Home Blog Page 290

Realizm

Realizm uzun bir tarihsel sürece sahiptir. Bu görüşü daha M.Ö. 5 bin yılında Yunan tarihçi Thucydides’in eserinde görmek mümkündür. Aynı yaklaşımla 16. yüzyılda Machiavelli, Prens isimli eserini yazmıştır. 17. yy. düşünürlerinden Hobbes da güç dengesi konusundaki fikirleriyle realizmin oluşumuna katkıda bulunan düşünürlerden olmuştur.

Eğitim Zayiatı

Fotoğrafçı Anıl Çizmecioğlu, Eğitim Zayiatı isimli belgeselinde zorunlu askerlik sırasında yaşanan kaza, kavga, intihar gibi sebepler gösterilerek hayatını şüpheli şekilde kaybeden gençlerin hikayelerinin izini sürüyor. Belgeselde çocuklarını kaybeden ailelerle yapılan görüşmelere ve bizzat ailelerin anlatımına yer verilmiş.

Cenevre-II Müzakereleri Suriye’de Neyi Değiştirecek?

22 Ocak Çarşamba günü Suriye’nin geleceğine yön verme noktasında önemli bir dönüm noktası olması beklenen Cenevre Görüşmeleri’nin ikincisi, BM gözetiminde ve ABD ile Rusya’nın liderliğinde gerçekleştirilecek. Suriye’de süregelen iç savaşın başından bu yana birçok aktör sürece müdahil olmuştur.

Balkanların Dünü, Bugünü ve Yarının Tahayyülü

0

“Balkanların Dünü, Bugünü ve Yarının Tahayyülü” başlıklı çalıştayımız, TUİÇ Balkan Araştırmaları Merkezi (TUİÇ BALKAM) ve Yıldız Teknik Üniversitesi ‘Balkan ve Karadeniz Araştırmaları Enstitüsü’ (BAL-KAR) işbirliği ile 18 – 19 Şubat 2014 tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleştirilecektir.

TUİÇ Yuvarlak Masa Toplantısı: ‘’ Yunanistan’daki Batı Trakya Türkleri’’

0

18 Ocak 2014 Cumartesi günü saat 14.00’da BİLGESAM Uluslararası İlişkiler Koordinatörü Orhan DEDE ile TUİÇ Derneği ofisinde yuvarlak masa toplantısı yapılacaktır. ‘’Yunanistan’daki Batı Trakya Türkleri’’ konusunun konuşulacağı yuvarlak masa toplantımıza ilgi duyan herkesi bekleriz..

“Yugoslavya”nın AB Üyeliği

0

Yugoslav Savaşları’nın ardından geride bıraktığımız yıllar eski Yugoslavya ülkeleri için oldukça sakin geçti. İçinde bulunduğumuz günlerde, bölge ülkeleri için AB üyeliği hayalleri Yugoslavya nostaljisinin yerini almış gibi görünüyor.

1 Temmuz 2013 itibarıyla Hırvatistan AB’nin 28. üyesi olarak topluluğa girmiş bulunmakta ve tüm dikkatler artık Sırbistan ve Bosna-Hersek’e çevrilmiş vaziyette. Şayet Sırbistan’ın ve Bosna-Hersek’in AB hayalleri gerçekleşirse şüphesiz ki bu ikilinin AB yapısı içerisinde takınacakları tutum merakla beklenmektedir.

Hırvatistan’ın AB üyeliğinin hemen ardından akıllara şu sorusu geldi: Hırvatistan, Sırbistan ve Bosna-Hersek uzun yıllar Yugoslavya’nın politik çatısı altında bulunmuşken nasıl oldu da Hırvatistan ve Slovenya eski Yugoslavya ülkelerine göre bir anda bu kadar farklılaştılar?

Muhtemelen bu sorunun cevabını Slovenya ve Hırvatistan’ın dilsel, dinsel ve kültürel kimliklerinde aramak yerinde olacaktır. Her şeyden önce Hırvatistan ve Slovenya “Yugoslav günlerinden” beri milli kimlikleri öbür üye ülkelere nazaran çok daha batılıydı. Şüphesiz ki bu iki ülkenin Latin Alfabesi kullanmaları, geniş oranda Katolik inancını benimsemeleri Batı Avrupa tarafından son derece sempatiyle karşılanmıştır. Daha açık bir ifadeyle Batı Avrupa ülkelerine göre bu iki ülke eski Yugoslavya’yı oluşturan tipik Balkan ülkelerinin çok ötesindeydiler.

Öte yandan göreceli olarak gelişmiş ekonomileri de Yugoslav ekonomisinin genel özelliklerinden farklılık arz ediyordu. Bu iki ülkenin bahsedilen artıları onların AB üyelik süreçlerini ciddi anlamda hızlandırmıştır demek yerinde olacaktır.

Tam bu noktada Hırvatistan ve Slovenya’nın AB üyeliklerinin ardından Sırbistan ve Bosna-Hersek’in durumları ne olacak sorusu politik zihinleri ziyadesiyle yormaktadır.

Öncelikle bir nokta artık açıklığa kavuşmuştur ki artık etnik milliyetçilik ve savaş paranoyası eski Yugoslavya ülkeleri için kabul gören siyasal enstrümanlar değildir. İkinci önemli nokta ise hem Sırbistan hem de Bosna-Hersek dış politika yapıcıları AB üyeliğini gerek 1990’ların kötü izlerini silmek için gerekse de ülkelerinin modernizasyon süreçlerini hızlandırabilmek için kilit unsur olarak görmektedirler.

Her ne kadar siyasal elitler açısından etnik milliyetçilik kartı geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiş olsa da bölge halkları açısından hala alınması gereken uzun bir yol göze çarpmaktadır. Özellikle Brçko Bölgesi ve Preşeva gibi etnik açıdan kilit öneme haiz şehirler her zaman için etnik çatışmaya yol açabilme potansiyeline sahiptir. Sırbistan açısından olumlu bir gelişme savaş suçlularının yakalanmasına ilişkin problemlerin çözülmüş olmasıdır.

Öte yandan ne yazık ki Bosna-Hersek için mevcut durum çok umut verici değildir. Öbür eski Yugoslavya ülkelerinin aksine Bosna-Hersek’in milli bütünlüğü halen uluslararası toplumun bölgedeki varlığına ve dış yardımlara sıkı sıkıya bağlıdır.

Ekonomik nedenlerden ötürü uluslararası toplumun bölgeden çekilmesi durumunda Bosna-Hersek’in yeniden yapılanma süreci ve haliyle AB üyelik süreci çok ciddi bir yara alacaktır. Hatta AB üyeliğinin Bosna-Hersek için bir ütopyadan ibaret olması olasıdır.

Sırbistan ve Bosna-Hersek ekonomilerinin kırılganlığı ve bunun yanında insan hakları ihlalleri elbette ki AB açısından kabul edilemez eksikliklerdir ancak iki ülke için de en umut verici nokta ülke siyasi elitlerinin AB üyeliği konusundaki samimi istekleri ve çabalarıdır.

Son tahlilde her iki ülkeyi de çok zorlu bir müzakere süreci bekliyor olsa da, Sırbistan’ın AB yolunda Bosna-Hersek’e göre biraz daha önde olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Her iki ülkenin de demokrasinin konsolidasyonu, hukukun üstünlüğü ve milli ekonomileri üzerinde yapacakları ilerlemeler bu ülkelerin AB’ye ne zaman üye olacakları sorusunun cevabını verecektir.

Bosna-Hersek açısından ise kendi kendine yeten bir devlet olabilme hususunda Dayton sistemi Bosna’nın en büyük problemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Her şeyden önce Bosna-Hersek, işler bir devlet sistemine sahip olabilmek adına gerekli modernizasyon çalışmalarına ve ekonomik kalkınmasına hız vermek durumundadır.

Şüphesiz ki AB’nin kendine has dinamikleri de önümüzdeki genişleme dalgasının zamanlamasını ve içeriğini belirleyecek en önemli unsur olacaktır.

Yrd. Doç. Dr. Yiğit Anıl GÜZELİPEK

Çankırı Karatekin Üniversitesi Öğretim Üyesi

[email protected]

Mısır Darbesi -Mursi’nin gidişi Sisi’nin gelişi 3 Temmuz 2013-

0

Konuya başlamadan önce sizleri biraz eskiye götürmek istiyorum. 1948 yılında İsrail’in kurulması ile Mısır önderliğindeki Arap ülkeleri 1948, 1967 ve 1973 yıllarında bu yeni ülkeye savaş açtılar. Taa ki dönemin Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Enver Sedat[1]’ın İsrail ve Kudüs ziyaretine kadar. Enver Sedat Yom Kippur savaşından sonra 1975’te Sovyetler Birliği ile ilişkilerini kesmiş, 19.10.1977 yılında İsrail ile Kudüs ziyaretleri sonrasında İsrail ile ilişkiler düzelme yoluna girmiştir. 17 Eylül 1978 tarihinde ise ABD başkanı Jimmy Carter arabuluculuğu sayesinde İsrail ile barış için masaya oturmuştur. Ve sonuç olarak Camp David Sözleşmesini imzalamıştır.

Yakındoğu Bülteni

TUİÇ Yakındoğu Bülteni (21 Şubat- 27 Şubat 2014)

TUİÇ Yakındoğu Bülteni (13 Şubat- 20 Şubat 2014)

TUİÇ Yakındoğu Bülteni (6 Şubat- 13 Şubat 2014)

TUİÇ Yakındoğu Bülteni (1 Şubat- 6 Şubat 2014)

TUİÇ Yakındoğu Bülteni (24 Ocak- 31 Ocak 2014)

TUİÇ Yakındoğu Bülteni (16 Ocak- 24 Ocak 2014)

TUİÇ Yakındoğu Bülteni (9 Ocak-16 Ocak 2014)

TUİÇ Yakındoğu Bülteni (2 Ocak-13 Ocak 2014)

Neden Enerji Güvenliği?

Günümüz dünyasında insanoğlu ve devletlerin varlıklarını sürdürebilmelerini sağlayan ilkin unsurlardan biriside kuşkusuz enerji kaynaklarıdır. Enerji kaynaklarının bu denli hayati öneme sahip olması ise zaman içerisinde enerji güvenliği algısını da beraberinde ortaya çıkarmıştır.

Orta Afrika Cumhuriyeti’nde İç Savaş Sona mı Eriyor?

Afrika’nın kuzeyi hiç bitmeyecek gibi görünen ve genel itibarıyla etno-kültürel ve dinsel motivasyona eklemlenmiş iktidar mücadeleleri ve iç savaşlar ile sarmalanmış durumdadır. Bu tarz bir iktidar mücadelesinin görüldüğü ülkelerden biri de, dünyanın en fakir ülkelerinden biri olarak bilinen Orta Afrika Cumhuriyeti’dir.

Orta Afrika Cumhuriyeti’nde İç Savaş Sona mı Eriyor
Orta Afrika’da kurtarılan çocuk askerler.

Mart 2013’te silahlı bir milis grubunun devlet başkanı Francois Bozizé‘yi devirerek kontrolü ele aldığı ülkede, Aralık ayında artan silahlı çatışmalar sonucunda binden fazla sivil hayatını kaybetmiş, yüzbinlercesi de evlerini terk ederek BM kamplarına ya da komşu ülkelere sığınmıştır. Orta Afrika Cumhuriyeti’nde yaşanan iç savaşın bölgesel, toplumsal ve siyasal bağlamda ele alabileceğimiz birkaç nedeni bulunmaktadır.

Orta Afrika Cumhuriyeti, Afrika’nın kuzeyinde yer alan ve 1960 yılında Fransa’dan bağımsızlığını kazandığı günden bu yana bir türlü istikrara kavuşamamış bir ülke konumundadır. Önceleri Jéan Bedel Bokassa’nın tek adam olarak yönettiği ülke, 1979’da ülkedeki Fransız askerlerinin de içerisinde bulunduğu ve David Dacko’nun önderliğini üstlendiği bir askeri darbenin başarıya ulaşması ile birlikte bugüne dek süregelen darbe ve karşı darbe hareketliliği içerisinde salınmaya başlamıştır. Ülkede çok partili bir rejimin yapılandırılmasına izin veren André Kolingba ile onun ardından göreve gelen ve 2003’te yine bir darbeyle devrilen Ange-Félix Patasse, bu bahtsız Afrika ülkesinin diğer önemli liderleri olarak bilinmektedir.

Bu siyasal istikrarsızlığa paralel olarak, Orta Afrika Cumhuriyeti’nin ekonomik anlamda çok kötü bir pozisyona sürüklendiğini söyleyebiliriz. Öyle ki, bugün itibarıyla ülkede kişi başına düşen milli gelir 700 dolar civarındadır. Üstelik gelir dağıtımındaki adaletsizlik nedeniyle nüfusun çok büyük bir bölümü 700 doların da çok altında bir gelir ile hayatta kalmaya çalışmaktadır. 4,5 milyonluk nüfusun önemli bir bölümü ülkenin güneyinde tarıma elverişli bölgelerde yaşamaktadır. Orta Afrika Cumhuriyeti’ne ekonomik girdi sağlayan en önemli “ürün” ise elmas ihracatıdır. Yasadışı yollarla yurtdışına gönderilen elmas miktarının, kayıt altına alınmış elmas ihracatının birkaç katına ulaştığı yönünde değerlendirmeler de bulunmaktadır.

Orta Afrika Cumhuriyeti, etno-kültürel ve özellikle dinsel ayrımların çok önemli olduğu bir ülkedir. Üstelik bu ayrımlar coğrafya bazında da karşılık bulmaktadır. Ülkenin Kamerun, Kongo ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ne sınır olan güney ve batı bölgeleri Hristiyanların yaşadığı ve tarıma elverişli topraklarından ötürü nüfus yoğunluğunun yüksek olduğu topraklardır. Başkent Bangui de bu topraklarda konumlanmıştır. Kuzey ve kuzeydoğuda, yani Sudan ve Çad sınırında ise Müslümanlar konumlanmıştır. Ülke nüfusunun çoğunluğunu (en az %50’sini) Hristiyanlar oluşturmaktadır. Müslümanlar ise %10-15’lik oranları ile Hristiyanları takip etmektedir. Nüfusun geri kalan kısmının ise yerel Afrika dinlerine inandığı söylenmektedir.

Nüfusun dini kompozisyonu önemlidir. Zira Mart 2013’te gerçekleştirilen darbenin arkasında ve bugün ülke topraklarında yaşanmakta olan iç savaşın ardında Hristiyanlar ile Müslümanların, ülke yönetimine ve iktidar paylaşımına ilişkin anlaşmazlıkları yatmaktadır. Ülke bağımsızlığa kavuştuğu günden beri, hiçbir dönemde Müslüman bir devlet başkanı olmamıştır. Bu durum, azınlıkta olan Müslüman toplumunda ciddi bir tepkiye yol açmaktadır. Zira siyasal kontrolü her daim elinde tutmakta olan Hristiyanlar, Müslümanlara karşı, siyasal ve ekonomik anlamda ayrımcılık uygulamaktadır. Mart 2013’te, devlet başkanlığı koltuğunda oturan General Francois Bozizé’yi deviren SELEKA (ittifak anlamındadır) milisleri ve onlara liderlik yapan Michel Djotodia ise Müslümandır.

Darbenin ardından devlet başkanlığı koltuğuna oturan Djotodia, kendisini ve SELEKA milislerini milliyetçi ve anti-emperyalist olarak göstermeye çalışsa da devlet başkanlığı koltuğunda Müslüman bir ismi görmek istemeyen ve SELEKA milislerinin saldırılarına uğrayan Hristiyan halk, çeşitli milis güçleri oluşturarak direnmeye başlamıştır. Djotodia, toplumdaki tepkiyi dindirmek ve meşruiyetini sağlayabilmek için SELEKA’yı dağıttığını açıklasa da, bu karar herhangi bir olumlu sonuç doğurmamıştır. Zira Michel Djotodia’nın SELEKA milisleri üzerindeki etkisi oldukça sınırlıdır ve Djotodia’nın aldığı karar birçok milis lideri tarafından kabul edilmemiştir.

Orta Afrika Cumhuriyeti’nde İç Savaş Sona Mı EriyorBu durum, SELEKA adına gücü elde tutmaya çalışan silahlı güçler ile Hristiyan milisler arasındaki mücadelenin kanlı bir iç savaşa dönüşmesine engel olamamıştır. 10 Ocak 2014 itibarıyla Michel Djotodia istifa edip Benin’e sığınmış olsa da, dini bir motivasyona sahip olan bu iç savaşın kolaylıkla durdurulması mümkün olmayacaktır. Başkent Bangui ve çevresinde kısa bir süre içerisinde düzen sağlanabilir. Ancak Müslümanların yaşadığı kuzey ve kuzeydoğu bölgelerinde Bangui’nin etkisi oldukça sınırlı olacaktır. Görüldüğü üzere, ülkedeki iç savaş toplumsal ayrım çizgilerinin kanla çizilmiş olması ile yakından alakalıdır.

Orta Afrika Cumhuriyeti’nin Sudan ve Çad ile sınır oluşturan toprakları, genel itibarıyla çöller ile kaplıdır. Bu sınır çizgisinin her iki tarafında da Müslümanlar yaşamaktadır. Üstelik bu topluluklar arasında tarihsel ve sosyo-kültürel anlamda bir yakınlık da söz konusudur. Özellikle Sudan sınırı, Orta Afrika Cumhuriyeti’ndeki Müslüman milis güçleri açısından çok önemlidir. Zira sınırın Sudan tarafı, Sudan lideri Ömer El Beşir tarafından Darfur’daki ayrılıkçı hareketleri önleme konusunda en önemli silahı olan Cancavid milisleri tarafından kontrol edilmektedir. Arap dili, kültürü ve göçebe hayat anlayışını içselleştirmiş olan Cancavid milisleri, kendi etkinliklerini arttırmak ve Orta Afrika’daki Müslümanlara destek verebilmek hedefiyle, başta SELEKA’yı oluşturan gruplar olmak üzere birçok Müslüman milis grubuna silah ve mühimmat desteği vermektedir.

Benzer bir durum Çad için de söz konusudur. Nitekim Çad’ın Sudan ve Orta Afrika Cumhuriyeti’ne komşu olan topraklarında da Cancavid milisleri benzeri milis örgütleri bulunmaktadır. Hatta bu gruplar da, Çad’da yönetimi devirmek hedefindedirler. Yani Orta Afrika-Çad-Sudan sınırı, Arap dili, kültürü ve göçebe hayat tarzını içselleştirmiş savaş lordları tarafından kontrol edilmektedir. Bölgeden SELEKA milislerine gelen asker ve mühimmat desteği, Orta Afrika Cumhuriyeti’ndeki iç savaşın devamlılığı anlamında çok önemlidir. Bu desteğin kesilmesi için, Darfur’da gerçekleştirilen katliamlar nedeniyle, başta ABD olmak üzere Batılı aktörler tarafından suçlanan Ömer El Beşir’in ikna edilmesi ve Cancavid Milisleri-SELEKA-Çad’daki milisler arasındaki organik ilişkinin koparılması gerekmektedir. Yani Orta Afrika’daki savaşın bölgesel bir yönü de bulunmaktadır.

Orta Afrika’daki iç savaşın siyasal/sistemsel yönünü değerlendirdiğimizde ise Batı Dünyası ile Çin arasındaki Afrika tabanlı mücadele ile karşılaşırız. Nitekim SELEKA milisleri ve hatta Çad’daki milis grupları ve savaş lordlarının destek aldığı Cancavid milisleri Sudan’ın kontrolündedir. Batı Dünyasının dışladığı Sudan ise, Çin ile müttefiklik ilişkisi geliştirmiştir. Çin’in, ilişki kurduğu devletlerin iç işleri ile ilgilenmemesi, Ömer El-Beşir’in işine gelmektedir. Bu bağlamda, Orta Afrika’daki Müslümanların arkasında Sudan’ı, onun destekçisi olarak da Çin’i görmek gerekir. Hatta Orta Afrika’daki iç savaşa paralel olarak Güney Sudan’da yaşanan iktidar mücadelesi ve iç savaşın da, Çin ile olan müttefiklik ilişkisinin merkezinde yer alan petrol yataklarını kontrol altına alabilme düşüncesi ile Sudan tarafından kışkırtıldığını iddia eden analizler de bulunmaktadır.

Sudan-Çin ittifakının karşısında ise Batı dünyasını temsilen ABD ve özellikle Fransa yer almaktadır. Nitekim ABD, gerek Orta Afrika Cumhuriyeti, gerekse de Güney Sudan’daki iç savaşlara ilişkin uluslararası bir farkındalık yaratmaya çalışırken, Fransa, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde görüldüğü üzere çatışma bölgesine doğrudan askeri müdahalede bulunmayı tercih etmektedir. Önce Mali, sonra da Orta Afrika’ya asker gönderen Fransa benimsemiş olduğu müdahaleci anlayışı açıkça kanıtlamıştır. Bu bağlamda, ABD ile Fransa’nın birbirlerini tamamladığı ve Fransız askeri gücünün Afrika jandarması niteliğine büründüğünü söyleyebiliriz. Yani Orta Afrika’daki siyasal/toplumsal mücadele ve iç savaş, çok daha geniş bir bölgesel düzlemde (Mali, Çad, Güney Sudan, Sudan) ele alınması gereken bölgesel bir mücadelenin bileşenlerinden biri olarak görülmelidir.

Orta Afrika Cumhuriyeti’nde İç Savaş Sona Mı Eriyor?
SELEKA lideri Michel Djotodia

Mart 2013’te SELEKA milislerinin lideri olarak iktidara el koymuş olan Michel Djotodia, ülkede durumun tamamen kontrolden çıkması ve gelen uluslararası baskılar üzerine devlet başkanlığı görevinden istifa etmiş ve Benin‘e sürgün gitmeyi tercih etmiştir. Djotodia‘nın ülkeden ayrılması Hristiyan toplumunda sevinçle karşılanmıştır. Ne var ki, şimdi çekinilmesi gereken esas mesele Hristiyanların, kendi kayıplarının acısını Müslümanlardan çıkarması hususudur. Zira böyle bir durumun yaşanabileceğine dair ciddi emareler vardır. Toplumsal ayrım çizgilerinin kanla çizildiği ülkelerde, toplumsal/siyasal rövanşizmin önemli bir gerçeklik olduğunu unutmamak gerekir. Üstelik SELEKA milisleri de dağılmamıştır. Orta Afrika Cumhuriyeti’ndeki darbeyi ve ardından iç savaşı hazırlayan toplumsal, ekonomik, bölgesel ve siyasal sorunlar da ortadan kaldırılabilmiş değildir. Bu bağlamda, ülkedeki iç savaşın sona erdiğini söylemek pek mümkün görünmemektedir.

 Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU

 Giresun Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü