Home Blog Page 274

Putin’in Rusyası

0

Özet

Bu çalışmanın amacı, Rusya Federasyonu’nun ilk başkanı olan Boris Yeltsin’in ardından iktidara gelen Vladimir Putin’in  “güçlü ekonomi, güçlü ordu, güçlü devlet” söylemini kullanarak süper güç statüsü kazanma ümidiyle gerçekleştirdiği reformlar ile, hem iç hem de dış politikada nasıl yeni bir Rusya Federasyonu inşa ettiğinin anlaşılmasını sağlamaktır.

Öncelikle, Putin döneminin başlaması ile ülke içinde yapılan değişikliklere değinilecektir. Daha sonra Putin dönemi Rus dış politikasının genel bir çerçevesi çizilecektir.

Giriş

Soğuk Savaşın son dönemlerinde SSCB’nin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılar dünya kamuoyunda tartışmalara neden olurken, Moskova Devlet Başkanlığı’na Mikhail Gorbaçov seçilmiş ve ülkede bir yenilenme dönemi başlatmıştır. Perestroyka (yeniden yapılanma) olarak adlandırılan bu süreçle ülkenin ekonomik verimliliğinin arttırılması amaçlanmıştır. Bu sürecin başarıya ulaşabilmesi için siyasi yapıda da değişiklikler gerekli görülmüş, “glastnost” (açıklık) ve “demokratizatsiya” (demokratikleşme) politikaları hayata geçirilmiştir. Ancak, bu programlar istenen sonuçları vermemiş aksine ülkenin içerisindeki cumhuriyetlerde bağımsızlık hareketlerinin artmasına yol açmıştır.  1991 yılına gelindiğinde ise ekonomik olarak çöken ve pek çok cumhuriyetin federasyondan ayrılmasını engelleyemeyen SSCB tarih sahnesinde yerini Rusya Federasyonu’na bırakmıştır.

SSCB’nin varisi “Rusya Federasyonu’nun ilk Devlet Başkanı Boris Yeltsin, gerek iç politikada gerek ise dış politikada ABD’nin 200 yıllık demokrasi tecrübesini göz ardı edemeyiz diyerek haritaya adını yazdıran yeni ülke için Batı modelini seçmiş ve bu modeli hayata geçirmeye başlamıştır. Dönemin Rusya Dışişleri Bakanı Andrey Kozirev’in de bütün sorunların yalnızca Batı’nın yardımıyla çözülebileceğine inanması, Yeltsin’in işini kolaylaştırmıştır.”[1] Yeltsin’in pazar ekonomisine geçiş ve demokratikleşme için attığı adımlar, yüzünü Batı’ya döndüğünü kanıtlar niteliktedir. Bunun yanında Yeltsin’in izlediği Batı yanlısı dış politika, Sovyetler Birliği’nin emperyalist yapısının ortadan kaldırılmasını, ABD ile nükleer alandaki rekabetin sona erdirilmesini ve işbirliğinin kurulmasını, NATO ile işbirliğinin geliştirilmesini, Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’ndeki daimi üyeler ile kalıcı ilişkilerin kurulmasını, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ve G-7 gibi uluslararası kuruluşlara üyeliği amaçlamaktaydı. Rus lider, Rus olamayan milletler ve Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)[2] üyelerine karşı ise tutarsız tavırlar sergilemiştir. Bir yandan toprak bütünlüğü ilkesini savunmuş bir yandan da Ukrayna’nın parçası olan Kırım üzerinde hak iddia etmiştir.

Ülke içerisinde iktidarın izlediği politikaya tepki gösteren, iktidarı Rusya’yı ABD’nin küçük müttefiki yapmakla suçlayan birçok siyasi akım ve parti ortaya çıkmıştır. Bunlar arasında Yeltsin iktidarına en çok tepkiyi gösteren grup ise Avrasyacılar olmuştur. Rusya’yı Doğu ile Batı arasında kendine özgü Avrasyalı bir medeniyet olarak tanımlayan Avrasyacılık ideolojisinin temelinde Batı karşıtlığı yer almaktadır. “Liberal ve Batılı olan her şeye karşı çıkan bu grup, devletçi bir ekonomiyi ve otoriter bir siyasi sistemi savunmuş, Rusya’nın büyük güç statüsüne kavuşmasını ABD ve müttefiklerine karşı durma yeteneğine bağlamıştır.”[3] Artan eleştiriler ve baskı karşısında Yeltsin dış politikada bazı değişikliklere gitmiştir. Bu değişikliklerin en başında Orta Asya cumhuriyetleri olmak üzere eski Sovyet cumhuriyetlerine daha fazla önem vermeye başlaması gelmektedir. Bununla birlikte, NATO’nun Balkanlar politikasına ve genişleme politikalarına karşı çıkması da yapılan değişiklikler arasındadır. Oluşan muhalefetin yanında, ülke ekonomisinin kötüye gitmesi de dış politika da değişikliğe gidilmesine sebep olmuştur. İzlenen Batı yanlısı ekonomik reformların işe yaramadığının görülmesi bunda önemli bir etkendir.

Sonuç olarak Yeltsin, Rusya’yı Küba’dan Vietnam’a kadar etkisi yayılan SSCB’nin varisi olarak gören ve Rusya’nın da tekrar canlanacağına inanan halkının tepkisini almaktan çekinmiş ve Batı yanlısı bir politika izlemeyi bırakıp, SSCB’nin izlediği dış politikaya dönmüştür. Yani, Orta Asya, Kafkaslar, Balkanlar ve Doğu Avrupa’da Moskova’nın varlığını arttırmayı, Arap ülkeleri, Kuzey Kore ve Küba başta olmak üzere geleneksel dostları ile ilişkileri geliştirmeyi öngören bir dış politika izlemiştir.

Rus Dış Politikasının Oluşumunda Putin Faktörü

“SSCB’nin ani çöküşü sonrasında uluslararası alanda büyük bir bocalama ve buhran dönemi içinde doğan yeni Rusya Federasyonu’nun kaderi, ilk devlet başkanı olan Boris Yeltsin’in ani bir kararla 1999 sonunda iktidarı Vladimir Putin’e devretmesi ile yeni bir sürecin önü açılmıştır.”[4] “Vladimir Putin, Aralık 1999’da Yeltsin’in görevden istifa etmesinin ardından devlet başkanlığı görevini vekaleten sürdürmeye başlamıştır. 26 Mart 2000’de yapılan seçimleri ilk turda aldığı %53 oyla kazanan Putin, 5 Mayıs’ta resmi olarak Rusya Federasyonu Devlet Başkanı olmuştur.”[5] Putin, karakter ve siyasi görüş yönünden Yeltsin’e zıt bir kişiliğe sahipti. KGB’nin eski dış istihbarat görevlisi olan Putin, dürüst, amirlerine sadık, çok konuşmayan, sakin, kesin kararlar alan, sert şahsiyetli biri olarak tanımlanıyordu ve o dönemde Rus toplumunun içgüdüsel olarak aradığı başkan yapısına uymaktaydı. Ancak, Putin’in karşısında oldukça büyük sorunlar vardı. Yeltsin, halefine çözülmemiş problemleri  ve sorumlulukları yüklemişti. Putin, Yeltsin’den arta kalan çökmüş bir ekonomi ve sosyal hayat, yeni gelişmekte olan bir sivil toplum, gelişmemiş bir demokrasi, iç ve dış borçlar ve hükümete küsmüş bir toplumla karşı karşıyaydı. Bununla birlikte, Çeçenistan ve diğer ayrılıkçı eğilimler, ABD ve Batı Avrupa ile yürütülen ilişkiler ve olumsuz yönde seyreden ekonomi üzerinde durulması gereken sorunlar arasındaydı.
Putin, göreve atanmasından birkaç gün önce internet sayfasında yayınladığı Rusya’nın kalkınma programlarını içeren bir mektubunda Sovyet dönemini kınamış ve perestroyka öncesi ekonomik reformları sert bir dille eleştirmiştir. “Putin’e göre Rusya başka ülkeleri taklit etmeden, kendine özgü ekonomik kalkınma planı hazırlamalıydı. Ülkenin ekonomik açıdan gelişmesi ideolojik, ahlaki ve manevi ölçüler içerisinde yapılmalıdır. Putin, görünürde Rusya halklarını birleştiren Rus ideolojisini geliştirmeyi amaçlamıştır. Rusya, özgürlük, özel mülkiyet ve pazar ekonomisi prensiplerine dayanarak yapılanmalı ve bunun yanı sıra geleneksel değerlerinin de bilincinde olmalıydı. Ülkeye vatanseverlik hissinin yanı sıra Rusya’nın büyüklüğüne, gelişme merkezine ve düzenlilik garantörü olan güçlü devlete inanç gerekliydi. Putin’e göre ancak güçlü bir devlet değişmeye direnen Rus bürokrasisini yenecek ve toplumda reform sağlayacaktı.”[6]
Devlet yönetiminin güçlendirilmesi, ülkenin yasal bütünlüğünün sağlanması, siyasi parti rekabetini getirecek bir sistemin kurulması gibi Yeltsin’in çözmeden bıraktığı konular ve başlatıp tamamlamadığı modernleşme görevini yerine getirmek Putin hükümetinin önceliklerini oluşturmaktaydı. Demokrasi, pazar ekonomisi, uluslararası toplulukla ilişkiler gibi temel konularda Putin’in siyaseti Yeltsin siyasetinin devamı niteliğini taşırken, ülke içerisinde valiler ve oligarşi ile yaptığı mücadele konusunda Yeltsin modelinden ayrılmaktadır. Boris Yeltsin’in tercih etiği formaliteden uzak “arka oda” usulüne uygun politika tarzı, Putin’in tercih ettiği bir yöntem olmamış, aksine “Kanunun diktatörlüğünü” tesis etme yolunda adımlar atmıştır. Gayri resmi ilişkilerden, daha resmi kurumsal uygulamalar geçiş yapan Putin iktidarı, gayri resmi ilişkiler ağını çözmek için bazı kararlı adımlar atmıştır.
“24 Mart 2000 tarihinde Rusya Güvenlik Konseyi’nde kabul edilen Yeni Dış Politika Konsepti’nde, ihtiyaç duyulduğu taktirde Rusya Federasyonu’nun nükleer silahları kullanabileceği belirtilmiştir. Rusya’nın görüşüne göre ABD, Rusya’yı uluslararası pazarlardan özellikle silah piyasasından çıkarmak istemektedir. Özellikle, Rusya’nın Hindistan’la yaptığı kontrata (Tamil Nad’daki nükleer reaktör için) ve İran’la yapılan kontrata (Buşehr’deki nükleer reaktör için) ABD’nin muhalefeti Moskova’da heyecana yol açtı. Rusya, bu konularda yapılacak dış baskılara muhtemelen boyun eğmeyeceğini göstermiştir. Başkan Putin, 31 Mart 2000’de Rusya’nın nükleer ihracatının daha da artacağını açıklamıştır.”[7] Putin’in kendisinden önce uygulanan, Batı yanlısı dış politika izlemesi beklenmemektedir.
Rusya Federasyonu’nun Batı medyasında oluşan imajı Putin döneminin başlamasıyla birlikte değişmeye başlamıştır. Putin ismi birçok önemli siyasi liderle aynı ölçüde anılmaya başlanmıştır. Cumhurbaşkanlığının devleti temsil eden en yüksek mevki olması sebebiyle, yabancıların gözündeki ülke imajının yönü de Putin’in siyasetine bağlı olarak değişmiştir. İlerleyen süreçte medyada Putin’in reytinginin düştüğü ile ilgili haberler yapılsa da, Rusya bundan etkilenmemiş ve Putin’in sayesinde itibar kazanmıştır.
Vladimir Putin sergilediği hızlı yükselişini Çeçen Savaşı’na borçludur. I. Çeçen Savaşı’nda Rus halkının Çeçenlerin haklı olduklarına dair fikirleri, Putin’in uyguladığı politikalar sayesinde değişerek halkın hükümete desteği sağlanmıştır. II. Çeçen Savaşı, Rus halkının çoğunda Çeçenlere karşı düşmanlık uyanmasına yol açmıştır. 2000 yılı Ocak ayında Çeçenistan’daki Rus ordusuna hitaben yaptığı konuşmasında Putin, bu savaşın Rusya’nın dağılmasını önlemek amacıyla yapıldığını vurgulayarak ülkenin birliğine ne kadar önem verdiğini göstermiştir. Askerlerin desteğini kazanmak ve istenilen askeri güce kavuşmak için orduya parasal destek sağlamış ve silahlanma bütçesini arttırmıştır.
Rus devletini yeniden canlandırmanın ana görevi olduğunu söyleyen Putin’in devletini yeniden inşa etme girişimlerin 19. yy Fransa’sının gayretleri ile benzerlik gösterdiği düşünülmektedir. “Bu yenilenme gayretlerinin temel özelliği, devlet liderlerinin eski düzenin seçkinlerinin gücünü kırmak, yeni ve modern devlet kurumları oluşturmak, yeni devlet sembolleri ve icat edilmiş geleneklerle politik meşruiyeti tesis etmek şeklinde tepeden inme yöntemlerin kullanılması olmuştu.”[8] Putin’in devlet inşası, başbakanlık ile Duma arasındaki çekişmeyi sonlandırmak, vatanseverlik duygusunun yükseltilmesini sağlamak, federal otoriteyi onarıp bölgesel liderlerin gücünü azaltmak ve geri almak, oligarkların siyasetteki etkilerini azaltmak gibi faktörlerle şekillenmiştir.
Putin bir konuşmasında “ bugün herhangi bir ülkenin zengin olması ya da geniş topraklara sahip olması yeterli değildir, eğer bu ülke dünyadan izole edilmişse olumlu yönde gelişemeyecektir, dünya ekonomisine entegre olan devletler daha çabuk başarı sağlayacaktır” demesi, Rusya’nın dünyadaki özel rolü ve jeopolitik üstünlüğü hakkındaki spekülatif hareketlerden vazgeçildiğini ve daha pragmatik bir yaklaşım içinde olduğunu göstermektedir.”[9]
Putin Dönemi Rus Dış Politikası
Putin’in seçildiği ilk yıl dış politika gözden geçirilmiştir. “ Dönemin Dışişleri Bakanı İgor İvanov ve dönemin Milli Güvenlik Başkanı Sergey İvanov ve dönemin Milli Güvenlik Başkanı Sergey İvanov’un hazırladıkları Rusya Federasyonu Dış Politika Konsepti’nde “XXI. yüzyılın başındaki uluslararası konjonktür, Rusya Federasyonu’nu çevresindeki gelişmeleri yeniden gözden geçirmeye zorlamakta ve bundan dolayı da Rusya dış politikasının öncelikleri belirlenerek ve eldeki araçlar da kullanılarak bu politikanın hayata geçirilmesi gerekmektedir” şeklinde satırlar yer almıştır. Bu konseptte Rusya’nın uluslararası arenadaki konumunu güçlendirmek, Rusya’nın çıkarları göz önünde bulundurularak dünyadaki süreçleri etkilemeye çalışmak, diğer ülkelerde yaşayan Rus vatandaşlarının haklarını ve Rus dilinin konumunu korumak gibi hususlar yer almıştır.”[10] Hazırlanan bu dış politika konseptinden de anlaşılacağı üzere Moskova iktidarı çok yönlü bir dış politika izlemeyi amaç edinmiştir. Fakat, bir yandan NATO ile işbirliğinin geliştirilmesinin dünyada güvenlik ve istikrarın sağlanması için vazgeçilmez olduğuna dair inanç sürerken bir yandan da NATO’nun genişlemesi bir tehdit olarak algılanmıştır. Bu da birçok konuda hala süren belirsizliklerin olduğunun göstergesidir. Bu belirsizlikler ABD ile olan ilişkilerde ve bölgesel öncelikler konusunda da kendini göstermiştir. Afrika ve Latin Amerika ülkeleri dışında, Orta Asya, Kafkaslar, Balkanlar ve AB ülkeleri hepsi birden Rusya’nın öncelikleri olarak belirlenmiştir.

Bu dönemde dış politikada alternatif birlikteliklerin kurulması sık sık gündeme gelen konular arasındadır. İktidarı bu birliktelikleri yapmaya iten sebeplerse, Batı modeli dış politikadan vazgeçilmesi ve NATO ile AB’nin genişlemeye devam etmeleridir. Bu alternatiflerden bazıları Avrasya Birliği fikrinin ortaya atılması, Çin ve Hindistan ile stratejik işbirliği geliştirme çabaları ve Şangay İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ) öneminin arttırılmasıdır. Fakat BDT ve ŞİÖ dışında pek başarılı olunamamıştır.

“Rusya’nın Batı ile Doğu arasında gidip gelen bir dış politika izlemesinde, hiç şüphesiz Rusya’nın ve Rus halkının kimlikleri konusunda bir mutabakata varamamaları da önemli rol oynamaktadır. Nitekim Rusya’da “kimlik” konusunda görüşler ikiye ayrılmaktadır. Toplumun bir kısmı, Rusya’nın Bizans’ın varisi olduğunu ve dolayısıyla Rusya’nın Batı’ya ait olduğunu ileri sürerken, bir başka kısım da Rusya’nın, Türk İslam Devleti olan Altın Orda’nın varisi olduğunu ve Rusya’nın geleceğinin Avrasya’da olduğunu savunmaktadır.”[11]
Putin’in ikinci başkanlığı döneminde de Rus dış politikasında değişimin sürdüğünü söyleyebiliriz. Birçok ileri gelen liderle sıcak ilişkiler kuran Putin, 11 Eylül olayları sonrasında ise  ABD ve Batı ile tekrar  yakın ilişki içerisine girmiştir. Batı dünyasında saygınlığı artan Putin 11 Eylül sonrasında terörle mücadele konusunda işbirliği yapılmasını önemsemiş ve uluslararası koalisyonlara katılmıştır. “11 Eylül’den kısa bir süre sonra Putin, Almanya Parlamento’sunda yaptığı konuşmasında “Soğuk Savaş”ın sona erdiğini bir kez daha ilan etmiştir. Almanya Parlamentosu onu ayakta alkışlarken, 11 Ekim 2001 tarihli Die Zeit gazetesi,“Putin, Batı’ya Katılıyor” başlığını atmıştır. Gazetenin Moskova’daki muhabiri ise daha da ileri giderek, “Teröristlere Karşı ABD ile Birlikte ve NATO’ya Üyelik” başlığını kullanmıştır.”[12] Bu doğrultuda Rus hükümeti, ABD’nin Afganistan’a düzenlemiş olduğu harekatı desteklemiş ve ABD’nin Özbekistan’da üs açma isteğinin kabul etmek zorunda kalmıştır. Aynı zamanda NATO ve AB ile işbirliğini geliştirmeye başlamıştır. Fransa ve Almanya’nın yanında Rusya da Irak Savaşına karşı çıkmış ancak bu Batı ile geliştirilen ilişkilere zarar vermemiştir. Buna rağmen Ukrayna ve Gürcistan’da gerçekleşen renkli devrimler Rusya ve Batı arasındaki ilişkinin çokta sağlam olmadığını göstermiştir.
İlk olarak Gürcistan’da daha sonra da Ukrayna’daki devrimler Batı’nın desteği ile gerçekleşmiştir. Ukrayna’daki Turuncu Devrimi sonrasında Batı yanlısı olarak bilinen Viktor  Yuşenko’nun iktidara gelmesi, Rusya’nın öncelik verdiği BDT devletleri için tehlike olmaya başlamıştır. Bu olaylar Moskova’da ABD ve AB’nin Kremlin’in etkisini kırmaya çalışması olarak yankı bulmuştur. Batı ise Moskova’yı Çeçenistan’da yürüttüğü politika nedeniyle eleştirmiş ve Kremlin’in merkeziyetçi politikalarını anti-demokratik  olduğunu belirtmiştir. Bunun üzerine Çin ile Rusya arasındaki ŞİÖ çerçevesinde ilişkilerin geliştirilmeye çalışması bu gelişmelerin ardından Rus dış politikasının gidişatındaki yönü göstermektedir.
Rusya’nın tekrar kendini süpergüç olarak görmeye başlamıştı. Bunun sebebi ise sahip oldukları enerji kaynaklarıydı. Enerji konusu her zaman dış politikada önemli bir unsur olmuştur. Özellikle de her geçen gün enerji fiyatlarında yaşanan artışlar ve Ortadoğu’nun istikrasızlaşması dünyada Rus enerji kaynaklarına olan ihtiyacı önemli ölçüde artırmıştır. Rusya tekrar güçlü bir ülke olarak sahneye çıktığı ve uluslararası sistemdeki rolünü arttırdığını 2006 yılında BM Güvenlik Konseyi ve G-8’e başkanlık yapmaya başlaması ile de kanıtlamıştır. Ayrıca, İslam Konferansı Örgütü’ne gözlemci statüsünde üye olarak Doğu ile Batı arasında köprü vazifesi gördüğünü göstermiştir.
“SSCB’nin mazisi, Rusya’nın dünyadaki en büyük topraklara sahip olması, zengin petrol ve diğer doğal kaynaklar, yürüttüğü başarılı uzay çalışmaları, büyük bir orduya ve nükleer silaha sahip olması gibi etkenler Moskova’nın, ülkelerinin “büyük güç” olması gerektiğini düşünmesini sağlamaktadır.” [13] Putin bu düşüncenin hayata geçirilmesi için yakın çevre olarak adlandırılan bölgenin önemli ve vazgeçilmez bir parçası olan Orta Asya ile olan ilişkilere önem verilmesi gerektiğini belirtmiş ve bu bölgeye yönelik siyasetini gözden geçirmiştir. İlerleyen süreçte bölgede tekrar etkisini arttırdığını görmek mümkündür.
Sonuç

Vladimir Putin, iktidara gelmesiyle birlikte Rusya Federasyonu’nun dış politikasına istikrarlı bir yön çizmeye çalışmıştır. İçeride ekonomik ve siyasi olarak güçlenmenin dış politika konularında başarılı olmanın önkoşulu olduğunun bilincinde hareket etmiştir. Ülke içerisinde sahip olduğu siyasi alanı genişletmeye çalışmış, dış politikada da Rusya’nın kendine has tarihi, kültürel yapısından kaynaklanan güçlü ve bağımsız bir konumda olmasını sağlamaya çalışmıştır. Putin’in bu girişimleri yeniden süper güç olmaya çalışmak olarak nitelendirilmiştir. Putin’in Rusya’nın uluslararası sistemdeki yerini sağlamlaştırma çabalarında, öncelikli olarak güçlü ekonomik yapı ve ilişkiler üzerine oturan bir dış politika hedeflenmiştir. Ekonominin yanında, siyasi yapının  da güçlendirilmesi ile daha bağımsız bir etki alanı yaratılmaya çalışılmıştır. İstenen, ulusal çıkarların gözetildiği, çok yönlü ve istikrarlı bir dış politika olmuştur. Putin’in Başkanlığı’nın ilk aylarından itibaren İran ve Irak ile yoğunlaşan ilişkiler, Çin, Kuzey Kore ve Küba’ya yapılan ziyaretler bu amacın göstergesi olarak algılanmıştır.

Putin’in, 2000 yılından itibaren üst üste iki kez üstlendiği başkanlık görevi boyunca Rus dış politikasında ciddi değişimler yaşanmıştır. Öncelikle Putin, ülke çıkarı gereği hangi devlet ile nasıl ilişki kurması gerektiğine içinde bulunduğu duruma göre karar vermiştir. Putin, Rusya’nın önünde bulunan seçeneklerin değerlendirmelerini yaparak Batı ile yaşadığı yakınlıktan beklediklerini elde edemediğini fark etmiştir. Ayrıca ABD’nin Orta Asya’da kalıcı olarak var olma tehlikesi belirince, “arka bahçe”si olarak nitelendirilen Orta Asya’ya yönelmiştir. Bugün ABD’nin sistemde tek egemen güç konumunda olmasına karşı gelen ve çok kutuplu bir sistemin oluşturulması gerektiği savunan Rusya, Putin ile birlikte aktif bir siyaset izlemeye devam etmektedir.

Gizem Nida MERCAN

TUİÇ Stajyeri

Kaynakça:

1) CANKARA, Pınar, CANKARA, Yavuz, “Vladimir Putin Döneminde Rus Dış Politikasında Yapılan Değişiklikler”, Süleyman Demirel Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı:15, Mayıs 2007

2) HEKİMOĞLU, Asem Nauşabay, Rusya’nın Dış Politikası I, Ankara, 2007

3) KAMALOV, İlyas, Rusya’nın Orta Asya Politikaları, Ankara, 2011

4) MARK, Katz N., Russian’s Role in The World, Washington, 2005

5) MİKAİL, Elnur Hasan, Rus Dış Politikası ve Yeni Çar Putin, Konya, 2007

6) TURGUTOĞLU, Kenan, Rusya Federasyonu’nda Yeltsin ve Putin Dönemlerinde İzlenen Dış Politikaların NATO ile İlişkiler Düzleminde Karşılaştırılması, Ankara, 2006

7)YAPICI, Merve İrem, Rus Dış Politikasını Oluşturan İç Etkenler, Ankara, 2010

8)Putin’in Yüz Günü: Amerika’dan Çin’e, 2012, Web Adresi: http://turkish.ruvr.ru/2012_08_14/Putinin-100gunu/, Erişim Tarihi: 09.02.2014

9) HABİBE, Özdal, Yeni Putin Döneminin Dış Politika Kodları, 2012, Web Adresi: http://www.usakanalist.com/detail.php?id=298, Erişim Tarihi: 03.02.2014

10) KAYRAK, Sedide, Rusya Federasyonu’nun Ortadoğu Politikası, 2012, Web Adresi: http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=2092:rusya-federasyonunun-ortadogu-politikasi&Itemid=136, Erişim Tarihi: 22.01.2014

11) ÖZEL, Merve Suna, Çar Putin ile Üçüncü Dönem, 2012, Web Adresi: http://www.21yyte.org/tr/arastirma/rusya-slav-arastirmalari-merkezi/2012/09/05/6729/car-putin-ile-ucuncu-donem, Erişim Tarihi: 04.02.2012

12) ÖZEL, Merve Suna, Putin’in Ülkesi: Güçlü Ordu Güçlü Rusya, 2012, Web Adresi: http://www.21yyte.org/tr/arastirma/rusya-slav-arastirmalari-merkezi/2012/08/14/6710/putinin-ulkesi-guclu-ordu-guclu-rusya, Erişim Tarihi: 04.02.2012

13) TOPCUOĞLILAR, Öznur, Rusya Federsyonu’nun Dış Politikası, 2011, Web Adresi: https://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/kafkaslar/1556-rusya-federasyonunun-dis-politikasi, Erişim Tarihi: 28.01.2014

[1] İlyas Kamalov, Rusya’nın Orta Asya Politikaları, Ankara, 2011, s.18

[2] BDT, SSCB’nin dağılmasından sonra 21 Aralık 1991 tarihinde 11 cumhuriyetin bir araya gelmesiyle oluşturulmuş siyasi bir birliktir.

[3] Merve İrem Yapıcı, Rus Dış Politikasını Oluşturan İç Etkenler, Ankara, 2010, s.153

[4] Merve Suna Özel, Çar Putin ile Üçüncü Dönem, Web adresi: http://www.21yyte.org/tr/arastirma/rusya-slav-arastirmalari-merkezi/2012/09/05/6729/car-putin-ile-ucuncu-donem, 2012,

[5] Sedide Kayrak, Rusya Federasyonu’nun Ortadoğu Politikası, Web adresi: http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=2092:rusya-federasyonunun-ortadogu-politikasi&Itemid=136  , 2012

[6] Asem Nauşabay Hekimoğlu, Rusya’nın Dış Politikası I, Ankara, 2007, s.78-79

[7] Ibid s.80-81

[8] Ibid, s.84-85

[9] Ibid, s.86

[10] Kamalov, a.g.e., s. 20

[11] Ibid, s. 21

[12] Ibid, s.21

[13]  Mark N. Katz, Russian’s Role in the World, Washington, 2005

Kimlik

Kimlik; belli bir yere, bir toprağa, değere, simgeye bağlanma, belli bir gruba ait olma eğilimi şeklinde tanımlanırken, bireyin kendini dâhil etme güdüsüyle ilişkilendirilir. Kimlik; psikoloji, sosyoloji, kültürel antropoloji gibi sosyal bilimlerde, ben, benlik, kendilik, kişilik kavramlarıyla eşanlamlı kullanılmaktadır. Bu kavramlar kişiyi başkalarından ayıran duygu, tutum, düşünce ve davranışların örgütlenmiş, kaynaşmış bir bütünlüğünü ifade etmektedir.[1]

Suriye’deki Silahlı Cihad Grupları

0

Suriye’de binlerce insanın ölmesine, çok daha fazlasının ise evlerini terk etmek zorunda kalmasına yol açan isyan hareketi, Orta Doğu’nun barış ve istikrarı için büyük bir tehdit teşkil ediyor.

Şiddet Ve Psikopolitika-Araçsallaşan Korkunun Şiddete Dönüşümü

Özet

Devletlerin gerek iç ve dış gerek uluslararası politikasının birincil önceliğinin ‘’Terörle Mücadele’’ olduğu günümüz uluslararası alanda, devletler terörle mücadele adı altında politikalar yürütüyor, gücü yetebilen bir diğerinin toprağına giriyor, savaşlar yapılıyor…

“Anadolu ve Mezopotamya Halklarının Geleceği” Çalıştayı ileri bir tarihe ertelenmiştir.

0

 

“Anadolu ve Mezopotamya Halklarının Geleceği” Çalıştayı ileri bir tarihe ertelenmiştir.

Nijerya, Boko Haram ve Petrol

Boko Haram

“Afrika devi” olarak adlandırılan Nijerya, bugünlerde ciddi bir kriz ile uluslararası toplumun gündemine gelmiştir.

El Kaide şemsiyesi altında yer alan Selefi bir örgüt olan “Boko Haram”, başta okullar, polis karakolları ve diğer devlet binalarına düzenlediği silahlı/bombalı saldırıların yanı sıra, özellikle kaçırdığı kız öğrenciler ile gerek Nijerya’nın, gerekse de dünyanın gündemine en ön sıralardan girmiştir. Ekonomik, askeri ve siyasal kapasitesi ile geleceğin Afrika’sına damgasını vurması beklenen Nijerya’da yaşanan gelişmelerin yakından değerlendirilmesi gerekmektedir. Zira Şubat 2015 itibarıyla bu ülkede devlet başkanlığı seçimleri düzenlenecektir. Nijerya’dan dünyaya ihraç edilen petrolün miktarı sürekli olarak artarken, ülkenin diplomatik ve siyasal gücü/görünürlüğü de doğru orantılı olarak artmaktadır.

36 eyaletten müteşekkil federal bir cumhuriyet olan Nijerya, 1960’ta İngiltere’den bağımsızlığını elde etmiştir. Başkanlık sistemiyle yönetilen ülkenin siyasal tarihi iç savaş ve askeri dikta yönetimleri ile birlikte anılmaktadır. An itibarıyla iki meclisli (temsilciler meclisi ve Senato) ve yürütme gücünün başkanın elinde olduğu bir yönetim sistemine sahiptir. Halkın oyuyla seçilen başkanın görev süresi 4 yıldır ve en fazla 2 dönem görev yapma hakkına sahiptir. Senato, 109 temsilciden oluşur ve her eyaletin 3 temsilcisinin yanı sıra başkent Abuja’nın da 1 adet temsilcisi bulunmaktadır. Temsilciler Meclisi ise 360 koltuktan oluşmaktadır ve her eyalet nüfusuna oranla bu mecliste temsil edilmektedir. Her iki meclisin yanı sıra eyaletlerin de kendilerine özgü parlamentoları ve federe hükümetleri bulunmaktadır ve bunlar da halkoyuyla seçilirler. Ülke tarihi dikta yönetimleri ve iç savaş ile anılmaktadır ve mevcut sistem bugün itibarıyla işletilmeye çalışılmaktadır. Hatta başkan yardımcısı iken, başkan Umaru Yar’Adua’nın ölümü sonrası başkanlık koltuğuna oturan mevcut devlet başkanı Goodluck Jonathan’ın iktidarını tescil eden Nisan 2011 seçimlerinin, ülke tarihinin ilk adil seçimi olduğuna dair yorumlar yapılmaktadır.

Nijerya’nın en önemli özelliklerinden biri çok sayıda etnik ve dinsel gruba ev sahipliği yapıyor olmasıdır. Üstelik bu farklı toplumsal gruplar da coğrafyaya da yapılan referans ekseninde birbirleriyle ve federal hükümet ile çok ciddi anlaşmazlıklar yaşayabilmektedir. Hatta ülkedeki siyasal işleyişin etnik/dinsel farklılıklardan kaynaklanan toplumsal ayrım çizgilerinden beslendiği söylenmelidir. Bu bağlamda, Nijeryalı üst kimliğinin yeterince kapsayıcı ve meşru olduğu da iddia edilemez. Hausa, Yoruba ve Igbo etnik grubundan gelenler ülkedeki siyasal/ekonomik/askeri işleyişi ellerine geçirebilmek için ciddi bir rekabet içerisindedir ve bu rekabet iç çatışmalara ve coğrafyaya dayalı ayrılıkçılık girişimlerine de neden olabilmektedir. Ağırlıklı olarak ülkenin doğusunda yaşayan Igboların Biafra Cumhuriyeti adıyla ayrılıkçı bir girişime eklemlenmeleri bunun neticesinde yaşanmış olan iç savaş Nijerya’daki toplumsal gerilimin siyasal arenaya yansımasını net bir şekilde gözler önüne sermektedir. Hausalar daha çok ülkenin Müslüman ağırlıklı kuzey kesiminde egemen iken, Yorubalar ülkenin batısında çoğunluğu oluşturmaktadır. Ülkede 500’den fazla etnik grubun var olduğu belirtilmektedir. Fulani, Efik-Ibibio, Kanuri, Tiv, Edo ve mevcut devlet başkanı Goodluck Jonathan’ın da mensubu olduğu Ijaw ise Nijerya topraklarında konumlanmış diğer etnik gruplar arasında gösterilebilir. Dinsel anlamda ise Müslümanlar ile Hıristiyanların hemen hemen eşit bir orana sahip olduğu söylenebilir. Ülkenin kuzey ve güneybatı kesiminde ağırlık Müslümanlardan oluşurken; başkent Abuja ile ülkenin ekonomik başkenti ve Afrika’nın en büyük şehri olarak bilinen Lagos’un da içerisinde bulunduğu güney kesiminde Hıristiyanlar yoğun olarak yaşamaktadır. Boko Haram örgütünün en güçlü olduğu ve toplumsal destek de sağlayabildiği topraklar, ülkenin kuzeyinde ve güneybatısında yer alan ve ağırlıklı olarak Müslümanların yaşadığı bölgelerdir. Örgütün toplumsal dayanağını bu bölgeler oluşturuyor olmasına karşın, başkent Abuja ve Lagos dışında, Boko Haram’ın en fazla eylem yaptığı ve hatta son dönemde kız çocuklarını kaçırdığı coğrafya da Müslümanların yaşadığı kuzey kesim olmuştur.

Nijerya; finans, telekomünikasyon, ulaştırma altyapısı ve sanayi anlamında Afrika’nın en gelişmiş ülkesi olarak bilinmektedir ve bu anlamda Güney Afrika’yı geride bırakmıştır. Sahra Altı Afrika topraklarında yer alan ülkeler içerisinde ekonomik anlamda en gelişkin ülke olan Nijerya, bu gelişimini petrol rezervlerine borçludur. Dünyanın en büyük 12. petrol üreticisi ve 8. büyük petrol ihracatçısı ve kanıtlanmış petrol rezervi anlamında da 10. büyük ülkesi olan Nijerya’da, GSYH’nin %40’ını petrolden elde edilen gelir oluşturmaktadır. Hâlbuki Boko Haram’ın faaliyetleri ile ülke içerisinde sık sık çatışmalara neden olan etnik/dinsel gerilimler aşıldığı takdirde ülkenin petrolden elde ettiği gelirin ve dolayısıyla zenginliğin daha da artması beklenmektedir. Yıllık ortalama %8’lik bir büyüme hızına sahip olan Nijerya, ABD’nin petrol ithalatının %11’ini sağlamaktadır. ABD, Nijerya’ya yatırım yapan en önemli ülkedir. Hatta Nijerya’nın ABD’ye karşı ticaret fazlası elde ettiği bilinmektedir. 2014 yılı itibarıyla 500 milyar doları aşkın bir GSYH’ye sahip olan ülke, 174 milyonluk nüfusu ile Afrika’nın en kalabalık, dünyanın da yedinci en kalabalık ülkesidir. Nijerya, dünyanın 26. büyük ekonomisidir ve 2050’ye değin de ilk 20 arasına girmesi beklenmektedir. Ülke, Meksika, Endonezya ve Türkiye ile birlikte BRIC ülkelerinden esinlenilerek oluşturulan MINT ülkeleri içerisinde yer almaktadır.

Boko Haram, “Batı tarzı olan ya da İslami olmayan eğitim haram” anlamına gelen bir terimdir. Aynı zamanda Nijerya toprakları ağırlıklı olmak üzere, Kamerun, Çad, Benin ve Nijer’de saldırılar düzenleyen ve toplumsal bir tabana sahip olan Selefilik anlayışına yaslanan bir terör örgütü olarak bilinmektedir. El Kaide şemsiyesi altında değerlendirilen Boko Haram, Kuzey ve Orta Afrika’daki Selefi-Cihatçı örgütlerle de yakın ilişkide bulunan bir örgüttür. Nijerya’da daha çok Müslüman olan Hausalar ve Fulanilerden militan devşiren Boko Haram, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Nijerya’nın kuzeyinde etkindir. Zira bu bölgede ağırlık Müslüman’dır ve bölgenin Abuja ile ilişkileri de sağlıklı değildir. Zira Nijerya’da Müslümanlar, ağırlıklı olarak Abuja ve Lagos çevresinde yaşayan Hıristiyanların ülkenin ekonomik zenginliğini sömürdüğünü ve gelir dağılımı adaletsizliğinin kendileri aleyhine işlediğini düşünmektedir. Bu husus, etnik gerilimler ile de beslendiği noktada ülke içerisindeki toplumsal gerilimi arttırmakta ve Selefilik anlayışına yaslanan ve Müslümanların ön planda olacağı alternatif bir gelecek öngören Boko Haram’ın toplumsal etkinliğini görünür kılmaktadır. Bu örgüt, zengin Hıristiyanlara karşı düzenlediği suikastlar, polis karakolları ve okullara yaptığı silahlı/bombalı saldırılar ve çocuk kaçırma eylemleri ile operasyonel kabiliyetini göstermeye çalışmaktadır. Nijerya topraklarında Selefi İslam anlayışına yaslanan bir devlet kurmayı amaçlayan Boko Haram, ülkenin sahip olduğu petrol rezervlerini de bu amaçla ele geçirebilmeyi hedeflemektedir. Nitekim örgütün düzenlediği saldırılar da son dönemde özellikle petrol yataklarının bulunduğu Nijer deltasına odaklanmıştır. Boko Haram’ın dünya çapında ses getirir olmasını sağlayan ise Nijerya’nın kuzeyinde Müslüman Hausaların yaşadığı eyaletlerde gerçekleştirdiği ve kız çocuklarını Batı tarzı eğitim yapan okullardan kaçırmaya odaklanmış eylemler olmuştur. Örgütün bu faaliyeti, başta ABD olmak üzere, tüm dünyada ama özellikle de Batılı ülkeler nezdinde ciddi anlamda tepki doğurmuştur.

Nijerya Devlet Başkanı ve kendisi de Hıristiyan bir Ijaw olan Goodluck Jonathan’ın Boko Haram’ın eylemlerini engelleme yönünde etkisiz kalması, gerek ülke içerisinde, gerekse de Batılı ülkeler nezdinde tepkiye neden olmaktadır. Şubat 2015’te başkanlık seçimlerinin düzenleneceği Nijerya’da mevcut başkan Jonathan’ın da yeniden aday olması beklendiği düşünüldüğünde, Boko Haram’ın düzenlediği saldırılar ve gerçekleştirdiği eylemlerin, Batılı ülkelerin desteği ile iktidara gelmiş Goodluck Jonathan’ın geleceğini belirsizliğe ittiği söylenmelidir. Zira halkının desteğini kaybetmiş bir ismi başkanlık koltuğunda tutmak Batılı ülkeler için de pek mümkün olmayacaktır. Nijerya gibi Afrika’nın ekonomik anlamda en gelişkin ve enerji zengini ülkesinde yaşanacak siyasal değişim/dönüşüm girişimlerinin ne denli önemli olduğu göz önünde bulundurulduğunda, başkanlık seçimleri, petrol ve Boko Haram üçlüsünün birbirlerine sıkı sıkıya bağlı birer faktör olduğu rahatlıkla görülebilecektir.

Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU

Giresun Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

Feminizm

2

Bilinen insanlık tarihinin ilk dönemlerinden itibaren erkekler tarafından kadının bir birey olarak görülmemesi, yüzyıllar boyunca kadınların bazen bir mal gibi alınıp satılmasına bazen de yalnızca zevkleri tatmin etmek ve çocuk doğurmak için kullanılan bir araç olarak görülmesine sebep olmuştur.

Kurtarımcılık (İrrridentizm)

0

Kelime, köken olarak İtalyanca “irritento” olarak bilinen tutulmamış anlamına gelir. Siyasi literatürde bir devletin başka devletler içinde bulunan soy, etnik köken ve tarihi geçmiş olarak kendine bağlı olan halkları bahane ederek topraklarını genişletme politikasıdır.

Işid Ne Yapmaya Çalışıyor?

2004 yılında Ürdünlü Ebu Musab el Zerkavi tarafından “Tevhid ve Cihad” adıyla kurulan ve daha sonra de El Kaide şemsiyesi altına girdiğini açıklayarak adını Mezopotamya El Kaide’si olarak farklılaştıran Selefi bir örgütlenme, 2006 yılının sonlarına doğru Ebu Ömer El Bağdadi liderliğinde farklı bir ismi benimsedi.

China Academy

0

Yükselen ekonomisi, uluslararası politikada artan gücü, gelişmekte olan ekonomilere bir model olarak “Çin Rüyası” önermesi ile birlikte Çin Halk Cumhuriyeti giderek uluslararası ilişkiler çalışmalarının merkezi haline geliyor. Bu doğrultuda, gelecek bir kaç yıl içerisinde Türkiye’de yapılan uluslararası ilişkiler çalışmalarında Çin’in etkisinin hissedilmesi kaçınılmazdır.