarından bahsedilmekte. Nakaratta ise güçlü bir tonda “Dur de, haydi Türkiye dur de!” dizesi seslendirilirken arkadan Mehter Marşı’nın duyulduğunu fark ediyoruz. Gidişatın durdurulması için hedef kitle adeta mobilize hale getirilmek isteniyor gibi. Ayrıca seçim şarkısının o döneme ait ekonomik sorunlardan kurtulmanın ancak MHP iktidarı ile mümkün olacağını dile getiren dizeleri mevcut: “Yediden yetmişe herkesin partisi, işsizin yoksulun bereket kapısı, iktidara yürüyor Milliyetçi Hareket Hareket Partisi!”. Sonuç olarak, MHP seçim şarkısında iktidarı yolsuzlukla ve devletin bölünmez bütünlüğüne aykırı hareket etmekle suçluyor; bu sorunlardan kurtuluş yolunun yegâne adresinin de kendileri olduğunu belirtiyor.

MHP iktidarın Çözüm Süreci girişimini son derece tehlikeli, iktidarı devletin üniter yapısını dinamitleyici, milleti bölünme kaygısına iten hareketlerin müsebbibi olarak görmektedir. Hatta 10 Eylül 2015’te MHP Çözüm Süreci’ni, şehitlerin sorumlusu olarak bu süreçte aktif rol alan unsurları- başta başbakan Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere- yargıya taşımıştı. 2 Nisan 2013’te ise Devlet Bahçeli, “AKP hükümeti Türk devletinin her niteliğini sarsmaya ve yerinden oynatmaya yüzsüzce, edepsizce cüret etmiştir. Artık mızrak çuvala sığmamaktadır. Türk milleti, toptan imha olacağı kıyamet gününe adım adım götürülmektedir. Başbakan Erdoğan ile terörist Öcalan, aynı kundakta pışpışlanan kanlı ve bölücü felaket elçileri haline gelmişlerdir” şeklinde fikirlerini belirtmişti. Ayrıca Erdoğan’a önerim sen de sınır dışına çekil yerine Öcalan’ı bırak” şeklinde çok sert yüklenmişti. Yolsuzluklar hakkında ise MHP Genel Başkanı sayın Devlet Bahçeli, ülkede yolsuzluk ve usulsüzlüklerin çok yaygınlaştığını iddia ederek kapatılmaya çalışılan her yolsuzluğun altından AKP’nin çıktığını söylemişti. Bahçeli, “Onun için önümüzdeki seçimlerde Cenabı Allah, MHP’ye iktidar nasip ederse, bu yolsuzluğun hesabını başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan sormazsam namerdim” demişti. Seçim şarkısında öne çıkan temaların hepsine siyasal diskurunda da değinen MHP, liderinin sert üslubu ile seçim şarkısındaki sert gerilimi yüksek arka plan enstrüman harmonisini bir arada aynı paralellikte yürüttüğü örnekler sergilemiştir. Bahçeli’nin bu keskin ve kavgacı dili seçim şarkısındaki yüksek gerilim ile çok yüksek oranda örtüşmektedir.

Özetlemek gerekirse, siyasal partiler seçim kampanyalarındaki propagandalarını yansıtabilecekleri araçlardan olan seçim şarkılarında bahsettikleri ana temaları; siyasal diskurlarında da sürdürmüşler, icraatlarında da bu temalar üzerinde durmuşlardır. 

Şamilhan ARAT

Siyaset Bilimi Staj Programı

Kaynakça

Avcı, K. (2015). Siyasal partilerin seçim kampanyaları faaliyetlerine karşı seçmenin ilgi düzeyleri: 2015 genel seçimleri örneği, Gümüşhane Üniversitesi İletişim Fakültesi Elektronik Dergisi, 3(2), 10.

Aydemir, A. (2021). Siyasal kampanya aracı olarak seçim müzikleri: 2017 referandum örneği. Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi SBE Dergisi, 11(3), 1298-1315. 

Bakır Z. N., Adalı Aydın G., Birol, M. (2018). 2017 anayasa değişikliği halk oylaması çerçevesinde Adalet ve Kalkınma Partisi ile Cumhuriyet Halk Partisi referandum şarkıları üzerine bir söylem analizi, Gümüşhane Üniversitesi İletişim Fakültesi Elektronik Dergisi, 6(1), s. 398-428.

Bektaş, A. (2002). Siyasal propaganda. Bağlam Yayıncılık.

Grunig, J. E., Repper, F. C. (2005). Stratejik yönetim, kamular ve gündemler, (Editör), Grunig, J.E. Halkla ilişkiler yönetiminde mükemmellik, (çev: Elif Özsayar). Rota yayınları.

Hallahan, K. (2000). Enhancing motivation, ability and opportunity to process public relations messages. Public Relations Review, 26(4), 463 480.

İmik, Ü., Ünal, A. (2019). Seçim kampanyalarında kullanılan seçim müziklerin analizine yönelik bir araştırma, İnönü Üniversitesi Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi, 8(2), 571-581.

Kaygısız, M. (2004). Müzik Tarihi. Kaynak Yayınları.

Kızılkaya, R. (2021). Türk siyasal hayatında bir ikna aracı: Seçim müzikleri (1965-1995), Anasay Dergisi, 5(16), 151-176.

Lull, J. (2000) Popüler müzik ve iletişim. (Çev. İblağ, T.). Çiviyazıları Yayınları.

Perlovsky, L. (2010). Music, cognitive function, origin, and evolution of musical emotions. Physics of Life Reviews, 7(1), 2-27.

Schoening, B., Kasper, E. (2011). Don’t stop thinking about the music: the politics of songs and musicians in presidential campaigns. (1st edition). Lexington Books. 

Tanyıldızı, N. (2012). Siyasal iletişimde müzik kullanımı: 2011 genel seçim şarkılarının seçmene etkisi, Selçuk İletişim Dergisi, 7(2), 97-110.

Yavuz, C., Sezer, S. (2018). Siyasi partilerin 2015 seçim çalışmalarında kullandığı propaganda müziklerinin seçmenlerin tercihini yönlendirmede rolü. Ordu Üniversitesi Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi, 8(1), 29-34.

İnternet Kaynakları

Ak Parti. (2018). “Gönül belediyeciliği vatandaşa dokunabilmektir”. Erişim Adresi: https://www.akparti.org.tr/haberler/gonul-belediyeciligi-vatandasa-dokunabilmektir/ (Erişim Tarihi: Ekim, 2021).

Akşam TV. (2015). Haydi Bir Daha – AK Parti Seçim Şarkısı 2011. [Video]. Youtube. https://www.youtube.com/watch?v=W4inFsPbZuc

Aljazeera Türk. (2013). Türkiye’de başörtüsü yasağı: Nasıl başladı, nasıl çözüldü? Erişim Adresi: http://www.aljazeera.com.tr/dosya/turkiyede-basortusu-yasagi-nasil-basladi-nasil-cozuldu (Erişim Tarihi: Ekim, 2021).

Amerikanın Sesi. (2013). Çözüm Sürecinde AKP-MHP Gerilimi Artıyor. Erişim Adresi: https://www.amerikaninsesi.com/a/cozum-surecinde-akp-ve-mhp-arasinda-gerilim-artiyor/1633471.html (Erişim Tarihi: Ekim, 2021).

Bulovalı, A. H. (2020). Türk musikisinin dehası: İsmail Dede Efendi. Anadolu Ajansı. Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/kultur-sanat/turk-musikisinin-dehasi-ismail-dede-efendi/2058730 (Erişim Tarihi: Ekim, 2021).

CHP Samsun Gençlik Örgütü. (2014). Onur Akın – Bir Islıkta Sen Çal (CHP 2014 Seçim Şarkısı). [Video]. Youtube. https://www.youtube.com/watch?v=Pr_LT_JjqGY&t=91s

CNN Türk. (2019). Erdoğan: Belediyecilikte AK Parti belediyeciliği bir devrimdir. Erişim Adresi: https://www.cnnturk.com/yerel-haberler/istanbul/erdogan-belediyecilikte-ak-parti-belediyeciligi-bir-devrimdir-967639 (Erişim Tarihi: Ekim, 2021).

Cumhuriyet. (2008). Ergenekon davasına tepkiler. Erişim Adresi: https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ergenekon-davasina-tepkiler-17068 (Erişim Tarihi: Ekim, 2021).

Cumhuriyet. (2014). AKP’li bazı vekiller CHP’ye yolsuzluk belgelerini göndermiş. Erişim Adresi: https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/akpli-bazi-vekiller-chpye-yolsuzluk-belgelerini-gondermis-132063 (Erişim Tarihi: Ekim, 2021).

Cumhuriyet. (2015). MHP, ‘çözüm süreci’ni yargıya taşıdı. Erişim Adresi: https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/mhp-cozum-surecini-yargiya-tasidi-365727 (Erişim Tarihi: Ekim, 2021).

Cumhuriyet. (2019). CHP’den Ergenekon tepkisi: Tarihe böyle geçtiler. Erişim Adresi: https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/chpden-ergenekon-tepkisi-tarihe-boyle-gectiler-1465351 (Erişim Tarihi: Ekim, 2021).

Karataş, G. (2011). MHP Rap Seçim Şarkısı – Ses ver Türkiye 2011. [Video]. Dailymotion. https://www.dailymotion.com/video/xhkpwp

Lıcalı, M. (2019). ‘Dini siyasete alet etme’ listesi hazırladı. Cumhuriyet. Erişim Adresi: https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dini-siyasete-alet-etme-listesi-hazirladi-1241317 (Erişim Tarihi: Ekim, 2021).

NTV. (2013). CHP: Gezi protestolarında dini istismar etti. Erişim Adresi: https://www.ntv.com.tr/turkiye/chp-gezi-protestolarinda-dini-istismar-etti,xFpBsbuLNEeUIQJmwUiIcw (Erişim Tarihi: Ekim, 2021).

Wikipedia. (t.y.). Çözüm Süreci. Erişim Adresi: https://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%87%C3%B6z%C3%BCm_S%C3%BCreci (Erişim Tarihi: Ekim, 2021).

Yalçın, S. (2015). Seçim Şarkıları Tarihi. Sözcü. Erişim Adresi: https://www.sozcu.com.tr/2015/yazarlar/soner-yalcin/secim-sarkilari-tarihi-827991/ (Erişim Tarihi: Ekim, 2021).

Operasyon: Argo (2012)

Yapım Adı: Operasyon: Argo

Yapım Yılı: 2012

Yönetmen: Ben Affleck

Tür: Gerilim/Dram

Ben Affleck’in hem yapımcılığını, hem yönetmenliğini, hem de Breaking Bad’den tanıdığımız Bryan Carston ile birlikte başrollerini üstlendiği, ayrıca Alan Arkin, John Goodman, Tate Donovan, Clea DuVall, Christopher Denham, Scoot McNairy ve Kerry Bishé gibi oyuncuları bünyesinde barındıran Operasyon Argo, 85. Akademi Ödülleri’nde En İyi Kurgu, En İyi Uyarlama Senaryo ve En iyi Film ödüllerini kazanan, aynı zamanda En İyi Film Altın Küre Ödülü, En İyi Film Akademi Ödülü, BAFTA En İyi Film Ödülü, En İyi Yabancı Film César Ödülü ve En İyi Film Çevrimiçi Film Eleştirmenleri Topluluğu Ödüllerine sahip, çekimleri Los Angeles, McLean, Virginia, Washington DC ve İstanbul’da yapılan, ABD yapımı, 2012 tarihli, dramatik gerilim filmidir. Bu yazıda, konusunun kaynağını 2007 yılında CIA operasyonu sorumlusu olan Tony Mendez’in yazdığı The Master of Disguise isimli kitap ve Joshuah Berman’ın konu hakkında Wired isimli dergide yayınlamış olduğu The Great Escape adlı makaleden alan ve İran İslam devrimi sırasında yaşananlar hakkında tüm izleyici kitlesine bir bakış açısı sunan, politik bir altyapıya sahip Operasyon Argo filmi, diplomatik bir perspektifte ve diplomasinin farklı disiplinleri ile örneklendirilerek incelenecektir.

İki bin yıldır “Şah” ismindeki imparatorluklarca yönetilen, günümüzün İran’ında, 1950 tarihinde Mohammad Mosaddegh başbakanlığa seçilir. Bu seçim bir ulusun kaderini bir daha asla eskiye dönemeyecek şekilde derinden değiştirecek ve gerek ulusal gerek ise uluslararası alanda derin diplomatik ve politik krizlere sebebiyet verecek bir dizi olayın başlangıcı olur. Mosaddegh, İngiliz ve Amerikan petrol şirketlerini kamulaştırır ve aslında “batı sömürgeciliğini”, “batı ekonomisini” ve “batı çıkarlarını” rahatsız eder. Ancak batı bunu kabullenmez. ABD ve İngiltere neredeyse kendisi ile özdeşleşmiş bir şekilde “zorlayıcı diplomasi” ve “sert güç” kullanarak İran’da darbe yapar ve iktidara Şah Pehlevi’yi geçirir.

İran’ı Batılılaştırma fikrinin, çoğunluğu Şii olan İran halkını rahatsız etmesi ve oldukça zengin bir şah olan Pehlevi’nin bolluk içinde yaşarken, İran halkının açlık ve sefaletle karşı karşıya kalması, halk nezdinde bir ayaklanma başlamasına ve halkın Pehlevi’yi devirmesine sebep olur. Bu ayaklanma, zamanında Şah’a karşı bir tutum aldığı için Türkiye’ye sürgün edilen ve Şiilerin güçlü bir dini lideri olan Ayetullah Humeyni’nin İran’ı yönetmek için geri dönmesine ve Şah Pehlevi’nin ülkeden kaçarak sürgün hayatı yaşamasına sebep olur. Bütün bu olaylar filmde animasyonlar şeklinde gösterilmektedir.

Mevcut durum, Şah’ın sürülmesiyle son bulmaz. Sürgünü süresinde Pankreas kanserine yakalanan Şah, bir sağlık diplomasisi örneği olarak, tedavisi için, zamanında kendini iktidara getirmiş olan ABD’ye gider ve bu durum dünya tarihine utançla geçecek tarihin en büyük rehine krizlerinden birinin başlamasına sebep olur. ABD Şah’a sığınma verir, İran’a geri göndermez ve sebep olarak ise “tahtlarında oturan diğerleri bir aksilik olduğunda Amerika’ya gelerek en iyi şekilde tedavi edileceklerini bilecekler” repliklerini duyarız. Bu aslında bir ikna ve güvence stratejisidir. ABD çeşitli amaçlarla, çeşitli ülkelerde, çeşitli insan veya toplulukları desteklediğinde aslında onlara her zaman bir güvence vermekte, arkalarında durmakta, onları korumakta ve ihtiyaçlarında onları yalnız bırakmamakta, onlara sağlayıcılık yapmaktadır veya bu imajı yaratmaya çalışmaktadır. ABD’nin yaratmaya çalıştığı bu imaj ile ilerde tekrar müdahale isteğinde elini rahatlatacak, daha kolay yandaş bulacaktır. Bu aslında olumlu bir imaj yaratma gayesi ve olumlu işler kurma amacı sebebi ile bir diplomasi örneğidir.

Bu dönemde İran halkı, intikam almak istediği için İran’daki ABD büyükelçiliğini basar ve orada bulunan insanları rehin alır. ABD konsolosluğu basılmaya başlandığında, ABD Konsolosluğu’nda görevli diplomatlar, protestocuların içeri girdiğini gördüğü andan itibaren bütün arşivleri ve evrakları yok etmeye çalışırlar. Diplomatik İlişkiler Hakkında Viyana Sözleşmesi’nin 24. Maddesinde belirtilen “Misyonun arşivleri ve evrakı her zaman ve nerede bulunursa bulunsun dokunulmazlığa haizdir” maddesinde belirtilen dokunulmazlığın ihlal edilmemesi için arşiv ve evrakları yok etmeyi tercih ederler. Rehin alma aşamasında, altı diplomat, Kanada Büyükelçisi’nin yardımıyla elçilikten kaçmayı ve bir süre saklanmayı başarır. Kanada Büyükelçisi’nin rehinlikten kaçan ve ülkede suçlu olarak aranan ABD konsolosluğu çalışanlarını evinde saklaması ise, iyi diplomatik ilişkilerin, insani diplomasinin ve devletlerin birbirleri ile yumuşak güç ve iletişim, birliktelik ve iş birliği temelli kurdukları etkileşimin bir örneği olarak verilebilir.

İlerleyen süreçte ABD Konsolosluğu ele geçirildikten sonra elde edilen rehineler İran hükümeti tarafından ABD’ye karşı Rıza Pehlevi’nin iadesi için bir koz olarak kullanılmıştır. İran’ın bu hareketle ABD’ye karşı rehine diplomasisi uyguladığını söyleyebiliriz. Rehine diplomasisinde daha zayıf pozisyonda olanlar güçlü pozisyondakilerle mücadele ederken güçler arasında bulunan asimetrik durumu dengelemek amacındadırlar. ABD’de de bu altı diplomatı kurtarmak için bir operasyon yapılma planı gündeme gelir. Argo adlı sahte film senaryosu ve film böyle başlamaktadır. 

Ardından film dışişleri bakanlığının, elçilikten kaçmayı başaran elçilik personellerinin bilgisini alması ve elçilikte rehin olan personeller ile kaçmayı başararak Kanada Büyükelçisi’nin evine sığınan personeller hakkında kurtarılmalı mı, kurtarılmamalı mı, şeklinde gerçekleştirdiği ve çözüm yolları aradığı beyin fırtınası ile devam eder. Bu sırada Güvenlik Operasyonları biriminden CIA uzmanı Tony Mendez’e, kurtarma fikirlerinin tartışılacağı bir toplantıya katılma çağrısı gelir. Tony Mendez birçok fikrin eksik yönlerini bularak karşı çıkar ancak kendi bir fikir üretemez. Ardından Mendez, Maymunlar Cehennemi filmini izlerken, filmimizin de konusunu oluşturacak olan kurtarma operasyonunun fikrini bulur. Egzotik bir yerde film çekmek isteyen, bunun için lokasyon aramak için İran’a gelen Kanadalı bir film ekibi rolüne bürünmek isteyen ve bu şekilde rehineleri kurtarabileceğine inanan, kültürel diplomasi yolunu casusluk ve gizli bir operasyon olarak kullanmaya karar veren Mendez’e bu fikrini hayata geçirebilmesi ve somut adımlar atabilmesi açısından bir süre verilir.

Operasyon başladıktan sonra gerek şehir içinde gerek ise operasyonun son kısmı olan havaalanında, İran hükümeti yetkililerinin ikna çabası ve bürokratik işlemlerin devamı konusunda kültürel diplomasinin birçok örneğini görürüz. Örneklerden bahsedecek olursak, Tony Mendez’in İran Konsolosluğu’ndan izin alacakları sırada, yeni İran Hükümetinin, İran kültürünü içeren bir filme olumlu bakması İran’ın sanat diplomasisi vasıtasıyla diğer ülkelerdeki kötü izlenimlerini ortadan kaldırmayı hedeflediğini söyleyebiliriz. Hatta sanat diplomasisinin toplumlar arasındaki etkisine bir diğer örnek, havaalanına geçiş denetimindeki devrim muhafızlarının, Argo filminin içeriğine yönelik çizimleri dikkatle incelemeleri ve aralarında gülüşmeleri örnek verilebilir. Çok kısa bir süre önce belki de nefret ettikleri altı kişinin yaptığı birkaç çizim ilgilerini çekmiş ve güldürmeyi de başarmıştır. Bu sebeple, kültürleri tanımanın, toplumlar arası nefretin törpülenmesine fayda sağladığını söyleyebiliriz.

Operasyon Argo hem gerçek olaylara dayanması hem de ciddi diplomatik ipuçları vermesi ile gayet bilgilendirici, sürükleyici ve politik altyapıya sahip bir film. Diplomasinin birçok çeşidinin örneği ve ilerleyiş biçimine dair önemli püf noktaların olması, dikkatli ve okumalar yapılarak izlenmesini gerektiriyor.

Ayrıca filmde dikkat çeken bir kısım, sahnelerden birinde meşhur Hollywood yazısını yıkılmış görmemiz. Filmin geçtiği yıllarda Hollywood yazısının gerçekten yıkılıp yeniden yapılması, bu sahneyi, izleyicinin gözünde gerçeklik hissiyatını önemli ölçüde arttıran bir detay haline getirmektedir. Film içerisinde buna benzer ufak detayların, dönemin zihniyetini ve diplomatik ilişkilerini ne denli etkili yansıttığına bir başka örnek olarak, İran’da bir KFC bayisinin hala işletiliyor olması ve İranlıların buradan yemek yiyor olması verilebilir. Doğrudan baktığımızda çok absürt durmayan bu durum, havaalanında ABD’nin adının geçtiği her durumu tutuklanma sebebi olarak gördüğümüzde absürt durmaya başlıyor. Bu absürtlük aynı zamanda bizlere, yıkılmış bir Şahlığın, sancılı bir şekilde küllerinden doğarak İran İslam Cumhuriyeti’ne dönüşümünden sonraki ilk yılları göstermektedir. Şah döneminden kalma bir marka olan KFC, ABD’nin gastrodiplomasiye, ilişkisi bulunan devletlerde verdiği önemin düzeyini göstermektedir. ABD’nin gastrodiplomasisine başka bir örnek olarak da Coca Cola ve McDonald’s’ın, Soğuk Savaş döneminde ABD tarafından bir mücadele aracı olarak kullanılması verilebilir. 

Humeyni yönetimi altındaki yeni İran’ın ve İran halkının ABD’ye olan nefretinin öncelikli hedefi, birincil diplomasi icra edenler olmuştur. ABD ile Şah döneminden kalma ilişkilerin gastrodiplomatik bir ürünü olan KFC, İran halkında öncelikli bir tepki noktası oluşturmamıştır. Bu durumdan, II. Dünya Savaşı sonrası kitle iletişim araçlarının evrenselleştiği bir dünyada, diplomasinin üst düzey bürokratlardan çok, kamuya indirgenmiş faaliyetlerinin ikili veya çok taraflı diplomatik ilişkilerde daha kalıcı etkiler bıraktığı sonucuna varabiliriz.

Filmdeki çarpıcı unsurlardan biri, İran halkının nasıl gösterildiği ile Amerikan halkının nasıl gösterildiği arasındaki farktır. Filmde İranlılar oldukça vahşi, eli silahlı, intikam ve öfke duygusuyla yanıp tutuşan insanlar olarak tasvir ediliyor. Bu insanlar masum insanları rehin almakta ve yeri geldiğinde düşünmeden öldürmektedirler. Her ne kadar Ortadoğu ülkelerinde bu tür insanlar olsa da filmde İranlıların neredeyse tamamı bu şekilde gösteriliyor. Yani tüm İranlılar için yapılan bir genellemeden dolayı, İranlıların tamamı şiddete meyilli gibi görünmektedir. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, İran’ın her yanı öfkeli ve mutsuz İranlılar, asılanlar, yakılan arabalar ve protestolarla dolu. Filmin bir sahnesinde altı rehine ve Tony Mendez protesto yapılan bir meydandan geçerken İranlılar sebepsiz yere araca şiddet gösteriyor. Ayrıca İranlıların, sırf Amerikalı oldukları için tüm Amerikalılara nefretle yaklaşmaları da filmde birçok kez işleniyor. Ne yazık ki medyada tüm İranlıların bu şekilde tasvir edilmesi, diğer toplumların İranlılara bakışını olumsuz etkileyebilmekte ve başka bir ülkedeki İran vatandaşının, ikamet ettiği ülkenin vatandaşları tarafından dışlanmasına neden olabilmektedir.

Öte yandan Amerikan vatandaşları çok dost canlısı ve ahlaklı insanlar olarak gösterilmektedir. Kurtarılacak rehineler her ne kadar bulundukları durumdan korksalar da asla büyük bir kaosa sebebiyet vermeyip her şeyi olgunlukla karşılarlar. Bu sebeple, neredeyse filmdeki tüm Amerikalı karakterler her zaman iyi niteliklere sahip olarak görülüyor. Aynı zamanda kurtarma operasyonunun planlanmasında yer alan ve başrollerden biri olan Tony Mendez’in takım elbiseyle uyuyakaldığı ve sabah iş yerinden gelen bir telefonla uyandığı görülmektedir. Bu sahne, Mendez’in işine çok bağlı olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır. Tony Mendez’in işi nedeniyle uzun süre oğlunu ve eşini görememesi ve bu sebeple aile ilişkilerinin zedelenmesi, Mendez’in tamamen işine bağlı olduğunu kanıtlar niteliktedir. İşine bu kadar bağlı olan Mendez’in, İran’da mahsur kalan altı rehineyi kurtarmak için, belki de bir daha asla çıkamayacağı bir ülkeye girerek hayatını tehlikeye atması, Mendez’i kelimenin tam anlamıyla bir kahraman gibi göstermektedir. Bu kadar kahramanca özelliklere sahip olup hem de çok mütevazı olan Mendez, filmde mükemmel bir Amerikalı olarak gösterilmektedir.

Filmde dikkat çeken başka bir nokta ise, “Eğer bir yalanı satmak istiyorsan gazetecileri buna ikna etmelisin.’’ sözüdür. Amerikan Merkezi İstihbarat Teşkilatı’nın (CIA) rehineleri kurtarmak için Argo adlı bir film çekmeye karar vermesinin ardından, bu durumun devrim muhafızlar tarafından anlaşılmaması noktasında medya önemli bir rol üstleniyordu. Henüz teknolojinin ve medyanın etkisinin günümüz seviyesinde olmadığı bir dönemde bile medyanın hem kamuoyunu hem devletlerarası ilişkileri yönlendirmek için bir koz olarak görülmesi oldukça önemli bir detaydır. 

Zira günümüzde neredeyse devletin dördüncü erki haline gelen medyanın, bugünkü haline evrilmeden önce de devlet tarafından yönlendirildiği hatta uluslararası düzeyde koz oluşturmak için kullanıldığı bilgisi, medyanın devletin dördüncü erki sayılması gerektiğini kanıtlar niteliktedir. İran Devrimi’nin İran’daki gündelik hayata yansımasını gözlemleme fırsatı, filmdeki araba seyahatleri sekanslarındaki görseller sayesinde elde edilmektedir. Vinçlere asılı takım elbiseli adamlar, askeri araçlar üstünde gezen devrim muhafızları ve İran halkının geleceğin belirsizliğinden doğan şüphe ve nefreti, gözümüze çarpan en temel görsellerin örnekleridir. Bu görseller özünde, filmin yeni İran rejimi hakkında izleyicilere verdiği üç temel fikri temsil etmektedir. Bu görseller sırasıyla; özgürlüğün kısıtlandığı, adil yargılanma hakkının bulunmadığı ve kitlelerin rejim tarafından provoke edildiğini bize aktarmak için kullanılmıştır. Filmin dikkat çeken bir diğer detayı ise, İran’a giriş ve İran’dan çıkış sırasında uçak seyahatinde yapılan alkol uyarısıdır. Bu uyarı, İran’daki yeni rejimin etkisini izleyiciye geçirmek için kullanılmıştır.

Filmde ana karakterler hariç en dikkat çeken karakterlerden biri de Kanada Konsolosluğu’nda çalışan ve bir İran vatandaşı olan Sahar’dır. Filmin bir sahnesinde, İranlı bir adamın Kanada Büyükelçiliği’nin önüne gelip Sahar’a, kaçan altı rehinenin nerede olduğunu itiraf ettirmek istediği görülmektedir. İranlı adam bunu yaparken, dini değerleri kullanarak kadını korkutarak ona bir manipülasyon yöntemi uygulamakta ve bu şekilde kaçan kişilerin yerini kadına itiraf ettirmeye çalışmaktadır. Yani filmde İranlılar hem silah ve saldırı gibi sert güç hem de manipülasyon ve caydırma gibi yumuşak güç unsurlarını kullanıyorlar. Ayrıca, karakterin vatandaşı olduğu ülke ve kendi değerleri arasındaki ikilemi ve bu ikilemden sonra mülteci olarak Irak’a gitmesi, Sahar’ın karakter gelişimi ve temsil ettiği tip açısından oldukça önemlidir. Filmde Sahar karakteri üzerinden mültecilerin savaş veya iç karışıklık döneminde nasıl yol ayrımlarına girdiği ve hangi durumlarda göç ettikleri güzel bir şekilde aktarılmıştır.

Filmdeki bir başka güzel nokta ise, Farsça konuşulan sahnelerin bazılarının İngilizceye çevrilmiş, bazılarının ise çevrilmemiş olmasıdır. Bu konu daha yakından incelendiğinde, Farsça konuşulan bir sahnenin İngilizceye çevrilebilmesi için konuşan taraflardan birinin Amerikalı olması gerektiği görülmektedir. Yani sadece Amerikalıların olduğu sahnelerdeki konuşmalar tercüme edilirken, İranlıların kendi aralarındaki konuşmalarının tercüme edilmediği görülmektedir. Buna ek olarak, kurtarma operasyonu olan Argo filminin kurtarmada yer alacak kişilere anlatıldığı sahnede, İranlıların televizyondaki seslerinin, Amerikalılar tarafından bastırıldığı görülüyor. Bu, İranlıların filmde nasıl tasvir edildiğini daha iyi anlamaya yardımcı olacaktır.

Sonuç olarak, genel hatlarıyla İran Devrimi’ni hem ABD hem de İran tarafından aktarmaya çalışan ve filmin son anına kadar gerilim ve heyecan duygularını izleyicilere hissettiren bu yapım; çekim kalitesi, iyi oyunculuk ve ele aldığı konu açısından avantajlara sahip olmakla birlikte, İranlıları ve Amerikalıları genellediği için çeşitli önyargılara neden olabilecek bir filmdir. Aynı zamanda Amerika’nın büyük bir güç olduğunu göstermeye çalışması ve durum ne kadar zor olursa olsun, Amerika’nın olayları kendi lehine çevirecek olması sebebiyle Amerika’ya karşı çıkılmaması gerektiği mesajı da bu filmde verilmektedir.

Cansu Nur DEĞİRMENCİ

Samet ÖZTÜRK

Zeki Talustan GÜLTEN

Diplomasi Çalışmaları Staj Programı

Türkiye’deki Gençlerin Eğitim Seviyelerinin Artmasında Gönüllülüğün Rolü

Özet

Sivil toplum kuruluşları ve bu kuruluşlara gönüllülük esasıyla katılımın demokrasi üzerinde olumlu etkileri olmuştur. Kamu ve özel sektörden sonra üçüncü bir alan oluşturan sivil toplum; dayanışma, yardımlaşma ve gönüllülük temellerine dayalıdır. Sosyal bir varlık olan birey içinde yaşadığı sosyal ortamlarla birlikte şekillenir. Bu süreçte birçok kurum ve kuruluş devreye girer, sivil toplum da bu sosyal ortamlardan biridir. Bireyin toplumsallaşmasında rol oynayan bu kurumlar aynı zamanda onun kişiliğinin oluşmasında da etkilidir. Bireyin kişiliğinin oluşmasında öncelikli olan ise eğitimdir. Eğitim seviyesi ile toplumsal kalkınma arasında doğrusal bir bağlantı vardır. Nitelikli eğitim seviyesinin artması, dezavantajların ortadan kaldırılarak herkes için kesintisiz eğitimin sağlanması ile mümkün olacaktır. Bu durumun sağlanmasında gönüllü faaliyetlerin ve bu faaliyetlerin yer aldığı STK’ların önemi büyüktür. Bu çalışmada ilk olarak Türkiye’de gönüllülük ve sivil toplum incelenerek ardından Türkiye’deki gönüllü faaliyetlerin eğitime olan katkılarından bahsedilecektir. Tüm bunların sonucu olarak Türkiye’deki gönüllü faaliyetlerin eğitim seviyesinin artmasındaki rolü incelenecektir.

Keywords: Volunteering, civil society, civil society organization, level of education, social development, quality education. 

Abstract

Non-governmental organizations and participation in these organizations on a voluntary basis have had positive effects on democracy. Civil society, which constitutes a third area after the public and private sectors, is based on solidarity, cooperation and volunteerism. As a social being, the individual is shaped by the social environments in which he lives. In this process, many institutions and organizations come into play, and civil society is one of these social environments. These institutions, which play a role in the socialization of the individual, are also effective in the formation of his personality. Education is the priority in the formation of an individual’s personality. There is a linear connection between education level and social development. Increasing the level of qualified education will be possible by eliminating the disadvantages and providing uninterrupted education for everyone. Voluntary activities and the NGOs in which these activities take place are of great importance in ensuring this situation. In this study, first of all, volunteering and civil society in Turkey will be examined and then the contribution of voluntary activities in Turkey to education will be mentioned. As a result of all these, the role of voluntary activities in increasing the level of education in Turkey will be examined.

Anahtar Kelimeler: Gönüllülük, Sivil Toplum, Sivil Toplum Kuruluşu, Eğitim Seviyesi, Toplumsal Kalkınma, Nitelikli Eğitim.

Giriş

Eğitim; birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de başlıca toplumsal konular arasında yer almasına karşın yıllardır süregelen bir düzensizlik içinde kaybolmaktadır. Dolayısıyla eğitimi etkileyen tüm faktörlerin önemi oldukça büyüktür. Dışsal etkenler arasında başta aile, eğitim sistemi ve sosyoekonomik durum olmak üzere sivil toplum kuruluşlarının da eğitim üzerinde etkisi olmaktadır. Sivil toplum kavramı tarihsel süreç içerisinde farklı birçok kavram ile eşleştirilmiş olsa günümüzde en genel anlamıyla toplumun bir devletin otoritesi altında yaşayıp devletten bağımsız olan kısmı demektir. Resmi kurumların dışında kalan gönüllülük esasına dayalı kâr amacı gütmeden çeşitli çalışmalar yapan kuruluşlara da sivil toplum kuruluşu denir. Eğitimi esas alan birçok dernek ve vakıf gibi sivil toplum kuruluşları birçok çocuk, genç ve yetişkin bireyin eğitim hayatına katkı sağlamaktadır. Bununla birlikte gençlerin sivil toplum kuruluşlarında gönüllü olarak çalışmalara katılmalarının da eğitim seviyelerini arttırdığı görülür. Bu çalışmada ise gönüllülüğün gençlerin eğitim hayatındaki rolüne değinilmiştir. 

1. Türkiye’de Gönüllülük ve Sivil Toplum

Gönüllülük, herhangi bir karşılık beklentisi içinde olmadan kişi veya doğrudan toplum yararına bir faaliyette bulunmayı belirten bir kavramdır. Gönüllü faaliyetlere katılım, çoğunlukla maddi yarar sağlamamasına karşın gönüllüye iç huzur verebilecek niteliktedir. Bununla birlikte empati kurabilme, alçakgönüllülük, cömertlik ve sorumluluk gibi birçok olumlu kişilik özelliği kazandırabilir.

Sivil toplum ise kavram olarak zaman içinde birtakım değişikliklere uğramış olsa da güncel olarak en genel anlamıyla devletten bağımsız, gönüllülük esasına dayanan bir topluluktur.

Esas olarak, sivil toplum nedir diye düşünüldüğünde, iki kriter söz konusu olmaktadır. Bunlardan birisi, devletin dışında olma; ikincisi ise, kendi içinde demokratik bir işleyişin olmasıdır (AB Uyum Süreci ve STK’lar, 2004: 147).

Sivil toplumun olmadığı bir devlet tam anlamıyla eksiktir. Sivil toplum, devleti her anlamda denetler ve düzenler; bu açıdan bakıldığı zaman refah bir toplum için şarttır. Nihayet siyasal alandaki meşruiyet krizinin ancak sivil toplumun paydaş olarak yer aldığı ortamda çözülebileceği açıkça anlaşılmıştır (Türköne, 2003: 57-58).

Ancak Türkiye’nin gönüllü faaliyetlere katılım oranının diğer ülkelerle kıyaslandığında çok düşük olduğu görülür. Dolayısıyla Türkiye’deki sivil toplum kuruluşları gelişmiş ve sanayileşmiş toplumlardaki etkinlik düzeyine sahip değildir (Talas, 2011: 1).

Sivil toplum kuruluşları genellikle vakıf ve dernekler olarak bilinse de bunlarla sınırlı değildir. Sendikalar, dini kuruluşlar, partiler ve ticari kuruluşlar da sivil toplum kuruluş (STK) türlerindendir. Sivil toplum kuruluşlarının tespit edilmiş işlevleri şu şekilde sıralanabilir:

“1. Kamuoyu oluşturmak yolu ile, bireylerin taleplerinin dile getirilmesine yardımcı olmak,

  1. Çoğulcu toplum yapısının oluşumunu sağlamak suretiyle piyasadaki metalaşmaya ve egemen piyasa değerlerine karşı dengeleyici bir unsur olmak,
  2. Kendi içlerinde oluşturdukları katılımcı ve çoğulcu bir kültürle beslenmiş ve aynı zamanda yönetim deneyimi de edinmiş bireylerin yetişmesini sağlamak,
  3. Pilot projeler üretmek, bu projelere kaynak bulmak ya da bu projeleri uygulamaya geçirmek yoluyla eğitim, sosyal refah ve istihdam konularında hükümet politikalarına paralel ya da alternatif sorumluluklar alabilmek” (Güneş, 2004: 2).

Türkiye’de sivil toplum kuruluşlarının sayısının az oluşunun örgütlülük düzeyinin düşüklüğünden kaynaklandığı gösterilmiştir. 1980 sonrası Türkiye’deki STK sayısında yüksek bir artış gerçekleşmiş olsa da gelişmiş birçok ülkeye oranla bu sayı hala azdır. Nicelik olarak sağlanan artışla birlikte sivil toplum kuruluşlarının niteliği de artmıştır.

Keyman ve İçduygu bu küresel değişim sürecinde özellikle son on – onbeş yıllık dönemde Türkiye’nin de hızlı bir sosyo kültürel, ekonomik ve siyasal dönüşüm yaşadığının altını çiziyorlar. Bu değişimin en önemli boyutlarından biri, bahsi geçen dönemde sivil toplumun nitelik ve nicelik bakımından artan önemi ve gücüdür (Çalışkan, Keyman, Tol ve Yeğen, 2010: 31). Küreselleşme ile birlikte sivil toplum kuruluşlarının hâkimiyetinin arttığı ve çok daha fazla önem arz ettiği belirtilmiştir.

2. Türkiye’deki Gönüllü Faaliyetlerin Eğitime Olan Katkıları

Gönüllülük esas alınarak yapılan bir faaliyetin çekirdekten çevreye genişleyip güçlenerek büyük etkiler yaratması mümkündür (Şekil 1). İlk olarak bir gencin gönüllü bir faaliyette bulunması durumunu ele alalım. Kişinin özgür iradesiyle karşılık beklemeksizin toplumsal yarar adına faaliyetler gerçekleştiriyor olması en başta kendine yarar sağlayacaktır. Bu genç bireyin sosyalleşmesinde, özgüveninin artmasında, hoşgörü sahibi olmasında, kişisel bilgi ve becerilerinin artmasında ‘gönüllü’ konumunda olması önemli bir rol oynayacak ve bu sayede toplumsal kalkınmayı da önemli ölçüde olumlu yönde etkileyecektir. İkinci olarak bir STK’nın öğrencilere burs verdiğini düşünelim; gençlerin temel ihtiyaçlarının ya da eğitim masraflarının karşılanması, kesintisiz eğitim alabilmelerini ve toplum içerisinde potansiyellerini göstermelerini sağlayacaktır. Toplum içerisinde potansiyellerini gösteren başarılı gençlerin yine toplumsal kalkınma için bir katma değer olduğu aşikârdır. Son aşamada ise çeşitli STK’ların bir proje ekseninde birleşip kamuoyu oluşturarak devlet üzerinde baskı ve denetim mekanizması haline geldiği bir durumu ele alalım. Bu durumda ise gerek mevcut sistem içerisindeki aksaklıkları gerekse de yeni talepleri dile getirip uygulamaya alınması için önemli roller üstlenebilirler. Günün sonunda ‘gönüllülük’ eğitim üzerine doğrudan ve dolaylı olarak etki edebilir. 

Şekil 1: Merkez – çevre teorilerinden esinlenilerek eğitim – gönüllülük ilişkisi kurulmaya çalışılmıştır.

Skolastik düşüncenin yıkılmasından itibaren eğitimin herhangi bir kurum tekelinde bulunması durumu önemli bir tartışma konusudur. Eğitim, toplumun en küçük birimi olan aileden başlayarak zamanla genişleyerek gelişir. Eski zamanlardan beri toplumlar, eğitim seviyesi ile verimlilik arasında bağ kurmaktadır. Birey ilk önce ailesine daha sonra yaşadığı topluma ve en sonunda da mevcut dünyaya, aldığı eğitim ölçüsünde katkıda bulunur. Eğitimin tarafsız olarak tüm toplumları kapsar şekilde evrenselliğe dayanması ise niteliğini belirler. Eğitim etkinliklerinin nitelik düzeyinin bireyin yaşadığı toplumun ekonomik, sosyal, politik ve kültürel gelişiminin niteliği üzerine etki ettiği kabul edilmektedir. Bilimsel ve toplumsal araştırmalar eğitim düzeyi ile kalkınmanın unsurları olan ekonomik büyüme, siyasal ve toplumsal gelişme arasında doğrusal ilişkiler olduğunu ortaya çıkarmıştır (Çakmak, 2008: 33). Tüm bu sebeplerden dolayı günümüze gelindiğinde değişen eğitim anlayışı ve globalleşen dünya özellikle eğitim konusunda toplumsal katılımı bir hayli önemli kılmaktadır. Toplumsal katılım, demokratik toplumların olmazsa olmaz unsurlarındandır. Toplumsal katılımın en kuvvetli araçları ise sivil toplum kuruluşları ve bu kuruluşlar nazarında yapılan gönüllü faaliyetlerdir. Gönüllü faaliyetlere katılım en başta katılan bireyin gelişimine katkıda bulunduğu gibi bu faaliyetlerin örgütlenmelere yol açarak kamuoyu oluşturma gücü gerek mevcut eğitim sistemindeki eksikliklerin giderilmesi gerekse de yeni taleplerin iletilmesinde önemli rol oynamaktadır (Karataş, 2008: 87). Gönüllülük düzeyinin görece düşük olmasına karşın, gönüllü faaliyetler ve eğitim seviyesinin artması arasındaki bu bağ Türkiye’de de çeşitli sivil toplum kuruluşları tarafından desteklenmektedir.

Türkiye’nin Avrupa Birliğine dâhil olma süreci nitelikli eğitim seviyesinin arttırılmasında STK’ların önemli olduğunu gösteren bir adım olmuştur. Birliğin normları arasındaki eğitim hizmetleri açısından uygunluk zorunluluğu eğitim konusundaki çalışmaların hızlandırılmasına yol açmıştır. Bunlar devlet eliyle gerçekleştirilirken yine birliğin, STK’ların inisiyatif ve hizmet alanlarını artırılmasını talep etmesi, eğitim konusunda gönüllü faaliyetlerin dikkate alınmasında önemli rol oynamıştır (Sağlam, 2011: 93-95). Türkiye, özellikle 2000’li yılların başından beri okuryazarlık oranındaki artış ve kız çocuklarının eğitime kazandırılması gibi konularda oldukça ilerleme kaydetmiştir. Bu çalışmalarda sivil toplum kuruluşları ile birlikte yürütülen projelerin önemi büyüktür. Bu projeler içerisinde hepimizin bir zamanlar okul kitaplarının arkasında yazan ‘Haydi Kızlar Okula!’ sloganı önemli bir yer tutmaktadır. UNICEF ile MEB işbirliği içerisinde gerçekleştirilen kız çocukların eğitimine destek kampanyası, ilköğretimde kız–erkek öğrenci eşitliğini sağlamak amacıyla başlatılmıştır. Bu proje ile başta toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve çocuk gelinler engellenmek üzere çocukların işçi olarak çalıştırılması ve erken yaşta suça sürüklenmeleri gibi konuların üzerinde durulması amaçlanmıştır. Başta devlet ve UNICEF destekli olan bu proje, çeşitli sivil toplum kuruluşlarının katılımı ve yapılan gönüllü faaliyetlerle güçlenmiştir. Bu örnekte sivil toplum kuruluşları ile devletin aynı paydada buluştuğunu ve eğitim seviyesinin arttırıldığını UNICEF ve MEB’in verileri ile gözlemliyoruz (UNICEF, 2003: 1).

Eğitim çok yönlü ve kapsamlı bir hizmet sürecidir. Türkiye’de hala bu hizmet neredeyse tamamen devlet elindedir ve mevcut sistemde sorunlar olduğu ortadadır (Kahraman ve Karip, 2019: 713-714). Gerek sınav sistemlerinin sürekli değiştirilmesi gerek pandeminin getirdiği online eğitim süreci nitelikli eğitim alanında yapılması gereken çok şey olduğunu göstermektedir. 25 Eylül 2015 tarihinde Birleşmiş Milletler’e üye ülkeler tarafından kabul edilen, 2030 yılına kadar yoksulluğu sona erdirmek, eşitsizlik ve adaletsizlikle mücadele, ekonomik büyüme, enerji, sürdürülebilir tüketim ve üretim, sanayileşme ve iklim değişikliği ile ilgili konuları kapsayan 17 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi arasında nitelikli eğitim de yer almaktadır. Dengesiz nüfus artışı ve gelir dağılımındaki eşitsizliklerin getirdiği yoksulluktan kurtularak eşitsizliklerin azaltılması ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasında aynı zamanda hoşgörünün gelişmesi ve barışçıl toplumların inşasında Nitelikli Eğitim, kilit bir rol oynamaktadır. Eğitim seviyesinin herkes için eşit ve güvence içinde artırılmasına ek olarak yaşam boyu öğrenimin desteklenmesi gibi amaçları barındıran Nitelikli Eğitim Hedefi için ülkemizde de yıllardır çalışmalarını sürdüren birçok STK vardır. Bu STK’lar; Türk Eğitim Gönüllüleri Vakfı (TEGV), Türk Eğitim Vakfı (TEV), Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (EĞİTİM-SEN), Habitat Derneği, Koruncuk Vakfı olarak sıralanabilir (Dursun, 2018). 

2.1. TEGV

İlköğretim çağındaki çocukların çağdaş ve evrensel değerler ile cumhuriyetin temel ilkelerine sahip, donanımlı ve nitelikli bireyler olarak yetiştirilmeleri amacıyla devlet tarafından verilen temel eğitime destek olmak misyonu üzerine kurulan STK, aktif bir şekilde pek çok burs veriyor. Sorumluluk, farklılıklara saygı, yenilikçilik, güvenilirlik, gönüllülük ve dayanışma değerlerine sahip kuruluş etkin ve fark yaratan eğitim programları ve sürdürülebilir yapısı ile ülkemizdeki her çocuğun erişebileceği bir STK olmayı hedefliyor. 2010 yılında TEGV için İnfakto Araştırma Şirketi tarafından yapılan TEGV Etki Araştırması’nın sonuçlarına göre çocukların TEGV’de bulundukları sürede ve kendilerini özgürce ifade edebildikleri çocuk dostu ortamlarda, başarı algılarının olumlu yönde değiştiği gözlemlenmiştir (Birleşmiş Milletler Gönüllüleri (UNV) programı Türkiye & GSM Gençlik Servisleri Merkezi, 2013: 58).

2.2. Habitat Derneği

Sürdürülebilir kalkınma alanında çalışan bir sivil toplum kuruluşudur. Gençlerin sürdürülebilir kalkınmada etkin rol oynamasını hedefleyen Habitat, kuruluş vizyonu gereği dünya gençliği ile Türkiye gençliği arasında iletişim köprüsü olmayı hedefler. Dernek gençlerin kapasitelerini geliştirmek ve uluslararası ortaklıklar kurmak adına birçok proje ve program geliştirmektedir (HABİTAT, 2018: 1-15).

2.3. EĞİTİM-SEN

Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası 23 Ocak 1995’te kurulmuş, şu anda Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu’na bağlı olarak eğitim, öğretim ve bilim hizmetleri iş kolunda örgütlenen bir sendikadır. 2015 OECD raporuna göre Türkiye’de eğitim; okuryazarlıkta 102, ilköğretimde okullaşma oranında 103 ve ikinci öğretimde 96. sıradadır. Eğitim-sen bu konuya dikkat çekerek bununla birlikte birçok konu başlığını ele alacak şekilde 2015’te Eğitim’de Cinsiyetçilik Raporu hazırlamıştır. Yapılan “Bizler Eğitim Sen’li kadınlar olarak geçmişte olduğu gibi eğitim öğretimin cinsiyetçilikten arındırılması, cinsiyet eşitlikçi bir toplumun yaratılması ve başta kız çocukları olmak üzere tüm çocukların; laik, bilimsel, parasız ve anadilinde eğitim hakkı için mücadele etmeye devam edeceğiz.” şeklindeki açıklama ile eğitimde fırsat eşitsizliğinin giderilerek gençlerin eğitim düzeylerinin artmasına katkı sağlayabilecekleri belirtilmiştir (EĞİTİM-SEN, 2015). 

Türkiye’de eğitim seviyesinin artırılması ve Nitelikli Eğitim Hedefi için çalışan pek çok STK vardır. Bunların ortak yönleri gönüllülük esasıyla çalışmalarını sürdürüyor olmalarıdır. Türkiye’de Nitelikli Eğitim üzerine çalışmalar geliştiren STK’ların amaçlarına bakıldığında kavramsal anlamda sivil toplumun temel unsurları olan dayanışma, birliktelik, hak ve menfaatleri koruma ve geliştirme gibi özelliklere yer verilmektedir. Genel olarak Türkiye’de sivil toplum örgütlerinin eğitimle ilgili etkinliklerine bakıldığında devletin eğitim politikaları ile örtüştüğü söylenebilir (Kahraman ve Karip, 2019: 713-714). Örnek olarak verilen STK’ların eğitimsel hizmetlerine baktığımızda eğitim alanında önemli hizmetler yaptıkları söylenebilir. Genellikle vakıf, dernek türündeki STK’lar eğitsel etkinliklere yönelmişlerdir. Bu kuruluşlar Türkiye’de demokrasiye katkıda bulundukları gibi eğitim seviyesine de ciddi katkılarda bulunmuşlardır.

Sonuç

Eğitim hizmetlerinin yürütülmesinde toplumun fikrinin alınması, karşılaşılan engellerin aşılmasında hayatî önem arz ettiği gibi, toplumsal taleplerin de eğitime olan doğrudan etkileri görülmektedir. STK’lar nazarında yapılan gönüllü faaliyetler daha çok yardım, dayanışma hoşgörü ve hayırseverlik temeli üzerinde yürümektedir. Gönüllü faaliyetler temelinde yürütülen STK projeleri Türkiye demokrasisini olumlu etkilediği gibi Türkiye’deki eğitim seviyesinin artmasında da rol oynamışlardır. Gönüllülük en başta bireyin kendi eğitimine katkıda bulunarak çekirdekten çevreye etki gücünü arttırabilme özelliğine sahiptir. Gönüllü faaliyetlere dayalı projelerin yönetildiği STK’ların toplumsal katılım ile güçlenebilme ve etki alanlarını genişletebilme özellikleri kamuoyu oluşturarak eğitim sistemlerine doğrudan etki edebilir. Toplumsal katılım ve gönüllülük ile eğitim seviyesinin artması arasındaki ilişki ortaya konmuştur. Ne var ki gönüllülük konusunda Türkiye görece az katılıma sahiptir, buna rağmen STK’ların eğitim seviyesini arttırmaya yönelik çalışmaları oldukça başarılıdır. Türkiye’deki eğitim sisteminin neredeyse tamamen devlet elinde olduğu merkeziyetçi yapısı sistem içerisindeki aksaklıkların tespit edilmesini güçleştirebilir. Bu durumda STK’ların toplumsal katılım ile bir baskı ve denetleme mekanizması haline gelmesi eğitim seviyesinin artmasına ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerinden nitelikli eğitimin gerçekleştirilmesine ülkemizi bir adım daha yaklaştıracaktır. STK’lar eğitimle ilgili karar süreçlerinde daha fazla katılım ve etki için; gönüllü faaliyetlere katılımı artırmaya çalışmalı ve bu faaliyetleri bilimsel araştırmalar neticesinde elde edilen bulgular ışığında belirlemelidir (Karataş, 2013: 210-212). Nitelikli eğitim hedefinin gerçekleştirilebilmesi için diğer sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yapılmalı, uzlaşmacı ve şeffaf bir yapılanma oluşturulmalı ardından karar süreçlerini etkilemede daha işlevsel ve yapıcı bir rol üstlenmelilerdir.

Gülce ZENCİRCİ

Gülsün MACİT

Sivil Toplum Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça:

Talas, M. (2004). Sivil Toplum Kuruluşları ve Türkiye Perspektifi. Türkiye’de sivil toplum kuruluşları sempozyumu XIV, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, 387-401. İstanbul.

Aslan, S. (2010). Türkiye’de sivil toplum. Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, 9(31), 260-283.

Birleşmiş Milletler Gönüllüleri. (2013). Türkiye’de gönüllülük; gönüllülüğün rolünün ve katkılarının keşfedilmesi raporu. Erişim Adresi: https://www.tusev.org.tr/usrfiles/files/Gonulluluk.pdf 

Çakmak, Ö. (2008). Eğitimin ekonomiye ve kalkınmaya etkisi. Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Dergisi, (11) , 33-41.

Çalışkan, M. A., Keyman, F., Tol, U. U. & Yeğen, M., (2010). Türkiye’de gönüllü kuruluşlarda sivil toplum kültürü. Yada, Yaşama Dair Vakıf. Erişim Adresi: https://yada.org.tr/wp-content/uploads/2009/03/21-T%C3%BCrkiye%E2%80%99de-G%C3%B6n%C3%BCll%C3%BC-Kurulu%C5%9Flarda-Sivil-Toplum-K%C3%BClt%C3%BCr%C3%BC.pdf 

Dursun, K. (2018). Türkiye’de nitelikli eğitim konusunda çalışan 5 sivil toplum kuruluşu. Sivil Alan. Erişim Adresi: https://sivilalan.com/2018/04/11/turkiyede-nitelikli-egitim-konusunda-calisan-5-sivil-toplum-kurulusu/ 

EĞİTİM-SEN. (2015). Eğitimde cinsiyetçilik raporu. Erişim Adresi: https://egitimsen.org.tr/egitimde-cinsiyetcilik-raporu-2015/ 

Güneş, İ. (2004). Sivil toplum kuruluşları. Son Baskı Sanal Dergi, (29), 387-401.

HABİTAT. (2018). Habitat derneği yıllık faaliyet bülteni. Erişim Adresi: https://habitatdernegi.org/wp-content/uploads/habitat-dernegi-faaliyet-bulteni-2018.pdf 

HABİTAT. (t.y.). Erişim Adresi: https://habitatdernegi.org/hakkimizda/ 

Kahraman, H. & Karip, E. (2019). Türkiye’de sivil toplum kuruluşlarının eğitim politikalarına etkileri. İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 20(3), 709-722. DOI: 10.17679/inuefd.575850.

Karataş, İ. H. (2008). Türk eğitim sisteminde sivil toplum kuruluşları: konumları ve işlevleri. Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, İstanbul. 

Karataş, İ. H. (2013). Türk eğitim sisteminde sivil toplum kuruluşlarının stk’ların konumları ve işlevlerine yönelik okul yöneticilerinin görüşleri1. Milli Eğitim Dergisi, 43(198), 196-218.

Sağlam, P. D. M., Özüdoğru, O. F. & Çıray, F. (2011). Avrupa birliği eğitim politikaları ve türk eğitim sistemine etkileri. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 8(1) , 87-109.

Şimşek, S. (2004). The transformation of civil society in Turkey: from quantity to quality, Turkish studies, 5(3). https://open.metu.edu.tr/bitstream/handle/11511/49724/T1RFNE5UVT0.pdf

Talas, M. (2011). Sivil toplum kuruluşları ve Türkiye perspektif. Türklük Bilimi Araştırmaları, 387-401. 

TEGV. (t.y.). Erişim Adresi: https://tegv.org/hakkimizda/tegv-hakkinda/

Türköne, M. (2003). Devletli sivil toplum. Sivil Toplum, (1), 53-58.

UNICEF. (2003). Haydi kızla okula! kız çocuklarının okullulaşmasına destek kampanyası. Erişim Adresi: https://www.unicef.org/turkey/media/2431/file/TURmedia_%20Haydi%20Kizlar%20Okula%20Brosur.pdf%20.pdf 

UNDP. (t.y.). Erişim Adresi: https://www.tr.undp.org/content/turkey/tr/home/sustainable-development-goals.html 

Güneşin Bile Patentini Almak İsteyenlerin Aşkı: Kapitalizm

Yapım Adı: Capitalism: A Love Story (Kapitalizm: Bir Aşk Hikâyesi)

Yapım Yılı: 2009

Yönetmen: Michael Moore

Tür: Belgesel, Komedi

Capitalism: A Love Story (Kapitalizm: Bir Aşk Hikâyesi), ABD’nin muhalif sinemacılarından Michael Moore’un 2008 finansal krizine doğru giderken ABD’nin kapitalizme duyduğu aşkı mizahi bir dille anlattığı belgesel yapımdır. Pek çok ödüllü yapımın yönetmenliğini, yapımcılığını aynı zamanda senaristliğini de yapmış Moore, belgesellerinde genellikle küreselleşme, kapitalizm, çok uluslu şirketler ve sivil silahlanma gibi konuları eleştirerek muhalif bir tutum sergiliyor. 2005 yılında Time dergisi tarafından dünyanın en etkili 100 kişisi arasında gösterilen Moore bu belgeselinde kapitalizmin, zengini nasıl daha zengin ve fakiri de nasıl daha fakir hale getirdiğini gösteriyor. Belgeselin sonuçlar üzerinden ilerlemesi, çözüm sunmaması ve biraz estetik kaygıdan da uzak oluşu sadece Moore’un tezini güçlendiriyor gibi dursa da aslında durumu herkesin anlayabileceği şekilde ifade etmesi farkındalık oluşturuyor.

2009 yapımı bu belgesel ilk olarak kapitalizmin mağdur ettiği insanların röportajları ile başlıyor. İpotek borçları nedeniyle kendi evlerinden zorla çıkarılan insanların evlerinin son temizliğinden bin dolar almak için çalıştığını görüyoruz. Senelerdir oturdukları evleri için bankaların ayarlanabilir faizli ipoteklerine kanıp daha sonra bu faizler sebebiyle borçlu sıfatıyla evlerini bırakmak durumunda kalıyorlar. Komisyoncuların ve emlak sektörünün bu tuzaklarla güçleniyor oluşu zenginin daha zengin olduğunu ve orta sınıfın fakirleştiğini gösteriyor. Yine bu dönemde havayolları şirketlerinin çeşitli bahaneler ile maaşları düşürmesi ve bu durum sebebiyle zor durumda kalan pilotların yoksullaştırılmasını mesai saatleri dışında farklı işlerde çalışmak zorunda kalan pilotlardan dinliyoruz. Durumun ciddiyeti yoksullar için dağıtılan yiyecek karnelerine muhtaç kalan ve hatta plazmalarını satan pilotlar tarafından bütün ayrıntılarıyla anlatılıyor.

Büyük şirketlerin çalışanlarına hayat sigortası adı altında aslında ‘peasants insurance’ (köylü sigortası) yaptığını ve bu sigorta tipinin aslında şirketin yararına olduğunu eşini kaybetmiş bir kadın tarafından dinliyoruz. İşçilerinin ölümünden oluşabilecek dezavantajlı durumu minimize etme anlayışını bile sollayarak şirketlerin resmen bu durumundan kar sağlaması bir aileyi iflasa sürüklerken aynı zamanda kapitalizmin nasıl bir katil olduğunu gösteriyor. Bu büyük şirketler tarafından işletilen ıslahevlerinde durum daha vahim bir hal alıyor. Hapis süresi uzadıkça işletmenin kar etmesi durumu ABD adaletini yaralarken çocukların çok basit kabahatlerden hapis yatıyor oluşu genç nesil için gelecek kaygılarına ve umutsuzluğa sebebiyet veriyor. Moore, ABD ekonomisini yöneten kişilerin büyük şirketlerle olan bağlantılarını gözler önüne sererken hükümetin de artık onların bir kuklası haline geldiğini anlatıyor. Paranın egemen olduğu bir yönetim biçiminin demokrasiden uzaklaşmış olduğu düşünülerek belgeselde ABD anayasasında bu durumla ilgili bir madde aranması güzel bir eleştiri olarak da izleyicinin karşısına çıkıyor. Son olarak belgesel, IMF’in eski başkanının sorulan sorulara yanıt verememesi ve Moore’un vatandaş kimliğiyle bankalardan para almaya gitmesi ile son buluyor.

Kapitalizmin rekabet yokken en iyi sistem olması durumunu başlarda harika bir aşk hikâyesi olarak anlatan belgesel daha sonra bu aşkın aldatmacalardan ibaret olduğunu ve tıpkı bir uyuşturucu gibi keyif verirken ağır bedelleri olduğunu gösteriyor. Kapitalizme göre herkes başkalarının talihsizliğinden faydalanmanın peşindedir fakat bu anlayış demokrasiyi zamanla gölgede bırakır. Moore belgesel sırasında tamamen buna odaklanarak, fikrimce popülist bir öfke yaratmaya çalışıyor. Sömürü ve kapitalizm bağlantısını net bir şekilde örnekler üzerinden gösteriyor. Belgeselin bir olay örgüsünden ve akıştan uzak olması ve görüntülerin estetik kaygı barındırmıyor oluşu biraz yorucu. 2009 yapımı bir belgesele göre teknik açılardan zayıf olması da Moore’un sadece kendi tezini güçlendirmek için böyle bir belgesel çektiğini gösteriyor. Aynı zamanda belgesel bize bir çözümden de bahsetmiyor ve bu durum izleyicilerin için bir noktadan sonra ‘Eee biliyoruz bunları ama çözüm ne olabilir ki?’ sorusunu sormalarına sebebiyet veriyor. Belirli bir konuya odaklanılmaması ve aynı zamanda röportajların çok olması sebebiyle belgesel olması gerekenden daha uzun gibi duruyor. Fakat bence Moore’un amacı zaten bir çözüm sunmak değil aksine eleştirisini temellendirmek ‘one person one vote’ anlayışı üzerinden orta ve alt sınıfın sistemi daha fazla sorgulaması sağlamak. Bu sorgulama durumunu arttırabilmek için de duyguları tetiklemeye çalışıyor. ABD’nin sadece yüzde birinin genel servetin yüzde doksanına sahip olması durumunu göstererek geriye kalan yüzde doksan dokuzun aslında sistemi değiştirmek için oldukça güçlü bir çoğunluk olduğunu göstermek istiyor.

Sert bir eleştiri olan bu belgeselde kapitalist sistemin getirdiği bütün ağır şartlar gözler önüne seriliyor bu sebeple siyaset bilimi, iktisat gibi idari ve iktisadi bilimlerle ilgilenen herkesin izlemesi gereken bir yapım olduğunu düşünüyorum. Belgesel genel anlamda ekonomi ve politika alanında bir çözüm sunmuyor ve şirketlerin yaptığı yolsuzlukları da kanıtlayamıyor fakat 2008 finansal krizine giderken ABD’nin yaptığı hataları, bankaları kurtarmak için hükümetin bütün halkı işsiz bırakacak kadar gaddarlaştığını açık bir şekilde gösteriyor. Geniş bir perspektiften baktığımızda Moore’un tüm yapımları muhalif eleştirel bir yapıda, bu belgeselde kullandığı stil biraz daha eleştirilmeye müsait bir yapıya sahip olsa da kesinlikle izlemeye değer bir yapım.

Gülce Zencirci 

Sivil Toplum Çalışmaları Staj Programı

Çeviri: Bosna’da ‘Doğu Sorunu’ Tekrar Yükseliyor

Bu yazı, Riada Asimovic Akyol‘un New Lines Magazine için kaleme aldığı “In Bosnia the ‘Eastern Question’ is Rising Again” makalesinden çevrilmiştir. Yazının aslını aşağıdaki bağlantıdan bulabilirsiniz.

In Bosnia the ‘Eastern Question’ is Rising Again 

 

Savaşın Balkanları kasıp kavurmasından otuz yıl sonra, Bosna’nın geleceği yine belirsiz görünüyor ve İslam-karşıtı hikâye bir kez daha çirkin yüzünü gösteriyor.

Bosna’da doğup yaşadığınızda, Doğu Sorunu’nun gerçekte kaç kez tekrarlanacağını merak etmeden duramazsınız.” Srebrenica Anıt Merkezi müdürü Emir Suljagić geçtiğimiz günlerde sosyal medya hesabından bir yazı yazdı.

Osmanlı sonrası Balkanlar’da azınlık olarak yaşayan yerli Müslümanların acı dolu tarihine atıfta bulunuyordu- kitlesel imha da dâhil olmak üzere ayrımcılık, şiddet içeren sınır dışı etme veya daha kötüsünü içeren bir tarihe. Ayrıca bazı Avrupalıların 19. yüzyılda bu uzun vadeli soykırımı tanımlamak için icat ettikleri örtmeceye atıfta bulunuyordu: “Doğu Sorunu”.

Bu “sorun” tarihsel bir temadır, ancak aynı zamanda çok acil bir konudur, çünkü anavatanım Bosna-Hersek, Bosna soykırımıyla sonuçlanan üç yıllık uluslararası silahlı çatışmayı sona erdiren Dayton Barış Anlaşması’nın 1995’te imzalanmasından bu yana en ciddi siyasi ve güvenlik krizinden geçiyor. 

Son birkaç ay içinde, üçlü cumhurbaşkanlığının Bosnalı Sırp üyesi ve Sırp Cumhuriyeti tarafının ayrılıkçı çabalarının lideri Milorad Dodik, ülkenin parçalanmasına yönelik bazı açık adımlar attığını duyurdu. Tıpkı siyasi seleflerinin Bosna devletini yıkmayı amaçladığı gibi, Dodik de aynı Müslüman karşıtı anlatıları ve Boşnaklara karşı nefret dolu, özcü söylemleri 90’ların başındaki son soykırımı planlayan ve yürüten savaş suçlularına paralel olarak kullanmaya devam ediyor. (Boşnakça milliyete atıfta bulunurken, Boşnak genellikle Müslüman mirasın vatandaşlarına atıfta bulunur.)

Dodik’in yenilenen, maksatlı ve artan “Müslüman” terimi, tüm Boşnakları sadece dini bir gruba indirgemeyi, onları Avrupa’da bir kez daha yabancı olarak göstermeyi amaçlıyor. Aynı zamanda, bazı Batı Avrupalı liderlerin kıta hakkında sahip oldukları vizyona ve Müslümanlarla ilgili İslamofobik anlatıları benimsemelerine de dokunmayı umuyor. Ancak bu anlatı Dodik’in ötesine geçiyor. Avrupa’daki en yabancı düşmanı ve açıkça sesini yükselten Müslüman karşıtı liderlerden ikisi olan Macaristan başbakanı Viktor Orbán’dan ve Slovenya’dan Janez Janša’dan açık destek buluyor. 90’lardan tanıdık bir çizgi olan “Avrupa’nın savunması” dedikleri şeyde birleşmiş görünüyorlar.

Biz Hristiyanız ve bu benim deneyimim. Ve tecrübelerime dayanarak söyleyebilirim ki Müslümanların değerlerinden vazgeçmediğini söyleyebilirim” dedi. Farklı kültürlere sahip ülkelerden gelen göçmenlere işaret ederek, “Avrupalıların birkaç on yıl sonra Avrupa’da yaşayıp yaşamayacaklarını” da sordu. Avrupa’da ‘demografik istikrarı’ korumak için önerdiği böylesine ırkçı bir vizyon, Müslümanların beyaz, Hıristiyan Avrupalıları aşma misyonunu üstlendiği sözde ‘Büyük Değiştirme’ komplo teorisinin dehşetini de yansıtıyor. Macar hükümeti, 2015’ten bu yana, en sağcı, milliyetçi, göçmen karşıtı, popülist, ‘aile yanlısı’ politikacıları, kilise yetkililerini ve diğer muhafazakâr şahsiyetleri bir araya getiren bu yıllık uluslararası toplantıyı organize ediyor. Bu yıl Dodik, Sırp entelektüel ve siyasi elitlerinin 1990’lardaki son soykırıma zemin hazırlamak için Müslümanları ötekileştirmek için kullandıkları aynı İslamofobik mecazları canlandırıyordu. Dodik’in bilinçli dil tercihleri, Müslümanların yüzyıllardır bölgede nasıl yaşadıklarını gözden kaçırması ve bazı AB ülkelerindeki en üst düzey siyasi liderler arasında gördüğü sempati ve destek, geçmişten gelen aynı endişe verici çanları çalıyor. Ayrıca, Balkanlardaki Müslümanlarla ilgilenirken bu seçkinlerin zihinlerinde ‘Doğu Sorunu’nun kalıcılığını yeniden teyit ediyorlar.

Peki, Doğu Sorunu tam olarak nedir? Hıristiyan devlet adamlarının 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak ve tüm ‘Türkleri’ -yani Osmanlı Müslümanlarını- Asya’ya ‘geri’ sürmek amacıyla kullanmaya başladığı bir terimdi. Kökeni genellikle 1774’teki Küçük Kaynarca Antlaşması’na kadar uzanır, ardından Çarlık Rusya, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortodoks Hıristiyanlarının korumasını üstlenirken, aynı zamanda Karadeniz kıyısı üzerinden Osmanlı’nın kalbine ve Balkanlara fiziksel erişim sağlar. O zamanlar ‘Avrupa’nın Hasta Adamı’ olarak adlandırılan Osmanlı İmparatorluğu’nun kademeli olarak küçültülmesi 19. yüzyılda da devam etti. Ancak bu yalnızca imparatorluğun geri çekilmesi değildi; aynı zamanda Güneydoğu Avrupa’daki eski Osmanlı topraklarında yaşayan Müslümanların toplu olarak sürgüne gönderilmesi ve yok edilmesiydi.

Batı Balkanların önde gelen İslam âlimlerinden Fikret Karčić, bu acı hikâyeyi ‘Balkanların Müslümanları: 20. Yüzyılda Doğu Sorunu’ adlı kitabında anlatıyor. Balkanlarda ne zaman bir Hıristiyan çoğunluk ulus-devleti doğsa, zaman zaman kitlesel kıyımların, katliamların ve yeni diasporaların ortaya çıktığını gösteriyor. Avrupa’da Müslümanların benzer sınır dışı edilmeleri birkaç yüzyıl önce İspanya ve Sicilya’da meydana geldi ve Yahudiler genellikle Müslümanlarla aynı kaderi paylaştı. Karčić’e göre, Lozan Antlaşması’nın Osmanlı Devleti’nin sonunu işaret ettiği 1923’ten sonra bile Balkan Hristiyan milliyetçi elitleri arasında Müslüman nüfusa yönelik ‘Doğu Sorunu zihniyetinin hayatta kalması’, 1992’den 1995’e Boşnaklara yönelik soykırıma kadar devam etti.

Üstelik bu son soykırımın ardından, hayatta kalanlar sadece soykırımın inkârıyla değil, aynı zamanda savaş suçlularının sürekli bir zaferi ve yüceltilmesiyle de uğraşmak zorunda kaldılar. Dayton Barış Anlaşması’nın yarattığı verimsiz bir hükümet sisteminin yanı sıra zayıf ekonomisi ve çok sayıda yolsuzlukla Bosna yaralı kaldı ve ilerlemesi engellendi. Yerleşik etno-milliyetçi seçkinler kazanç elde ederken, nüfusun geniş kesimleri yoksulluk içinde acı çekmeye devam etti ve aralıksız genç göç dalgalarına katkıda bulundu. Bu gerçeklikler varlık hatları boyunca geçerlidir. Ancak, her türlü günlük zorlukların yanı sıra, Boşnaklar için devam eden varoluşsal tehdit, gerçekliklerinin en ciddi parçası olmaya devam ediyor.

İsimler değişir, ancak Sırp (Ortodoks) ve Hırvat (Katolik) etno-milliyetçi liderlerin- şu anda Bosna’da Milorad Dodik ve Dragan Čović ve bölgedeki Aleksandar Vučić ve Zoran Milanović’in – Boşnaklar ve öncelikle onların Müslümanlığı hakkında devam eden aynı şovenist düşünce, bir buçuk asırdan fazla bir süredir değişmedi. 19. yüzyıl Balkan milliyetçiliklerinde etno-dini çizgiler, özellikle din ve etnisitenin birleştirilmesi nedeniyle, içerme ve dışlamanın ana göstergesiydi. Bölgedeki birçok heterojen Müslüman topluluk, heterojen Hıristiyan topluluklar arasında ve onlarla birlikte yaşamasına rağmen, siyasi olarak öncelikle Müslüman olarak kabul edildi. Hepsi yok etmek için eşit hedefler haline geldi. Dolayısıyla, sürekli olarak kendini korumayı düşünmek zorunda olan ve geçmişteki katliamların tekrarlanmasından korkanların zihinlerine ‘Doğu Sorunu’ paradigmasının geri gelmesi olağandışı bir durum değil.

Bu nedenle Karčić’in konuyla ilgili bilginliği hem geçmişten hem de günümüzden olayları tartışmak için geçerli bir prizma olmaya devam ediyor. 20. yüzyılın sonundaki katliamların habercisi olan siyasi söylemdeki ana motiflere ve bunların 19. yüzyılın sonundakilerle benzerliklerine işaret ediyor. Bunlar arasında Sırp politikacılar ve entelektüel seçkinlerin İslam’ı Avrupa topraklarında yabancı bir din olarak tasvir ederek saldırganlığa yönelik propagandacı hazırlıkları, Müslümanları yabancılar ve Osmanlı kalıntıları olarak çerçevelemeye yönelik kelime dağarcığı ve başta Rusya olmak üzere Osmanlı mirası için savaş zamanlarından kalma müttefik arayışının yanı sıra ülke topraklarından ‘temizlenmek’ için ‘dönüştürür’.

Ayrıca Karčić, Balkanlardaki ‘Müslüman tehlikesini’ durdurmak, Avrupa’yı savunmak anlamına geldiği bilinen tez aracılığıyla “Doğu Sorunu zihniyetini” parçalara ayırdı. Bu vizyonda Avrupa, Hıristiyan âlemi ile eşittir. Bazı Hırvat yazarlar tarafından Hıristiyan veya Katolik Avrupa’nın İslam’a karşı savunmasının ön saflarında yer alan Hırvatistan’ı tanımlamak için kullanılan, ilgili başka bir referans çerçevesi olan Antemurale christianitatis’ten (“Hıristiyanlığın siperi”) bahseder. Bu, 90’ların başındaki Bosna ihtilafı sırasında Hırvat saldırılarının gerekçesi olarak hizmet etti.

Böylesine kanlı bir tarih nedeniyle, bugün, Bosna’dan gelen haberler uluslararası medyayı yeniden doldurduğunda- bu kez Dodik’in açık ayrılıkçı adımları nedeniyle olası yenilenen şiddet alarmlarıyla birlikte- çoğu kişi hem ülkenin parçalanması hem başka bir soykırım dalgası geleceği konusunda endişeleniyor.

Rusya ve Çin, Batı’nın müdahalesi durumunda yardım için “arkadaşlarını” aramakla tehdit eden Dodik’i açıkça destekliyor. Dolayısıyla Bosna krizi, Batı’nın Dodik’in politikalarını yatıştırdığı bir atmosferde ve aynı zamanda Rusya’nın Ukrayna üzerinden Avrupa’ya yönelik ciddi askeri saldırı tehditleri sırasında, etki alanını yeniden tesis etme ve NATO’nun daha fazla genişlemesini önleme konusundaki net emelleriyle gelişiyor. Bosna’daki pek çok kişi buna katılmaya hevesli görünüyor.

İngiltere’ye, Dodik’in ayrılıkçı SNSD partisini hedef alan ve Bosna’nın toprak bütünlüğünü desteklemek için asker konuşlandırmaya yönelik yaptırımlar uygulaması yönünde çağrılar yapıldı. Türkiye bölgede diplomatik olarak angaje olmaya devam ediyor, ancak Kasım ayı başlarında Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ülkesinin “Bosna-Hersek’in 1990’larda yaşadığı acıları tekrar yaşamasına kesinlikle izin vermeyeceğini” söyledi. 5 Ocak’ta ABD, Dodik’i yolsuzlukla suçlayarak ve Bosna’nın ve daha geniş bölgenin istikrarını tehdit etmekle suçlayarak yeni yaptırımlar ilan etti. Yine de ABD ve AB yetkilileri seçim ve anayasa reformunu görüşmek üzere Bosnalı siyasi partiler ve sivil toplum temsilcileriyle bir araya geldiklerinde, devam eden ayrılıkçı krize öncelik vermediler. Bunun yerine, ayrılıkçı Bosna partilerinden oluşan gruba Čović’in ayrımcı taleplerini kabul etmeleri için baskı yapmaya bile çalıştılar.

Sonuç olarak birçok soru ortaya çıktı. AB, Bosna’nın devlet egemenliğinin baltalanmasına karşıysa, Avrupa Komisyonu neden Dodik’i Sırp Cumhuriyeti’ne 600 milyon avronun üzerinde sübvansiyon ve kredi hazırlayarak mali olarak ödüllendiriyor? Ek olarak, Dodik’in Macaristan, Slovenya ve Hırvatistan gibi üye ülkeler nedeniyle Bosna’yı parçalama çabasını engellemek için bir araç olarak yaptırımlar konusunda AB düzeyinde bir fikir birliği yok. Bu, Kurt Bassuener gibi analistlerin yıllardır uyardığı AB’nin ‘caydırıcılık başarısızlığının’ sadece bir parçası.

Bu caydırıcılık eksikliği, politikacıları açıkça İslamofobik bir dil kullanmaya teşvik ediyor. Dolayısıyla, Macaristan’ın kamu diplomasisi ve ilişkilerinden sorumlu devlet sekreteri Zoltán Kovács, alenen “Bosna’nın önündeki zorluk, 2 milyon Müslümanın yaşadığı bir ülkeyi nasıl entegre edebileceğimizdir” diye tweet attığında, ‘diğer Avrupalı liderlerin özelde söyledikleri gibi’ Müslüman karşıtı ifadeleri pek çok Boşnak’ın kabul etmesine şaşırmamak gerekir.

Ve bu tür ırkçı açıklamalara karşı hızlı, gerçek hayattaki sonuçlar veya güçlü tepkiler yoksa bu görüşü ne kadar veya kaç AB liderinin gerçekten paylaştığının bile önemi yok. İster ilgisizliğinden ister suç ortaklığından olsun, bu tür bağnaz açıklamaların hedefi yine aynıdır ve sonuç ancak onlar için zararlı olabilir. Tüm bu tutarsızlık ve hareketsizlik, 90’lardan kalma üzücü bir dejavu.

Lisan daha önce duyuldu. Temmuz 1992’de Bosna-Hersek’teki Sırp Halk Meclisi’nde bir politikacı konuştu. “Avrupa burada bir İslam devletinin kurulmasını istemiyor ve buna izin vermemeli; bu bizim en büyük sorunumuz, bu bizim en büyük sorunumuz” dedi. Bu, hüküm giymiş savaş suçlusu ve eski Bosnalı Sırp lider olarak soykırımın düzenleyicisi Radovan Karadžić’ti.

Bosnalı Sırp rejiminin dehşeti ortaya çıktıktan sonra bile, görüşleri alışılmadık değildi. ‘Clinton Bantları’ kitabına göre, bazı Avrupalı liderler 1992’de Bosna-Hersek’teki olaylardan da “Hıristiyan Avrupa’nın acılı ama gerçekçi restorasyonu” olarak söz ettiler veya Bosna’nın “Avrupa’ya ait olmadığını” söylediler.

Ne yazık ki en son ifşaatlar, Avrupa’da yaşayan bireysel vatandaşların geniş dini yelpazesine bakılmaksızın, Avrupa’da siyasi bir Müslüman çoğunluk devletinin varlığının değişmez bir kabul edilemezliğine inanarak, çok sayıda kişinin uzlaşmazlığını sürdürdüğünü kabul etmeye yol açtı.

Boşnaklar hem Müslüman “Türkler” hem de Sırp ulusunun inşasında ebedi düşmanlar olarak ve aynı zamanda orta çağdan günümüze Müslümanlara karşı (Hristiyanların) muhalefetine ve İslam ve Osmanlı İmparatorluğuna düşmanlığına dayanan belirli bir kültürel ve dini Avrupa vizyonunda ‘öteki’ olmaya devam ediyor.

Mesele şu ki, Boşnaklara yönelik çağdaş tehdidin kökleri derin ve karanlık bir tarihe dayanıyor. Pek çok kişi, ‘Büyük Sırbistan’ veya ‘Büyük Hırvatistan’ gibi dini çizgilere dayanan etnik olarak homojen ulus devletlere yönelik özlemleri yerine getirmek için aynı 19. yüzyıl hayallerini barındırıyor. Ve Bosna-Hersek’in, halkının ve özellikle Boşnakların varlığının inkârı, 21. yüzyılda farklı yasal çerçevelerde de devam etmektedir.

Ancak bu eski şovenizm, geçmişteki soykırımları ödüllendirerek ve yenilerine katkıda bulunarak kazanacak mı? Batılı güçler, Dodik’i durdurmak için Bosna’daki ayrılık karşıtı akımlarla güçlerini birleştirirse, Bosna birleşik bir ülke olarak kalabilir. Bölgeye getirdiği onca ölüm ve cinayetle ‘Doğu Sorunu’ belki sonsuza kadar dindirilebilir.

 

Çeviren: Büşra Özyüksel

European Studies O-Staj Koordinatörü

2021’den 10 Kare: Doğal Afetler, Göçmen Krizleri ve Savaşlar

0

2021 yılı, göçmen krizlerinden pandemi kısıtlamalarına, doğal afetlerden siyasi anlaşmazlıklara kadar pek çok olaya tanıklık etti. Hava saldırıları şehirleri aydınlattı,  ülkeler yangın ve sel felaketlerine teslim oldu, diplomatik savaşlar körüklendi. Uluslararası kamuoyu her gün yeni bir gündeme uyanırken, ardında izi silinmeyecek bir tarih bırakan 2021 yılının hafızalara kazınan 10 Associated Press (AP) fotoğrafı…

1.

Donald Trump‘ın destekçileri, ABD başkanlık seçimini Joe Biden’ın kazanmasıyla 6 Ocak 2021’de Kongre’yi basmaya çalışırken. (AP/Jose Luis Magana)

Trump’ın iddiaları doğrultusunda Biden’ın 2020 ABD başkanlık seçimlerini çaldığına inanan destekçileri, iddia edilen hırsızlığa son vermek amacıyla Kongre binasını bastı ve Biden’ın zaferinin resmileşmesini durdurmaya çalıştı. Washington’daki isyanda dört Trump destekçisi ve bir polis memuru öldü, 140 polis de yaralandı.

2.

22 Ocak 2021’de Sırbistan’ın güneybatısındaki Pot Pecko gölünü kaplayan plastik şişeler ve çöpler. (AP/Darko Vojinovic)

Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde hızla ilerleyen sanayileşme ve giderek büyüyen bir çevre kriziyle karşı karşıya kalan dünyanın doğal kaynakları ve bütün bunların üzerinde katlanarak artan nüfus, 21. yüzyılda gelecek konusundaki çevresel endişeleri dile getirmektedir.

3.

3 Şubat 2021’de Almanya’nın Frankfurt kenti yakınlarındaki Nidderau’da sel sularıyla çevrili bir demiryolundan geçen tren. (AP/Michael Probst)

2021 yazında Almanya ve Avusturya’da başlayan yoğun yağış, su taşkınlarına ve toprak kaymalarına yol açtı. Sel felaketinin sonucunda yaklaşık 25 milyar avroluk zarar ve resmi rakamlara 180’den fazla can kaybı yaşandı. 

4.

12 Şubat 2021’de Akdeniz’in Libya kıyılarında çeşitli Afrika uyruklu mülteciler ahşap bir teknede yardım beklerken. (AP/ Bruno Thevenin)

AB’nin göç politikaları Akdeniz’de tespit edilen göçmenlerin zorla geri gönderilmesi yüzünden sık sık eleştiriliyor. Sene başından beri Akdeniz’i geçmeye çalışan göçmen sayısında artış var. Ancak buna paralel olarak denizde kaybolanların sayısı da artmış durumda. BM Uluslararası Göç Örgütü’nün verilerine göre bu senenin başından beri yaklaşık 900 kişi Kuzey Afrika’dan Avrupa’ya ulaşmaya çalışırken hayatını kaybetti. Ocak-Haziran arasında Libyalı sahil güvenlik ekipleri tarafından denizde tespit edilen ve yeniden Libya’ya dönüşü sağlanan göçmen sayısı ise 13 bin civarında.

5.

Filistinli bir adam, 8 Mart 2021’de Batı Şeria’dan İsrail’e yasadışı yollardan geçerken bir zeytin ağacı taşıyor. (AP/Oded Balilty)

BM İnsani İşler Koordinatörlüğü’nün açıkladığı verilere göre, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarında 2021 yılında 249 Filistinli hayatını kaybederken bu rakam işgal altındaki Doğu Kudüs ve Batı Şeria’nın da katılmasıyla 324’e yükseldi. İsrail güçlerinin saldırılarında 17 binden fazla Filistinli yaralandı. İsrail-Filistin çatışması sonucu bazıları yerleşimci 14 İsrailli hayatını kaybetti.

6.

18 Mayıs 2021’de İspanyol Kızıl Haç üyesi Ceuta’da bir göçmeni teselli ederken. (AP/Bernat Armangue)

İspanya’nın Kuzey Afrika’daki toprağı Ceuta’ya, Fas’tan binlerce göçmen yüzerek ya da yürüyerek giriş yaptı. İspanyol yetkililer, bunun daha önce benzeri görülmemiş bir göçmen akını olduğunu belirtirken, İspanya hükümeti gelen göçmenlerden yaklaşık bin 500 kadarının Fas’a iade edildiğini ilan etti.

7.

İtfaiyeciler, 9 Temmuz 2021’de Kaliforniya’da Sugar Fire ile savaşırken. (AP/Noah Berger)

Sugar Fire, 2021’in Kaliforniya’da meydana gelen en büyük yangın olarak tarihe geçti. Plumas Ulusal Orman’da çıkan yangın, rüzgarın etkisiyle daha yıkıcı hal alarak 105,163 dönüme yayıldı.

 

8.

6 Ağustos 2021’de Atina’nın yaklaşık 160 kilometre kuzeyinde plaja yaklaşan orman yangınını izleyen bir adam. (AP/Thodoris Nikolaou)

Atina’ya yalnızca 60 kilometre uzaklıktaki Vilia kasabası yakınlarında çıkan ve sıcak hava dalgasının körüklediği yangın, ülkenin son 30 yıldır gördüğü en şiddetli orman yangını olarak nitelendirildi. Yangın binlerce hektarlık alanı kül etti ve pek çok kişi evlerinden tahliye edildi.

9.

27 Eylül 2021’de Afganistan’ın başkenti Kabil’deki yoksul bir mahallede oynarken poz veren Laila. (AP/Felipe Dana)

2021 yılında Taliban, Afganistan eski Cumhurbaşkanı Eşref Gani hükümetini devirerek, 15 Ağustos sabahı Kabil’i ele geçirip ülkeye egemen oldu. Uluslararası kamuoyu yoğun diplomasi trafiğiyle ülkedeki şiddeti durdurmaya çalışsa da başarılı olamadı. 

10.

30 Ekim 2021’de İspanya’da patlamaya devam eden La Palma yanardağının külleriyle kaplanan bir ev. (AP/Emilio Morenatti)

İspanya’nın güneybatısındaki Kanarya Adaları grubundan La Palma Adası’ndaki Cumbre Vieja yanardağı, 2 bin 896 binayı yakıp yıkarken 150 binada hasar bıraktı. Bölgede 6 bine yakın kişinin evlerini tahliye etmesine neden olan volkanın ada ekonomisine verdiği zarar ise 840 milyon avroyu geçti

2021 Küresel Olayları 2021 Küresel Olayları 2021 Küresel Olayları 2021 Küresel Olayları 2021 Küresel Olayları 2021 Küresel Olayları 2021 Küresel Olayları 2021 Küresel Olayları 2021 Küresel Olayları 2021 Küresel Olayları 2021 Küresel Olayları 2021 Küresel Olayları