Home Blog Page 27

Finlandiya ve İsveç’in NATO Üyeliği: Türkiye Oyunbozan mı?

Uzun yıllar sonunda tarafsızlığını bırakıp NATO’ya üye olmaya karar veren İsveç ve Finlandiya’nın ittifaka üyeliği, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “olumsuz bakıyoruz” çıkışı ile tartışma konusu haline geldi. Türkiye’nin 1952 yılından bugüne üye olduğu Kuzey Atlantik İttifakı’na yeni bir üyenin dâhil olması için üyelerin oybirliği şart. Dolayısıyla İsveç ve Finlandiya’nın tarihi kararı ve Batı cephesi için de çeşitli sebeplerle stratejik olan üyelik süreci Türkiye’nin itirazına takılmış durumda. NATO, bilindiği üzere ikinci dünya savaşından sonra Sovyetler Birliği’nin yayılmacı tehdidine karşı kurulan ortak güvenlik örgütüdür. Sovyetlerin yıkılması ve soğuk savaşın sona ermesi, NATO’nun varlığını tartışmaya açmasına rağmen halen varlığını ve önemini koruyor. Özellikle 1990’lı yıllarda Yugoslavya’nın dağılması sürecinde Bosna ve Kosova’daki rolüyle önemini pekiştiren NATO, 11 Eylül’ün ardından ABD’nin Afganistan’a askeri müdahalesinde de önemli rol oynadı.

Explained – Politik Doğruculuk Belgesel Analizi

Politik doğruculuk diğer bir deyişle siyaseten doğruculuk günümüz popüler kavramlarından bir tanesi olagelmiştir. Bu kavramı konu alan Explained belgeselinin bölüm değerlemesinden önce içerisinde yer aldığı seriden bahsetmek faydalı olacaktır. Vox’un bir Youtube kanalı olarak başladığı yolculuğu günümüzde fazlasıyla karşılaştığımız birçok konuda farklı popüler kavram ve konuları 15-20 dakika kadar kısa bir sürede açıklayarak izleyiciye sunuyor. Bölümlerde konu ile ilgili verilen örnek niteliğinde röportaj ve söyleşilerden kesitlerle, alanında uzman akademisyen ve gazetecilerden alınan görüşlerle izleyici kitlesini bilginin doğruluğu açısından bir hayli tatmin ediyor. Bunun yanında belgeselin yapımcı yönetmenlerinden bir tanesi olan Ezra Klein’in siyasi analist ve gazeteci olması, izleyicinin kavramları ve olayları birçok görüş üzerinden dinleyip analiz etmesini sağlıyor. 

Belgesel serisinin 17. bölümünde karşımıza çıkan ‘Politik Doğruculuk’ bölümü, aslında çoğumuzun içerisinde yaşadığımız toplumda düşündüğümüz ve örneklerini gördüğümüz bir konuyu 18 dakikalık kısa bir zaman diliminde izleyicisine kavram olarak açıklıyor. Belgesel, söz konusu konunun neden son zamanlarda daha çok karşılaştığımız bir kavram olduğunu açıklarken politikacıların kamuoyu açıklamalarından yararlandığına şahit oluyoruz. Fikrimce, belgeselin ilk dakikalarından itibaren en çok dikkat çeken konu ise Avrupa’da ve Amerika’da siyahi vatandaşlara yöneltilen ırkçı hitap tipleridir. 

“İnsanların bana Afrikalı-Amerikalı diye hitap etmeleri bana daha rahat hissettiriyor. Çünkü böylece ne olduğumun değil kim olduğumun üstünde duruyorlar.” 1990 yılında bir çocuk ile yapılmış olan röportajda, çocuğun kendisi hakkındaki söylemlerden ne denli etkilendiğine şahit oluyoruz. Belgeselde ayrıca geçmişten bugüne kadar olan farklı cinsel yönelimlere, farklı etnik kökenlere ve farklı kültürle sahip insanlara yöneltilen suçlamaların ve hitap şekillerinin değişimini görmek mümkün. 

Belgeselde üzerinde durulan bir diğer konu ise farklı birçok dilde karşımıza çıkan şahıs unvanlarının erkekler için hiç değişmemesine rağmen evlendikten sonra kadınlardaki değişimdir. (Ms-Mrs, Madam-Matmazel vs.) Bu konuda resmi dildeki değişimler bize politik doğruculuğun cinsiyetçi söylemi yendiğini ispatlar nitelikte. Peki politik doğruculuk her yönü ile doğru bir görüş mü? Bu konu hakkında da karşıt görüşlerden fikir alan belgeselde benim de katıldığım bir ifade yer alıyor. Karşıt görüş, politik doğruculuğun kısıtlayıcı bir söylem olduğu ve kişilerin hassas konularda konuşurken birini kırma korkusuyla daha çok dikkat etmek yerine bu konular üzerinde hiç konuşmamayı tercih ettiği kanısında. Politik doğruculuğun pratikliği konusunun tartışılır olduğunu düşünen kişiler için yeterli kaynak ve görüş sunmamakla birlikte içerik olarak masaya yatırılıyor. Siyasi liderlerin politik doğruculuk karşısındaki güç gösterisini kamuoyu açıklamalarıyla izleyiciye sunan belgesel kavramın birçok baskıcı lider tarafından korkutucu olduğunun bir kanıtını sunuyor. Ayrıca medya ve televizyon denildiğinde akla gelen ve izlemekten keyif aldığımız komedyenlerin stand-up gösterilerinde kullandıkları ayrıştırıcı söylemleri başka kelimeler kullanarak kamufle etmelerinin gerekli olup olmadığını düşünmemize sebep olan bir örnekle de karşılaşıyoruz.

Explained genel anlamda yetişkin izleyicilere hitap etse de politik doğruculuk bölümü için bunu söylemek gerekmez. Belgeselin dili ve konunun anlatılış şekli biraz kafa karıştırıcı olabilir. Olay örgüsüne ve sonuçta varılacak bir ana fikre sahip olmadığı için çocuk yaştaki izleyici kitlesine uygun olmadığını düşünmek ile birlikte lise ve üniversitelerde konu üzerinde düşünüp tartışılabilmesi için izletilmesi gerekilen bir kaynak olacağını düşünüyorum. Belgesel hakkında olumsuz olarak nitelendirilebilecek tek konu ise politik doğruculuk kavramının eleştirel kullanımı hakkındaki görüşlere olumlu yöndeki kullanımından daha az yer verilmesi.  

Küreselliğin ve farklılığın gerek sosyal medya gerekse de medya ve iletişim araçları sayesinde daha çok hissedildiği bir çağda yaşıyoruz. Çevremizdeki farklılıkları eskisinden daha çok fark edip bu tip durumlar ile daha çok karşılaşıyoruz. Peki farklı olan kişilerle hassas olduğunu düşündüğümüz konularda rahatça konuşabiliyor muyuz? Konuşamıyorsak bunun en mühim sebebi sadece söylemler mi? Eğer söylemlerse farklılıklara sahip kişiler için hangi hitap şekillerini kullanmak uygundur? Yazıyı okuduktan sonra aklınızda canlanan sorular bunlardan bir veya birkaç tanesi ise kahve molalarınızı ya da birkaç duraklık şehir içi otobüs yolculuklarınızı değerlendirmenizi tavsiye ederim. 

Merve Küçük

Sivil Toplum Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça

Pozitif İçerik. (2022). Netflix Explained Belgesel Serisi Hakkında Bildiğimiz Her Şey!. Retrieved 7 April 2022, from https://pozitificerik.com/explained-hakkinda-bildigimiz-her-sey/

IMDB. (2022). “Explained” Political Correctness (TV Episode 2018). Retrieved 7 April 2022, from https://www.imdb.com/title/tt8457314/

 

Metropol ve Birey: Kapitalizmin Kıskacında Bir Çözülme Hikâyesi

Özet

Bu çalışma Metropol ve birey arasındaki ilişkiyi incelemektedir. Ekonomi üzerinden ele alınan kentin bireyin hayatında ne gibi etkileri olduğunu ortaya koymuştur. Metropol insanının küçük şehir insanı ile arasındaki fark ortaya konmuş ve bireyin kapitalizm karşısında geçirdiği sosyolojik değişimlere yer verilmiştir.

Anahtar Sözcükler: Metropol, birey, ekonomi, kimlik, soyutlanma.

Abstract 

This study examines the relationship between metropolis and individual. It put forwards what kind of effects, the city dealt through economy has on individuals. The difference between a metropolis individual and a small city individual is set forth and sociological changes an individual goes through facing capitalism are included.

Keywords: Metropolis, individual, economy, identity, abstractedness. 

Giriş

Metropol demografik yüzdesi yüksek, iş imkânları nedeniyle nüfusun dışarıdan göç ile sürekli artış gösterdiği, üretim-tüketim denkleminin daima harekette olduğu, kültür ve sanat etkinliklerinin önem gördüğü büyük şehirdir. Metropolün demografi ile ilişkisi özellikle kentin büyümesi ve yeni olgular yaratmasında baş etkendir. İthalat ve ihracattaki hareketlilik metropolü bulunduğu ülkenin ticaret merkezi haline getirir; ülke ekonomisi için büyük önem arz eder. Gösterdiği daimi devinim ve büyüme nedeniyle sıkı düzenleme ve kontrolün uygulanmasını mecburi kılan kent özellikle kurumsallaşma ya da başka bir değişle işbölümü ile bunu başarmaktadır. “(…) kapitalizmin en son aşamasıyla biçimlenen, yani uluslararası işbölümü uyarınca konumlanan yapı” (Ahıska, 1992: 118). 

Metropol: Ekonomi Etrafında Şekillenen Kent

Kırsal kesimde hayat durağandır, üretici ve tüketici birbirini tanır alışveriş yüz yüze yapılır, ilişkiler duygusaldır. Kırsal kesimdeki insanın zihni de bu yüzden durağandır, ilişkiler beyinle değil kalple yönetilir. “Özellikle sanayi devrimi ile birlikte kentsel mekânların biçim ve işlevlerinin değişmesi kent kavramının içeriğini bütünüyle değiştirmiş…’’ (Topal, 2004: 277) Biçim ve işlevi değişen kentlerin barındırdığı nüfusun değişime uğramaması söz konusu bile değildir. Metropolde hayat kırsal yaşamın tam tersidir; hayat hızlı akar kişinin dakik ve hızlı olması gerekir. Üretim şehrin dışında gerçekleşir, tüketici talebini karşılayanı görmez, görse dahi onun için bir şey ifade etmez: İlişkiler beyinle yönetilir, metropol bireyi rasyoneldir. Metropol insanı yüksek bir farkındalığa sahiptir; farkındalık/rasyonellik onu kendini korumaya iter. Bu itiş kişiye yaşama uyum sağlamada yardımcı olur. Kent harmoni içinde olmak zorundadır, kişisel zaman çizelgesinde ilerleyemez; karmaşık sistemi ayakta tutmada küçük bir unsur olan birey araçsallaşır.

Metropolün temellerini aydınlanma öncesi 16. yüzyılda Batı Avrupa’da başlayan merkantilizm olgusuna kadar götürmek mümkündür. Dünyaya ticari bir gözle bakan bu düşünce toprağın önemi olmadığını öne sürer. Paranın özellikle ticaret çerçevesinde önem kazanması bu dönem sonrasında gerçekleşir. “On dokuzuncu yüzyıl ise, daha fazla özgürlüğe ek olarak, insanda ve çalışmalarında işlevsel uzmanlaşma talep etti; bu uzmanlaşma, bir bireyi ötekiyle kıyaslanamaz ve her bireyi mümkün olan en üst düzeyde vazgeçilmez hale getirdi” (Simmel, 1903: 317). Uzmanlaşma yani işlevsellik sayesinde bireylerin birbirlerinden ayrılabileceği fikri sanayileşme ve kapitalizm sonucunda şekillenmiş bir fikirdir ve bireylerin araçsallaşması buradan doğan bir sonuçtur. Araçsallaşmanın doğurduğu kimi gerekliliklere ilişkilerin çıkarlar üzerine kurulması ve Georg Simmel’in modern insanın ilişkilerinde bulunan “dokun-bırak” normu örnek verilebilir. Makine misali işleyen büyük kentlerde hesaplama, şablon ve dakikliğin önemli kılınması insan ilişkilerine de sirayet eder ve sonunda yararlılık ilkesini mecburi kılar. Bu ilişkilerin örneklendirilmesiyse rasyonelliğini ön planda tutan metropol insanının kendisine fayda getirmeyen veya fazlasıyla uyarıldığı herhangi bir ilişkiden hiçbir sorun çıkmadan uzaklaşması şeklinde yapılabilir. 

Rönesans’ın başlattığı ve Reform ile güç kazanıp günümüze ulaşan “özgür birey” ya da “bireyselleşmiş birey” fikri kişiyi toplumsal bağlarından sıyrılıp tarih, kültür ve miras gibi geçmişten geleceğe aktarılan olguları yok saymaya iter. Bu bireyselleşme özellikle Ortaçağ Avrupa’sı için gerekliyken sonraki yüzyıllarda hayat bulacak olan “Tanrı öldü” fikrinin de temelidir. Simmel’in (1903) 18. yüzyılda bireyin dinsel köklerinden koparak baskı altında kalmadan özgürleştiği fikri bugün özellikle metropol yaşantısında tinselliğin büyük oranda var olmayışının nedeni olarak gözlemlenebilir. 1996 yapımı yerli film Eşkıya’da kırsal kesimde doğup büyümüş protagonist Baran kurşundan korunmak için muska takar; bu onun tinselliğini niteleyen bir davranış olup, kırsal kesimde yaşamış bir bireyin de zihin yapısını örnekler. Nesnelerin ve şeylerin önem kazandığı mekânlar olan metropollerde bireyin hayatı bu şeyler etrafında şekillenmektedir. Nitekim hayatı nesneler etrafında dönüşüm geçiren bir kimsenin tinsellikle olan ilişkisi sorgulanır düzeydedir. Metropol bireyinin rasyonel olması da bahsedilen fikirlere bağlanabilir. “Bugün ekonominin motoru, gereksinimlerden çok neye gereksinildiğini söyleyen kent kültürünün kendisidir dahası metropolleri birbirine bağlayan küresel kültürdür. Bu yapı kişilerarası ilişkilerin duygusaldan çok ussal boyutta sürdürüldüğü, çeşitli çıkarların gözetildiği, işlevselliğin gündelik yaşama damgasını vurduğu karmaşık bir toplumsal organizmayı bir arada tutmaktadır. Birey dakiklik, kesinlik, öngörülebilirlik ve artı değercilik gibi mekanizmaların baskısı altındadır. Dahası bunlar metropolün yarattığı psikolojik önkoşullardır. Birey çoğunlukla bu önkoşullara uyum sağlamak adına tinsel varlığından feragat etmek zorunda kalır” (Altan, 2011: 9).

Spiritüellikten uzaklaşan kişi kendini büyük şehrin sayısız uyarıcılarından korumak için rasyonel bir bireye dönüşür; derin duygusal ilişkilerden kaçınır (Simmel, 1903: 318). Freud ise bu durumu “Nirvana İlkesi” olarak adlandırmıştır. Bireyin duyarsızlığı bir başka savunma mekanizmasıdır; uyarıcılara karşı daimi bir duyarsızlık sonunda sorunlara yol açar ve kişi zarar görür. Kurulan iletişimler sadece bu zararı biraz olsun dindirmek amacıyla kurulur (Altan, 2011: 15). Metropol insanının tam manasıyla anlaşılabilmesi için metropolün ekonomi üzerinden ele alınması bir zorunluluktur. “Metropol daima para ekonomisinin yuvası olmuştur” (Simmel, 1903). Bulunduğu ortama uyum sağlama yeteneği olan insanının bu nedenle günlük ilişkileri de özünde kapitalist düzenin güttüğü yarar politikasına dayanmaktadır. 18. yüzyılda bireyin dinsel köklerinden koparak baskı altında kalmadan özgürleşebileceği fikri, Meltem Ahıska’nın (1992) metropolün bireye tarihsel ve dinsel bağlardan koparak özgürleşebileceği bir ortam sunduğu fikrine benzer.

Yabancılaşma ve Korku

Kentte yabancılaşma söz konusudur. Ahıska (1992) eşya-birey ilişkisinden bahseder; ne kadar çok yakınlaşılırsa o kadar çok uzaklaşılır, der. Bu Marx’ın (2017) emeğe yabancılaşma ilkesi ile paralellik gösterir. Emeğe yabancılaşma kişiye kendini kötü hissettirir ve sonunda kendi değersizliğine kadar götürür. Metropol insanını kendi türüne yabancılaşan insan şeklinde tanımlayabiliriz. Kendi türüne yabancılaşan insanın korkmasıysa çok doğaldır çünkü karşısındaki bir öteki, bir düşmandır. “İnsanların dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyasının değer kazanmasıyla orantılıdır” (Engincan, 2017: 21). Metropolde her şeyin alışveriş değerinin olması da bireyi yabancılaşmaya sürükler. Bu yabancılaşma Ahıska’nın kitabında kendini korku olarak verir. Anlam boşalması ve hesapçı birey bu durumun en büyük iki etkenidir. Birey anlamsızlaşan şeyler arasında farklılaşma gereği duyar; bu farklılaşma yabancılaşmayı doğurur fakat bir yandan da bireyselleşmeyi şekillendirir yani bireyin kendini gerçekleştirmesine yardım eder. Ahıska korkuyu birkaç çerçeve dâhilinde ele alır; şiddet ve seçme özgürlüğü bu yazıda ele alınan iki tanesidir. Ahıska’nın (1992) korkunun metropol insanı için gece vakti karşısına çıkabilecek canavarlar ya da cinler değil gündüz vakti herkesin ortasında öldürülebilme olasılığı ve kimsenin umursamayacağı olduğunu söyler. Bu umursamazlık önceki bölümde bahsedilen uyarılara karşı duyarsızlıktır. Örnek olaraksa Eşkıya filminde para için – ekonomiye vurgu burada da gözlemlenebilmektedir- tehlikeli işlere giren genç bir adam olan Cumali’nin onu kandıran sevdiği kız Emel ve sevgilisini gün ortasında öldürmesi ve ardından “bir anda oldu” şeklinde kendini savunması verilebilir. Karakterin şiddet eylemine dair yaptığı savunmada sorumluluğu üzerinden atmaya çalışan ve sanki sıradan bir olaydan bahseder tavrı duyarsızlığı açıkça vermektedir. Ahıska’nın kitabında “bugün korku şehre indi” şeklindeki yorumu kişiye yine aynı filmde geçen, kırsal kesimde yaşayan bir kadının Türkiye’nin en büyük metropolü İstanbul’a gidecek Baran’a “kötülüğe gidiyorsun” demesini hatırlatmaktadır. Kaygıyı ve korkuyu birbirinden ayıran Ahıska (1992), korkunun bir nesnesi varken kaygının nesnesinin öznenin ta kendi olduğunu söyler; sınırsızlığın kaygının nedenlerinden biri olduğunu belirtir. Buradan köklerinden kurtulmuş bir kişinin elinde bulunan sayısız seçenek karşısında hareketsiz kaldığı söylenebilir. Ortaçağda birey “ben kimim?” şeklinde sorgulama yapma ihtiyacı duymuyordu çünkü belirli kalıplar içerisinde yaşıyordu. Modern insanın kendini toplumdan ayrı tutarak, sınırsız kaynaklar içerisinde “ben kimim?” sorusunu sorabilme imkânı bireyselliği verirken, bu soruya cevap verememesi bugün onun sorunlarından biridir. Özellikle Rönesans döneminde tavan yapan özgürleşme isteği bugün metropol insanını korkar hâle getirmiştir.

Kimlik ve Kültür

Köklerinden kurtulan metropol insanı yeni kimlik arayışına girer; aidiyet duygusunu beslemek ister. Aidiyet belirli gruplara dâhil olunarak elde edilebilecek bir duygudur. Daha önceki bölümde metropol insanının çıkarları doğrultusunda bir yaşam sürmesi gerektiği belirtilmişti; Ahıska’nın metropol bireyinin birçok kimliği olması ve bu kimlikleri yer yer kullanması düşüncesi, Simmel’in fikriyle paralellik gösterir. Bireyin sahip olduğu birçok kimlik onu birçok gruba dâhil olarak mensubiyet isteğini doyurur. Kimliklerin kaygan oluşuysa durmak bilmez bir değişimin sonucudur; bireylerin değişimi grupların da değişimiyle sonuçlanır. Bu değişim kapitalizmin bir getirisi olmakla beraber değişen kimliğin ait olduğu grubu kişiye düşman olarak gösterir. Kendine düşman edinen birey sonunda şiddete başvuracaktır. “İnsan korkulu bekleyişin pasifliğinden sıyrılıp, şiddetin aktif edimine geçtiğinde, korkudan ve onun acılı tecrübesinden kurtulur” (Ahıska, 1992: 126). Simmel (1903) bireyselleşmiş ve özgür bireyin kendini diğerlerinden ayırt etmek istediğini ve bu isteğin kendini romantizm olarak gösterdiğinden bahseder. Romantizm olarak vücut bulan isteğin kişiyi geçmişe duyulan özlem ile karşı karşıya getirdiği belirtilir. Geçmişe duyulan özlem bir sonraki bölümde ele alınacaktır.

“Metropolde sınırlarını kaybeden sadece birey değil. Metropolün kendisini de sınırları belirli ve algılanabilir bir yaşama mekânı olarak düşünmek zor” (Ahıska, 1992: 124). Küreselleşme ekseni etrafında gelişen metropolde fiziki sınırlar birey için anlam ifade etmemektedir; şehir soyut bir hâl alır. Bu soyutluk köklerden kurtulma ve zihnin kırsal kesimde yaşayan kişiye göre daha keskin olması gibi nedenlere dayandırılabilir. Küresel pazar, kapitalizmin son 30 yılda biriktirdiği krizini, kendisini var eden hegomonik ilişkileri ‘küreselleşme’ adı ile mikro ölçekten makro ölçeğe kadar yeniden tanımlayarak aşmak istiyor. Borsa‐faiz‐kur üçgeni toplumsal yaşamın merkezine yerleşiyor ve bu noktadan sonra küreselleşme, kapitalizmin kendi nesnelliğinin zorlamasıyla birlikte, onun sahibi sınıfın öznel tercihleriyle yüklü ideolojik bir saldırıya dönüşüyor. Küresel sermayeye eklemlenme amacıyla gerçekleştirilen dönüşümler, sadece üretim alanıyla sınırlı kalmayıp toplumsal yaşama ve kent coğrafyasına da sıçrıyor” (Altan, 2011: 8). Küreselleşme egzotizm üzerinde olumsuz bir etkiye sahiptir; ulusal kültürlerin tekilliğini bitirir niteliktedir. Türkiye açısından ele alınacak olursa, İstanbul’un 80 şehirden göç alması fakat doğudan ya da batıdan fark etmeksizin kişilerin giyim-kuşam, tavır-hâl ve seçimlerinde birbirlerine büyük benzerlikler gösterdiği gözlemlenebilmektedir. Bu benzerliğin nedeni sadece ulusal kültürlerin değil yöresel kültürlerin de etkilenmesinden kaynaklanır. Küreselleşme etrafında değişim gösteren şehrin dolayısıyla kültürü de değişir; birey ve kent paralel yönde dönüşüm gösterir. Kültürün bugün en çok değişim -olumsuz anlamdaysa bozulma- gösterdiği mekânların metropoller olması şaşırtıcı değildir. Bozulmalar metropolden diğer şehirlere yayılır.

Kaçış

Uyarıcıların aşırılığı, nesnelerin anlam kazanması, kişinin değer kaybetmesi ve daimi tüketim bireyin çözülmesine neden olan şeylerden bazılarıdır. Çözülen birey artık her şeyden nefret etmektedir: En çok da metropolden. Fakat onu besleyen, bu nefretin kaynağı metropolün ta kendisidir. Bütün bunlar bireyde sıkılmaya yol açar, sıkılmaysa onu kaçışa iten elementtir.

Kaçış sadece kentten uzaklaşmak isteği değildir; kaçış insanlardan, uyarıcılardan, sorumluluklardan ve nitekim kendinden kaçıştır. Ahıska (1992) metropollerde fabrikanın –üretimin- bile artık şehrin dışına çıkıp, ondan uzaklaşmaya çalıştığını söyler. Önceki bölümde romantizm olarak kendini gösteren isteğin bireyi geçmişe duyduğu özlem ile karşı karşıya getirdiği belirtilmiştir. Geçmişe duyulan özlem doğrultusunda hareket edilmesi de aslında kaçış eylemi örneğidir. Metropolün ortasında yaşayan bir kişinin evinde şark köşesi bulunması onun geçmişe duyduğu özlemi göstermekle beraber ayrıca şehrin geri kalanından da kaçacak bir mekân sağlar. Metropol bireyi için evi metropolün beraberinde getirdiği her şeyden kaçabileceği bir yer görevi görmektedir.

Şehirden sıkılan kişide kaçış isteği kendini kırsala atmakta bulur fakat kırsalda birey üzerindeki daimi otorite metropol insanını olumsuz etkiler. İnsanlardan sıkılan kişi yalnız kalmak ister, bu metropolün bireye sunduğu özgürlüktür; insan ilişkileri seyrekleşir ve daha rasyonel bir hâl alır. Kişi kendinden kaçmak ister çözümü kendini soyutlamada arar; tüketim ona bu soyutlamayı kazandırır fakat sonuç hüsrandır. Altan (2011) metropol insanının yaşadığı bu çözülmeye bir son vermenin ancak farkındalık ile olacağını söyler. Farkındalık bireyin dışarıdan bir gözle hayatına bakıp eleştirmesi ve buna göre hareket etmesidir. Kapitalizmin beslediği daimi tüketim isteğinin farkına varan birey tüketimini daha aza indirgeyerek nesnenin önem kazanmasına ve böylelikle kendisinin değersizleşmesine engel olacaktır.

Sonuç

Üretim-tüketim ikilisi etrafında şekillenen bir kentin kent nüfusu üzerindeki bunaltıcı etkisi açıkça görülmektedir. Paranın esas olarak alındığı devasa oluşumda bireyin günlük hayatında nasıl etkilendiği gözlemlenebilmektedir. Soyut anlam kazanan metropolün bireye de özgürlük olarak sunduğu bu soyutlanma onu her ne kadar sonunda çözülmeye götürse dâhi ondan vazgeçemez; kişi artık bireyselleşmiş, kendini gerçekleştirmiştir. Metropol bireyi için hareket esastır; bu hareket onun sürekli yeni kimlikler edinip onları yok etmesinde saklıdır: birey kendini inşa eder ve sonra yıkar. Bu onun çözülmesine en iyi örnektir. Nitekim bugün metropolü tamamen iyi ya da kötü şeklinde değerlendirmek mümkün değildir. Kişiye sunduğu sınırsızlık açısından diğer kentlerden daha yaşanabilirdir fakat sınırsızlık karşısında yaşanan aşırı uyarım onu çok zor bir mekâna dönüştürür.

Zeynep Sanem YETER

Sosyoloji Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça:

Ahıska, M. (1992). Metropol ve korku. International Colloquium on Metropolis, 118-129.

Altan, H. Z. (2011). Bir sürgünlük biçimi metropol yaşamı. İletişim Fakültesi Dergisi, 5-19.

Engincan, P. (2017). Metropolde kültür ve gündelik yaşam üzerine düşünmek (59), mimar.ist, 20- 25.

Simmel, G. (1903). Metropol ve Zihinsel Yaşam. G. Simmel içinde Londra.

Topal, A. K. (2004). Kavramsal olarak kent nedir ve Türkiye’de kent neresidir? Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 6, 276-291.

Turgul, Y. (Yöneten). (1996). Eşkıya [Sinema Filmi].

Çin’in Son 10 Yılının En Önemli Siyasi Etkinliği: ÇKP 20. Ulusal Kongresi

2022 yılında, ülkelerin siyasi takvimlerinde önemli bir yere sahip olan bir dizi etkinlik gerçekleşti ve gerçekleşmeye devam edecek gibi görünüyor. Bu etkinliklerden ikisinin Asya-Pasifik ülkeleri ve bu bölgedeki gelişmeleri kendi çıkarları doğrultusunda yakından takip eden ülkeler başta olmak üzere, tüm dünyanın dikkatini Çin Halk Cumhuriyeti’nin üzerine çevirmesine sebep olduğu söylenebilir.

1980 Darbesi’nin Türkiye’deki Sivil Toplum Kuruluşlarına Etkisi

Özet

Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde sivil toplum kuruluşlarının önemli bir rolü bulunmaktadır. Fakat bireylerin haklarını devlete ve sermaye kuruluşlarına karşı koruyup kollayan sivil toplum kuruluşları, Türkiye’deki siyasi değişimlerin etkisi altında kalmış ve tam anlamıyla bağımsızlaşamamıştır. Özellikle de Türkiye’de yaşanan darbeler ve muhtıralar dönemi Türk sivil toplumunu derinden etkilemiştir. Bu çalışmada 1980 Darbesi’nin Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarına olan etkisi ve sonuçları incelenmiş, 1982 Anayasası ile sivil toplum kavramında yaşanan değişimlerden bahsedilmiştir. 1960 Darbesi ve 1971 muhtırası sonrası siyasi olayların fazlasıyla baskısı altında kalan sivil toplum kuruluşları, 1980 Darbesi ile kendilerini tekrar baskı ve kontrol altında bulmuştur. Her askeri müdahale döneminde olduğu gibi darbeci grupla aynı düşüncede olan ve onlarla uyum içinde hareket eden sivil toplum kuruluşları varlığını devam ettirirken karşıt düşünceye sahip sivil toplum kuruluşları ise kapatılmıştır.

Anahtar Kelimeler: 1980 Darbesi, Sivil Toplum Kuruluşları, Darbe, 1982 Anayasası, Türkiye.

Abstract

Non-governmental organizations have an important role in Turkey’s democratization process. However, non-governmental organizations that protect the rights of individuals against the state and capital institutions have been under the influence of political changes and have not been able to become fully independent in the recent history of Turkey. In particular, the period of coups and memoranda in Turkey has deeply affected Turkish civil society. In this study, the effects and consequences of the coup in 1980 on non-governmental organizations in Turkey are examined, and the changes in the concept of civil society with the 1982 constitution are mentioned. Civil society organizations, which were under the political pressure of the end of the coup in 1960 and the 1971 memorandum, found themselves under pressure and controlled by the coup in 1980. As in every period of military intervention, non-governmental organizations with the same thought, view and acting in harmony with the putschist group continued to exist, while non-governmental organizations with opposing views were closed.

Keywords: 1980 Coup, Non-Governmental Organizations, Coup, 1982 Constitution, Turkey.

Giriş

Türkiye’nin demokratikleşme süreci, devamlı değişen siyasi olaylardan derin bir şekilde etkilenmiştir. Ülkedeki parti tabanlı yaklaşımlar, ideolojik ayrılıklar, askeri müdahaleler demokrasi kavramına şekil vermiş ve hu kavramı değişime maruz bırakmıştır. Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte Türkiye yönünü Batı’ya dönmüş ve demokratikleşmeyi hedeflemiştir. Bu dönemde demokrasinin pekiştirilmesi için çalışmalar yapılmıştır. Fakat Türkiye’de yaşanan olumsuz siyasi olaylar demokratikleşme sürecinde derin yaralar açmıştır. Her yeni gelen parti, siyasi yaklaşım ve ideoloji demokratikleşme sürecini kendine göre şekillendirmiş ve hiçbir parti sürece karşı bağımsız bir yaklaşım gösterememiştir. Bu nedenle Türkiye’deki demokratikleşme süreci yanlı bir şekilde gelişim göstermiştir. Türkiye’de yaşanan bu durum demokratikleşme sürecinin ilkeleri ile çelişmektedir (Yeşilyurt, 2020: 28-30). 

Demokratik devletlerin sahip olduğu bazı özellikler vardır. Sivil toplum kuruluşlarının varlığı da bu özelliklerden biridir. Sivil toplum kavramı devletten bağımsız, kanunlarla denetlenebilir, gönüllülük esasına dayalı örgütlü toplulukları ifade etmektedir. Demokratik devletlerde sivil toplum kuruluşları toplumun egemenliğini devlete karşı korur, devletten tam anlamıyla bağımsız değildir fakat devletin bir parçası da değildir. Devlete ait olmayan organizasyonlardır. Toplumcu bir yaklaşıma sahiptirler. Toplumun haklarını devlete karşı savunurlar. Farklı alanlarda çalışmalar yapan birçok sivil toplum kuruluşu bulunmaktadır. İşçi sendikaları, siyasi partiler, gençlik kolları, dernekler, vakıflar sivil toplum kuruluşlarına örnek gösterilebilir (Aslan, 2010: 268-270). 

Sivil toplum kuruluşlarının faaliyet gösterdikleri konular birbirinden farklılık gösterebilir. Bazı sivil toplum kuruluşları devlete ve şirket sahiplerine karşı işçi haklarını savunmayı amaç edinirken bazı sivil toplum kuruluşları çevre haklarını ve yaşanılabilir, doğallığı bozulmamış bir dünyayı savunmayı amaç edinmiştir. Ayrıca sivil toplum kuruluşları yerelde çalışmalar yürütebilir veya uluslararası boyutta faaliyet gösterebilir (Aslan, 2010: 268-270). 

Devlet sivil toplum kuruluşlarına müdahale etme hakkına sahiptir. Devletin egemenliğine ve bütünlüğüne aykırı faaliyetlerde bulunan sivil toplum kuruluşları devlet tarafından yasaklanıp kapatılabilir. Bu durum sivil toplum kuruluşlarının kırılganlığını yansıtmaktadır. Fakat demokratik devletlerde sivil toplum kuruluşları daha kolay faaliyet gösterebilmektedir. Bunun nedeni demokratik devletlerde sivil toplum kuruluşlarına olan baskının çok fazla olmamasıdır (Yeşilyurt, 2020: 28-30). 

1. 1980 Darbesi’nin Türkiye’deki Sivil Toplum Kuruluşlarına Etkisi

1980 Darbesi, Türkiye demokratikleşme sürecinde derin yara açan tarihi bir olaydır. Bu darbe ile birlikte sivil toplum kuruluşlarının zayıflatılması, hatta kapatılması hedeflenmiştir. 1980 Darbesi öncesinde 38.254 olan sivil toplum kuruluşu sayısı, darbe sonrasında 20.000’e yakın sivil toplum kuruluşunun kapatılması ile birlikte gözle görülür şekilde azalmıştır. Ayrıca 1980 Darbesi ile birlikte siyasi partiler kapatılmış ve bireylerin siyasal haklarına müdahale edilmiştir (Yeğen vd., 2009: 31) .

1980 Darbesi ile birlikte Türkiye’de liberalleşmenin yolu iyice açılmış, sendika ve dernekler zayıflatılmıştır. Liberalleşmeye gösterebilecek direncin azaltılması hedeflenmiştir. Bireylerin hakları konusunda yapılan kısıtlamalar siyasal katılım kavramını dönemden döneme sadece oy kullanmaya indirgemiştir. Yeni anayasa kadın kolları, dernekler, siyasi partiler, üniversiteler ve sendikalara çeşitli kısıtlamalar getirmiştir. Bu dönemde Türkiye’de sivil toplumun kısıtlanmasıyla ortaya çıkan boşluk dini örgütler ve cemaatler tarafından doldurulmuştur. İdeolojik kökenli yaklaşımların yerini dini ve etnik yaklaşımlar almıştır (Aslan, 2010: 268-270).

1970 ve 1980 yılları arasında Türkiye’nin ekonomik temelini kurma isteği ve ekonomik politika arayışı, Türkiye demokrasi sürecine ciddi zararlar vermiştir. Ekonomik temelli arayışlar, beraberinde siyasi hakların zayıflamasını ve aktif bir şekilde siyasal yaşama katılımın azalmasını beraberinde getirmiştir. Bu durum ilerleyen yıllarda darbe ile baskılanmış sivil toplum faaliyetlerine olan talebin artmasını da sağlamıştır. Hem Türkiye’de hem de Batı’da küreselleşme ile birlikte sivil topluma olan talep giderek artmış, STK’lar ön plana çıkmıştır (Aslan ve Kaya, 2004: 220-221).

Türk demokratikleşme süreci 1980 Darbesi ile olumsuz bir etkiye maruz kalırken bir yandan küreselleşme ve ekonomi politikalarının değişimiyle olumlu sonuçlar de elde etmiştir. 1980’lerde tüm dünyada yaşanan ekonomik değişim Türkiye’de de yaşanmış ve sosyal yapıda çeşitli deneyimlerin yaşanmasına neden olmuştur. 1980 ve sonrasında küreselleşen dünya ve Avrupa’ya uyum süreci STK’ların canlanmasına olanak sağlamıştır. 1980’lerden sonra temel hak ve özgürlük söylemlerinin artması da bireylerin sivil toplum kuruluşlarına olan ilgisini arttırmıştır (Aslan ve Kaya, 2004: 220-221). 

2. 1982 Anayasası ve Sivil Toplum Kuruluşlarına Etkisi

Kenan Evren’e göre 1980 Darbesi’nin ortaya çıkmasının temel sebeplerinden birisi dönemin siyasi partilerinin verimsizliği ve karışıklığıydı. Darbeye neden olarak görülen diğer sebep ise dönemin sendikalarının yıkıcı ve saldırgan ideolojileri olarak tanımlanmakta. 1982 Anayasası bu nedenlerden dolayı sivil toplum ve toplumsal örgüt kavramını yeniden tanımlayan ve sınırlarını çizen bir anayasa olmuştur. Ayrıca 1982 Anayasası yeni sosyal yaşamı yeniden inşa eden ve sınırlarını çizen bir anayasadır.

1982 anayasası ile birlikte sivil toplum kuruluşlarına çeşitli kısıtlamalar getirilmiştir. Siyasi istikrarı sağlamak amacıyla derneklere, vakıflara ve sendikalara siyaset yasağı getirilmiş ve siyasi kısıtlamalara maruz bırakılmıştır. Siyasi Partiler Kanunu uygulanmaya başlanmıştır. Ayrıca memurların dernek kurması yasaklanmıştır. Alınan bu kararların temel hedefi sivil toplum kuruluşlarının faaliyet alanlarını kısıtlamak ve siyasi partilerle sivil toplum kuruluşları arasındaki ilişkiyi engellemektir (Aslan ve Kaya, 2004: 220-221).

Sonuç

Özetlemek gerekirse sivil toplum kuruluşları, devletlerin siyasal süreçlerinden etkilenmeye meyillidir. Türkiye’de de demokratikleşme süreci ve sivil toplum kuruluşları darbeler ve muhtıralardan, ideolojik faklılıklardan, rejim değişikliklerinden olumsuz etkilenmiştir. Devletlerin sivil toplum kuruluşlarıyla olan faaliyetleri, baskı uygulayıp uygulamaması ve sivil toplumun gelişmişliği ile devletin demokratik ve modern yapısı arasında paralel bir bağ vardır. Türkiye’de demokratikleşme süreci ve sivil toplumun gelişimi, askeri darbeler nedeniyle ilerlemesini başarılı şekilde tamamlayamamıştır . 

1980 Darbesi ve beraberinde oluşturulan 1982 Anayasası sivil toplum kuruluşları üzerinde yoğun bir baskı oluşturmuş ve sivil toplumun zayıflamasına neden olmuştur. 1982 Anayasası ile birlikte dernek ve sendikalara ciddi kısıtlamalar getirilmiş ve birçok sivil toplum kuruluşu kapatılmıştır. 

1980 Darbesi öncesinde Türkiye’de 38.254 sivil toplum kuruluşu bulunurken, darbe ile birlikte bu sivil toplum kuruluşlarının 20.000‘e yakını kapatılmıştır (Yeğen vd., 2009: 31).

Ayrıca bu dönemde ki ekonomik politika arayışları siyasal süreci geri plana atmıştır. Liberal politikalar ve darbe ile beraber gelen yeni anayasa bir yandan sivil topluma baskı uygularken beraberinde gelen küreselleşme ve Batı ile uyum süreci baskılanmış sivil toplum isteğini beslemiş ve bireylerin bu konudaki talebini arttırmıştır. Bireylerin dünyadaki diğer sivil toplum kuruluşları ve gönüllülük çalışmaları hakkında daha bilgili hale gelmesini sağlamıştır. Baskılanmış sivil toplum kavramı ilerleyen yıllarda yoğun bir talep olarak ortaya çıkmıştır.

Alsu Ünsal 

Sivil Toplum Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça

Ahmad, F. (1995). Modern Türkiye’nin Oluşumu. (Çev. Alagon, Y.). Sarmal Yayınevi.

Aslan, M., Kaya, G. (2004). 1980 Sonrası Türkiye’de Siyasal Katılımda Sivil Toplum Kuruluşları. C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 5(1), 213-223.

Aslan, S. (2010). Türkiye’de sivil toplumElektronik Sosyal Bilimler Dergisi, 9(31), 260-283.

Baykal, D. (1970). Siyasal Katılma, Bir Davranış İncelemesi. Ankara Üniversitesi Siyasi Bilimler Fakültesi Yayınları.

Belge, M. (1998). Sivil Toplum Örgütleri. T. Ulaş (Ed.), Merhaba Sivil Toplum içinde, (ss. 23-37). Helsinki Yurttaşlar Derneği Yayını.

Boratav, K. (2000). Yeni Dünya Düzeni Nereye. İmge Kitabevi.

Dahl, R. A. (1993). Demokrasi ve Eleştirileri. (Çev. Köker, L.). Türk Siyasi İlimler Derneği. 

Yeğen, M., Keyman, E. F., Tol, U. U., & Çalışkan, M. A. (2009). Türkiye’de gönüllü kuruluşlarda sivil toplum kültürü.

Yeşilyurt, Y. (2020). Sivil Toplum ve Ulus Devlet. Toplum ve Kültür Araştırmaları Dergisi, (6), 20-37.

Beden Toplumsallığının Biyopolitik Açılımları: Kadın Bedeni

Özet

Sosyal etkileşimin en önemli faktörlerinden olan beden, toplumsal yapılara göre tarihsel perspektifte değişmiş ve bedenlerin toplum içindeki konumlarını da belirlemiştir. Bu çalışmada ise günümüz toplumundaki kadın bedeni sosyolojik kavramlar ile incelenecektir. Günlük yaşam pratiklerinde kadın bedeninin benliğin sunumu, biyopolitika, panoptikon, damgalama, dramaturji ve tampon kurum gibi kavramlar temelinde beden sosyolojisi ile ilişkisi açıklanmaya çalışılacaktır.

Bu çalışmada değinilen her kavram beden sosyolojisi ile ilişkilendirilerek tanımlanmış ve açıklanmıştır. Sonuç bölümünde ise kadın bedeninin toplumsal cinsiyet kalıplarına göre görünümünün değişmesiyle aslında toplumsallaşma süreçlerini sosyolojik perspektifte inceleyerek tespitler ile anlaşılmasını sağlamıştır. Bu çalışma, beden sosyolojisinin toplumsal cinsiyet boyutu hakkında farkındalık kazandırma amacı doğrultusunda tasarlanmıştır.

Anahtar Kelimeler: Beden, Kadın, Sosyoloji.

Abstract

One of the most important factors of social interaction’s the body, which changed with historical perspective according to social forms and also determined the positions of bodies in society. In this study, woman’s bodies will analyze in sociological terms in present society. In daily life praxises woman’s body, to express itself, like biopolitics, panopticon, stigmatizing, dramaturgy and cushion mechanism etc. will be tried to explain its relationship with body sociology on the basis of terms.

In this study, every term that was mentioned is determined to identify and explain body sociology. In the conclusion section, with the change in the appearance of the woman’s body according to gender stereotypes, socialization periods analyzing with a sociological perspective and be understood actually. This study was designed with the aim of raising awareness about the gender dimension of body sociology.

Keywords: Body, Woman, Sociology.

Giriş

Bedenler ile varlığımızı sunmadan önce bir birey olarak var olmak ve cinsiyetten öte aslında fikirlerimizin oluşturduğu kimlikler ile sosyalleşmek mümkün olmaktadır. Ancak sosyologlar, insanı toplumsal eğilimlere ve sınırlara sahip, toplumsal olarak yapılanmış bir gerçeklik olarak ele almışlardır (Cirhinlioğlu, 2003: 137). Bu toplumsal yapılanmanın içerisinde ise sosyolojik perspektiften bakıldığında insan bedeninin boyutları, sosyal beden ve sosyokültürel beden olarak görülmektedir. Bahsedilen boyutlarda çeşitlilik arttığı gibi uyum ve özgün olma konuları üzerinde durulduğunda günümüzde de görüldüğü gibi özgür olmayan bedenler ile karşılaşabilmek mümkündür. Çünkü konuya bedene müdahaleler çerçevesinde bakıldığında bedenin toplumsal ve kültürel yapı içinde inşa edildiği söylenebilmektedir.

Bu çalışma, araştırmalar ve gündelik yaşam pratikleri ile edinilen tecrübeler ışığında toplumsallığı ile çeşitlenen ve sıkça gündeme gelen beden olgusuna sosyolojik bir perspektifte yaklaşarak madalyonun görünmeyen yüzündeki gerçeklikler hakkında fikir sunmak ve farkındalık yaratmak amacıyla gerçekleştirilmiştir. Bu doğrultuda varlığımızı devam ettirdiğimiz sürece görünür olmaya ve anlaşılmaya, toplumsallaşmak için bedenlerin işlevselliği ile bedenin sosyolojik yapısının incelenmesi önemli bir konu olarak anlaşılmaktadır. Çalışma sonucunda sosyolojik teorilerin anlaşılır bir biçimde sunularak bedenlere yaklaşımın beden politikaları ekseninde aslında toplumun benden üzerindeki etkisi vurgulanmaktadır. Bedenin toplum içinde ne kadar değiştirilerek belirlendiği ve kontrol edilme ölçülerini sunarak toplumun beden üzerindeki etkilerinin ne olduğu sorusuna cevap vermektedir.

1. Beden ve Toplum

Beden, varlığımızın simgesi olarak toplum içinde görünür olma biçimidir. Ancak bu görünüm yaşanılan çağlara göre değişim göstermekle birlikte normlar çerçevesinde sıkıştırılmış görünümün oluşmasına sebep olmaktadır. Anlaşılacağı üzere hiçbir birey bedeni olmadan sosyalleşememekte ve toplum içinde var olamamaktadır. Bu bağlamda sosyoloji yapabilmek için beden göz ardı edilmemesi gereken bir olgu olarak bilinmektedir. Sosyolojinin konusu olan sosyal davranışlar, eğitim, kültür, inançlar ve etkileri aslında bedenlerin toplumdaki varlığı ile gerçekleşmektedir. Ancak bu varlık toplum tarafından şekillenir ve belirlenir. Böylece bedenler, toplumsal ilişkileri, kurumları ve toplumsal yapıyı meydana getiren, toplumsal bedenlere dönüştürülmektedir. Beden ideolojiktir, bu nedenle bedene her dönemde ve toplumda mutlaka bir kimlik edindirilmektedir. Beden, toplumsal döngüyü değiştirmekte ve sürdürmektedir.

Toplum ise kültür ve değerlerin bileşimi ile farklı toplumsal yapıları oluşturmaktadır. Toplumsal yapı ise toplumun sosyalleşmesi, bireyin toplum içindeki konumu ve toplum yapısına entegre olma süreci olarak farklılaşmaktadır. Beden olarak ele aldığımızda; yaşlı bedeni, göçmen bedeni, çocuk bedeni, engelli bedeni, kadın bedeni, erkek bedeni, LGBT+ bedeni gibi birçok kategoriye ayrılmış bedenler olduğu gibi bu bedenlerin toplumsallaşmaları da toplum yapısına göre birbirinden farklı olmaktadır. Toplum içinde bireyin gördüğü değer kadar bireyin cinsiyetine gösterilen değer de önemli bir konu olarak bilinmesi gerekmektedir.

Bu bağlamda Anthony Giddens’ın Toplumun Kuruluşu (1999) kitabında da ifade ettiği gibi; yapı-eylem ekseninde bireyin iradesinin toplum iradesi ile kolektif bilinç arasındaki dualite temelinde hem bedenin toplum üzerindeki etkisi hem de toplumun beden üzerindeki etkileri incelenebilmektedir. Toplumsal normlara göre farklılaşan bedenlerin yansımaları, toplumsallaşma sürecini etkileyerek toplumların gelişmesine öncü olma veya öncü olamama gibi niteliklere sahip olmaktadır. Tekin’e göre (2016: 1157) değişimin temeli ise “Sosyologlar 1980’li yılların başında “biyolojik beden”den ayrı olarak bir “sosyal beden”in var olduğunu öne sürerek bedenin sosyo-kültürel yönüne vurguda bulunmuşlardır”. Ancak buna ek olarak “Beden sosyolojisinin gelişmesinde sıklıkla vurgulandığı gibi Michel Foucault, Gilles Deleuze, J. Derrida, Jean Baudrillard, J. F. Lyotard, Pierre Bourdieu gibi Batılı yazarların belirli çözümlemelerinin öncülük rolü olmuştur” (Çakı, 2011: 184) ifadesi ile beden sosyolojisi tarihsel perspektifte teoriler ile incelenebilmektedir. Foucault’un ruh bedenin hapishanesidir anlayışına göre “iktidar şeklinin değişmesiyle birlikte beden, cezalandırılabilir bir nesne olmaktan çıkar ve uysallaştırılan, edilgenleştirilen bir nesne halini alır. Bedenin uysallaşması hapishane başta olmak üzere, tımarhane, karantina, hastane, okul gibi kurumlar aracılığıyla sağlanır” (Demir Güneş, 2015: 62). Dolayısıyla yaşanılan toplumda da öğrenilen toplumsal cinsiyet bağlamında bedenler incelendiğinde uysallaştırılan ve edilgenleştirilen kadın bedenine sıklıkla rastlanmasının sebebi iktidarın bedenleri inşa etmesi ile ilgilidir.

2. Bedenin Sosyolojik Teoriler ile Açılımları

Beden politikası kavramı, ilk defa 15. yüzyıl sonlarında Fransızcada “örgütlü bir hükümet ya da devlet altında yaşayan tüm insanların bedeni” ekseninde bedenlerin incelenmesi için türetilmiştir. Kavram, politikalar ve toplumsal pratikler aracılığıyla insan bedeni üzerinde uygulanan toplumsal kontrolü, düzenlemeyi ve denetlemeyi ifade ederek toplumsal bir çok soruna ışık tutmayı amaçlamaktadır.

İletişime görünür olduğumuz ilk an başladığımız bilinmektedir. İletişim için değişen benlik sunumları toplumsallaşma sürecini de etkilemektedir. Toplumun değişen sınıfsallığı örneğin alt sınıf, orta sınıf ve üst sınıf gibi sınıfsal düzlemde ekonomik anlamda bireylerin gruplandırılması benliğin sunumunu da etkilemektedir. Örneğin moda akımlarına uyarak gösterişli bedenler sergilenirken ekonomik gücü daha az seviyede kalan bireylerin süslü bedenler yansıtamaması sosyalleştiği mekanlarını da değiştirerek sınıflar arası sınırların belirginleşmesine sebep olmaktadır. Bu doğrultuda bedenlerin ekonomik faktörlere göre değiştiği ve çeşitli benlik sunumlarının inşa edildiği anlaşılmaktadır.

Bir başka doğrultuda ise beden sosyolojisinin biyopolitik açılımları incelendiğinde Foucault, “Biyopolitika, modernleşen toplumlarda nüfusun yaşam süreçlerine özgü karakteristik fenomenlerin (sağlık, hıfzıssıhha / hijyen, doğum oranı, yaşam süresi, ırk vs.) nasıl rasyonalize edildiğini ifade eder” (Foucault, 2008: 317). “Bedenin biyopolitik bir gerçeklik olarak kavranması bizi nüfusun biyopolitikasının hangi pratikler içerisinde gerçekleştiğini tartışmaya yönlendirir ve bu bağlamda bedenin politik bir kategori olarak sorunsallaştırılması, nüfusun sorunsallaştırılmasıyla yakından ilişkilidir” (Arpacı, 2016: 82). Bu durumda toplum, hayat süreçlerini nüfus düzeyinde düzenlemeyi ve yönetmeyi amaçlayarak bedenlerin görünürlüğünü sağlamasında belirleyici bir roldedir. Düzenleme ve yönetilme gibi kavramlarını kapsayıcı nitelikte olan Jeremy Bentham’ın (1785) tasarladığı hapishane ile Foucault’un geliştirdiği panoptikon kavramı, ‘İktidarın Gözü’ denilen ‘göz’ göstergesinden söz etmek gerekmektedir” (Özdel, 2012: 25) böylece toplumun gözetlenip yönetilerek iktidarın kurulması anlamı taşımaktadır. Bu bağlamda bedenlerin denetlendiği toplumsal yapıda beden üzerindeki panoptik etkiden bahsetmek mümkündür.

“Bedenin toplumsal zeminde sorun yaratan birçok bağlamı vardır. Yaşlılık, engellilik, hastalık, ucubeliğe ek olarak erillik/dişilik gibi örnekler bedenin problemli noktalarına işaret eder” (Öztürk, 2012: 9). Ancak bu ifade ideolojilerin savunuculuğu ekseninde göreceli problem olarak adlandırılması gerekmektedir. Bu bağlamda Goffman damgalamayı “Toplumun bir üyesi olan insanın herhangi bir özelliğinden dolayı yine toplum tarafından itibarının sarsılması olarak tanımlar ve bu bağlamda üç farklı damga biçiminden söz eder; bunlar bedenin korkunçlukları, zayıf irade, baskıya müstahak ya da doğal olmayan tutkular, sapkın ve katı inançlar, ahlaksız olarak bireysel karakter bozuklukları, ırk, ulus ve din gibi etnolojik damgalar” (Goffman, 2014: 33). Çünkü, özgürlük ve geleceklerine müdahale, imaj kültürü ve güzellik algısı ile psikolojik olarak da sağlıksız bedenlerin dışlanması ile Goffman’ın damgalanma kavramı görülmektedir. Damgalama anlamına karşılığında olan Stigma ile bazı semboller bir birey veya grup hakkında olumsuz, ‘aşağılayıcı’ bilgiyi vurgulayarak toplum içindeki yerini belirleme faktörü olarak nitelendirilebilir. “Toplum içinde yaşayan beden toplumun kültürüyle toplumun alışkanlıkları, değerleri, normları, yasakları ödülleri ve cezalarıyla hareket etmektedir. Beden yaşadığı sürece farklı sosyal birimler arasında sürekli el değiştirmektedir” (Bingöl, 2017, s.87). Buradan da anlaşılacağı üzere beden çok boyutlu bir olgu olarak görülmeli ve interdisipliner çalışmalar ile bedenin toplumsallığının refahı sağlanmalıdır.

Toplumsal nüveler olarak karşımıza çıkan kültür ve etkileri aslında bedeni belirleyici faktörler arasında yer aldığını da belirtmektedir. Değişen kültürel yapıların bedenleri belirlediği gibi “bedenin değişimi ise tarihi ve toplumsal süreçlere, ortaya çıkan yeni bireye bir şekilde yön verebilmiştir” (Bingöl, 2017: 97). Karşılıklı değişim ve müdahale sonucunda gerçekleşen olumsuz dönüşümü ise Foucault’nun “rasyonel aklın ve iktidarın bedeni ve bireyi dönüştürmektedir” ifadesi ile beden ve iktidar arasındaki ilişkinin yorumlanmasıyla toplumsallaşma süreci nitelendirilebilmektedir.

Bir başka boyut olarak Foucault (2000), modern batılı toplumlarda insan türünün biyolojik özelliklerinin politikaya ve genel iktidar stratejilerine dâhil edilmesini sağlayan mekanizmaları biyo-iktidar kavramı ile açıklar. Bu durumda iktidarın cinsiyete kategorize edildiği anlaşılmaktadır. Bedenlerin iktidar tarafından kontrolü ve kullanılması Foucault’ya göre bir yönetme sanatıdır. Modern toplumlarda bedenin kontrolü baskıcı iktidardan ziyade ‘içselleştirilen normlar’ vasıtasıyla yapılır. Yani bir bakıma “öz yönetim” kavramı ortaya çıkar. Bireyi zorlayan ve baskılayan bir egemenin varlığındansa, bireyin isteyerek ve arzulayarak kısmen kendi iradesiyle kabullendiği bir iktidar. Foucault modern zamanların bu yeni yönetme sanatından ‘yönetimsellik’ olarak bahsedecektir (Eren, 2016: 28-29). Bedenin söz konusu değişimi temelde iktidar olgusuyla ilişkilendirilmektedir. Ele alınacak nesne yalnızca toplumsal beden de değildir. Beden sosyolojisinin odağına kendi ve diğerlerini kontrol eden, diğerlerince kontrol edilen, iktidarlarla iç içe geçmiş bir beden yerleştirilmektedir. Beden ve iktidar ilişkilerini çözümlemenin başlıca amacı ise bedeni üzerinden kontrol edilebilirliği yüksek olan yeni bireye, özneye ulaşmaktır. İktidar beden üzerinde hakimiyet kurarak bireyi ve toplumu da kontrol altına almaktadır.

3. Kadın Bedeninin Sosyolojik Açılımları

Bu çalışmada kadın bedeninin toplumsallığını sosyolojik kuramlar ile açıklamak hedeflendiği için bu bölümde bu toplumsallığı farklı perspektiflerden değerlendirerek açıklamak amaçlanmıştır.

“Bedenin feminist hareket tarafından politikaya dâhil edilmesi ise Batı Avrupa ve Amerika’da, 1960’ların sonunda ve İkinci Dalga Feminist Hareket içinde gerçekleşmiştir. Özel olan politiktir (İng. “the personal is political”) (Hanisch, 1969) sloganıyla gündeme gelen beden politikaları, temel olarak kadına ve kız çocuklarına yönelik şiddet, kadın bedeninin nesneleştirilmesi ve kürtaj hakkı çerçevesinde ele alınıyordu” (Eroğlu, 2021). Bedenin cinsiyete göre metalaştığı ve aslında taşıdığımız bedenlerin bizim bedenlerimiz olmadığı da beden politikalarından kaynaklanmaktadır.

Öncelikle bedenin toplumsallığına bakıldığında; bireylerin ataerkil zihniyet ile denetimi, iktidarın bedeni kontrol altına alması ile başladığı gibi iktidar, toplumsal cinsiyet ve cinsellik konularında erkek egemen görüşün yansımaları olarak görülmektedir. Kadın ve erkek üreme organlarına dayandırılarak kurulan ikili kategori (biyolojik cinsiyet), bu iki cinsiyete atfedilen bir takım görevler ve rollerle (toplumsal cinsiyet) özdeşleştirilmektedir. Bahsedilen iktidar, bedeni denetleme ile başlayarak toplumun en küçük yapı birimi olan ailede öğretilmeye başlamaktadır. İlk sosyalleşebildiğimiz alanın ardından okullarda ders kitaplarındaki kadınlık ve erkeklik rollerini tanımlayan tablolarla birlikte toplumsal cinsiyetin öğrenildiği bilinmektedir. Tüm bu öğrenilenler neticesinde toplumsal cinsiyet rollerinin güce dönüşmesiyle kadınların dezavantajlı gruplar arasında yer aldığı zeminler oluşturulmuştur. Ancak bu noktada hangi kadınlar sorusu sorulması dezavantajlı olma durumunu göreceli bir hale getirmektedir. Yaşlı kadın, engelli kadın, genç kadın, çalışan kadın, göçmen kadın, anne, ücretsiz ev işçisi kadın ve benzeri gibi gruplar aslında “Goffman’ın damga kuramı, etiketleme kuramını geliştirerek daha kapsamlı hale getirmiştir. Damga kuramı toplumsal gelişmeleri, değişimleri ve dönüşümleri çözümleyebilmesi dolayısıyla etiketleme kuramından daha geniş bir bakış açısına sahiptir” (Yurdakul, 2019: 127). Böylece toplum içinde yaş, cinsiyet, yaşadıkları mekan, meslekleri ve tercihleri sonucunda ayrıştırılarak ötekileştirilmektedir.

Çalışan kadının kamusal alanda var olma çabası ile özel alandaki varlığı arasındaki yerinin toplum tarafından bedenin denetleniyor olması doğrultusunda normlar çerçevesinde hareket ederek Goffman’ın Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu (2009) kitabında bahsettiği dramaturji kavramı ve damgalama/etiketleme kuramı bağlamında ev içi sorumlulukların ataerkil toplum yapısında kadına atfedilmesi ve denetlenmesi gibi durumlar karşısında farklı benlik sunumların yansıtılmasına sebep olmaktadır. Tek bir bedenin toplumsallaşma sürecinin farklılaşması ise Goffman’ın sahne-önü ve sahne-arkası tanımına sahip olan dramaturji kavramını anımsatmaktadır. Sahne önü göstermek istediğimiz ve beklenen pratiklerin sergilendiği hayat iken, sahne arkası gerçek olan hayatımız olarak bilinmektedir. Sahne önünde veya sahne arkasında kadından aile ilişkilerinde de olduğu gibi Mübeccel Kıray’ın (1998) kent ve kırsal alandaki ilişkilerin sağlanmasında kullandığı tampon mekanizmaları görevi kavramı ile benzerlik taşımaktadır. Tampon kurum mekanizmasındaki bireylerin, hemşehrilik ilişkileri altında kırsaldan kente göç eden bireyler için köprü görevi niteliğinde kentte sosyalleşebilmeleri ve yaşamlarını devam ettirebilmelerini sağlıyorsa toplum içinde de kadının tıpkı bir tampon kurum mekanizma olması yönündeki beklentiler de bulunmaktadır. Bu durum kadınların farklı mücadele tipleri ile toplum içinde var olma pratiklerini oluşturmaktadır. “Beden, kimlerle ne zaman ve nasıl yaşadığına, hangi şekillere büründüğüne bağlı olarak karakter edinmektedir. İnançlar, eğitim, toplumsal cinsiyet ya da sosyal davranışlar, başta bedenlerin toplumdaki varlığıyla karakter gerçekleşmektedir” (Bingöl, 2017: 88). Bu durumda bireyden önce bedenler üretilirken varlık sürecinde de cinsiyetin belirli bedene atfedilmesiyle kültürel yapıda normlara uygun bireyler yetişmektedir.

Biyo-politika ile asıl istenilen var olmak ve yaşamaktır. Günümüzde de kadın bedenini incelediğimizde sosyal medyanın etkileri yadırganamayacak derece de elzem bir konudur. Sosyal medya aracılığı ile sunulan benlikler, değiştirilerek rol yapılan bedenlerin sunulması için bir araç haline gelmektedir. Bedeni etkileyen teknolojiler bir bağlamda bedenin olduğu gibi kabul edilen bir şey olmaktan çıkıp ”yaratılmak” zorunda olan bir şeye dönüşmesini kastetmektedir. Ancak toplumsal hayatımıza yön veren teknolojiler sonucunda, yaratılan bedenler özgün beden olmak yerine taklit edilen bedenler olarak yaratılmaktadır. Toplumun beğenisini alan ve ideal beden olarak nitelendirilen bir bedene göre uyum sağlanmaya çalışması için estetiksiz kişilerin güzel olarak adlandırılmaması ve kadın cinsiyetinin olması gerektiği güzelliğe uygun olmadığı görüşünün dayatılması sonucunda yine Goffman’ın damgalama kavramının işlevselliği ile ötekileştirilmenin bedenlerin üzerindeki etkisinin anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu bağlamda bilim ve teknoloji bedenin sınırlarını çizen faktörler olarak tanımlanabilir.

“Foucault’ya göre beden ancak hem üretici bir beden hem de tabii kılınmış bir beden olduğunda kullanışlı bir güce dönüşür” (Butler, 2012: 276) ancak bedenlerin ayrıştırılması sonucunda bu güç ellerinden alınarak güçsüz bedenler topluluğu ile birlikte tekerrür eden beden yansımaları görülmektedir.

Sonuç

Sonuç olarak bedenin toplum içinde görüşlere göre belirlendiği anlaşılmaktadır. Toplumun görüşleri, görünüşleri etkilemektedir. Kadın bedeni, erkek bedeni ve benzeri gibi çeşitli bedenlerin kategorize edilerek aslında toplum, toplumsal cinsiyet bağlamında bedenlere karşı beklenti içerisine girmektedirler. Bu beklentilerin aslında bedenlerin asıl olan varlıklarını sunma konusunda bir engel olduğu da anlaşılmaktadır. Gerek damgalanma gerek denetim ile düzenlenen bedenler, belirlenen sınırlar içinde var olarak asıl kimlikleri yansıtıl(a)mamaktadır. Bu bağlamda Foucault’un (Onedio, 2015) “Normal insan kurgudur” ve “Bir yerde herkes birbirine benziyorsa; orada kimse yok demektir” ifadeleri ışığında iktidar denetimi ve toplumun denetimi bedenleri edilgenleştirerek topluma uygun biçimde var olmaları sonucunda dizginlenen bedenlerin yok oluş süreci başlamaktadır. Buna en iyi örnek ise kadın bedenidir. Toplumun beklentileri ve sözde ihtiyaçları neticesinde varlığını sürdüren bedenler, sergilenmek istenilen bedenlerden çok toplumun arzuladığı bedenler olarak sunulmaktadır. Oysaki toplumun dayanışmacı gücünden faydalanılarak kimliklerin var edildiği bedenlerin sergilenmesi gerekirken toplumun eleştirel yönü ile sınırları çizilmiş bedenler sergilenmektedir. Özel olan politik olduğu gibi bedenlerin de özel alan olarak görülmesi gerektiği ve bedenin, o bedenin sahibine ait olduğu bilinmelidir. Toplumsal normların bireyler üzerinde yıkıcı etkide bulunmayacağı beden politikaları ile bedenlerin varlığının devam etmesi sonucunda, toplumsal refahın artarak sosyolojik problemlerin azalacağı düşünülmektedir. Bu farkındalığın oluşması adına interdisipliner çalışmalar gerçekleştirilmelidir. Böylece beden sosyolojisinin önemi anlaşılarak bireylerin var olma ve sosyalleşme süreçlerindeki olumlu değişimin de oluşması kaçınılmaz bir son olarak karşılaşılması beklenmektedir. 

Hayra ÜSKÜP

TUİÇ Sosyoloji Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça:

Arpacı, M . (2016). Foucault, Biyopolitika ve Biyotarih:Tarihsel Çalışma Alanları Olarak Tıp, Beden ve Nüfus. ViraVerita E-Dergi, (3), 80-97.

Bentham J. (t.y.). Panoptikon. Erişim Adresi: https://tr.wikipedia.org/wiki/Panoptikon

Bingöl, O. (2017). Bedenin Sosyolojisi: Nasıl? Niçin?. Mavi Atlas Gümüşhane Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Elektronik Dergisi, 86-96.

Butler, J. (2012). Bedenler ve İktidar, Tekrar. (Çev. Öztürk, Ş.) Yapı Kredi Yayınları.

Cirhinlioğlu, Z. (2003). Post-modern Çözülüş ve Sağlık. Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 5(1), 131-148.

Çakı, F. (2013). Türk Sosyolojisinde yeni arayışlar: Beden sosyolojisi üzerine ilk kitap. Yalova Sosyal Bilimler Dergisi, 1(2), 184-192.

Çetin, E. (2009). The changing appearance of the body in working life. Journal of Human Sciences, 6(1), 73–83.

Eren, E. (2016). Biyopolitika ve Toplumsal Bedenin Denetimi: Türkiye’de 2010-2015 Yılları Arasında Beden Politikaları Tartışmaları. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kadın Çalışmaları Bilim Dalı, Yayınlanmış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul.

Eroğlu, D. (2021). Beden Politikaları. Erişim Adresi: https://feministbellek.org/beden-politikalari/

Foucault, M. (2000) Hapishanenin Doğuşu (Çev. Kılıçbay, M. A.). İmge Kitabevi.

Foucault, M.(2008). The Birth of Biopolitics. (Çev. Burchell, G.), New York: Palgrave.

Giddens, A. (1999). Toplumun kuruluşu: Yapılaşma kuramının ana hatları. (Çev. Özel, H.). (1 .Baskı). Bilim ve Sanat Yayınları.

Goffman, E. (2009) Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu. (Çev. Cezar, B.). Metis Yayınları.

Goffman, E. (2014). Damga: Örselenmiş Kimliğin İdare Edilişi Üzerine İdare Edilişi Üzerine Notlar (Çev. Ş. Geniş, L. Ünsaldı, & S. N. Ağırnaslı) (1. Baskı). Heretik Yayıncılık.

Güneş, C. D. (2015). Ruh bedenin hapishanesidir: Michael Foucault. EKEV Akademi Dergisi, 19(64), 59-72.

Günindi Ersöz, A . (2010). Tüketim Toplumunda “Sıfır Beden” Söylemi: Neden ve Sonuçları Üzerine Sosyolojik Bir Değerlendirme. Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 27(2), 37-53.

Hanisch, C. (1969). The Personal is Political. Erişim Adresi: http://carolhanisch.org/CHwritings/PIP.html

Kıray, M. B. (1998). Kentleşme yazıları. Bağlam Yayınları.

Okumuş, E. (2009). Bedene Müdahalenin Sosyolojisi, Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi, 2, 1-15.

Onedio. (2015). Michel Foucault’dan 17 Alıntıyla Kalabalıklar İçinde İnsan Olmak. Erişim Adresi: https://onedio.com/haber/michel-foucault-dan-17-alintiyla-kalabaliklar-icinde-insan-olmak-533883

Özdel, G. (2012). Foucault Bağlamında İktidarın Görünmezliği ve “Panoptikon” ile “İktidarın Gözü” Göstergeleri. Turkish Online Journal of Design Art and Communication, 2(1), 22-29.

Öztürk, N. (2012). Bir Beden Sosyolojisi Problemi Olarak Namus Kavramı ve Kadın Bedeni. Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi.

Tekin, F. (2016). Geleneksel Dönemden Post-Modern Döneme Beden Anlayışının Değişimi, International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 11(2) 1153-1172.

Yurdakul, H. (2019). Damgalama ve Çerçeveleme Boyutlarıyla Yazılı Basında Suriyeli Göçmenler. [Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi]. Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi.

Antalya Diplomasi Forumu: “Diplomasiyi Yeniden Kurgulamak”

“Diplomasi, yeni bir dünya düzeni ile savaş ve barış arasındaki güç dengesidir.”

 Henry Kissinger

İkinci Antalya Diplomasi Forumu (ADF), “Diplomasiyi Yeniden Kurgulamak” ana temasıyla 11-13 Mart 2022 tarihlerinde Antalya’da gerçekleştirildi. Forum 75 farklı ülkeden 17 devlet ve hükümet başkanı, 80 bakan, diplomatlar, iş dünyası üyeleri, basın ve akademi mensuplarından oluşan 3260 kayıtlı katılımcıya ev sahipliği yaptı (Antalyadf, 2022).

Arap Baharı’nın Göç Üzerindeki Etkisi

Özet

Bu makalede, 2010 yılında Tunus’ta başlayıp tüm Arap coğrafyasında yayılan Arap Baharı’nın, bu coğrafyalardaki göç olgusunu nasıl etkilediği araştırılacaktır. Arap Baharı; bazı ülkelerde amacına ulaşsa da bazı ülkelerde iç savaşa neden olarak bu bölgelerdeki istikrarsızlığı arttırmıştır. Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgesi için sancılı geçen bu dönemde halk büyük bir direniş göstermiştir. Başlangıçta halkın direnişi büyük yankı uyandırsa da devamında beklenildiği gibi demokrasi ve refaha ulaşılamamıştır. Nitekim günümüzde bu bölgelerde iç savaşların hala sürüyor olması Arap Baharı’nın etkisinin devan ettiğini göstermektedir. Bu makale; Arap Baharı’nın en şiddetli geçtiği, iç savaşın başladığı ve en çok göç veren Suriye ve Libya üzerinden hareket ederek Orta Doğu bölgesindeki etkileri incelenecektir. Bu çalışmanın hipotezini, Arap Baharı’nın ülkelerde nasıl yönetildiği ve ne büyüklükte felakete yol açtığı, göç akımlarının yoğunluğu ve boyutu oluşturmaktadır. 

Anahtar Kelimeler: Arap Baharı, Orta Doğu, Göç, İç Savaş, Direniş.

Abstract

In this article, it will be examined how the Arab Spring, which started in Tunisia in 2010 and spread throughout the Arab geography, affected the migration phenomenon in these geographies. Although the Arab Spring achieved its goal in some countries, it increased the instability in some regions by causing civil war in some countries. During this painful period for the Middle East and North Africa region, the people showed great resistance. Although the resistance of the people had great repercussions, in the beginning, democracy and prosperity could not be achieved as expected later on. The fact that civil wars continue in these regions shows that the effect of the Arab Spring continues. This article will examine the effects of the Arab Spring in the Middle East region by moving through Syria and Libya, where the Arab Spring was the most severe, the civil war started and the most people were fleeing with migration. The hypothesis of this study is how the Arab Spring was governed in countries and how many disasters it caused, constitute the density and size of migration flows.

Keywords: Arab Spring, Middle East, Migration, Civil War, Resistance.

Giriş

Arap Baharı, Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgesindeki otoriter rejimlerin güçlü bir şekilde sınandığı bir dönemdir. Kuruluşlarından itibaren tam istikrarı sağlayamayan bu bölgelerde genellikle uzun dönemler boyunca diktatörler rejim koltuğunda bulunmaktaydı. Ekonomik, politik ve sosyal nedenlerden dolayı rejim ile halk arasında güven ilişkisi oluşamamıştır. Rejim bu faktörler nedeniyle halkın ayaklanmaması için daima baskı kurmuş ağır denetimlerle halk üzerinde kontrol sağlamayı amaçlamıştır. Yıllarca ezilen halk ise rejimin bu baskısından dolayı ülkedeki çok yönlü problemlere ses çıkartamamıştır. Rejimle halk birbirine karşı bu tehdit döngüsü içerisindeyken halk daha fazla sessiz kalmayıp demokrasi arayışına girmiştir (Özbek, 2019). Arap devrimleri bunu amaçlasa da bu dönem sonunda Arap coğrafyası eskisinden daha derin problemlerin içinde sıkışmıştır. Bu devrimlerin amacı rejimleri yıkmak iken en çok zarar gören kesim halk olmuştur. Bu süreç, onları yaşama tutunmak için göçe mecbur bırakmıştır (Çoruh, 2020). Bu araştırmada ilk olarak 2011 yılından itibaren yaşanan yoğun göç akımlarının nedeni olan Arap Baharı’nın tarihsel arka planı sunulacaktır. Ardından göçün nedenleri paylaşılarak milyonlarca insanı yurdundan eden faktörler ve motivasyonları incelenecektir. Daha sonra göçün asıl nedeni Arap Baharı’nın yaşanmış olması olan göç akımları ele alınacak, en çok şiddete maruz kalan bölgelerin göç ile olan ilişkisi analiz edilecektir. Son olarak makale, tüm bu kaynaklar birbirleri ile ilişkilendirerek araştırma yazının hipotezinin analizi ile sonlanacaktır.

1. Arap Baharı’nın Tarihsel Arka Planı

Arap Baharı, 17 Aralık 2010 yılında Orta Doğu’nun Tunus şehrinde diktatör rejimlere karşı başlatılan ayaklama, silahlı çatışma ve isyanlardır (Özbek, 2019). Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı sonrası terk etmek zorunda kaldığı Tunus, Libya, Cezayir, Fas, Suriye ve Yemen gibi ülkelerin halkları, baskıcı rejimlerin ağır şartlarına, 2008 yılı ile daha da derinleşen ekonomik sorunlara, yoksulluğa, işsizliğe ve daha birçok nedenden dolayı rejime karşı öfke beslemekteydiler. Tunus’ta seyyar satıcı Muhammed Buazizi’nin kendini yakması bardağı taşıran son damla olmuş ve böylece tüm Arap coğrafyasında domino etkisi yaratan isyanlar serisi başlamıştır (Çoruh, 2020). İsyanlar birden bire büyümüş ve süratli bir şekilde çevre bölgelere dağılmıştır. Bu protestoların amacı diktatörlerden kurtulup demokratik bir rejime geçmek olsa da işin içine giren siyasilerin ve dış güçlerin etkisiyle devrimin seyri zamanla değişmiştir. Demokrasi ve ifade özgürlüğünün hayaliyle çıkılan bu yolda uzun yıllardır bastırılan halk korkularından sıyrılarak protesto etmeyi öğrenmiştir ancak bu mücadele sırasında çok fazla kan dökülmüş, binlerce insan hayatını kaybetmiş, yaralanmış, milyonlarca insan evinden, yurdundan ayrılmak zorunda kalmıştır. Sonucunda ise yeni diktatörler başa gelmiş, eskisinden de büyük bir yoksulluk baş göstermiş, işsizlik sorunu daha da kronikleşmiştir. Orta Doğu’yu kasıp kavuran bu devrimler sonucu Tunus’ta sözde demokratik rejime geçilmiş, Suriye ve Libya’da iç savaş çıkarak devrim daha da derinleşip boyut değiştirmiş, Mısır ve Lübnan’da diktatörler devrilse de yeni otoriter güçler yerini almıştır. Halkın mücadelesi literatüre Arap Baharı olarak geçse de o bahardan geriye birçok aktörün dâhil olduğu karmakarışık, paramparça bir bölge kalmıştır. Bu şartlar sonucu zulüm gören bölge halkları şaşalı gözüken dış güçlerin ülkelerine itilmekte, yeni sorunların kaynağı olacak bir göç akımına neden olmaktadır (Çoruh, 2020). Arap Baharı özellikle Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgesinin dinamiklerini değiştirmiş olsa da neticede tüm dünyayı etkilemiş; uluslararası sistemi, aktörlerin ilişkilerini ve stratejilerinin yeniden şekillenmesine sebebiyet vermiştir.

2. Arap Baharı’nın Arap Ülkelerine Göç Bağlamında Etkisi

Arap Baharı sürecinde diktatör rejimlerin birer birer düşmesiyle yönetimler el değiştirmiş, Suriye’de de aynı durumun olacağı beklenmiştir. Ancak Beşar Esad, diğer rejimlerden farklı olarak Arap Baharı’ndan sonra hala Baas Rejimi ile hüküm sürmeyi başarmıştır. 20 Mart 2011’de başlayan ayaklanmalar rejim tarafından ağır saldırılarla kanlı bir şekilde bastırılmaya çalışılmış her gün onlarca insan hayatını kaybetmiştir. ABD ve AB liderleri Esad’a yönetimi bırakması yönünde söylemlerde bulunmasına rağmen Esad, Suriye’de katliama dönen bu kıyımlara devam etmiştir (Kıran, 2014). Rejim ve halk arasındaki bu çatışma, terör örgütlerinin eylemleri ve dış aktörlerin müdahaleleri bu iç savaşı daha da derişleştirerek komplike hale getirmiştir. Arap Baharı’nın üzerinden 11 yıl geçmesine rağmen Suriye’de hala savaşın devam ediyor olması ve mültecilerin evlerine geri dönemiyor olması bu durumu kanıtlamaktadır.

Ülkelerinde yaşanan bu katliam nerdeyse 10 milyon Suriyeli vatandaşın başta Ürdün, Türkiye, Lübnan ve Irak olmak üzere komşu ülkelere göç etmeye mecbur bırakmıştır (Özcan, 2017). Savaş başlamadan kaydedilen verilere göre yaklaşık 1 milyon insan ölmüş olup 2015 Kasım sonrası ise bu sayı 6 milyona yaklaşmıştır. 3 milyona yakın Suriyeli ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalırken 5.6 milyon vatandaş ise ülkeden ayrılmıştır (Bel-Air, 2016). Suriyeliler alt sınıf iş bulma umudu ve güvenli bir yaşama kavuşmanın hayaliyle Türkiye ve Akdeniz üzerinden Avrupa’ya göç etmeye çalışmıştır. Bu tehlikeli yola göz yumarak çıkan binlerce mülteci Akdeniz suları ve Avrupa sınırlarında hayatını kaybetmiş, Avrupa’ya ulaşabilen çok az sayıda mülteci olmuştur. Bu mültecilerin sayısı Türkiye’deki Suriyeli mülteci sayısından daha azdır. Mülteciler Derneği’nin verilerine göre “Mart 2020’den itibaren Türkiye’de bulunan Suriyeli mülteci sayısı 3.587.779 idi. Ürdün’ün paylaştığı resmi rakamlara göre ülke sınırları içerisinde yaklaşık 1,3 milyon, BM verilerine göre ise 650 bin Suriyeli mülteci bulunduğu ifade edilmektedir” (Çoruh, 2020).

Domiz-1, Za’atari Kampları gibi Ürdün, Irak ve Türkiye’de binlerce mülteciyi barındıran yerleşim yerlerinden uzak kamplar kurulmuştur. Suriyeli mülteciler göç ettikleri ev sahibi ülkelerde ilk olarak misafir olarak görülüp hoşgörü ile ağırlanırken birkaç yıl içinde bu durumda değişiklik meydana gelmiştir. Göç akımlarının yıllar boyunca giderek artması başta Avrupa olmak üzere diğer ev sahibi ülkelerde endişeye yol açmıştır. Mültecilerin göç ettikleri yerde yoğun bir nüfus oluşturmaları bu ülkeler tarafından güvenlik, ekonomik, sosyal ve kültürel tehdidi olarak algılanmıştır. Bu nedenle kısıtlamalar getirilerek daha fazla mültecinin yasal veya kaçak yollardan göçü engellenmeye çalışılmıştır (Bel-Air, 2016).

15 Mart 2011 yılında Fethi Terbil’in tutuklanması ile Arap Baharı Libya’ya sıçramıştır. Avukat ve insan hakları savunucusu olan Fethi Terbil, 1996 yılı Ebu Salim Cezaevi’nde hükümet karşıtı mahkûmların güvenlik görevlileri tarafından katledildiği davayı yakından takip etmiş ve mahkûm yakınları ile ilgilenmiştir. Tutuklanması üzerine başta mahkûm yakınları olmak üzere halk, avukatın serbest bırakılması için protesto gösterilerine başlamıştır (Yaşar, 2011). Halk Orta Doğu’ya yayılan Arap Bahar’ı hareketlenmeleriyle cesaretlenerek 42 yıldır onları baskıyla yöneten diktatör Muammer Kaddafi’ye karşı protestolara ve nihayetinde isyanlara başlamıştır. Kaddafi diğer rejimlerin yaptığı gibi yönetimden ayrılmamış aksine baskısını arttırarak halkını tehdit etmiştir. 17 Şubat tarihe “öfke günü” olarak geçmiş, rejim karşıtı halk sokaklara dökülmüştür. Bu direnişler devam ederken hükümet askeri baskıyı daha da arttırmış yüzlerce insanın ölünme neden olmuştur. Zamanla dış aktör ve uluslararası örgütler Kaddafi’nin uygulamalarını insani suç olarak ilan edip bölgeye müdahil olmuşlardır. Bu süreç sonunda Kaddafi linç edilmiş olsa da insani kıyım ve suçlar sona ermemiştir. Libya’da çok farklı kabilelerin olması, terör örgütlerinin güç boşluğundan yararlanıp bölgede eylemlerde bulunması gibi nedenlerle iç savaş devam etmiş ve istikrar son bulmamıştır (Yüksel Çendek ve Örki, 2019).

Arap Baharı’nın Libya’da iç savaş doğurması bu bölgede birçok yer değiştirmeye neden olmuştur. 2011 verilerine göre yaklaşık olarak 1.128.985 kişi Libya’dan Tunus, Mısır, Nijerya, Cezayir, Çad, Sudan, Arap bölgesi dışında ise İtalya ve Malta’ya sığınmacı olarak göç etmiştir (Nita, 2013). Şiddetin en yoğun yaşandığı yıllardan olan 2014’te de tekrar bir göçmen akımı meydana geldi. Bu dönemde Avrupa’da yaklaşık 140.000 mülteci ve göçmen bulunmuştur (Salameh, 2017). Libya’da iç savaşın yıllar boyunca giderek derinleşmesi nedeniyle mültecilerin ana vatanlarına dönmelerine engel olmuştur. Libya’da yaşanan göçlerin nedeni diğer ülkelerde olduğu gibi ekonomik kökenli değildir. Savaş nedeniyle ortaya bir çıkan bir durumdur zira bu durum Trablusgarp Savaşı’nda olduğu gibi özellikle savaş dönemlerinde meydana gelmektedir (Çoruh, 2020). Libyalı mülteci sayısı yaklaşık 420.000’dir. Bunun yanı sıra Arap Baharı döneminde Libya üzerinden Batı’ya Libya dışından çok fazla göç gerçekleşmiştir (Çoruh, 2020).

Arap Baharı’nın ikinci durağı olan Mısır’da insanlar; din, ırk, milliyet ötekileştirmesi yapmadan Tahrir Meydanı’nda bir araya gelmiş ve halkın gücünü tüm dünyaya göstermiştir. Mısır devrimi ile halk, yıllardır hüküm süren Hüsnü Mübarek’in istifa etmesini sağlasa da gösteriler zamanla bölünmüştür. Mısır’da ilk defa halk sandığa giderek Müslüman Kardeşler üyesi Muhammed Mürsi’yi Cumhurbaşkanı olarak seçmiştir. Ancak Mürsi devrimcilere verdiği sözleri tutmamış, demokrasiyi uygulayamamıştır. Daha sonra Mısır Silahlı Kuvvetleri tarafından darbe ile indirilmiştir. Bu dönemlerde askeri güçler halk üzerinde çatışma ile baskı kurmuş, yargısız tutuklanmalar olmuştur. Demokraside ve siyasette istikrar sağlanamaması, devrimler sonrasında ekonomik sorunların daha da derinleşmesiyle Mısır ve Tunus vatandaşlarının büyük bir bölümü demokratik, istikrarlı ve güvenli komşu ülkelere göç etmiştir (Salameh, 2019).

Suudi Arabistan, Körfez Ülkeleri gibi petrol zengini monarşiler domino etkisiyle tüm Arap dünyasında yayılan bu devrimleri kendilerine tehdit olarak görmüştür. Bu monarşiler bu dönemde halkına yüklü sosyal yardımlarda bulunup devrim düşüncesine kapılmalarını engellemiş ve bu tehdit’e karşı sıkı uygulamalarda bulunmuşlardır. Ancak bu monarşi devletlerinin Arap Baharı’ndan kurtulmalarının asıl nedeni halklarının monarşiyi ve rejimlere güçlü şekilde bağlı olup onları desteklemesidir (Macid, 2021). Fas gibi kısmı temsil hakkı bulunan monarşiler ise anayasalarında reformlar uygulayarak bu dönemi kontrol altında tutmaya çalışmışlardır.

Ürdün de Fas gibi anayasal reformlara gitmiş, diğer Arap ülkelerinden tamamen farklı olarak devrimlere karşı baskı uygulamamış, halkın protestolarına izin vermiştir. Arap Baharı sürecinde sadece 2 kişi ölmüş olması bu süreci başarıyla atlattığını göstermektedir (Çiftçi, 2016).

Yemen ise Arap Baharı’nın en yıkıcı etki bıraktığı ülkelerden birisidir. 27 Ocak 2011’de diğer Arap ülkeleri gibi Yemen halkı da yıllardır halka baskı kuran otoriteye karşı ayaklanmıştır. Ali Abdullah Salih protestolar sonucu indirilse de olaylar daha kanlı bir hale gelmiştir. Zira seçilen hükümet darbe ile indirilmiş ve El-Kaide gibi terör örgütleri Yemen’de faaliyet göstermeye başlamıştır. 26 Mart 2015’te Suudi Arabistan’ın ön planda olduğu askeri koalisyon Yemen’e müdahale etmiştir. Bunun sonucunda Suriye ve Libya’da olduğu gibi Yemen’de de iç savaş süreci başlamıştır. Bu süreçte kolera gibi salgın hastalıkların yayılması, temel ihtiyaçların karşılanmaması ve yoksulluk nedeniyle birçok insan hayatını kaybetmiş, birçok insan ise yer değiştirmek zorunda kalmıştır (Canlı, 2021). Bu felaket sonrası çok sayıda göç veren Yemen’de çatışmanın ve olumsuz koşulların sürüyor olması nedeniyle net verilere ulaşmak imkânsız hale gelmektedir (Salameh, 2019).

3. Göçün Göçmenler Üzerindeki Etkileri

Arap Baharı sürecinde Orta Doğu halkının maruz kaldığı şiddet ve savaş ortamı onları yaşama tutunmak için göçe sevk etmiştir. Yaşadıkları zorlukların üstüne bir de tehlikeli göç etme sürecinde binlerce insan ailesini, çocuklarını, evlerini geride bırakmış, yaralanmayı hatta Akdeniz sularını geçerken boğularak ölme ihtimalini dahi göze alarak göç etmiştir. Bu tehlikelere, onlarca ölen insanlara rağmen yoğun göç akımlarının devam etmiş olması, insanların kaçtığı ülke şartlarının göç rotasındaki bu potansiyel tehlikelerden farksız olduğunu göstermektedir.

Fiziksel tehdit nedeniyle göç edip hayatta kalma mücadelesi veren göçmenler, göç ettikleri ülkelerde ise sosyal tehditler ile karşılaşmaktadır. Göçmenler farklı dil, din, kültür, gelenek, görenek ve tarihleri nedeniyle göç ettikleri ülke ve halkıyla bütünleşme sorunu yaşamaktadırlar. Kaos ortamından kaçıp çetrefilli yollardan gelerek güvenli ülkelere sığınan mülteciler hem fiziksel hem de psikolojik olarak harap olmaktadırlar. Mülteci statüsündeki bu insanlar ikinci sınıf muamelesi ile karşılaşmaları sonucu ötekileştirilmeleri, entegrasyonun önünde engel oluşturmaktadır (Salameh, 2019).

Toplumda bir kenara itilen, şehrin özellikle uzak ve kuytu alanlarında yaşamaya zorlanan mülteci gruplardan bazılarının toplumda bir yer edinememesi nedeniyle soygun, yağma, uyuşturucu, insan kaçakçılığı ve terör gibi suçlara karışmaları yerel halkta mültecilerin suç işlemeye meyilli olduğu yönünde bir önyargıya sebebiyet vermektedir (Kanat & Zenginoğlu, 2017). 

Radikal İslamcı örgütü olan El-Kaide’nin gerçekleştirdiği 11 Eylül 2001 saldırısı, IŞİD’in Avrupa bölgesine uzak olmasına rağmen güçlü ağları aracılığıyla Avrupa’dan yandaş toplaması, Avrupa ülkelerinde terör saldırıları gerçekleştirmesi, başta Avrupa ülkelerinde olmak üzere dünyada, Arap ve Müslümanlara yönelik ırkçı ve nefret söylemlerini arttırmıştır. Bu durumlar göçmenlerin ırkçı eylemlere maruz kalmasına sebebiyet vermekte olup yerel halk ile aralarındaki uçurumu derinleştirmektedir. Devlet liderleri ve politikacılar, söylemleri ile göçmenleri güvenlikleştirerek (securitization) onların güvenlik tehdidine sebep olduklarını kamuoyuna empoze etmektedirler. Bu durum mülteciler ile yerel halk arasında nefret ve kaosun artmasına neden olmaktadır. Göçmenlik karşıtının halkta talep haline gelmesiyle birlikte aşırı ırkçı siyasi gruplar, göçün yansımalarını azaltmaya ve göçü durdurmayı amaçlayan politikalar izlemektedirler. Halk taleplerini yerine getirmesi sonucu bu partiler halkta popüler hale gelerek güçlerini arttırmaktadırlar. Bu siyasi partilerin iktidara gelmesiyle, Nazi ve faşist grupları hatırlatan aşırı ırkçı politikalar uygulanacaktır (Salameh, 2019).

Sonuç

Verilerin yansıttığı üzere göçlerin en fazla yaşandığı bölge, Arap baharından en çok zarar gören ve bu süreci yönetemeyen liderlerin ülkeleridir. Ürdün’de olduğu gibi bu süreç yönetilebilseydi bu kadar göçmen akımı olmayabilirdi. Sonuç olarak Arap Baharı’nın sadece Orta Doğu ve Kuzey Afrika Bölgesini değil, sebep olduğu göç akımları ile tüm dünyayı etkilediği ve etkilemeye devam ettiği görülmektedir. Zira devlet liderlerinin Göç karşıtı söylemleri ve halkların göçmenlere yönelik yaklaşımları bu süreci kaosa sürüklemek dışında bir etkisi veya yararı bulunmamaktadır. Göç, her daim var olan bir olgu olacaktır. Zira İklim krizleri, savaşlar bunun en büyük nedenidir. Günümüzdeki Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi sonucu binlerce insan mülteci konumuna düşmüştür. Bu sebepten söylemler ile göçü engellemek yerine tüm dünyayı etkileyen bu küresel sorunun nasıl düzenli bir şekilde yönetileceği yönünde politikalar incelenmelidir.

Betül Şahin

Ortadoğu Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça:

Bel-Air, F. D. (2016, February). Migration profile: Syria. Robert Schuman Centre for Advanced Studies European University Institute.

Canlı, E. (2021, 1 14). şubat 25, 2022 tarihinde Anadolu Ajansı: https://www.aa.com.tr/tr/dunya/arap-baharinin-ilk-devriminin-uzerinden-10-yil-gecti/210955 adresinden alındı

Çiftçi, S. E. (2016). Ortadoğu’da rejim güvenliğinden insan güvenliğine: Ürdün örneği. Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, 106-137.

Çoruh, H. (2020). Arap Baharı bağlamında Avrupa’ya yapılan göçler, bedenleri ve sonuçları üzerine Bir inceleme. Gaziantep University Journal of Social Science, 291-315.

Kanat, S. Z. (2017). Avrupa Birliği’nin Suriyeli mültecilere yönelik yaklaşım ve politikaları. Route Educational and Social Science Journal, 20-32.

Kıran, A. (2014). Arap baharı, Suriye ve demokratik dönüşüm beklentileri. Muş Alparslan Üni̇versi̇tesi̇ Sosyal Bi̇li̇mler Dergisi, 97-113.

Macid, H. (2021, Mart 23). Şubat 25, 2022 tarihinde Şarkul Avsat: https://turkish.aawsat.com/home/article/2877066/hamad-macid/neden-monar%C5%9Fiyle-y%C3%B6netilen-%C3%BClkeler-arap-bahar%C4%B1ndan-kurtuldu adresinden alındı

Nita, S. (2013). Regional Responses to Forced Migration: The Case of Libya. MPC Analytical and Synthetic Note, 1-12.

Özbek, A. (2019). Arap Bahar’ı Nedir? Arap Baharı’nın Ekonomik Nedenleri. 3rd International EUREFE Congress, 53-70.

Özcan, M. (2017). AB-Türkiye İlişkileri ve Suriye Krizi. İNSAMER, 1-13.

Salameh, M. T. (2017). Migration from the Arab Spring countries to Europe: Causes and Consequences. A. A.-M. Curran içinde, Smart Technologies and Innovation for a Sustainable Future (s. 243-254). UAE: Springer.

Yaşar, N. T. (2011, şubat 20). Orta Doğu Araştırmaları Merkezi. Mart 28, 2022 tarihinde orsam.org: https://orsam.org.tr/libya-da-ofke-gunu/ adresinden alındı

Yüksel Çendek, S., Örki, A. (2019). Arap Baharı Sürecinde Libya, Suriye ve Yemen’de Yaşanan İç Savaşlar:Karşılaştırmalı Bir Çözümleme. Elektronik Siyaset Bilimi Araştırmaları Dergisi, 42-58.

Meskûn Mahalde Rant ve Yabancılaşma: İzmit’e İzmit’ten Bakmak

Bir kent, bütünüyle yitirilebilir mi? Bu soruyu Yürüyüş Yolu, Cumhuriyet Parkı veya Halkevi civarında gezinen birilerine sorduğunuzda, alacağınız yanıt az çok bellidir: Biz yitirdik ya işte! Çünkü İzmit; yitirilmiş, parçalanmış, hatta gasp edilmiş bir kenttir.

Şşş… Kızlar Bağırmaz (2013)

Film Adı: Şşş… Kızlar Bağırmaz 

Yönetmen: Pouran Derakhshandeh

Yapım Tarihi: 31 Temmuz 2013

Yapım Yeri: İran

Tür: Dram 

Şşş… Kızlar Bağırmaz film analizinde, Jürgen Habermas’ın kamusal alan kavramının filmde yansıtılmış olduğu alan olan mahkeme salonunun, ’’Kızlar bağırmaz, kızlar çığlık atmaz, sessiz ol, erkek adam ağlamaz’’ gibi cinsiyetçi söylemlerin ve rol beklentisi kavramının, çocuk cinsel istismarları konusunda toplumun ve ailelerin sorumsuzluğunun cinsel istismara uğramış olan çocukların hayatlarında ne kadar yabancılaşmaya yol açtığı yabancılaşma kavramı ile ilişkilendirilerek sosyolojik bakış açısı ile tartışılacaktır. 

Film, çocuk cinsel istismarları hakkında toplumun ve ailelerin sorumsuzlukları, bilinçsizlikleri, çocuklarının bir derdi olduğu zaman geçiştirerek dinlememeleri, ailelerin cinsel istismara uğramış olduğu çocukları hakkında bu durumun ortaya çıkması dahilinde kendi itibarlarının ve çocuklarının itibarlarının zedelenmesinden ve damgalanmaktan korku ve endişe duymaları, bu sebepten ailelerin çocuk cinsel istismarlarına sessiz kalmaları, ’’Kızlar bağırmaz, kızlar çığlık atmaz, sessiz ol, erkek adam ağlamaz’’ gibi toplumun cinsiyetlere dayattığı basmakalıp söylemleri, cinsel istismara uğramış olan çocukların yaşamış oldukları travmanın hayatlarına ne yönde ve nasıl yansıdığını izleyicilere sunmaktadır. Bir başka yönden, filmin yapım yeri İran olduğundan ötürü, İran yasalarının, mahkemelerinin ve İran’da ölümle sonuçlanacak cezaların olduğu da filmde yansıtılmıştır. 

Şşş… Kızlar Bağırmaz filmi, çalışan bir ailenin kızı olan Shirin’in, düğününe dakikalar kalmışken, Bahar Apartmanının kapıcısı olan Sirus Aşuri’yi maktul etmesi ile başlar. Shirin, olayın üstünden savcı odasına getirilir ve sorgusu alınırken Shirin hakkında ’’Beyaz Gelinliği Kana Boyanmış Gelin Cinayetten Suçlanıyor’’ haberleri çıkar. Shirin’nin nişanlısı savcı odasına geldiği zaman savcı, Shirin’in iki yıl önce nişan gününden kaçtığını, ikinci kez evlenmek istediği zaman da düğün gününde intihara kalkıştığını ve belli bir süre akıl hastanesinde kaldığını söyler. Bu öğrendiklerinden sonra Shirin’nin nişanlısı eve geldiği zaman öfke duygusu ile duvarda Shirin’in asılı olduğu fotoğrafı yırtar. Shirin’in nişanlısının babası odaya gelerek ’’Kendinden utan, erkekler ağlamaz’’ der. Burada erkeklere yapılan cinsiyetçi söylemlerin izleri bulunmaktadır. Bu tarz söylemler, sosyalleşmenin ilk aracısı ve rol beklentilerinin ilk karşılandığı kurum olan ailede başlamaktadır. Ailede birbirini tamamlayıcı roller, anne ve baba yani kadın ve erkek olmak üzere iki farklı rolden oluşmaktadır. Bireylerin çocukluk dönemlerinde cinsiyete dayalı olan değerler ve davranış biçimleri bilinçsiz bir şekilde öğrenilmektedir. Bu davranış biçimlerine örnek olarak da erkeklerden beklenen değer ve davranış biçimleri duyguları konusunda daha katı olmaları ve duygularını göstermemek, kadınlardan beklenen değer ve davranış biçimleri ise sessiz, sakin ve alçakgönüllü olmaları yönündedir. 

Shirin’in babası yoğun çalışan bir adamdır. Shirin’in annesinin çalıştığı yere gelerek, Shirin’i okuldan alıp eve bırakmasını söyler. Annesi, Shirin’in okulunun evlerinden uzakta olduğunu söylediği vakitte, babası ’’Kısa bir süre öğle sonları işine ara verebilirsin, şöför bulana kadar. Bu kadar çok çalışma’’ der. Kadın ve erkeklerden değerler ve davranış biçimleri yönündeki rol beklentisinin bir başka uzantısı burada görülmektedir. Bir başka açıdan ekonomik gereklilikler değerlerden daha büyük rol oynayabilmektedir. Örneğin, gelişen sanayi toplumu ile birlikte kadının bir çok rolü üstlendiği görülmektedir. Bu roller seti; anne, eş, ev kadını, çalışan kadın ve çalışan anne olarak tanımlanabilmektedir. Bu roller setini karşılayabilmek için de kadın, kendi kişisel zamanından kendi isteği ile vazgeçebilmektedir. 

Morad’ın Shirin’e cinsel istismar’da bulunduğu zaman, Morad ’’Kızlar bağırmaz, kızlar çığlık atmaz, sus’’ diyerek Shirin’i susturmaya çalışır. Burada da kızlara ve kadınlara yapılan cinsiyetçi söylemlerin izi görülmektedir. 

Shirin, ağlayarak yüzünü yıkarken annesi banyoya gelir. ’’Derini soydun artık yeter’’ diye Shirin’e serzenişte bulunur. Ertesi gün teyzesine gideceğini ve bankaya uğraması gerektiği için Shirin’i okuldan alacak kişinin Morad olduğunu söyler. Shirin, ağlayarak okula gitmek istemediğini söyleyince de annesi, Shirin’e ’’Yine ödevini yapmadın mı?’’ sorusunu yönelterek banyodan çıkar. Shirin okula gider ve ağlayarak öğretmenine bu durumu anlatmak istediğinde öğretmeni çok işi olduğunu ve Shirin’i dinleyemeyeceğini söyler. Shirin eve geldiğinde annesine kötü bir durum olduğunu aktarmak istese de annesi yine suçlayıcı bir tavır ile ’’Yine mi kavga ettin?’’ sorusunu yönelterek odadan çıkar. Shirin, her odada yalnız kaldığında odanın içerisinde biri varmış hissiyatına kapılır ve uyuyamaz. Annesine durumu dolaylı yoldan anlatmak istese de annesi ’’Şşş, unut gitsin. Duymak istemiyorum’’ der ve Shirin’i yine dinlemez. 

Shirin’in maktul ettiği Bahar Apartmanının kapıcısı olan Sirüs Aşuri’nin cinsel istismarda bulunduğu küçük kızın babası, saygın kimseler olduklarından ötürü kızının cinsel istismara uğramasına sessiz kalarak ifade vermeyi reddetmiş ve olayın duyulmasını istememiştir. Bu iki örnekte de, toplumun ve ailenin çocuk cinsel istismarları konusunda sergilemiş oldukları sorumsuzluk ve bilinçsizlik görülmektedir. Çocuk istismarcılarının daha önce yakalanmamalarının sebebi, ailelerin ve toplumun bu duruma sessiz kalıp, suçlunun yanında yer alarak suçu örtbas etmeleridir. Ailelerin bu duruma sessiz kalmalarının sebebi, kurban konumunda olan çocuklarının ve kurban ailesi konumunda olan kendilerinin itibarına zarar geleceği düşüncesine sahip olmalarıdır. Fakat toplumun ve ailelerin, çocuk cinsel istismarlarına sessiz kalmaları, cinsel istismara uğramış olan çocuğun kendi hayatına yabancılaşmasına ve psikolojisine olumsuz yönde etki etmesine sebebiyet vermektedir. Yabancılaşma kavramının izleri filmde, Shirin’in ve küçük kız çocuğunun kendi hayatlarına yabancı kalarak, psikolojik sorunlar yaşamalarında görülmektedir. 

Yabancılaşmanın temelini, bireyin özü ve kendi varlığının çelişkili olması durumu oluşturmaktadır. Bireyin özünü yansıtan doğal ilişki ile bireyin varlığını belirleyen toplumsal ilişki çeliştiği zaman, bireyin özü çarpıtıldığı için, kendi özüne ve topluma karşı yabancılaşmış birey ortaya çıkmaktadır. Bu durum ise bireyin çok çeşitli psikolojik sorunlar yaşamasına sebebiyet vermektedir (Akyıldız, 1998: 163-166). 

Jürgen Habermas’ın kamusal alan olarak ele almak istediği bir yerde filmde gösterilen mahkeme salonudur. Habermas’a göre adaletin ve özgürlüğün temel olarak ele alındığı bir toplumsal dönüşümün gerçek olması için, kamusal alanın özgür kılınması ve iletişimsel eylemin başarılı olması gereklidir. İletişimsel eylemin geçerliliği ise çarpıtılmamış olması halinde geçerlidir. Böylelikle, sağlıklı bir biçimde işleyen kamusal alanda iletişimsel eylem, kendi asılına uygun biçimde kurulacaktır (Akkol, 2019: 179). Mahkemenin Shirin için kararı kısas olması yönündedir ve filmin sonunda Shirin için kısas gerçekleştirilmiştir. 

Gizem Sude Arabul

Sosyoloji Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça:

Akkol, M, L. (2019). Jürgen Habermas’ın İletişimsel Eylem Kuramı ve Kamusal Alan Analizi. Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 37, 171-180. 

Akyıldız, H. (1998). Bireysel ve Toplumsal Boyutlarıyla Yabancılaşma. Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 3, 163-176.