Home Blog Page 28

Ukrayna – Rusya Savaşının AB’nin Enerji Güvenliğine Etkisi

Ukrayna’daki savaş, küresel büyüme ve pazarlar için derin sonuçlar oluşturarak jeopolitik ve ekonomik manzarayı değiştiriyor. Rusya Başkanı Vladimir Putin, jeopolitik kazanç için Rusya ekonomisini felce uğratmaya hazır görünüyor. Birkaç gün içinde Avrupa Birliği (AB), Ukrayna’nın işgaline benzeri görülmemiş yaptırımlarla yanıt vermek için onlarca yıllık savunma ve enerji politikalarını alt üst etti. Bu işgal Rusya’yı kısa ve uzun vadede resesyona sürükleyecek gibi dursa bile aynı zamanda AB ülkelerinin çevreci enerji politikalarına yatırımları da Rusya’ya bağımlılıklarını kesmeye çalışmalarının hızlanması neticesiyle artmış durumda.

Sömürgeden Baas’a Suriye Siyasetinin Gelişim Süreci

 Özet

Orta Doğu bölgesi geçmişten günümüze kadar daima önemini korumuştur. Ortaçağ’da Asya; Avrupa ve Afrika’nın kesişim noktası olması sebebiyle dönemin devletleri tarafından sahip olunmak istenirken petrolün önem kazanmasından sonra emperyal güçler tarafından himaye edilmiştir. Suriye halkı manda ve himayeye daima karşı durmuş ve sonuç olarak bağımsızlıklarını kazanmıştır. Ancak, bağımsızlık sonrası karşılaşılan manzara hayal ettikleri manzara ile aynı olmamış ve ülkede uzun yıllar boyunca daimi bir istikrarsızlık yaşanmıştır. 

Anahtar Kelimeler: Suriye, Baas rejimi, sömürge, askeri darbe, Orta Doğu.

Abstract

The Middle East always kept its importance from the past until today. Thanks to it being in the centre of Asia, Europe and Africa, the states at the time of the Middle Ages aimed to capture it. It was mandated by the imperial power after oil gained importance. The Syrian society always rejected the mandate and as a result of this, they gained their independence. However, the scene after the independence was not the same as what they were dreaming of and Syrian society lived in instability for many years.

Keywords: Syria, Ba’ath regime, colony, military coup, Middle East.

Giriş

Suriye, içinde bulunduğu jeopolitik konum nedeniyle dünya tarihinin her dönemindeki devletler arası mücadelede önemli bir yere sahip olmuştur. Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının merkezindedir. Bu yüzden Suriye toprakları tarihin çeşitli evrelerinde yoğun bir istilaya maruz kalmıştır. Bölge, ilk çağlarda çeşitli uygarlıklar tarafından kontrol edilmiştir. Roma ve ilk İslam devletleri ile bölgenin önemi artmış ve 24 Ağustos 1516’daki Mercidabık Savaşı ile birlikte Suriye’de 4 asır sürecek olan Osmanlı hâkimiyeti başlamıştır. Milliyetçilik fikrinin Osmanlı topraklarında artması ile birlikte bölgede çıkan etnik temelli isyanlar sonucu Osmanlı hâkimiyeti Suriye topraklarında sona ermiştir. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra bölge Fransız manda yönetimine bırakılmıştır. Bunun sonucunda 25 yıl boyunca Suriye topraklarında Fransız sömürgesi hâkim olmuştur. Fransızların bölgeden çekilmesi ile birlikte Suriye’deki bağımsızlık mücadeleleri sona ermiş ancak iç çatışmalardan dolayı ülke yönetiminde bir türlü gerçek istikrar sağlanamamıştır. Ülkede sayısız darbe ve darbe girişimi yaşanmış, en nihayetinde 1963 yılında Baas Partisi iktidara gelmiş, hâlen de iktidar olarak varlığını korumaktadır. Bu makalenin ilk bölümünde bölgenin Osmanlı hâkimiyetinden çıkıp Fransız manda yönetimi altına girmesi, ikinci bölümünde bağımsızlık sonrası Suriye siyasetindeki darbeler dönemi, üçüncü bölümünde ise Baas Partisi’nin iktidara gelişi ve Hafız Esad’ın Baas Partisi’nin başına geçme süreci anlatılacaktır.

1. Suriye’de Osmanlı Hakimiyetinin Sona Ermesi ve Fransız Manda Yönetimi

Osmanlı İmparatorluğu’nun her geçen gün gücünü kaybetmesi sonucu Orta Doğu bölgesi Avrupalı devletler tarafından farklı zamanlarda istila edilmeye çalışılmıştır. 1798 senesinde Napolyon Bonapart yönetimindeki Fransız ordusu Mısır ve Suriye’yi işgal etmeye çalışmış ancak Cezzar Ahmet Paşa tarafından Akka Kalesi müdafaasında durdurulmuştur. 1832 yılında Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyan etmiş ve kısa süreliğine Mısır ve Suriye bölgesini hâkimiyeti altına almıştır (Altundağ, 1988: 57). Osmanlı İmparatorluğu bu bölgeyi Avrupalı devletlerin desteği sonucu tekrar kazanmıştır (Ünal, 1977: 200-201). Tanzimat ve Islahat Fermanlarının gayrimüslim ahaliye tanıdığı imtiyazlar ve Avrupalı devletlerin bölge halkını kışkırtmasıyla birlikte bölgede çatışmalar artmış, din temelli savaşlara dönüşmüştür. I. Dünya Savaşı’nda bölgeye hem vali hem de Osmanlı IV. Ordu komutanı olarak atanan Cemal Paşa bölge halkına karşı oldukça sert bir politika izlemiştir. Cemal Paşa’nın bu politikayı izlemesinin başlıca nedeni bölgedeki bazı Arap liderlerinin Fransız ve İngilizlerle işbirliği içinde olması ve Osmanlı İmparatorluğu aleyhinde çalışmasıydı ancak Cemal Paşa’nın bu tutumu bölge halkını Osmanlı İmparatorluğu’ndan daha fazla uzaklaştırmış ve bölgede Baas ideolojisinin temeli sayılan Arap milliyetçiliği fikrini yaygınlaştırmıştır. Bölge ilk olarak 1918 yılında İngilizlerin hakimiyeti altına girmiştir. Daha önce Osmanlı İmparatorluğu’na isyan etmesi karşılığında bölgede bağımsız bir devlet kurma sözü alan Mekke Şerifi Hüseyin’in oğlu Emir Faysal, Şam’da düzenlenen eşraf kongresinde Filistin’i ve Lübnan’ı da içine alan Büyük Suriye Krallığı’nı kurdu ve başına geçti (Duran, 2021). Ancak Fransız’lar Sykes Picot anlaşması çerçevesinde yapılan vaatlerin karşılanmaması neticesinde itiraz etti ve 1920 yılında düzenlenen San Remo konferansında itilaf devletleri Filistin ve Suriye’yi birbirinden ayırarak Filistin’i İngilizlere, Suriye’yi de Fransızlara vermiştir ve Suriye’de 1946 yılına dek sürecek Fransız Manda yönetimi başlamıştır (Şahin, 2013: 104). Fransızlar hakimiyetlerini sağlamlaştırmak için ülke yönetimine Fransız vatandaşlarını getiriyor ve bölge halkının yönetimde söz sahibi olmasını engelliyordu. Ayrıca halk arasında dini ve mezhepsel çatışmaları artırarak kendilerine karşı Suriye halkının tek yumruk halinde mücadele etmesini engelliyordu. Bu kapsamda böl ve yönet politikasını uyguladılar ve Lübnan’ı Suriye’den ayırarak ayrı bir devlet olarak tanıdılar. Suriye içerisinde de din ve mezhep ayrımı gözeterek bölgeyi 4 farklı eyalete böldüler. Bu eyaletler Lazkiye, Cebel-i Dürzi, Halep ve Şam’dır. İskenderun ise ayrı bir özerk yönetim olarak konumlandırılmıştır ve bu bölgelere Fransız danışmanlar atanmıştır (Cleveland, 2008). Kuzeyde bir Alevi eyaleti, merkezde bir Sünni eyaleti, güneyde ise Dürzi eyaleti kurarak bu sayede yukarıda da bahsedildiği gibi Arap milliyetçiliği fikrini kırmayı hedeflemiş ve kendilerine karşı tek bir vücut haline gelmiş düşman görmek istememişlerdir. Ancak Fransa’nın bu parçalayıcı politikası Suriyelileri rahatsız etmiş ve halk nezdinde yoğun tepkilere neden olmuştur. İlerleyen dönemlerde dünyanın ikinci bir büyük savaşa doğru sürüklendiğini ve Almanlarla birlikte İtalyanların da bölge halkını milliyetçilik sayesinde manda yönetimine karşı kışkırttığını gören Fransızlar uyguladıkları sert politikalarında yumuşamaya gitmişlerdir. 1936 yılında Suriye ve Lübnan’la ayrı birer antlaşma imzalayarak bölgeden birkaç yıl içerisinde çekilmeyi planlamışlardır ancak Fransa’da değişen hükümet yüzünden çekilme işlemi bir müddet aksamaya uğramıştır (Şahin, 2013: 105-106). 1943 yılında yapılan seçimlerde Fransa karşıtı Milli Cephe hareketi başa geçmiş ve Şükrü El Kuvvetli Suriye’nin seçilmiş ilk devlet başkanı olmuştur. 1944’te Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri; 1945’te ise İngiltere, Suriye ve Lübnan’ı bağımsız iki devlet olarak tanımışlardır ve Fransızların bölgeden çekilmesi için baskı yapmışlardır. Nitekim Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde yapılan görüşmeler sonucu 17 Nisan 1946 yılında Fransa bölgeden çekildiğini duyurmuştur (İnce, 2017). 

2. Bağımsızlık Sonrası Suriye’deki İktidar Mücadeleleri

Suriye’deki Fransız manda yönetiminin resmi olarak bölgeden çekilmesinden kısa bir süre sonra 1948 yılında İngiltere’nin desteğiyle Filistin’de İsrail devleti kurulmuştur. İsrail’e karşı Suriye’nin de içinde bulunduğu Arap ülkelerinde yoğun bir tepki başlamıştır. Artan tepkiler aynı yıl içerisinde savaşa dönüşmüştür. İsrail’e karşı başlatılan Arap-İsrail savaşında Araplar yenilmiş ve bu durum İsrail’in daha da güçlenerek bölgede nüfuzunu arttırmasına sebep olmuştur. Savaştan mağlup olarak ayrılan Arap ülkelerindeki yönetimlere karşı ciddi bir tepki gösterilmiştir ve nitekim Suriye’de bu tepkiler, hükümete karşı yapılan bir askeri darbe ile sonuçlanmıştır (Arı, 2017: 128-129). Bağımsız Suriye’nin seçilmiş ilk başkanı olan Şükrü el-Kuvvetli indirilmiş, yerine darbeyi yapan General Hüsnü Zaim geçmiştir. Bu darbe Suriye’de istikrarsızlık, karışıklık ve darbeler dönemini başlatmıştır. Ayrıca bazı kaynaklarda bu darbenin CIA destekli olduğu iddia edilmiştir (Akdemir, 2000: 217). Baas Partisi lideri Mişel Eflak, Hüsnü Zaim’e mektup yazarak desteklerini iletmiştir. Ancak çok geçmeden parlamentodaki bir anlaşmazlık sonucu Hüsnü Zaim çareyi parlamentoyu dağıtarak tüm siyasi partileri kapatmakta bulmuş ve içlerinde Mişel Eflak’ın da bulunduğu parti liderlerini hapse attırmıştır (İnce, 2017: 269). General Hüsnü Zaim darbe yaparak geldiği başkanlık koltuğunda uzun süre kalamadan bir başka general rütbesine sahip Sami Hınnavi tarafından askeri darbe ile indirilmiştir. Bazı kaynaklarda bu darbenin İngilizlerin desteği ile gerçekleştiği yazmaktadır (Şen, 2004: 184). Sami Hınnavi siyasi partilerin yeniden açılmasına izin vermiştir ve yapılan seçimler sonucu Halk Partisi 43 milletvekili çıkararak iktidara gelmiştir. Halk Partisi Irak ile birleşme yanlısı bir partidir. Orduda saygın bir yeri olan ve daha sonra Baas Partisi’ne katılan Ekrem Hurani Irak ile birleşme karşıtı bir tutum sergilemiştir. Hurani çocukluk arkadaşı olan Albay Edip Çiçekli’yi, Hınnavi’ye darbe yapması konusunda ikna etmiştir. Aralık 1949’da Çiçekli, Hınnavi’nin Suriye çıkarları aleyhinde Irak ile işbirliği yaptığını öne sürerek yönetime darbe yapmıştır. Çiçekli, 1951 yılında tüm kurucu meclis üyelerini tutuklatmıştır. 1952’de ise kendi partisi haricindeki tüm siyasi partileri kapatmıştır. Çiçekli’nin bu tutumu halk ve öğrenciler nezdinde tepkiyle karşılanmıştır (İnce, 2017: 270). Çiçekli nüfuzunu güçlendirmek için muhalif subayları ordudan attırmıştır ancak 1954 yılında Haşim Attasi’nin darbesine engel olamamıştır ve yönetimden uzaklaştırılmıştır. Bu darbenin yapılmasında Baas Partisi önemli bir rol oynamıştır. Attasi seleflerinin yaptığı gibi başa kendisi geçmemiş ve yönetimi sivillere vermiştir. Bu sayede yapılan seçimlerde, Suriye’nin seçilmiş ilk başkanı olan Şükrü Kuvvetli tekrardan iktidara gelmiştir (Şen, 2004: 192). 

3. Baas Partisi’nin Kuruluşu ve İktidar Mücadelesi

Baas kelimesi Arapça’da “yeniden doğuş” ve “dirilmek” anlamına gelmektedir. Baas, 1943 yılında çoğunluğu batıda eğitim görmüş bir grup Suriyeli Arap entellektüeli tarafından Ortodoks Hıristiyan Mişel Eflak’ın ve Selahaddin Bitar’ın öncülüğünde kurulmuş, 1944 yılında parti halini almış, 1946’da Fransızlar’ın bölgeden çekilmesiyle beraber 1947 yılında resmiyet kazanarak ilk kongresini düzenlemiş, temelinde Arap milliyetçiliği fikri olan bir yapıdır (Önhon, 2021: 35; Jaber, 1970: 28). Baasçılık başta Arap milliyetçiliği olarak öne çıkmıştır. Bu yönüyle Baas, temel hedefleri dış güçler tarafından çizilen sınırları kabul etmeyip tüm Arap halklarını tek bir çatı altında toplamak olan Milliyetçi Hareket Birliği’nin devamı olarak görülmektedir. Baasçılar Arap ulusunun rönesansını gerçekleştirmeyi kendilerine ilke edinmişlerdir. Arap ulusunun birliğini İslamiyet’ten önceye dayandırarak bir Arap-İslam birliğinden ziyade sadece Arap birliğini ön plana çıkarmışlardır (Şahin, 2013: 107). Baas ideolojisinin fikir babaları olan Selahaddin Bitar ve Mişel Eflak Suriye’nin bağımsızlığını reddeden Fransız manda yönetimine karşı memur ve öğrenci gruplarını örgütleyerek ülke çapında büyük grevler düzenlemişlerdir. Baas partisi kendi içinde yönetimsel olarak askeri bir hiyerarşik yönetimi benimsemiştir. Partideki en yüksek mevki genel sekreterliktir ve bu mevkiye Mişel Eflak getirilmiştir. Genel Sekreterlik’ten sonra, 13 üyeye sahip olan Milli Komutanlık gelmektedir. Daha sonra ise, Ulusal Kongre, Bölgesel Kongre, Bölgesel Komutanlık, Kollar, Şube, Fırka ve Hücre şeklinde en tepeden aşağıya doğru sıralanmışlardır (Duran, 2021: 230). Baas Partisi’nin ülke çapındaki ilk başarısı, yukarıda da bahsedildiği gibi Edip Çiçekli’ye karşı Haşim Attasi’nin yaptığı darbede önemli bir rol oynamaları ve darbenin ertesinde yapılan 1954 seçimlerinde, 141 üyeden oluşan mecliste 13 sandalyeye sahip olmalarıdır. Bu tarihten sonra ülke çapında sesleri daha fazla çıkmaya başlamıştır. 1958 yılında Suriye’nin Mısır ile birleşmesinde en büyük desteği dönemin Arap halkları gözünde karizmatik bir lider olan Nasır ile iyi ilişkileri bulunan Baasçılar vermiştir ve birleşme sonucu ortaya çıkan Birleşik Arap Cumhuriyeti kabinesinde 4 Baasçı bakan bulunmuştur (Şahin, 2013: 108). Birleşik Arap Cumhuriyeti başkanı Nasır ile Baas Partisi’nin iyi ilişkileri kısa sürede bozulmuş akabinde yeni kurulan cumhuriyetin ömrü kısa sürmüştür ve 28 Eylül 1961 yılında yapılan darbeyle Suriye, Birleşik Arap Cumhuriyeti’nden ayrılmıştır (Haddad, 2006: 155-160). Ayrılıktan sonra yapılan seçimlerde yeni gelen hükümet Nasırcılar ve Komünistler’i ülke yönetiminden uzakta tutmuştur. Bunun sonucu olarak Suriye sokaklarında Nasırcılar, Komünistler ve Baasçılar yüzünden karmaşa artmıştır. 1962 yılında Suriye’de tüm Baasçıların katıldığı büyük bir kongre düzenlenmiştir. Arap birliği karşıtı olan Hurani partiden ihraç edilmiştir ve bu yönde yeni düzenlemelere gidilmek istenmiştir. Ancak Baas Partisi kendi içerisinde bir takım anlaşmazlığa ve nitekim bölünmeye uğramıştır. 8 Şubat 1963 yılında Irak’taki Baasçıların yaptığı darbeden güç alan Suriye Baasçıları, 1 ay sonra yönetime yaptıkları darbe ile iktidara geçmişlerdir. Ancak kendi içerisinde de iktidar mücadelesi vermeye devam etmişlerdir. Bu iktidar mücadelesinin bir kanadını, Eski Muhafız olarak adlandırılan ve yeni bir Arap birliği oluşması yönünde çalışmalar yapan Selahaddin Bitar, Mişel Eflak, ve sünni bir general olan Emin Hafız oluşturmaktaydı. Diğer kanatta ise kendilerini Bölgeselci Kamp veya Neo-Baasçı olarak adlandıran ve Sosyalist fikirleri benimseyip Sovyetler Birliği’ne yakın olmayı hedefleyen Salah Cedid, Muhammed Umran ve Hafız Esed gibi Nusayri (Arap Alevileri) kökenli subaylar bulunmaktaydı. Bu yüzden Bölgeselci Kamp’ın etki alanı daha fazlaydı ve azınlıkların da desteğini almışlardı. 1966 yılında Salah Cedid ve Hafız Esad’ın başını çektiği Neo-Baasçı grup devlet başkanı Emin Hafız’a darbe yaparak iktidara geldiler. Başkan Emin Hafız ve partinin kurucuları Mişel Eflak ile Selahaddin Bitar partiden uzaklaştırılmıştır. 1967 Arap-İsrail savaşında alınan mağlubiyet sonucu Suriye toprakları işgal edilmiş ve Neo-Baasçılar gözden düşmüştür. Bunun üzerine 1970 yılında Hafız Esad mağlubiyeti dava arkadaşlarına bağlayarak Salah Cedid’in de içinde bulunduğu grubu tutuklatmış ve tüm gücü kendinde toplayarak Suriye’de Esad hanedanlığı dönemini başlatmıştır (George, 2003: 69-70).

Sonuç

Jeopolitik konumu sebebiyle emperyal güçler tarafından daima ele geçirilen ve son olarak Arap milliyetçiliği fikrinin de tesiriyle 20. Yüzyılın ortasında bağımsızlık için yoğun bir mücadeleye girilen Suriye’de bağımsızlık sonrası refah içerisinde bir yaşam maalesef olmamıştır. İlk defa kendi seçtikleri başkan tarafından yönetilebilme fırsatı Suriye’de ters tepmiş, Fransız sömürgesi altındayken geleceğe dair kurulan bağımsızlık hayalleri, yerini kimi zaman kanlı kimi zaman kansız, kimi zaman başarılı kimi zaman başarısız sayısız darbe ve darbe girişimine bırakmıştır ve ülkede aranan istikrar bir türlü sağlanamamıştır. Nitekim 1970 yılında Hafız Esad’ın yaptığı darbe ile Suriye’de askeri darbeler dönemi sona ermiş ancak Hafız Esad’ın diktatör rejimi, ilerleyen yıllarda yaşanacak olan iç savaşın zeminini hazırlamıştır. Bu istikrarsızlık dönemi sadece Suriye özelinde kalmayıp, bütün Ortadoğu coğrafyasında, benzer olaylarla günümüze kadar süregelmiştir. Ortadoğu’daki bu kaos ortamının bilerek ve isteyerek emperyal güçler tarafından desteklendiğini söylemek son derece mümkündür, zira geçmişe baktığımızda Orta Doğu’da milliyetçilik fikrinin yayılmasının ve Osmanlı’ya karşı Arap halklarının milliyetçilik temelli isyanlara girişiminin arkasında makalenin ilk bölümünde Şerif Hüseyin örneğiyle de açıklanan emperyal güçler olduğu görülmektedir. Arap halklarının milliyetçilik temelli isyanları sonrası başlayan ateş emperyal güçler tarafından harlanarak günümüzde büyük bir yangına dönüşmüş ve tüm Ortadoğu’yu küle çevirmiştir.

Muhammet Baltacı

Ortadoğu Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça

Akdemir, S. (2000). Suriye’deki etnik ve dini yapının siyasi yapının oluşmasındaki rolü. Avrasya Dosyası Üç Aylık Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Dergisi, 6(1), 201-237. 

Altundağ, Ş. (1988). Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanı. (Mısır Meselesi 1831-1841). Türk Tarih Kurumu Yayınları. 

Arı, T. (2017). Geçmişten Günümüze Ortadoğu. Alfa Akademi.

Cleveland, W. L. (2008). Modern Ortadoğu tarihi. Agora Kitaplığı. 

Duran, M. A. (2021). Baas Partisi’nin düşünsel temelleri ve Suriye siyasetinde Baas Partisi (1940-1966). Akademik Tarih ve Araştırmalar Dergisi, 4, 196-218.

George, A. (2003). Syria: neither bread nor freedom. Zedbook. 

Haddad, G. (2006). Levantine papers from the contemporary history of Syria 1946-1966. Medbuli Kitaplığı. 

İnce, E. (2017). Suriye’de Baas rejiminin kuruluşu ve Türkiye. Tarih ve Günce, 1, 261-280. 

Jaber, K. A. (1970). Arap Baas Sosyalist Partisi. (Çev. Ahmet Ersoy). Altınok Matbaası. 

Önhon, Ö. (2021). Büyükelçinin gözünden Suriye. Remzi Kitabevi. 

Şahin, T. (2013). Suriye’de Baas Yönetimi / The Baath Rule in Syria. Mülkiye Dergisi, 35, 103-118.

Şen, S. (2004). Ortadoğu’da ideolojik bunalım: Suriye Baas Partisi ve ideolojisi. Bir-Yay. 

Ünal, T. (1977). Türk siyasi tarihi (1700-1958). Emel Yayınları. 

Irkçılık ve Politik Doğruculuk Arasında Göç Meselesi

Her doksan beş kişiden birinin zorla yerinden edildiği ve BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin verilerine göre 82.4 milyon insanın evlerinden ayrılmaya zorlandığı günümüzde, bunların yaklaşık yarısının 18 yaşın altında olduğunu bilmekte fayda var. Sadece 24 Şubat 2022’den bugüne kadar Rusya’nın başlattığı savaş ve işgal girişimi nedeniyle evlerinden ayrılmak zorunda kalan Ukraynalıların sayısı 4.9 milyondur (UNCHR, 2022). Ülkelerinden ayrılıp dünyanın farklı yerlerinde yaşamını sürdürenlerin sayısı ise Uluslararası Göç Örgütü verilerine göre Aralık 2021’de yaklaşık 281 milyon (IOM, 2022). Bu rakamlar, ülke sınırlarını değiştirmiş insanları ifade ediyor. Oysa hesaba katılmayan ülkeleri içinde yerinden edilmiş kişiler ve ülkelerin bölgesel eşitsizlikleri sebebiyle büyük şehirlere, sanayi bölgelerine iş-eğitim-sağlık gibi gerekçelerle gidenleri düşündüğümüzde göç veya insan hareketliliğinin aslında her birimizin hayatının merkezinde olduğunu kavrayabiliriz.

Kadınlarda Psikolojik İyi Oluşun Toplumsal Cinsiyet Rollerine İlişkin Algılar ile İlişkisi

Özet

Her birey, içine doğduğu toplumun kültürel yapılarından etkilenmektedir. Bu kültürel yapılardan biri de toplumsal cinsiyet rolleridir. Dünya nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan kadınlar yaşam tarzlarını ve ilişkilerini toplumsal cinsiyet rollerinden etkilenerek kurmaktadır. Toplumsal cinsiyet rolleri hayatın çeşitli alanlarında kadınlar için sınırlılıklar yaratabilmektedir. Cam tavan sendromu, kraliçe arı sendromu, helen sendromu gibi toplumsal cinsiyet algısının yarattığı kadın imajı sebebiyle oluşan sendromlar bu sınırlılıklardan bazılarıdır. Toplumsal cinsiyet rolleri sebebiyle oluşan sınırlılıklar ve dayatılan beklentilerin kadınların psikolojik, sosyal, toplumsal ve kariyer alanlarındaki iyi oluşlarını etkilemektedir. Bu araştırma yazısında, kadınların psikolojik iyi oluş düzeyleri üzerinde toplumsal cinsiyet algısı etkisinin literatürden elde edilen araştırma sonuçları ile desteklenerek ortaya konması amaçlanmaktadır. Literatürde bu konu çerçevesinde sınırlı sayıda çalışmanın yer alması dikkat çekmektedir. Bu araştırma, kadınların hayatın her alanına dahil edilmesi, psikolojik yapılarının daha iyi anlaşılması, terapötik ilişki ve tedavi aşamalarına araştırma sonuçlarının entegre edilmesi açısından önemlidir.

Anahtar Kelimeler: Psikolojik İyi Oluş, Toplumsal Cinsiyet Rolleri, Kadın, Toplumsal Cinsiyet, Cinsiyet Eşitsizliği.

Abstract

Every individual is affected by the cultural structures of the society into which they were born. One of these cultural structures is gender roles. Women, who make up more than half of the world’s population, establish their lifestyles and relationships by being influenced by gender roles. Gender roles can create limitations for women in various areas of life. Syndromes such as glass ceiling syndrome, queen bee syndrome, and Helen syndrome caused by the image of women created by gender perception are some of these limitations. Limitations and imposed expectations due to gender roles affect women’s psychological, social, social and career well-being.

This research article is aimed to reveal the effect of gender perception on women’s psychological well-being by supporting the research results obtained from the literature. It is noteworthy that there are a limited number of studies on this subject in the literature. This research is important in terms of including women in all areas of life, a better understanding of their psychological structures, and integrating research results into the therapeutic relationship and treatment stages.

Keywords: Psychological Well-Being, Gender Roles, Women, Gender, Gender Inequality.

Giriş

Toplumsal Cinsiyet Rolleri

TDK’ya göre cinsiyet “Bireye, üreme işinde ayrı bir rol veren ve erkekle dişiyi ayırt ettiren yaradılış özelliği, eşey, cinslik, seks” olarak tanımlanmaktadır (TDK, 2018). Cinsiyet, doğaldır; biyolojiktir, cinsel organlardaki görünür farklılıklara ve buna bağlı olarak üreme işlevindeki farklılıklara işaret eder; değişmez, her yerde aynıdır (Bhasin, 2003). İlk çağlardaki avcı erkek/toplayıcı kadın anlatısı, erkeklerin avlanmalarını aktif, güce ve alet kullanımına dayalı, ortaklaşa davranışı pekiştiren bir eylem olarak kodlarken, kadınları ise pasif bir rolde tanımlar (Burgan, 2015). Kadınların ev, erkeklerin ise kamusal alan ile bağdaştıran bu ayrımda erkekler, avlanmak için alet edevat geliştirerek ve temin ettikleri et ile insanlığın kültürel gelişimine ve insan beyninin gelişmesine katkıda bulunanlar olarak betimlenirken kadınlar evrim sürecinde pasif ve kültürel olarak da eve bağımlı resmedilirler (Dahlberg 1981: 1). İş bölümünden doğan bu ayrımın toplumsal cinsiyet rollerinin oluşumundaki etkisi de görmezden gelinemez.

Cinsiyet kavramı yüzyıllar geçtikçe toplumsal bir anlam kazanmıştır. Toplumsal cinsiyet (gender), bireyin yaşamış olduğu kültürde kadın ve erkeğin davranış ve düşünme biçimi hususundaki beklentileri ifade ederken aynı zamanda, psikolojik açıdan bireyin kadın veya erkek olarak kendisi ile ilgili oluşan algısı ile ilişkilidir (Terzioğlu ve Taşkın, 2008: 63). Toplumsal cinsiyet sosyo-kültürel bir süreçtir ve toplumsal cinsiyet rollerini kişinin hayata geçirmesi rolün öğrenilmesi, toplumsallaşma, içselleştirme gibi süreçleri kapsar. Bu üçlü ilişkinin devamlılığını ve yeniden üretilmesini sağlayan da anne, baba, aile, öğretmenler, arkadaş grupları ve medya gibi ilişki örüntüleri ve kurumlardır (Connell, 1998: 79, akt. Kırcelli, 2015: 325). Çocuk ilk olarak kız ve erkek olgusunun ne demek olduğunu ailesinden öğrenmekte, bu ise cinsiyet kalıp yargılarının oluşmasına zemin hazırlamaktadır (Sherman, 1979; Witt, 1997; Akt: Bağçeli, 2008). Buna örnek olarak kız bebeklere pembe, erkek bebeklere mavi renk kıyafetler giydirilmesi; kız çocuklarının oyuncak bebeklerle, erkek çocukların oyuncak arabalarla oynamaya yönlendirilmesi; erkek çocukların saldırgan davranışlarda, kız çocukların ise sevimli ve sakin davranışlarda bulunduklarında onay verilmesi verilebilir. Bu davranışlar ödül ve ceza kalıpları ile pekişerek kısa süre sonra çocukların geleneksel erkek ve kadın davranışlarını gösterme oranlarının yükselmesine neden olur (Burger, 2006: 561). Bireylerin saç kesimi, kıyafetler, meslek seçimi, oynadıkları oyunlar gibi birçok seçimi bu rollerden etkilenir. Örnek olarak hemşirelik, öğretmenlik gibi mesleklerin kadınlarla; askerlik, mühendislik gibi mesleklerin özdeşleştirilmesi verilebilir.

Cinsiyet rolleri bireyin içine doğduğu kültürden etkilenmektedir. Toplum, her iki cinsiyetten de kendi cinsiyetine uygun olan davranış kalıplarını, kadınsı ve erkeksi nitelendirilen özellikleri beklerken, diğer cinsiyete özgü özelliklerden uzak durması beklenmektedir (Aydın ve Kavuncu, 1991). Kadınlara ve erkeklere atfedilmiş olan toplumsal cinsiyet kalıp yargıları bulunmaktadır. Kadınlara atfedilen kadınsı özellikler sevecen, hassas, duygusal, bağımlı, boyun eğen, fedakar, mütevazi, ılımlı, narin, kırılgan, pasif, edilgen iken erkeklere atfedilen erkeksi özellikler ise; güçlü, katı, korkusuz, atılgan, bağımsız, güvenli, soğukkanlı, akılcı ve aktif gibi sıfatlarla tanımlanmaktadır. Atfedilen bu özellikler değerlendirildiğinde, kadınlar için edilgen, pasif bir rol uygun görülürken, erkeklere ise; etken ve aktif bir rol uygun görülmektedir (Esen ve diğerleri 2017: 47). Bu durum medya araçlarında Disney filmleri ve süper kahraman filmleri başta olmak üzere çizgi filmlerde fazlaca karşımıza çıkmaktadır. Çocukların bu rolleri normalleştirmesi ve içselleştirmesine sebep olması açısından medya önemli bir değişkendir. Özlem Gündüz Kalan’ın ‘kinder’ reklam filmleri incelemesi çalışması medyanın etkisine güzel bir örnektir. Kalan bu çalışmasında reklamın çocuklar için seçilen cinsiyete uygun oyuncaklardan annenin aile içerisindeki rolüne kadar birçok açıdan toplumsal cinsiyet rollerini nasıl normalleştirdiğini gözler önüne serer.

Toplumsal cinsiyet rollerini literatüre uygun olarak eşitlikçi ve geleneksel roller olarak sınıflandırmak mümkündür. Toplum tarafından kadınlara uygun görülen geleneksel roller arasında çocuk bakmak, yemek yapmak, temizlik yapmak gibi ev içi işler sayılabilir. Ev içi emeğin sömürüldüğü geleneksel roller aracılığıyla kadınlardan tüm aile bireylerinin ihtiyaçlarını kendisinin ihtiyaçlarının önüne koyması beklenmektedir. Erkekler için uygun görülen geleneksel roller ise evin dışında çalışma, parayı kazanma ve kontrol etme, aile üyelerini koruma, ailenin geçimini sağlama, evin reisi konumda olma gibi hem özel hem kamusal alanda daha aktif rol almalarını gerektirecek işler sayılabilir. Kadınlar geleneksel rollerine sıkıştığında kamusal ve özel alandaki varlığı azalır ve hayatını bu kalıpların dışına çıkamadan yaşar. Eşitlikçi roller ise; sosyal, aile, evlilik, eğitim ve meslek hayatında kadın ve erkeğin eşit olarak sorumlulukları paylaşmalarıdır (Öngen ve Aytaç, 2013: 13). Bireylerin toplumsal cinsiyet rollerine uygun hareket etmeleri sosyal uyumu arttıran ve toplum tarafından onaylanan bir durum olarak görülebilir. Ancak literatürde açıkça görülmektedir ki toplumsal cinsiyet rolleri her iki cins için de çeşitli psikopatolojiler, düşük benlik saygısı gibi olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. 

Literatürde cinsiyet rollerinin doğurduğu olumsuz sonuçların bireyin psikolojik iyi oluşunu etkilediğini gösteren araştırmalar bulunmaktadır (Ayçiçek, 2020; Arıcı, 2011; Haymana, Kolburan, 2019; Cenkseven, Akbaş, 2007).

Dünya genelinde yapılan araştırmalar, kadınların daha çok duygusal taciz yaşadıklarını göstermiştir. Haziran 2002’de Almanya’da yayınlanan bir raporda, SFS Sosyal Araştırma Enstitüsü, işyerinde zorbalık ve taciz açısından, mobbing kapsamını, yapısını ve sonuçlarını analiz etmiştir. Araştırma, Alman işçilerin yaklaşık %2,7’sinin şu anda mobbingden etkilendiğini gösteriyor. Kadınlarda mobbinge yakalanma riski erkeklere göre %75 daha fazladır. Amerika’da yapılan araştırma bulgularına göre ise ortalama 41 yaşında olan kadınların %77’sinin mobbing sırasında ilk hedef oldukları ve özellikle kadın yöneticilerin kadınlara daha çok duygusal taciz eylemlerinde bulundukları gözlemlenmiştir (Namie, 2000: 3). Mobbingin bugünkü anlamıyla iş yaşamını kapsayacak şekilde kullanılmasını sağlayan İsveçli bilim adamı Heinz Leymann ise erkeklerin %45, kadınların ise %55 oranında mobbinge uğradığını ifade etmektedir (Leymann, 1996: 175). Dünya Ekonomik Forumu’nun 2015’te yayımladığı Cinsiyet Ayrımı Raporu’na (Gender Gap Report) göre aynı işi yapan bir kadın ile bir erkeğin maaşı günümüzden 117 yıl sonra, yani 2133 yılında eşit olabilecektir. 2021’de yayınlanan rapora bakıldığında ise kadınların işgücüne katılım oranı %38.5, erkeklerin ise %78’dir. Üst düzey yetkili ve yöneticilerin %16’sı kadın, %84’ü erkektir. Kadınların kazanılan tahmini geliri erkeklerinkinin %45’i kadar. Yani kadınların gelirinin, ortalama olarak erkeklerinkinin yarısından az olduğu görülür. Mecliste kadınların oranı %17.3, bakanlık görevlerindeki kadınların oranı ise %11.8 olarak açıklanmıştır. Aynı araştırma verilerine göre küresel olarak çocuk sahibi olduktan sonra kadınlar ortalama 3 aydan fazla ücretli ya da ücretsiz izin alabilirken babaların ortalama 3 günlük izin aldığı görülmektedir. Burada da toplumsal cinsiyet rollerini yeniden üreten bir politika görmekteyiz. Bu araştırmalara dayanarak kadınların hayatın çeşitli alanlarında yeterince yer alamadığı görülmektedir. Bu durumun psikolojik iyi oluşa etkisi olduğu düşünülebilir.

1. Psikolojik İyi Oluş

Psikolojik iyi oluş kavramı, Seligman’ın öncüsü olduğu pozitif psikoloji kuramının bir parçasıdır ve yaşamda karşı karşıya kalınan varoluşsal meydan okumaları (anlamlı amaçları sürdürme, kişisel gelişim ve diğerleri ile nitelikli ilişkiler kurma gibi) yönetme olarak tanımlanmaktadır (Telef, 2013: 375). Bir insanın sağlıklı oluşu hastalık, zayıflık, işlevsizlik gibi kavramlarla ilişkilendirilmiştir. Olumlu duygulanım, umut, sağlıklı ilişkiler, yaşam doyumu, iyi karakter özellikleri, öznel iyi oluş, iyilik hali gibi kavramlar arka planda kalmıştır. Psikolojik iyi oluş kavramı bireylerin sağlıklı ve güçlü yönlerini desteklemek ve iyileştirmek amacı taşımaktadır.

Psikolojik iyi oluş kavramı çok boyutlu, birden fazla tanımı olan, karmaşık bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. Literatüre bakıldığında psikolojik iyi oluşun hedonik yaklaşım ve eudaimonik yaklaşım olmak üzere iki bakış açısı ile ortaya konduğu görülmektedir. Hedonizm yaşamdan keyif almayı yani kişisel değerlendirmeleri kapsayan öznel iyi olma halidir. Eudaimonizm ise psikolojik olarak işlevsellik yani psikolojik iyi oluş olarak nitelendirilmektedir (Keyes, Shmotkin ve Ryff, 2002). Hedonizm, öznel iyi oluş kavramına denk gelmektedir.

Psikolojik iyi oluş kavramı bireyin hedefleri, sosyal ilişkileri, yaşama bakış açısı, kendi sorumluluğunu alıp almadığı, ilişkilerinin niteliği, yaşamdan beklentileri gibi birçok kavramı içine alır. Bireyin içine doğduğu kültür, büyüdüğü aile, yaşam şartları gibi özelliklerin de psikolojik iyi oluşu etkilediği açıktır. Toplumsal cinsiyetin de içine doğulan kültürün bir parçası olduğu düşünüldüğünde bireyin psikolojik iyi oluşunu etkileyen bir etken olduğu görülebilir.

Psikolojik iyi oluş kavramını günümüzde sahip olduğu anlamda ilk kullanan kişi Ryff’tir. Ryff’e göre öznel iyi oluş düzeyi, birey için mutluluk verici yüksek gelir düzeyi, yüksek eğitimli, konforlu yaşama sahip olma, genç olma, pozitif ve kendinden emin olma gibi bireyin öz değerlendirmelerine dayanır (Özmete, 2016). Buna karşın bireyin sağlık ve varlıkla ilgili sahip olduğu maddesel özellikler her ne kadar yaşam kalitesini belirlese de psikolojik iyi oluş düzeyini belirlemek veya açıklamak için yeterli görülmemektedir (Diener ve Lucas, 2000). Bu yaklaşımda Ryff, Maslow’un kendini gerçekleştirme, Allport’un olgunlaşma, Rogers’ın tam işlevde bulunma ve Jung’un bireyleşme kavramlarından; Erikson’un psikososyal aşamaları, Buhler’in temel yaşam eğilimleri, Neugarten’in yetişkinlik ve yaşlılıktaki kişilik değişimindeki özellikleri ve Jahoda’nın belirlediği olumlu psikolojik sağlık ölçütlerinden yararlanmıştır (Ryff ve Keyes, 1995). Olumlu psikolojik işleyişin altı ayrı bileşeni vardır. Bu bileşenler öz Kabul, kişisel gelişim, hayatın amacı, diğerleriyle olumlu ilişkiler, çevresel ustalık, özerklik olarak sıralanır.

Tüm boyutlara bakıldığında olumlu psikolojik özellikler gösteren bireyin özelliklerini bütüncül bir şekilde tanımlanması amaçlanmıştır. Bireyin psikolojik iyi oluşu içine doğduğu toplumdan ve onun getirilerinden etkilenmektedir. Buna örnek olarak kadınların kamusal hayatta daha az yer almalarının özerklik boyutuna etkisi verilebilir. Birçok iş kolunda kendine yer bulamayan ya da erkeklerden daha az ücrete çalışan kadınların maddi anlamda özerk olmaları büyük çaba gerektirmektedir.

3. Yöntem

Sistematik derlemeler, belli bir araştırma sorusuna cevap verebilmek amacıyla, araştırma sorusu ile ilgili yayınların önceden belirlenmiş ölçütler çerçevesinde bir araya getirilerek sentezlenmesi olarak tanımlanır. Sistematik derlemelerin genel özellikleri, bir araştırma sorusunun önceden tanımlanması; incelemenin kapsamı ve hangi çalışmaların dâhil edilmeye uygun olduğuna dair netlik; tüm ilgili araştırmaları bulmak ve dâhil edilen çalışmalardaki önyargı konularının dikkate alınmasını sağlamak için her türlü çabayı göstermek ve tespit edilen tüm araştırmalara dayanarak tarafsız ve objektif bir şekilde sonuçlara varmak için dâhil edilen çalışmaları analiz etmektir (Lasserson, Thomas ve Higgins, 2019: 4).

Bu araştırma yazısında Ayçiçek (2021), Kadınlarda toplumsal cinsiyet algısı, psikolojik iyi oluş ve benlik saygısı arasındaki ilişkiler; Arıcı, (2011), Üniversite Öğrencilerinde Toplumsal Cinsiyet Rollerine İlişkin Algılar ve Psikolojik İyi Oluş; Haymana (2019), Toplumsal cinsiyet rollerinin kadınların iyilik hali algısı ile ilişkisi; Kılıç (2021), Evli kadınların psikolojik iyi oluş düzeylerinde toplumsal cinsiyet roller, algılanan sosyal destek ve eş desteği etkisinin bazı demografik değişkenler açısından incelenmesi; Tekin (2020), Evli kadınlarda psikolojik iyi oluşun yordayıcıları olarak toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve eş-bağımlılık çalışmaları incelenmiştir. 

4. Literatür Taraması

Toplumsal cinsiyet ile ilgili araştırmalar incelendiğinde özgüven, benlik saygısı, evlilik doyumu, yeme bozuklukları, kadın sağlığı, aile içi şiddet gibi birçok kavramla birlikte ele alındığı görülür. Buradan da anlaşılabileceği gibi toplumsal cinsiyet bireyleri tıp, psikoloji, sosyoloji gibi birçok alanda etkilemektedir.

Daslı (2019), üniversite öğrencileri üzerinde yaptığı araştırmasında kadınların eşitlikçi cinsiyet rolleri algılarının erkeklere göre daha yüksek olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Bu çalışmada elde edilen sonucun benzer çalışmalar ile desteklendiği görülmektedir (Aşılı, 2001; Baykal,1988; Çelebi, 1997; Dikmen ve Maden, 2012; Girginer, 1994; Kalaycı, Hayırsever ve Özcan, 2012; Öngen ve Aytaç, 2013; Özden ve Gölbaşı, 2018; Seçgin ve Tural, 2011; Temel, 1991).

Selçuk, Mercan, Avcı (2017) üniversite öğrencileri üzerinde yürüttükleri çalışmada öğrencilerin toplumsal cinsiyet rollerini nasıl algıladıklarına yönelik tutumlarının şiddet maruziyeti ile ilişkisi değerlendirilmiş, literatürle uyumlu olarak olumsuz toplumsal cinsiyet algısına sahip olmanın fiziksel şiddet açısından risk faktörü olduğu belirlenmiştir. Aynı çalışmada kız öğrencilerin psikolojik ve cinsel şiddete maruz kalma oranlarının daha yüksek olduğu görülmektedir.

Uçar ve Karaaslan’ ın çalışmasında (2017), üniversite öğrencileri üzerinde yürüttükleri çalışmada kız öğrencilerin erkeklere göre daha eşitlikçi tutuma sahip olduğu ve fiziksel şiddeti onaylamadığı bulundu. Uçar ve Karaaslan’a göre erkek öğrencilerin toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin daha geleneksel tutuma sahip olmaları ve şiddet eğilimlerinin yüksek olması toplumun erkeğe yüklemiş olduğu roller ile açıklanabilir. Türk toplumunda erkeklerden beklenen geleneksel roller, ev dışında çalışma, aile üyeleri için zorluklarla mücadele etme, evi geçindirmekten sorumlu olma, parasal kaynakları kontrol edebilme ve evin reisi olma gibi sorumlulukları içermektedir (Öngen ve Aytaç, 2013). Bu nedenle erkekler kendisini, ailede gücün ve iktidarın sahibi olarak görmektedirler. Dolayısıyla geleneksel roller ve şiddet türü davranışlar erkekler açısından çok kabul görmektedir (Vefikuluçay vd., 2007).

Maness ve arkadaşları (2000), 75 üniversite öğrencisinin psikolojik sağlık, marjinallik ve ahlak seviyesini değerlendirmişlerdir. Erkeklerin geleneksel cinsiyet rollerini daha fazla benimsedikleri gözlenen araştırmada, kadınların daha çok kişilerarası ilişkiler ya da somatik şikayetler, erkeklerin ise öfke ve saldırganlık, topluma yabancılaşma ile ilgili konularda sorun yaşadıkları belirlenmiştir. Bununla birlikte kadınların içinde bulundukları toplum ve üniversite yaşamına erkeklere göre daha iyi uyum sağlayarak, güçlükler karşısında kendilerini daha iyi yönettikleri sonucuna ulaşılmıştır. 

Mançe’nin (2006) üniversite birinci sınıf öğrencileri ile yaptığı çalışmada, bireylerden ailesini geleneksel olarak algılayanların diyet, yeme ile meşgul olma ve kiloya yönelik baskı davranışlarını daha fazla gösterdikleri bulunmuştur. Alan yazında yer alan bir başka araştırmada da beden imajı, algılanan sosyal baskı ile yakından ilişkili bulunmuştur (Esnaola, Rodríguez ve Goñi, 2010). 

Sumbas ve Erdemir (2021), genç yetişkinler üzerinde yaptığı araştırmada toplumsal cinsiyet rolü tutumları ile duygu düzenleme arasında pozitif yönlü, düşük düzeyde ilişki olduğu bulunmuştur. Sumbas ve Erdemir, bireyin kendi duygularının farkında olması ve sosyal çevresinde duygularını nasıl gösterdiği toplumsal cinsiyet kavramı ile ilişkili olduğunu belirtmektedir. Sumbas ve Erdemir’e göre bu ilişki düşük düzeydedir. Bunun sebebi ise toplumsal cinsiyet tutumlarını etkileyen kültür, aile yapısı, cinsiyet gibi başka değişkenlerin olması (Tu ve Chang, 2000) ve toplumsal cinsiyet rolleri tutumu kavramının sadece duygusal boyutu değil, bilişsel ve davranışsal boyutlarının da (Akın ve Demirel, 2003) olması olabilir

Psikolojik iyi oluşun cinsiyet değişkenine göre incelendiği çalışmalar incelendiğinde araştırma sonuçlarının değişkenlik gösterdiği görülmektedir. Bazı araştırma sonuçları psikolojik iyi oluşun kadın ve erkekler arasında anlamlı bir farklılık meydana getirmediğini (Ryff, Magee, Kling ve Wing, 1999; Benjet ve Hernandez-Guzman, 2001) bazıları kadınların erkeklerden daha yüksek psikolojik iyi oluş düzeyine sahip olduğunu (Cooper, Okamura ve McNeil, 1995; Lee, Seccombe ve Shehan, 1991) bazılarıysa erkeklerin daha yüksek psikolojik iyi oluşa sahip olduğunu söyleyerek, farklı sonuçlar ortaya koymuşlardır (Haring, Stock ve Okun, 1984). 

Ryff’ın psikolojik iyi oluş modeline göre temellendirilen birtakım araştırmalarda kadınların “diğerleriyle olumlu ilişkiler” ve “bireysel gelişim” alt boyutlarında erkeklerden daha yüksek sonuçlara sahip olduğu sonucuna ulaşılmıştır (Cenkseven, 2004). 

Cinsiyete ilişkin çelişkili bulgular yurtiçindeki çalışmalarda da benzer şekildedir. Çalışmalardan bazıları kadınların erkeklerden daha yüksek düzeyde psikolojik iyi oluşa sahip olduğunu söylerken (Cirhinlioğlu, 2010; Gediksiz, 2013; Geçgin ve Sahranç, 2017; Göçen, 2019), bazıları da, cinsiyetin psikolojik iyi oluş düzeyinde anlamlı bir etkisinin olmadığı öne sürmektedir (Ekşioğlu, 2011; Tütüncü, 2012; Göcen, 2013; Ekşi, Güneş ve Yaman, 2018).

Kadınlarda psikolojik iyi oluşun toplumsal cinsiyet değişkenine göre incelendiği sınırlı sayıda çalışma bulunmaktadır. Ayçiçek (2020), 324 kadın üzerinde yürüttüğü araştırmada kadınların toplumsal cinsiyet algılarının eşitlikçi olduğu görülmüştür. Analiz sonuçlarına göre toplumsal cinsiyet algısı, benlik saygısı ve psikolojik iyi oluş arasında pozitif yönde anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Toplumsal cinsiyet algısının düşük olmasının geleneksel olarak kadına atfedilen rol ve özelliklerin benimsenmesinin kadının psikolojik iyi oluşu üzerinde olumsuz etkiler yarattığını söyleyebilmek mümkündür. Ayrıca eğitim düzeyi, sosyo-ekonomik durum, çalışıyor olmanın psikolojik iyi oluşu etkilediği görülmektedir. Bu değişkenler toplumsal cinsiyet rolleri algısını da etkilemektedir.

Arıcı (2011), 690 öğrenci üzerinde yürüttüğü çalışmada üniversite öğrencilerinin toplumsal cinsiyet rollerini geleneksel algılama düzeyi düşük olanların yüksek olanlara göre kişisel gelişim boyutu dışında, eşitlikçi algılama düzeyi yüksek olanların ise düşük olanlara göre tüm boyutlarında psikolojik iyi oluş düzeylerinin de yüksek olduğu görülmektedir. 

Haymana (2019), 148 kadından oluşan örneklem ile psikolojik iyilik hali ile toplumsal cinsiyet rolleri algısı ilişkisi araştırılmıştır. Haymana’ya göre kadınların eşitlikçi cinsiyet rollerine ilişkin algıları yükseldikçe ilişkilerde hakimiyet kurma tutumları da yükselmektedir. Yine Haymana’ya göre kadınların, kadın cinsiyet rolü algısı arttıkça özerklikleri de artmaktadır denilebilir. Ona göre, toplumsal cinsiyet rollerine göre kadınların pasif rolde olması beklenmektedir ve eşitlikçi cinsiyet rolleri algısı arttıkça özerkliklerinin artıyor olması bu durumla uyumludur. 

Evli kadınlar üzerinde yürütülen araştırmalar da mevcuttur. Tekin (2020), 249 ev kadınının psikolojik iyi oluş, toplumsal cinsiyet eşitliği ve eş-bağımlılık düzeylerinin ilişkilerini incelemiştir. Araştırmaya katılan ev kadınlarının %19,3’ü düşük, %61’i orta ve %19,7’ si yüksek düzey psikolojik iyi oluş göstermektedir Bu bulgu ev kadınlarının büyük bir çoğunluğunun psikolojik iyi oluş açısından risk altında olduğunu göstermektedir. Zaten ev kadınlarının %27,3’ü herhangi bir nedenden dolayı psikiyatrik tedavi almış ya da almaktadır. Bir diğer deyişle araştırmaya katılan her 4 kadından 1’i psikiyatrik tedavi için bir sağlık kuruluşuna başvurmuştur (Tekin, 2020). Yine aynı araştırmada eşitlikçi cinsiyet rolleri algısı arttıkça psikolojik iyi oluş düzeyinin düştüğü görülmektedir. Tekin, bu sonucun sebebinin geleneksel cinsiyet rollerinin ev kadınlarının hali hazırda yaşadığı hayata uyumunu kolaylaştırması olabileceğini belirtmektedir. Ev kadınlarının geleneksel cinsiyet rollerini benimsemesi kadını erkekten üstün gören ve ona bağımlı kılan düzeni kabul etmelerinin bir göstergesi olabilir. Söz konusu ev kadınları olduğunda eğitim düzeyinin düşük olduğu görülmektedir. Bu sonucun da geleneksel cinsiyet rolleri algısına sahip olmalarında payı vardır.

Yine ev kadınları üzerinde Kılıç’ın 2021 yılında yürüttüğü araştırmada toplumsal cinsiyet algısı ve psikolojik iyi oluş arasından anlamlı düzeyde bir ilişki olmadığı bulunmuştur. Bu bulgular genel literatür ile çelişmektedir.

5. Tartışma

Araştırma yazısının amacı kadınların psikolojik iyi oluş düzeyleri üzerinde toplumsal cinsiyet rollerinin algısını incelemektedir. Bu araştırma kapsamında Ayçiçek (2021), Kadınlarda toplumsal cinsiyet algısı, psikolojik iyi oluş ve benlik saygısı arasındaki ilişkiler; Arıcı, (2011), Üniversite Öğrencilerinde Toplumsal Cinsiyet Rollerine İlişkin Algılar ve Psikolojik İyi Oluş; Haymana (2019), Toplumsal cinsiyet rollerinin kadınların iyilik hali algısı ile ilişkisi; Kılıç (2021), Evli kadınların psikolojik iyi oluş düzeylerinde toplumsal cinsiyet roller, algılanan sosyal destek ve eş desteği etkisinin bazı demografik değişkenler açısından incelenmesi; Tekin (2020), Evli kadınlarda psikolojik iyi oluşun yordayıcıları olarak toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve eş-bağımlılık çalışmaları incelenmiş ve derleme haline getirilmiştir.

Literatür bulguları göz önüne alındığında özellikle üniversite öğrencileri üzerinde yapılan araştırmalarda kadınların eşitlikçi cinsiyet algılarına sahip olduğu görülmektedir (Aşılı, 2001; Baykal,1988; Çelebi, 1997; Dikmen ve Maden, 2012; Girginer, 1994; Kalaycı, Hayırsever ve Özcan, 2012; Öngen ve Aytaç, 2013; Özden ve Gölbaşı, 2018; Seçgin ve Tural, 2011; Temel, 1991; Daslı, 2019). Bunun günümüzde kadınların eğitim seviyesinin artması, hayatın içinde daha fazla yer almaları, evlilik yaşının büyümesi gibi gelişmelerle ilgisi olabilir. Feminist akımların da etkisiyle cinsiyet eşitsizliği farkındalığının artması da bu durumun sebebi olabilir.

Yine araştırma sonuçlarına göre erkeklerin daha fazla geleneksel cinsiyet rolleri algılarına sahip olduğu görülmektedir. Aynı zamanda erkeklerin geleneksel cinsiyet rolleri algıları arttıkça şiddete meyilleri de artmaktadır. Toplumumuz ciddi ve güncel bir sorun olan aile içi şiddete neden olan değişkenlerden biri de toplumsal cinsiyet rolleri olabilir. 

Kadınların psikolojik iyi oluşlarının toplumsal cinsiyet algılarından etkilendiği literatür tarafından desteklenmektedir (Ayçiçek, 2021; Arıcı, 2011; Haymana 2019). Eşitlikçi cinsiyet rolleri algısı düzeyi arttıkça kadınlar olumlu işlevsellikleri artmaktadır. Buradan toplumsal cinsiyet yargılarının günümüz dünyası için geçersiz ve işlevsiz kalmaya başladığı sonucu çıkarılabilir. 

Ev hanımları ve evli kadınlarla yapılan çalışmalar da ise sonuçlar literatürle çelişmekte ve dikkat çekmektedir (Kılıç, 2021; Tekin 2020). Geleneksel evlilik yapısı kadının ev işleriyle ilgilendiği, çocuklara baktığı, aile üyelerinin ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarından öne koyduğu bir düzeni dayatır. Geleneksel cinsiyet rolleri bu düzene uyum sağlamayı kolaylaştırmaktadır. Fakat kadınların modern dünyada kendilerine daha fazla yer bulabilmesi için eşitlikçi cinsiyet rolü algıları yardımcı olabilir. Ev hanımlarının geleneksel cinsiyet rolleri algısına sahip olması onların her anlamda özerklik kazanmasına engel olmaktadır. Araştırmalarda da görüldüğü gibi bu durum çeşitli psikolojik sorunlara da yol açabilmektedir.

Sonuç

Cinsiyet ayrımcılığı hayatın her alanında kendini göstermektedir. Gelir ve servet dağılımı, eğitim eşitsizliği, iş ücreti, sağlık alanı, kamusal alan gibi pek çok alanda kadınlar dezavantajlı konumda yer almaktadır. Ev hanımlığı rolü kadınları izole etmekte depresyon, boşluk, karamsarlık gibi duygulara itmektedir.

Türkiye’nin cinsiyet eşitsizliği bakımından çizdiği tablo iç açıcı görünmemektedir. World Economic Forum’un (WeForum, 2021) küresel cinsiyet eşitsizliği raporunda 156 ülke arasında 133. sırada yer almaktadır. Türkiye geleneksel cinsiyet rollerinin kabul gördüğü bir ülke olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Çalışmada kadınların psikolojik oluşunun toplumsal cinsiyet rolleri algısı değişkeninden nasıl etkilendiği sorgulanmıştır. Yapılan derleme ışığında kadınların daha eşitlikçi cinsiyet rolleri algısına sahip olduğu görülmüştür. Çalışıyor olma, eğitim durumu, yaşanılan coğrafi bölge gibi sosyo-demografik değişkenler psikolojik iyi oluşu etkiler. Tüm bu sosyo-demografik değişkenler aynı zamanda bireyin toplumsal cinsiyet algısının oluşmasında önemlidir. Eşitlikçi cinsiyet rolleri algısı arttıkça psikolojik iyi oluşun da pozitif etkilendiği literatür tarafından desteklenen bir bulgudur. Ev hanımlarının durumunun yarattığı çelişki ayrıca tartışılmıştır.

Literatürde kadınların psikolojik iyi oluş düzeylerinde toplumsal cinsiyet rolleri algılarının etkisi hakkında sınırlı sayıda araştırma yer aldığı görülmektedir. Araştırmalar arttıkça kadınların mağduriyetlerini, kendilerini bakışlarını, mental sağlıklarını etkileyen toplumsal cinsiyet algılarının değişmesi için ne tür adımlar atılması gerektiği keşfedilebilir. Araştırmalar aracılığıyla cinsiyet eşitsizliği konusunda farkındalık sağlanabilir. 

Kadınların psikolojideki temsilini değiştirme amacıyla son yıllarda önemli bir literatür birikimi oluşmuştur. Bu duruma örnek olarak ABD’de 1970’lerin başında kadın ve başarı konulu yayın bulunmazken, 1993’te bu sayının 161’e ulaşması verilebilir (Unger, 1998). Feminist eleştiri dalgası, psikoloji bilimini erkek merkezli (androcentric) olmak ve kuram ve uygulamaları kadınların kontrol edilmesine hizmet edecek şekilde kullanmak ile suçladı. Kadınların (annelik, şiddet gibi) yaşam deneyimlerinin araştırılmaya değer bulunmamış olmasına, erkek davranışının insan davranışını temsil ettiği varsayımı ile kadınların araştırılmaların dışında bırakılmış olmasına ve asıl olarak erkekleri ilgilendirdiğini varsaydığı (başarı güdüsü gibi) konularda ise kadınları yetersiz bulduğuna dikkat çekti (Chrisler ve McHugh, 2018). Feministler, (başarı korkusu gibi) kadınlarda olduğu ileri sürülen içsel engellere vurgu yapan ve bu engelleri aşmalarına yardımcı olmak üzere ortaya çıkan yaklaşımların aslında dikkati gerçek hayattaki kadın erkek eşitsizliklerinden uzaklaştırdığını hatırlatırken, “kadın sorunu” (women as problem) olarak özetlenebilecek düşünce biçiminin psikolojide hala yaygın olduğuna dikkat çekmektedirler (Marecek, 2019). Toplumsal cinsiyet rollerinin ve kadınların psikolojik iyi oluş düzeylerindeki etkilerinin anlaşılması ile kadınların psikolojik sağlıklarına daha doğru ve geniş bir pencereden bakmak mümkün hale gelir. Bu araştırma sonuçları kadınların güçlenmesi ve hayatın içinde daha fazla yer alabilmesi için yapılacak çalışmalar için de referans olabilir. 

İrem Kaplan

Psikoloji Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça:

Akalın T. ve Baş R. (2018). Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin kadın sanatçılara yansıması. Marmara Üniversitesi Kadın ve Toplumsal Cinsiyet Araştırmaları Dergisi, 2(2), 112-128.

Akın A. ve Demirel S. (2003). Toplumsal cinsiyet kavramı ve sağlığa etkileri, Hacettepe Üniversitesi. C. Ü. Tıp Fakültesi Dergisi, 25(4), 2003 Özel Eki 255.

Arıcı F. (2011). Üniversite öğrencilerinde toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin algılar ve psikolojik iyi oluş, (Master’s thesis, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Hacettepe Üniversitesi)

Atakan M. & Uzun C. (2020). Araştırmalarda cinsiyet ve toplumsal cinsiyet eşitliği: Sager yönergelerinin gerekçesi ve kullanım önerisi (M. Atakan ve C. Uzun, Çev.). Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 22(1), 1-23. DOI: 10.26468/

Ayçiçek V. (2021). Kadınlarda toplumsal cinsiyet algısı, psikolojik iyi oluş ve benlik saygısı arasındaki ilişkiler (Master’s thesis, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul Arel Üniversitesi).

Belli A. ve Aynacı G. (2020). Üniversite öğrencilerinin toplumsal cinsiyet rolleri algısı: kadınlar kendilerini nasıl güçlendirebilir. OPUS International Journal of Society Researches, 15 (26), 4208-4229. DOI: 10.26466/opus.663605

Bilgiz- Öztürk Ş ve Ay İ. (2020). Toplumsal cinsiyet algısı ve bilişsel çarpıtmaların sosyal kaygı üzerindeki yordayıcı etkisinin incelenmesi. Yükseköğretim ve Bilim Dergisi,10 (2), 234 241.

Bingöl O. (2014). Toplumsal cinsiyet olgusu ve Türkiye’de kadınlık. KMÜ Sosyal Araştırmalar Dergisi, 16 (Özel Sayı I): 108-114. ISSN: 2147 – 7833

Boratav-Bolak H. (2021). Feminizm ve psikoloji: sıkıntılı bir ilişki. REFLEKTİF Sosyal Bilimler Dergisi, 2(1), 143-163.

Burgan E. (2015) İlk kültürel gereç çuval ise: Erkeklik ve et yemenin kesişimselliğinde bilimsel anlatıların kuruluşu. Fe Dergi (7), 34-47.

Cenkseven, F. ve Akbaş, T. (2007). Üniversite öğrencilerinde öznel ve psikolojik iyi olmanın yordayıcılarının incelenmesi. Turkish Psychological Counseling and Guidance Journal, 3(27), 43-65.

Ereş F. (2006). Türkiye’de kadının statü ve yansımaları. Endüstriyel Sanatlar Eğitim Fakültesi Dergisi, (19), 0-0.

Erol A. (2021). Toplumsal cinsiyet kavramı bağlamında feminist yaklașımların bir analizi. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 53, 31-54.

Günay G. ve Bener Ö. (2011) Kadınların toplumsal cinsiyet rolleri çerçevesinde aile içi yaşamı algılama biçimleri. Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi, 153.

Gündüz Kalan Ö. (2010). Reklamda çocuğun toplumsal cinsiyet teorisi bağlamında konumlandırılışı: ‘Kinder’ reklam filmleri üzerine bir inceleme. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi | Istanbul University Faculty of Communication Journal, 38(1), 75-89.

Gündüz Ş. (2018). İş yaşamında erkekte ortaya çıkan ancak kadını tehdit eden sendromlar. Karadeniz Uluslararası Bilimsel Dergi, 37(37), 145-157. DOI: 10.17498/kdeniz.349449

Haymana P. (2019). Toplumsal cinsiyet rollerinin kadınların iyilik hali algısı ile ilişkisi (Master’s thesis, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul Aydın Üniversitesi).

Karaçam Z. (2013). Sistematik derleme metodolojisi: sistematik derleme hazırlamak için bir rehber. Dokuz Eylül Üniversitesi Hemşirelik Fakültesi Elektronik Dergisi, 6(1): 26-33.

Kılıç F. (2021). Evli kadınların psikolojik iyi oluş düzeylerinde toplumsal cinsiyet roller, algılanan sosyal destek ve eş desteği etkisinin bazı demografik değişkenler açısından incelenmesi. (Master’s thesis, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi)

Kurtuluş E. (2019). Kadın üniversite öğrencilerinin toplumsal cinsiyet eşitliği ile toplumsal cinsiyet rolü stresi ve olumsuz değerlendirme korkusu arasındaki ilişkinin incelenmesi. (Master’s thesis, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çukurova Üniversitesi)

Pekel E. (2019). Toplumsal cinsiyet rolleri ve kadının çalışma hayatındaki konumu. Balkan ve Yakın Doğu Sosyal Bilimler Dergisi, 5(1), 30-39.

Sumbas E. ve Erdemir N. (2021). Toplumsal cinsiyet algısı ile duygu düzenleme arasındaki ilişki. Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Dergisi, (39), 117-125.

TDK. (2018). Erişim Adresi: https://sozluk.gov.tr/ (Erişim Tarihi: Mart, 2022). 

Tekin H. (2020). Evli kadınlarda psikolojik iyi oluşun yordayıcıları olarak toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve eş-bağımlılık. (Master’s thesis, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Ankara Üniversitesi)

Uçar T., Aksoy Derya Y., Karaaslan, T., ve Tunç-Akbaş Ö. (2017). Üniversite öğrencilerinin toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin tutumları ve şiddet davranışları. Sted. 26. 96-103.

Umutlu S. Ve Öztürk M. (2020). İş yaşamında kadın ve karşılaştığı sorunlar. Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 3(25), 297-306.

World Economic Forum. (2021). Global Gender Gap Report. Erişim Adresi:https://www.weforum.org/reports/global-gender-gap-report-2021(Erişim Tarihi: Mart, 2022).

Yağan-Güder S. ve Güler-Yıldız T. (2016). Okul öncesi dönemdeki çocukların toplumsal cinsiyet algılarında ailenin rolü. Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi (H. U. Journal of Education) 31(2), 424-446.

Duygusal Zekanın Farklı Değişkenler ile İlişkisinin İncelenmesi

Özet

Bu çalışmada duygusal zekanın bireylerin becerileri doğrultusunda eğilimli, ilgili olabilecekleri alanlardan spor ve müzik ile ilişkisi incelenmiştir. Araştırmanın amacı, duygusal zeka ve bileşenlerinin ilgili alanlardaki becerileri ortaya çıkarma ve güçlendirme ve bireylerin bu alanlarda başarılı olma noktasındaki etkilerini incelemektir. Makalede öncelikle, duygusal zekanın kısa bir tarihçesi, tanımı, bileşenleri ile genel hatları çizilmiştir. Ardından alan yazında duygusal zeka ile spor ve müzik becerilerini ele alan çalışmaların bulguları aktarılmıştır. Alan yazındaki çalışmalardan edinilen bulgular ve duygusal zeka bileşenleri ışığında “duygusal zekanın bireylerdeki spor ve müzik becerilerini güçlendirme hususundaki etkileri “bireyin eğilimleri” çerçevesinde yorumlanmaya çalışılmıştır. Araştırmanın sonucunda yüksek düzeyde duygusal zekanın ilgili bileşenlerin ortaya çıkarılması ve güçlendirilmesi noktasında anlamlı şekilde olumlu etkileri olduğu bulunmuştur.

Anahtar kelimeler: Duygusal zeka, Beceri Alanları, Müzik Becerileri, Spor Becerileri, Duygusal zeka bileşenleri.

Abstract

In this study, the relationship between emotional intelligence, sports and music skills, which are some of the areas that individuals may tend to relate with their abilities and to be interested in has been examined. The purpose of the study was to examine the effects of emotional intelligence and its components on revealing and strengthening skills in related fields. First of all, general lines of emotional intelligence with a brief history, definition and components are indicated in the article. Then, the findings of the studies in the literature dealing with relationships between emotional intelligence and sports & music skills are presented. In the light of the findings obtained from the studies in the literature and emotional intelligence components, the effects of “emotional intelligence” on strengthening sports and music skills in individuals were tried to be interpreted within the framework of “individual tendencies”. As a result of the research, it was found that a high level of emotional intelligence has significantly positive effects on revealing and strengthening one’s relevant skills and components.

Keywords: Emotional Intelligence (EQ), Music Skills, Sports Skills, Components of Emotional Intelligence, Skill Areas.

Giriş

Belirli bir döneme kadar, bireylerin yeteneklerinde ve hayat başarısında Goleman’ın deyimiyle “hayat mükemmelliğinde” IQ’nun (zeka katsayısı) üstünlüğünden bahsedilebilirdi. Fakat, günümüzde hayat başarısını ve doyumunu sağlamada, bireylerde var olan güçlü yönlerin, becerilerin kuvvetlendirilmesinde IQ’nun rakipsiz olduğu anlayışı son bulmuştur. Bunun önemli etmenleri Gardner’in çoklu zeka kuramı olmakla beraber 90’larda iki psikolog tarafından ilk kez kullanılan ve temelleri atılan “duygusal zeka” nın bir zeka türü olarak kavramsallaştırılmasıdır (Maboçoğlu, 2006: 6). Kavramı temellendiren ve toplumsal, akademik açıdan gelişmesinde katkı sağlayanlara göre, “duygusal yetenek bir meta-yetenektir; yani, hem zeka dahil, var olan diğer yeteneklerimizi ne kadar iyi kullanabileceğimizin belirleyicisidir” (Goleman, 2021: 65). “Hayat yolunda, kişiler arası farklılığın ne ölçüde duygusal zekadan kaynaklandığı hakkında kesin bir şey söylemek henüz zor. Ancak eldeki veriler, oldukça güçlü hatta zaman zaman IQ’dan da güçlü bir belirleyici olduğunu gösteriyor” (Goleman, 2021: 63). Duygusal zeka becerileri güçlendirilmemiş bireyler yüksek IQ skoruna da sahip olsalar hayat doyumu, başarısı, iyi oluşu, bireysel becerileri ön plana çıkartma noktalarında yetersiz kalmaktadırlar. Son yıllarda, pek çok psikolog IQ testlerinde yüksek skorlar almanın ancak akademik alanda (öğrenci, öğretim üyesi) başarılı olmanın göstergesi olduğunu belirtip hayatın akademik alandan ayrıldığı çizgide IQ testlerinin tahmin noktasında yetersiz kaldığını onaylamaktadır (Goleman, 2021: 73). Benzer şekilde kendine güvenme noktasında aşırıya kaçan, empati becerisinden yoksun, başkalarının duygularını ve ihtiyaçlarını önemsemeyen, kaygılı fakat yüksek IQ’ya sahip bireylerin sosyal alanda ve kariyer açısından başarı kazanamadıkları gözlenmiştir (Bridge 2004; akt, Özdemir, 2008: 3). Bu bulguda, bahsedilen değişkenlerin duygusal zeka becerilerini içerdiğini görmekteyiz. Bu anlamda, yüksek IQ’ya sahip fakat sosyal ve diğer beceri alanlarında başarısız olmanın önemli bir sebebi olarak duygusal zeka becerileri eksikliği olarak yorumlayabiliriz. Bu anlamda, nispeten yeni olan fakat ortaya atıldığı zamandan bu yana bir çok çalışmaya konu olan duygusal zeka, hayat başarısının sağlanmasında, bireylerin yatkın oldukları beceri alanlarını geliştirmelerinde önemli bir belirleyici olabilir.

Duygusal zeka kavramı son yıllarda önem verilen ve üzerine sıklıkla çalışılan bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kavram genel bir çerçevede; “stres seviyesini azaltmak, etkili bir şekilde iletişim kurmak, başarılı ve mutlu bir hayata sahip olabilmek adına duygularımızı fark etme, anlamlandırma ve yönetme yeteneğidir.” şeklinde tanımlanabilir (Maboçoğlu, 2006: 5). Duygusal zeka (EQ) kavramı, ilk olarak John Mayer ve Peter Salovey adlı iki psikolog tarafından 1990 yılında yayımlanan bir makalede kullanılmıştır. Bu tarihe kadar, duyguların karar alma süreçlerimizden hayattaki başarımızı etkilemesi hususunda en az bilişsel süreçler kadar önemli olduğu dikkate alınmamaktaydı. 1980’lerin ortasına kadar psikolojide hâkim olan kuram B.F. Skinner’ın öncülüğündeki Davranışçı ekolün de etkisiyle, alanda ele alınan çalışmalarda, duyguların zeka üzerindeki etkisi göz ardı ediliyordu (Maboçoğlu, 2006: 7). Goleman (2021) bu durumu “O dönemde, hayatta mükemmellik standardı olarak IQ’nun üstünlüğü sorgulananamazdı” şeklinde açıklamaktadır. Fakat, Gardner’in 1983 yılında yayımlanan Frames of Mind adlı eseri, zekanın yalnızca tek tipe indirgenmesi durumuna karşıt bir görüşün gelişmesinde önemli bir adım oldu. Gardner ve ileri sürdüğü görüşün takipçilerine göre, zekanın tek tipe indirgendiği IQ testleri bireylerin başarılarını belirlemede yetersiz kalmaktadır, bunun sebebi ise zekanın birden fazla alana yayılan çoğulcu bir yapıya sahip olmasıdır.- (Maboçoğlu, 2006: 7). Gardner’in birden fazla zeka türünü barındıran “çoklu zeka” adını verdiği kuramı ile IQ’nun hayattaki üstünlüğün, başarının ve nicelerinin belirleyicisi olma noktasındaki rakipsizliği son bulmuş oldu. Çoklu zeka kuramı ile başlayan bu süreçte, Mayer ve Salovey’in 1990 yılında yayımladıkları makalede “duygusal zeka” kavramını öne sürerek kavramın temellerini atmaları hayat doyumunun, başarının belirleyicisinin tek tip bir zeka anlayışına indirgenemeyeceğini tam anlamıyla göstermiş oldu. Mayer ve Salovey’in “duygusal zeka” olarak adlandırdıkları bir kavramı ele almaları, hayattaki başarı unsurlarının belirleyicisi/belirleyicileri hakkında yeni bir anlayışın oluşmasını sağladı (Goleman, 2021: 7).

Duygusal zeka üzerine inşa edilen bu yeni akademik alan, 1995 yılında psikolog Daniel Goleman’ın duygusal zeka kavramını ele aldığı ve adını verdiği Duygusal Zeka Neden IQ’dan Daha Önemlidir? kitabıyla hem akademik hem de toplumsal açıdan önemli bir hale gelmiştir (Çakar ve Arbak, 2004; akt. Eker, E. & Ok, T.). Günümüzde pek çok araştırmacının ele aldığı ve üzerine çeşitli alanlarda çalışmalar yürüttüğü bir alan olmuştur. Duygusal zeka alanında yapılan çalışmalar, ölçümü, ilgili yeteneklerin hayatın diğer alanlarıyla nasıl bağdaşabileceği ve sonuçları, bunlar kapsamında da duygusal zeka kavramının nasıl geliştirilebileceği noktasında yoğun şekilde devam etmektedir (Yeşilyaprak, 2001: 139). 

Günümüzde duygusal zeka kavramının çeşitli beceri alanları (sosyal, bilişsel, sanatsal) ile ilişkisi pek çok değişken de göz önünde bulundurularak üzerine sıklıkla çalışılan bir konu olmaktadır. Duygusal zeka kavramı ele alınarak yaygın şekilde “Sosyal Beceriler” değişkeni üzerine yapılan çalışmalar, hayattaki başarıyı ve doyumu açıklamada duygusal zekanın önemli rolünü gösterince eğitim bu alanın önemini vurgulamıştır (Yeşilyaprak, 2001: 139). Bu noktada Goleman, eğitimcilerin duygusal zeka kavramını “Sosyal ve Duygusal Öğrenim” (SEL/ social and emotional learning) programlarına dahil ederek benimsemeleri, çocukların matematik ve dil gibi alanlarda belirli bir yeterlilik düzeyine erişmeleri gerektiği gibi, çeşitli yaşam becerilerinin de gelişmesine katkı sağladığından bahsetmektedir (Goleman, 2021: 8). Dünya Sağlık Örgütü’ne göre temel yaşam becerileri; “karar verme, problem çözme, yaratıcılık, kişilerarası ilişkiler, iletişim, eleştirel düşünme, empati kurma, öz farkındalık, duygularla ve stresle başa çıkma”dır (World Health Organization (WHO), 2007). Duygusal zeka becerilerinin de bu bileşenleri içerdiğini görmekteyiz. Duygusal zeka kavramının bireylerin yaşam becerilerini arttırabileceği gibi var olan, yatkınlıklarının olduğu yeteneklerini ön plana çıkarıp güçlendirme ve bireylerin potansiyellerini tam anlamıyla ortaya koyma noktasında da destekleyici olabileceği düşüncesi oldukça anlamlı gelmektedir.

Duygusal zeka kavramı hayat doyumu, hayat başarısı, becerilerin güçlendirilmesi gibi kavramlarla da sıklıkla anılmaktadır. Özellikle son zamanlarda yapılan pek çok çalışmada duygusal zekanın bireylerin iyi oluş, hayat doyumu ve başarısı üzerindeki etkileri sıklıkla incelenmektedir (Ergün, 2016; İnci, 2014; Özbiçer & Mavruk, 2018; Özkan, 2019). Bu çalışmalarda, duygusal zeka düzeyi yüksek olan bireylerin sıklıkla pozitif duygudurumu içinde oldukları belirtilerek duygusal zekanın psikolojik iyi oluş, sağlamlıkla anlamlı şekilde ilişkili olduğu belirtilmektedir (Salovey ve Mayer, 1990; akt, Tekin, 2014: 3; Ergün, 2016; Göçet, 2014; İnci, 2014). Bu anlamda, duygusal zeka becerileri bireylerin hayatlarının her alanında yeterlilik sağlayabilmesi, güçlü yanlarını ortaya çıkarabilmeleri ve doyuma ulaşmaları açısından önemlidir. 

Alan yazın taraması yapıldığında, duygusal zeka ile bileşenlerinden biri olan sosyal becerilerin ilişkisini ele alan pek çok çalışmaya rastlanmaktadır. Bu çalışmalar daha çok, sosyal becerilerin çeşitli alt boyutlarından (liderlik, empati kurma vs.) birine odaklanarak duygusal zeka ile ilişkisini sorgulamaktadır. Sosyal beceriler üzerine yapılmış çalışmaların yanı sıra alan yazında bireylerin farklı alanlardaki çeşitli becerileri ile duygusal zeka ilişkisini irdeleyen pek çok çalışmada bulunmaktadır. Bu becerilere; müzik becerileri, sanat ve spor becerilerini ve bileşenlerini sıralayabiliriz (Adiloğulları ve Bahadır, 2020; Akbel ve Orhan , 2017; Arslan ve Kılıç, 2021; Koçak, 2021; Mermer ve Can, 2020; Özdemir, 2008; Özdenk, 2015; Pektaş, 2013). Duygusal zeka kavramının bahsedilen beceriler ile ilişkisi pek çok çalışmada teorik açıdan irdelenirken duygusal zeka ile bu becerilerin ve bileşenlerinin ilişkisinin bireylerin yatkın oldukları becerileri güçlendirme bağlamında incelenmesi ve değerlendirilmesi hususunda alan yazında eksiklik olduğu fark edilmiştir. Bu nedenle, bu çalışmada duygusal zekanın bireylerin bazı beceri alanları (müzik ve spor becerileri) ile “bireylerin eğilimli/ilgili olabilecekleri alanların güçlendirilmesi” hususu çerçevesinde alan yazındaki teorik çalışmalar ve duygusal zekanın bileşenleri de göz önünde bulundurularak değerlendirilecektir. Bu çalışmada irdelenecek ana soru “Duygusal zekanın bireylerin eğilimli olabilecekleri ve ilgi duyabilecekleri bazı beceriler ve bileşenleri (spor, müzik becerileri) ile ilişkisi ve bu becerilerin ortaya çıkmasında, geliştirilmesi üzerindeki etkileri” olacaktır. 

Bu makalede öncelikle duygusal zekanın tanımı, bileşenleri kavramsal çerçeve başlığı altında ele alındıktan sonra duygusal zeka ile çeşitli beceri bileşenlerinin teorik açıdan incelendiği çalışmalar ışığında, kavramın bireylerin bazı ilgi/beceri alanları ile ilişkisi yorumlanmaya çalışılacaktır.

Kavramsal Çerçeve

Duygusal Zeka Tanımı

Kavramın temellerini atan Mayer ve Salovey’in (1990) tanımıyla duygusal zeka, “kişinin kendisinin ve başkalarının duygularını gözlemleyip fark edebilme, ayırt edebilme ve duyguları bir bilgi kaynağı olarak ele alıp kişinin düşünce ve davranışlarını düzenlemede kullanabilme becerisi” olarak tanımlanmaktadır. Kavramın geniş çevrelere yayılmasında önemli role sahip Dr. Goleman: “duygusal zeka: kendini harekete geçirebilme, dürtüleri kontrol ederek tatmini erteleyebilme, ruh halini düzenleyebilme, sıkıntıların düşünmeyi engellemesine izin vermeme, kendini başkasının yerine koyabilme ve umut besleme” şeklinde genişçe bir tanım sunar. 

Duygusal Zekanın Bileşenleri

“Salovey meslektaşı Gardner ile birlikte, duygusal zekanın ayrıntılı bir tanımını sunarak duygusal zeka becerilerini beş ana başlık altında toplamıştır” (Goleman, 2021: 73). Bu alanlar; Özbilinç, duyguları idare edebilmek, kendini harekete geçirmek, başkalarının duygularını anlamak ve sosyal beceriler’dir.

  1. Özbilinç: Kendini tanıma – bir duyguyu oluşurken fark edebilme- duygusal zekanın temelidir (Goleman, 2021: 73). Özbilinç, hissedilen duygunun farkında olabilme ve anlamlandırma yetisidir. 
  2. Duyguları İdare Edebilmek: Farkına varılan duyguyu idare edebilme becerisidir. Duyguları işlevlerine uygun şekilde yönetebilme becerisi, özbilinç bileşenine dayanır.
  3. Kendini Harekete Geçirmek: Duyguları bir amaç doğrultusunda toparlayabilmek, dikkat edebilme, kendini harekete geçirebilme, kendine hakim olabilme ve yaratıcılık için gereklidir” (Goleman, 2021: 73). Bileşenin yapıtaşlarından biri motivasyondur. Bireyde var olan enerjinin belirli bir amaç doğrultusunda duygusal süreçleri de işin içine dahil ederek harcanmasıdır (Yeşilyaprak, 2001: 141). 
  4. Başkalarının Duygularını Anlamak (Empati): Duygusal özbilinç temelinde gelişen bir yetenek olan empati insanlarla ilişkide temel beceridir” (Goleman, 2021: 73). Empati temel bir ifadeyle, bireyin kendisini karşısındakinin yerine koyup onun duygularını anlamlandırma becerisidir (Dökmen, 1994; akt, Akduman, Karahan, 2021: 607).

 

Duygusal zeka doğuştan var ya da yok olmasına bakılmaksızın yükseltilip geliştirilebilir. Ayrıca bireyler kendi becerileri ve yeteneklerini keşfedip bu alanlarda kendilerini geliştirerek duygusal zekalarını güçlendirebilirler (Weisinger, 1998). Bunların ise, benlik bilinci, duyguların yönetimi ve kendini motive etme gibi yetenekler olabileceğini söylemiştir (Weisinger, 1998; akt. Özdenk, 2015: 2). Bilim insanları, duygusal zeka gelişiminin yaşının olmadığını, her yaştan bireyin her zaman duygusal zeka becerilerini geliştirebileceğinden bahsederek bir bakıma öğrenilebilir bir zeka türü olduğunu belirtmektedirler (Shapiro, 1998; akt, Yeşilyaprak, 2001: 142). Duygusal zeka becerileri her zaman geliştirebileceği gibi bilhassa bireylerin öğrenime en açık olduğu dönem olan çocukluk döneminde bu becerilerin eğitim yoluyla aktarılmasının onların yaşam becerilerini arttırması açısından önemi farklı alanlardaki birçok araştırmacı tarafından bahsedilen ortak bir nokta olmuştur. 

Yöntem

Araştırmada ele alınan soru, alan yazında “duygusal zeka ile müzik ve spor becerileri ilişkisini” ele alan çalışmaların bulguları doğrultusunda bilimsel çerçevede yorumlanmaya çalışılmıştır. Bu çalışmada, Dduygusal zeka ile müzik ilişkisini incelerken; Akbel ve Orhan’ın (2017) çeşitli müzik gruplarında yer alan bireylerin duygusal zeka düzeyleri ile konser performansları arasındaki ilişkiyi incelediği, Mermer ve Can’ın (2020), müzik eğitimi bölümünde öğrenim gören öğrencilerin duygusal zeka düzeyleri ve eleştirel düşünme yatkınlıklarını incelediği ve Özdemir’in (2008), okul öncesi öğretmenlerinin duygusal zeka düzeyleri ile müzik yeterlilikleri arasındaki ilişkiyi incelediği çalışmalar ele alınmıştır. Duygusal zeka ile spor ilişkisini incelerken; Arslan ve Kılıç’ın (2021), farklı spor branşlarında bulunan sporcuların duygusal zeka ile liderlik davranışları arasındaki ilişkiyi incelediği, Bahadır ve Adiloğulları’nın (2020), üniversitede spor yapan öğrencilerin duygusal zeka ile zihinsel dayanıklılık arasındaki ilişkiyi incelediği, Koçak’ın (2021), Antalya İli’ndeki lisanslı 18 yaş üstü Taekwondo sporcularının duygusal zeka düzeyleri ve öz yeterlilikleri ilişkisini incelediği ve Pektaş’ın (2013), güzel sanatlar ve spor lisesinde müzik bölümünde okuyan öğrenciler ile diğer lise öğrencilerinin duygusal zeka düzeyleri arasında anlamlı bir fark olup olmadığını incelediği çalışmalar ele alınmıştır. Belirtilen çalışmaların bulguları toplanıp ele alınan soru cevaplanarak sonuca ulaşılmaya çalışılmıştır. 

Alan yazında çalışmalar ele alınırken, araştırmanın evrenini oluşturan bireyler, spesifik bir özellik (belirli bir yaş, dönem, cinsiyet, meslek grubu vb.) dikkate alınarak seçilmemiştir. Duygusal zeka bireyde her yaşta, her dönemde ve farklı noktalarda ayrım olmaksızın gelişebilecek bir zeka türü olduğu için belirli bir değişkene indirgenmeden alan yazında erişilebilen duygusal zeka ve müzik, spor becerilerini irdeleyen çalışmalara yer verilmiştir. 

Literatür Taraması

Spor Becerileri ile Duygusal Zeka İlişkisini Ele Alan Çalışmalar

Pektaş (2013) çalışmasında, güzel sanatlar ve spor lisesinde müzik bölümünde okuyan öğrenciler ile diğer lise öğrencilerinin duygusal zeka düzeyleri arasında anlamlı bir fark olup olmadığını incelenmiştir. Araştırmanın örneklemini, Amasya ilinde bulunan Fen, çeşitli Anadolu, Endüstri Meslek, Kız Meslek ve güzel sanatlar liseleri ile çevre illerdeki güzel sanatlar lise son sınıf öğrencileri oluşturmaktadır. Araştırmanın bulgularına göre, duygusal zeka düzeyi öğrenim görülen lise düzeylerine göre anlamlı farklılıklar göstermektedir. Sanat ve spor eğitimi veren okullarda eğitim gören öğrencilerin duygusal zeka puanları Anadolu, Fen lise türlerini barındırmak üzere pek çok lise türünde eğitim gören öğrencilerin duygusal zeka puanlarından anlamlı derecede yüksek bulunmuştur. 

Bahadır ve Adiloğulları (2020) çalışmalarında, üniversitede spor yapan öğrencilerin duygusal zeka ile zihinsel dayanıklılık arasındaki ilişkiyi ele almışlardır. Araştırmaya, Ege Bölgesi’ndeki Spor Yüksekokullarında öğrenim görmekte olan 203 öğrenci katılmıştır. Araştırmanın bulgularına göre, sporla ilgilenen ve düzenli şekilde spor yapmakta olan bu öğrencilerde zihinsel dayanıklılık ve duygusal zeka düzeyleri arasında pozitif anlamlı bir ilişki bulunmuştur.

Arslan ve Kılıç (2021) yaptıkları çalışmada, farklı spor branşlarında bulunan sporcuların duygusal zeka ile liderlik davranışları arasındaki ilişkiyi ele almıştır. Çalışmaya, toplamda 7’si bireysel 5’i takım sporu olmak üzere 520 sporcu katılmıştır. Bulgular, duygusal zeka düzeylerinin takım sporuyla uğraşan sporcularda bireysel sporla uğraşanlara göre yüksek düzeyde olduğunu göstermiştir. 

Koçak (2021) çalışmasında, Antalya ilindeki lisanslı 18 yaş üstü Taekwondo sporcularının duygusal zeka düzeyleri ve öz yeterlilikleri ilişkisini incelenmiştir. Elde edilen bulgulara göre, sporcuların duygusal zeka ve öz yeterlilik düzeylerinin ve alt boyutlarının genel anlamda yüksek olduğunu ve aralarında anlamlı ve pozitif ilişki olduğunu göstermiştir.

Müzik Becerileri ile Duygusal Zeka İlişkisini Ele Alan Çalışmalar

Özdemir (2008) çalışmasında, okul öncesi öğretmenlerinin duygusal zeka düzeyleri ile müzik yeterlilikleri arasındaki ilişkiyi sorgulamıştır. Çalışma grubunda, üç üniversitenin 3. ve 4. sınıflarında öğrenim görmekte olan toplamda 220 okul öncesi öğretmenliği bölümü öğrencileri yer almaktadır. Araştırmanın sonucuna göre, aday öğretmenlerin duygusal zeka düzeyleri ile müzik alanındaki yeterlilikleri arasında anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Aday öğretmenlerin müzik yeterlilikleri arttıkça duygusal zeka düzeylerinin de doğru orantılı şekilde artacağı anlamına gelmektedir.

Benzer bulgulara sahip bir diğer çalışmada, Akbel ve Orhan (2017), çeşitli müzik gruplarında yer alan bireylerin duygusal zeka düzeyleri ile konser performansları arasındaki ilişkiyi incelemişlerdir. Araştırmanın bulgularına göre, duygusal zeka puanı ile müzik alanındaki başarı, müzik grubu içerisindeki rolünü uygun şekilde yerine getirebilme arasında pozitif anlamlı bir ilişki bulunmuştur. En yüksek ilişki, duygusal zeka ile grup içindeki görevini yeterince yerine getirebilmede bulunmuştur.

Mermer ve Can (2020) çalışmalarında, müzik eğitimi bölümünde öğrenim gören öğrencilerin duygusal zeka düzeyleri ve eleştirel düşünme yatkınlıklarını incelemiştir. Toplamda 204 son sınıf öğrencisi 6 farklı üniversiteden rastgele seçilmiştir. Araştırma bulgularına göre, araştırmaya katılan aday öğretmenlerin duygusal zeka düzeylerinin orta seviye çıktığı saptanmıştır. Duygusal zekanın alt bileşenlerine bakıldığında ise, “iyimserlik/ruh halinin düzenlenmesi” en yüksek puan alırken bunu sırasıyla “duyguların değerlendirilmesi ve kullanımı” alt boyutları takip etmektedir. Anlamlı bulunan bir diğer bulgu ise, duygusal zeka düzeyinin mezun olunan lise türü ile ilişkisinin sonuçlarıdır. Bulgulara göre, konservatuar mezunu öğrencilerin genel duygusal zeka düzeylerinin diğer lise türlerindeki öğrencilerinkilerden yüksek olduğudur. 

Tartışma

Bu makalede, duygusal zeka kavramının bazı alanlarda var olan becerilerimizi ve ilgilerimizi güçlendirme noktasında anlamlı bir etkisinin olup olmadığının teorik çalışmaların bulgularına dayandırılarak bilimsel çerçevede yorumlanmaya çalışılmıştır. Ele alınan beceriler, spor ve müzik alanlarını kapsamaktadır. Makalenin amacı, müzik ve sporun duygusal zeka ile ilişkisi bağlamında, bireylerin müzik ve spor alanlarındaki becerilerini keşfetmede, güçlendirmede duygusal zekanın etkilerini incelemeye çalışmaktır.

Ülkemizde, alan yazında duygusal zekanın bireylerdeki çeşitli beceri alanları ile ilişkisini ele alınan çalışmalar incelendiğinde, 2000’li yılların başlarından beri seyrek olarak çalışılmakla beraber günümüze yaklaştıkça çalışmaların fark edilebilir bir düzeyde arttığı görülmektedir. Bu olgu duygusal zeka kavramının bireyler üzerindeki etkilerinin öneminin zaman içerisinde bir hayli kavrandığı fikrini güçlendirmektedir.

Alan yazında yapılmış çalışmalar ele alındığında (Özdemir, 2008; Akbel, Orhan 2017; Mermer & Can 2020) bireylerin müzik becerileri ve alt boyutları ile duygusal zeka alt boyutları arasında anlamlı ilişkinin olduğu görülmüştür. Özdemir (2008) çalışması bağlamında sunduğu önerilerde, duygusal zekanın duyguları ifade etmede, empati kurmada, kişiler arası olumlu ilişkiler kurup sürdürebilmede önemli olduğundan bahsederek kişinin hayat boyu başarısının duygusal zeka becerileri ile sağlanabileceğini vurgulamıştır. Ayrıca müziğin duyguları harekete geçirerek duygusal zeka becerilerine katkı sağlayacağını eklenmiştir. Mermer ve Can (2020), müzik öğrencilerindeki duygusal zeka ile eleştirel düşünme bağlamında bir çalışma yürütmüşlerdir. Çalışmanın sonuçlarında, araştırma evrenindeki öğrencilerinin duygusal zeka alt bileşenlerinde “iyimserlik/ruh halinin düzenlenmesi” en yüksek puanı almıştır. Bu bulgu oldukça ilgi çekicidir çünkü, müziğin bireylerin ruh halini olumlu anlamda etkileyebildiğini bilmekteyiz. Müziğin bireyin iyi oluşu üzerindeki olumlu etkileri insanları çok eski tarihlerden bu yana çeşitli arayışlara yöneltmiş ve müzik bu özelliği dolayısıyla pek çok ruhsal ve fiziksel rahatsızlığın tedavisinde dahi kullanılır olmuştur (Akkuş, 2007: 99). Benzer şekilde, araştırmalar, duygusal zeka düzeyinin yüksek olmasının bireyin iyi oluşunda olumlu anlamda etkileri olduğunu göstermektedir (İnci, 2014; Göçet, 2014; Ergün, 2016; Özkan, 2019). Duygusal zeka ile müziğin önemli bir paydada birleştiğini görebilmekteyiz. Bu anlamda, bireyler müzikle ilgilendikleri zaman müziğin duyguları harekete geçiren, iyi oluşu etkileyen yanıyla duygusal zeka becerilerini arttırabilecekleri gibi duygusal zeka düzeyi yüksek düzeyde olan bireyin müzikle ilgilenme, müzik alanındaki becerilerini güçlendirmesi de doğru orantılı şekilde artabileceği öngörülebilir. Ayrıca, bu çalışmanın diğer bir bulgusu konservatuar mezunu öğrencilerin genel duygusal zeka düzeylerinin diğer lise türlerindeki öğrencilerinkilerden yüksek olduğudur. Buradan yola çıkarak, sanatın ve duygusal zekanın bireyin ruhuna ve iyi oluşuna katkı sağlama açısından benzer işlev gördükleri söylenebilir.

Özdemir (2008), Akbel ve Orhan (2017) yaptıkları çalışmalarında duygusal zeka ile müzik ilişkisini ele almışlardır. Bir çalışmada okul öğretmenlerinde ilgili ilişki aranırken, diğer çalışmada çeşitli müzik gruplarında bu ilişki incelenmiştir. İki çalışmanın bulguları ise birbirine benzerlik göstermektedir. Müzikle alakalı çeşitli değişkenlerin ele alındığı bu çalışmalarda müzikal başarı, yeterlilik değişkeninin duygusal zeka ile pozitif ve anlamlı bir ilişki içinde olduğu saptanmıştır. Bu bulgu, duygusal zeka becerileri ile müzik becerilerinin doğru orantılı şekilde artabileceğini göstermektedir. Dolayısıyla gelişmiş bir duygusal zekanın bireyin müzik alanındaki ilgisi ve yeteneklerini ortaya çıkarma ve güçlendirme noktasında katkı sunabileceğini düşünebiliriz. 

Spor becerileri ve bu alanda başarılı olma açısından ele aldığımız çalışmalarda pek çok farklı spor branşı, profesyonel ve amatör olarak ilgilenme ve farklı değişkenlere göre değerlendirilmiştir. Pektaş (2013) farklı tür liselerde okuyan öğrencilerde spor ve sanat okullarında okuyan öğrencilerin duygusal zeka düzeylerinin diğer lise türlerindeki öğrencilere göre anlamlı derecede farklılaştığını bulgulamıştır. Benzer şekilde, üniversitede sporla yakından ve sürekli meşgul olan bireylerin duygusal zeka düzeyleriyle anlamlı pozitif ilişki saptanmıştır. Bu bulgular doğrultusunda, duygusal zeka ile spor faaliyetleri içerisinde bulunmanın birbirlerini anlamlı şekilde olumlu etkilediği söylenebilir. Spor faaliyetleriyle meşgul olan bireylerin duygusal zeka becerileri artabileceği gibi duygusal zeka düzeyi yüksek bireylerin spor becerilerini geliştirme ve sürdürme arasında da anlamlı bir ilişki olabileceği yorumunda bulunabiliriz. Nitekim Pektaş (2013), Fen lisesi, Anadolu Lisesi gibi diğer lise türlerine kıyasla daha yüksek yeterlilik isteyen okullardaki öğrencilerin duygusal zekalarının sanat ve sporla ilgilenen ve güzel sanatlarda ve spor liselerinde okuyan öğrencilere nazaran düşük düzeyde çıktığını belirterek, sanatın, sporun ve müziğin duygusal zeka üzerindeki etkilerinin anlamlı şekilde daha fazla olduğunu belirtmiştir.

Arslan ve Kılıç (2021) ele aldıkları çalışmalarında, farklı spor branşlarında bulunan sporcuların duygusal zeka ile liderlik davranışlarını ele almıştır. Bulgular, takım sporuyla uğraşan sporcuların bireysel sporculara nazaran duygusal zeka düzeylerinin yüksek olduğunu gösteriyor. Takım sporlarının esası grupla uyum içinde karar verebilme, hareket edebilmedir. Bu noktada, duygusal zekanın bileşenlerinden biri olan sosyal becerinin alt boyutları olan empati, liderlik, uzlaşma gibi kavramların önemi oldukça büyüktür. Bahsedilen bu kavramlar duygusal zekayla bu anlamda örtüşmektedir. Spor branşlarında yetenek seçmelerinde sporcuların duygusal zeka ve liderlik özellikleri göz önünde bulundurularak seçim yapılması başarılı sporcuların yetişmesine fayda sağlayabilir (Özdenk, 2015). Bildiğimiz üzere duygusal zekanın beş adet bileşeni mevcuttur. Bu bileşenlerden özellikle, “duyguları yönetebilme, başkalarının duygularını anlayabilme ve ilişkileri yürütebilme (sosyal beceriler)” grup içi uyumun oluşmasında olumlu katkılar sağlayacaktır. Örneğin, karşılaştığı zorlayıcı durumlarda duygularını uygun ve dengeli bir şekilde ifade etmeyi başaran birey grup içinde sağlıklı ve uyumlu bir iletişimin oluşmasına katkı sağlar. Benzer şekilde, başkalarının duygularını anlamaya ve gerektiğinde kendisini o kişinin yerine koyabilen (empati yapabilen) birey grup içinde dayanışmanın, birlik ve beraberlik duygularının da pekiştirilmesine katkı sağlar. Empati, diğerleri ile ilişki kurmanın ana bileşenlerindendir (Yeşilyaprak, 2001: 141). Bunlarla beraber, grup içindeki diğer bireylerle sağlıklı iletişim kurup sürdürebilen yani sosyal becerilere sahip olan birey grubun birlik ve beraberlik içerisinde hareket edilerek ortak hedeflere ulaşılmasında ana belirleyicidir. Bu noktada Özdenk (2015), takım sporlarında ortak hedefe yönelik başarıya odaklanmanın öneminden bahsederek, sporcuların birlik ve beraberliğinin gerekliliğinden bahsetmiştir. Duygusal zekanın ilgili bileşenlerini irdelediğimizde, sporcuların grup içinde uyum, dayanışma ve sağlıklı iletişim vb. sağlamaları açısından oldukça önemli bir kavram olduğunun ve duygusal zekası yüksek düzeyde olan bireylerin bilhassa takım sporlarında uyumun ve dengenin oluşması noktasında katkılarının büyük olabileceği sonucuna varıyoruz. Özdenk (2015), Takım içinde ortak hedeflere ulaşma amacıyla ilerlenen yolda duygusal zeka düzeyi düşük olan bir sporcunun takım arkadaşlarıyla aynı doğrultuda ilerlemeyeceğinin olası olduğunu belirtmiş ardından da karşılaşılabilecek zorlayıcı durumlarda duygusal zeka düzeyi düşük sporcuların takım içinde motivasyonu düşürebileceğini eklemiştir. Buradan ulaştığımız genel sonuç, duygusal zeka becerileri gelişmiş bir birey yatkınlığı, becerisi olabilecek spor alanında bilhassa takım sporlarında bu becerilerini de kullanarak başarılı olup, kendi potansiyelini tam anlamıyla ortaya çıkarabilir.

Çalışmalardaki bulguların değerlendirilmesi ardından, bireyin ilgili/becerili olabilecekleri alanları keşfetme, güçlendirme noktasını incelerken duygusal zekanın bileşenlerini de ele almak faydalı olacaktır. Duygusal zeka becerileri bireyin kendini keşfetmesi açısından oldukça önemlidir. Duygusal zeka düzeyi yüksek bir birey, kendisini, duygularını keşfedip anlamlandırarak bir bakıma kendisini daha iyi tanır. Duygusal zekanın bileşenlerinden Öz-bilinç, duyguların farkındalığı olarak bir nevi keşiftir. Birey kendi deneyimlediği duygularının farkında olarak kendini devamlı gözlemleyen, keşfeden konumundadır. Yaşanılan durumlar karşısında deneyimlediği duyguları bilgi kaynağı olarak ele alıp bu bilgiyi hayatının içerisinde kullanan birey kendini daha iyi tanır. Örneğin belirli bir durum karşısında öfkelenen kimse o durumu muhakeme ederken neden öfkelendiğini sorgulayarak kendi özelliklerini, tutumlarını, değerlerini görüp bir anlamda kendisini keşfeder. Kendini keşfetmeye hazır bir birey kendisini her açıdan gözlemleyebilir, yatkınlıklarını, eğilimlerini daha anlamlı bir şekilde fark edebilir. Bununla birlikte, duygusal zekanın diğer bir bileşeni olan “kendini harekete geçirmek” bireydeki enerjinin duygusal süreçlerinin de dahil olması ile belirli bir amaç doğrultusunda harcanmasıdır. “Motivasyon ve güdülenme” bu alt boyutta kilit kavramlardır. Kendini tanıyan birey yatkınlıklarını, becerilerini daha iyi saptayabilir. Bu anlamda, duygusal zeka becerileri gelişmiş bir birey yatkınlarını belirleyip duygusal süreçlerini de işin içine katarak enerjisini ulaşmak istediği hedefler doğrultusunda daha anlamlı şekilde harcayabilir.

Sonuç

İncelenen çalışmalardan ve duygusal zeka bileşenlerinden yola çıkılarak genel bir sonuca varacak olursak, duygusal zeka becerileri gelişmiş bir birey müzik ve spor alanlarında kendi becerilerini daha iyi ortaya çıkarabilir. Birey, bu alanlardaki beceri ve ilgisini duygusal zeka becerileri sayesinde güçlendirebilir sonucuna varabiliriz. Aynı zamanda ilgili alanlardaki becerilerinin üzerine giderek duygusal zeka becerilerini de arttırabilir. Bildiğimiz üzere, duygusal zeka bireyin duygularını, kendini tanımasında oldukça önemlidir. Duygular, bireyin hem hayat başarısında, iyi oluşunda hem de kendini bulma süreçlerinde yol gösterici niteliğindedir. Deneyimlediğimiz duygular eşsiz ve bize aittir. Bu duygular hayat yolunda bize karar alma süreçlerimizde, farkındalıklarımızın artmasında ve kendimizi tanımamızda ışık tutarlar. Duygular bilişlerden ayrı tutulamaz. Dr. Damasio’ya göre, “Duygusal beyin, muhakeme alanında düşünen bir beyin kadar işe karışır.” (Goleman, 2021, 57). Goleman bu ifadeyi destekleyerek ekler: “Bir bakıma, akılcı ve duygusal olmak üzere, iki beynimiz, iki zihnimiz ve iki farklı türden zekamız var. Hayatı nasıl yaşadığımız her ikisi tarafından belirlenir – sadece IQ değil duygusal zeka da önemlidir. Aslında akıl, duygusal zeka olmadan tam verimli çalışamaz.” (Goleman, 2021, 57). Bu anlamda, öncelikle duygularımızın farkında olmak, kabul edebilmek ve işlevine uygun şekilde kullanabilmek bize hayatta pek çok alanda başarılı ve doyuma ulaşmış bireyler olmamıza olanak tanır. Bu nedenle duygusal zekaya en az bilişsel zekaya önem verdiğimiz kadar önem vermeli ve hayat boyu geliştirmeye, güçlendirmeye çalışmalıyız.

Sena Akbalık

Psikoloji Staj Programı

Kaynakça

Akbel-Akbel, B. ve Yıldırım-Orhan, Ş. (2017). Bireylerin Duygusal Zeka Düzeylerinin, Müzik Gruplarındaki Konser Performanslarına Etkisi. European Journal of Social Sciences Studies, 2(5), 94-108.

Akduman, G., Karahan, G. (2021). Duygusal Zeka ve İletişim Becerilerinin Empati Üzerindeki Etkisinin Kişilik Özellikleri Bağlamında Değerlendirilmesi: Sivil Havacılık Kabin Hizmetleri Meslek Yüksekokulu Öğrencilerinde Bir Alan Araştırması. Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi (ASEAD), 8(2), 604-622

Akkuş, Ü. (2007). Müziğin İnsan Sağlığı Üzerindeki Yeri ve Önemi, Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi, 1, 98-103.

Arslan, A., Kılıç, M.  (2021). Farklı Spor Branşlarındaki Sporcuların Duygusal Zekâ ve Liderlik Davranışları Arasındaki İlişkinin İncelenmesi. Modern Leisure Studies, 3(1), 12-34.

Bahadır, G., Adiloğulları, İ. (2020). Spor Yapan Üniversite Öğrencilerinde Zihinsel Dayanıklılık ile Duygusal Zekâ Arasındaki İlişkinin İncelenmesi. International Journal Sport, Exercises & Training Sciences (IJSETS). 6(4), 117-128.

Çakar, U., Arbak, Y. (2004). Modern Yaklaşımlar Işığında Değişen Duygu-Zeka İlişkisi ve Duygusal Zeka. Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 6(3), 23-48.

Eker, E. & Ok, T. (2020). Bağlanma Stillerinin Duygusal Zekâ Üzerindeki Etkisi. International Social Mentality and Researcher Thinkers Journal, (Issn:2630-631X) 6(39): 2616-2625.

Ergün, O. (2016). Ergenlerde duygusal zekâ özellikleri ile psikolojik sağlamlık arasındaki ilişkinin incelenmesi. (Yüksek Lisans Tezi). İstanbul Arel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

İnci, S. (2014). Aday öğretmenlerin duygusal zekâ ile yaşam doyumu düzeyleri arasındaki ilişki. (Yüksek Lisans Tezi). Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü.

Goleman, D. (2021). Duygusal Zeka Neden IQ’dan daha Önemlidir? (Çev. B, Seçkin-Yüksel). 55. Basım. Varlık Yayınları.

Göçet Tekin, E. (2014). Üniversite öğrencilerinin psikolojik iyi olma duygusal zekâ ve sosyal iyi olma düzeyleri arasındaki ilişkilerin incelenmesi. (Doktora Tezi). Sakarya Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Sakarya.

Koçak, U., O. (2021). Taekwondo Sporcularının öz yeterlilik ve duygusal zeka düzeylerinin incelenmesi (Yüksek Lisans Tezi). Aydın Adnan Menderes Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. Spor Yönetimi Bilimleri Yüksek Lisans Programı.

Maboçoğlu, F. (2006). Duygusal zeka ve duygusal zekanın gelişimine katkıda bulunan etkenler. (Yüksek Lisans Tezi). Ankara Üniversitesi. 

Mermer, O., & Can, A. A., (2020). Müzik Öğretmeni Adaylarının Duygusal Zekâ ve Eleştirel Düşünme Eğilimlerinin İncelenmesi. Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Dergisi, 26(45), 674-690.

Özbiçer – Mavruk, S. (2018). Duygusal zekâ geliştirme programının ergenlerin duygusal zekâ ve yaşam doyumu düzeylerine etkisi: deneysel bir çalışma. (Doktora Tezi). Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Özdemir, A., T. (2008). Okul öncesi öğretmen adaylarının müzik yeterlilikleri ile duygusal zeka düzeyleri arasındaki ilişkilerin incelenmesi. (Yüksek Lisans Tezi). Abant İzzet Baysal Üniversitesi. 

Özdenk, S. (2015). Bireysel ve takım sporları ile uğraşan sporcular ile spor yapmayanların duygusal zeka ve liderliklerinin incelenmesi. (Doktora Tezi). Gazi Üniversitesi.

Özkan, L. (2019). Lise öğrencilerinin duygusal zekâ düzeyleri ile psikolojik dayanıklılık düzeyleri arasındaki ilişkinin incelenmesi. (Yüksek Lisans Tezi). Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü.

Pektaş, S. (2013). Güzel sanatlar ve spor lisesi müzik bölümü öğrencileri ile diğer lise öğrencilerinin duygusal zekâ düzeylerinin karşılaştırılması. (Yüksek Lisans Tezi). İnönü Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü.

Tekin, E. G., (2014). Üniversite öğrencilerinin psikolojik iyi olma duygusal zeka ve sosyal iyi olma düzeyleri arasındaki ilişkilerin incelenmesi. (Doktora Tezi). Sakarya Üniversitesi.

Yaşam Becerileri WHO, (2007). Promoting Physical Activity in Schools: An Important Element Of A Health-Promoting School, Who Information Series On School Health, (Document 12.)

Yeşilyaprak, B. (2001). Duygusal Zeka ve Eğitim Açısından Doğurguları. Eğitim Yönetimi Dergisi, 7(25).

Reise der Hoffnung (Umuda Yolculuk)

Yönetmen: Xavier Koller

Oyuncular: Emin Sivas, Mathias Gnädinger, Necmettin Çobanoğlu, Nur Sürer, Yaman Okay

Senaryo: Xavier Koller (Feride Çiçekoğlu’nun işbirliği ile)

Kurgu: Galip İyitanır

Müzik: Arild Andersen, Jan Garbarek, Terje Rypdal

Yapım: 1990 İsviçre

Soyutluk ve somutluk; hayatı anlamlı kılmaya çalışan insan adı verilen yaratıkların dillerine kazandırdığı evrensel iki farklı bağlam… Somut, duyularla hissedilebilirken soyut ise duygularla hissedebildiğimiz çok farklı bir kavramdır. Umut hepimiz için çeşitli betimlemelerle yaşamımızın içinde fakat Reise der Hoffnung (Umuda Yolculuk) filmi, soyut olarak bilinen umut kavramını tüm fiziksel varlığı ile izleyicilere dokunduran bir başyapıt… İsviçre’ye mülteci olarak gitmeye çalışan Pazarcıklı, Türk bir ailenin dramı ile boyut kazanan umut kavramı, trajedi ile birleşerek var olan düzen ile savaşlarını gözler önüne seriyor. Gelişmemişliğin ve zor yaşantının sonucu olarak kırsal hayatı kendine tutsak gören bu aile, daha iyi bir yaşam hayaliyle umutlarını, o umutsuz tacirlere emanet ediyor. 1990 yılında yabancı dilde en iyi film Oscar’ını kazanmış bu eser ile geçmişin hikayesi, şimdiyi düşündürecek kadar gerçekçi. Hatta öyle gerçekçi ki, filmin başından itibaren insanların öyküleri, duyguları, masumiyetleri ve mutlulukları izleyiciyi içine çekiyor. Umut; tarladaki toprak, anlaşılmayan bir dil, belki bir yabancı ve öteden uzanan bir el oluyor. Doğduğumuz andan itibaren yaşamın içinde olan göç kavramı, tüm insan üstü zorluklarıyla insana ait olarak bildiğimiz duyguları kalpte hissettiriyor. Doğumdan ölüme kadar hareket içinde olan insanlığın, ortak bir duygu altında her şeyi geride bırakıp fedakarlıklar yaptığı süreci tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriyor. Belki de kendi hayatlarımızda sıkça karşılaşmadığımız çaresizlik duygusunu, eşsiz öyküsüyle yüzümüze çarpıyor.

Bu filmde; devletlerin, yasaların ve yetkilerin masumiyet üzerine oynadıkları acımasız oyunlarının adaletsizliğini, mutluluk arayışında olan bir ailenin gözünden görüyoruz. Dünya’da hala süregelen insan kaçakçılığının merhametsizliğini, düzensiz göçün nasıl bir endüstriye dönüştüğünü, var olan bürokrasinin nasıl insanı bireyden çok yaşamaya bile değer görmeyen bir sistem haline getirdiğini görüyoruz. Varoluşları sadece umuda bağlı olan karakterlerin sömürülüşünü ve hala değişmeyen düzenin zalimliğini sorguluyoruz. Film, ülke ve dünya çapında sürekli yaşanan, bozulmuş sistemin düzensizliğe yol açtığı bu dramın daha fazla insanla buluşmasının ve ortak bilince eklenmesinin gerekliliğini acı bir farkındalık olarak izleyicilere veriyor. Filmde yabancı polis memurunun ağzından göçmenlere dökülen “Ne getirdi sizi buraya?” sorusunun cevabının fırsattan, paradan ve belki iyi bir yaşamdan öte çok basit bir duyguya, umuda, ait olduğunu bu eser ile anlıyoruz. Vakit geçirmekten öte, empati ile izlenmesi gereken bu filmi en ince ayrıntısına kadar gözlemleyerek, yaşanılanın bir “filmden” daha çok hayatın bir gerçeği, belki görmezden geldiğimiz bu evrensel göç kavramını anlayarak seyredilmesi gerekiyor. Eserde yalnızca bir aile dramına değil aynı zamanda bu yolda birbirlerinden başka kimsesi olmayan, umutlarını güvenle ayakta tutmaya çalışan farklı hikayeleri de görüyoruz. Kırsal Türk topraklarından, ilk defa görülen İstanbul denizine oradan İsviçre’nin karlı dağlarına kadar uzanan bu yolculukta yaşanan maddi, psikolojik ve fiziksel güç kaybının can alıcılığını hissediyoruz. Ağırlıklı olarak Türkçe olan diyalogların, yabancı kelimeler ve cümlelerle birleşmesi bizi de en az eserdeki aile kadar sarsıyor. Bilmedikleri bir dilde umut kelimesinin anlamını arayan bu insanların kayıplarını görüyoruz. Düşünceniz, geçmişiniz, yaşadığınız ve büyüdüğünüz çevrenin farklılığını göz ardı ederek, düzensiz göç kavramının gerçekliği ile karşılaşmak için her ülkeden insanın izlemesi gereken, akıllara kazınacak bir film olduğunu şüphesiz belirtebilirim.

Melis Tanış

Göç Çalışmaları Staj Programı

 

Ukrayna-Rus İkileminin Tayvan Sorununa Yansıması

24 Şubat 2022’de Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi tüm dünyada yankı uyandırdı. Bu silahlı çatışma, Soğuk Savaş’ın ardından dönemin önemli jeopolitik gelişmelerinden biri oldu. Dünya genelinde kaçınılmaz olarak insanlar bu durum hakkında çeşitli yorumlar yapmaya başladı. Bu tartışmalar içinde önemli bir benzetme yapıldı: Çin’in Tayvan için aynı müdahalede bulunacağı… 

1971-1980 Arası Türk Siyasetinin Genel Tablosu

Özet:

1960 ve 1980 yılları arasındaki sağ – sol çatışmaları Türkiye’nin toplumsal düzeninde büyük değişimlere yol açmıştı. Bununla birlikte, 1971 muhtırasından 1980 askeri darbesine kadar olan dönemde iktidarın başına gelen hiçbir koalisyon hükümetinin sürekliliği yoktu ve bu durum hükümetin sürekli el değiştirmesine sebep olmuştu. Hükümetin sürekli değişmesi halk arasında güvensizliğin artmasına yol açmıştı ve bu durum toplumda bir ötekileştirme örneği olan sağ – sol olaylarının daha da artmasına neden olmuştur. 1970’li yılların gergin siyasi ortamı da 1980 askeri darbesine giden yolu aralamıştır.

Anahtar Kelimeler: Darbe, Koalisyon, Sağ, Sol, Meclis.

Abstract:

The confrontation between left-wingers and right-wingers had led to significant changes in the social order in Turkey between 1960 and 1980. In addition to this, there was no stability of any coalition government coming into power between 1971 and 1980, and this situation caused to change of governments again and again. The constant change of governments led to an increase in lack of confidence in society, and this situation caused to increase in the confrontation between left-wingers and right-wingers as an example of marginalization. The intense political atmosphere of the 1970s led to the military coup in 1980.

Keywords: Military coup, Coalition, Left, Right, Assembly

Giriş

1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren Türkiye’de sağ-sol kutuplaşması ilk temellerini atmaya başlamıştı. 1960’lı yılların iki kutuplu dünya düzeninde yaşanan olaylar tüm dünyada öğrenci hareketlerinin ve sosyalist hareketlerin yükselmesine sebep olmuştur.  Türkiye’de de sol ideoloji, akademisyen ve gazetecilerin öncülüğünde akademide incelenmeye başlamıştır. Türkiye’de sol siyaset yükselmeye başlamıştı. Bu durumun en önemli kanıtı, 1965 milletvekili seçimlerinde sosyalist bir partinin, Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) ilk kez meclise girmesidir. Türkiye’de artan sol siyasete paralel olarak sağ siyaset de yükselmeye başlamıştır ve böylece, Türkiye’de etkisini yıllar boyunca artarak gösterecek olan sağ- sol kutuplaşmasına doğru giden yol aralanmıştır. Sağ-sol kutuplaşmasının araladığı bu yol, ordunun 12 Mart 1971 tarihinde bir muhtıra yayınlayarak siyasete müdahale etmesiyle sonuçlanmıştır. 12 Mart müdahalesi ilk başlarda toplumda artan siyasi kargaşayı sonlandırma amacıyla yapılmasına rağmen, gerek muhtıradan sonra iktidara gelen hükümetlerin sürekliliklerini sağlayamamaları, gerekse bu hükümetlerin toplumda artan siyasal şiddete ve ekonomik krize hiçbir çözüm bulamamaları sebebiyle toplum adeta bir kaosa sürüklenmiştir.

Bu makale, 1971 muhtırası sonrasında ordunun siyaset üzerindeki etkisine, 1980 darbesine kadar iktidara gelen koalisyon hükümetlerinin yapısına, bu koalisyon hükümetlerinin ortaya çıkmasına etki eden faktörlere, Türkiye’deki sağ ve sol ideolojik akımların yapısına, 1971 ve 1980 askeri müdahaleleri arasındaki yıllarda mecliste oluşan parti sistemine ve siyasette meydana gelen çatışmaların toplumda artan siyasal şiddeti nasıl etkilediğine değinmiştir. Kısacası, bu makale 1971 ve 1980 yılları arasındaki siyasi ve toplumsal düzenin genel bir değerlendirmesini yapmayı hedeflemiştir.

Ordu, Siyaset ve Parti Sistemi

12 Mart 1971 muhtırası ile 12 Eylül 1980 tarihleri arasındaki Türk siyasetine baktığımızda, özellikle muhtıranın ilanından 1973 cumhurbaşkanlığı seçimine kadar olan dönemde ordu ile sivil siyaset arasında bir iktidar mücadelesi hakimdir. 70’li yılların başlarında gördüğümüz ordunun siyaset üzerindeki etkisinin dışında, 1971 ve 1980 askeri müdahaleleri arasındaki dönemin siyasetine damga vuran bir diğer durum ise 1973 genel seçimleri sonrası mecliste oluşan parti sistemi ve bu sistemin ülke siyasetinde doğurduğu sonuçlardır. İki askeri müdahale arasındaki dönemi anlayabilmek için ordu ile sivil siyaset arasındaki iktidar mücadelesine ve dönemin parti sistemini incelememiz gerekir.

27 Mayıs 1960 darbesinden sonra ordunun meclisi askıya almasına nazaran 12 Martçılar böyle bir yola girişmediler. Findley’e göre “1971-1973 askeri müdahalesi, ordunun iktidarı doğrudan devralmayıp sivil siyasetçilere ne yapmaları gerektiğini söylediği ‘muhtırayla yapılmış bir darbe’ olması açısından 1960’tan farklıydı” (Findley, 2019: 316). Gerçekten de muhtırayı yayınlayan ordu üst komutasındaki askerler böyle bir yola girişmemişler ve 26 Mart 1971 yılında ordunun denetiminde olan bir “teknokratlar kabinesi” kurulmuştur (Gökçen, 2020: 248). Bu kabinenin başına da CHP’den Nihat Erim getirilmiştir. Erim hükümeti 3 Aralık 1971 tarihine kadar görev yapabilmiştir. Kurulan “İkinci Erim Hükümeti” de birincisi gibi uzun ömürlü olamamıştır. Bundan sonra da 1973 genel seçimlerine kadar olan süreç içerisinde Ferit Melen ve Naim Talu hükümetleri kurulmuştur.

Aslında dönemin iki büyük partisinin, CHP ve Adalet Partisi’nin (AP) liderleri konumunda olan Süleyman Demirel ve İsmet İnönü ilk başlarda darbeye şiddetle karşı çıkmışlardı. Fakat daha sonra her iki partinin lideri de uzlaşmacı bir tavır takındılar. 1971 muhtırası, İsmet Akça’nın (2013: 56) deyimiyle “27 Mayıs’ın modernist – kalkınmacı iyimserliğinin dağıldığı ve işçi sınıfının siyasal alandan ve devletin kurumsal mimarisinden otoriter yöntemlerle dışlanacağı bürokratik – otoriteryen bir müdahaledir.” 60’lı yıllarda artan sol hareketler, sosyalist bir partinin, Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) ilk kez meclise girmesi, artan ABD düşmanlığı vb. durumlar ordu içerisinde iyi karşılanmıyordu. Bununla birlikte, 1965 ve 1969 yıllarının hükümeti olan AP, 1961 Anayasası’nın kurmaya çalıştığı düzen ile ülkenin yönetilemeyeceğini ve bu yüzden de anayasada bazı değişikliklerin yapılması gerektiğini düşünüyordu. Başka bir deyişle, AP’nin kurmaya çalıştığı düzende sol hareketlere karşı iyimser bir tutum yoktu ve komünizme karşı ciddi bir mücadele vurgusu vardı. Şüphesiz ki, 1971 muhtırası, ilk başlarda AP hükümetini iktidardan indirdiği için partinin lideri Süleyman Demirel tarafından iyi karşılanmamıştı. Hatta Demirel, bu müdahaleden duyduğu rahatsızlığı, dönemin cumhurbaşkanına gönderdiği istifa mektubunda şu sözlerle belirtmiştir:

“Cumhurbaşkanlığı Yüce Katına,

Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları tarafından zatı devletinize, Cumhuriyet Senatosu Başkanlığına ve Millet Meclisi Başkanlığına tevdi edilip bugün saat 13.00’te Türkiye Radyolarından Türk Kamuoyuna duyurulan muhtırayla anayasa ve hukuk devleti anlayışını bağdaştırmak mümkün değildir. Bu durum muvacehesinde hükümetin istifasını saygıyla arz ederim.

– Süleyman Demirel, Başbakan” (Cumhuriyet, 13 Mart 1971).

Demirel’in müdahale karşıtı tutumuna rağmen müdahaleyi yapan ordu içerisindeki kesimin, AP’nin savunduğu gibi, sol hareketlerle mücadele etme, anayasada değişiklikler yapılması, vb. ortak fikirlere sahip olması Demirel’in daha sonradan bu müdahaleye daha ılımlı yaklaşmaya başlamasına ve zamanla orduyla ilişkilerini geliştirmeye başlamasına yol açmıştır.

Demirel’in yanı sıra, İsmet İnönü’de ordu tarafından belirlenen yeni hükümetin başına yakın dostu olarak gördüğü Nihat Erim getirildiği zaman açık bir şekilde bu hükümeti desteklediğini açıklamıştı (Zürcher, 2018: 296).  İnönü’nün bu tavrı parti içerisinde büyük bir tepkinin oluşmasına sebep olmuştu. Bu tepkinin başını partinin genel sekreteri konumunda olan Bülent Ecevit çekiyordu. Nitekim İnönü’nün ordu tarafından atanan hükümeti desteklemesi, parti içinde İnönü’ye karşı etkili bir muhalif grubun ortaya çıkmasına ve Ecevit’in partiden istifa etmesine neden olmuştur. Parti içerisindeki bu muhalefet, etkisini 6-7 Mayıs 1972 tarihlerinde yapılan CHP genel kurultayında göstermiş ve Bülent Ecevit parti genel başkanı olarak seçilmiştir (Ertem, 2018: 664). Ecevit’in CHP genel başkanı olmasıyla birlikte, 1971 muhtırası ile 1980 askeri darbe arasındaki süreçte CHP siyaseti gözle görülür bir şekilde dönüşüm geçirmiştir.

12 Mart muhtırasından sonra ordunun siyaset üzerinde büyük bir baskısı vardı. Ordunun bu baskısı 1973 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçiminde büyük bir oranda hissediliyordu. 1973 yılı asker ile sivil siyaset arasındaki mücadelenin daha da derinleştiği bir yıldı. 1973 yılına gelindiğinde Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın görev süresi artık sona ermişti. Ordu, yeni cumhurbaşkanı olarak Genelkurmay Başkanı Orgeneral Faruk Gürler’i destekliyordu. Buna karşılık meclisteki partiler, bir genelkurmay başkanının cumhurbaşkanı olarak seçilmesinin bir gelenek haline gelmesine karşıydılar (Zürcher, 2018: 299). Partilerin bu tutumu sayesinde, ordunun desteğini almasına ve sivil siyaset üzerinde ordunun baskı uygulamasına rağmen Faruk Gürler cumhurbaşkanı seçilememiştir. Faruk Gürler’in yenilgisinden sonra CHP ve AP ortak bir aday üzerinde anlaştılar ve Fahri Korutürk’ü aday olarak gösterdiler. Böylece Fahri Korutürk, ordunun karşısında sivil siyasetin gösterdiği aday olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin altıncı cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir. Bu durum, 12 Mart muhtırasını yapan ordunun iktidarı atadığı iki yıllık dönemin sonunu getirmiştir.

Ordunun sivil siyaset üzerindeki baskısı 1973 senesinde nispeten azalmıştı. Fakat, 1973’ten sonra ülkenin başına gelen iktidarlar, seçimlerde tek başlarına hükümet kurabilecek çoğunluğu hiçbir zaman sağlayamadılar ve çareyi koalisyon hükümetlerinde aramaya başladılar. 1961’den 1977’ye kadar olan dönemde, 1960’lı yılların iki büyük partisi olarak bilinen CHP ve AP’nin toplam oy oranları %73’e kadar gerilemiştir (Sayarı ve Esmer, 2002: 13). Bu durumun ortaya çıkmasında kuşkusuz ki seçim sisteminin ve seçim sisteminden dolayı mecliste oluşan parti sisteminin çok büyük bir etkisi vardır. Özellikle 70’li yıllarda uygulanan barajsız seçim sistemi mecliste küçük partilerin de yer alabilmesini sağlamıştır. Bu seçim sisteminde, örneğin 1980 senesinde uygulamaya koyulan %10 oy oranı şartı gibi, meclise girebilmek için sağlanması gereken herhangi bir baraj şartı yoktu.  Böylece, örneğin Milliyetçi Halk Partisi (MHP), 1973 genel seçimlerinde %3,38 gibi küçük bir oy oranına sahip olmasına rağmen meclise girebilmiştir. 

Dönemin iki büyük partisi olan CHP ve AP, 70’li yıllarda yapılan seçimlerin hiçbirinde tek başına hükümet kurabilecek çoğunluğa sahip olamadıkları için diğer partilerin desteğine ihtiyaç duymak zorunda kalmışlardır ve koalisyon hükümetleri kurulmaya çalışılmıştır (Aydemir, 2006: 73). Bu durum meclisteki küçük partilerin önemini daha da arttırmıştır. Çünkü onların desteği olmadan bir hükümetin kurulabilmesi imkânsız bir hale gelmişti. Bu durum, 1970’li yıllardaki hükümetlerin sürekliliğini olumsuz yönde etkilemişti. Bu yıllardaki hükümetleri sırasıyla incelemek 1970’li yılların siyasetini iyi bir şekilde anlamak adına bize birçok ipucu verecektir.

1973 genel seçimlerinde Ecevit liderliğindeki CHP, %33,30 gibi bir oy oranıyla birinci parti olarak çıkmasına rağmen sağ partilerin toplam oy oranları %63’ü bulmuştu (Ahmad, 1995: 224). Bu durum CHP’nin tek başına hükümet kurabilecek çoğunluğa ulaşamamasına yol açmıştı. Koalisyon ortağı olarak CHP’nin yanında herkes AP’nin yer almasını uygun görüyordu. Fakat Süleyman Demirel, CHP ile koalisyon kurmayı kabul etmeyince Ecevit çareyi Erbakan’ın partisi Milli Selamet Partisi (MSP) ile koalisyon yapmakta bulmuştu. CHP ve MSP, karma ekonomi, önemli ulusal kaynakların üzerinde devlet denetiminin olması, ekonomik kalkınmayla birlikte toplumsal adaletin de iyileştirilmesi gerektiği, vb. bazı ortak noktalar üzerinde uzlaşıyorlardı. Tüm bu ortak fikirlere rağmen CHP-MSP koalisyon hükümeti sadece 8 ay sürebildi. Bu koalisyon hükümetinin bu kadar kısa ömürlü olmasının sebebi olarak bazı yazarlar iki parti arasındaki ideolojik ayrılıkları belirtirken, bazı yazarlar ise Ecevit’in Kıbrıs Harekâtı sayesinde kazandığı büyük destek sebebiyle hükümetten istifa etmesini ve tek başına hükümet olabileceği inancıyla erken seçim istemesini sebep olarak göstermişlerdir (Dursun, 2018: 428).

CHP-MSP koalisyon hükümetinin düşmesinden sonra hükümetin başına Sadi Irmak getirilmiştir. Fakat Sadi Irmak da hükümetin başında çok fazla kalamamıştır. Bundan sonra, Süleyman Demirel öncülüğünde oluşturulan ve içinde AP, MHP, MSP, Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP) ve bağımsız milletvekillerinin olduğu “I. Milliyetçi Cephe Hükümeti” olarak adlandırılan koalisyon hükümeti 12 Nisan 1975 tarihinde göreve başlamıştır. Milliyetçi Cephe hükümeti, 1970’li yılların siyasetinde birtakım olumsuz durumlar doğurmuştur. Bu olumsuz durumlardan bir tanesi ise, MHP’nin oy oranı %4’ü aşmamasına rağmen mecliste var olabilmesi, hatta bununla birlikte hükümet ortağı olabilmesidir. Yukarıda da değinildiği üzere, büyük partilerin tek başlarına hükümet kurabilecek desteğe sahip olamamaları, küçük partilere orantısız bir güç ve önem sağlıyordu. Bu koalisyon içerisinde MHP’nin sadece üç milletvekili vardı, ama buna rağmen hükümet ortaklığından dolayı iki bakanlığı da elinde bulunduruyordu. MHP bu durumu kendi nüfuzunu arttırmak için bir fırsat olarak görmüştü ve bu yüzden bakanlıklara kendi adamlarını getirmeye başlamıştı (Findley, 2019: 317). Bu durum, şüphesiz ki bürokrasinin liyakat temeliyle işlemesini olumsuz etkilemişti. Ayrıca MHP’nin bu denli orantısız bir güç kazanması, sokaklardaki sağ-sol çatışmasını körükleyen bir etken olmuştur.

5 Haziran 1977’de herkesin gözü genel seçimlerdeydi. Seçimlerden CHP en fazla oy olan parti olarak çıkmış olmasına rağmen, tıpkı 1973 seçimlerinde olduğu gibi yine tek başına hükümeti kurabilecek çoğunluğu sağlayamamıştı. Seçimlerden sonra Cumhurbaşkanı hükümet kurma görevini, seçimlerde en fazla milletvekili çıkaran CHP’nin genel başkanı Bülent Ecevit’e verdi. Ecevit, koalisyon kurmak için görüştüğü hiçbir partiden olumlu bir sonuç alamayınca azınlık hükümeti kurma yoluna girmişti. Azınlık hükümetinin devamlılığı için meclisteki diğer partilerin desteği önemlidir. Buradaki destekten kasıt, koalisyon hükümetlerinde olduğu gibi değildir. Azınlık hükümetleri, bir koalisyon olmasa da mecliste çoğunluğu sağlayamadıkları için atacakları her adımda diğer partilerin desteğine ihtiyaç duyarlar. Ecevit’in 1977 seçiminden sonra kurmaya çalıştığı azınlık hükümeti bu desteği alamamıştır. Böylece Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, hükümeti kurma görevini Süleyman Demirel’e vermiştir.  Demirel’in MHP ve MSP ile oluşturduğu koalisyon, 1 Ağustos 1977’de güvenoyu almıştır ve böylece II. Milliyetçi Cephe Hükümeti göreve başlamıştır (Dursun, 2018: 436).

1. Milliyetçi Cephe hükümeti de bundan önceki hükümetler gibi uzun süre kalamamıştır. CHP, Demokrat Parti (DP) ve CGP ile yeni bir koalisyon kurmuştu. Bununla birlikte AP’den istifa eden 11 milletvekili CHP saflarına geçmişti. Tüm bu gelişmelerle birlikte Ocak 1978’de Ecevit hükümeti göreve geldi (Özdemir, 2002: 245). AP’den istifa edip CHP’ye geçen 11 milletvekili o dönem Türk siyasetinde büyük yankı uyandırmıştı. Türk siyasal tarihinde “Güneş Motel Olayı” olarak anılacak bu olay hakkında basında yer alan iddialara göre, Bülent Ecevit, Florya’daki Güneş Motel’inde 11 tane AP’li milletvekili ile gizli bir görüşme gerçekleştirmişti. Ecevit, CHP’ye geçmeleri halinde bu milletvekillerine bakanlıklar vermeyi teklif etmişti. Bu görüşme sonrasında AP’li milletvekilleri Ecevit’in kuracağı hükümette yer almışlar ve II. Milliyetçi Cephe hükümetinin dağılmasında etkili olmuşlardır. Bununla birlikte, Güneş Motel Olayı, siyasette meydana gelen durumların sadece meclisteki ilişkilerle sınırlı kalmadığını gösteren önemli bir olaydır.

 Ecevit’in kurduğu koalisyon hükümeti 14 Ekim 1979’daki seçimlere kadar görevde kalmıştı. Bu seçimlerde CHP’nin oy oranının %29’a kadar gerilemesi ile Ecevit hükümetten istifa etmişti. Bu seçimlerden sonra 12 Kasım 1979’da Süleyman Demirel başkanlığındaki kabine göreve başlamıştı. Bu kabineye “Örtülü – III. Milliyetçi Cephe Hükümeti” de denmektedir. ‘’Örtülü’’ olarak adlandırılmasının sebebi, Demirel’i destekleyen partilerin kabineye girmeden hükümeti desteklemelerinden dolayıdır (Gökçen, 2020: 250). Demirel’in başkanlığındaki bu kabine, 1970’li yılların son hükümetidir. Fakat, III. Milliyeti Cephe hükümeti zamanında siyasetteki ve toplumdaki kutuplaşma en üst seviyeye yükselmişti.

Tüm bu bilgilere bakarak 1970’li yılların siyaseti hakkında şunları söyleyebiliriz: 1971 muhtırasından 1980 darbesine kadar olan süreçte birçok hükümet değişikliği yaşandı ve iktidara gelen hiçbir hükümet sokaklardaki şiddet ve ekonomik krizler ile baş edemedi. 1960’lı yıllarda başlayan siyasi kutuplaşma, 1971 askeri muhtırası sonrasındaki yıllarda da hız kesmeden artmaya devam etti. 1970’li yıllar, toplumda sağ – sol çatışmasının çok fazla yükseldiği ve sokaklarda her gün siyasal şiddet olaylarının yaşandığı yıllardı. 1970’li yıllardaki sağ-sol çatışması sadece toplumla sınırlı değildi. Milliyetçi Cephe koalisyonu hükümetin başına geçtikten sonra mecliste de sağ – sol kutuplaşması çok şiddetlenmişti. Örneğin, CHP’nin meclis içerisinde yapılan tartışmalarda değindiği konular arasında MHP gençlik teşkilatının sokaklardaki faaliyetleri de vardı (Coşkun, 2017: 295). CHP’ye göre kendilerini “bozkurtlar” olarak adlandıran bu grup I. Milliyetçi Cephe hükümeti zamanında sokaklardaki etkinliklerini daha da arttırmıştı. Meclis içerisindeki sağcı kesimi oluşturan Milliyetçi Cephe ile sol kesimi temsil eden CHP arasındaki çatışmalar, siyasette uzlaşma ortamının yok olmasına ve siyasetçilerin toplum içerisinde artan siyasal şiddete karşı kalıcı bir çözüm bulamamalarına sebep oldu. Başka bir deyişle, meclis içerisinde var olan kaos, toplumsal düzende var olan kaosu körüklemiştir. 1970’li yılların bu siyaseti, 1980 askeri müdahalesine doğru giden yolu aralamıştı.

Türkiye’de Sağ-Sol Çatışmaları

Türkiye’de Sol

Tarihsel olarak sol kavramının ortaya çıkışı ve siyaset diline geçmesi 1789 Fransız devrimin 1. Cumhuriyet meclisinde olmuştur. Bu meclisin solunda (Jakoben) eşitliğe ve kralı devirmeye inananlar otururken sağda (Girondin) da bu fikre çekimser olanlar oturmuştur (Işıklı, 2001). Tabii ki sol ve sağ kavramları eskiden beri var olduğu için bu tarihsel süreçte zamanla anlam değişikliğine uğramış farklı zamana ve mekâna bağlı olarak siyasi olarak anlam kayması yaşanabilmiştir (Giddens, 2000). 1960’lı yıllarda dünya genelinde başlayan öğrenci hareketleri ve sol değerlerin gençler üzerindeki büyük etkisini gören CHP siyasi kimliğini merkezden sola kaydırmıştır (Göksu, 2013). Bundan sonra “ortanın solu” kavramı yeterince düşünülüp tartılmadan devletçilik ilkesiyle bağlantı kurdurularak İsmet İnönü tarafından bir slogan olarak söylenmiştir ve ortanın solu hareketi merkez sol siyaseti terminolojisinde sosyal demokrat ya da demokratik sol gibi ifadelerle sol kimliğin ana hattını belirleyen olarak 1980’lere kadar devam etmiştir. 12 Eylül’den sonra oluşan baskı döneminde ise sol kimlik özellikle CHP için bir ütopyaya dönüşmüştür (Gürpınar, 2012). Ayrıca 1960’lı yıllarda başlayan soldaki yükselmeyle beraber 1961 yılında Türkiye İşçi Partisi kurulmuştur. TİP’in 1965 seçimlerinde meclise girebilmesinin en önemli sebeplerinden biri seçim propagandasını Bilim ve Araştırma Bürosuyla yapmış olması ve bu araştırmaların sonucunda İşçi Partisinin diğer partilerden ayrı sade, bilime dayalı, açık yürekli olması onların halka etki etmesindeki en büyük etmen olmuştur ve bunların sonucunda TİP meclise giren ilk sol parti olmuştur (Yeşilbağ, 2021).

Türkiye’de Sağ

Türkiye’de sağcılık kavramı içi doldurulabilen bir terim değildir. Sağcılık olarak adlandırılan siyasi terimin kuramsal anlamından ziyade pratik ve pragmatik bir anlamı vardır. O anlamda kendinden olmayan, öteki düşünceye karşı geliştirilen yani solculuğa bir reaksiyon olarak gelişmiştir (Reyhan, 2010). Türkiye’deyse Cumhuriyet devrimi büyük bir siyasal dönüşüm ayrıca radikal bir kültürel değişimdir. Esasen Tanzimat’la birlikte başlayan bu değişimin etkili olduğu şehirli elitler dışında kalan toplum tarafından çok benimsenmemiştir (Mert, 2007). Merkez sağın siyasi kimliği iki ideolojik düşünceden oluşur. Birincisi muhafazakâr demokrat gelenek, ikincisi ise siyasal İslamcı gelenek. Genel kabul gören anlayışa göre 1980 darbesinden sonra Türk siyasal hayatındaki dengeler alt üst olmuş ve bu süreç sağ ideolojisinin önünü açmıştır. Sağın bir parçası olan muhafazakâr kimlik yükselişe geçmiştir (Göksu, 2013).  

Türkiye’ de sağ-sol kutuplaşması

Siyasal hayatın birbirine zıt kutupları hem kendilerinden olanı hem de olmayanı belli etmek için buna uygun kavramlar kullanmışlardır. Ötekileştirme, sınıflandırma gibi kavramlar siyasetin asli unsurlarından biri haline gelmiştir. Çünkü, her ötekileştirme veya sınıflandırma olduğunda kimin dışarıda olacağına karar verildiği için siyaset sürecinin çıkarılamaz bir bölümü olmuştur. Sınıflandırma çok yönlü bir kavramdır sadece din ya da ırk kökenli olmayabilir siyasi olarak da sınıflandırmalardan bahsedebiliriz. Örnek olarak sadece Hristiyan-Müslüman değil muhafazakâr-ilerlemeci, devletçi-liberal ya da bugünki konumuzda bahsedeceğimiz sağcı-solcu gibi de bahsedebiliriz (Demirel, 2016). Tüm bunların yanı sıra toplumsal sınıflardan da şu şekilde bahsetmek mümkün: Köle sahipleri-köleler, kentli-köylü. Sosyolojik temelli sınıflandırmalar siyaseti de çok etkiler. Mesela toprak sahipleri monarşist, muhafazakâr ve milliyetçi gruplarına dahil olabilirler (İnsel, 2000).

Sağ-sol farkı ise siyaset özelinde ancak toplumsal yapılanmalarda anlamlı olabilir. Sağcı ve solcu tiplemeleri incelediğimizde genelde şunu görürüz: Solcu bireyler eşitliğe inanan, insana ve dünyaya karşı pozitif düşüncelere sahip ve kendisini ve çevresini bilinç, akıl yoluyla değiştirebileceğine inanan bir insandır. Sağcı ise eşitlik düşüncesini sorgulamakla beraber insan potansiyeli konusunda karamsardır. Ayrıca hakların yerine sorumlulukları, eşitlik yerine hiyerarşiyi savunur. Evrenselcilik yerine milliyetçilik de sağ görüşlülüktür. Sol-sağ farkı olarak birçok sağ düşüncesine sahip bireyler solun tanımına itiraz edeceklerdir. Çünkü, sağcılara göre solcular özgürlük adı altında solcular tarafından bilinen belli ilkeleri topluma dayatma düşüncesi olduğunu düşünürler. Sağcılar ise toplumun insanların kafasına göre değiştirmesine itiraz etmektedir. Bunun daha kötü sonuçlara yol açacağını düşünüyorlar. Ayrıca Türk siyasetindeki belirsizlik ve sürekli dağılan koalisyonlar da bu ayrıma hizmet etmiştir (Demirel, 2016). Biraz bu kutuplaşmanın nasıl kullanılmaya başlandığını irdelediğimizde 27 Mayıs’tan bahsetmek gerekir. Bu darbe 1935 tarihli Ordu dahili Hizmet Kanunu’nun 34. maddesi olan TSK, “Türkiye Cumhuriyeti’ni hem iç hem de dış tehditlere karşı koruma ve kollama görevini” yüklemiş ve ordu bu maddeye atıfta bulunarak mukaddes ve kanuni diyerek bu darbeyi meşrulaştırmaya çabalamıştır (Kılıç, 2020). Tüm bunların sonucunda 27 Mayıs sağ-sol olayları için bir dönüm noktası oldu ve 27 Mayıs beraberinde getirdiği enerjiyle birlikte ülke sorunları karşısında yeni fikirler üretenlerle beraber daha önce sık kullanılmayan ilericilik, Kemalizm ya da Atatürkçülük gibi kavramlar bu darbe sonrasında bir tarafı belli etmek için kullanılmaya başlandı. Bu tarihten sonra daha önce konuşulmayan kavramların akademide konuşulmasıyla beraber modernleşme tarihimiz de gözden geçirildi. Yeni rejimi destekleyen öğretim üyeleri ve gazetecilere baskı kurmayı en başta kimse düşünemiyordu ancak Atatürkçülüğün tanımının incelenmesiyle beraber sol ve sağ kavramları da tartışma gündemine girdi (Nadi, 1972). Sol ideoloji ve Kemalizm’i yakınlaştıran unsurlardan en önemlisi, bir sosyalist hükümetin uyguladığı politikaların Kemalizm’in Cumhuriyet devrimleri sırasında amaçladığı ilkeler ile benzerlik göstermesidir. Bu yüzden Türk solunun önde gelen aydınları, solcu olmadan önce sıkı bir Kemalistlerdi. Bu yüzden Doğan Avcıoğlu, “esasen sosyalizmi, halkçılık, devletçilik, devrimcilik, laiklik, cumhuriyetçilik ve milliyetçilik ilkelerine dayanan Atatürkçülüğün en tabii sonucu ve devamı sayıyoruz” diye yazacaktır (Demirel, 2009). Daha önce dediğimiz gibi sağ, sola olan bir reaksiyondu ve sol fikrin yükselmesi sağ fikrin de önünü açmış oldu. Sağcıların görüşüne göre, 27 Mayıs ve sonrasında yaşananlar, daha dindar ve milliyetçi değerleriyle öne çıkan Anadolu halkını mağdur etmiştir. Bunun getirisi olarak da DP’nin içinde hiçbir zaman direkt ifade edilmeyen ama var olan İslamcı ve Batılılaşma karşıtı olmanın vurgusu artmıştır. Bununla birlikte gelen mağduriyet hissi ötekileştirmeyi arttırmıştır (Demirel, 2009). 12 Mart 1971 muhtırası yükselen sol güçten rahatsız olan ordu tarafından yapılmıştır. Bu darbeden sonra ordu bu sefer partileri kapatmamış aksine sadece kendi uygun gördüğü kişilerden oluşan “partiler üstü” hükümetler aracılığıyla ülkeyi 3 sene yönetmişlerdir (Ertem, 2018). 27 Mayıs darbesiyle beraber sol ideoloji normalleştirilmiştir, fakat solculuğun anlamı da bir ölçüde değişmiş ve solda bölünmeler başlamıştır (Belge, 1990).  Tabii ki bu değişim sadece sol tarafını değil sağ tarafı da etkilemiş ve AP de kendisini yavaş yavaş sağ bir parti olarak nitelendirmiştir (Göktaş, 1991). Daha ilerleyen zamanlarda da Demirel siyasi konumunu açıklarken sağcılık yerine milliyetçilik terimini kullanmaya başlamıştır. Bu da bir bakıma MHP’yle yakınlaşmasına sebep olmuştur. AP ve MHP’nin kurdukları sokak örgütlenmeleri ile sağ-sol ayrımı daha da derinleşmiştir. Askerin de solun güçlenmesinden rahatsız olmasıyla sağcılık arkasına aldığı destekle çok daha rahat bir şekilde büyümüştür. Türkiye’de o dönemde yaşanan olayların şiddete evrilmesinin en önemli sebebinin, AP’nin ve CHP’nin birbirlerini olduklarından fazla sol ya da sağ şeklinde yansıtmaları olduğu söylenebilir. Bu yansıtmanın sonucunda kutuplaşma çok hızlı bir şekilde ülkeyi sarmış ve 12 Eylül 1980 Darbesi’ne giden yolun taşları örülmüştür (Demirel, 2009).

Sonuç

1960’lı yıllarda güç dengelerinin değişmesi, 1971 muhtırasından sonraki dönemde meydana gelen hem siyasal hem de toplumsal gerginliklere adeta zemin hazırlamıştır. 1971 muhtırasından sonra iktidara gelen hiçbir hükümetin istikrarlı bir şekilde ülkeyi yönetmeye devam edememesi, mecliste var olan sağ-sol kutuplaşması ve bu kutuplaşmaların mecliste oluşturduğu gergin ortam toplumsal karışıklıkların önlenebilmesini zorlaştırmıştır.  Siyasetçilerin içinde bulunduğu çatışma ve kutuplaşma ortamı toplumu da paralel olarak etkilemiştir. Bunun sonucunda Türkiye, 1980 darbesiyle birlikte geri dönülmesi zor bir döneme girmiştir.

Akın Öner

Bihterin Begüm Somersan

Türk Siyasal Hayatı Staj Programı

Kaynakça:

Ahmad, F. (1995). Modern Türkiye’nin oluşumu. (Çev. Yavuz Alogan). Sarmal Yayınevi.

Akça, İ. (2013). Türkiye’de darbeler, kapitalizm ve demokrasi(sizlik). B. Bilmez (Ed.). Cumhuriyet Tarihinin Tartışmalı Konuları içinde. (49– 71). Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

Aydemir, S. (2006). Seçim sistemlerinin siyasal hayattaki etkileri ve Türkiye örneği. Bilgi Sosyal Bilimler Dergisi, (1), 61-79.

Belge, M. (1990). Sol geçiş sürecinde Türkiye. Belge Yayınları.

Demirel, T. (2009). Modern Türkiye’de siyasi düşünce 9: Dönemler ve zihniyetler. İletişim Yayınları.

Dursun, S. (2018). Türk siyasal hayatında milliyetçi cephe hükümetleri (1975-1977). 21. Yüzyılda Eğitim ve Toplum Eğitim Bilimleri ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, 7 (20), 425-440.

Ertem, B. (2018). 12 Mart 1971 askerî müdahalesi sonrası ara rejim ve Türkiye siyasetine etkileri (1971-1974). OPUS Uluslararası Toplum Araştırmaları Dergisi, 8 (14), 655-676. DOI: 10.26466/opus.407560

Findley, C. V. (2019). Modern Türkiye tarihi: İslam, milliyetçilik ve modernlik (1789 – 2007). (7. Baskı). Timaş Yayınları

Giddens, A. (2000). Üçüncü yol- sosyal demokrasisinin yeniden dirilişi. Birey Yayınları.

Gökçen, S. (2020). İki darbe arası Türk demokrasisi (1961-1980). Atatürk Yolu Dergisi, (67), 241-264.

Göksu, V. (2013). Siyasal kimlikler ve merkez-çevre dikotomisi bağlamında Türkiye’de merkez sağ ve merkez sol. Akademik İncelemeler Dergisi, 1-25.

Göktaş, H. (1991). Vatan, millet, pragmatizm Türk sağında ideoloji ve politika. Metis Yayınları.

Gürpınar, D. Türk Solundan Elde Kalan II: 12 Eylül Sonrasında Laikçiliğin İmalatı ve Sol. http://www.tpe.org.tr/index. php?option=com_content&task=view&id=149&Itemid=58 (Erişim Tarihi: 10.10.2012).

Işıklı, A. (2001). Sosyalizm, kemalizm ve din. İmge Kitabevi.

İnandım, A. (Yapımcı). (1998). Mustafa Ünlü (Yönetmen). 12 Eylül (Belgesel).

Mert, N. (2007). Merkez sağın kısa tarihi. Selis Kitaplar.

Özdemir, H. (1997). Siyasal Tarih (1960 – 1980). S. Akşin (Ed.). Türkiye tarihi 4: çağdaş Türkiye 1908 – 1980 içinde. (191 – 261). Cem Yayınevi.

Reyhan, H. (2010). Türkiye’de sağ milliyetçi siyasal düşünce geleneğinde çevre algılaması. Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 855-878.

Sayarı, S. (2002). The changing party system. S. Sayarı, Y. Esmer (Ed.). Politics, Parties and Elections in Turkey içinde. (9 – 32). Lynne Rienner Publishers.

Sözcü. (8 Haziran 2015). Azınlık hükümeti nedir? Azınlık hükümeti senaryoları. Erişim Adresi: https://www.sozcu.com.tr/2015/gunun-icinden/azinlik-hukumeti-nedir-azinlik-hukumeti-senaryolari-853653/ (Erişim Tarihi: Temmuz 2021).

Türkiye Büyük Millet Meclisi. Türkiye Cumhuriyeti Milletvekili Genel Seçimleri. Erişim Adresi: https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/secim_sorgu.genel_secimler (Erişim Tarihi: Temmuz, 2020).

Yeşilbağ, M. (2021). 1960’larda Bilim Dünyası ile İlişkiler Bağlamında Türkiye’de Sosyalist Hareket: Türkiye İşçi Partisi. Madde, Diyalektik ve Toplum, 18-25.

Zürcher, E. J. (2018). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. (4. Baskı). İletişim Yayınları

AB Üyeliği ve Polonya’da İnsan Hakları

İnsan haklarına saygı, demokrasi ve hukukun üstünlüğü Avrupa Birliği’nin temel değerleridir. AB üyesi olmaya hak kazanmak için belirli şartları yerine getirmek gerekmektedir. Şartlardan biri ülkelerin insan haklarına karşı tutumları ve bunları gereği gibi uygulamaları ile ilgilidir.

Savaş Yerine Modern Diplomasi

Özet:

Diplomasi tarihsel süreklilik içerisinde insanlığın etkileşimi ile başlamıştır. Diplomasinin modern olarak ifade ettiği anlam önemlidir. Çünkü uluslararası hukuk bakımından modern diplomasi önemlidir. Savaş yerine kullanılan ve savaşa kıyasla insani bulunan bir hukuki söyleme işaret etmektedir. Uluslararası hukuku ilgilendiren diğer mesele ise diplomasiyi yürüten kişilerdir. Bu kişiler uluslararası hukuk tarafından yetkilendirilmiştir. 1961 Viyana Sözleşmesi diplomasiyi yürütenleri düzenlemesi bakımından önemlidir. Ayrıca diplomasinin çeşitli türleri vardır. Örneğin diplomasi önleyici bir nitelik taşıyabileceği gibi küreselleşme sonucu çoğullaşan niteliklerinden biri olarak sessiz bir diplomasi de olabilir. Diplomasi düşüncesine katkı yapan pek çok önemli isim vardır. Çalışmada Niccolo Machiavelli ve Hans Morgenthau’nun diplomasiye olan katkısına değinilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Uluslararası Hukuk, Diplomasi, Viyana Sözleşmesi, Niccolo Machiavelli, Hans Morgenthau.

Abstract:

Diplomacy has started with the interaction of humanity in historical continuity. The modern meaning of diplomacy is important. Because modern diplomacy is important in terms of international law. It refers to a legal discourse that is used instead of war and is considered humane compared to war. Another matter that concerns international law is the people who carry out diplomacy. These individuals are authorized by international law. The 1961 Vienna Convention is important in terms of regulating those who carry out diplomacy. There are also various types of diplomacy. For example, diplomacy can have a preventive nature, or it can be a silent diplomacy as one of its pluralizing qualities as a result of globalization. There are many important names who contributed to the thought of diplomacy. In this study, the contribution of Niccolo Machiavelli and Hans Morgenthau to diplomacy is mentioned.

Keywords: International Law, Diplomacy, Vienna Convention, Niccolo Machiavelli, Hans Morgenthau.

Tarihsel Süreklilikte Diplomasi 

Yazılı tarihin de öncesinde var olan diplomasi, herhangi bir topluluğun diğeri ile karşılaştığı noktada var olmuştur. Kimi düşünürlere göre (Keith Hamilton, Richard Langhorne) ilk çağlardaki diplomasi haberciler ile ilişkilendirilmektedir. Bu düşünürlerce haber getiren haberciyi yemek yerine haberi dinlemek seçildiğinde diplomasi doğmuş olarak kabul edilmiştir. Ancak bu dönem diplomasinin nasıl olduğu belirsizdir. İlk diplomatik faaliyetler olarak milattan önce 14. Yüzyılda Hititlerden kalma çivi yazısı mektuplar söz konusu iken diplomatik faaliyetler için somut bir delil ise milattan önce 12. yüzyılda Hititler ve Mısırlılar arasında yapılan “Kadeş Antlaşması”dır (İskit, 2015; Thomson, 2006). 

Tarihsel olarak Yunan diplomasisi ilk uluslararası hukuk ilkelerini yaratarak bugünkü modern diplomasideki “ateşe” misyonlarının temellerine sahiptir. Roma İmparatorluğu’nda ise komşuları ile karşılaştığı sorunları anında çözmeye dayalı bir anlayış söz konusudur ve diplomatik ilişkiler yürütmek gibi bir durum söz konusu olmamıştır. İmparatorluğun bölünmesiyle oluşan Bizans ise kendisinden önceki devletlere nispeten modern anlamı ile diplomasiye daha benzerdir (İskit, 2015). 

Uluslararası Hukuku İlgilendiren Diplomasi: Modern Diplomasi

Uluslararası hukuk bakımından nasıl uygulanması gerektiği konusunda önemli olan modern diplomasinin kökenleri 15. yüzyıl İtalya’sındaki büyükelçi değişimi uygulamalarına dayanmaktadır. Modern diplomasi savaş yerine insancıl olması gerek bir hukuk söyleminin gerekliliği fikrini içermektedir. Çünkü ilkel insan ve modern insan kıyaslandığında, modernleşmenin bir getirisi olarak diplomasi bir gereklilik halini almıştır. Verge (akt. Koskenneimi, 2004) insanlığın toplumsal gelişimi için bağımsızlıktan dayanışmaya doğru ilerleyen evrensel bir hukuk olarak uluslararası hukuktan bahsetmektedir. Avrupa devletlerinin ilerlemesininin ve karşılıklı bağımlılığının artmasının barışçıl bir uluslararası sistem yaratacağına inanmaktadır; Koskenneimi (2004) ise bu konuda uluslararası hukuku ve onun diplomasi ağını sorgulamıştır. The Gently Civilezer of Nations: The Rise and Fall of International Relations 1870-1960 adlı eserinde uluslararası hukuku girişimleriyle ve bir hukuk olarak bulunduğu yerle ilgili olarak amatör bir bilim olarak görmüştür. Ancak uluslararası hukuku reddetmemektedir. Uluslararası hukuku diğer hukuk dalları gibi bir amatörlükte görmektedir. Her ne kadar ona göre uluslararası hukuk, söylemleri ve siyasal olan gerçekler arasında “kibarca” modernleşmeye dayalı olsa da aslında uluslararası hukuk gerekliliktir. Koskenneşmi uluslararası hukukçular için siyasal boyutu göz ardı etmemeleri gerektiğine dikkat çekmiştir (Arsava, 2012). Koskenneimi uluslararası hukukun siyasi boyutuna vurgu yaparak onu eleştirse de “daha iyi bir gelecek hayal etmek için kullanılan bir dil” olduğu boyutuna da dikkat çekmiştir (Özdan, 2020). İşte bu “dil” devletler arasında ortaklaşa uygulanan ve Verge’nin bahsettiği gibi bağımsız değil bir dayanışmayı ifade eden bir karakterde olmalıdır. Bu bakımdan gelişen diplomasi uluslararası hukuk için önem arz etmektedir. Diplomasi, dış politikanın önemli bir aracı olarak dışişleri sayesinde devlete güç kazandırmak ve ulusal güce katkı yapması bakımından önemlidir. Ayrıca ülke içi avantajların yanısıra diplomatın “araç” olma özelliği ile ülke dışında “başlıbaşına bir amaç” taşıması bakımından da önemlidir (İskit, 2015). 

İskit (2015: 9) modern diplomasi için şöyle bir tanım yapmıştır: “Modern diplomasi” özel hukuki kurallarla korunan ve sürekli olarak dış ülkelerde veya uluslararası kuruluşların merkezlerinde ikamet eden diplomatların oluşturduğu bir ağın dış politika uygulama faaliyetleri olarak tanımlanabilir.”

Yani devletler diplomasi ilişkileri ile diğer bir devlet ülkesindeki kişilere yönelik ilişki ve faaliyetler yürütmektedir. Diplomasi, Avrupa devletlerinin 1648’de otuz yıl süren çatışma ortamına Westphalia (Vestfalya) Antlaşması ile son verdikleri savaşlar sonrasında temellenmiş ilişkiler ağıdır. Bu anlaşmayla devletin modern anlamına kavuşması ile Avrupa modern dönemlere geçiş yapmıştır. Günümüz egemenlik anlayışı, sınırlar, başka devletlerin bağımsızlıklarına saygı, içişlerine karışmama, elçilik ve diplomasi gibi kavramlar bu anlaşmanın ürünüdür (Daban, 2017).

Diplomasi İlişkilerini Yürütenler

Diplomasi ilişkileri devletlerin kendisini temsil etmekle yetkilendirdiği kişiler aracılığı ile yürütülmektedir. Pazarcı bu kişileri merkezdeki yetkililer ve diplomasi temsilcilikleri olarak ikiye ayırmaktadır (2016: 373). Merkezdeki yetkililer devletbaşkanları, hükümet başkanları, dışişleri bakanı, diğer uzman bakanlar ve kamu kurumu yetkilileri iken; diplomasi temsilcileri sürekli ve geçici olarak sınıflandırılmaktadır. Sürekli olan diplomasi temsilcileri diplomatik misyon olarak genellikle büyükelçi, müsteşar, başkatip, ikinci katip, üçüncü katip ve ateşedir. Bu temsilciler için diplomatik ilişkilerin yürütülmesi konusunda diplomatik ilişkileri, diplomatların ayrıcalıklarını ve dokunulmazlıklarını düzenleyen uluslararası nitelikte bir antlaşma olarak 1961 Viyana Sözleşmesi önemlidir. Birleşmiş Milletler Diplomatik İlişkiler ve Dokunulmazlıklar Konferansı’nda alınan kararlar doğrultusunda çerçevesi belirlenen bu antlaşma, 24 Nisan 1964’te resmen yürürlüğe girmiştir.

Antlaşmaya göre taraf devletler (Viyana Sözleşmesi, 1961)

  • Eski zamanlardan beri bütün ülkelere mensup insanların diplomasi görevlilerinin statüsünü tanıdıklarını hatırlıyarak,
  • Birleşmiş Milletler Yasasının Devletlerin egemen eşitliği, uluslararası barış ve güvenliğin korunması ve uluslar arasında dostane ilişkilerin geliştirilmesi hakkındaki amaç ve ilkelerini göz önünde bulundurarak,
  • Diplomatik ilişkiler, ayrıcalıklar ve bağışıklıklar hakkında uluslararası bir Sözleşmenin, ulusların farklı anayasal ve sosyal sistemlerine bakılmaksızın aralarında dostane ilişkilerin gelişmesine katkıda bulunacağına inanarak,
  • Bu gibi ayrıcalıkların ve bağışıklıkların amacının fertleri yararlandırmak olmayıp, Devletleri temsil eden diplomatik misyonların görevlerinin etkin şekilde yapılmasını sağlamak olduğunu müdrik bulunarak,
  • Bu Sözleşme hükümlerince açıkça düzenlenmeyen meselelerde teamülî hukuk kurallarına uygulanmasına devam olunacağını teyid ederek, aşağıdaki hususlarda anlaşmışlardır.”

Bu sözleşme diplomatik ilişkilerin yürütülmesinde dostane ilişkiler, barış ve güvenlik gibi amaçlar olması düşüncesi ile kurulmuştur. Böylece uluslararası hukuk yoluyla barış ve güvenlik temin edilmesi ve devletler arasında diplomatik ilişkilerin nasıl uygulanacağı konusunda antlaşma sağlanmıştır. Bu bakımdan önem arz eden sözleşmede diplomasi temsilcilerinin görevleri düzenlenmiştir. Temsilciler uluslararası hukuk çerçevesinde; devleti kabul eden devlette temsil görevi yapmak, iki devlet ilişkilerini geliştirmek, devleti adına görüşme yapmak, devletinin ve yurttaşlarının hak ve çıkarlarını korumak, yasal çerçevede kabul eden devlet hakkında bilgi toplamak ve değerlendirmek gibi görevlere sahiptir. Ayrıca diplomatik misyon dışında diplomatik temsilcilerin iki ayrı sınıfı daha vardır. Bunlar teknik ve idari personel ve hizmet personelidir (Pazarcı, 2006).

Fransız İhtilali’nden sonraya denk Viyana Kongresi ve Lahey Barış Konferanslarının çerçevesinde ‘‘önleyici diplomasi’’den bahsedilebilir. BM Genel Sekreteri Dag Hammarskjod’un raporda kullandığı bu kavram, uluslararası barış ve güvenliği temin etmek için nükleer silahların azaltılması ve ülkelerin birbirleriyle ekonomik ilişkilerin artırılması meselelerinin gerekliliğini vurgulamaktadır. Küreselleşme ile diplomasi çeşitleri ve anlamları çoğalmıştır. Arabuluculuk diplomasisi, çok taraflı diplomasi, ikili diplomasi, kamu diplomasisi, sivil diplomasi, zirve diplomasisi, konferans diplomasisi, parlamenter diplomasi, mekik diplomasisi, toplumsal diplomasi, konferans diplomasisi, nükleer diplomasi, önleyici diplomasi, sessiz diplomasi, kültür diplomasisi, çevre diplomasisi, insani diplomasi, açık diplomasi, zorlayıcı diplomasi ve dişsiz diplomasi isimleri ile anılan diplomasi türleri vardır (Abdurahmanlı ve Bağış, 2021). Dünya tarihinde bu alanlarda isim yapmış pek çok şahsiyet vardır. 

Sonuç Yerine: Diplomasi Düşüncesine Katkı Yapanlar

Machiavelli’nin Diplomasiye Katkısı:

“Eğer söz vermesini gerektiren gerekçeler ortadan kalkmış ve verdiği söz aleyhine dönecekse, akıllı biri verdiği sözü tutmaz ve tutmamalıdır” (Machiavelli, 2008: 67).

Niccolo Machiavelli “diplomasiyi bir devletin karşı tarafı aldatmak için kullandığı bir araç olarak gören ve amaca ulaşmak için her yolu meşru sayan” niteliği ile öne çıkmaktadır (İskit, 20). Diplomatların prensleri güçlendirmeye katkı yaptığını kabul ederek yararlı olduklarını düşünen Machiavelli için siyasi kudreti sağlamak önemlidir. Ancak bu yüceltmeler yüzünden Machiavelli’nin adı genellikle hilekarlık ve zalimlik ile anılmıştır. Çok kez yanlış anlaşılmış ve “amaç için her yol mübah” söyleminin meşrulaştırıldığı ile itham edilmiştir. Ancak dikkat edilmelidir ki Machiavelli tarihsel olarak bulunduğu perspektiften değerlendirmeler yapmıştır. Bu doğrultuda da diplomasiye yaptığı katkı bakımından önemlidir. Prens adlı eserinde, hükümdarın güç sağlamak için ahlak konusunu araçsallaştırabileceğinden söz etmektedir. Machiavelli, gerçekçi bir çerçevede değerlendirmeler yapması bakımından önemlidir (Machiavelli, 2008; İskit, 2015).

Hans Morgenthau’nun Diplomasiye Katkısı:

20. yüzyıl düşünürlerinden olan Morgenthau, siyasette gerçekçilik teorisini tutarlı biçimde ele aldığı Uluslararası Siyaset: Güç ve Barış Mücadelesi adlı eseriyle öne çıkmaktadır. Morgenthau kendisini net bir şekilde gerçekçi olarak tarif etmektedir. Tanrı tarafından yönlendirilen lider ya da devlet fikirlerinin tutarlı bir yanı olmadığını düşünen Morgenthau; kişisel sebepler, iyi niyet ve erdem gibi kavramların dış politika söz konusu olduğunda geçerliliğini kaybettiğini ifade etmektedir. Politikanın, evrensel nitelikteki ilkelerce değil “ihtiyatlı” olarak somut sonuçları göz önünde bulundurularak ile geçerliliği tartılabilir. Dış politikadaki en önemli erdem olarak gördüğü ihtiyatlılık kavramı, güç mücadelesi olarak gördüğü uluslararası politika için gerekliliktir (Rosch, 2011).

Morgenthau için diplomasi “barış için elzem”dir. Diplomasi uluslararası anlamda uzlaşının sağlanması için bir araçtır. Aynı zamanda kalıcı dünya barışı için mevcut uluslararası toplumun köklü bir değişikliğini ve bunun yerine ulusüstü bir toplumun gerekliliği yönünde gerçekçi değil idealist bir görüşü de savunmuştur. Bu doğrultuda bir dünya toplumu için gerekli işlevsellikte olması gereken diplomasiye dört temel görev atfetmiştir. İlk görev siyasal nitelikteki amaçları saptamakdır. Bir diğeri öteki devletlerin amaçlarının aynı kriterlere uygun değerlendirilmesidir. Üçüncü görev devletlerin birbirinden farklı amaçlarının nasıl uzlaştırılabileceğini saptamaktır. Dördüncü görev ise hedeflere uygun araçları kullanmaktır. İşte ihtiyatlılık meselesi en iyi politikayı seçmekle ilgilidir. İlk amaç olarak uygulanan politikaların siyasal amaçlarını saptayabilmek Morgenthau için diplomatik ilişkilerde önemli ve hassas bir meseledir (İskit, 2015).

Morgenthau diplomasinin canlandırılması gerektiğini ifade etmiş ve bunu sağlayacak çözümleri ele almıştır. Uluslararası arenadaki savaşın bir seçenek olarak varlığının yok edilmesi gerektiğini düşünmektedir. Savaşa yol açacak propagandaların aşılması gerektiğini ifade eder. Bunun olması için bazı ön şartlardan bahsetmiştir (İskit, 2015): 

  1. Diplomasinin haçlı zihniyetinden arındırılması gerektiği yani medeni insanların savaş değil doktrin mücadelesi vermesi gerektiği,
  2. Dış politika amaçlarının ulusal çıkarlar doğrultusunda saptanması gerektiği,
  3. Mahcup olunmayacak, ciddi riskler alınmayacak şekilde ihtiyatlı dış politika hamleleri yapılması gerektiği,
  4. Diğer devletlerin de dış politika amaçlarını göz önünde bulundurarak hareket edilmesi yani başka devletlerin beklenti, amaç ve zayıflıklarından haberdar olunması gerektiği,
  5. Gerçek avantajların gözetilmesi gerektiği yani değeri olmayan haklar için bu avantajlar gözardı edilmemesi gereklidir,
  6. Hükümetin kamuoyunun önderi olduğu ve kölesi olmadığı anlayışı,
  7. Müttefik olunsa dahi zayıf bir devletin sizin için karar vermesine izin vermemek gerektiği,
  8. Dış politikanın asıl odağının savaş olmadığı anlayışının kavranması gerektiği, savaşın sadece dış politika araçlarından biri olduğu anlayışı söz konusudur.

Silahlı kuvvet kullanımını dış politikanın patronu olarak görmemesi ancak gerçekçi yaklaşım ile savaşın da bir araç olduğunu yoksaymaması bakımından Morgenthau diplomasi alanında önemli bir isimdir. Erdemli insan davranışlarının güç mücadelesi içerisinde olan uluslararası arenada anlamsız olduğunu yine gerçekçi bir yaklaşımla ele almıştır. Yerine doğru ve akılcı şekilde hareket etmeyi öngörerek ihtiyatlılığı koyması ise oldukça isabetlidir. Kendisinden sonra gelen düşünürler için uluslararası ilişkiler alanında açtığı gerçekçi pencerenin önemi bakımından diplomasi alanındaki düşünceleriyle önemli bir isimdir. 

Ayça Nur Dursun

İstanbul Üniversitesi

Kaynakça:

Abdurahmanlı, E. & Bağış, E. (2021). Diplomasi tanımı ve uluslararası konjonktürde mevcut olan diplomasi türleri. Anadolu Akademi Sosyal Bilimler Dergisi , 3(1), 140-160.

Arsava, F. (2012). Uluslararası hukukta güç ve hukuk ilişkisi, TAAD, 3(10).

Daban, C. (2017). Uluslararası ilişkilerde siyasal aktörler, bürokrasi ve jeopolitik bağlamında diplomasi: Türkiye Cumhuriyeti örneği, Beu Akademik İzdüşüm Akademik Proje Dergisi, 2(2), 22-50.

Ergüven, N. S. (2016). Uluslararası hukukun tarihsel boyutuyla diplomasinin kurumsal gelişim süreci. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 7(1).

İskit, T. (2015). Diplomasi tarihi, teorisi, kurumları ve uygulaması. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. 

Kıran, A. (2017). Uluslararası hukuktadDevletleri tanıma ve tanıma teorileri. Anemon Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 5(3), 923-945.

Koskenniemi M. (2004). The gentle civilizer of nations: the rise and fall of international law. 1870-1960. Cambridge University Press.

Machiavelli, N. (2008). Prens. (Çev. Atakay, K.). Can Yayınları. 

Morgenthau, H. J. (1970). Uluslararası politika: güç ve barış mücadelesi. (Çev. Oran, B., Oskay, Ü.). Türk Siyasi İlimler Derneği.

Özdal, B. ve Jane, M. (2014). La Der Des Ders’in uluslararası sistemin yapısına etkileri. Akademik Bakış Dergisi, 7(4). 

Özdan, S. (2020). Marttı Koskenniemi ile uluslararası hukuk ve aşırı sağın yükselişi üzerine mülâkat, Erciyes Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi 15(1), 271-285.

Pazarcı, H. (2016). Uluslararası hukuk. (15. Baskı). Turhan Kitabevi. 

Rosch, F. J. (2011). Hans J. Morgenthau, the “marginal man” in international relations: A “Weltanschauungsanalyse”. Doctoral Thesis. Newcastle University: School of Geography, Politics and Sociology. Retrieved from http://hdl.handle.net/10443/1179 

Thomson, E. (2006). For a comparative history of early modern diplomacy. Scandinavian Journal of History 31( 2), 151–172.