Home Blog Page 30

Ya Rusya Kaybederse?

Ya Rusya Kaybederse?

Moskova’nın Yenilmesi, Batı İçin Açık Bir Zafer Olmayacak

 

Bu yazı, Liana Fix ve Michael Kimmage’in ‘Foreign Affairs’ için kaleme aldığı ‘What If Russia Loses?’ başlıklı yazısından çevrilmiştir. Yazının aslını aşağıdaki bağlantıdan bulabilirsiniz.

What If Russia Loses? A Defeat for Moscow Won’t Be a Clear Victory for the West

 

Rusya Kaybederse: Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Ukrayna’yı işgal ederek stratejik bir hata yaptı. Rus askerleri tarafından kurtarılmayı beklemeyen ülkenin siyasi gidişatını Putin yanlış değerlendirdi. O, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği ve çok sayıda ülkeyi (Avustralya, Japonya, Singapur ve Güney Kore dâhil) yanlış değerlendirdi, bunların hepsi savaştan önce toplu eylemde bulunabiliyordu ve hepsi şimdi Rusya’nın Ukrayna’daki yenilgisine meyilli durumda. Amerika Birleşik Devletleri ve müttefik ve ortakları Moskova’ya ağır maliyetler getirmekte. Her savaş, kamuoyu için bir savaştır ve Putin’in Ukrayna’daki savaşı –kitlesel medya çağında- Rusya’yı barışçıl bir komşuya yönelik sebepsiz bir saldırıyla, kitlesel insani acılarla ve çeşitli savaş suçlarıyla ilişkilendirmiştir. Her fırsatta, bu durumun ardından gelen öfke, gelecekte Rus dış politikasının önünde bir engel olacaktır.

Putin’in stratejik hatasından daha az önemli olmayan da Rus ordusunun taktik hatalarıydı. Bir savaşın ilk aşamalarında değerlendirmenin zorluklarını akılda tutarak, Rus planlama ve lojistiğinin yetersiz olduğu ve askerlere ve hatta yüksek kademelerdeki subaylara verilen bilgi eksikliğinin motivasyon bozucu olduğu kesinlikle söylenebilir. Savaşın, Ukrayna hükümetinin başını kesecek veya onu teslim olmaya zorlayacak bir yıldırım çarpmasıyla hızlıca bitmesi gerekiyordu, ardından Moskova, Ukrayna’ya tarafsızlık dayatacak veya ülke üzerinde Rus egemenliği kuracaktı. Düşük seviyedeki şiddet, düşük seviyedeki yaptırımlara eşit olabilirdi. Hükümet çabuk düşmüş olsaydı, Putin başından beri haklı olduğunu iddia edebilirdi: Çünkü Ukrayna kendini savunmaya istekli ya da savunmayı gerçekleştirmeye gücü yetmeyen, tıpkı Putin’in söylediği gibi gerçek bir ülke bile değildi.

Fakat Putin bu savaşı tercih ettiği koşullarda kazanamayacak. Gerçekten de, en sonunda kaybedebileceği birkaç yol var. Ordusunu maliyetli ve beyhude bir Ukrayna işgaline saplayarak, Rus askerlerinin moralini bozarak, kaynakları tüketerek ve karşılığında hiçbir şey vermeyerek ordusunu maliyetli ve beyhude bir Ukrayna işgaline sürükleyebilir ve karşılığında Rus büyüklüğünün boş görüntüsünden yoksulluğa ve kaosa sürüklenen komşu bir ülkeden başka bir şey sunamaz. II. Dünya Savaşı sırasında Ukrayna’da gerçekleşen partizan savaşını hatırlatacak bir senaryo olarak Putin, batıda faaliyet gösteren ve ülke genelinde gerilla savaşı yürüten bir Ukraynalı isyancıyla savaşırken, doğu ve güney Ukrayna ve muhtemelen Kiev’in bazı kısımları üzerinde bir dereceye kadar kontrol sağlayabilir. Aynı zamanda Putin, Rusya’nın kademeli olarak artan ekonomik krizine, artan izolasyonuna ve büyük güçlerin güvendiği zenginliği sağlama konusundaki artan yetersizliğine başkanlık edecek. Ve en önemlisi Putin, Rusya bir demokrasi olmasa bile, savaşı kovuşturmak ve iktidarını sürdürmek için bağlı olduğu Rus halkının ve seçkinlerinin desteğini kaybedebilir. 

Putin, bir tür Rus emperyalizmini yeniden kurmaya çalışıyor gibi görünüyor. Ancak bu olağanüstü kumarı oynamakla Rus imparatorluğunun sonunu harekete geçiren olayları hatırlayamamış gibi durmakta. Son Rus Çarı II. Nocholas, 1905’te Japonya’ya karşı bir savaş kaybetti. Daha sonra Bolşevik Devrimi’nin kurbanı oldu ve sadece tacını değil hayatını da kaybetti. Ders: otokratik yöneticiler savaşları kaybedemez ve otokrat olarak kalamazlar.

Bu Savaşta Kazanan Yok

Putin’in Ukrayna’daki savaşı, savaş alanında kaybetmesi pek mümkün değil. Fakat savaş çoğunlukla sona erdiğinde kaybedilir ve soru şu hale gelir: Şimdi ne olacak? Bu anlamsız savaşın istenmeyen ve hafife alınan sonuçlarını Rusya’nın hazmetmesi zor olacak. Ve sonraki gün için siyasi planlama eksikliği -ABD’nin Irak’ı işgalinin planlama başarısızlıklarına kıyasla- bunu kazanılamaz bir savaş haline getirmek için üzerine düşeni yapacak.

Ukrayna, Rus ordusunu kendi topraklarından geri çeviremeyecek. Rus ordusu, elbette nükleer bir güç olarak Ukrayna’nınkinden farklı bir ligde. Ukrayna ordusu şimdiye kadar takdire şayan bir kararlılık ve beceriyle savaştı ancak Rusya’nın ilerlemesinin önündeki asıl engel savaşın doğası oldu. Rusya, hava bombardımanı ve füze saldırılarıyla Ukrayna şehirlerini yerle bir edebilir ve böylece savaş alanı üzerinde hâkimiyet elde edebilir.  Rusya, aynı etki için küçük çaplı bir nükleer silah kullanmayı deneyebilir. Putin bu kararı verirse Rus sisteminde onu durdurabilecek hiçbir şey yok. Romalı tarihçi Tacitus, İngiliz savaş lideri Calgacus’a atıfta bulunarak, Roma’nın savaş taktikleri hakkında “çöl yaptılar” ve “barış olarak adlandırdılar” yazdı. Bu, Ukrayna’daki Putin için bir seçenektir.

Öyle olsa bile, Putin çölden öylece çekip gidemeyecek. Putin, kendisi ile Avrupa ve ABD liderliğindeki güvenlik düzeni arasında Rus kontrolündeki bir tampon bölge uğruna savaş açmış durumda. Putin, amaçlarına ulaşmak ve Ukrayna’da bir dereceye kadar düzeni sağlamak için siyasi bir yapı kurmaktan kaçınmayacaktır. Ancak Ukrayna halkı işgal edilmek istemediğini çoktan gösterdi. Ukrayna halkı, günlük direniş eylemleri ve Ukrayna içindeki bir ayaklanma yoluyla ya da Rus ordusu tarafından kurulan doğu Ukrayna rejimine karşı şiddetle direnecek. Bu noktada Cezayir’in Fransa’ya karşı 1954-62 savaşının analojisi akla gelmekte. Fransa üstün askeri güçtü. Yine de Cezayirliler, Fransız ordusunu ezmenin ve Paris’teki savaşa desteği azaltmanın yolunu buldular. 

Belki de Putin, başkenti Kiev olan bir Vichy Ukrayna’sı olan kukla bir hükümeti bir araya getirebilir. Belki de Putin, bu Rus kolonisinin nüfusunu kontrol altına almak için gizli polisten gereken desteği alabilir. Belarus, otokratik yönetim, polis baskısı ve Rus ordusunun desteğiyle çalışan bir ülke örneğidir. Rus yönetimindeki doğu Ukrayna için olası bir modeldir. Ancak gerçekte sadece kâğıt üzerinde bir modeldir. Ruslaştırılmış bir Ukrayna, Moskova’da idari bir fantezi olarak var olabilir ve hükümetler şüphesiz kendi idari fantezilerine göre hareket etme yeteneğine sahiptir. Ancak Ukrayna’nın büyüklüğü ve ülkenin yakın tarihi nedeniyle pratikte asla işe yaramayabilir.

Putin, Ukrayna ile ilgili konuşmalarında yirminci yüzyılın ortalarında kaybolmuş gibi görünüyor. O, 1940’ların Almansever Ukrayna milliyetçiliğiyle meşgul. Putin’in Ukraynalı Nazilere çokça atıfta bulunması ve Ukrayna’yı “Nazilerden arındırma” hedefini belirtmesi bundandır. Ukrayna’da aşırı sağ siyasi unsurlar bulunmakta. Ancak Putin’in göremediği veya görmezden geldiği şey, 1991’de Sovyetler Birliği’nden bağımsızlığını ilan etmesinden bu yana Ukrayna’da ortaya çıkan çok daha popüler ve çok daha güçlü bir ulusal aidiyet duygusudur. Rusya’nın yozlaşmış Rus yanlısı bir hükümeti ortadan kaldıran Ukrayna’daki 2014 Maidan Devrimi’ne askeri tepkisi, bu ulusal aidiyet duygusuna ek bir teşviktir. Rus işgali başladığından beri, Ukrayna Devlet Başkanı Volodymyr Zelensky, Ukrayna milliyetçiliğine yaptığı çağrılarda kusursuz bir yol izledi. Rus işgali, çok sayıda şehir vererek Ukrayna yönetiminin ulus olma duygusunu genişletecektir – emperyalist Rusya’nın on dokuzuncu yüzyılda Polonya’yı işgalinde yaptığı gibi.

O halde işgalin işe yaraması için Ukrayna topraklarının en az yarısından fazlasını kaplayan büyük bir siyasi girişim olması gerekir ki bu da inanılmaz pahalı olacaktır. Belki de Putin’in aklında Sovyetler Birliği’nin birçok farklı Avrupa ulus devletini yönettiği Varşova Paktı gibi bir şey bulunuyor. Bu da pahalıydı- ama birçok yabancı ortağı tarafından tepeden tırnağa silahlanmış ve herhangi bir Rus savunmasızlığı arayan bir iç isyan bölgesini kontrol etmek kadar pahalı değildir. Böyle bir çaba Rusya’nın hazinesini tüketir.

Bu arada Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa ülkelerinin Rusya’ya uyguladığı yaptırımlar, ülke dışı yatırımı düşürüp, Rusya’nın küresel ekonomiden ayrılmasına neden olacaktır. Sermayeyi elde etmek çok daha zor olacak. Teknoloji transferleri kesilecek. Pazarlar, muhtemelen satışı Putin’in Rus ekonomisini modernleştirmesi için çok önemli olan gaz ve petrol pazarları da dâhil olmak üzere Rusya’ya yakın olacak. Rusya’dan ticari ve girişimci yetenekler akacak. Bu geçişlerin uzun vadeli etkisi tahmin edilebilir. Tarihçi Paul Kennedy’nin The Rise and Fall of the Great Powers (Büyük Güçlerin Yükselişi ve Düşüşü)’nde tartıştığı gibi, bu tür ülkeler yanlış savaşlara girme, mali yükler üstlenme ve böylece kendilerini büyük bir gücün can damarı olan ekonomik büyümeden mahrum bırakma eğilimindedir. Rusya’nın Ukrayna’ya boyun eğdirmesi gibi ihtimal dışı bir durumda, bu süreçte kendisini mahvedebilir.

Bu savaşın sonucunda kilit değişken Rus halkı olacaktır. Putin’in dış politikası geçmişte popülerdi. Kırım’ın ilhakı bunun en büyük etkeni. Putin’in genel atılganlığı tüm Ruslara hitap etmiyor ancak birçok kişiyi de aynı çatı altında topluyor. Bu, Putin’in Ukrayna’daki savaşın ilk aylarında da geçerli olabilir. Rus kayıplarının yası tutulacak ve tüm savaşlarda olduğu gibi kayıpları amaçlı hale getirmek, savaş ve propagandayı sürdürmek için bir teşvik yaratacaktır. Rusya’yı izole etmeye yönelik küresel bir girişim, dış dünyaya duvar örerek geri tepebilir ve Rusların ulusal kimliklerini şikâyet ve kızgınlık üzerine kurmalarına neden olabilir.

Yine de daha muhtemel, bu savaşın dehşeti Putin’e geri tepecek. Ruslar, 2016 yılında Suriye’nin Halep kentine yönelik Rus bombalarını ve o ülkenin iç savaşı sırasında Rus güçlerinin yardım ettiği insani felaketi protesto etmek için sokaklara çıkmadı. Ancak Ukrayna, Ruslar için tamamen farklı bir öneme sahiptir. Milyonlarca birbirine bağlı Rus-Ukraynalı aile bulunmakta. İki ülke kültürel, dilsel ve dini bağları paylaşıyor. Ukrayna’da olup bitenlerle ilgili bilgiler, sosyal medya ve diğer kanallar aracılığıyla Rusya’ya ulaşacak, propagandayı çürütecek ve propagandacıların itibarını sarsacak. Bu, Putin’in tek başına çözemeyeceği etik bir ikilemdir. Baskı da kendi başına geri tepebilir.

Kayıp Sebep

Ukrayna’da bir Rus kaybının sonuçları, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’ni temel zorluklarla karşı karşıya bırakacaktır. Rusya’nın bir gün geri çekilmek zorunda kalacağını varsayarak, siyasi hedefi AB ve NATO’ya kabul edilmek olan Ukrayna’yı yeniden inşa etmek, Herkül gibi olağanüstü güçlükteki bir görev olacaktır. Ve Batı, Ukrayna’yı tekrar başarısızlığa uğratmamalıdır. Alternatif olarak Ukrayna üzerindeki zayıf bir Rus kontrolü biçimi, NATO sınırının hemen doğusunda sınırlı veya hiç yönetişim yapısı olmayan, parçalanmış, istikrarsız bir sürekli çatışma alanı anlamına gelebilir. İnsani felaket, Avrupa’nın on yıllardır gördüğü hiçbir şeye benzemeyecek.

Daha az endişe verici olan, zayıflamış ve aşağılanmış bir Rusya’nın, I. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’daki benzer intikamcı dürtüleri barındırmasıdır. Eğer Putin iktidardaki hâkimiyetini sürdürürse, Rusya bir parya devleti, düz bir konvansiyonel ordusu olan ama nükleer cephaneliği bozulmamış haydut bir süper güç olacak. Ukrayna savaşının suçu ve lekesi onlarca yıl Rus siyasetinde kalacak; kaldı ki kaybedilen bir savaştan kazanç sağlamak nadirdir. Kaybedilen bir savaşa harcanan maliyetlerin anlamsızlığı, insan kayıpları ve jeopolitik gerileme, Rusya’nın ve Rus dış politikasının önümüzdeki yıllardaki seyrini belirleyecek ve bu savaşın dehşetinden sonra liberal bir Rusya’nın ortaya çıktığını hayal etmek çok zor olacak.

Putin Rusya üzerindeki kontrolünü kaybetse bile ülkenin Batı yanlısı bir demokrasi olarak ortaya çıkması pek olası değil. Rusya, özellikle Kuzey Kafkasya’da bölünebilir. Veya nükleer silahlı bir askeri diktatörlük haline gelebilir. Politika yapıcılar, daha iyi bir Rusya ve Putin sonrası Rusya’nın Avrupa’ya gerçekten entegre olabileceği bir zamanı için umut etmesi yanlış olmaz; Putin’in savaşına direnirken bile bu olasılığı sağlamak için ellerinden geleni yapmalıdırlar. Ancak daha karanlık olasılıklara hazırlanmamak aptallık olur.

Tarih intikamcı, aşağılanmış bir gücün merkezine yakın, özellikle de Rusya’nın büyüklüğünden ve ağırlığından biriyle istikrarlı bir uluslararası düzen inşa etmenin son derece zor olduğunu göstermiştir. Bunu yapmak için Batı’nın sürekli bir izolasyon ve çevreleme yaklaşımını benimsemesi gerekecekti. Böyle bir senaryoda Rusya’yı ve ABD’yi içeride tutmak Avrupa’nın önceliği olacaktır, çünkü Avrupa, Ukrayna’da kaybedilen bir savaştan sonra izole bir Rusya’yı yönetmenin ana yükünü taşımak zorunda kalacaktır; Washington, kendi adına, sonunda Çin’e odaklanmak isteyecektir. Buna karşın Çin, zayıflamış bir Rusya üzerindeki etkisini güçlendirmeye çalışabilir, bu da tam olarak batının 2020’lerin başında engellemek istediği türden bir blok inşasına ve Çin egemenliğine yol açabilir.

Bedel ödemek?

Rusya’nın içinde veya dışında kimse Putin’in Ukrayna’daki savaşı kazanmasını istememeli. Putin’in savaşı kaybetmesi daha olumlu olacaktır. Ancak yine de Rusya’nın yenilgisi, kutlama için çok az neden sunacaktır. Rusya işgaline son verse bile Ukrayna’ya şu günlerde uygulanan şiddet nesiller boyunca Ukrayna halkı için bir travma olarak yer edecektir; ve Rusya yakın zamanda işgalini durdurmayacaktır. ABD ve Avrupa, yalnızca transatlantik ittifakı destekleyerek ve Avrupalıları uzun zamandır dile getirilen stratejik egemenlik arzularına göre hareket etmeleri için teşvik ederek değil, aynı zamanda Rusya’nın başarısızlığından ders çıkararak kendisi gibi düşüncelere sahip olan Çin’i etkilemelidir. Devletlerin egemenliği gibi uluslararası normlara meydan okumak ciddi bir mali yük oluşturur ve askeri müdahalede bulunma isteği olan ülkeleri zayıflatır.

Eğer Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa bir gün Ukrayna’nın egemenliğini yeniden tesis etmeye yardım edebilirse ve aynı zamanda Rusya ve Çin’i ortak bir uluslararası düzen anlayışına doğru itebilirse Putin’in en büyük hatası Batı için bir fırsata dönüşecektir. Ama inanılmaz yüksek bir fiyata gelmiş olacak.

Çeviren: Ecem GÜVEN

Rusya Kaybederse Rusya Kaybederse Rusya Kaybederse Rusya Kaybederse Rusya Kaybederse Rusya Kaybederse Rusya Kaybederse Rusya Kaybederse Rusya Kaybederse Rusya Kaybederse

Rusya ve Ukrayna Siber Savaşı: Nasıl Başladı? Nasıl Devam Ediyor?

Rusya – Ukrayna krizi ile birlikte süregelen siber saldırılar, bir yandan da dijital alanın konvansiyonel savaşlarda nasıl kullanılabileceğini göstermektedir. Bu hibrit savaşın siber bileşeni de içerisinde birden fazla aktörü barındırmaktadır. Rusya’nın askeri operasyonla Ukrayna’yı vurmasıyla başlayan bu krizin çok daha öncesinde dijital alandaki saldırılar başlamıştı. Biden’ın ‘önceden planlanmış savaş’ şeklinde tanımladığı ve öyle görünüyor ki daha pek çok insanın hayatına mal olacak bu savaşın ilk adımları Rusya tarafından yapıldığı düşünülen siber saldırılarla atılmıştı. Geçmiş saldırılarında çoğunlukla hedeflediği sistemi bir süre erişilemez kılmayı amaçlayan DDoS saldırıları yapmayı tercih eden Rusya, bu sefer kritik altyapıları hedefleyen fidye yazılımlarıyla da göze çarpmaktadır. Kritik altyapı denilince, sivil nüfusun hayatta kalması için gerekli olması bakımından buraya yapılan saldırılar, özel bir endişe yaratmaktadır. Enerji, su, sağlık, finansal kurumlar, ulaşım ve iletişim hizmetleri gibi altyapılara yönelik saldırıların sivil nüfus üzerinde yıkıcı sonuçları olabilir. Dolayısıyla siber saldırıların, ateşli silahlardan yöntemi ve yıkıcılığı gibi pek çok yönden farkı bulunsa da dolaylı olarak insan hayatı üzerinde de benzer etkisi bulunabilir. Bu etkiler, söylenegelen ‘siber savaş’ ifadesinde savaşın geleneksel tanımlaması şeklinde yer almayabilir ancak, savaşın yıkıcılığını pek çok yönden artıran ve diğer bir deyişle onu ‘besleyen’ bir yönü olagelmektedir.

Çeviri: Putin Doktrini, Ukrayna’ya Harekât Her Zaman Planın Bir Parçasıydı

Bu yazı, Angela Stent’in ‘Foreign Affairs’ için kaleme aldığı ‘The Putin Doctrine, A Move on Ukraine Has Always Been Part of the Plan’ başlıklı yazısından çevrilmiştir. Yazının aslını aşağıdaki bağlantıdan bulabilirsiniz.

The Putin Doctrine 

 

Ukrayna ve Rusya arasındaki krizin temelinde 30 yıldır bekleyen bir hesaplaşma yatmaktadır. Bu hesaplaşma, Ukrayna’nın NATO üyeliğinin ötesinde, Sovyetlerin çöküşünden sonra oluşturulan Avrupa düzeninin geleceği ile ilgilidir. Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri 1990’larda Rusya’nın açık taahhüt veya destek vermediği bir Avrupa- Atlantik güvenlik düzeni tasarladılar. Fakat Vladimir Putin iktidara geldiğinde bu düzene meydan okumaya başladı. İktidara geldiği günden itibaren Putin, rutin olarak, küresel düzenin Rusya’nın güvenlik endişelerini görmezden gelmesinden şikâyetçi oldu. Bu düzende Putin, Batı’dan, Moskova’nın Sovyet sonrası alanlardaki özel çıkarlarını tanımasını talep etti. Bu doğrultuda Putin, Rusya’nın yörüngesinden çıkan Gürcistan gibi komşu devletlere, tamamen yeni yörüngelere girmelerini engellemek için, saldırılar düzenledi.

Bugün itibariyle Putin bu yaklaşımını bir adım ileriye taşıyor. Putin Ukrayna’yı, Kırım’ın ilhakından ve 2014’te gerçekleştirdiği Donbass müdahalesinden çok daha kapsamlı bir işgalle tehdit ediyor. Bu işgalle Putin mevcut düzeni baltalamayı ve potansiyel olarak Rusya’nın Avrupa kıtasında ve dünya meselelerinde “haklı” olduğunda ısrar ettiği şeydeki üstünlüğünü yeniden ortaya koymayı amaçlamaktadır.

Putin, Birleşik Devletler’in zayıf, bölünmüş ve tutarlı olmayan bir dış politika izlediği bu dönemi, harekete geçmek için iyi bir zaman olarak değerlendiriyor. Görevde kaldığı yıllar Putin’i ABD’nin kalıcı gücü konusunda daha alaycı biri yaptı. Başkanlığı boyunca gördüğü beşinci ABD başkanı ile uğraşan Putin, Washington’u güvenilmez bir muhatap olarak görmeye başladı. Yeni Alman hükümetinin kendi siyasi ayaklarını bulduğu, Avrupa’nın ise genel olarak kendi iç sorunlarına odaklandığı bu dönem, Rusya’ya kıta üzerinde daha fazla nüfuz sağlıyor. Bu ortamda Kremlin, Batı’nın 2014 yılındaki tecritlerinde kendisine destek sağlayan Pekin’e güveniyor.

Bütün bunlara rağmen Putin yine de işgal etmemeye karar verebilir. Ancak Ukrayna’yı işgal etsin ya da etmesin, Rusya cumhurbaşkanının davranışı, Moskova’nın önümüzdeki yıllarda yıkıcı olacağını öne süren, iç içe geçmiş bir dizi dış politika ilkesi tarafından yönlendiriliyor. Buna “Putin Doktrini” diyebiliriz. Bu doktrinin temel amacı Batı’nın Rusya’ya, içinde bulunduğu bölgede özel haklara sahip ve her ciddi uluslararası meselede söz sahibi, saygı duyulan ve korkulan bir güç olan Sovyetler Birliği gibi davranmasını sağlamaktır. Doktrin sadece birkaç devletin bu tür bir otoriteye sahip olması ve diğerlerinin onların isteklerine boyun eğmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu bakımdan doktrin, görevdeki otoriter rejimleri savunmayı ve demokrasileri baltalamayı gerektirmektedir. Doktrin, Putin’in kapsayıcı hedefi tarafından bağlanıyor: Sovyet çöküşünün sonuçlarını tersini çevirmek, transatlantik ittifakı bölmek ve Soğuk Savaş’ı sona erdiren coğrafi çözümü yeniden müzakere etmek.

Geçmişten Gelen Patlama

Putin’e göre, Rusya güvenliğinin tehdit altında olduğuna inanıyorsa güç kullanımına başvurabilir. Rusya’nın çıkarları da Batı’nınkiler kadar meşrudur. Fakat Putin, ABD ve Avrupa’nın Rusya’nın çıkarlarını göz ardı ettiğini iddia etmektedir. ABD ve Avrupa, Kremlin’in, Sovyetlerin dağılmasına ve Ukrayna’nın Rusya’dan ayrılmasına yönelik şikâyetlerini çoğunlukla reddettiler. Putin, Sovyetlerin çöküşünü “yirminci yüzyılın en büyük jeopolitik felaketi” olarak nitelendirdiğinde, 25 milyon Rus’un kendilerini Rusya’nın dışında bulması gerçeğinden ve 12 milyon Rus’un kendilerini Ukrayna devletinde bulmasından yakınmaktaydı. Putin’in 1991’de yazdığı ve geçen yaz yayınlanan 5,000 kelimelik “Rusların ve Ukraynalıların Tarihsel Birliği Üzerine” başlıklı incelemesinde “insanlar kendilerini bir gecede yurtdışında buldular, bu sefer gerçekten anavatanlarından uzaklaştılar.” diyerek mevcut durumu ifade etmiştir. Bu makale son zamanlarda Rus askeri birliklerine dağıtılmıştır.

Batı’ya yönelik bu anlatı, Putin’in belli bir takıntısıyla alakalıdır: NATO, Sovyet sonrası devletleri yalnızca kabul etmek veya onlara yardım etmekle yetinmeyip Rusya’nın kendisini de tehdit edebilir. Kremlin, bu takıntının gerçeğe dayandığı konusunda ısrar etmektedir. Ne de olsa Rusya daha önce Batı’dan gelen kuvvetler tarafından defalarca işgal edilmiştir. Yirminci yüzyılda, 1917’den 1922’ye kadar olan iç savaş sırasında, ABD de dâhil olmak üzere, Bolşevik karşıtı güçler tarafından işgale uğramıştır. Almanya’nın Sovyetlere karşı iki kere gerçekleştirdiği işgal, II. Dünya Savaşı’nda 26 milyon Sovyet vatandaşının ölümüne neden oldu. Putin, Rusya sınırlarına yaklaşan NATO altyapısıyla ilgili mevcut endişelerini bu tarihi gerçeklikle açıkça ilişkilendirdi. Bu durum Moskova’yı güvenlik ihtiyacı için Batı’dan taleplerde bulunmaya zorladı.

Bugün itibariyle Rusya, yeni, hipersonik füzeler üreten nükleer bir süper güçtür. Bundan dolayı hiçbir ülke- en azından daha zayıf, daha küçük komşuları- Rusya’yı işgal etme niyetinde değildir. Gerçekten de ülkenin batısındaki komşuları farklı bir anlatıya sahiptirler ve bu ülkeler yüzyıllardır Rusya’dan gelebilecek bir istilaya karşı savunmasızlıklarını vurgulamaktadırlar. Putin’in “turtamızın sulu parçasını kesmeye çalışan” şeklindeki suçlamasının hedefi olmasına rağmen, ABD de asla Rusya’ya saldırmayacaktır. Bununla birlikte, Rusya’nın tarihsel öz savunma algısı nüfusunun artması ile yeniden şekillenmektedir. Hükümetin kontrolündeki medya, Ukrayna’nın, NATO saldırganlığı için bir fırlatma rampası olabileceği iddiaları ile dolmuştur. Nitekim Putin, geçen yılki makalesinde, Ukrayna’nın “Rusya’ya karşı bir sıçrama tahtası” haline getirildiğini yazmıştı.

Putin ayrıca, Rusya’nın Sovyetler sonrası alanda ayrıcalıklı çıkarlar alanında mutlak bir hakka sahip olduğuna inanmaktadır. Bu, eski Sovyet komşularının Moskova’ya düşman sayılan herhangi bir ittifaka, özellikle de NATO ve Avrupa Birliği’ne katılmamaları gerektiği anlamına gelmektedir. Putin bu talebi, 17 Aralık’ta Kremlin tarafından önerilen ve Ukrayna ve diğer Sovyet sonrası ülkelerin yanı sıra İsveç ve Finlandiya’nın da daimi tarafsızlık taahhüdü vermeleri ve NATO üyeliği arayışından kaçınmaları gerektiğini, iki anlaşmada açıkça belirtmiştir. Buna göre NATO, ilk genişlemeden önce Orta ve Doğu Avrupa’daki tüm asker ve teçhizatı kaldırarak 1997’deki askeri duruşuna geri çekilmelidir. (Bu NATO’nun askeri varlığını Sovyetler Birliği’nin dağıldığı zamanki duruma indirgemek anlamına gelmektedir.) Rusya ayrıca, NATO üyesi olmayan komşularının dış politika tercihleri üzerinde veto yetkisine sahip olacaktır. Bu durum, başta Ukrayna olmak üzere, Rusya’ya komşu ülkelerde Rus yanlısı hükümetlerin iktidarda olmasını sağlayacaktır.

Böl ve Yönet

Şimdiye kadar hiçbir Batılı hükümet bu olağanüstü talepleri kabul etmeye hazır değildir. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa, ulusların hem iç sistemlerini hem de dış politika ilişkilerini belirlemede özgür oldukları önermesini geniş çapta benimsemektedirler. Sovyetler Birliği 1945’ten 1989’a kadar Orta ve Doğu Avrupa’nın kendi kaderini tayin etme hakkını kabul etmemişti. Sovyetler Birliği, yerel komünist partiler, gizli polisler ve Kızıl Ordu aracılığıyla Varşova Paktı ülkelerinin hem iç hem de dış politikaları üzerinde denetim kurmuştu. Bir ülke Sovyet modelinden çok uzaklaştığında- 1956’da Macaristan ve 1968’de Çekoslovakya’da olduğu gibi- liderleri zorla devrilmişti. Bu bakımdan Varşova Paktı, sadece kendi üyelerini işgal eden benzersiz bir geçmişe sahiptir.

Modern Kremlin’in egemenlik yorumu, Sovyetler Birliği’ninkiyle dikkate değer paralelliklere sahiptir. Rusya’nın egemenlik anlayışına göre, George Orwell’in dediği gibi, bazı devletler diğerlerinden daha egemendirler. Putin’e göre yalnızca Rusya, Çin, Hindistan, ABD gibi büyük güçler hangi ittifaklara katılıp katılmayacaklarını seçmekte mutlak egemenliğe sahiptirler. Bu nedenle Orta Amerika ve Güney Amerika’nın küçük ülkelerinin büyük kuzey komşularına saygı duymaları gerektiği gibi, Ukrayna veya Gürcistan gibi daha küçük ülkeler de tam egemen olmadıkları için Rusya’nın kısıtlamalarına saygı göstermek zorundadırlar.

Rusya, dünyanın batılı güçleri arasında müttefik arayışında değildir. Bunun yerine Rusya, Çin gibi, kendi iç siyasetinde hareket etme veya karar verme özgürlüğünü kısıtlamayan ülkelerle karşılıklı yarar sağlayan araçsal ve işlevsel ortaklıklar aramaktadır.

Putin Doktrini, bu tür otoriter ortaklıkları temel almaktadır. Putin, Rusya’yı, statükonun bir destekçisi, muhafazakâr değerlerin savunucusu ve yerleşik liderlere, özellikle de otokratlara saygı duyan uluslararası bir oyuncu olarak sunmaktadır. Belarus ve Kazakistan’daki son olaylarda görüldüğü gibi Rusya, güç durumdaki otoriter yöneticilerin başvurabilecekleri bir güçtür. Bu doğrultuda Rusya, Küba, Libya, Suriye ve Venezüella da dâhil olmak üzere hem kendi komşuları içinden hem de uzak mesafeden otokrat rejimleri savunmuştur. Buna karşın Kremlin Batı’nın, 2003 Irak savaşı ve 2011 Arap Baharı sırasında olduğu gibi kaos ve rejim değişikliğini desteklediğini savunmaktadır.

Ancak Rusya, kendi “ayrıcalıklı çıkar alanında”, Kırım’ın ilhakı, Gürcistan ve Ukrayna’nın işgallerinde olduğu gibi, tehdit altında olduğunu düşündüğünde veya çıkarlarını ilerletmek istediğinde revizyonist bir güç olarak hareket edebilir. Rusya’nın lider ve güçlü rejimlerin destekleyicisi olarak tanınma çabası, Ukrayna’da olduğu gibi dünyanın birçok yerinde Kremlin destekli paralı asker gruplarının Rusya adına hareket etmesiyle, son yıllarda daha da başarılı olmuştur.

Moskova’nın revizyonist müdahalesi, ayrıcalıklı gördüğü alanlarla sınırlı olmamıştır. Putin, parçalanmış bir transatlantik ittifakının Rusya’nın çıkarlarına daha iyi şekilde hizmet edeceğine inanmaktadır. Bu yüzden Rusya Avrupa’da, Avrupa’ya şüpheci yaklaşan ve Amerikan karşıtı olan grupları desteklemiştir. Bu doğrultuda Atlantik’in her iki yakasında sağ ve sol popülist hareketleri desteklemiş; seçimlere müdahale etmiş; genel olarak Batı toplumları içindeki anlaşmazlığı alevlendirmeye çalışmıştır. Putin’in en büyük hedeflerinden biri ABD’nin Avrupa’dan çekilmesini sağlamaktır. ABD Başkanı Donald Trump, NATO ittifakını hor gördü ve ABD’nin bazı önemli Avrupalı müttefiklerini, özellikle de o zamanlar Almanya Şansölyesi olan Angela Merkel’i görmezden geldi ve açıkça ABD’yi örgütten çekmekten söz etti. ABD Bakanı Joe Biden yönetimi, ittifakı onarmak için gayretle çalıştı ve gerçekten de Putin’in Ukrayna üzerinde yarattığı kriz ittifak birliğini güçlendirdi. Ancak ABD’nin bu taahhüdünün 2024 sonrasında devam edip etmeyeceği hususunda Avrupa’da ciddi bir şüphe varken, Rusya sosyal medya aracılığıyla bu şüpheyi daha da güçlendirmektedir. Transatlantik ittifakının zayıflaması Putin’in, Soğuk Savaş sonrasında Avrupa, Japonya ve ABD tarafından desteklenen liberal, kurallara dayalı uluslararası düzeni Rusya lehine değiştirmesinin önünü açabilir. Moskova için bu yeni sistem, on dokuzuncu yüzyıldaki güçler ittifakına benzeyebilir. Aynı zamanda Rusya, ABD ve şimdi Çin’in dünyayı üç kutuplu etki alanlarına böldüğü Yalta sisteminin yeni bir enkarnasyonuna da dönüşebilir. Moskova’nın Pekin ile artan yakınlaşması da Batı sonrası düzen çağrısını güçlendirmektedir. Çünkü hem Çin hem de Rusya, çok kutuplu bir dünyada daha fazla nüfuz sahibi oldukları yeni bir sistem talep etmektedirler.

On dokuzuncu ve yirminci yüzyıl sistemlerinin her ikisi uluslararası arenada oynanan oyuna belirli kurallar getirdiler ve bu kuralları kabul ettiler. Bunun için Soğuk Savaş sırasında ABD ve Rusya çoğunlukla birbirlerinin etki alanlarına saygı duydular. Bunun için o dönemin en tehlikeli iki krizi- Sovyet Başbakanı Nikita Kruşçev’in 1958 Berlin ültimatomu ve 1962 Küba füze krizi- askeri çatışma patlak vermeden önce etkisiz hale getirilebilmişti. Fakat şimdiki durum bir gösterge olarak alınabilirse, Putin’in Batı sonrası “düzeni”, oyunun birkaç kuralına sahip düzensiz bir Hobbes dünyası olacak gibi görünmektedir. Putin’in yeni sisteminin çalışma şekli, Batı’nın dengesini bozmak, gerçek niyetlerini tahmin etmek ve harekete geçtiğinde onu şaşırtmaya dayanmaktadır.

Rusya’nın Yeni Baştan Başlaması

Putin’in nihai hedefi ve Batı’yı ültimatomlara yanıt vermeye zorlama zamanının geldiğine olan inancı göz önüne alındığında, Rusya, Ukrayna’ya yeni bir askeri saldırı başlatmaktan caydırılabilir mi? Putin’in nihai kararını kimse bilmiyor. Ancak Batı’nın Rusya’nın meşru çıkarlarını 30 yıldır görmezden geldiğine dair inancı, Putin’in, eylemlerini yönlendirmeye devam etmektedir. Putin, Rusya’nın komşularının ve eski Varşova Paktı müttefiklerinin egemen tercihlerini sınırlama ve Batı’yı gerek diplomatik gerekse de güç kullanarak bu sınırları kabule zorlamaya kararlı görünmektedir.

Bu, Batı’nın güçsüz olduğu anlamına gelmemektedir. ABD, Rusya ile diplomatik ilişkilerini devam ettirmeli ve müttefiklerinin ve ortaklarının egemenliğinden ödün vermeden her iki taraf için de kabul edilebilir bir yaşam tarzı yaratmaya çalışmalıdır. ABD, yanıt vermek ve Rusya’ya yaptıklarının maliyetini ödetmek için Avrupa ile koordinasyon içinde çalışmaya devam etmelidir. Ancak Avrupa savaştan kaçınsa bile, Rusya’nın Mart 2021’de askerlerini toplamaya başlamasından önceki duruma geri dönülemeyeceği çok açıktır. Bu krizin nihai sonucu, 1940’ların sonlarından bu yana Avrupa- Atlantik güvenliğinin üçüncü yeniden örgütlenmesi olabilir. Birincisi, Yalta sisteminin II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da iki rakip blok halinde konsolidasyonu ile gelmişti.  İkincisi, 1989’dan 1991’e, komünist bloğun çöküşü ve ardından Batı’nın “bütün ve özgür” bir Avrupa yaratma hamlesiyle ortaya çıkmıştı. Bugün Putin, Ukrayna’ya karşı gerçekleştirdiği hamlelerle bu düzene doğrudan meydan okumaktadır.

Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri, Rusya’nın bir sonraki hamlesini beklerken ve diplomasi ve ağır yaptırım tehditleriyle işgali caydırmaya çalışırlarken, Putin’in amaçlarını ve neye işaret ettiğini anlamaya çalışmalıdırlar. Nihayetinde mevcut kriz Rusya’nın Soğuk Savaş sonrası haritayı yeniden çizmek istemesiyle ve kendi güvenliğini garanti etmek iddiasına dayanarak Avrupa’nın yarısında etkisini yeniden ortaya koymaya çalışmasıyla ilgilidir. Bu sefer askeri bir çatışmayı önlemek mümkün olabilir. Fakat Putin iktidarda kaldığı sürece bu doktrin de uygulama alanı bulmaya çalışmak üzere olduğu yerde kalacaktır.

Hicran ÇOKYAMAN

 

 

Türkiye’de Erkeklik Tiplerinin İnşası: Kulüp Dizisi Üzerine Bir İnceleme

Özet

Ataerkil düzen biyolojik cinsiyetin doğrudan kadınlık ve erkeklik kavramlarını etkilediğini iddia etmektedir. Erkeklik ve kadınlık kavramı günümüzde toplumsal cinsiyet kategorisi olarak kabul edilmektedir. Erkeklik çoğu zaman erkek olmakla ilişkilendirilen roller ve davranışlarından oluşmaktadır. Connell, (2005) tarafından ortaya atılan erkeklik kavramı dört kategori altında incelenir. Bunlar hegemonik, işbirlikçi, marjinal ve madun erkekliklerdir.

Bu çalışmada Kulüp dizisindeki karakterler, Connell’ın belirlediği erkeklikler üzerinden incelenmiştir. Çalışma farklı erkekliklerin hangi söylem ve durumlarla inşa edildiği ve ortaya çıkan bu erkeklik tiplerini incelemek amacıyla eleştirel söylem analizi yöntemiyle incelenmiştir. Bu incelemede farklı siyasal, ekonomik, sosyal ve sınıfsal farklılıkların erkeklik tiplerini nasıl etkilediği belirtilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Erkeklik, dizi, hegemonik erkeklik, dijital televizyon, madun erkeklik, marjinal erkeklik, işbirlikçi erkeklik.  

Abstract

The patriarchy claims that biological sex directly affects the concepts of femininity and masculinity. The concept of masculinity and femininity is today accepted as a gender category. Masculinity often consists of roles and behaviors associated with being a man. The concept of masculinity according to Connell (2005) is examined under four categories which are hegemonic, complicit, marginal and subordinate masculinities. In this study, the characters in the series “Kulüp” were examined through the masculinities determined by Connell. The study has been examined with the method of critical discourse analysis in order to examine the discourses and situations in which different masculinities are constructed and these emerging masculinity types. In this review, it is stated how different political, economic, social and class differences affect masculinity types.

Key Words: Masculinities, TV series, hegemonic masculinity, digital TV, subordinated masculinity, marginalized masculinity, complicit masculinity. 

Giriş

Biyolojik cinsiyet kadın ve erkeği  tüm canlıların doğuştan sahip olduğu üreme sistemleriyle ayıran bir olgudur. Toplumsal cinsiyet ise kültürel yapıya işaret eder. Yani biyolojik cinsiyet doğaldır, toplumsal cinsiyet ise sunidir. Toplumsal cinsiyet biyolojik cinsiyetten bağımsız, kültürün bir sonucudur. Biyolojik cinsiyet (eğer bir doktor müdahalesi yoksa) stabildir, toplumsal cinsiyet ise dinamiktir. Anaerkil toplumdan ataerkil topluma geçiş toplumsal cinsiyetin dinamik oluşuna en net örneklerden biridir. Ataerkillik, erkek otoritesine dayanan bir tür toplumsal örgütlenme düzenidir. Bu düzenin temelini erkeğin üstünlüğü fikri oluşturur. Buna göre kadın ile erkek eşit değildir. Ataerkil düzen biyolojik cinsiyetin doğrudan kadınlık ve erkeklik kavramlarını etkilediğini iddia eder. Fakat erkeklik ve kadınlık kavramı günümüzde toplumsal cinsiyet kategorisi olarak kabul edilmektedir. Cinsiyet rejiminin en kritik noktası da kadınlık ve erkekliğe ilişkin bu yaygın ve köklü inanç ve değerlerdir (Bora, 2005). Toplum, bireyden değişmez bir ölçüt kabul ettiği biyolojik cinsiyetine göre davranışlar sergilemesini ister (Vatandaş, 2011). Bu değerler kadın ve erkeğin nasıl davranması gerektiğini dikte eder ve kadın erkek rolleri bu değerlere göre şekillenir. Ann Oakley, 1970’lerde toplumsal cinsiyet kavramını ortaya atmadan önce (Tahincioğlu, 2011) ‘cinsiyet rolü, erkek rolü, kadın rolü’ gibi terimler 1940’larda dahi kullanılmaktaydı (Connell, 1998). Kadınlara atfedilen bu değerler genellikle kadını ötekileştirir, erkekleri ise yüceltir. Kadınlar; muhtaç, zayıf, narin, ince, sessiz vb. sıfatlarla tanımlanırken erkekler ise güçlü, soğukkanlı, korkusuz, cesur gibi sıfatlarla tanımlanır.

Erkeklik çoğu zaman erkek olmakla ilişkilendirilen roller ve davranışlarından oluşur. Erkek olarak doğan bir bebek toplumla yaşamanın bir sonucu olarak “erkek olmayı” öğrenir ve bunu içselleştirir. Bu içselleştirme süreci toplum tarafından o kadar yoğun yapılır ki kişi bunu cinsiyetinin doğal bir sonucu olarak kabul eder ve hayatını toplumun dikte ettiği bu normlar etrafında şekillendirir. Peki bu içselleştirmeyi yapmayan erkeklerde durum nedir? Erkeklik kavramı, erkeksi ideallere göre hiyerarşik olarak sıralanır. Erkeklerin “gerçek” erkeklik normları içerisinde bu normlara ne kadar bağlı kaldığı ya da reddettiği, toplumdaki statülerini etkilemektedir. Erkeklik çalışmalarına en çok katkıyı sunan Connell’a (2005) göre toplumsal cinsiyet, etnisite, sınıf gibi değişkenlerin arasındaki etkileşimden dolayı farklı erkeklikleri tanımlamak mümkün hale gelmiştir. 

Connell dört erkeklik kategorisinden bahsetmiştir. Bu erkeklikler bir hiyerarşi içerisindedir ve en tepede olan hegemonik erkeklik diğerleri üzerinde tahakküm oluşturur ve kendini idealleştirir. Hegemonik erkeklik en şerefli ve en üstün olduğu için azınlıkta olduğunu iddia eder. Her toplumun kendine ait hegemonik erkek imajları vardır fakat bu imajlar kesiştiği noktalar vardır. Sancar (2009) , hegemonik erkekliğe ilişkin verdiği genel haritada özellikleri şöyle sıralamaktadır: “genç, kentli, beyaz, heteroseksüel, tam zamanlı bir iş sahibi, makul ölçülerde dindar, spor dallarının en azından birisini başarılı olarak yapabilecek düzeyde aktif bedensel performansa sahip erkeklerin temsil ettiği erkeklik”tir. Literatür taraması yapıldığında Türkiye’deki hegemonik erkeklik imajı bunlardan oluşur: “milliyetçi-muhafazakâr, duygularını ifade etmekten kaçınan, saldırganlığı, şiddeti ve gücü yücelten”.  İşbirlikçi erkek diğer adıyla seyirci erkek, teoride hegemonik erkek gibi güçlüdür, rekabetçidir, onun gibi düşünür ve onun gibi olmak isteyen fakat bunu pratiğe yansıtmayan erkeklerdir. Ataerkil sistemin kendisine sağladığı ayrıcalıkların farkında olup bundan hegemonik erkekler kadar yararlanamazlar (Sığın, 2018). Ataerkil sisteme karşı gelmelerinin sebebi kendilerinin de bir gün potansiyel hegemonik erkek olduğudur. Marjinal erkek farklı sınıf, ırk, mezhep ve engellilik durumu gibi toplumsal cinsiyet dışında kalan ancak toplumsal konumlanışı hakkında bilgi veren özellikleri itibariyle standardın veya “idealin” dışında olup “marjinal” olarak nitelendirilebilecek bütün erkeklikler marjinal erkeklik kategorisinde değerlendirilebilir (Sığın, 2018). Madun ise kelime anlamı olarak “en aşağı”dır. Bu hiyerarşinin de en altında madun erkeklik bulunur. Connell’a (2005) göre hegemonya, toplumda bir bütün olarak görülen kültürel tahakkümle ilintilidir. Madun erkeklik için ilk akla gelen homoseksüel erkekler olsa da madun erkeklik içinde birden çok örnek vardır. Madun erkek kimliğine sahip olduğu düşünülen erkekler hegemonik erkek kimliğinde gözlemlenen niteliklerin tam tersini sergilerler. Kısacası homoseksüel bir erkek madun erkek kategorisine girebildiği gibi duygularını dışa vuran ya da ağlayan bir erkekte madun kategorisine girer.

Bu erkeklikler kitle iletişim araçlarıyla tekrar tekrar inşa edilir. Özellikle Türkiye’deki hegemonik erkeklikler yüceltilirken dizi ve filmlerde başrol olurken diğer erkeklikler ya hiç görünmez ya da çok az görünürler. Bu çalışmada “Kulüp” dizisi üzerinden erkekliklerin inşası ve onlara atfedilen özellikler ve birbirleri üzerindeki baskı incelenecektir. İncelemeden önce dizi hakkında genel bilgi verilecektir. Dizide erkeklik türleri üzerinden Çelebi, İsmet, Kürşat, Selim ve Bahtiyar karakterleri incelenecektir. 

1. Kulüp Dizisi Genel Tanıtım

Kulüp; yönetmeni Zeynep Günay Tan olan, 2021 yılında Netflix dijital platformunda karşımıza çıkan ve 10 bölümden oluşan bir dram dizisidir. Dizide Gökçe Bahadır, Barış Arduç, Asude Kalebek, Salih Bademci, Metin Akdülger ve Fırat Tanış gibi yetenekli oyuncular yer almaktadır. Dizide eski bir mahkum olan Matilda, 1955 yılının en önemli gece kulüplerinden birinde çalışır. Matilda’nın kızı Raşel, o hapisten çıkana kadar varlığından bihaberdir. Kızı ile arasında güzel bir ilişki kurmaya çalışan Matilda, Raşel’i Pera’nın belalısı olan Fıstık İsmet’ten uzak tutmak için çabalar. Matilda aynı zamanda patronu olan Orhan, gece kulübü yöneticisi Çelebi ve sanatçı Selim’in egoları ile de mücadele etmeye çalışır. Kulübe ayak basmasıyla ortama farklı bir ruh katan Matilda, çalışanlar için cehennem olan kulübü bir yuva haline getirir (Beyaz Perde, 2022). 

2. Kulüp Dizisindeki Farklı Erkeklikler İnşası

Çelebi karakteri kulüpte çalışmadan önceki hayatında çaycılık yapmakta ve işçi sınıfında olduğu için ötekileştirilmektedir. Daha sonrasında Çelebi, kulüpte müdür olarak işe başladıktan sonra hegemonik erkeklik özelliklerini göstermeye başlamıştır. İlk bölümde “Orhan Bey, böyle gece hayatında erkek assolist pek görülmüş bir şey değil” diyerek kendisince alışılmışın dışında olan bu durumu küçümser ve madun erkeklik üzerinde tahakküm kurarak kendini hegemonik olarak tekrar inşa eder. Beşinci bölümde gelişen olaylar ile birlikte Mathilda ile kavga eden Çelebi gücünü ve erkekliğini Mathilda’ ya kanıtlamak için olayla hiçbir ilgisi olmayan ışık görevlisi Agop Efendi’yi işten kovar. Statüsünün verdiği güçle Çelebi hegemonik erkekliğini inşa eder.

İsmet karakteri ise taksi şoförü olarak çalışmakta ve hegemonik erkeklik özellikleri sergilemektedir. İsmet koruyucudur, heteroseksüeldir, bağımsızdır ve bağlanmaya karşıdır, şiddeti ve gücü yüceltir, agresiftir, duygularını gizler. Üçüncü bölümde bir taksi şoförü İsmet’ in hoşlandığı kişi olan Raşel’ e laf atmıştır. Bunun üzerine İsmet, taksi şoförüne yumruk atarak şiddeti yüceltmiş ve koruyuculuğunu göstererek hegemonik erkek imajı kurmuştur. Raşel asıl adını ve dinini İsmet’ten gizlemiştir. Raşel gerçeği söylediğinde İsmet ona tokat atarak bir kez daha hiyerarşinin en üstündeki erkekliği inşa etmiştir.

Bahtiyar karakteri, kardeşi Hacı ile köyden gelen kulüpte ayak işlerini yapmak için işe alınan biridir. Başlangıçta işçi sınıfından olduğu için marjinal erkek imajı yaratmıştır. İlk bölümde vitrinde olan takım elbisenin karşısında durup kendi yansımasına bakmıştır ama aslında burada olmak istediği hegemonik erkekliğin yansıması vardır. Kulüpte çalışan Tasula karakterine aşıktır. Daha sonrasında kulüpteki mevkisi yükseldikten sonra işbirlikçi erkeklik özellikleri göstermeye başlamıştır. Bahtiyar artık güçlünün yanındadır, işçi sınıfındakilerden üstündür hatta işçi sınıfında olan kendisiyle bir zamanlar aynı düzeyde olan kardeşi Hacı’yı işçi olduğu için marjinalleştirmektedir. Yedinci bölümde arkadaşı Hacı’ya para teklif eder ve bunu Hacı reddeder. Bunun üstüne kardeşinin olduğu statüyü aşağılar “Al şu parayı köylü gibi gezme” der. Hacı da kendisinin alabileceğini belirttikten sonra Bahtiyar asla alamayacağını ve daha fazla para kazanması için kendisiyle çalışmasını teklif eder. Kardeşi Hacı’yı marjinalleştirir ve onun marjinalliği yani işçi sınıfından olmasıyla hegemonik erkeklik inşa eder. Bir başka sahnede ise Bahtiyar dışarıda oluşan kaostan sevdiği kadını koruma adı altında bir odaya zorla kapatmıştır ve burada hegemonik erkeklik imajı sergilemektedir. Çünkü hegemonik erkek koruyucudur ve “güçsüz” olan kadını korumalıdır.  İşbirlikçi erkeğin en büyük hayali bir gün hegemonik erkek olacağıdır. Onuncu bölümde Bahtiyar “Göreceksin kız beni. Göreceksiniz. Olmuyorsa zorla göreceksiniz.” diyerek aslında istediği hegemonik erkekliğe sadece kısa süreli ulaştığı ve bu “yüce” erkeklik tipine uzun süre sahip olamadığı için öfkelenmektedir. Şartlar Bahtiyar’ın hegemonik erkek inşasına uygun hale geldiğinde sevdiği kadının onu reddetmesi üzerine saldırganlığı ve şiddeti yücelterek Tasula’yı taciz etmiştir ve idealleştirdiği hegemonik erkek olmuştur.

Selim Güngör, başlangıçtan itibaren seyircilere madun erkek imajı vermiştir. İlk bölümden itibaren hegemonik erkeklik özelliklerinin tersini sergilemiştir. Selim duygusaldır, üzüldüğünde ağlar hegemonik erkek gibi duygularını saklamaz. Selim makyaj yapar ve “kadınsı” giysiler giyer. Selim 1950’li yıllarda gece kulüplerinde sahneye çıkmak isteyen erkek bir şarkıcıdır. Oysa ki o dönemde gece kulüpleri ve pavyonlarda sadece kadınlar sahne alırdı. Selim bu yaşam tarzından dolayı aileden de dışlanmıştır. Ailesi tarafından Selim sürekli “anormal olmakla” suçlanmıştır. Sürekli itilen, kakılan ve şarkıcı olarak kulüplere kabul edilmeyen Selim sonunda yeteneğini ve hayalini kabul ettirmiştir ve başarılı bir kulüp şarkıcısı olmuştur. Selim hala duygusaldır, makyaj yapmakta ve kadınsı giysiler giymektedir ama artık Selim dışlanmamakta, hatta hegemonik erkeklikler tarafından saygı görülmektedir. Çünkü Selim artık sınıfı yükselen başarılı bir şarkıcıdır. Buradan hareketle erkeklik tiplerinin oluşumunda veya toplum tarafından yargılanma sürecinde tek bir etken olmadığı görülmektedir. Bu durum Türkiye’ de açıkça görülmektedir. Madun erkek olarak adlandırabilecek birçok sanatçı statüsünden dolayı saygı görüp diğer madun erkeklikler gibi ayrıştırılmamaktadır. Selim bu duruma iyi bir örnektir. Ayrıca bu erkeklik tipleri statik değildir. Duruma, olaya, kişiye göre farklı erkeklikler aynı kişi tarafından inşa edilir ve yıkılır. Selim dizi boyunca madun erkek özellikleri gösterse de hata yapan bir işçiye “Pılısını pırtısını toplasın gitsin benim gibi bir sanatçının ışığını buna mı bırakıyorsunuz” diye bağırarak statü ve gücünü kullanarak işçi sınıfındaki adamı marjinalleştirip ötekileştirerek hegemonik erkeklik imajı kurmuştur.

Son bölümlerde karşımıza çıkan Kürşat karakteri hegemonik erkekliğin vücut bulmuş halidir. Dayanaklıdır, milliyetçidir, agresiftir, rekabetçidir, kendine güvenen biridir. Saldırganlığı ve şiddeti oldukça yüceltir. Dokuzuncu bölümde Çelebi ile olan sohbetinde “Orhan, pek bir duygusal adam. Gece hayatına pek uygun değil. Ruh yapısı gece hayatının fırtınalarına uygun değil. Sizden sağ kolu olarak bahsediyor daima. Ben de size benim sağ kolum olmanızı teklif edeceğim” diyerek Orhan’ı duygusal yapısal olarak güçsüz görür ve bulunduğu konumun Orhan için uygun olmadığını belirtir. Bir başka bölümde ise Orhan’ın asıl kökenini öğrendikten sonra Kürşat ile Orhan arasında geçen bir diyalogda Kürşat: “Senin bu memleketteki tek hakkın bana köle olmak” diyerek Orhan’ı ötekileştirir ve kendini yüceltir. Kürşat, hegemonik erkeklik imajıyla birlikte marjinal erkeklerden yani gayrimüslimler üzerinden tahakküm kurar. Hatta bu tahakkümü ve marjinalleştirmeyi şiddete ve kana döker. Onuncu bölümde olan şiddet olaylarının arkasında Kürşat’ın ortam hazırlaması dokuzuncu bölümde Ali Şeker karakterine verdiği kağıtlardan ve her şeyi anlayıp anlamadığını, ortamın hazır olup olmadığını sormasından anlaşılmaktadır. Bu durumlara ve olaylara göre Kürşat, erkeklik hiyerarşinin en üst konumunda olan hegemonik erkekliğinin, diğer erkeklikler üzerinden baskı kurmasını somutlaştırabilecek bir şiddet ortamı hazırlamış olur.

“Atatürk’ün evine saldırmışlar. Selanik’te. Selanik bizim diyor Yunan. Ata’nızın evini başına çalarım diyor. Kıbrıs bizim diyor. İstanbul zaten bizim diyor. Kendi arasında Konstantin diyor. Kim bunlar? Kim? Bunlar bizim komşu esnafımız. Çık! Cadde-i Kebir’e çık. En müstesna binalar, mağazalar bunların. Onlardan mal alıyoruz. Ayakkabı alıyoruz. Elbise alıyoruz. Benim cebimden çıkan para nereye gidiyor? İşte buraya, bu bombaya gidiyor. Kıbrıs’ta kardeşimi vuran mermiye gidiyor. Çık! Cadde-i Kebir’e çık. Koynunda yılan besliyorsun kardeşim.” Hegemonik olma şansı bulan işbirlikçi erkekler bu sözlerle birlikte içten içe arzuladıkları hegemonik erkekliğin inşa sürecine başlıyorlar ve gayrimüslimleri marjinalleştirerek, onların mallarına, dükkanlarına zarar vererek hatta onlara şiddet uygulayarak marjinalleştirilen erkeklikler üzerinde baskı kurarak “milliyetçilik” üzerinden hegemonik erkek inşasını tekrar oluşturmuşlardır.

Medyada Hegemonik Erkeklik ve Temsil (Erdoğan, 2011) kitabında hegemonik erkeklik üzerine çalışmalar yapılmıştır. Türkiye’deki hegemonik erkeklikle ilgili genel olarak şu özellikler saptanmıştır: milliyetçi-muhafazakâr, duygularını ifade etmekten kaçınan, saldırganlığı, şiddeti ve gücü yücelten, hiyerarşik ilişkilere dayanan. Kürşat karakteri de milliyetçi duyguları ön plana getirerek işbirlikçi erkekliklerin hegemonik özellikler kurmasına olanak sağlamıştır.

Sonuç

Siyasal, sosyal ve ekonomik faktörler etrafında şekillenen erkeklik tiplerini tekrar inşa eden dizilerden olan ve bu çalışmada da kullanılan Kulüp dizisinin karakterleri incelenmiştir. Dizi boyunca farklı karakterler Connell’ın belirttiği dört erkekliklerden olan hegemonik, işbirlikçi, marjinal ve madun erkeklikler açısından ele alınmıştır.  Zamana ve mekâna bağlı olarak değişen hegemonik erkeklikler, medyada da karşımıza mücadele halindeki farklı erkekliklerin sentezleriyle çıkararak, toplumsal cinsiyet alanın gerilimli yapısına dikkat çeker (Baştürk Akça, 2014). Dizide aynı karakterler tarafından farkı erkeklik tipleri inşa edilip, yıkılmıştır. Bu da hegemonik erkekliğin statik değil dinamik oluşuna işaret eder. Dizinin başında işbirlikçi erkek özelliği gösteren Orhan asıl ırkı ve dini öğrenildikten sonra ötekileştirilmiş ve hiyerarşinin bir altına düşmüştür. Aynı şekilde geçmişte çaycı olan ve marjinalleştirilen Çelebi zamanla güç ve para kazandıkça hiyerarşinin en tepesine çıkmış ve hegemonik erkek inşası yapmıştır. Dizi boyunca erkek karakterler birbirleri ve kadınlar üzerinde baskı kurarak hegemonik erkeği tekrar ve tekrar oluşturmuşlardır. Dönemdeki olayların etkisiyle erkek tipleri arasındaki denge sık sık değişmiş olmasına rağmen bu erkekliklerin özellikleri stabil kalmıştır. Buradan hareketle herhangi bir erkeğin duruma, olaya göre farklı erkeklik tiplerinin özelliğini sergilediği gözlemlenmiştir. Literatürdeki diğer incelemeler göz önüne alındığında 1950’li yılları anlatan Kulüp dizisi ve güncel dizilerdeki hegemonik erkek özelliklerinin çok değişmediği fakat birebir aynı da kalmadığı söylenebilir. Sonuç olarak kitle iletişim araçları hegemonik erkek, işbirlikçi erkek, marjinal erkek ve madun erkeği dönemin siyasal, ekonomik ve sosyal yapısından etkilenerek tekrar inşa eder.

Rabia SÜNDÜK 

Sena DEMİR 

Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Staj Programı 

Kaynakça

Baştürk Akça, E. E. (2014). Televizyon dizilerinde erkeklik temsili: Kuzey güney Dizisinde hegemonik erkeklik ve farklı erkekliklerin mücadelesi. Global Media Journal: TR Edition 4(8).

Beyaz Perde. (2022, Ocak 24). Kulüp dizisi özet ve detaylar. Beyaz Perde: https://www.beyazperde.com/diziler/dizi-27487/ adresinden alındı

Bora, A. ve Üstün, İ. (2005, Eylül 1). Sıcak aile ortamı”: Demokratikleşme sürecinde kadın ve erkekler. Ocak 30, 2022 tarihinde https://www.tesev.org.tr/tr/research/sicak-aile-ortami-demokratiklesme-surecinde-kadin-ve-erkekler/ adresinden alındı

Connell, R. W. (1998). Toplumsal cinsiyet ve iktidar: Toplum, kişi ve cinsel politika. (Çev. Soydemir, C.). Ayrıntı Yayınları.

Connell, R. W. (2005). Masculinities. (2nd Edition). University of California Press.

Erdoğan, İ. (2011). Medyada hegemonik erkek(lik) ve temsil. İ. Erdoğan içinde, Erkek dergilerinde (Men’s health – FHM – esquire Türkiye örneğinde) hegemonik erkek(lik), beden politikaları ve yeni erkek imajı (s. 41-69). Kalkedon Yayınları.

Sancar, S. (2009). Erkeklik: İmkânsız iktidar. Ailede, piyasada ve sokakta erkekler. Metis Yayınları.

Sığın, A. ve Canatan, A. (2018). Connell’ın “Erkeklikler” Teorisinde İşbirlikçi Erkek, Madun Erkek Ve Marjinal Erkek: Hegemonik Erkekliğin Kavramsal Hegemonyası. Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science, 32(32), 163-175.

Tahincioğlu, A. N. (2011). Namusun halleri. Postiga Yayınları. 

Vatandaş, C. (2011). Toplumsal cinsiyet ve cinsiyet rollerinin algılanışı. Istanbul Journal of Sociological Studies, 0(35), 29-56. 

Zaman Tüneli: Rusya’nın Gölgesinde Ukrayna’nın Bağımsızlık Mücadelesi

Bu yazı, CFR’ın (Council of Foreign Relations) hazırlamış olduğu “Ukraine’s Struggle for Independence in Russia’s Shadow” adlı çalışmadan çevrilmiştir. Yazının aslını aşağıdaki bağlantıdan bulabilirsiniz:

https://www.cfr.org/timeline/ukraines-struggle-independence-russias-shadow

 

 

Zaman Tüneli: Rusya’nın Gölgesinde Ukrayna’nın Bağımsızlık Mücadelesi

 

1991 – 2022

Ukrayna Bağımsızlık Mücadelesi

Ukrayna 1991’de bağımsızlığını kazanmasından itibaren yolsuzluk skandalları, ekonomik kötü yönetim ve Rusya müdahalesi ile karşılaşıyor. Son yıllarda Ukrayna’nın ABD ve Avrupa ile bağları geliştikçe Rus tehditleri de peşi sıra yoğunlaştı.

 

1991

Kaynak: Liu Heung Shing/AP

Kiev’de bir kampanya görevlisi, kampanya standından kalabalığa konuşuyor. 

1 Aralık, 1991: Ukrayna Bağımsızlığını Oylar

Sovyetler Birliği’nin çözüldüğü sıralarda, Ukrayna bir referandumda bağımsızlığını oyladı. %92 oyla Ukraynalılar bağımsızlığı destekledi ve Leonid Kravçuk’u Cumhurbaşkanı olarak seçti. Ukrayna, 15 Sovyet cumhuriyeti içinde ikinci en yüksek nüfus ve ekonomiye sahipti.

 

1994

Kaynak: AP Photo

Askerler Kiev’in batısında Vakulençuk’taki eski roket üssünde SS-19 balistik füzesini yok etmeye hazırlanıyor. 

14 Ocak, 1994: Nükleer Savaş Başlıklarının Güvenceye Alınması

Rusya, Ukrayna ve ABD Başkanları, Ukrayna’nın tüm stratejik nükleer savaş başlıklarını Rusya’ya devredeceğini ve tüm stratejik fırlatma rampalarını topraklarından sökeceğini bildiren bir bildiriyi imzaladı. Bildiri aynı zamanda Rusya’nın savaş başlıklarındaki yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyumun değerini Ukrayna’ya tazmin etmeye hazır olduğunu teyit etti, ABD’nin Ukrayna’ya fırlatıcıların sökülmesinde yardımcı olmaya hazır olduğunu ve Ukrayna’nın Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’na (NPT) katıldığı takdirde -nükleer olmayan bir devlet olarak- alacağı güvenlik güvencelerini belirtti. Ukrayna Bağımsızlık Mücadelesi

Kaynak: Ivan Milutinovic/Reuters

Ukraynalı BM arabulucuları, 1994 yılında Sırbistan’ın kuzeyindeki Novi Sad kasabasında. NATO bölgede hava saldırıları düzenlemişti.

8 Şubat, 1994: Ukrayna NATO’nun Barış için Ortaklığı’na Katılır

Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü (NATO) Ukrayna’yı, NATO üyesi olmayan tüm Avrupa ülkelerine ve eski Sovyet ülkelerine açık bir işbirliği düzenlemesi olan Barış için Ortaklık’a davet etti. Ukrayna ve Macaristan ortaklığın beşinci ve altıncı üyeleri oldu. Aynı yılın Haziran ayında bir sonraki üye ülke Rusya oldu ve 2014’te NATO ilişkiler resmi olarak askıya alana kadar -ortak askeri tatbikatlar da dahil olmak üzere- NATO ile çeşitli işbirliği aktiviteleri yürüttü. Soğuk Savaş bittiğinde Rusya NATO’nun doğuya doğru genişlemesine karşı çıkmıştı. Yine de, on üç eski ortaklık üyesi sonunda ittifaka katıldı. Ukrayna Bağımsızlık Mücadelesi

Kaynak: Viktor Korotayev/Reuters

Cumhurbaşkanı Leonid Kuçma basın toplantısı sırasında.

10 Temmuz 1994: Kuçma Cumhurbaşkanı Olur

Eski Başbakan Leonid Kuçma Cumhurbaşkanlık makamındaki Leonid Kravçuk’u seçimlerde mağlubiyete uğrattı. Böylelikle ilk kez bir eski Sovyet cumhuriyetinde görev makamındaki bir Cumhurbaşkanı mağlup edilmiş olur. Kuçma’nın Cumhurbaşkanlığı, yavaş ekonomik büyüme, birkaç ekonomik kriz ve aşırı boyutlara varan yolsuzluk suçlamaları ile dikkat çekti. 

Kaynak: Win McNamee / Reuters

Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin, ABD Başkanı Bill Clinton, Ukrayna Cumhurbaşkanı Leonid Kuçma, ve İngiltere Başbakanı John Major Budapeşte Memorandumu’nu imzalarken.  Ukrayna Bağımsızlık Mücadelesi

5 Aralık, 1994: Budapeşte Memorandumu’u imzalanır

Ukrayna’nın nükleer olmayan bir devlet olarak NPT’ye katılmasının ardından, Güvenlik Teminatları Üzerine Budapeşte Memorandumu Rusya, Ukrayna, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından imzalandı. Rusya, Birleşik Krallık ve ABD; Ukrayna’nın egemenliği, toprak bütünlüğü, bağımsızlığına saygı göstereceklerini ve Ukrayna aleyhine tehdit ve güç kullanımında bulunmayacaklarını taahhüt ettiler.

 

1996

Kaynak: Sovfoto/Universal Images Group via Getty Images

Yeni anayasalarının onaylanmasını kutlayan Ukraynalılar. 

28 Haziran, 1996: Yeni Anayasa Onaylanır

Ukrayna Parlamentosu yeni anayasayı onayladı. Anayasa teorik olarak güçler ayrılığı ilkesini barındırsa da sistemdeki asıl nüfuz sahibi Cumhurbaşkanı oldu. Cumhurbaşkanı, başbakanı görevinden alabilme veya kabineyi feshetme yetkisine sahipti. Diğer yandan anayasa serbest konuşma özgürlüğünü ve özel mülkiyet hakkını garanti altına aldı ve Ukraynacayı devletin tek resmi dili olarak tanıdı. 

1997

Kaynak: Blake Sell/Reuters

NATO zirvesindeki imza töreninin ardından Ukrayna Cumhurbaşkanı Leonid Kuçma, NATO Genel Sekreteri Javier Solana ile belgeleri değiş tokuş ederken. 

9 Haziran, 1997: NATO-Ukrayna Ortaklığı Derinleşir

Kuçma NATO liderleri ile Madrid’de buluşur ve Ukrayna ile savunma ittifakı arasında özel bir ortaklık oluşturan bir belge imzalandı. Bu ortaklık çerçevesinde, bir NATO-Ukrayna Komisyonu yılda en az iki kez toplanması ve ilişkiler üzerine müzakere edilmesi kararlaştırıldı. 

 

2000

Kaynak: Gleb Garaniç/Reuters

Yetkililerin Gongadze’yi arama çalışmalarını hızlandırmasını talep etmek için toplanan Ukraynalılar. 

Eylül 2000 – Kasım 2000: Gongadze Skandalı Protestolara Neden Olur

Kuçma yönetimindeki yolsuzluk iddialarını araştıran Ukraynalı gazeteci Heorhiy Gongadze 16 Eylül’de kayboldu. Kafası kesilmiş cesedi iki ay sonra Kiev’in dışındaki bir ormanda bulundu. Ses kayıtları sonunda, Kuçma’nın astlarına Gongadze’yi öldürme emri verdiğini ortaya çıkardı. Skandal, Ukrayna seçkinlerinin karıştığı yolsuzluklarla ilgili halk hoşnutsuzluğunu artırarak sokak protestolarına yol açtı. Batılı ülkeler Kuçma hükümetine verdikleri desteği yeniden gözden geçirdi.

 

2001

Kaynak: Mikhail Çerniçkin/Reuters

Milletvekilleri ile çevrili girişken Başbakan Viktor Yuşçenko, destekçi kalabalığa konuşma yapmaya hazırlanıyor. 

Nisan 2001: Başbakan Yuşçenko Reform Adımları Esnasında Devrilir

Parlamento, Başbakan Viktor Yuşçenko’ya güvensizlik oyu verir ve başbakan istifa eder. Güvensizlik oyunun 1999’da Yuşçenko’yu başbakanlığa aday olarak gösteren Kuçma ile ittifak halindeki partiler tarafından verilmesi gözlemcileri şaşırttı. Yuşçenko ve yardımcısı Yulia Timoşenko, daha sonraları Kuçma’nın oligark destekçileri tarafından pek hoş karşılanmayacak enerji sektör reformu için çalışıyordu.

 

2004

Kaynak: Sergey Supinski/AFP via Getty Images

Polis, muhalif göstericiler tarafından etrafı sarılmış Kiev’deki parlamento binasını koruyor. 

Kasım 2004 – Aralık 2004: Turuncu Devrim Hatalı Seçim Sonucunu Bozar

2004 Cumhurbaşkanlığı yarışı, Batı yanlısı Yuşçenko’ ile Viktor Yanukoviç’i karşı karşıya getirir. Yanukoviç, Kuçma’nın tercih ettiği ve Moskova tarafından da desteklenen adaydı.

Seçimler, Avrupa Birliği, NATO ve Batı ile daha yakın ilişkiler isteyenler ile Rusya ile yakınlaşma isteyenler arasında çekişmeli geçti. Eylül ayında Yuşçenko esrarengiz bir şekilde dioksin zehirlenmesi geçirdi; sağ kurtuldu ancak yüzünde biçim bozuklukları oluştu. İki hatalı oylama turunun Yanukoviç lehine sonuçlanmasının ardından, Yuşçenko’nun kampanya rengi olan turuncu giyinmiş çok sayıda protestocu sokaklara döküldü ve Aralık ayında Yuşçenko’nun kazandığı bir yeniden oylamaya zorladı. Gürcistan’ın Gül Devrimi’nden bir yıl sonra yeniden bir eski bir Sovyet ülkesinde yaşanan ikinci sözde renkli devrim, Moskova’da alarm zillerini çalmaya başladı.

 

2006

Kaynak: Ivan Çerniçkin/Reuters

Kiev yakınlarında, Boyarko kasabasında, ana boru hattında çalışan Ukraynalı bir operatör. 

Ocak 2006: Rusya Gazı Keser

Yuşçenko hükümeti ile Rusya devletinin sahip olduğu Gazprom şirketi arasındaki fiyat ve nakil üzerine çıkan anlaşmazlık, Ukrayna üzerinden Rus gazını ithal eden Avrupa ülkelerinde arzın hızla düşmesine neden olan bir gaz kesintisi ile sonuçlandı. Anlaşmazlık Rusya’nın Avrupa’ya yaptığı gaz ihracatının %80’inin Ukrayna’dan geçmesiyle Rusya ile Ukrayna arasındaki karşılıklı bağımlılığı öne çıkardı. Aynı zamanda, Ukrayna tarihsel olarak piyasa fiyatının altında ödediği kendi doğal gaz arzının büyük kısmı için de Rusya’ya bel bağlıyordu. Gaz kesintisi tam da Yuşçenko’nun halk desteğini sarsmaya başlayan bir ekonomik kriz esnasında meydana geldi.

 

2008

Kaynak: Natalia Kolesnikova/AFP via Getty Images

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin 2008 Bükreş zirvesindeki NATO – Rusya konsey toplantısının ardından konuşuyor. 

3 Nisan, 2008: NATO’nun Genişleme Teşebbüsü Muhalefetle Karşılaşır

NATO yirmi ikinci zirvesine, örgüt üyeliğinin öncüsü olan Üyelik Eylem Planlarını (Membership Action Plans – MAP) Hırvatistan, Gürcistan ve Ukrayna’ya sunup sunmaması gerektiği konusundaki bir tartışmanın ortasında başladı. Ancak NATO yetkilileri ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasındaki görüşmelerde Putin, MAP’lerin Gürcistan ve Ukrayna’ya genişletilmesine karşı olduğunu ifade etti. Bir fikir birliğine varamayan NATO üyeleri, her ikisine de bir MAP sunmayı reddetti. Ayrı bir görüşme sırasında Putin’in ABD Başkanı George W. Bush’a Ukrayna’nın “gerçek bir ulus devlet bile olmadığını” söylediği bildirildi.

Kaynak: Gleb Garaniç/Reuters

Rus zırhlı araçları Gürcistan’ın Gori kentinin dışında ilerliyor. 

Ağustos 2008: Rusya Gürcistan’ı İşgal Eder

Rus birlikleri, Gürcistan’ın Güney Osetya’daki ayrılıkçıların kalesine düzenlediği askeri operasyonun ardından Gürcistan’ı işgal etti. İşgal, beş gün süren bir savaşa dönüştü ve Gürcistan topraklarının aşağı yukarı beşte birini temsil eden ayrılıkçı Gürcü cumhuriyetleri Abhazya ve Güney Osetya’da Rus nüfuzunun artmasıyla sonuçlandı. Yuşçenko Gürcistan’ın yanında yer alarak Kiev ile Moskova arasındaki gerilimi daha da arttırdı. Çoğu ülke tarafından tanınmasa da Rusya her iki cumhuriyeti de bağımsız devletler olarak tanıdı.

Kaynak: Charles Platiau/Reuters

Avrupa Komisyonu Başkanı Jose-Manuel Barroso, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve Ukrayna Cumhurbaşkanı Viktor Yuşçenko, Paris’teki AB-Ukrayna zirvesinden önce selamlaşıyor. 

Eylül 2008: AB ile Yeni İlişkiler Üzerine Müzakereler Başlar

AB ve Ukrayna yeni bir “ortaklık anlaşması” için müzakerelere başladı ve “Ukrayna’nın geleceği Avrupa’da” başlığında bir bildiri yayınladı. AB, bu tür anlaşmaları, ülkeleri AB ile daha yakın siyasi, hukuki ve ticari bağlar geliştirmeye bağlayan ve bazen bloğa katılıma yol açan yasal olarak bağlayıcı sözleşmeler olarak görmektedir. Ortaklık Anlaşması’nın uygulanması, Ukrayna’yı AB standartlarına yaklaştıracak büyük değişiklikler anlamına gelebilirdi.

 

2010

Kaynak: Sergei Supinsky/AFP via Getty Images

Viktor Yanukoviç Kiev’deki bir mitingde destekçilerini selamlıyor. 

7 Şubat, 2010: Yanukoviç Cumhurbaşkanı Seçilir

Yanukoviç, dönemin başbakanı Timoşenko’yu oek çok uluslararası gözlemcinin özgür ve adil olarak değerlendirdiği Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde az farkla yendi. ABD’li siyasi danışmanlarının da desteği ile Yanukoviç AB entegrasyonuna daha açık bir portre çizdi. Yanukoviç’in zaferi, ekonomik sıkıntıyla geçen birkaç yılın ardından Timoşenko ve Yuşçenko’nun seçmenlerini hayal kırıklığına uğrattıklarının bir işareti olarak tarihe geçti.

   

2011

Kaynak: Sergei Svetlitsky/AFP via Getty Images

Eski Başbakan Yulia Timoşenko adliyenin önünde. 

Mayıs 2011 – Aralık 2011: Timoşenko Mahkûm Edilir, Brüksel Anlaşmayı Dondurur

Yanukoviç Timoşenko’yu “görevi kötüye kullanma” suçundan tutuklattı ve 7 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Uluslararası gözlemciler, soruşturmayı Yanukoviç’in ana rakibini saf dışı bırakmak için siyasi olarak gerekçelendirilmiş bir yol olarak görüyorlar ve ABD büyükelçisi, birçok kişi tarafından da paylaşıldığı üzere, davayı bir saçmalık olarak nitelendiriyor. Hapis cezası, Avrupa Birliği ile ticari ve siyasi bağların iyileştirilmesine ilişkin müzakereleri durdurdu. Brüksel, Aralık ayında Kiev’de yapılacak AB-Ukrayna zirvesinde Ortaklık Anlaşması’nı sonuçlandırmayı reddetti.

 

2013

Kaynak: Sergei Karpukhin/Reuters

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Ukrayna Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç, Moskova’da bir araya geldi. 

21 Kasım, 2013: Yanukoviç AB Müzakerelerinden Çekilir

Ukrayna hükümeti, Litvanya’da gerçekleştirilecek AB-Ukrayna zirvesinde Ortaklık Anlaşması’nı imzalamayacağını belirtti. Yanukoviç yönetimi Avrasya Gümrük Birliği’ne katılmak için Rusya ile diyaloglarını sürdüreceğini açıkladı. Hemen sonrasında Kiev’de protestolar baş gösterdi.

 

2013 – 2014

Kaynak: Stringer/Reuters

Hükümet karşıtı bir protestocu, Kiev’deki Bağımsızlık Meydanı’nda çevik kuvvet polisiyle çıkan çatışmalar sırasında bir heykelin tepesinden ulusal bayrağı sallıyor. 

Kasım 2013 – Şubat 2014: Euromeydan Protestoları Hükümetin Düşmesine Neden Olur

Yanukoviç’in AB bağları konusundaki açıklamasını protesto etmek için çok sayıda Ukraynalı toplandı. Çoğunlukla barışçıl olan gösteriler Kiev’in ana meydanında (Maidan – Meydan) iki ay kadar devam etti. Hükümetin protestocuları dağıtmak için harekete geçmesi ile gösteriler şiddete başvurdu ve alınan sıkı önlemler 100’den fazla kişinin ölümü ile sonuçlandı. 21 Şubat’ta Yanukoviç ve muhalefet liderleri yıl sonundan önce cumhurbaşkanlığı seçimlerini planlayan bir anlaşmaya vardılar. Bundan kısa süre sonra Yanukoviç Rusya’ya kaçtı. Geriye, protestocuların ülkede yolsuzluğunun kanıtı olarak gördüğü müsrifçe dekore edilmiş bir saray bıraktı. Ukrayna’nın cumhurbaşkanı vekili ve başbakan vekili, en büyük önceliklerinin Ukrayna’yı Avrupa’ya yakınlaştırmak olacağını açıkça belirtti.

 

2014

Kaynak: Draçev/AFP via Getty Images

Ukrayna kontrolünü Nazizm ile karşılaştıran ve bunun yerine Ukrayna’nın Rusya’ya katılmasını destekleyen Kırım’da bulunan bir kampanya posteri. 

Şubat 2014 – Mart 2014: Rusya Kırım’ı Ele Geçirir ve Referandum Yapılır

Küçük yeşil adamlar ve Rus üniformalı ancak rütbe işaretleri çıkarılmış Rus askerler de dahil olmak üzere Rus yanlısı güvenlik güçleri yerleşik halkın çoğunluğunu Rusların oluşturduğu Ukrayna’nın Kırım yarımadasını ele geçirdiler. Bundan kısa süre sonra yetkililer, Kırımlı seçmenlerinin Rusya’ya katılıp katılmayacaklarına karar verdikleri tartışmalı bir referandum düzenledi. Brüksel referandumu “yasadışı ve gayrimeşru” olarak nitelendirdi ve Washington asla kabul etmeyeceğini açıkladı. BM Genel Kurulu’nun 100-11 oyla referandum sonucunu tanımadığını belirtmesine rağmen Rusya Kırım’ı 21 Mart’ta ilhak etti ve Sekizler Grubu’ndan (G8) atıldı. Bir ay sonra, Putin Rus askerlerinin ilhaka dahil olduklarını kabul etti ve bunun Kiev’den gelen şiddet tehdidine karşı bölgede etnik Rus grubunun korunması için yapıldığını belirterek gerekçelendirdi.

Kaynak: Alexander Khudoteply/AFP via Getty Images)

Rus yanlısı aktivistler, sözde Donetsk Halk Cumhuriyeti bayrağını çekiyorlar.

Nisan 2014: Rusya Kanlı Ayrılıkçı Savaşı Destekler

Rusya, Ukrayna’nın doğusundaki Donbas bölgesinde hükümet binalarını ele geçirmek için silahlı bir ayrılıkçı hareketi kışkırttı. Ukrayna kuvvetleri direndi ancak sınır boyunca Rus birliklerinin birikmesiyle çok daha geniş bir savaşın çıkmasına karşı temkinli davrandı. 2022’nin başlarına kadar bölgedeki çatışmalar, dörtte biri sivil ve ülke içinde yerinden edilmiş iki milyon Ukraynalı olmak üzere on dört binden fazla ölümle sonuçlandı. İki bölgenin parçaları -Donetsk ve Luhansk- kendi bağımsız cumhuriyetlerini ilan ettiler.

Kaynak: Sergei Supinsky/AFP via Getty Images

Seçim gecesi Cumhurbaşkanı adayı Petro Poroşenko. 

25 Mayıs, 2014: Poroşenko Cumhurbaşkanı Seçilir

Batı yanlısı bir oligark olan Petro Poroşenko, Ukrayna Cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci turunda kesin bir zafer kazanır. Poroşenko Ukrayna’yı Avrupa’ya yakınlaştırarak ekonomiyi düzelteceğine ve bağımsızlıktan beri Ukrayna’nın peşini bırakmayan yolsuzluğun kökünü kurutacağına söz verdi. ABD Başkanı Barack Obama’nın yönetimi Poroşenko’ya yolsuzlukla mücadelesinde yardım sinyalleri verdi ve Başkan Yardımcısı Joe Biden’i Ukrayna’nın baş elçisi olarak görevlendirdi.

Kaynak: Pierre Crom/Getty Images

Malezya Havayolları 17 sefer sayılı uçuşunun enkazı, Ukrayna’nın doğusunda bir tarlada yanıyor. 

17 Temmuz, 2014: Yolcu Uçağı Rus Füzesi Tarafından Vurulur

Amsterdam’dan Kuala Lumpur’a giden Malezya Havayolları uçağı, Rus ve Rus vekil güçleri tarafından kontrol edilen Doğu Ukrayna toprakları üzerinde karadan havaya füzeyle vuruldu ve uçaktaki 298 kişinin tamamı hayatını kaybetti. Hollanda öncülüğündeki bir soruşturma daha sonra, füzenin bir Rus ordusu tugayı tarafından temin edildiği için Rusya’nın sorumluluk taşıdığını ortaya çıkardı, ancak Rusya sorumluluğu reddetti.

Kaynak: Anatolii Stepanov/AFP via Getty Images

Ukrayna tanklarından oluşan bir konvoy Eylül 2014’te Donetsk bölgesinden geçiyor. 

5 Eylül, 2014: Birinci Minsk Anlaşması İmzalanır

Rus birlikleri, Donbas’ın kontrolünü yeniden ele geçirmenin eşiğinde olan Ukrayna kuvvetlerini geri püskürtmek için Ukrayna’ya girdi. Kısa bir süre sonra, müzakereciler savaşı sona erdirmeyi amaçlayan birinci Minsk Anlaşmasını imzaladılar. Ancak, Anlaşma’nın şartları uygulanmıyor ve temas hattı boyunca taraflar arası mücadele devam ediyor.

 

2015

Kaynak: Grigory Dukor/Reuters

Minsk’teki barış müzakerelerinin ardından Alman Şansölye Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande. 

11-12 Şubat 2015: İkinci Minsk Anlaşması İmzalanır

Putin ve Poroşenko, doğu Ukrayna’da ateşkesi müzakere etmek için Minsk’te bir araya geldi. Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande ve Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in önderliğinde, derhal bir ateşkes ve “güvenlik bölgesi” oluşturmak için tüm ağır silahların geri çekilmesi de dahil olmak üzere, savaşı sona erdirmek atılması gereken için on üç adımı belirleyen bir anlaşmaya vardılar. Temas hattı boyunca çatışmalar ve bombardımanlar halen zaman zaman alevleniyor. Uluslararası gözlemciler Rus ve Rus vekil güçlerini daha fazla sorumlu tutsa da her iki taraf da anlaşmanın ihlaliyle ilgili karşı tarafa suçlamalarda bulunuyor.

 

2017

Kaynak: Gleb Garaniç/Reuters

Bir askeri geçit töreni sırasında Ukraynalı bir asker anti-tank füzesini gösteriyor. 

Aralık 2017: ABD’nin Ölümcül Silahlarının Satışına İzin Verilir

Başkan Donald J. Trump yönetiminde ABD, Obama yönetiminin izin verdiği ölümcül olmayan askeri yardımın ötesine geçerek Ukrayna’ya ölümcül silah satışını onayladı. O yaz Trump, Kurt Volker’ı Ukrayna müzakereleri için özel elçisi olarak atamıştı. Bundan önce, ABD Kongresi, Ukrayna için yüz milyonlarca dolarlık ek askeri yardıma izin veren Ukrayna Güvenlik Yardım Girişimi’ni oluşturmuştu.

 

2019

Kaynak: Murad Sezer/Reuters

Ekümenik Patrik Bartholomeos ve Ukrayna Ortodoks Kilisesi başkanı Metropolitan Epifaniy, Ukrayna Ortodoks Kilisesi’nin bağımsızlığı adına düzenlenen törene katıldı. 

Ocak 2019: Ortodoks Kilisesi’nde Bölünme Yaşanır

Ortodoks Hıristiyanlığın önde gelen otoritesi olan Konstantinopolis Ekümenik Patriği, Ukrayna Ortodoks Kilisesi’nin bağımsızlığını tanıyarak, onu Kremlin ile yakın bağları olan ve Ukrayna kilisesini yüzyıllardır denetleyen Rus Ortodoks Kilisesi’nden resmen ayırmış oldu. Rusya, ABD’yi Moskova’yı zayıflatmak için bu bölünmeyi teşvik etmekle suçladı ve bir Kremlin sözcüsü “Rusların ve Rusça konuşanların çıkarlarını” savunma sözünü yeniden verdi.

Kaynak: Valentyn Ogirenko/Reuters

Volodimir Zelenski kampanya merkezindeki ilk sandık çıkış anketinin duyurulmasının ardından kutlama yapıyor. 

Nisan 21, 2019: Volodimir Zelenski Seçilir

Bir televizyon komedyeni ve siyaset acemisi olan Volodimir Zelenski, Poroşenko’yu yenerek oyların yüzde 70’inden fazlasını aldı ve ikinci tur Cumhurbaşkanlığı seçimini kazandı. İki ay sonra, Zelenski’nin partisi de parlamentoda çoğunluğu elde etti ve böylece bağımsızlıktan bu yana ilk kez Ukrayna Cumhurbaşkanı parlamentoda çoğunluk partisine sahip oldu. Zelenski kampanyasında yolsuzluğa ve yoksulluğa karşı mücadele ve doğudaki savaşı sona erdirme sözü vermişti; pek çok kişi seçimleri Poroşenko’ya ve onun yolsuzluğun kökünü kazımadaki başarısızlığına ret olarak gördü.

Kaynak: Jonathan Ernst/Reuters

Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenski ABD Başkanı Donald J. Trump ile yaptığı BM Genel Kurulu sırasındaki ikili görüşmesinde konuşmaları dinliyor.

25 Temmuz 2019: Bir Telefon Konuşması Geri Teper

Trump ve Zelenski, daha sonra ABD Kongresi tarafından gücün kötüye kullanılması ve adaletin engellenmesine ilişkin bir görevden alma soruşturmasının odak noktası haline gelen bir telefon görüşmesi yaptılar. Bir ABD hükümet muhbiri, bir telefon görüşmesi sırasında Trump’ın Zelenski’yi 2020 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde önde gelen Demokrat adaylarından Biden’ı soruşturmak için görevlendirmesi ve iddialara konu olan bu girişimiyle ilgili endişelerini dile getirdi. Kasım ayında, bazı eski ve bugünkü ABD’li yetkililer, Trump yönetiminin bir Trump-Zelensky toplantısını ertelediği ve Kiev’in Biden’ı soruşturması için kongre tarafından onaylanmış askeri yardımı askıya aldığına dair kanun koyucular önünde ifade verdi. Beyaz Saray yetkilileri, şikayetleri siyasi güdümlü olarak reddetti ve Ocak 2020’de Trump, çoğunlukla kendi partisinin çizgisinde gerçekleştirilen bir Senato oylamasında beraat etti.

 

2020

Kaynak: John Thys/AFP/Getty Images

Cumhurbaşkanı Zelenski, NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg ile Brüksel’de bir toplantı gerçekleştiriyor. 

Haziran 2020: NATO’ya Daha Derin Taahhütlerde Bulunulması

Ukrayna, Haziran ayında NATO tarafından yürütülen görev ve tatbikatlarda daha derin işbirliğine sahip ülkeler -Avustralya, Gürcistan, Finlandiya, Ürdün ve İsveç- arasına katılarak NATO’nun Gelişmiş Fırsatlar Ortağı seçildi. İttifak, bu yeni statünün “NATO üyeliğine ilişkin herhangi bir peşin hükümde bulunmayacağını” belirtti. Eylül ayında Zelenski, üyelik elde etmek amacıyla NATO ile belirgin bir ortaklığın geliştirilmesini sağlayan Ukrayna’nın yeni Ulusal Güvenlik Stratejisini onayladı. Önceki yıl, Zelenski’nin selefi Ukrayna’nın NATO ve AB üyesi olmasını taahhüt eden bir anayasa değişikliğini imzalamıştı.

 

2021

Kaynak: Anna Marçenko/TASS/Getty Images

Viktor Medvedçuk, Kiev istinaf mahkemesinin huzurunda çıkıyor. 

Şubat 2021: Zelenski Moskova Yanlısı Oligarkların Üstüne Gider

Zelenski başta Viktor Medvedçuk -iş adamı, Ukrayna’nın Rus yanlısı en büyük siyasi partisinin genel başkanı ve Putin’in yakın dostu- olmak üzere oligarkların aleyhine bir dizi önlem aldı. Hükümet Medvedçuk’un finansal varlıklarını üç yıllığına dondurdu ve kontrolündeki Rus yanlısı üç televizyon kanalını yanlış bilgiler yaydıkları gerekçesi ile kapattı. Aynı yılın Mayıs ayında, yetkililer Medvedçuk’a Kırım’daki petrol ve gaz üretim lisanslarını Rus makamlarına devrettiği gerekçesiyle vatana ihanet suçlamasında bulundular. Zelenski, bu hamlelerin ülkenin savunması için gerekli olduğunu söylerken, Putin bunları Rusya karşıtı önyargılardan kaynaklandıklarını gerekçesiyle şiddetle kınadı.

Kaynak: Stringer/Reuters

Rus birlikleri, Taganrog’daki bir askeri havaalanındaki tatbikatlara katılıyor. 

Nisan 2021: Rus askeri güçlenmesi alarm zillerini çalar

Ukrayna ve AB üye ülkelerinden yetkililer, Ukrayna sınır bölgelerinin yakınında ve Kırım’da son dönemde rastlanan Rus askeri konuşlandırmaları konusunda uyarıda bulundu. Tank, roketatar ve diğer silahlarla birlikte yüz binden fazla askerden oluşan konuşlandırmayı analistler 2014 yılındaki Kırım ilhakından bu yana Rusya’nın en büyük askeri oluşumu olarak nitelendirdi. Mevcut ABD Başkanı Biden ve Putin, Ukrayna da dahil olmak üzere bir dizi çekişmeli konuyu tartışmak ve stratejik istikrar ve siber güvenlik üzerine diyaloglar başlatmak için Haziran ayında buluşacakları bir zirvede anlaştı. Sonraki ay Putin, Ukrayna sınırlarının meşruiyetini sorguladığı, Rusların ve Ukraynalıların “tek halk” olduğunu iddia ettiği ve ikili ilişkilerin çöküşünü dış kaynaklı entrika ve Rus karşıtı komplolara yüklediği “Ruslar ve Ukraynalıların Tarihsel Birliği Üzerine” başlıklı bir makale yayınladı.

Kaynak: Peter Kovalev/TASS/Getty Images

Kuzey Akım 2 boru hattı Rusya’nın Leningrad eyaletinde başlıyor. 

Eylül 2021: Kuzey Akım 2 Boru Hattı Tamamlanır

Rus enerji şirketi Gazprom, Baltık Denizi’nin altından Almanya’ya doğal gaz taşıyacak ve mevcut bir transit ülke olan Ukrayna’nın önemli bir gelir kaynağını kesebilecek bir boru hattı olan Kuzey Akım 2’nin inşaatını tamamladı. Kiev’deki liderler, Moskova’nın Avrupa’nın geri kalanına gaz dağıtımını ikiye katlayabilecek boru hattını jeopolitik bir silah olarak kullanacağını iddia ederek gelişmeyi protesto ettiler. Biden yönetimi boru hattına karşı çıkıyor fakat yaptırımları ertelemeyi kabul etti ve Ukrayna adına alternatif enerji projelerini finanse etmek için Almanya ile bir anlaşmaya varmaya çalışıyor. Ukrayna yakınlarındaki Rus askeri yapılanmasının tam da ortasında, Almanya, projeye dahil olan Alman merkezli bir şirketin, gazın akabilmesi için idari adımlar atması gerektiğini ve bunun 2022 ortasına kadar sürebilecek bir süreç olduğunu belirtti.

 

2021 – 2022

Kaynak: Maxar Technologies/Reuters

Bir uydu görüntüsü, Ocak 2022’de Ukrayna sınırına yaklaşık 160 mil uzaklıktaki Rusya’nın Yelnya kasabasındaki tankları ve diğer askeri teçhizatı gösteriyor. 

Aralık 2021 – Ocak 2022: Rusya Güvenlik İmtiyazları Talep Eder

Rusya, Ukrayna sınırı boyunca on binlerce askeri seferber etmeye devam ederken, Putin hükümeti ABD ve NATO’dan bir dizi güvenlik garantisi talep etti. Bu, ABD ve NATO’nun siyasi ve askeri faaliyetlerine, özellikle de NATO’nun genişlemesine yasak getirilmesine yönelik sıkı kısıtlamalar talep eden bir anlaşma taslağını da kapsıyor. Biden yönetimi Ocak ayında yazılı yanıtını iletti ancak çok az ayrıntı kamuoyuna açıklandı. Nitekim ABD, Ukrayna’nın hiçbir zaman NATO’ya kabul edilmemesi konusundaki Rusya’nın ısrarlı tutumuna karşı çıkıyor ve bölgede güvenlik için yeni parametreler teklif ediyor.

 

2022

Kaynak: Stringer/Anadolu Ajansı/Getty Images

Bağımsızlığını ilan eden Donetsk Halk Cumhuriyeti halkı, Rusya’nın bağımsızlığını tanımasının ardından kutlama yapıyor.

Şubat 2022: Rusya Ukrayna’dan Ayrılan Bölgeleri Tanır, Asker Gönderir

Putin, Kremlin tarafından bağımsız olarak tanınan Ukrayna’nın ayrılıkçı bölgeleri Luhansk ve Donetsk’e Rus güçlerini konuşlandırmaya başladı. Askerî harekât, Rusya’nın kısmen Ukrayna tarafından yönetilen bölgeler üzerinde tam kontrol sağlamaya çalışacağı ve bu hamleyi ülkenin daha geniş bir kısmını işgal etmek için bahane olarak kullanacağı yönündeki endişeleri artırıyor. Rus halkına hitaben yaptığı konuşmada Putin, Kiev’deki hükümetin yabancı güçler tarafından yönetilen bir “kukla rejim” olduğunu ve NATO’nun Moskova’nın güvenlik taleplerini görmezden geldiğini söyledi. Rusya’nın hamlelerine yanıt olarak Almanya, Kuzey Akım 2 boru hattının askıya alındığını duyururken, Amerika Birleşik Devletleri, AB ve İngiltere, Rus kuruluşlarına karşı ilave finansal yaptırımlar taahhüt ediyor.

 

Derya AZER

 

Çeviri: 24 Şubat AB Konseyi Basın Bildirisi ve Açıklamaları

Bu yazı, 24 Şubat 2022 tarihli AB Konseyi Basın Bildirisi ve açıklamaları’ndan çevrilmiştir. Yazıların aslını aşağıdaki bağlantılardan bulabilirsiniz.

Press Release & Statements

Council of the EU (AB Konseyi) / Press release (Basın Bildirisi) / 24 Şubat 2022 10:10

Ukrayna: Yüksek Temsilcilik tarafından Avrupa Birliği adına Ukrayna’nın Rusya Federasyonu silahlı kuvvetleri tarafından işgaline ilişkin deklarasyon

Avrupa Birliği, Ukrayna’nın Rusya Federasyonu silahlı kuvvetleri tarafından sebepsiz yere işgalini mümkün olan en güçlü şekilde kınamaktadır. Ayrıca Belarus’un Ukrayna’ya karşı bu saldırganlığa dahil olmasını kınıyor ve onu uluslararası yükümlülüklerine uymaya çağırıyoruz.

Başkan Putin’den Rus askeri operasyonlarını derhal ve koşulsuz olarak tüm kuvvetleri ve askeri teçhizatı Ukrayna’nın tamamından çekmesini talep ediyoruz. Rusya, bu saldırı eyleminin ve yol açacağı tüm yıkım ve can kayıplarının tüm sorumluluğunu taşımaktadır. Eylemlerinden sorumlu tutulacaktır.

Rusya’nın bağımsız ve egemen bir devlet olan Ukrayna’ya askeri saldırısı, uluslararası hukukun ve uluslararası kurallara dayalı düzenin üzerine inşa edildiği temel ilkelerin açık bir ihlalidir.

AB, transatlantik ve benzer düşünceye sahip ortaklarla birlikte, Rusya’nın neden olduğu güvenlik krizine diplomatik bir çözüm bulmak için benzeri görülmemiş çabalarda birleşmiştir. Rusya bu çabalara karşılık vermemiş ve bunun yerine tek taraflı olarak ciddi ve önceden tasarlanmış bir gerilimi tırmandırmayı seçmiştir.

AB, Ukrayna’ya yönelik herhangi bir askeri saldırının büyük sonuçları ve ağır bedelleri olacağını başından beri ve en yüksek siyasi düzeyde açıkça belirtmiştir.

Bu nedenle AB’nin yanıtı, transatlantik ve benzer düşünceye sahip ortaklarımızla tam olarak koordine edilen hem sektörel hem de bireysel kısıtlayıcı önlemleri içerecektir.

Rusya, AB’nin ortaklarla yakın koordinasyon içinde sonraki adımları atarken kararlı bir şekilde birlik içinde kalacağından şüphe duymamalıdır.

AB, uluslararası toplumu, küresel ölçekte uluslararası barış ve güvenliği tehlikeye atan bu saldırganlığa bir an önce son verilmesini Rusya’dan talep etmeye çağırıyor.

Rusya’yı uluslararası insancıl hukuka tam olarak saygı duymaya ve ihtiyacı olan herkese güvenli ve engelsiz insani erişim ve yardıma izin vermeye çağırıyoruz. Ayrıca Rusya’yı AGİT Özel İzleme Misyonu’nun güvenliğini sağlamaya çağırıyoruz.

AB, Ukrayna’nın uluslararası kabul görmüş sınırları içinde bağımsızlığına, egemenliğine ve toprak bütünlüğüne sarsılmaz desteğini ve bağlılığını yineler. AB, Ukrayna’nın Avrupa Birliği ile siyasi ortaklığını ve ekonomik entegrasyonunu güçlendirme konusundaki kararlılığını yineler. Ukrayna halkının ve demokratik olarak seçilmiş kurumlarının ve temsilcilerinin yanındayız.

AB ayrıca Gürcistan ve Moldova Cumhuriyeti’nin egemenliği ve toprak bütünlüğüne olan sarsılmaz desteğini ve bağlılığını yineler.

European Council Statements and remarks (Avrupa Konseyi açıklamaları) 24 Şubat 2022 12:00 

Avrupa Konseyi üyelerinden ortak açıklama

Rusya’nın Ukrayna’ya karşı eşi benzeri görülmemiş askeri saldırısını mümkün olan en güçlü şekilde kınıyoruz. Rusya, sebepsiz ve haksız askeri eylemleriyle uluslararası hukuku büyük ölçüde ihlal ediyor ve Avrupa ve küresel güvenlik ve istikrarı baltalıyor.

Ayrıca Belarus’un Ukrayna’ya karşı bu saldırganlığa dahil olmasını kınıyor ve onu uluslararası yükümlülüklerine uymaya çağırıyoruz.

Rusya’nın askeri eylemleri derhal durdurmasını, tüm güçlerini ve askeri teçhizatı tüm Ukrayna topraklarından koşulsuz olarak geri çekmesini ve Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne, egemenliğine ve bağımsızlığına tam olarak saygı duymasını talep ediyoruz. Bu tür güç ve zorlama kullanımının 21. yüzyılda yeri yoktur.

Bu bariz saldırganlığı tartışmak için bugün daha sonra bir araya geleceğiz ve transatlantik ortaklarımızla yakın koordinasyon içinde, Rusya’nın eylemi için büyük ve ciddi sonuçlar doğuracak daha fazla kısıtlayıcı önlemler üzerinde prensipte anlaşacağız.

Can kaybı ve insani acılardan üzüntü duyuyoruz. AB ve Üye Devletleri, acilen insani acil müdahale sağlamaya hazırdır. Rusya ve Rusya destekli silahlı oluşumları uluslararası insancıl hukuka saygı göstermeye çağırıyoruz.

AB, bu savaşla karşı karşıya kalan Ukrayna ve halkının yanındadır. AB daha fazla siyasi, mali ve insani yardım sağlayacaktır.

Komşularımız ve liderleri yakında bir araya gelecek olan NATO ve G-7 dahil uluslararası ortaklarımızla koordineli bir şekilde cevap veriyoruz.

Büşra ÖZYÜKSEL

Çeviri: Siber-Anarşinin Sonu mu? Yeni Bir Dijital Düzen Nasıl İnşa Edilir?

Bu yazı, Joseph S. Nye, J.‘ın “Foreign Affairs” için kaleme aldığı “The End of Cyber-Anarchy? How to Build a New Digital Order” makalesinden çevrilmiştir. Yazının aslını aşağıdaki bağlantıdan bulabilirsiniz.

The End of Cyber-Anarchy? How to Build a New Digital Order 

 

Fidye yazılım saldırıları, seçimlere müdahale, kurumsal casusluk, elektrik şebekesine yönelik tehditler: mevcut haber başlıklarına dayanarak, siber uzayın anarşisine bir düzen getirme umudu çok az gibi görünüyor. Sonu gelmeyen kötü hikâyeler, sadece siber uzayın kendisi için değil, aynı zamanda ekonomiler, jeopolitik, demokratik toplumlar ile savaş ve barışın temeline dair korkunç sonuçları olan, gün geçtikçe daha tehlikeli hale gelen, yönetilmeyen bir çevrimiçi dünyanın resmini çiziyor.

Bu üzücü gerçeklik göz önüne alındığında, siber uzayın kurallarını oluşturmanın mümkün olduğuna dair herhangi bir öneri, şüphecilikle karşılanma eğilimindedir: siber uzayın temel özellikleri, herhangi bir normun uygulanmasını imkânsız hale getiriyor. Siber normlara desteklerini ilan eden devletler, aynı zamanda rakiplerine karşı büyük ölçekli siber operasyonlar yürütüyor. Örneğin, Aralık 2015’te BM Genel Kurulu ilk kez, gönüllü ve bağlayıcılığı olmayan uluslararası 11 siber normu onayladı. Rusya bu normların oluşturulmasına yardımcı olup, daha sonra yayınlarına imza atmıştı. Aynı ay, Ukrayna’nın elektrik şebekesine karşı bir siber saldırı gerçekleştirdi ve yaklaşık 225.000 kişiyi birkaç saat elektriksiz bıraktı ve ayrıca 2016 ABD başkanlık seçimlerine müdahale etme çabalarını artırdı. Şüpheciler için bu durum, siber uzayda sorumlu devlet davranışı için normlar oluşturmanın boş bir hayalden fazlası olmadığını gösterdi.

Yine de bu şüphecilik, normların nasıl çalıştığı ve zamanla nasıl güçlendirildiği hakkındaki yanlış bir algıyı ortaya koymaktadır. İhlaller, ele alınmadığı sürece normları zayıflatabilir, ancak onları alakasız hale getirmezler. Normlar, diğer devletleri sorumlu tutmayı mümkün kılan davranışlar hakkında beklentiler yaratır. Normlar ayrıca resmi eylemlerin meşrulaştırılmasına yardımcı olur ve devletlerin bir ihlale yanıt vermeye karar verdiklerinde müttefikleri yanına almalarına yardımcı olur.

Ve normlar birden ortaya çıkmaz veya bir gecede işe yaramaya başlamaz. Tarih, toplumların yıkıcı teknolojik değişikliklere nasıl tepki verildiğini öğrenmenin ve dünyayı yeni tehlikelerden daha güvenli hale getiren kurallar koymanın belirli bir zaman aldığını göstermektedir. ABD’nin Japonya’ya nükleer bomba atması sonrasında, ülkelerin Sınırlı Test Yasağı Antlaşması ve Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması üzerinde anlaşmaya varmaları yirmi yıl sürdü.

Siber teknoloji, beraberinde benzersiz zorlukları getirmiş olsa da, görünen o ki bunu yönetmek için hazırlanan uluslararası normlar olağan akışında gelişmektedir. Bu tür normlar, özellikle Washington ve müttefikleri bu normları diğer caydırıcılık yöntemleriyle güçlendirirse, siber teknolojik ilerlemelerin getirdiği riski azaltmak için giderek daha kritik hale gelecektir. Bazı analistler caydırıcılığın siber alanda işe yaramadığını iddia etseler de, sonuç basittir: buradaki süreç, nükleer alandan farklı şekilde ilerler. Hedefler çoğalmaya devam ettikçe, ABD bu yeni ve tehlikeli dünyadaki bariyerleri güçlendirmek için caydırıcılığı ve diplomasiyi birleştiren bir strateji izlemelidir. Diğer pek çok alanda kurulan normlar, siber alanın farklı olduğu algısını değiştirmesi açısından iyi bir başlangıç noktası olabilir.

Hayatın Yeni Bir Gerçeği (ve Savaş)

Siber saldırılar daha maliyetli hale geldikçe, ABD’nin karşı savunma stratejisi yetersiz kalmaktadır. İyi bir strateji içeride başlamalı, ancak aynı zamanda siber uzayın yerel ve küresel yönlerinin ayrılmazlığını da tanımalıdır – siber uzay, doğası gereği ulus ötesidir. Ayrıca, siber güvenlik, kamu ve özel güvenlik zafiyetlerinin iç içe geçtiği bir alandır. İnternet, çoğu özel mülke ait olan bir ağ zinciridir. Nükleer veya konvansiyonel silahların aksine, hükümetin kontrol alanı değildir. Buna göre şirketler, güvenliğe yatırım yapmak ve kısa vadeli kârı en üst düzeye çıkarmak arasında değiş tokuş yaparlar. Yine de kurumsal savunmanın yetersizliğinin, ulusal güvenlik için büyük dış maliyetleri olabilir: ABD hükümeti ve özel sektördeki bilgisayarlara erişime izin veren SolarWinds yazılımına yönelik son Rus siber saldırısını izleyin. Askeri güvenliğin aksine, burada Pentagon sadece kısmi bir rol oynar.

Küresel askeri çatışma alanında, bilgisayar ağları, kara, deniz, hava ve uzay geleneksel dörtlüsüne ek olarak beşinci bir alan haline geldi ve ABD ordusu bunu 2010 yılında ABD Siber Komutanlığı’nın oluşturulmasıyla tanıdı. Yeni siber alanın özellikleri arasında mesafenin kaybolması (okyanuslar artık koruma sağlamıyor), etkileşim hızı (uzaydaki roketlerden çok daha hızlı), düşük maliyet (giriş engellerini azaltan) ve isnat etmenin zorluğu (inkâr edilebilirliği teşvik eden). Yine de, şüpheciler sıklıkla siber saldırıları, stratejik bir sorundan ziyade bir “sıkıntı” olarak tanımlarlar. Siber alanın casusluk ve diğer örtülü eylemler için ideal olduğunu, ancak geleneksel savaş alanlarından çok daha az önemli olduğunu savunup bunu siber saldırı yüzünden kimsenin hayatını kaybetmemesine dayandırıyorlar. Ancak bu bakış açısı giderek zorlaşan bir tutum haline gelmiştir. 2017 WannaCry fidye yazılımı saldırısı, bilgisayarları şifreli ve kullanılamaz bırakarak İngiliz Ulusal Sağlık Servisi’ne zarar verdi, binlerce hastanın randevularını iptal etmeye zorladı ve hastaneler ve aşı üreticileri Covid-19 salgını sırasında fidye yazılımı saldırıları ve bilgisayar korsanları tarafından doğrudan hedef alındı.

Dahası, uzmanların bile siber araçların kullanımının fiziksel çatışmaya nasıl dönüşebileceği konusunda anlamadığı çok şey var. Örneğin, ABD ordusunun büyük ölçüde sivil altyapıya bağlı olduğunu ve çevrimiçi sızmanın bir kriz durumunda ABD savunma kabiliyetini ciddi şekilde bozabileceğini düşünün. Ekonomik açıdan, siber olayların ölçeği ve maliyeti giderek artmaktadır. Bazı tahminlere göre, bankaların, enerji şirketlerinin, benzin istasyonlarının ve devlet kurumlarının bilgisayarlarındaki verileri silen Rus destekli 2017 NotPetya saldırısı, şirketlere 10 milyar dolardan fazla zarara mal oldu. Öte yandan hedef sayısı da hızla artıyor. Büyük veri, yapay zekâ, gelişmiş robotik ve nesnelerin internetinin artmasıyla uzmanlar, internet bağlantılarının sayısının 2030 yılına kadar bir trilyona yaklaşacağını tahmin ediyor. Dünya 1980’lerden beri siber saldırılar yaşıyor, ancak saldırı çerçevesi önemli ölçüde genişledi; artık endüstriyel kontrol sistemlerinden otomobillere, kişisel dijital asistanlara kadar her şeyi içeriyor.

Normlar ortak devlet uygulaması haline gelene kadar etkili değildir ve bu zaman alabilir.

Artık tehdidin arttığı açıktır. Daha az açık olan, ABD stratejisinin bununla yüzleşmek için nasıl adapte olabileceğidir. Caydırıcılık yaklaşımın bir parçası olmalıdır, ancak siber caydırıcılık Washington’un onlarca yıldır uyguladığı geleneksel ve bilindik nükleer caydırıcılık biçimlerinden farklı olacaktır. Nükleer saldırı tekil bir olaydır ve nükleer caydırıcılığın amacı bunu engellemektir. Buna karşılık, siber saldırılar çok sayıda ve sabittir ve onları caydırmak daha çok sıradan suçları caydırmak gibidir: amaç sınırlamaktır. Yetkililer, suçlardan sadece insanları tutuklayarak ve cezalandırarak değil, aynı zamanda yasa ve normların eğitimi, mahallelerde devriye gezme ve toplum polisliği yoluyla da caydırıyorlar. Suçu caydırmak, mantar bulutu tehdidi gerektirmez.

Yine de ceza, siber caydırıcılıkta büyük rol oynamaktadır. ABD hükümeti, siber saldırılara çıkarlarına verilen zararla orantılı olarak kendi seçtiği silahlarla yanıt vereceğini açıkça belirtti. Senelerdir uyarılara rağmen, şimdiye kadar bir “siber-Pearl Harbor” gerçekleşmedi. ABD’nin bir siber saldırıya silahlı saldırı olarak davranıp davranmayacağı tehdidin sonuçlarına bağlıdır, ancak bu daha belirsiz eylemlerden korunmayı zorlaştırır. Rusya’nın 2016 ABD başkanlık seçimlerini bozması aynı bu şekilde bir gri alandır. Son zamanlarda bazı Çin ve Rus siber saldırıları casusluk amacıyla gerçekleştirilmiş gibi görünse de, Biden yönetimi, ölçekleri ve süreleri göz önüne alındığında normal casusluğun ötesinde olduğunu iddia etti. Bu nedenle siber uzaydaki caydırıcılık sadece ceza tehdidini değil, aynı zamanda savunma yoluyla inkâr ile (saldırganların denemeye zahmet etmeyeceği kadar dayanıklı ve yeterince sağlam sistemler inşa etmek) ve dolaşıklığı da içermelidir (potansiyel düşmanlarla bağlantı kurmak, başlattıkları herhangi bir saldırı sonrası kendi çıkarlarına da zarar verecektir). Bu yaklaşımların her birinin kendi başına kullanıldığında sınırları vardır. Dolaşıklık, Çin’e karşı kullanıldığında, yüksek ekonomik karşılıklı bağımlılık nedeniyle, bunlardan hiçbiri olmayan Kuzey Kore’ye karşı olduğundan daha fazla etkiye sahiptir. Savunma yoluyla inkâr, devlet dışı aktörleri ve ikinci kademe devletleri caydırmada etkilidir, ancak daha güçlü ve yetkin aktörlerin saldırılarını önleme olasılığı düşüktür. Ancak bir ceza tehdidi ve etkili bir savunmayla birlikte, bu güçlerin maliyet ve fayda hesaplamaları etkilenebilir.

ABD içindeki ağların savunmasını iyileştirmenin yanı sıra, Washington son yıllarda ABD Siber Komutanlığı’nın “ileri savunma” ve “kalıcı katılım” olarak adlandırdığı doktrinleri benimsedi. Ancak bir düşmanın ağına girmek ve bozmak bir miktar tırmanma tehlikesi oluşturur ve dikkatli bir şekilde yönetilmelidir.

BAZI KURALLAR KOYMAK

Savunma ve saldırma yeteneklerine rağmen, Amerika Birleşik Devletleri serbest piyasası ve açık toplumu sebebiyle siber saldırılara ve etki operasyonlarına karşı oldukça savunmasız kalmaktadır. Ulusal İstihbarat Direktörü James Clapper, 2015 yılında “Bence en azından cam evlerde yaşayan insanların taş atmaması gerektiği konusunda eski testereyi düşünmek iyi bir fikir” diyerek Washington’ın siber saldırılara cevabını iletmişti. Clapper, haklı olarak, Amerikalılar taş atmada en iyisi olsalar da, cam evlerde yaşadıklarını vurguluyordu. Bu gerçeklik, ABD’ye siber alana “taş atma” teşviklerini azaltan normların geliştirilmesine itiyordu.

Siber silah kontrol anlaşmalarını müzakere etmek son derece zor olurdu, çünkü bunlar doğrulanamazdı. Ancak siber uzaydaki diplomasi neredeyse imkânsız. Aslında, siber normların geliştirilmesi konusunda uluslararası işbirliği yirmi yılı aşkın bir süredir devam etmektedir. 1998’de Rusya ilk olarak elektronik ve bilgi silahlarını yasaklamak için bir BM anlaşması önerdi. ABD, bu alandaki bir anlaşmanın gerçekliği kanıtlanamaz olacağını savunarak fikri reddetti, çünkü bir kod satırının bir silah olup olmadığı kullanıcının niyetine bağlı olabilirdi. Bunun yerine ABD, BM genel sekreterinin bir dizi norm geliştirmek üzere 15 (daha sonra 25’e genişletildi) uzmandan oluşan bir grup oluşturması gerektiğini kabul etti.

O zamandan beri bu şekilde altı grup toplandı ve daha sonra BM Genel Kurulu tarafından onaylanan ve geniş bir norm çerçevesi oluşturan dört rapor yayınlandı. Bu grupların birlikte çalışmaları, uluslararası hukukun siber alanda uygulanması ile barış ve istikrarın korunması için gerekli olduğu konusunda fikir birliğini güçlendirdi. Uluslararası hukukun karmaşık sorularıyla boğuşmanın yanı sıra, 2015’yılında yayınlanan rapor; 11 gönüllü, bağlayıcı olmayan normlar, talep edildiğinde devletlere yardım sağlama yetkisi ve sivil altyapıya saldırmaya karşı yasaklar, büyük siber saldırılara karşı bilgisayar acil müdahale ekipleriyle birlikte çalışmak gibi konuları içermekteydi.

Rapor, bir atılım olarak görülüyordu, ancak uzman grubun uluslararası yasal konular üzerinde anlaşamadığı ve bir uzlaşı raporu hazırlayamadığı 2017’de ilerleme yavaşladı. Rusya’nın önerisi üzerine BM, tüm devletlere açık olan ve pek çok şirket, sivil toplum kuruluşu, akademisyen ve teknik uzmanlarla istişareler içeren Açık Uçlu Çalışma Grubu’nu oluşturarak mevcut süreci destekledi. 2021’in başlarında, bu yeni grup, 2015 normlarını ve uluslararası hukukun siber alanla ilgisini yeniden teyit eden geniş çaplı, bir bakıma yatıştırıcı bir rapor yayınladı. Geçtiğimiz Haziran ayında, altıncı uzman grup da çalışmalarını tamamladı ve 2015’te ilk kez tanıtılan 11 norma önemli ayrıntılar ekleyen bir rapor yayınladı. Çin ve Rusya hala bir anlaşma için baskı yapıyor, ancak gerçekleşme ihtimali daha yüksek olan, bu normların kademeli olarak evrimleşmesidir.

BM sürecine ek olarak, Siber Uzayın İstikrarı Küresel Komisyonu (GCSC) da dâhil olmak üzere siber normlar üzerine tartışmak için birçok forum daha yapıldı. 2017 yılında bir düşünce kuruluşu tarafından başlatılan GCSC’ye Estonya, Hindistan ve ABD başkanlık etti ve başta Hollanda hükümeti olmak üzere eski kamu görevlileri, sivil toplum uzmanları ve 16 ülkeden akademisyenler tarafından desteklendi. GCSC, mevcut BM önerisindeki boşlukları gidermek için sekiz norm önerdi. En önemlisi, internetin “kamu çekirdeği” altyapısını saldırıdan koruma ve seçim sistemlerine müdahaleyi yasaklama çağrılarıydı. GCSC ayrıca ülkeleri, siber araçlarla tedarik zincirine müdahale etmemeye çağırdı; ev sahibinin bilgisi dışında kontrol sağlamak için bot netleri kullanmamak; devletlerin diğerlerinin güvenlik açıklarının açıklanıp açıklanmayacağına karar verirken izleyebilecekleri şeffaf süreçler oluşturmak; devletleri siber güvenlik açıklarını bulduklarında derhal düzeltmeye teşvik etmek; yasa ve düzenlemeler de dâhil olmak üzere “siber temizlik” sağlamak, ve özel işletmelerin bilgisayar korsanlarına karşı saldırılar başlatmasını yasadışı hale getirerek özel uyanıklığı caydırmayı hedeflediler.

Bu çabalar, karmaşık siber savunma sistemlerinin geliştirilmesinden daha az gösterişli (ve daha ucuz) olmakla birlikte çevrimiçi kötücül faaliyetlerin engellenmesinde önemli bir rol oynayacaktır. Siber uzay için daha birçok norm hayal edilebilir ve önerilebilir, ancak şimdi konuşulması gereken daha fazla normun gerekli olup olmadığı değil, nasıl uygulanacağı ve devlet davranışını değiştirip değiştirmeyecekleri ve ne zaman değiştirecekleridir.

YENİ KORSANLAR

Normlar, devletlerin yaygın uygulaması haline gelene kadar etkili değildir. On dokuzuncu yüzyılda Avrupa ve Birleşik Devletler’de köleliğe karşı normların gelişmesi onlarca yıl aldı. Kilit soru, devletlerin normların kendilerini kısıtlamasına neden izin verdiğidir. Bu bağlamda en az dört ana neden vardır: koordinasyon, önlem, itibar maliyetleri ile kamuoyu ve ekonomik değişiklikler de dâhil olmak üzere iç baskılar.

Yasalarda, normlarda ve ilkelerde belirtilen ortak beklentiler, devletlerin koordinasyon sağlamalarına yardımcı olur. Örneğin, bazı devletler (Amerika Birleşik Devletleri dâhil) BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni onaylamamış olsa da, tüm devletler karasularıyla ilgili anlaşmazlıklar söz konusu olduğunda 12 mil sınırını geleneksel uluslararası norm olarak ele almaktadır.

Sağduyu, öngörülemeyen sistemlerde istenmeyen sonuçlar yaratma korkusundan kaynaklanır ve belirli silahların kullanılmaması veya sınırlı kullanımına dönüşebilir. Süper güçler 1962’de Küba Füze Krizi sırasında nükleer savaşın eşiğine geldiğinde nükleer silahlarda böyle tam da bu yaşandı. Kısmi Nükleer Deneme Yasağı Antlaşması bir yıl sonra yapıldı. İhtiyatlılığın belirli taktikleri kullanmaya karşı nasıl bir norm ürettiğine dair daha uzak ama tarihsel bir örnek, korsanların kaderidir. On sekizinci yüzyılda, donanmalar rutin olarak denizdeki güçlerini artırmak için belli kişi veya gruplara ait gemiler kullandılar. Ancak ertesi yüzyılda devletler bu korsanlardan uzaklaştı çünkü bunların yağmalamaları çok maliyetli hale geldi. Hükümetler korsanları kontrol etmek için mücadele ettikçe, tutumları değişti ve yeni önlem ve kısıtlama normları gelişti. Hükümetler, siber saldırıları gerçekleştirmek için aracıların (proxies) ve özel aktörlerin kullanılmasının olumsuz mali yan etkiler ürettiğini ve gerilimi tırmandırma riskini artırdığını keşfettikçe, siber alanda benzer bir şey hayal edilebilir. Bu bağlamda bazı devletler “karşı bilgisayar korsanlığını” yasakladı.

Siber silah kontrol anlaşmalarını müzakere etmek son derece zor olurdu, çünkü bunlar doğrulanamazdı.

Bir ülkenin itibarına ve yumuşak gücüne verilen zararla ilgili endişeler de gönüllü kısıtlama getirebilir. Bu tabular zamanla büyüyerek hasar verebilecek bir silah kullanma ve hatta sahip olma maliyetlerini artırır. Örneğin, 1975’te yürürlüğe giren Biyolojik Silahlar Sözleşmesi’ni ele alalım. Biyolojik silah geliştirmek isteyen herhangi bir ülke bunu gizlice ve yasadışı bir şekilde yapmak zorundadır ve Irak lideri Saddam Hüseyin’in keşfettiği gibi, faaliyetlerinin kanıtı sızarsa yaygın uluslararası kınama ile karşı karşıyadır.

Siber silahların kullanımına karşı benzer bir örtülü tabunun ortaya çıktığını hayal etmek zordur. Bir kere, herhangi bir kod satırının bir silah olup olmadığını belirlemek zordur. Daha olası bir tabu, siber silahların hastaneler veya sağlık sistemleri gibi belirli hedeflere karşı kullanımını yasaklayan bir yaklaşımdır. Bu tür yasaklar, siviller üzerinde geleneksel silahların kullanılmasına karşı mevcut tutumu sürdürmeye yarayacaktır. Covid-19 salgını sırasında, hastanelere düzenlenen fidye yazılım saldırılarına karşı halkın tepkisi, bu tutumu güçlendirmeye yardımcı oldu ve siber alandaki diğer eylemlere nasıl uygulanabileceği konusunda yol gösterdi. Bilgisayar korsanları, elektrikli araç kullanımından kaynaklanan ölümcül kazalarda artışa neden olursa benzer bir şey gelişebilir.

MAHALLE BASKISI

Bazı akademisyenler normların doğal bir yaşam döngüsüne sahip olduğunu savunmuşlardır. Genellikle bireyler, kuruluşlar, sosyal gruplar ve kamuoyu üzerinde büyük bir etkiye sahip resmi komisyonlardan oluşan “norm girişimcileri” ile başlarlar. Belirli bir gebelik döneminden sonra, bazı normlar, kabul etmenin yaygın bir inanca dönüştüğü ve liderlerin bunu reddetmek için büyük bir bedel ödeyeceklerini gördükleri o kritik eşiğe ulaşır.

İlkel normlar, değişen sosyal tutumlardan kaynaklanabilir veya ithal edilebilir. 1945’ten sonra evrensel insan hakları konusundaki endişelerin yayılmasını ele alalım. Batılı ülkeler 1948’de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni desteklemede başı çekti, ancak diğer birçok devlet kamuoyu nedeniyle imzalamak zorunda kaldı ve daha sonra kendilerini dış baskı ve itibarlarıyla ilgili endişelerle kısıtladı. Demokrasilerde bu tür kısıtlamaların otoriter devletlerden daha güçlü olması beklenebilir. Ancak 1970’lerin başında Sovyetler Birliği ve Batı ülkeleri arasında bir dizi toplantı olan Helsinki Süreci, Soğuk Savaş sırasında siyasi ve ekonomik konularla ilgili tartışmalara insan haklarını başarıyla dâhil etti.

Ekonomik değişim, verimliliği ve büyümeyi teşvik edebilecek yeni normlara olan talebi de artırabilir. Korsanlık ve köleliğe karşı normlar, bu uygulamalar ekonomik olarak düşüşe geçince destek toplamaya başladı. Benzer bir dinamik bugün siber alanda da işliyor. Gizlilik ve veriler ile ilgili birbiriyle çelişkili ulusal yasalar nedeniyle kendilerini dezavantajlı konumda bulan şirketler, hükümetlere ortak standartlar ve normlar geliştirmeleri için baskı yapabilir. Siber sigorta endüstrisi, özellikle “Nesnelerin İnterneti” olarak adlandırılan çevrimiçi sayısız ev cihazına (termostatlar, buzdolapları, ev alarm sistemleri) gömülü teknoloji ile ilgili olarak, standartları ve normları ortadan kaldırmak için yetkililere baskı yapabilir. Bu cihazların internet bağlantısı giderek arttıkça, siber saldırılar için daha fazla hedef haline gelecek ve vatandaşların günlük yaşamları üzerindeki etkisi artacaktır. Bu yolla iç ve dış normlara olan talebi de artıracak. Halkın endişesi, ancak bilgisayar korsanlığı bir sıkıntıdan daha fazlası haline gelirse ve hayatlarına mal olmaya başlarsa hızlanacaktır. Ölümler artarsa, Silikon Vadisi’ndeki “hızlı bir şekilde inşa et ve daha sonra yama yap” normu yavaş yavaş yerini güvenliğe daha fazla önem veren normlara ve yasalara bırakabilir.

SİBER KURALLAR İHLAL EDİLMEK İÇİN YAPILIR

Normların gerekli olduğu konusunda uluslararası fikir birliği dahi olsa, kırmızı çizgilerin nerede çizileceğini ve geçildiğinde ne yapılacağını kabul etmek başka bir konudur. Ve soru şu ki, otoriter devletler normatif sözleşmelere dâhil olsalar bile, onlara uyma olasılıkları nedir? 2015 yılında Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve ABD Başkanı Barack Obama, ticari avantaj için siber casusluk kullanmama konusunda anlaştılar, ancak özel güvenlik şirketleri, Çin’in ABD kurumsal ve federal verilerini hack’leme eyleminden önce bu taahhüde sadece bir yıl kadar bağlı kaldığını bildirdi. Ancak bu, gümrük savaşlarının yükselişiyle işaretlenen kötüleşen ekonomik ilişkiler bağlamında gerçekleşti. Bu durum, anlaşmanın başarısız olduğu anlamına mı geliyor? Eleştirmenler, evet ya da hayır sorusu yerine, odağın aşılan kırmızı çizgiler ya da ihlallerin gerçekleştirilme şeklinde değil, yapılan hasar miktarı üzerinde olması gerektiğini savunuyorlar.

ABD’nin ilkeli sınırlar çizip, savunması gereken başka zamanlar da var. Şurası anlaşılmalıdır ki siber uzaya müdahale etmeleri giderek meşru görülecek. Washington’un destekleyeceği norm ve sınırları tam olarak belirtmesi ve onları ihlal eden ülkeleri çağırması gerekecek. Çin veya Rusya bir çizgiyi aştığında, ABD hedeflenen misilleme ile yanıt vermek zorunda kalacak. Bu, kamu yaptırımlarını ve ayrıca bazı oligarkların banka hesaplarını dondurmak veya bunlar hakkında utanç verici bilgiler yayınlamak gibi özel eylemleri de içerebilir. ABD Siber Komutanlığı’nın ileri savunma ve sürekli katılım uygulamaları burada yararlı olabilir, ancak onlara en iyi sessiz iletişim süreci eşlik edecektir.

Siber uzaya ilişkin anlaşmalar işe yaramaz olabilir, ancak belirli eylemlere sınırlar koymak ve bunların çerçevesini müzakere etmek mümkün olabilir. Soğuk Savaş sırasında, gayri resmi normlar, her iki tarafın casuslara muamelesini yönetti; idam yerine sınır dışı etme norm haline geldi. 1972’de Sovyetler Birliği ve ABD, gerilimi tırmandırabilecek deniz faaliyetlerini sınırlamak için Denizdeki Olaylar Anlaşması’nı müzakere etti. Bugün, Çin, Rusya ve ABD, Xi ve Obama’nın 2015’te yaptığı gibi, gerçekleştirdikleri siber casusluğun kapsamı ve türü ile ilgili tutumları konusunda getirilebilecek sınırlamaları müzakere edebilir. Ya da birbirlerinin iç siyasi süreçlerine müdahalelerine sınır koymayı kabul edebilirler. Bu tür taahhütler resmi anlaşmaların kesin dilinden yoksun olsa da, üç ülke bağımsız olarak kendi kendini kısıtlama alanları hakkında tek taraflı açıklamalar yapabilir ve çatışmayı kapsayan istişare süreci oluşturabilir. İdeolojik farklılıklar, ayrıntılı bir anlaşmayı zorlaştırabilir, ancak daha büyük ideolojik farklılıklar Soğuk Savaş sırasında gerilimi artırmayı önlemeye yardımcı olan anlaşmaları engellemedi. İhtiyatlılık bazen ideolojiden daha önemlidir.

Bu, siber uzayın gündemde nükleer silahlardan daha büyük bir rol oynadığı Haziran ayında Cenevre’de yapılan zirvede Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Biden yönetimi tarafından incelenen bir yaklaşımdır. Dış basın, ABD Başkanı Joe Biden’ın, Putin’e kimyasallar, iletişim, enerji, finansal hizmetler, sağlık hizmetleri ve bilgi teknolojisi de dâhil olmak üzere 16 kritik altyapının bir listesini verdiğini ve bunun da Biden’ın sözleriyle “saldırıya yasak bölge” olduğunu iddia etti. Zirveden sonra Biden, Putin’e Rus boru hatlarının fidye yazılımı tarafından devre dışı bırakılsa nasıl hissedeceğini sorduğunu iletti. Bunun yanı sıra Biden, “Ona (Putin’i kastederek) önemli bir siber kapasiteye sahip olduğumuzu söyledim ve bunu biliyor. Eğer bu temel normları ihlal ederlerse, biz de siber alanda cevap vereceğiz, biliyor”. Ancak şimdiye kadar, Biden’ın sözlerinin ne ölçüde etkili olduğu belirsizdir.

Biden and Putin in Geneva, June 2021, Kevin Lamarque / Reuters

Neyin korunması gerektiğini belirlemekle ilgili diğer bir sorun, diğer alanların kuralına uygun olduğunun düşünülmesi ve Rusya’daki suçluların fidye yazılım saldırılarının ne olursa olsun devam edecek olması olabilir. Siber alanda devlet dışı aktörler, değişen derecelerde devlet aracıları (proxies) olarak hizmet eder ve kurallar bu aktörlerin tanımlanmasını ve sınırlandırılmasını gerektirir. Ve yolun kuralları asla mükemmel olmayacağından, bunlara uyarı ve müzakere için bir çerçeve oluşturan bir danışma süreci eşlik etmelidir. Böyle bir sürecin, güçlü caydırıcı tehditlerle birlikte, Çin ve Rus müdahalesini tamamen durdurması olası değildir, ancak sıklığını veya yoğunluğunu azaltırsa, ABD’nin bu tür siber saldırılara karşı savunmasını artırabilir.

DEĞİŞEN TUTUM

Siber uzayda, “standart beden” herkese uymaz. Hem otoriter hem de demokratik devletleri bir noktada koordine eden bazı normlar olabilir. Ancak ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton tarafından 2010 yılında getirilen “İnternet özgürlüğü” bu normlardan biri olamaz. Clinton, özgür ve açık bir internet ilan etti. Bu noktada bir dizi eşmerkezli dairede organize edilen normlar düşünülebilir. Siber güvenlik uzmanı Robert Knake’in ifade ettiği üzere, demokrasi grupları, gizlilik, gözetim ve özgür ifade ile ilgili normlar üzerinde anlaşarak ve bunları özel ticaret anlaşmaları yoluyla uygulayarak kendileri için daha yüksek bir standart belirleyebilirler. Bu tür anlaşmalar, daha yüksek standartları karşılamaya istekli ve istekli oldukları sürece diğer devletlere açık kalabilir.

Bu konularda demokrasiler arasındaki diplomasi kolay olmayacak, ancak ABD stratejisinin önemli bir parçası olacak. İki eski üst düzey Pentagon yetkilisi James Miller ve Robert Butler’ın dediği gibi, “ABD müttefik ve ortakları siber normları destekliyorsa, ihlal edenlere maliyet getirmeyi desteklemeye daha istekli olacaklar, böylece güvenilirliği, ciddiyeti (çok taraflı maliyet dayatması yoluyla) ve ABD’nin ihlallere yanıt olarak maliyet koyma tehditlerinin sürdürülebilirliğini önemli ölçüde artıracaklar.

Biden yönetimi, siber alanının dünya siyasetinde önemli yeni fırsat ve güvenlik açıkları yarattığı gerçeğiyle boğuşuyor. İçeride yeniden örgütlenme ve yeniden yapılandırma, ortaya çıkan stratejinin merkezinde olmalıdır, ancak aynı zamanda caydırıcılık ve diplomasiye dayanan güçlü bir uluslararası bileşene de ihtiyaç duymaktadır. Diplomatik bileşen demokrasiler arasındaki ittifakları, gelişmekte olan ülkelerde kapasite geliştirmeyi ve gelişmiş uluslararası kurumları içermelidir. Böyle bir strateji, Amerikan demokrasisinin eski cam evini internet çağının yeni taşlarından korumak için uzun vadeli hedeflerle normlar geliştirmeyi de içermelidir.

Merve YAZICI

 

Kosova Savaşı’nın Gelişiminde ABD Diplomasisinin Etkileri

Özet

Yugoslavya Federal Cumhuriyeti lideri Josip Tito’nun 1980 yılında hayatını kaybetmesiyle bölge pek çok etnik çatışmanın merkezi haline gelmiştir. Dağılma sürecinde yaşanan en büyük sorunlar Bosna ve Kosova savaşları olmuştur. Siyasi iddiaların ötesinde pek çok insan hakları ihlaline konu olan bu savaşlar ancak uluslararası aktörlerin devreye girmesi ile sona ermiştir. Balkan sınırlarının çizilmesinde en önemli katkı şüphesiz Amerika Birleşik Devletleri’nden gelmiştir. Tek Kutuplu Dünya’nın lideri olma iddiası ve buna bağlı olarak oluşturduğu aktif dış politikası nedeniyle Kosova Savaşı’nda da en etkili devletlerden biri olmuştur. Dayton Antlaşması sonrası Kosova sorununu görmezden gelerek Miloseviç’i cesaretlendirmiş ve olayların tırmanmasına ortam sağlamıştır. Buna rağmen yine kendi yarattığı sorunu etkin BM ve NATO diplomasileri ile kendisi çözmüştür.

Anahtar Kelimeler: Kosova Savaşı, Savunma diplomasisi, Yugoslavya Federal Cumhuriyeti, Temas Grubu, NATO kolektif savunma

Abstract

After the death of the leader of the Federal Republic of Yugoslavia, Josip Tito, in 1980, the region became the center of many ethnic conflicts. The biggest problems experienced in the disintegration process were the wars of Bosnia and Kosovo. These wars, which have been the subject of many human rights violations beyond political claims, ended only with the intervention of international actors. Undoubtedly, the most important contribution in drawing the Balkan borders came from the United States of America. It has also been one of the most influential states in the Kosovo War due to its claim to be the leader of the Unipolar World and the active foreign policy it has formed accordingly. By ignoring the Kosovo issue after the Dayton Agreement, he encouraged Milosevic and provided an environment for the events to escalate. Despite this, he solved the problem he created himself with effective UN and NATO diplomacy.

​​Keywords: Kosovo War, Defense diplomacy, Federal Republic of Yugoslavia, Contact Group, NATO collective defense.

Giriş

Balkanlar kozmopolit yapısı nedeniyle tarih boyu çatışmaların odağı olmuştur. Yakın tarihimizde bu konunun en somut örneği Yugoslavya’nın yıkılışı sırasında yaşanan gelişmelerdir. İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş döneminde oluşan iki kutuplu dünya, bölgede yaşanan gelişmeleri tetikleyen en önemli faktör olmuştur. Bu çatışmalardan en çok etkilenen ülkelerden biri de Kosova’dır. Tito’nun ölümü ile başlayan Hırvat ile Sırp mücadelesinde, etnik yapısı nedeniyle en çok zulüm gören halk Kosova halkı olmuştur. Bu çalışma da Kosova Savaşı sırasında özellikle ABD ve Uluslararası Örgütler tarafından atılan diplomatik adımları ele alacaktır.

Tarihsel Süreç

1. Dünya Savaşı sonrası Balkanların bugünkü Kosova’yı da içeren bölgesinde, Sırp- Hırvat -Sloven ortaklığında Yugoslavya Krallığı kurulmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise Yugoslavya Krallığı yerini Sovyet Yanlısı Tito yönetimindeki Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’ne bırakmıştır. Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin içinde bugünkü Hırvatistan, Sırbistan, Karadağ, Slovenya, Bosna Hersek ve Kuzey Makedonya bulunmaktadır. Kosova bu federal yapının içinde tıpkı Voyvodina gibi yarı bağımsız bir bölgedir ve Tito’nun başkanlığı döneminde de oldukça geniş haklara sahiptir. 1974 anayasa değişikliği ile de diğer federe devletlere tanınan tüm hakları kazanmış ve federal devletin alacağı kararlarda söz hakkına sahip olmuştur. Kısacası Tito, bir diktatör olarak anılsa da başkanlığı dönemince Yugoslavya’nın bir arada durmasına katkıda bulunmuştur (Zimmerman, 1998: 4).

1980 yılında Tito’nun hayatını kaybetmesiyle Yugoslavya’da iç karışıklıklar yaşanmaya başlamıştır. Özellikle Hırvatlar ve Sırplar arasında yaşanan egemenlik mücadelesi federal devletin her bir parçasına sirayet etmiş, en çok zararı azınlıklar görmüştür. Tito hayattayken çok da tepki çekmeyen 1974 anayasası Kosova üzerindeki haklarını sınırladığı gerekçesiyle Sırplar tarafından eleştirilmeye başlanmıştır. Aynı dönemde Kosova’da bağımsızlık hareketleri başlamıştır. 

Bu dönemde devlet başkanlığı için mitingler düzenleyen Yugoslavya Komünist Partisi lideri Miloseviç ise Kosova’yı her söyleminde gündeme getirmiş ve Kosova’nın kesinlikle Sırbistan’dan ayrılamayacağını belirtmiştir. Kosova’nın referandum yaparak bağımsızlığını ilan etmesi ve Miloseviç liderliğindeki Sırp gruplarının etnik temizlik hareketlerine başlaması bölgede gerilimi tırmandırmıştır. Olayların binlerce kişinin ölümüne ve milyonlarca kişinin göç etmesine gerek kalmadan çözülmesi için uluslararası aktörlerden beklenen destek ise yakın zamanda yaşanan Bosna örneğine rağmen çok geç gelmiştir.

Kosova Olaylarının Tırmanması ve Uluslararası Tepkiler

Yugoslavya Komünist Partisi lideri Miloseviç, devlet başkanı seçildikten sonra ilk yaptığı 1974 anayasasının izlerini silmek olmuştur. Kosova’nın özerk statüsü ve imtiyazları bir bir kaldırılmış, Kosovalı Arnavutların çoğu işlerinden atılmış, mülkiyet hakları ellerinden alınmıştır. Kosova’daki Arnavut nüfusunun çokluğu göz önünde bulundurularak tamamen demografik nedenlerle Arnavutlar göçe zorlanmış ve boşalttıkları yerlere Sırplar yerleştirilmiştir (Caplan, 1998: 751).

Miloseviç’in sistematik uygulamalarına karşı Kosova’da da güçlü bir muhalefet oluşmaya başlamış ve Kosova Demokratik birliği (LDK),bu dönemde İbrahim Rugova tarafından kurulmuştur. 1991 referandumunda Kosova halkının çoğunluğu bağımsızlık, kalan kısmı ise Arnavutluk ile birleşmek için oy kullanmıştır. Bunun üzerine yılında bağımsızlık ilan edilerek 1992 yılında bir seçim düzenlenmiştir. Kosova’da güçlü bir muhalif grubun oluşması ve bağımsızlık kararı nedeniyle Sırp baskıları artmış ve bölgede yaşanan olaylar ilk kez uluslararası toplumun dikkatini çekmeye başlamıştır. ABD lideri Bush, Miloseviç’e bizzat mektup göndererek insani suçların durdurulmasını aksi takdirde bölgeye askeri müdahalede bulunulacağını belirtmiştir (Caplan, 1998). Ne var ki Doksanlı yılların başında patlak veren Bosna Savaşı, Kosova’da yaşananların ikinci plana atılmasına sebep olmuştur.

Bill Clinton’ın bölgede gözlemci olarak görevlendirdiği Madeleine Albright, 1996 yılında Bosna’da yaşananlardan ders çıkarıldığını ve erken müdahale edileceğini belirtse de, ne Avrupa ülkeleri ne de ABD doksanlı yılların sonuna kadar etkili bir çözüm bulamamıştır (Caplan, 1998: 745). Hatta Bosna sorunun çözümü için oluşturulan Dayton Antlaşması’nda da Kosova ile ilgili bir karara rastlanmamıştır. Hatta Miloseviç’in kararları kabul etmesi yapıcı bir gelişme olarak görülmüş ve Yugoslavya’ya uygulanan yaptırımların çoğu kaldırılmıştır. Bunun belli başlı sebepleri olduğunu görebiliriz. İlk olarak Bosna Savaşı yeni sona erdiği için Kosova’da yaşanan gelişmelerin hala soğumayan Bosna azınlıklarını tekrar hareket geçirebileceği korkusudur. İkinci olarak Kosova, Sırbistan’ın toprağı olarak görülmüş ve iç meselelere karışmama kararı alınmıştır. Ayrıca Kosova’nın bağımsızlığının asla gündeme alınamayacağı da belirtmiştir. Kosova’nın bağımsızlığının bölgede toprak hakkı iddia eden etnik azınlıkları da etkileyeceği ve Avrupa haritasında birtakım değişmeler olacağından endişe edilmiştir. Ayrıca bir bölünme yaşanması durumunda ‘’Kosova’daki kaynakların nasıl paylaşılacağı’’ ve ‘’dini- kültürel mekanlara Sırpların nasıl erişim sağlayacağı’’ gibi çözülmeyi bekleyen sorunlar söz konusudur.

Sırbistan’a karşı mücadelesinde yalnız kalan Kosovalı Arnavutlar ise silahlı mücadele amacıyla Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK)’nu kurmuştur (1993). Böylece Kosova Milli Hareketi başlamıştır. Sırpların sistematik şiddet hareketlerine karşı, UÇK özellikle Sırp polisi ile çatışmalara girmiş ve terör örgütü ilan edilmiştir. Savaş, 1998 yılında uluslararası toplumun etkin müdahalesine kadar binlerce insanın ölümüne ve milyonlarcasının yer değiştirmesine neden olmuştur.

Uluslararası Aktörlerin Devreye Girmesi

1998 yılında Kosova olaylarına tepkiler etkili şekilde başlamıştır. Buna rağmen aynı yıl Clinton’ın özel temsilcisinin bağımsız Kosova’nın bir seçenek olmamasını vurgulaması müdahalelerin insani boyutta kalmasına neden olmuştur (Caplan, 1998: 751). Bunun yerine ABD önderliğinde çok taraflı barış diplomasisi uygulanmaya başlanmıştır. Bunun için içerisinde Fransa, Almanya, ABD, İtalya, İngiltere ve Rusya temsilcilerinin yer aldığı ve Bosna Savaşında da görevli olan Temas Grubu devreye girer. Avrupa ülkelerinin bu ilgisindeki amacın kıtadaki statükoyu ve ikinci dünya savaşı sonrası belirlenen evrensel insan hakları ilkelerini korumak olduğunu söyleyebiliriz ancak ABD’nin etkinliğinin sebebi oldukça farklıdır. 

Öncelikle ABD, Soğuk Savaş sonrası çift kutuplu dünya yerine kendisinin önderlik ettiği bir tek kutuplu dünya sistemi üzerine çalışmaktadır. Bunun için de dünyanın her yerinde etkin güç olarak bulunmaya özen göstermiştir. İkinci olarak ABD’de dış politika, iç politikayı da oldukça etkilemektedir. Kosova Savaşı’nda da, ABD müdahalesinin sebeplerinden birinin insanların televizyonda izledikleri görüntülerden etkilenmesi ve yaşanan zulme birlerinin dur demesini istemesidir. Bu durum ‘’CNN etkisi (CNN effect)’’ olarak adlandırılır. Yani bu müdahalenin altında kendi halkını memnun edip, oy potansiyelini kaybetmeme isteği de yatmaktadır (Carey, 2001: 73).

Temas Grubu, hem Sırpları hem de UÇK’yı şiddet hareketlerini durdurmaları yönünde uyarır. UÇK’nın silahsızlandırılması ve Kosova’dan ağır silahların çıkarılması gündeme gelmiştir. Bunun üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi de 1160 sayılı kararı alır. Buna göre Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’ne silah ambargosu uygulanacaktır. Ayrıca Miloseviç ve Rugova barış için ikili görüşmeler yapmaya davet edilir. BM görüşmeleri sırasında Çin çekimser oy kullanır ve Rusya ise Kosova meselesinin Yugoslavya’nın iç meselesi olduğunu söyleyerek herhangi bir müdahaleyi reddeder (Özlem, 2012).

ABD askeri müdahaleden önce etkin diplomasi ile tarafları Şubat – Mart 1999’da iki kez Fransa’nın Rambuillet şehrinde buluşturmuştur. Miloseviç ve Rugova bu görüşmeler sırasında da anlaşmaya varamamıştır. Zira sekiz yıllık mücadeleden sonra Kosovalı Arnavutlar artık özerklikle yetinmeyeceklerdir.

Sırpların insanlığa karşı suçlarına devam etmesi üzerine ABD inisiyatifi ile NATO müdahalesi gündeme gelmiştir. Nato’nun müdahil olmasının belirli sebepleri vardır. Öncelikle Miloseviç liderliğindeki Sırp kuvvetleri tarafından uygulanan müdahalelerin şiddetlenmesi artık dünya kamuoyunda konuşulmaya başlanmıştı. Ayrıca Kosova’da yaşanılacak bir düzensizlik başta Arnavutların yaşadığı Bosna olmak üzere bölgedeki istikrarı ortadan kaldıracak ve önüne geçilemez şiddet hareketleri bütün Balkan coğrafyasına tekrar yayılacaktı. 

23 Nisan 1999’da toplanan NATO zirvesinde askeri müdahale konusunda tereddütler yaşanmıştır (Oğultürk, 2014: 111). Günümüzde de devam eden bu tartışmalar NATO’nun kolektif müdahalesinin etkinliği üzerine olmuştur. Kuzey Atlantik Antlaşması’na göre kolektif savunma, barışın kurulması ve savaşın engellenmesi amacıyla yapılabilir. Ayrıca kolektif savunma NATO üyesi olmayan bir devlet, üye bir devlete saldırırsa yapılacaktır. Eğer NATO bu müdahaleyi bölgesel bir kuruluş olarak yapıyorsa da BM Güvenlik Konseyi onayına ihtiyacı vardır. Ne var ki Güvenlik Konseyi’ne gidildiğinde Çin ve Rusya’nın veto kararına kesin gözüyle bakılmaktadır. Tüm bu sebeplerden ötürü NATO, BM iznine başvurmadan ABD inisiyatifinde Kosova’ya hava harekâtını başlatmış ve bu harekat Mart- Haziran 1999 arası tam 78 gün sürmüştür. NATO Müttefik Kuvvetleri tarafından yürütülen bu harekatta yer alan askeri güçlerin %65’i ABD tarafından temin edilmiştir (Kapucu, 2021).

Sırplar bu harekatı iç işlerine doğrudan müdahale olarak görmüş ve ABD’yi kınamışlardır. Hatta Sırp hava komutanı ABD ile etkin mücadele edebilmek için bu konuda uzmanlığına inandığı Irak’ı ziyaret ederek, ABD hava saldırı sistemleri hakkında bilgi almıştır. Ne var ki bu saldırılar sırasında Sırp uçaklarının çoğu imha edilmiş olmasına rağmen yalnızca 1 adet ABD Nigthawk ve F-16’sı düşürülmüştür (Kapucu, 2021: 99).

Haziran 1999’da Miloseviç ateşkesi kabul etmiştir. Kosova’da 2000 yılında yerel seçimler, 2002 yılında cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmış ve Rugova cumhurbaşkanı seçilmiştir. Sırp ve Kosovalı liderler bu tarihten sonra 2003-2005 ve 2006 yıllarında çeşitli görüşmeler yapmıştır. Görüşmeler BM gözetiminde ve Kosova’nın siyasi statüsünü belirlemeye yöneliktir. 2006 yılında Rugova’nın hayatını kaybetmesi üzerine görüşmeler olumlu sonuçlanmamış, bunun üzerine Kosova 2008 yılında bağımsızlığını ilan etmiştir. İlk önce 52 ülke tarafından tanınan Kosova günümüzde 97 BM ülkesi tarafından tanınmaktadır. Ancak Sırbistan’ın Kosova’nın bağımsızlığını tanımaması ve bölgeyi Sırbistan’ın özerk bölgesi ilan etmesi nedeniyle, bölgede hala Türk askerlerinin de içinde bulunduğu BM Barış Gücü bulunmaktadır. BM bölgedeki etkinliğini büyük ölçüde AB sivil temsilciliklerine bıraksa da, varlığını sürdürmektedir. Uzun süre bölgede kalan ABD askeri güçleri 11 Eylül 2001 olaylarından sonra tamamen çekilmiştir (Steinke, 2015: 43).

ABD’nin Kosova Savaşı’ndaki askeri ve diplomatik etkinliği tartışılmazdır. Öncelikle Bush ardından Clinton döneminde Sırp lidere uyarılarda bulunulmuş ancak Kosova’nın bağımsızlığının söz konusu olmadığı sıklıkla dile getirilmiştir. ABD tek kutuplu dünya sisteminin bir parçası olarak Balkanlar’da önce Bosna daha sonra Kosova savaşları sırasında pek çok Avrupa ülkesinden daha etkin olmuştur. Ayrıca meşruluğu hala tartışılmasına rağmen NATO harekatında büyük inisiyatif almış ve çeşitli Avrupa ülkeleri ile birlikte BM’de de oldukça etkili olmuştur. Bu bakımdan ABD’nin Kosova Savaşı’nın gelişimde 2 etkisi olduğu söylenebilir.

İlk olarak aksi iddia edilmesine rağmen Bosna’daki mevcut durumun bozulmaması için Kosova müdahalesinde geç kalınmıştır. Başkan Clinton bölgede yaşanan gerilimi askeri müdahaleye gerek kalmadan, siyasi ekibi aracılığı ile kınama ve uluslararası baskı ile mikro düzeyde yönetmeye çalışmıştır. Bosna’da yaşanan gerilimin çözümünde etkili olduğuna inandığı Dayton Antlaşması üzerinden yaptırım söylemleriyle Miloseviç’i etkilemeyi denemiştir.ABD liderliğindeki NATO birliklerinin müdahalesine kadar olaylar tırmanmış, sivillere karşı işlenen suçlara önüne geçilemez hale gelmiş ve binlerce insan hayatını kaybetmiştir. Kuzey Makedonya ve Arnavutluk’a sığınan binlerce Kosovalı, bağımsızlık düşüncelerini de beraberinde götürerek bölgedeki gerilimi tekrar tırmandırmıştır. 

ABD’nin bölgedeki politikasının söylemlerde kalması bölgedeki milliyetçilik hareketlerini adeta ateşlemiştir. Miloseviç, yaptırım tehditlerini ciddiye almak bir yana ABD yetkililerinden gelen söylemleri, “iç işlerine müdahale” olarak göstererek, milliyetçi politikalarını güçlendirmiştir. ABD’nin bu söylemleriyle, Sırbistan’ın terör örgütü olarak gördüğü UÇK’yı açıkça desteklediğini iddia etmiştir. Dolayısıyla NATO müdahalesine kadar bölgede uygulanan ABD dış politikasının başarıya ulaştığı söylenemez. 

İkincisi ise ABD’nin aksini iddia etmesine rağmen Kosova’nın bağımsızlığına olan doğrudan katkısıdır. Zira BM ve NATO müdahaleleriyle Sırpların Kosova üzerindeki etkisi azalmış, Kosova’nın uluslararası arenadaki tanınırlığı artmış ve 1998 yılında hiçbir ülke tarafından bağımsızlığı söz konusu değilken 2008 yılında bağımsızlığını ilan ettikten hemen sonra 52 ülke tarafından tanınmayı başarmıştır. 

Çift kutuplu dünyanın Soğuk Savaş sonrası ortadan kalkması ile başat güç olarak görünen ABD önderliğindeki NATO tarafından Kosova’nın desteklenmesi, çatışmalarda tarafsız kalan hatta bölgedeki gelişmelerden haberdar olmayan ülkelerin bile Kosova’yı desteklemesine neden olmuştur. Bu da Kosova’nın bağımsızlık sürecinin hızlanmasına ve sürece olan desteklerin artmasına neden olmuştur.

Sonuç

Sonuç olarak ABD’nin Kosova çatışmalarındaki etkisi tartışılmazdır. Bu etkinin uzun vadede olumlu olup olmadığı hala tartışmaya açık bir konudur. Özellikle ABD önderliğindeki NATO müdahalesi günümüzde hala meşruiyeti tartışılan, hem ABD iç politikasında hem de Balkan ülkelerinde eleştirilen bir hamledir. ABD’nin neden Balkan ülkelerine müdahil olup, benzer sorunları yaşayan diğer ülkelerde müdahalelerde bulunmadığı da tartışılan bir konudur. Ancak SSCB’nin yıkılışı sonrası, ABD’nin Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerinde etkin olmaya çalışması şaşırtıcı değildir. Rusya’nın etkin olduğu bölgelerde söz sahibi olma isteği, şüphesiz tek kutuplu dünyanın lideri olma isteğinin bir yansımasıdır.

ABD’nin Kosova’daki politikasının etkinliği ise belirsizdir çünkü 2006 yılında Sırbistan- Karadağ’ın dağılması ile Sırbistan’ın genişleme iddialarının ortadan kalktığı düşünülse de, Kosova’nın AB gibi bir yapının içine girmeden Sırbistan tehdidinden uzaklaşması oldukça zor görülmektedir. Balkanlar’daki hareketliliğin sona ermediğinin en büyük örneğini geçtiğimiz günlerde Bosnalı Sırpların ulusal düzeyde yargı, vergi, savunma ve güvenlik kurumları kurmayı onaylayan tasarıyı parlamentodan geçirmesinde görüyoruz. Bu tür bir hamle bölgede milliyetçi hareketlerin tekrar başladığını ve AB ve benzeri, ekonomik yaptırım uygulayacak bir otorite olmazsa Kosova ve diğer Balkan ülkelerine de yayılabileceğini gösteriyor.

Ezgi Altın Bıçakcıoğlu

Diplomasi Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça:

Balcı, A. (2018). Savunma Diplomasisi Kavramı, Özellikleri Ve Uygulamaları. Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 7(14), 45-58. https://dergipark.org.tr/en/pub/ufuksbedergi/issue/57469/815058

Caplan, R. (1998). International Diplomacy and the Crisis in Kosovo. International Affairs (Royal Institute of International Affairs), 74(4), 745–761.

Carey, H., F. (2001). U.S. Domestic Politics and the Emerging Humanitarian Intervention Policy: Haiti, Bosnia, and Kosovo. World Affairs, 164(2), 72–82.

Kapucu, D. (2021) Kosova Krizinin Çözümünde, NATO’nun Barışı Destekleme Harekâtına Türkiye’nin Katkıları. Akademik Tarih ve Araştırmalar Dergisi, 4, 87-113.

Oğultürk, M., C. (2014). Kosova’nın Bağımsızlık Süreci Kapsamında ABD Dış Politikasının Analizi. Güvenlik Stratejileri Dergisi, 10(19), 0-132.

Özlem, K. (2012). Soğuk Savaş Sonrası Dönemde ABD’nin ve Türkiye’nin Balkan Politikalarının Bosna Hersek, Kosova ve Makedonya Krizleri Örneğinde İncelenmesi. Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, 1(1), 23-40.

Steinke, R. R. (2015). A Look Back at NATO’s 1999 Kosovo Campaign: A Questionably “Legal” but Justifiable Exception? Connections, 14(4), 43–56.

Şimşek, E., D. (2020). ABD’nin Balkan Politikası ve Kosova- Makedonya- Bosna Krizlerine İlişkin İzlediği Politikalar. TUİÇ Akademi. Retrieved from https://www.tuicakademi.org/abdni%CC%87n-balkan-politikasi-ve-kosova-makedonya-bosna-krizlerine-iliskin-izledigi-politikalar/

Williams, P., Grazier, R., & Hooper, J. (2002). Simulating Kosovo: Lessons for Final Status Negotiations. US Institute of Peace.

Zimmermann, W. (1998). The Demons of Kosovo. The National Interest, 52, 3–11.

Çeviri: Rusya-Ukrayna Krizi Egemenliğin Geleceğini Belirleyebilir

Bu yazı, Stewart M. Patrick’in “World Politics Review” için kaleme aldığı “The Russia-Ukraine Crisis Could Determine the Future of Sovereignty” makalesinden çevrilmiştir. Yazının aslını aşağıdaki bağlantıdan bulabilirsiniz:

The Russia-Ukraine Crisis Could Determine the Future of Sovereignty

 

Ukrayna-Rusya sınırındaki kriz, Avrupa güvenliğine doğrudan etkilerinin de ötesinde, küreselleşmenin onu modası geçmiş kıldığı yönündeki iddialara karşın, dünya politikasında düzenleyici bir ilke olarak devlet egemenliğinin süregelen önemini vurgulamaktadır. Aynı zamanda hükümetlerin durumsal ihtiyaçlarına göre bu ana prensibe başvurma, onu reddetme veya yeniden yorumlama eğilimini de açığa çıkarır. Aslına bakılırsa, günümüzde küresel denge, Rusya’nın tüm göz ardı etme girişimlerine karşın, Birleşik Devletler ve Avrupa Birliği’nin devlet egemenliğinin merkeziyetini yeniden temin etme ve savunabilmesine dayanır.

Bir düzeyde, Ukrayna’nın durumu, çoktandır devam eden Rusya ve Batı’nın egemenlik retoriğini tepetaklak etmiş gibi görünüyor. Vestfalya’nın başka devletlerin iç işlerine karışmama normunun Birleşmiş Milletler içerisindeki sözde şampiyonluğunu vaktiyle üstlenen Rusya, bugün komşusunun topraklarını işgal etmeye ve belki de onun bağımsızlığını yok etmeye hazır 100.000 asker görevlendirmiştir. Bu sırada, Soğuk Savaş’ın bitişinden beri “koşullu” egemenlik doktrinlerine (ki bu doktrine göre bir devletin terörizme destek sağlaması, kitlesel vahşet organize etmesi veya diğer kötü davranışlarda bulunması onun otoritesini geçersiz kılar) öncülük eden Batı ülkeleri, Rusya’nın eylemlerini dünya düzene bir tehdit olarak nitelendirerek ve Ukrayna’nın kendi jeopolitik hizalanmasını belirleme hakkı üzerinde direterek, sıkı egemenlik savunucularına dönüştü.

Tabii ki, gerçeklik bundan çok daha karmaşık. Kremlin’in geçmişte yapmış olduğu göstermelik devlet egemenliği savunusu, -Rusya’nın kendisi de dahil olmak üzere- otoriter rejimleri; Batı’nın insan hakları, demokrasi ve açık toplumları teşvik eden müdahaleci çabaları ve kimi zaman askeri müdahalelerinden korumaya ancak dar bir kapsamda odaklandı. Örneğin Rusya, kendisinin desteklediği Suriye’deki Beşar Esad rejimini kontrol etmek için başlatılan tüm BM Güvenlik Konseyi girişimlerini saptırdı.

Bu noktada, Rusya’nın siber uzay ve internet yönetişimine yönelik tutumu yol gösterici. Moskova, Rusya ve onun benzeri diğer “çete” devletlerinin interneti istedikleri şekilde yönetme hususunda mutlak bir ayrıcalığa sahip olduklarında ısrarcı ve Batı’nın fikir ve bilginin serbest akışına dayalı internet yönetişimi için uluslararası standartlar yaratma çabasını tanımıyor. Fakat aynı zamanda, Kremlin, 2016 ve 2020 ABD başkanlık seçimlerinde olduğu gibi sofistike yanlış bilgilendirme girişimleri ve seçim müdahaleleri de dahil olmak üzere, özgür ülkelerin siber meselelerine karışmakta pek az tereddüt ediyor.

Diğer yandan, Rusya “yakın çevre”sindeki devletlerin toprak bütünlüğü ve siyasi özerkliği konusunda çok az saygı gösteriyor. Rusya Başkanı Vladimir Putin’in 20. yüzyılın “en büyük felaketi” olarak tanımladığı Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden beri Kremlin, Moldova’nın ayrılıkçı Transdinyester ilinden Kazakistan’a kadar eski Sovyet topraklarındaki kontrolünü azimle genişletmeyi hedefledi. Rusya’nın 2008 yılındaki Gürcistan işgali ve daha da mühim olan 2014 yılındaki Kırım’ı ilhakı ve Ukrayna’nın Donbass bölgesindeki ayrılıkçı grupları silahlandırması bunun en dramatik örnekleri arasında sıralanabilir. Putin, Ukrayna ve Belarus’u açıktan açığa Rusya’ya dahil etmek için olmasa bile, münhasır bir nüfuz alanı içine katmakta kararlı duruyor. Batı’nın, Ukrayna’nın -AB şöyle dursun- NATO’ya katılma konusunda egemen hakkını elinde tutması gerektiği yönündeki ısrarı, Rusya’nın bu gündeminin laneti.

Ukrayna’nın durumu, çoktandır devam eden Rusya ve Batı’nın egemenlik retoriğini tepetaklak etmiş gibi görünüyor.

Putin tutumunu, Ukrayna’nın gerçek bir ülke olmadığını, Ukraynalıların ve Rusların “bir millet” olduğunu ve Ukrayna’nın gerçek egemenlik hakkından ancak Rusya’nın bir parçası olarak faydalanabileceğini söyleyerek meşrulaştırıyor. Bu tutum, bugünün Rus, Belarus ve Ukraynalılarının kökenlerini atfettikleri bir Ortaçağ Slav devleti olan Kyvian Rus’un anavatanı olarak Ukrayna’nın Rus ulusal kimliği için oluşturduğu sembolik önemden kaynaklanmaktadır. Bu argümana göre, nüfusunun üçte ikisi Rus olan Kırım’ın, Ukrayna’ya o dönemin Sovyet lideri Nikita Kruşçev tarafından 1954 yılında iki halk arasındaki “kardeşçe bağların bir sembolü” olarak verilmesi, Ukrayna’nın bir ulusal entite olarak yapaylığı yönündeki iddiaları güçlendiriyor.

Donbass’a gelince, Putin bölgeden 18. yüzyıl Rus İmparatorluğu tarafından kullanılan ismi ile, Novarossiya ya da Yeni Rusya adıyla söz etti. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’in 20 Ocak’ta Berlin’de yaptığı bir konuşmada açıkladığı üzere, Putin “bir işgalin temelini hazırlıyor çünkü Ukrayna’nın egemen bir ulus olduğuna inanmıyor.”

Putin’in tutumu, 1994 yılında Rusya, ABD ve Birleşik Krallık’ın ortaklaşa imzaladığı bir taahhüt olan ve nükleer silahlarından feragat etmesi karşılığında Ukrayna’nın bağımsızlığı ve egemenliğine saygı duyacaklarını kabul ettikleri Budapeşte Bildirisi’ni tanımıyor. Rusya’nın Kırım’ı 2014’te ele geçirmesinden beri, ABD, Birleşik Krallık ve AB sürekli Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün yeniden tahsis edilmesi, Moskova ve Kiev’in çatışmayı Donbass’ta düzenlenecek müzakerelerde çözmesi, Fransa ve Almanya tarafından aracılık edilen Minsk Anlaşmaları’nın bir başlangıç noktası olarak kullanılması gerektiği yönünde diretti.

Biden yönetimi ve AB’deki mevkidaşları, Avrupa’nın, özellikle de Almanya’nın, multi-milyarlık Kuzey Akım 2 doğal boru hattı projesinin tehlikeye atılması yönündeki endişelerine rağmen, birleşik bir cephe sergilediler. Geçtiğimiz hafta, NATO güçlerini beklemeye aldı ve birliklerini, uçaklarını ve donanma kuvvetlerini Doğu kanadına sevk etti: Estonya, Litvanya, Letonya ve Polonya. Blinken’e göre, Biden yönetimi Moskova ile temaslarında oldukça açıktı: “Ukrayna’nın egemenliği ve toprak bütünlüğü ile devletlerin kendi güvenlik düzenlemelerini ve ittifaklarını seçme hakkını da kapsayan korumaya ve savunmaya bağlı olduğumuz ana ilkeler olduğunu açıkça belirtiyoruz.”

Hal böyle olunca, trans-Atlantik dayanışması tarihsel ve Avrupa’nın yakın dönemli egemenlik deneyimleri -başkalarının değil fakat bu durumda kendi egemenlikleri- sayesinde çetrefilleşti. 1951’de Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun oluşturulmasından beri, kıta Avrupa’sının ülkeleri, Brüksel’deki Avrupa Komisyonu’nun uluslarüstü kurumları ve Strazburg’daki Avrupa Parlamentosu da dahil olmak üzere, ulusal egemenliği ortak çıkar doğrultusunda birleştirmek için kayda değer adımlar attı.

Bu çabalar, savunma alanına kıyasla ekonomik ve bir dereceye kadar dış politika alanlarında oldukça etkileyiciydi. Sonuç, ekonomik ve diplomatik olarak ağır sıklet fakat askeri anlamda ABD’nin askeri gücüne ve ABD NATO müttefik yüksek komutanlığına utanç verici derecede bağımlı tüy sıklet bir AB oldu. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Avrupa’nın ortak savunma yatırımlarını da kapsayacak şekilde bir “stratejik özerklik” -yalnız hareket edebilme kapasitesi- geliştirmesi gerektiğini AB liderleri arasında en sesli biçimde konuşan lider oldu. Nitekim, Avrupa, kendi aleyhine, Putin’in de lehine bir sivil güç olarak kalmaya devam ediyor. Dahası, ulusal egemenliğe yapılan ulus üstü saldırılar kimi AB ülkelerinde siyasi bir geri tepmeye yol açtı. En belirgin olarak Birleşik Krallık örneğinde de görülebileceği üzere, Brexit süreci hem blok içinde hem BK için küresel arzuları tartışılır şekilde zayıflattı.

Son olarak, ulusal egemenliğin kaybedilmesiyle ilgili irrasyonel korkuların -en iyi şekilde “Önce Amerika” sloganıyla da gösterildiği üzere- ABD dış politikasını derinden sarstığı ve en sadık müttefiklerini bile hayrete düşüren Birleşik Devletler, hala eski Başkan Donald Trump yönetiminin diplomatik kalıntılarından toparlanmaya çalışıyor.

Biden, o zamandan beri, ABD’nin NATO’ya, ABD-AB ortaklığına ve açık, kurallarla çevrili bir dünyanın savunmasına olan bağlılığını yeniden tasdik etti. Ancak Trumpizm’in Cumhuriyetçi Parti üzerindeki devam eden etkisi, özellikle 2024 başkanlık seçimlerinden sonra başka bir aşırı milliyetçi geri dönüş olasılığı göz önüne alındığında, politika yapıcılara ve yurt dışındaki kamuoyuna ülkenin güvenilirliğinden ve hegemonyasından şüphe duymaları için zemin verdi. Bu şüpheler, on yıllardır dünya düzenine yönelik en ciddi krizle karşı karşıya olan Batı’nın kararlılığında potansiyel bir kırılmaya kapı aralıyor.

 

Stewart Patrick, Dış İlişkiler Konseyi’nde (CFR) James H. Binger kıdemli üyesi ve “Egemenlik Savaşları: Amerika ile Dünyayı Uzlaştırmak” (Brookings Press: 2018) kitabının yazarıdır. Her Pazartesi WPR’da köşeyazısı yazar.

Derya AZER

 

ABD’deki Türk Diasporası’nın Etkileri ve Hukuki Statüsü

Özet

Uluslararası arenada küreselleşmenin etkisiyle gücün artık sadece devlet tekelinde olmadığı bir gerçektir. Buna istinaden uluslararası politikaları belirleyen devlet dışı pek çok aktör vardır. Bu ulusötesi aktörlerden biri de diasporalardır. Aslında diaspora toplulukları yüzyıllardır var olan topluluklardır; fakat, zaman içinde tanımı ve karakteristik özellikleri bir hayli değişime uğramıştır. Günümüzde diasporaların oldukça önemli bir konumda bulunduğunu ve kendi ekonomik, siyasi ve sosyal yöntemleriyle anavatanlarını ve ikamet ettikleri devletin dış politikasını şekillendirebildiğini görüyoruz. Sadece devlet bazında değil ayrıca başka devlet dışı ve devletlerarası aktörlerle de iş birliği içinde olup genel anlamda uluslararası politikayı etkileyebiliyorlar. Bunun haricinde diaspora topluluklarına tanınmış bazı özel hukuki düzenlemeler de mevcuttur. Çünkü iki devlet arasındaki ikili ilişkilere önemli katkıda bulundukları için bir araç olarak kullanılabilirler veya kendi ajandalarıyla devletlere baskı da uygulayabilirler. Bu açıdan bakıldığında bazı imtiyazlı haklara sahip olmaları politikalarını etkiliyor. Bu makalede de ABD’deki Türk diasporasının dış politikaya etkileri ve hukuki statüsü incelenecektir. Diaspora tanımı ve diaspora denildiğinde ne anlamalıyız sorusunun cevabı verildikten sonra ABD’deki Türk diasporasının tarihçesi ve ne tür bir etkisi/nüfuzu olduğu anlatılacaktır. En son ise Türk diasporasına verilen bir takım hukuki haklar ve bunun sebepleri incelenecektir.

Anahtar Kelimeler: Diaspora, vatandaşlık, ABD – Türkiye, anayasa, statüler.

Abstract

With the growing globalization in the international arena, it is evident that power is no longer in the monopoly of the state. In this sense, there are several non-state actors that define international politics, one of which is the diaspora. Although the definition and the characteristics of the diaspora communities have changed throughout history, they have been existing for many centuries. Nowadays, diasporas have the power to influence the foreign policies of their homelands and host states through economic, political, and social means. Not only do they have the ability to influence on the state level but also, they can influence by cooperating with other non-state and intergovernmental actors. On top of that, there may be some legal legislations implemented exclusively for diasporas. The reason for that is they can be used as tools for the bilateral relations between the homeland and the host states, or they can simply pressurize both states by their own agenda. From this perspective, their privileges affect their overall policies. In this paper, the effects of the Turkish diaspora in the US in the context of foreign policy and its legal status will be analysed. After ‘’What is to be understood by the term diaspora?’’ is explained, the history of the Turkish diaspora in the US along with its power will be examined. Finally, some legal privileges given to the Turkish diaspora and possible reasons for that will be explained.

Keywords: diaspora, citizenship, US-Turkey, constitution, status.

Giriş

Etimolojik olarak analiz edildiğinde “diaspora” terimi Yunancadan türetilir ve “yayılmak/saçılmak” anlamına gelir. Diaspora; savaşlar, ekonomi, din, toplum vb. gibi çeşitli nedenlerle kendi vatanlarından gönüllü veya istemsiz olarak yabancı topraklara göç etmiş insanlar için kullanılan genel bir ifadedir. Normalde, diaspora sürgün veya ceza gibi olumsuz çağrışımlarla ilişkilendirilir. Örneğin, Yahudilerin ve Ermenilerin deneyimleri klasik örneklerdendir. Bununla birlikte, diğer göçmen topluluklar da bugün diaspora olarak sınıflandırılabilir. Sonuç olarak, artan küreselleşmeyle beraber kavramın genişlediğini gözlemliyoruz. Safran (1991: 83), bir diasporanın birçok farklı özelliğe sahip olduğunu öne sürmektedir. Örneğin, anavatan hakkında kolektif bir hafızaya sahiptirler, bu da o diaspora üyelerine anavatanı yeniden inşa etme hissi verirken, ev sahibi ülke tarafından reddedilme duygusu yaratıyor; özellikle de diaspora grubu hakkında birtakım olumsuz genellemeler mevcutsa.

Peki diasporanın önemi nedir? Diasporalar bir nevi anavatan ve yaşadıkları ülke arasında köprü görevi görürler. Bu sebeple iki devlet arasındaki ikili ilişkileri de önemli ölçüde etkiliyorlar. Örneğin, lobicilik faaliyetleriyle ev sahibi ülkenin politikalarını etkilerken, anavatanlarının da siyasi ajandasını etki altına almaya çalışabilirler. Üstelik toplum içindeki sosyal ve politik güçleri ekonomik gücü de beraberinde getiriyor. Çünkü ekonomik yatırımları ve ticari girişimleri piyasaları oldukça etkiliyor. Öte yandan, ev sahibi devlet ekonomik ilişkilerden yararlanabilirken, anavatan ise güçlü ve örgütlü bir diasporasını global düzeyde gücünü ve etkisini arttırmak için kullanabilir (Yaldız, 2013: 314). Bu açılardan bakıldığında diaspora hem anavatan ve hem de ev sahibi devlet için oldukça değerli olan ve dış politikayı etkileyen önemli bir ulusötesi aktördür. 

Küreselleşme sayesinde, çok önemli bir ulusötesi aktör haline gelen ‘diaspora’ anavatanları ile ev sahibi ülkeler arasındaki ilişkileri yönetmede ve uluslararası politikadaki diğer aktörleri anavatan devletlerini tercih etmeleri için etkilemede rol alabilirler. Bunun bir sebebi diasporalarda görülen ‘’anavatana hizmet’’ anlayışıdır. Özellikle ev sahibi devletin rejimi diasporanın mobilizasyonu ve ajandası için oldukça belirleyicidir ve ikamet ettikleri ülkede deneyimledikleri siyasi, sosyal ve ekonomik fırsat sistemlerine dayanmaktadır. Çünkü bir diasporanın nüfuzlu olabilmesi için yatırımlarının kuvvetli olması ve ülkenin parlamenter sistemi içinde olması gerekir. Brinkenhoff (2011), diasporaların anayurtlarını işçi dövizleri, insan sermayesi, hayırseverlik, miras turizmi ve vatandaşlık faaliyetleriyle desteklediğini, anavatanları ve ev sahibi devletleri çok taraflı ilişkiler kurmaya zorladığını vurgulamaktadır. Bu nedenle, diasporaların idaresi için kurulan organizasyonlar son yıllarda çoğalmıştır. Bu kurumlar devlet temelli olabileceği gibi uluslararası kuruluşlar tarafından da oluşturulabilir.

ABD’deki Türk Diasporası

21. yüzyılda diaspora kavramının genişletilmiş tanımı birçok etnik ve dini grubu içermektedir. Bunlardan biri Türk diasporasıdır. Aslında Türk diasporasının evrimi oldukça istikrarsızdı. Bunun başlıca sebebi diaspora teriminin kendi başına çok olumsuz ve zayıf bir şey olarak algılanmasıdır. Bu nedenle Türk hükümeti, Türk göçmenlerine kayıtsız kaldı ve bu da halk ile devlet arasında birlik eksikliğine neden oldu. ABD’deki Türk diasporası incelenecek olursa, Türk hükümetinin kendi diasporasıyla ilgili bakış açısının çok değiştiği görülebilir. Tarihsel olarak bakıldığında Türkiye’den ABD’ye üç göç dalgası yaşanmıştır: 1820-1920, 1950-1970 yılları arasında ve 1980’lerin ortalarından sonra (Senouci, 2016: 32). Her bir göç dalgası kendi içinde farklılıklar taşıyordu. Pak (1994) şu şekilde özetliyor; ilk dalga genel anlamda siyaseti pek etkilememiştir, çünkü çoğunlukla eğitim amaçları nedeniyle ABD’ye göç ettiler ve anavatana geri dönmeyi umuyorlardı. Ancak ikinci dalga kendi içinde yerel dernekler kurmaya başladı. Bu, esas olarak Kıbrıs sorununun yol açtığı siyasi kargaşa ve Yunan lobisinin düşmanca faaliyetleriyle ilişkiliydi. Öte yandan, üçüncü dalga örgütler aracılığıyla ulusal ölçekte koordine olmaya başladı.

Türk diasporasının zaman içinde Türk-ABD ilişkilerini de büyük ölçüde etkilediği söylenebilir. 1970’lerden bu yana incelendiğinde Kıbrıs sorunun Türk lobicilik faaliyetlerinde bir artışa sebebiyet verdiği gözlemlenebilir. Ancak, Türk lobiciliğinin önündeki en önemli engeller her zaman için Yunan ve Ermeni lobisi olmuştur. Bu durum doğal olarak Türkiye’nin sadece ABD ile değil aynı zamanda Yunanistan ve Ermenistan’la da ilişkilerini -siyasi ve ekonomik- olumsuz yönden etkilemiştir. Bu da diasporaların kendi anavatanlarındaki siyasi iklimi ne denli etkilediğini göstermektedir. Çünkü hükümetlerle beraber kamuoyunun da belirli bir doğrultuda şekillenmesi hükümete yapılan baskıyı arttırıyor. ABD’deki Türkler genel anlamda öbür etnik gruplara topluma daha iyi entegre olması ve daha küçük bir topluluk olması açısından farklılık göstermiştir (Pak, 1994). Ancak bu durum Türk topluluğunun ABD toplumunda zayıf bir şekilde temsil edilmesine yol açmıştır. 

Türk diasporasının önündeki bir diğer engel de imajdı. Şöyle ki, Türk toplumuna karşı yerleşmiş önyargılar vardı. Zaten Türkiye ve ABD arasında da insan hakları, Ermeni sorunu, Kürt sorunu halihazırda olan problemlerdi. Ermeni ve Yunan lobisinin de desteğiyle bu problemler özellikle medya tarafından kamuoyunun gözüne sokuluyordu. Uluslararası medya diasporalar tarafından kendi politikalarını kovalamak adına yaygın kullanılan bir araçtır. Yani bu açılardan Türkiye’nin ve Türkiye’yi temsilen Türk diasporasının bir itibar sorunu vardı. Bu itibar sorunu Türkiye’nin ABD’yle ve AB ülkeleriyle ilişkilerini zaten 1990’lı yıllar boyunca bozmuştu. Ayrıca Türkiye’nin AB’ye tam üye sıfatıyla girmesini de oldukça zorlaştırıyordu. Bunu takiben 2000’li yıllardan beri Türkiye’nin diaspora politikasında değişiklikler oldu. Öncelikle Türk göçmen topluluğu resmi olarak diaspora olarak tanındı. Daha sonra, diasporanın imaj düzeltimi için ve ekonomik çerçevedeki önemi kullanılmaya başlandı. Akçapar ve Aksel (2017: 140) AKP hükümetinin çok yönlü dış politika anlayışı sonucu diasporayı hem yumuşak güç olarak hem de uluslararası arenada yükselen bir güç olmak için bir araç olarak kullandığını öne sürüyor. Türkiye, devlet önderliğindeki ulus aşırılaşmayı gerçekleştirmek ve nüfuzunu ve kontrolünü artırmak amacıyla diasporasıyla bağlantısını artırmıştır (Akçapar & Aksel, 2017: 156). Örneğin, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı 2010’da kurulmuştur. İlaveten, iletişimin kesilmemesi için diplomatik yollarla yeni iletişim kanalları da açılmıştır. Diasporaya yönelik bazı imtiyazlar da tanınmıştır. Bu genellikle hukuki düzenlemeler yoluyla yapılmıştır. Örneğin, oy hakkı ve çifte vatandaşlık hakkı düzenlenmiş ve genişletilmiştir.

Çok (Çifte/Çoklu) Vatandaşlık

Türk diasporası, Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında yaşayan Türkleri yahut Türk vatandaşlarını ifade etmektedir. Türk diasporasının öznesi, Türkiye dışında yaşayan Türk vatandaşlarıdır. Bu ifadeden bahisle Anayasada Türk tanımının açık izahatı dışında bir de Türk Vatandaşlığı Kanunu’na bakmak ve açıklamalara yasal zemin oluşturmak gereklidir.

Türk vatandaşlığı, Anayasa’nın 66. maddesinde yer alan “Türk Vatandaşlığı” başlığı altında “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” ifadesiyle tanımlanmıştır (Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, t.y.). Bu tanım “Türk” sözcüğünü oldukça geniş manada ifade etmektedir. Türk vatandaşlığının ne anlama geldiğini yine yasal bir zeminde ifade edecek olursak 5901 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunu ikinci bölüm üst başlık Türk Vatandaşlığının Kazanılması madde 5’e göre “Türk vatandaşlığı, doğumla veya sonradan kazanılır” olarak ifade edilmiştir (Türk Vatandaşlığı Kanunu, 2009). Doğumla kazanılmasının esasen ne anlama geldiği kanunun 6. maddesinde “Doğumla kazanılan Türk vatandaşlığı, soy bağı veya doğum yeri esasına göre kendiliğinden kazanılır. Doğumla kazanılan vatandaşlık doğum anından itibaren hüküm ifade eder.” şeklinde açıklanmıştır (Türk Vatandaşlığı Kanunu, 2009). Sonradan kazanılan vatandaşlık için ise Kanun madde 9’da “Sonradan kazanılan Türk vatandaşlığı, yetkili makam kararı veya evlat edinilme ya da seçme hakkının kullanılması ile gerçekleşir.” şeklinde bir tanım yapma yoluna gitmiştir (Türk Vatandaşlığı Kanunu, 2009). 

İfade edildiği üzere Türk vatandaşlığının kazanılmasında, kanunda düzenlenen yasal bağlar dışında herhangi bir ölçüt aranmamıştır. Esasen Türkiye, kişiye vatandaşlık kazandırırken, kişi zaten başka bir ülkenin vatandaşıysa bu hak ona bahşedilemez gibi bir ifadeye yer vermemiştir. Aksine Türk Vatandaşlığı Kanunu “çok(çifte/çoklu) vatandaşlık ve Mavi Kartlılar hususunda birtakım düzenlemeler yer almış ve bu hususta kişilerin önünü açma gayretinde bulunmuştur. Çifte/çok vatandaşlık durumları, birden çok devletin vatandaşlık ilişkisinden doğan hak ve yetkilerini aynı kişi üzerinde kullanmalarına imkân sağladığı için diplomatik himaye hakkının ileri sürülmesi, yetkili mahkeme ve uygulanacak hukukun tayini, askerlik yükümlülüğü ve nüfus kayıtlarının tutulması gibi konularda çıkabilecek olumlu vatandaşlık uyuşmazlıklarına hukuki zemin hazırlamaktadır (Güngör: 26.). 5901 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunu madde 44; 

“Herhangi bir nedenle yabancı bir devlet vatandaşlığını kazanan kişilerin, bu durumlarına ilişkin belgeleri ibraz etmeleri ve yapılacak inceleme sonucunda kayden aynı kişiler olduklarının tespiti hâlinde, nüfus aile kütüklerindeki kayıtlarına çok vatandaşlığa sahip olduklarına dair açıklama yapılır.” (Türk Vatandaşlığı Kanunu, 2009).

şeklinde bir düzenlemeye yer vermiştir. Bu hükümden bahisle kişilerin Türk vatandaşlığına sahip olmasının yanı sıra yabancı ülke vatandaşlığına da haiz olabilecekleri anlaşılmaktadır. Bu hususta kanunda herhangi bir engele yer verilmemiştir. Çoklu vatandaşlık ifadesinin kanunda geçmesiyle esasen vatandaşlık sayısı hususunda herhangi bir sınırlandırmanın da yer almadığı görülmektedir.

Amerika Birleşik Devletleri’nde ise çifte/çok vatandaşlığı engelleyen kanuni bir düzenleme yoktur. Fakat yasal olarak da karşıt hiçbir eylemde bulunmamaktadır. Amerika Birleşik Devletleri’nde çifte/çoklu vatandaşlığa ilişkin iki karşıt görüş öne çıkmaktadır. Bunlardan birincisine göre çifte vatandaşlığın yaygın imkanlar sunduğunu ve daha fazla göçmenin bu hususta desteklenmesi gerektiği yönündedir. 11 Eylül 2001 terör saldırısından sonra sayıları artan birinci görüşe karşıt düşünenlere göre, çifte/çok vatandaşlığın entegrasyonu zedeleyeceğini, refah seviyesini azaltacağını ve uyuşmazlık hallerinde Amerikan menfaatlerini tehlikeye sokacağını vurgulamaktadırlar. Uygulamada, vatandaşlık başvurusunda bulunan kişinin asli vatandaşlığından çıkıp çıkmadığına bakılmamakta, kişinin asıl vatandaşlığını kazandığı devlete Amerikan vatandaşlığını kazandığı hakkında herhangi bir bildirimde bulunulmamaktadır. Bu nedenle ne Amerikan devleti ne de asıl vatandaşlığın edinildiği devlet, kişinin çifte/çok vatandaş olduğunu bilemeyebilir (Martin, 2013: 190). Soy bağı esası; Türk hukukunda olduğu gibi, çifte/çok vatandaşlığın doğumuna sebep olan başlıca hallerden olmakla beraber vatandaşlığın kazanılmasında kendisinden vazgeçilemeyen bir prensiptir (Nomer, 1994: 56). Soy bağı esası (jus sanguinis) ve toprak esası (jus soli) Amerika Birleşik Devletleri’nin vatandaşlık kazanımında oluşturduğu sistemin karma bileşenlerini oluşturmaktadır. Esasen ABD, çifte/çoklu vatandaşlık hususunda muhafazakâr bir tutum sergilememektedir denilebilir.

Yurt Dışında Yaşayan Türklerin Oy Kullanma Hakları

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 67. maddesi Türk Vatandaşlarının “seçme, seçilme ve bağımsız olarak veya bir siyasi parti içinde siyasi faaliyette bulunma ve halkoylamasına katılma hakkına sahip” olduğunu belirtmektedir (Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, t.y.). 1950 yılına kadar yurt dışında yaşayan Türklerin nasıl oy kullanacağına dair bir düzenleme bulunmamaktaydı. 1950 yılında çıkarılan seçim kanunu ile yurtdışında olanların da seçmen olarak kaydedilmesinin önü açılmış oldu. Fakat Türk diasporası, oy kullanabilmek için ülkeye gelmek zorundaydı. Son yapılan yasal düzenlemelerden sonra yurt dışında kurulan sandıklarda oy hakkını kullanan Türk diasporasının oyları ülke genelinde partilere dağıtılmaktadır. Yurt dışında yaşayan Türkler genel seçimlerde oy kullanabilmektedir. Oy hakkının genişletilmesi olası bir seçimde mevcut hükümetin devamlılığını korumasına katkı sağlayabilir. Bu da diasporanın anavatanı doğrudan etkilemesi demektir. Buna karşın, yurt dışı seçmen kütüğüne kayıtlı seçmenler, 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanunun 94/A maddesinin 3’üncü fıkrası uyarınca, yerel seçimlerde oy kullanamazlar. 

ABD, bünyesinde barındırdığı Türk Diasporasının, Amerika’da yapılan seçimlerde oy kullanabilmesi hakkında cevaz vermiş midir? sorusu akıllara gelebilmektedir. Bu sorudan hareketle, Amerikan Bildirgesi’nin 20. maddesine göre, fiil ehliyetine sahip herkes, doğrudan ya da temsilcileri aracılığıyla kendi ülkesinde, gizli, periyodik ve özgür genel seçimlere katılma hakkına sahiptir. Bildirinin bu maddesine göre seçme ve seçilme hakkı yalnızca vatandaşlara tanınmış bir haktır. Buna karşın Amerikan Anayasa Mahkemesinin 1974 yılında verdiği kararda; oy kullanma hakkı anayasal bir hak olarak değil, temel insan hakkı olarak kabul edilmiştir. Karara göre vatandaşlık, oy kullanmak için gerekli bir koşul değildir. Böylece oy kullanma hakkının sadece vatandaşlara değil yabancılara da tanınabileceği kabul edilmiştir (Harper-Ho: 493).

Cumhurbaşkanlığı seçiminde ABD’deki Türk Diasporası oylarını başkonsoluklar, büyükelçilikler, limanlar, hava alanları, gümrük kapılarında kullanma imkânı bulmuşlardır. Katılım oranı %29,6 olmuştur. Türklerin yoğun olarak yaşadığı ve yaklaşık bir buçuk milyon Türk seçmeni içinde barındıran Almanya’daki katılım oranı %45,7 olmuştur. ABD’deki bu katılım oranı, Almanya Türk diasporası ile kıyaslandığında oldukça geride kalmıştır (Anadolu Ajansı, 2018).

Sonuç

Diasporalar yüzyıllardır var olan ve farklı şekillerde tanımlanan topluluklardır. Günümüzde küreselleşmenin etkisiyle uluslararası arenada önemli aktörler haline gelmişlerdir. Çünkü hem anavatanlarını hem de ikamet ettikleri ülkenin ikili ilişkilerine ve dış politikalarını etkileme gücünü sahiptirler. Hatta bir takım hukuki imtiyazlara da sahiptirler. Bu kâğıtta bu imtiyazlar/haklar ABD’deki Türk Diasporası özelinden incelenmiştir.

Aybüke AKİT

Sena HASANHANOĞLU

Uluslararası Hukuk Staj Programı

 

Kaynakça

Akçapar, Ş. K., & Aksel, D. B. (2017). Public diplomacy through diaspora engagement: The case of Turkey. Perceptions: Journal of International Affairs, 22(3), 135-160.

Amerika Birleşik Dev. Seçim Sonuçları – 24 Haziran 2018 Genel Seçim. (2018). Yeni Şafak: https://www.yenisafak.com/secim-2018/yurtdisi-abd-secim-sonuclari

Brinkerhoff, J. M. (2011). Diasporas and conflict societies: conflict entrepreneurs, competing interests or contributors to stability and development?, Conflict, Security & Development, 11(2), 115-143.

Karademir, E. (2018). Türk hukukunda çifte/çok vatandaşlıktan kaynaklanan sorunlar. Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 20(1), 239-264.

Martin, P. (2013). “US Experience With Double Citizenship”, Vatandaşlık, Göç, Mülteci ve Yabancılar Hukukundaki Güncel Gelişmeler (Ed. Hailbronner, Kay/Tiryakioğlu, Bilgin/Küçük, Esin/Schneider, Katja), (2. baskı.) Türkiye Barolar Birliği Yayınları, (175), Ankara.

Nomer, E. (1994). Türk devletler özel hukukunda çifte vatandaşlık (Çifte Vatandaşlık), Milletlerarası Hukuk ve Özel Hukuk Bülteni, 14(1-2), 56.

Öztürk, N. (2013). Yabancıların yerel seçimlerde oy kullanma hakkı. Public and Private International Law Bulletin, 33(1), 125-168.

Pak, M. A. (1994). Lobbying in the United States: reputation management of Turkey. (Doctoral dissertation, Bilkent University).

Safran, W. (1991). Diasporas in modern societies: myths of homeland and return. Diaspora: A journal of transnational studies, 1(1), 83-99.

Senouci, F. M. (2016). The Turkish diaspora in the United States: immigration and identity formation. International Journal of Academic Research and Reflection, 4(2), 32-39.

Türk Vatandaşlığı Kanunu. (2009). Resmi Gazete: https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2009/06/20090612-1.htm

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası. (t.y.). TBMM: https://www5.tbmm.gov.tr//develop/owa/tc_anayasasi.maddeler?p3=66

Türkiye Seçimlerinde Oy Kullanma. (t.y.). T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı: https://www.ytb.gov.tr/soru-cevap/turkiye-secimlerinde-oy-kullanma 

Yaldız, F. (2013). Diaspora kavramı: tarihçe, gelişme ve tartışmalar. Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları (HÜTAD), 18(18), 289-318