Home Blog Page 26

İklim Mültecisi Kavramına Bir Bakış ve Uluslararası Politika Bağlamında İncelenmesi

Özet

Geçmişten günümüze insanlar siyasi, ekonomik, kültürel, sosyal gibi birçok sebeplerden dolayı zorunlu veya gönüllü şekilde göçler gerçekleştirmişlerdir. Küreselleşmeyle beraber göç kavramı yaygınlaşmış, farklı fraksiyonları da beraberinde getirmiştir. Günümüz dünyasında özellikle kitlesel göçlerin artması akademide, uluslararası hukukta göç kavramı üzerine birçok farklı atılımlar görülmüş, göç üzerine farklı çalışmalar gereği doğmuştur. Dünyada kendi iyice belli etmeye başlayan küresel iklim krizi, çeşitli yerlerde kendini belli etmeye başlamış, suların yükselmesi, kuraklık, aşırı sıcaklar gibi önemli sorunlara yol açmaktadır. Bu krizlerden etkilenen/etkilenecek halkların, yakın gelecekte kitlesel göçlere başlayacağı tahmin edilmektedir. Bu bağlamda bu çalışmada ortaya çıkmaya bu kitlesel göçlere bağlı olarak başlayan iklim mültecisi kavramına bakılacak, göç ve iklim mültecisi üzerine hangi alanlarda ne gibi çalışmalar yapılmaya başlandı/başlanacak göz atılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Mülteci, İklim Mültecileri, Göç, Uluslararası Göç, İklim Krizi. 

Abstract

From the past to the present, people have migrated voluntarily or forced for many reasons such as political, economic, cultural, and social. With globalization, the concept of migration has become widespread and has brought different factions with it. In today’s world, the increase in mass migration has seen many different breakthroughs in the concept of migration in academia and international law, and the need for different studies on migration has arisen. The global climate crisis, which has started to show itself in the world, has also started to show itself in various places and causes important problems such as rising water, drought, and extreme heat. It is estimated that the people who are/will be affected by these crises will start mass migration in the near future. In this context, in this study, the concept of climate refugee, which started to emerge due to these mass migrations, will be examined, and what kind of studies have started/will be started on migration and climate refugees.

Keywords: Refugee, Climate Refugees, Migration, International Migration, Climate Crisis.

 

Giriş

İnsanlık ortaya çıktığı andan itibaren sürekli hareket etmektedir. Tarihin her döneminde göç olgusu çeşitli siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel, doğal veya yapay nedenlerden dolayı varlığını sürdürmüştür. Kavimler Göçü, kırdan kente göç, Avrupa kıtasından Amerika kıtasına göç vb. göçler her zaman sosyal bilimlerin incelediği göçler olmuştur. Göç, kişi veya kişilerin ilerideki yaşantılarının bir bölümünü veya tamamını bir yerleşim yerinden diğerine yerleşmesi şeklinde yaptıkları eylem olarak ifade edilir. Göç, her zaman dinamizmini korumuş, farklı fraksiyonlarla tarihte olgusallığını korumuştur. Özellikle günümüzde göç kavramı akademide önemli bir konu haline gelmiş, bununla ilgili sayısız çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. 

Günümüz siyasetinde çeşitli ülkelerde meydana gelen siyasi ve ekonomik istikrarsızlık, silahlı çatışmalar gibi etkenler kitlesel göçleri arttırmış, bu da uluslararası boyutta uzun yıllar tartışılacak bir alan oluşturmaya başlamıştır. Kitlesel göç oluşturabilecek diğer bir etken ise küresel iklim krizi tehlikesidir. Çevresel, iklimsel ve buna bağlı olarak oluşan doğal afetler sonucu göç eden/edecek insan sayısı hızla artış göstermektedir. Bu duruma bağlı olarak iklimsel sebeplerden dolayı endişe ve korku içinde göç eden insanlar olarak adlandırabileceğimiz iklim mültecisi kavramı ortaya çıkmıştır. 2050 yılına kadar 200 milyon insanın iklim değişikliği nedeniyle yerlerini değiştireceği tahmin edilmektedir (Ekşi, 2016: 20). Maldivler, Marshall Adaları, Kiribati gibi adalar deniz seviyesinin yükselmesi sonucu yaşanılmayacak hale gelecek, birçok insan göç etmek zorunda kalacaktır. Kuraklık ve buzulların erimesi sonucu Asya’da Afrika’da yaşayan insanlar da iklim mültecisi olma riskiyle karşı karşıya kalacaktır. Asya’da iklim değişikliği sonucu oluşacak olan tropikal kasırgalar ve deniz seviyesine yakınlığı, büyük bir nüfusu tehdit etmektedir. Afrika’da ise su kıtlığı, kuraklık ve iklim değişikliği milyonlarca insanı göç etme sorunuyla baş başa bırakmaktadır (Ekşi, 2016: 19). Bu çalışmada iklim mültecisi kavramına ilişkin uluslararası ilişkiler, uluslararası hukuk bağlamında yapılan atılımlar gözden geçirilecek, güvenlik politikalarına ilişkin tartışma sunulacaktır.

 

1. İklim Mültecisi Nedir?

Bireylerin, siyasi, ekonomik, sosyal vb. sebeplerle bir yerden başka bir yere göç etmesi günümüzde yaygın olarak gözlemlenmektedir. Bireyler doğal çevrede yaşanan değişimler, tahribatlar sonucu yaşam koşullarının değişmesi sebebiyle göç etmektedir. Çevrede gerçekleşen değişimler Sanayi Devrimi sebebiyle hızlanmaya başlamış farklı bir boyuta gelmiştir. Sanayi Devrimi sonrası süreçte ise insanların yaptığı tahribatlar yerel seviyeden küresel ölçeğe kadar çeşitli sorunlar ortaya çıkarmıştır. “Yerel düzeyde kirlilik, doğal kaynakların tüketilmesi gibi sorunlar; küresel düzeyde ise okyanus asitlenmesi, çölleşme, ormansızlaşma, verimli arazilerin kaybı, biyolojik çeşitliliğin azalması, küresel iklim değişikliği gibi meseleler ortaya çıkmaktadır” (Yılmaz ve Navruz, 2019: 257). İklim değişikliği, küresel sıcaklıkların artışı, buzulların erimesi, kaynakların azalması, aşırılaşan hava olayları, mevsim değişimi, hastalıkların yayılmasına sebep olma gibi birçok farklı etkilere sahiptir. Bu değişiklik yüzünden ise kaynak güvensizliği, sosyal huzursuzluklar, yoksulluk, güvenlik sorunu ve göç artışı gibi problemler ortaya çıkmaya başlamıştır. Özellikle ekolojik boyutların yanında insani boyutların da artışı günümüzde kendini göstermeye başlamıştır. Kitlesel göçler bu insani boyutun önemli birer sonucudur. Kısacası küresel iklim değişikliği dünyanın her çeşit bölgelerinde çeşitli nedenlere bağlı olarak kitlesel göçlere neden olmakta ve her geçen yıl bu kitlesel göçlerin artacağı ihtimali ile de karşı karşıya bırakacaktır (Gönenç ve Kibaroğlu, 2017: 2). 

Mülteci kavramı, 1951 Cenevre Sözleşmesi ve 1967 Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Ek Protokolü’ne göre “ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen, yahut zulüm korkusu nedeniyle ülkesine geri dönmek istemeyen kişi” olarak tanımlanmaktadır (Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği, 1998). Bu bağlamda “ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için” şeklinde bir tanım yapılması iklim üzerinden bir korku ve tehlike yaşanması halinde ne gibi bir süreç oluşturabileceği hakkında bize son derece belirsiz bir altyapı oluşturmaktadır. İklim mültecileri ile benzer bir anlam taşıyan çevre mültecileri kavramının uluslararası gündemde yer alması 1985 Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nda Essam El-Hinnawi’nin bir yazısı ile gerçekleşmiştir. El Hinnawi, çevre mültecilerini “varlığını tehlikeye atan veya yaşam kalitesini ciddi şekilde etkileyen belirgin bir çevresel bozulma (doğal süreçler ve/veya insanlar tarafından tetiklenen) nedeniyle geçici veya kalıcı olarak geleneksel yaşam alanlarını terk etmek zorunda kalan insanlar” şeklinde tanımlamıştır. 

İklim mültecisi kavramının önümüzdeki yıllarda ne tür bir seviyeye ulaşabileceğine dair birçok tahmin bulunmaktadır. 1989 yılında Amerikan Biyolojik Bilimler Enstitüsü toplantısında, Mostafa K. Tolba, 50 milyon kadar insanın çevre mültecisi olabileceği konusunda uyardı. Norman Myers Ultimate Security adlı kitabının “Environmental Refugees” adlı bölümünde yaklaşık olarak 200 milyon insanın yakın gelecekte iklim mültecisi olma tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu vurgulamaktadır (Myers, 1993: 613). Christian Aid kuruluşu ise yaklaşık 1 milyar insanın 2050 yılında iklim mültecisi olabileceği tahmininde bulunmuştur (Christian Aid, 2007: 5). Bu tahminler ışığında uluslararası siyasette birçok alanda önlem alma ihtiyacı doğmuş, iklim değişikliği tehlikesi ve iklim mültecisine ilişkin ne tür önlemler, çözümler yapılabilir tartışması ortaya çıkmıştır.

 

2. Uluslararası Siyaset Gündeminde İklim Mültecilerinin Yeri

İklim değişikliği, küresel ısınma, çevresel felaketler, uluslararası arenada tartışılan ve gündemini koruyan olgular olmuştur. İklim Mültecisi kavramının tanımı için de uluslararası hukukta iki farklı görüş bulunmaktadır. İlk görüş 1951 Cenevre Sözleşmesinin kapsamının tekrardan gözden geçirilmesini ve yeni mülteci kategorilerinin oluşması için bir konvansiyon oluşturulmasını savunmaktadır. Diğer bir görüş ise 1998 yılında çıkarılan Ülke İçi Yerinde Olma Konusundan Yol Gösterici İlkelere benzer bir şekilde yapının getirilmesini savunmaktadır (Yılmaz ve Navruz, 2019: 259). İklim Mültecisi kavramı uluslararası kamuoyu ve akademik araştırmalarda kullanılmakta, tam bir tanım yokluğu ve farklı kullanımlar da beraberinde birtakım olumsuzlukları getirmektedir. Yasal bir çerçevenin olmaması iklim kaynaklı tahribattan kaçan bireylere ilişkin herhangi bir koruma mekanizmasının oluşmamasına neden olmaktadır. İklim mültecileri ve çevresel nedenlerden dolayı yer değiştiren bireyleri koruyan ve devletleri bu doğrultuda ise hareket etmeye zorlayan herhangi bir mekanizma görülmemektedir. Fakat ulusal ölçekte iklim mültecisine ilişkin çalışmalar karşımıza çıkmaktadır. Avustralya’da mülteci yasasına iklim mültecileri kavramı da eklenmiş, bu şekilde iklim kaynaklı sebeplerden dolayı göç eden insanlara vize verme olanağının yolu açılmıştır. Yeni Zelanda’da ise iklim değişikliği ile yer değiştirmek zorunda kalan insanları her yıl belirlenen sayıda Pasifik Erişim Kategorisi (Pasific Access Category) adıyla kabul etmektedir. 

Her ne kadar uluslararası hukukta iklim mültecileri hakkında yasal bir tanım olmasa da iklim değişikliği ve iklim mültecileri hakkında önemli çalışmalar uluslararası çevrede gözlemlenmektedir. BM İklim Değişikliği Çerçeve Konvansiyonu (United Nations Framework Convention on Climate Change-UNFCCC) yaklaşık 193 devletin taraf olduğu bir konvansiyondur. Konvansiyonda amaç iklim değişikliği konusunda devletler arası işbirliğini teşvik etmek ve geleceğe yönelik bir çerçeve hazırlamaktır. Bu konvansiyona ek olarak imzalanan Kyoto Protokolü ise devletlere sera gazı emisyonunu sınırlama yükümlülüğü getirir (Ekşi, 2016: 39). İklim değişikliği için uluslararası arenada önemli bir dönüm noktasını gösteren 2015 BM İklim Değişikliği Taraflar Konferansı’nda (COP21) kabul edilen Paris Anlaşması, iklim mültecisi kavramını açıklamamış fakat 50. maddesinde iklim değişikliğinin olumsuz etkileriyle alakalı yer değiştirmeyi önlemek, en aza indirmek ve ele almak amacıyla, Varşova Uluslararası Mekanizması Yürütme Komitesi’ne bu konuyla alakalı acil bir görev gücü oluşturulması çağrısında bulunmuştur.

Avrupa Birliği, iklim değişikliğinin etkilerini azaltmak, iklim mültecisi potansiyeli olan ülkelerde yoğunlaşmış çalışmalar yapmaktadır. AB Komisyonu bir çalışma grubu oluşturmuş, bu çalışma grubu 2011-2013 yıllarında, iklim ve iltica alanlarında üçüncü ülkeler ile işbirliğine dair stratejiler ve adımlar geliştirme raporu oluşturmuştur. Çalışma grubunun raporunda üçüncü dünya ülkelerinden iklim değişikliği yüzünden Avrupa’ya kitlesel göç akınlarının olabileceğinden bahsetmiş, bununla ilgili ne gibi çalışmalar yapılabileceğine dair anekdotlarda bulunmuştur. AB, bu iklim krizine karşı önlem için 2050 yılına kadar karbon-nötr bir kıta olma hedefi ile öncelikli olarak bu krizden en çok etkilenen ülkeler başta olmak üzere yatırım planlamaları yapmış, her alanda teşvikler oluşturmuştur. Avrupa’ya kitlesel göç gelebilecek ihtimali olsa da Avrupa’da da iklim değişikliği yüzünden tehdit altında olan bölgeler vardır. Bu göç ihtimallerinin de Avrupa’da güvenlik problemine yol açabileceğine dair görüşlerin olduğundan da bahsetmek gerekir. 

Bu gelişmelerle ilgili en son 2020 yılında BM İnsan Hakları Komitesi, iklim değişikliği sebebiyle etkilenen bölgelerde yaşayan insanlara sığınma hakkı tanınabileceği yönünde bir karar aldı. Kiribati Adaları’na bağlı Tarawa ’da yaşayan bir kişi, deniz seviyesinin yükselmesine bağlı olarak içme suyuna zehirli atık karıştığı ve arazi fiyatlarının olağanüstü artması gerekçesiyle 2013 yılında Yeni Zelanda’ya sığınma başvurusunda bulunmuştu. Yeni Zelanda’da ise hayati tehlikesi bulunmadığı nedeniyle 2015’te başvurusu reddedilmişti. BM İnsan Hakları Komitesi ise, söz konusu başvuru ile ilgili “İklim değişikliği sebebiyle topraklarını terk eden kişiler temel hakları tehdit altında olması durumunda ülkelerine geri gönderilemezler” kararını almıştı. Bu kararla birlikte Yeni Zelanda’nın uluslararası hukuka aykırı bir eylem yapmadığını, ancak iklim değişikliğinin de yaşama hakkını tehdit edebilecek potansiyelde bir neden olduğunu da açıkladı. Bu karar ilk olarak hukuken bağlayıcı olmasa da iklim değişikliğinin ne tür bir seviyeye ulaştığının bir göstergesi olmuş, ulusal ve uluslararası mecralarda iklim değişikliği ve iklim mültecisi kavramlarının gözden geçirilmesi için bir son çağrı olarak yorumlanmaktadır.

 

3. İklim Mülteciliği ve Güvenlik

Suriye’de ve dünyanın diğer bölgelerinde gerçekleşen silahlı çatışmalar ile Avrupa’daki göç krizi arasında ele almış bir çalışmada, iklimsel/çevresel koşullar ile siyasi huzursuzluk arasındaki bağlantı 2006-2015 arası yıllarda 157 ülke için iltica başvurusunda bulunmuş verilere de dayanarak incelenmiştir. Bu çalışmanın sonuçlarına göre ise iklim değişikliğine bağlı olarak yaşanan kuraklık ve kıtlık, silahlı çatışma olasılığını arttırmada önemli rol oynamıştır. İklim krizi ve çevre tahribatı sonucu oluşan kuraklık, gıda kıtlığı ve su güvensizliği gibi faktörler, siyasi ve ekonomik dengenin bozulmasına, silahlı çatışma çıkartma ihtimaline ve dolayısıyla da göç ihtimaline de etki etmektedir. “Çad Gölü çevresinde yaşayan insanlar açısından güvensizliğin iki kaynağı Boko Haram terör örgütü ve iklim değişikliğidir. Gölün son 50 yılda %90 küçülmesi ve bölgede yaşayanların göle bağımlı olması insani bir krizin ortaya çıkışına neden olmuştur” (Yılmaz ve Navruz, 2019: 265). Bu durum da milyonlarca insanı yerinden ettirmiş ve mülteci olmak zorunda kalmışlardır.

Bu bağlamda güvenlik kavramının yeniden tanımlanmasında çevresel/iklim risklerin girmesi zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. İklim değişikliğinin oluşturabileceği etkenlerin güvenlik problemi üzerinde etkisi yadsınamayacak derecede fazladır. Biermann ve Boas iklim mültecileri krizini iyi yönetebilmek ve meydana gelebilme ihtimaline karşı güvenlik sorunlarını önlemek/çözmek için kendine özgü bir rejim kurulması gerektiğini ifade etmişlerdir. Bu kapsamda ise iklim mültecilerinin tanınması, korunması, yeniden iskân edilmesi sürecinde uygulanacak 5 temel ilke önerdiler:

  • Planlı yeniden yerleştirme: İklim değişikliğinin yarattığı olaylardan etkilenen bireylerin etkilendikleri yerlerde yaşadıkları sıklığa ve yarattığı sonuçlara bağlı olarak yer değiştirme ve iskân programları yapılabilir.
  • Geçici sığınma yerine yeniden iskân ilkesi: Uzun vadede tahminlere göre iklim mültecilerinin kaybettiği topraklara geri dönebilme ihtimali yok veya yok denecek kadar azdır. Bu yüzden geçici sığınma yerine yeniden iskân edilmeleri gerekmektedir.
  • Yerel toplumlar için kolektif haklar ilkesi: Mültecinin tanımında özellikle bireyler ve devlet temeli baz alınmıştır. Fakat özellikle iklim mültecilerinin kolektif bir hakka sahip olması önem arz etmektedir. Bu süreçte kaybedilen topraklar sadece bireyleri değil tüm topluluğun kaybettiği topraklar olacaktır.
  • Ülke içi önlemlere uluslararası yardım ilkesi: Genellikle iklim mültecilerinin ülke içinde koruma altında olması ve yerlerini genellikle ülke içinde değiştirmesi, uluslararası rejimlerin iklim mültecileri meselesine daha az odaklanmalarına neden olmaktadır. Fakat bu durumun uluslararası rejimler tarafından desteklenmesi gerekmektedir.
  • Uluslararası külfet paylaşımı ilkesi: İklim değişikliği sadece yerel bir sorun değil aksine küresel bir sorundur. Bu durumda her devlet, özellikle gelişmiş ülkeler, iklim mültecileri ve iklim krizi hususunda sorumluluğa sahiptir. (Bierman & Boas, 2010: 75-76). 

İklim krizi bütün devletler nezdinde bir sorundur ve iklim mültecilerinin sorumluluğu da uluslararası hukuk üzerinde incelenmesi gereken bir husustur. Bu yüzden güvenlik, kitlesel göç, çatışma ihtimallerine karşı devletlerin önceden önlem alması gerekmektedir. İklim mültecilerine ve iklim krizine yönelik etkili ve verimli bir rejimin oluşturulması için, hükümetler, küresel sivil toplum kuruluşları, ulus ötesi şirketler gibi aktörlerin ortak bir zeminde buluşup, işbirliği yapmaları ile mümkün gözükmektedir. 

 

Sonuç

İnsanlık doğduğu andan itibaren göç halindedir. Tarihin her sahnesinde de göç etmeye devam etmiştir. Günümüzde, küresel iklim değişikliği önemli bir çevresel, politik, ekonomik, sosyal, kültürel bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Nedenleri ve etkilerinin yarattığı küresel sorunların yanı sıra, uzun vadeli olarak problem oluşturmaya devam edecektir. Bu sorunlara karşı ulusal ve uluslararası ölçekte önlemler, çözümler aranması ve bu çalışmaların hızlandırılması gerekmektedir. Bu bağlamda küresel sorun olarak karşımıza çıkacak olan iklim mültecileri meselesi de hem uluslararası kamuoyunda hem de akademide şu an güncel tartışılan meselelerin başında gelmektedir. Birçok sosyal bilimciler, akademisyenler, yazarlar bu sorunun uluslararası politikada nasıl çözülebileceği, güvenlik ve hukuk hususunda neler yapılabileceği gibi konular etrafında tartışmalar yapmaktadırlar.

Tüm bu sayısal verilerin, kısa ve uzun vadede iklim değişikliğinin doğrudan veya dolaylı olarak etki ettikleri hususların sonuçlarına da bağlı olarak, ulusal ve uluslararası düzeyde belirli birtakım atılımlara ihtiyaç duyulmaktadır. Özellikle iklim mültecisi kavramının uluslararası hukukta herhangi bir yasal tanımının olmaması ileride göç etmek zorunda kalacak insanlar için kolay bir sürecin bekleyemeyeceğini göstermektedir. Bu bağlamda iklim değişikliği konusunda önlem almaya en istekli kuruluşun Avrupa Birliği olduğunu söylenebilir. İklim değişikliği konusunda AB, 1980’li yılların sonundan itibaren bu sorunlara eğilmeye başlamış, iklim politikası konusunda başat uluslararası gücü temsil etmiştir. Her ne kadar hem AB nezdinde hem BM nezdinde hem de diğer uluslararası kuruluşlar nezdinde önlem çabaları görsek de bu çabaların iklim değişikliğinin yaratacağı sonuçlar itibariyle yeterli olduğunu söyleyemeyiz. Bu yüzden uluslararası kuruluşlar, hükümetler, küresel sivil toplum kuruluşları, ulus ötesi şirketler gibi aktörlerin birlikte hareket edip kapsamlarını daha geniş tutmaları ve iklim mültecisi kavramının yasal bir zemine oturtmaları gerekmektedir.

İlkay Kesebir

Sosyoloji Çalışmaları Staj Programı

 

Kaynakça:

A Christian Aid Report. Human tide: the real migration crisis. London: A Christian Aid, 2007.

Biermann, F., & Boas, I. (2010). Preparing for a Warmer World: Towards a Global Governance System to Protect Climate Refugees. Global Environmental Politics, 10.1, 60-88.

BMMYK. (1998). Sığınma ve Mülteci Konularındaki Uluslararası Belgeler ve Hukuki Metinler, https://www.unhcr.org/tr/11798-siginma-ve-multeci-konularindaki-uluslararasi-belgeler-ve-hukuki-metinler.html (23 Mayıs 2022).

Ekşi, N. (2016). İklim Mültecileri. Göç Araştırmaları Dergisi, 2(2), 10-58. 

Gökpınar, F.B. (2020). 21. Yüzyılda Yeni Bir Güvenlik Sorunu: İklim Mültecileri. Yüksek Lisans Tezi. Bursa: Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Gönenç, D. ve Kibaroğlu, A. (2017). İklim Güvenliği Kavramının Türkiye İklim Politikasındaki Yeri. Alternatif Politika, İklim Değişikliği ve Enerji Özel Sayı, 1-26.

Myers, N. (2005). Environmental Refugees: An Emergent Security Issue. 13th Economic Forum, Prague, 23-27 May 2005 Session III – Environment and Migration

Myers, N. (1993). “Environmental refugees: A growing phenomenon of the 21st century.” Philosophical Transactions of the Royal Society B. 2002: 609-613. Ultimate Security. New York: W. W. Norton & Company.

Nermin, B. (2021) İklim Mültecileri. Polenekoloji. Erişim Adresi: https://polenekoloji.org/iklim-multecileri/ (Erişim Tarihi: 23 Mayıs 2022).

Yılmaz, F.H. ve Navruz, M. (2019). Küresel İklim Değişikliği, İklim Mültecileri Ve Güvenlik. ASSAM Uluslararası Hakemli Dergi, ASSAM Uluslararası Hakemli Dergi, 13, Uluslararası Kamu Yönetimi Sempozyumu Bildirileri Özel Sayısı, 255-270.

Ziya, O. (2012). Mülteci-Göçmen Belirsizliğinde İklim Mültecileri. Türkiye Barolar Birliği Dergisi, 25(99), 230-240.

Osmanlı’da Kadın Hareketleri: Kadın Mecmuaları

Özet

Osmanlı kadını, Tanzimat öncesi dönemde izole edilmiş durumu Tanzimat ve Meşrutiyet döneminde yıkarak seslerini duyurmak için önemli adımlar atmışlardır. Özellikle dönemin aydın kesimlerinin medya aracılığı ile Osmanlı kadınlarını haklarını müdafaa etmeleri kadının direniş ve bağımsızlığı için umut vadetmiştir. Osmanlı kadınları, yaşanan gelişmeler ışığında dönemin aydın kesimlerinin katkısı ile çeşitli yayın organlarıyla mecmualar kurmuşlardır. Mecmuaların yayımlanma hedefi ise kadınların toplumda siyasi, sosyal ve hukuki açıdan özerk olarak eğitim düzeylerinin ve özyönetim bilinçlerinin artırılmasına yönelik olmuştur. Çalışmada Osmanlı döneminde kadınların hak ve hukuk mücadelelerinde söz sahibi olma çabaları ve girişimlerinin Tanzimat ve Meşrutiyet ile birlikte gelişiminin nasıl sağlandığının genel profili çizilmiştir. Elde edilen veriler ile Osmanlı kadınlarının toplumdaki rolü ve etkinliğinin sürdürülmesine yönelik mecmualar aracılığı ile seslerini duyurarak varlıklarını benimsetme çabalarının dönemsel olarak sekteye uğrasa da sonuç alındığı gözlemlenmiştir.

Anahtar Kelimeler: Osmanlı Kadını, Kadın Hareketleri, Osmanlı Kadın Hareketleri, Kadın Hakları, Kadın Mecmuaları.


1. Giriş

Tarih boyunca birçok medeniyet türemiş ve türlü mücadelelerle varlıkları şekil değiştirmiştir. Böylelikle medeniyetler kültürleri, dilleri aşarak evrilmiş ve kronolojide yerini almıştır. Toplumların gelişimi ve sürdürülebilirliği ise ortak değerler etrafında kabul edilen erkek hegemonyası ile mümkün olduğu yerleşik bir kanı haline gelmiştir. Ancak madalyonun öteki yüzünde kadının toplumdaki rolü aksi istikamette yer almaktadır. Çünkü kadınlar Batı toplumlarında cadı, büyücü, şeytan olarak nitelendiriliyor ve dışlanıyorlardı. Bu nedenle de kadınlara söz hakkı tanınmıyor ve ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyorlardı. Özellikle sanayi devrimine kadar kadın toplumdan izole edilmiş ve doğası gereği ev içi işlerle yükümlü kılınmıştır. Böylece eğitim, sanat, felsefe, hukuki, siyasi ve sosyal alanlardan oldukça uzak bir konuma oturtulmuşlardı. Sanayi devriminden sonra üretim ve tüketim anlayışının hız kazanması kültürler arası etkileşimi arttırarak kadınların toplumdaki konumunun sorgulamasına sebep olmuştur. 18. yüzyıl Fransa’sında temelleri atılan ve sanayi devrimi ile birlikte kadının toplumdaki fikirleri toplumsal kadın hareketlerini entegre ederek kadın direnişi ve mücadelesini başlatmıştır. Öte yandan Batı’da temelleri atılan kadın direnişi ve bağımsızlık mücadelesi tüm dünyayı etkilediği gibi Osmanlıyı da etkilemiştir. Osmanlı’da kadın haklarını Tanzimat öncesi ve sonrası dönem olarak iki kanatta incelemek mümkündür. Tanzimat öncesi dönemde Osmanlı’da Batı’nın aksine kadına miras ve evlilik gibi haklar verilmiştir. Öyle ki kadınlar hakların tayininde genellikle Şer’iye mahkemelerine giderlerdi. Şeriye mahkemelerinde sonuç alınmadığı takdirde Divan-ı Hümayun mahkemelerine gidilirdi. İslam hukukunun esasları alınarak modellenen Divan-ı Hümayun mahkemeleri tefecilik, mehir, boşanma ve mülkiyet anlaşmazlıklarına bakılırdı. Ancak bu gelişim her ne kadar Osmanlı kadınlarının Avrupa kadınlarına karşı lehine sonuç gösterse de Osmanlı kadınının toplumdaki rolü oldukça vasat bir durumdaydı. Tanzimat Sonrası dönemde ise Sanayi Devrimi ile Batı’da şekillenen kadınların bağımsızlığı ve direniş mücadelesi Jön Türkler ve kadın aktivistlerin dikkatini çekmiş. Kadına yönelik toplumda fanatik haline gelen düşünceleri ortadan kaldırmak ve kadının sadece bir meta olmadığını ifade etmek için medya aracılığı ile çeşitli söyleşiler gerçekleştirilmiştir. Kadın direniş hareketi için önemli bir fiil bu yolla gerçekleştirilmiştir. Bu dönemde kadın aktivistlerin önde gelen isimlerden Halide Edip Adıvar tarafından kurulan Teali Nisvan Cemiyeti’nde kadınlara eğitim alma, meslek edinme ve öz yönetim becerilerini kazandırmaya yönelik faaliyetler ortaya atılmıştır. Yaşanan bu gelişmeler kadınların cemiyetler aracılığı ile teşkilatlanmasına ve bu yolla gazete ve dergilerde seslerini duyurmalarını mümkün kılınmıştır. 

Osmanlı kadınları siyasi, sosyal, ekonomik ve hukuki açıdan toplumdan izole edilmesini sağlayan fanatik görüşlere karşı çıkmışlardır. Çalışmada Osmanlı kadınlarının statülerinin değişmesine yönelik kadın cemiyetleri ve mecmuaları aracılığı ile seslerini nasıl duyurduklarına yer verilmiştir.


2. Tanzimat Öncesi Dönemin Osmanlı’sında Kadının Toplumdaki Konumu

İslamiyet öncesinde Türk toplumunda kadının toplumdaki rolü oldukça aktifti. Kadınlar savaşlara girerler ve devlet meselelerine katkıda bulunurlardı. Türk toplumlarında kadının rolü ve statüsü daima üstün tutulmuş ve değer verilmiştir. Ancak İslamiyet’e geçiş ile birlikte Bizans, Arap ve İran etkileri yayılmış ve kadının toplumdaki dinamiği sekteye uğramıştır. Öte yandan Osmanlı’nın kuruluş yıllarının ilk dönemlerinde ise kadınlar ekonomik ve sosyal hayatın her alanında aktiflerdi. Ancak kentleşme ile birlikte değişen yaşam koşullarının etkisiyle şehirli kadınların ekonomik ve sosyal hayatına yönelik sınırlandırmalar getirilmiştir. Kırsal kesimlerde yaşayan kadınlar ise bu sınırlandırmalara tabi tutulmamıştır. Buna karşın Osmanlı kadınlarına hak ve fiil ehliyetinin kadınlara dünyaya geldiklerinden itibaren verilmesi Avrupalı kadınların aksine Osmanlı kadınına ayrıcalık tanımıştır. Ayrıca Osmanlı kadınlarının her türlü hukuki işlemleri, evlilik sonrası mal varlıklarının son bulmaması ve kocalarına geçmemesi de gözlerden kaçmayacak bir özelliktir. 

Osmanlı kadınları hukuki işlemleri için genelde Şer’iye mahkemelerine giderlerdi. Şer’iye mahkemelerinde sonuç alınmadığı takdirde Divan-ı Hümayun mahkemelerine gidilirdi. İslam hukuku esas alınarak modellenen Divan-ı Hümayun mahkemeleri tefecilik, mehir, boşanma ve mülkiyet anlaşmazlıklarına bakılırdı. Tanzimat öncesi dönemde sokağa çıkma yasağı, ekonomi ve sosyal alanlarda da kadınlara sınırlamalar getirilmiştir. Hatta “Osmanlı Devleti’nde bu sınırlamaların yanında her dönemde kadınların kıyafetlerine de karışılmıştır. Aslında Fatih dönemine kadar kadınların yüzü kapalı değildir. Bu tarihten sonra kadınlar eski geleneklerinden kopmuştur. III. Selim, II. Mahmut gibi ilerici padişahlar bile kadınların kıyafetlerini düzenleyen fermanlar yayınlamıştır. Tanzimat’tan sonra da kadınların kıyafetleri fermanlara konu olmaya devam etmiştir’’ (Altındal, 1994: 49).

 

3. Tanzimat Sonrası Dönemin Osmanlı’sında Kadının Toplumdaki Konumu

19.yüzyıla kadar Osmanlı’da kadın hareketleri yeterli düzeye ulaşamamıştır. 19. yüzyıl ile birlikte Osmanlı kadın hareketleri temellerini Batı’da meydana gelen kadının statüsündeki dönüşümü merkeze alarak mücadelelerini resmen başlatmışlardır. Eğitimin, öz yönetim bilincinin ve çalışma hakkının yer verildiği Tanzimat Dönemi’nde Osmanlı kadınları bağımsızlık mücadelelerini Batı’dan gelen feminizm dalgası ile entegre etmişlerdir. “Bu dönemde Osmanlı Devleti’nin özellikle Tanzimat Fermanı’nın ilanı ile birlikte siyasi, sosyal, hukuki, fikri, ekonomik ve daha birçok alanda yapısal bir değişim ve dönüşüm sürecine girdiği süreçte kızların eğitimi konusunda büyük adımlar atılmıştır. Bu hususta Avrupa’daki gelişmelerin örnek teşkil ettiğini söylememiz kaçınılmazdır’’ (Şenel, 2018: 1077). Bilindiği üzere Tanzimat Dönemi’nde kadınlar öğretmenlik görevine getirilmiş hatta devlet bünyesinde memur olarak dahi çalıştırılmışlardır. Ancak Birinci Dünya Savaşı sonrasında memuriyet ve öğretmenlik görevlerinden alınmışlar ve yerlerine erkek memurlar tayin edilmiştir. Birinci Meşrutiyet’te sözde eşitlik ve özgürlük adı altında kanunlara yansıyan reformlar, kadın hakkı ve mücadelesini yansıtacak nitelikte olmamıştır. Bunu fark eden Osmanlı kadınları İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde örgütlenmeye başlayarak kadın fikrinin yansımaları olan bazı dernek ve vakıfları kurmuşlardır. 1868 yılında ilk kadın gazetesi çıkarılmış, 1869’da “Terakki Muhadderat” adı altında ilk kadın dergilerini çıkarmışlardır. Ancak yayımlanan bu gazete ve dergiler İkinci Meşrutiyet’e kadar sona ermiştir. “Türk yenileşme hareketinin başlangıç aşamalarından biri sayılan İkinci Meşrutiyet Dönemi (1908-1922), Tanzimat’ın ilanından sonra gelişen siyasal ve toplumsal gelişmelerin bir sonucu ve Cumhuriyet rejiminin temellerinin atıldığı dönem olarak görülmektedir. Jön Türklerin faaliyetleri sonucunda 1908’de ilan edilen İkinci Meşrutiyet ile 1878 yılında yürürlükten kaldırılan meclis yapısına yeniden dönüş olmuştur. İkinci Meşrutiyet’in ilanı en çok da kadınlar tarafından iyi karşılanmış ve özgürlüğün yeniden inşası şeklinde algılanmıştır. Meşrutiyet döneminde kadın haklarını en çok İttihat ve Terakki yönetimi savunmuş ve kadınların toplumsal hayatta yer almaları için çalışmalar yapmıştır. Meşrutiyet öncesi dönemde kadın konusu tartışılmazken Meşrutiyet dönemiyle beraber Jön Türkler, kadın konusunu memleketin ekonomik ve kültürel bir meselesi olarak kabul etmiş ve bunu, aydınların tartıştığı temel konulardan biri haline getirmişlerdir. İkinci Meşrutiyet döneminde yaşayan her yazar kadın konusuyla ilgili bir şeyler yazarak kadının toplum içinde var olması için uğraşmışlardır” (Özkiraz, 2011: 3). 

Ayrıca İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde “Kadın konusuna dönemin sanatçıları ilgisiz kalmamış, kadın sorunlarına eserlerinde yer vermiş; kadını, toplumun gelişmişlik seviyesini gösteren temel etken olarak görmüşlerdir. Kadınlara miras ve evlilik konularında eşit haklar tanınırken eğitim alanında da ciddi değişimlere gidilmiş, kadın eğitiminde resmi düzenlemeler yapılmış, kadın erkek bütün Osmanlı toplumu, ilkokul eğitimi almaya zorunlu kılınmıştır. II. Meşrutiyet’in getirdiği özgürlük ortamı, kadının toplum hayatında önemli roller üstlenmesini sağlamış kadınlar seslerini duyurmak için uygun ortamı bu dönemde bulmuşlardır. İstanbul rüştiyelerinde kızların sayısı artmış, ardından kızlara üniversite yolunu açan İnas Darülfünunu hizmete girmiştir. Kadınlar aldıkları eğitim sayesinde eğitim alanında statü kazanmışlar ve bu statü sayesinde artık toplum hayatına aktif olarak katılma yoluna gitmişlerdir. Çeşitli amaçlarla kadınlar tarafından dernekler kurulmuş; bu dernekler, kadınların sosyal hayatta konumlarını yüceltmeyi ve hangi dinden ve statüden olursa olsun kadınların tek yürek olmalarını sağlamıştır. Osmanlı toplumunda eğitimli kadınların artması, onların basın hayatında da kendilerini göstermelerine olanak sağlamıştır” (Malkoç ve Yılmaz, 2019: 655). Kadınlara modernleşme anlamında çeşitli olanakların tanındığı İkinci Meşrutiyet, toplumun aydın kesimleri olan Jön Türkler’in medya aracılığı girişimleri ile can bulmuştur. Kadın dayanışma ve örgütlenme hareketleri bu dönemde ivme kazanarak kadın direniş ve mücadelesinde aktivist kadınların sesini duyurmuştur. Bu noktada Osmanlı kadınları eğitim, özyönetim bilinci ve statü kazanımında önemli yer tutan konulara ağırlık vererek çeşitli cemiyetler kurmuşlardır. Tanzimat sonrası dönemde kurulan bu cemiyetler mecmualar aracılığı ile Osmanlı kadınlarının seslerini duyurmuşlardır.


4. Osmanlı’da Kadın Cemiyetleri ve Mecmualar

Osmanlı kadın hareketlerinin temel felsefesi kadınların eğitim, çalışma hakkı ve hukuki alanlarda etkinliğinin sağlanmasıdır. Bu noktada kadın hareketlerine dair ilk gelişmeler Tanzimat Dönemi’nde yaşanmıştır. Tanzimat Dönemi Osmanlı kadınları öz yönetim, eğitim, ekonomik ve hukuki alanlarda seslerini duyurmak için çeşitli cemiyetler aracılığı ile gazete ve mecmualarda yayınlar yapmışlardır. Özellikle bu dönemde batıda yayılan feminist dalganın etkisinde kalan Osmanlı kadınları, kurdukları cemiyetler tarafından yayınladıkları mecmualarla erkek hegemonyasından idealist ve hür kadınlar motifini çizmektedirler. İlk kez 1868 yılında yayımlanan Terakki gazetesi Osmanlı kadının özgürlük ve bağımsızlığı adı altındaki girişimlerini resmen duyurmuştur. Öte yandan İkinci Meşrutiyet dönemi ile birlikte kadın dergilerinde bir ivme yaşanmış ve kadının rolü toplumda daha fazla benimsenmiştir. Artık kadınların toplumdaki rolü kapılar ardında değil, gün yüzüne açılarak bağımsızlık ideallerine meşale tutmaktadır. Yurttaş idealleri etrafında birbirine bağlanan Osmanlı kadını eğitim ve toplumdaki sosyal durumlarına yönelik bu dönemde ivme kazanarak kadın hareketlerine yönelik pek çok mecmua yayımlamışlardır. “Bu dönemin en önemli dergileri, Kadın, Mehasin, Demet ve Kadınlar Dünyası’dır. Bunların dışında çoğu kısa ömürlü olan Musavver Kadın, Kadın (İstanbul), Erkekler Dünyası, Güzel Prenses, Kadınlık, Siyanet, Seyyale, Hanımlar Âlemi, Kadınlar Âlemi, Kadınlık Hayatı, Bilgi Yurdu Işığı, Türk Kadını, Genç Kadın, Kadın Duygusu, İnci, Diyane, Kadınlar Saltanatı, Hanım vs. pek çok kadın dergisi yayın hayatına girmiştir.’ (Keçeci Kurt, 2014: 1074).

 

4.1 Kadın Mecmuası 

Selanik’te ortaya çıkan Kadın mecmuası 26 Ekim 1908 tarihinde yayın hayatına girmiştir. Her kadına seslenmeyi hedefleyen kadın mecmuası 7 Haziran 1909 yılına değin 30 sayı yayımlayarak tarihteki yerini almıştır. Mecmuanın kuruluş hedefi kadının bağımsızlığı ve eğitilmesine yönelik olmuştur. Ayrıca çeşitli sohbet ve hikâyelere de yer verilen mecmuada Osmanlı kadın bağımsızlığının radikal ve feminist ismi Emine Semiye’ye de yer verilmiştir.

 

4.2. Mehasin Mecmuası

 Osmanlı kadınının direniş ve bağımsızlık seslerini duyurmaya çalıştıkları İkinci Meşrutiyet döneminde yayımlanan bir dergi olarak bilinmektedir. 14 Eylül 1908 yılında çıkan dergi 12 sayı yayımlayarak 25 Kasım 1908 yılında sonlanmıştır. Derginin temel gayesi edebiyat, musiki, el sanatları ve moda alanlarında Osmanlı kadınlarını bilgilendirmektir. Ayrıca Batı’dan yayılan moda akımının etkisini Osmanlı kadınına tanıtmak için resimlere yer verilmiştir. Böylelikle Osmanlı kadınının giyim kuşam konusunda en az Avrupalı kadınlar kadar rahat olması gerektiği vurgulanmıştır. Yayım hayatı boyunca dergide başta Emine Semiye olmak üzere pek çok kadın yazar yer almıştır.

 

4.3. Demet Mecmuası

Şiir ve edebiyatın motiflerine azami ölçüde yer verilen dergi 30 Eylül 1908 yılında yayım hayatına girmiştir. Edebiyat dergisi olan bu dergi 11 Kasım 1908 tarihine kadar yedi sayı çıkarmıştır. Dergi ayrıca çocuk eğitimi, moda dünyası, sağlık ve kadın eğitimi konularına da yer vermiştir. Kadının ilerlemesine yönelik çıkarılan derginin okuyucu kitlesi de yine kadınlardır. Ancak dergi her ne kadar kadınlar üzerinde şekil almaya çalışsa da 44 kişilik kadronun yalnızca 11 kişilik bölümünü kadın yazarlar oluşturmuştur.

 

4.4. Kadınlar Dünyası Mecmuası

4 Nisan 1913 tarihinde ortaya çıkan Kadınlar Dünyası mecmuası ilk yüz gün boyunca günlük yayımlanmıştır. İkinci Meşrutiyet döneminde kurulan Müdafaa-i Hukuk Nisvan Cemiyeti’nin yayın organı olarak başlayan derginin ana teması kadınların menfaati ve çıkarlarına yönelik siyaset, kadın hakları, çocuk bakımı ve eğitim olmuştur. Tasarısı yeni bir model ele alınarak kadın temelli bir dünya vizyonu olan Kadınlar Dünyası dergisi Batı’da yayılan feminizmin etkisinde kalmıştır. Dergi, etnik köken ve din ayrımı yapılmadan her kesimden kadına hitap ederek evlilik, aile bakımı, gereksiz çeyiz masrafları ve görücü usulü evliliklere yer vermiştir. Mükerrem Belkıs’ın yazılarının ağırlıkta olduğu derginin şeması yine Mükerrem Belkıs tarafından kadının misyon ve vizyonuna yönelik belirleyici niteliklerle çerçevelenmiştir. Ömrünü dokuz yıla sığdıran bu dergi yayın hayatı boyunca kadın hak ve hukuku üzerine mücadelede bulunmuş ve mücadelesi sonuç alıncaya kadar dergide kadınları erkeklerden ön planda tutmuştur.

Kaynak: http://www.uskudarkultursanat.com/sergilerimiz/osmanli-donemi-kadin-dergileri

5. Sonuç

Batı’da başlayan ve etkisi dünyanın çeşitli yerlerinde hissedilen kadın hareketleri, Osmanlı’da 19. yüzyıldan itibaren Tanzimat Dönemi ile ortaya çıkmıştır. Osmanlı kadın hareketleri temelinde kadının toplumdaki rolünün hukuki, siyasi, sosyal etkinliğinin benimsenerek kadının öz yönetim bilinci ve eğitim düzeyini ileri taşınması hedeflenmektedir. Tanzimat döneminde kadın hareketlerine yönelik aydın kesimlerin etkisiyle bu hareketler ses bulmuştur. Özellikle kadınlar bu dönemde medya aracılığı ile seslerini duyurmakla birlikte devletin belirli kadrolarına memur olarak atanmış ve öğretmenlik görevine getirilmişlerdir. Ancak Birinci Dünya Savaşı sonrası kadınlar bu haklar ellerinden alınarak büyük bir hayal kırıklığı ile mücadelelerini yarıda bırakmak zorunda kalmışlardır. Osmanlı kadınlarının direnişi ve bağımsızlık hedefleri bir müddet duraklamış görünse de 23 Temmuz 1908’de ilan edilen İkinci Meşrutiyet ile birlikte hayal kırıklıkları yerine umutları yeşerten adımlar atılmıştır. İlk adım olarak çeşitli cemiyetler kurulmuştur. Müdafaa-i Hukuk, Nisvan Teali Cemiyetleri bunlardan yalnızca birkaçıdır. Kurulan bu cemiyetler yayın hayatlarını mecmualar aracılığı ile yaymışlarıdır. Mecmuaların ortaya çıkışı kadınların toplumdaki dinamiğinde büyük bir etki yaratmıştır. Kadın hareketleri özellikle meşrutiyet dönemi mecmuaları ile hayat bulmuş ve topluma yavaş yavaş rollerini ve varlıklarını benimsetmişlerdir.

Şilan MAHMUTOĞLU

Sivil Toplum Kuruluşu Program

Kaynakça:

Altındal, A. (1994). Türkiye’de Kadın. İstanbul: Anahtar Kitaplar.

Malkoç, S., Vefikoğlu, Y. D. (2019). Osmanlı’da Kadın Dergileri, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2(63), 654-659.

Özkiraz A., Arslanel M. N.(2011). İkinci Meşrutiyet Döneminde Kadın Olmak, Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, 3(1),1-10.

Şenel Ş.(2018). Osmanlı Modernleşmesinde “Kadın”. Sosyal Bilimler Dergisi, 13(26), 1071-1090.

Keçeci Kurt S. (2014). İkinci Meşrutiyet Dönemi Osmanlı Kadın Dergilerinde Aile ve Evlilik Algısı. Belleten Dergisi, 79(286), 1073-1074.

İnternet Kaynakçası

Kuzucu, K. (t.y.). Osmanlı Döneminde Kadın Dergiciliği. Erişim Adresi: //www.uskudarkultursanat.com/sergilerimiz/osmanli-donemi-kadin-dergileri

 

İnterdisipliner Bir Alan: Uluslararası İlişkiler ve Teknoloji

Yonca Demir tarafından kaleme alınan bu görüş yazısı, “Uluslararası İlişkiler ve Teknoloji” serisinin ilk yazısıdır.

Uluslararası İlişkiler (Uİ) alanını günümüzde “teknoloji” kavramı olmadan düşünmek pek mümkün değildir. Küreselleşen ve artık teknoloji (uzay) çağına adapte olup daha fazlasını arzuladığımız dünyamız bugün çok farklı bir noktadır.

Uluslararası İlişkiler ve Teknoloji İlişkisi adlı kitabın giriş bölümünde İsmail Ermağan “Teknoloji neden önemli? Teknoloji ve siyaset her zaman ilişkili olmuştur lakin son yıllarda bu ikilinin neredeyse ayrılmaz hâle geldiği fark edilmektedir. Diğer bir anlatımla teknoloji, son 200 yıldır ama özellikle ikinci milenyumdan itibaren uluslararası ilişkileri derinden etkilemekte, hatta dönüştürmektedir. Artık kimi meslekler ortadan kalkarken devletler de siyasi, ekonomik, güvenlik vb. alanlarda yenilenmeler veya altüst oluşlar tecrübe etmektedir” (2022) ifadeleriyle devletlerin, kaçınılmaz derece teknolojiyi güvenlik gibi yüksek politikanın (high politics) kapsamına dahil etmesinin gerekliliğini vurgulamaktadır. 

Madalyonun Görünmeyen Yüzü: Savaşlarda Sistematik Cinsel Suç(lar)

Dünyada farklı sebeplerden dolayı çıkan savaşların görünen yüzü anlatılırken medyaya en çok erkeklerin savaştığı ve öldüğü/öldürüldüğü yansıtılmaktadır. Kadın ve çocukların ölüm oranları ise ya sayılarla ifade edilmekte ya da “birçok kadın/çocuk öldürüldü/yaralandı” şeklindeki söylemlerle gündeme getirilmektedir. Uluslararası verilere bakıldığında savaş mağdurlarının en çok siviller olduğu ve siviller içinde de çoğunluğu kadın ve çocukların oluşturduğu görülmektedir. Peki, savaşlarda kadına yönelik şiddet ne boyuttadır?

Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu Uyarınca İdari Gözetim

Giriş

Yabancıların ülkeye kabul veya ülkeden sınır dışı edilmelerine ilişkin süreçte bazı durumlarda devletlerce kabul gören idari gözetim adı verilen bir uygulama yürütülmektedir. İdari gözetim altındaki yabancılar suçlu veya mahkum değillerdir. Sadece sınır dışı edilecek yabancıların, saklanmalarını ve kaçmalarını engellemek amacıyla bazı tedbirlerin uygulanması mümkündür. Fakat YUKK (Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu) dan önce idari gözetim altında tutulacak kişilerle ilgili açıkça kanun düzenlenmemiş olup hukuktaki boşluklardan dolayı üzücü durumlar ve sorunlar meydana gelmiştir. Bu sebeple çoğu kez Türkiye Cumhuriyeti, AİHM’de (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) davalara taraf olmuş ve AİHS’in (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi) maddelerini ihlal ettiğine dair kararlar verilmiştir. 2014 itibariyle YUKK yürürlüğe girmiş olup, idari gözetime yeni düzenlemeler gelmiştir. Bu makalede YUKK dan öncesini ve YUKK dan sonrası incelenecektir. Uygulamanın farklı yönlerini ele alarak AİHM’de Türkiye’nin idari gözetim konusunda taraf olduğu davaların incelemeyi ayrıca uygulamanın eleştirilen ve desteklenen yönlerini açıklamayı amaçlamaktayız. 

Türkiye’ye Göç Eden Suriyeli Sığınmacılara Yönelik İnsani Yardım ve Entegrasyon Sürecinde STK’ların Rolü

Özet

Göç olgusu insanoğlunun yüzyıllardır gerçekleştirdiği bir faaliyettir. Bu göçler kimi zaman gönüllü kimi zaman zorunlu olarak meydana gelir. Gönüllü göçlerde insanın hayat kalitesinin artması amaçlanırken zorunlu göçler savaş veya doğal afetler gibi nedenlerle can ve mal güvenliğinin olmadığı zaruri durumlardan kaynaklanır. Son on yılda coğrafyamızdaki en önemli zorunlu göç Suriye’den diğer ülkelere yapılan göçtür. 2011’de Suriye’de iç savaş patlak vermiş, milyonlarca insan bölgedeki diğer ülkelere sığınmak zorunda kalmışlardır. Bu süreçte Türkiye en çok göç alan ülke olmuştur. ‘Açık kapı’ politikasıyla birlikte milyonlarca insan ülkeye girmiş, bu da beraberinde bazı sorunlara neden olmuştur. İnsani Yardım ve Sivil Toplum gerek bu sorunları çözmede gerekse göç sonrası entegrasyon sürecinde çok önemli rol üstlenmişlerdir. Araştırma yazısı sonucunda elde ettiğimiz çıkarım ise devletin bu süreçte birçok ulusal ya da uluslararası STK ile iş birliği içinde olup ortak projeler gerçekleştirdiği gerek göç sırasında gerekse göç sonrası sorunların tespit ve çözümünde beraber yol aldığıdır.

Anahtar kelimeler: Savaş, göç, STK, insani yardım, entegrasyon.

Abstract

Migration has been a part of human life for centuries. Migration sometimes happens either voluntarily or compulsorily. Voluntary migration aims to increase the quality of life. In contrast, compulsory migration happens from necessities based on factors such as war and natural disasters that put people’s lives and properties at risk. In the last decade, the most crucial compulsory migration event in the vicinity of our borders was the migration of Syrian people. In 2011, a civil war broke out in Syria and millions of Syrians were forced to take refuge in other bordering states. In the meantime, Turkey took in refugees more than any other country. Turkey, with its open borders policy, allowed millions of people came into the country, which in turn caused some problems. NGOs (non-governmental organizations) played a crucial role both in solving such issues and also in the integration process afterwards. The conclusion we have obtained as a result of the research article is that the state cooperated with many national or international NGOs in this process and carried out joint projects, and proceeded together in identifying and solving problems both during and after migration.

Keywords: War, migration, NGO, humanitarian aid, integration.

Giriş

Sivil toplum olgusu 18. yüzyılın ortalarına kadar devlet ile özdeşleştirilerek kullanılmaktadır. Zaman içerisinde bu kavram farklı tasnifler ile karşımıza sunulmuştur. 1980 yılının başları itibari ile Türkiye’de sivil toplum olgusu batı kültürü ile paralel olarak gelişmeye başlamıştır. Bunun sebebi Türkiye’nin merkeziyetçi bir yapıya sahip olması ve siyasi bir devrim süreci yaşamadır. 2000 yılında özellikle Avrupa Birliği (AB) sürecinin olumlu etkileri STK’ların çevre, kadın ve insan hakları konularında faaliyetler yürütmesini artırmış ayrıca yeni birçok STK kurulmasına da yol açmıştır. Türkiye’deki STK’lar çoğu zaman yerel sorunların çözümüne odaklansalar da oluşan yeni ve ani çevresel problemlerin giderilmesinde de hayli faydalı olmakta ve önemli görevler üstlenmektedirler.

Arap Baharı bölgedeki birçok ülkeye yayıldığı gibi Suriye’de de 2011 yılında etkilerini hissettirmiştir. Halk hükümete isteklerini ya da karşı oldukları durumları iletmek için artık meydanlara çıkmıştır. Buna karşılık Esad Hükümeti şiddetini artırmış daha sonra ise ülkede iç savaş başlamıştır. Öte yandan savaştan doğan boşluğu fırsat bilen terör örgütleri (IŞİD, DAEŞ) o bölgede hakimiyet sağlayarak zaten can ve mal güvenliği olmayan insanları daha da zor duruma sokmuştur. Bu nedenlerden dolayı milyonlarca insan başka ülkelere sığınmak zorunda kalmıştır. İnsani Yardım ve Sivil Toplum

Türkiye jeopolitik konumu nedeniyle çok önemli bir statüye sahiptir. Avrupa ile Orta Doğu arasında köprü olması sebebiyle hem savaş döneminde hem de göç sürecinde önemli bir misyon üstlenmiştir. O dönemde Türkiye’nin Açık Kapı Politikası uygulaması milyonlarca insanı sorunlarıyla birlikte ülkeye çekmiştir. Ortaya çıkan sorunlara hükümet gerek mevzuat düzenlemeleriyle gerekse sınır kapılarında aldığı önlemlerle çözüm bulmaya çalışmıştır. Öte yandan bu süreçte en az hükümet kadar önemli görevler üstlenen STK’lar da karşımıza çıkmaktadır. Hem göç sürecinde insani yardımlarla hem de göç sonrası entegrasyon sürecinde yaptıkları faaliyetler ile milyonlarca sığınmacının adaptasyonunu sağlanmıştır. Genel olarak tüm STK’ lar barınma, gıda eğitim, sosyo- psikolojik destek ve insani yardım desteği sağlamaktadır. Bu çalışmada da özellikle İHH, Kızılay ve SGDD faaliyetlerine bakılacaktır.

1. Göç ve Sığınmacılar

Göç, en genel tanımlama ile bireylerin ya da toplumların daha iyi yaşam koşullarına ulaşmak için bir yerden başka bir yere yapmış olduğu harekettir (Akman, 2018: 453). Bazen bu göçler eğitim ya da iş amacıyla gönüllü yapılırken bazen doğal afet ve savaş gibi nedenlerle can ve mal güvenliği bulunmadığından ötürü zorunlu olarak yapılmaktadır.

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi 2011 yılında Suriye’de savaşın başlaması ve kolay kolay bitmeyeceğinin anlaşılması üzerine yoğun göç hareketi başlamıştır. Bölgedeki jeopolitik konumu ve din, kültür, siyasi benzerlikleri sebebiyle en çok göç alan Türkiye’ye sığınan mülteci sayısının 100.000’i geçmeyeceği beklentisi varken (Yıldız, 2019: 31) Açık Kapı Politikasından dolayı milyonlarca insan ülkeye akın etmiştir. Alınan önlemlerin yetersiz kalması beraberinde birçok sorunu da getirmiştir. İlk sorun barınma ihtiyacının gidermek için devletin sınır kapılarında kurduğu kampların ve çadır kentlerin yetersiz kalmasıdır. Bunun sonucunda kamplardaki yüzbinlerce insan Türkiye’nin diğer bölgelerine dağılarak ikinci göç dalgasını başlatmışlardır.

İkinci sorun ise dil yetersizliğinden doğan anlaşmazlıklardır. Her ne kadar kültürel ve dinsel benzerlikler olsa da Türkiye’ de Arapça bilenlerin az olması ve Suriyelilerin de Türkçe bilmemesi var olan kargaşaya bir yenisini daha eklemiştir. Birbirini anlamamaktan dolayı oluşan aksama insani yardımların da tam ulaşmasında bir engel oluşturmaktadır. Öte yandan bu sorun aynı zamanda sosyal hayattan dışlanmayı doğurmuştur. Okullarda öğrencilerin dil bilmemesinden dolayı uyum sorunu yine aynı şekilde hastanelerde yaşanan anlaşmazlıklar sadece birkaç örnek teşkil ediyor.

Önemli bir diğer sorun ise göç eden insanların hangi statüye sahip olacakları konusundaki belirsizliktir. Türkiye her ne kadar göç alan bir ülke olsa da daha önce bu kadar yoğun ve ani göç ile karşılaşmadığından bu konuda yeterli düzeyde bir hukuki düzenleme mevcut değildi. Açık kapı politikasının ardından oluşan problemleri önlemek için sınırlarda kontroller yapılmaya başlanmış ve geçici kimlikler verilmiştir. Öte yandan 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu çıkarılarak Suriyelilerin statüsü belirlenmeye çalışılmıştır. Fakat bu durumda da karşımıza yeni sorunlar çıkıyor. Çünkü geçici koruma statüsüyle sığınmacılar mülteciler gibi geniş haklar sahip olamıyor, sadece temel haklardan yararlanabiliyorlar. Özetle beklenenden fazla sığınmacının gelmesi, yasal prosedürlerin yavaş ve geç olması, hukuki düzenlemelerin tam oturtulamamış olması ve dil eksikliği sığınmacıların entegrasyon sürecinde istenilen sonuca ulaşmayı engellemiştir diyebiliriz.

2. Türkiye’ de Suriyeli Sığınmacıların Entegrasyonu: Eğitim ve Ekonomi Ekseninde Roller

2016 yılında Suriyeli sığınmacıların Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olma imkânı sağlanacağı açıklanmış ve entegrasyon süreçleri için önemli bir adım atılmıştır. İlk etapta vatandaşlığa alınması planlanan Suriyeli sığınmacıların yüksek öğretim mezunu, Türkiye’ye sanayi, bilimsel, ekonomik, teknolojik alanda hizmeti geçen ya da geçeceği düşünülen kişiler olması ve Türkiye’ de çalışma izinlerinin bulunması kriterleri öne çıkmıştır. Suriyelilerin toplum nüfusu 3 milyon 754 bin 591 kişidir. Bunlardan %70,9’ u kadın ve çocuk, %53,8 erkek ve %28.7 genç nüfustan oluşmaktadır. Sığınmacıların %40’tan fazlası başta İstanbul, İzmir, Konya, Kocaeli, Bursa ve Ankara olmak üzere batı illerine yerleşmiş durumdadır (Mülteciler Derneği, 2022).

31 bin 185 Suriyeli sığınmacıya çalışma izni verilmiştir. Bu durumun Türkiye ekonomisi üzerindeki olumsuz etkilerinin temel nedenleri fazla nüfus artışından kaynaklanan kira fiyatlarının yükselmesi ve enflasyon artışıdır. Bu durum Türk halkı içerisinde rahatsızlığa sebep olmuştur. Olumlu etkileri ise uzun vadede elde edilebilecek yatırım ve girişimlerdir. Suriyeli işçiler ile üretimde oluşan eksik eleman açığı kapatılmış ve belirli illerin kalkınmasında (Mersin ve Gaziantep) Suriyeli yatırımcılar etkili olmuştur. Ancak hala tüm bu faktörlerin dışında Türkiye’nin hemen hemen her yerinde birçok Suriyeli kayıt dışı çalışmaktadır. Türk işveren için bu durum ucuz iş gücü bakımından iyi görünse de istihdam hususunda büyük bir sorun yaratır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (ÇSGB) tarafından hazırlanan Yabancı İstihdam Kanun Tasarısı ile bu durumun önüne geçilmesi hedeflenmektedir. Herhangi bir sosyal güvenlik altında çalışmayan Suriyeliler hem toplum iç bütünlüğü bakımından rahatsızlık uyandırmaya devam edecek hem de insani olarak sömürülmeye maruz kalacaklardır.

Türkiye uyum sürecinin en önemli basamağı eğitimdir. Nitekim Suriyelilere bu husus doğrultusunda sosyal entegrasyonun önündeki dil bariyerinin kaldırılması, gençlerin eğitimde devamlılığının sağlanması ve yetişkinlere sunulan mesleki eğitim kursları ile yeni yetenekler kazandırılması hedeflenmektedir. Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) verilerine göre üniversitelerde okuyan Suriyeli öğrenci sayısı 48 bin 192, anaokulunda 35 bin 707, ilkokulda 442 bin 817, ortaokulda 348 bin 638 ve lisede 110 bin 976 kişinin eğitim gördüğü açıklanmıştır (Mülteciler Derneği, 2022). 2013 yılına kadar eğitim AFAD tarafından kamplarda gönüllülük esasına bağlı olarak verilmiştir. AFAD tarafından yayınlanan verilere göre kamplardaki çocukların %83’ ü okula giderken bu orankamp dışındaki mülteci çocuklar için %15’tir. 2013 yılında Türkiye “Ülkemizde Geçici Koruma Altında Bulunan Suriye Vatandaşlarına Yönelik Eğitim Öğretim Hizmetleri” genelgesi kabul edilmiştir. Buna ek olarak Birleşmiş Milletler Uluslararası Çocuklara Yardım Fonu’nun (UNICEF) ortak girişimleri ile öğretmenlere para-kart dağıtılmış ve aylık 150- 220 dolarlık sembolik bir ücret verilmeye başlanmıştır. Kamp içi ve dışı kurulmuş olan eğitim merkezlerinde toplam 2,800 civarında öğretmen (Türk ve Suriyeli) görev yapmaktadır. Böylece Türkiye uyum politikasının eğitim ve istihdam hususları birlikte yürütülmeye başlamıştır. Ayrıca kamp dışında eğitim gören çocuklar Milli Eğitim Bakanlığı’na (MEB) bağlı devlet okullarında Türk vatandaşları ile eğitim alabilir.

Sonuç olarak Entegrasyon her iki taraf açısından da zorlu bir süreçtir. Fakat entegrasyondan kaçınıldığı ya da süreç doğru yönetilmediği takdirde iki tarafı da bekleyen farklı temel sorunlar vardır. Devlet açısından bakıldığında göz önünde bulundurulması gereken hususlardan ilki kontrolsüz kentleşme ve iç göçtür. Suriyelilerin yarıya yakını batı illerine yerleşmiş durumdadır. Suriyelileri iş imkânının daha fazla, mülteci nüfusun daha az olduğu illere yönlendirmek sağlıklı bir yaklaşım olacaktır. Diğer husus ise sığınmacıların hizmetlere olan ulaşımıdır. Tüm bu tehdit unsurlarına rağmen Türkiye’nin oldukça kararlı ve istikrarlı bir şekilde entegrasyon politikasını yürüttüğünü söylemek mümkündür.

3. Türkiye’de Sığınmacılara Yönelik Faaliyet Gösteren STK’lar: İHH, KIZILAY, SGDD

Savaş sonrası göç bekleyen hükümet her ne kadar önlemler alsa da süreç içerisinde göçün beklenenden daha yoğun olmasından dolayı bazı durumlarda yetersiz kalmıştır. Bu noktada karşımıza STK’lar çıkmaktadır. Gelenlerin sayısının artmasıyla özellikle 2013 yılından itibaren Güneydoğu Anadolu bölgesinde yerel ve uluslararası yardım kuruluşlarının oldukça işlevsel oldukları bir dönem başlamıştı (Üstün, 2021: 1). Savaş öncesinde insani yardımda bulunan STK’ların bölgeye hâkim olması ve daha kolay ulaşabilmeleri ayriyeten resmi işlemlere göre daha hızlı hareket etmeleri en temel etkenlerden biridir. Richmond’ un işaret ettiği gibi “STK’lar yerel ortamlarda temel hizmetleri sağlamak için gerekli esnekliği, uzmanlığı, hızlı yanıtları ve bağlılığı sunarlar ve fikirleri bilgilendirme ve harekete geçirme kapasitesine sahiptirler” (Üstün, 2021: 2).

Öte yandan STK’ lar yaptıkları faaliyetlerle aslında arabuluculuk görevi de üstlenmektedirler. Sığınmacıların sorunlarıyla bizzat yüz yüze geldikleri için resmi kurum ve kuruluşlara ulaşmada ve bunları dile getirmede önemli konuma sahiptirler. Önemle belirtmek gerekir ki göçün ilk zamanlardaki süreç yönetimi AFAD Başkanlığı tarafından yürütülmekteydi. Daha sonra yapılan düzenleme ile Göç İdaresi Genel Müdürlüğü kurularak bu görevi üstlenmiştir. Buradan da STK’ ların göç konusunda ne kadar söz sahibi olduğunu anlayabiliriz. Ayrıca STK’lar sadece resmi kuruluşlara değil halka da rapor, belgesel ya da kısa film gibi araçlarla ulaşarak hem yapılan faaliyetler hem de ihtiyaç duyulan birçok şey duyurulmaktadır. Böylece göç sürecindeki yük sadece devlete yüklenmiyor hem STK’lar hem de toplum bu entegrasyon sürecine dahil ediliyor. Bu noktada AFAD başkanı Fuat Oktay şunları söylemektedir: “Burada zaten kamp dışındaki hizmetlerin tamamını devletin götürmesini istemiyoruz; bütün çalışmalarımızı sivil toplum kuruluşlarımızla birlikte yürütmek istiyoruz” (Çınar, 2017: 54).

Bir diğer nokta ise STK’lar hak temelli bir yaklaşımla göçmenlerin ihtiyaçlarına odaklanırlar ve hukuki destek, eğitim, konut, dil eğitimi sağlama, mesleki eğitim gibi pratik meselelerde göçmenlere yararlı olurlar. Göçmenler ve ev sahibi topluluk arasında etkileşimleri arttırmak, kaynaşmalarını sağlamak ve çatışmaları azaltmak için düzenlenen programlar büyük oranda STK’ların inisiyatifleri ile gerçekleşmektedir (Üstün, 2021: 33). Daha önce de değindiğimiz gibi hukuki mevzuatların tam oturmamış olması sebebiyle sığınmacıların hak kaybı yaşamamaları ve sığınmacı statüsünde olduklarından dolayı hangi haklardan yararlanacakları konusunda bilgilendirme ve danışmanlık yapan hak temelli STK’lar da mevcuttur.

3.1. Türkiye Kızılay Derneği

Kızılay tarafından göç hizmetleri kapsamında dil, din, ırk ayrımı yapmaksızın ülkemiz sınırları içerisinde kayıt altında bulunan tüm yabancılara yönelik insani yardım faaliyetleri yürütülmektedir. (Kızılay, t.y.). Bu yardımlar yerine getirilirken hem ulusal STK’larla (AFAD gibi) hem de uluslararası STK’larla (Kızılhaç ve Kızılay Dernekleri Federasyonu, BM) iş birliği yapılmaktadır.

Türk Kızılayı, Türkiye-Suriye sınırı boyunca Hatay, Kilis, Gaziantep, Şanlıurfa ve Mardin illerinde oluşturduğu 14 sınır yardım noktasında ulusal ve uluslararası kurum, kuruluş ve şahısların insani yardım malzemesi bağışlarını kabul ederek Suriyeli ihtiyaç sahiplerine ulaştırmaktadır. Bunun yanı sıra yurtdışından hava, deniz ve karayoluyla gelen ihtiyaç malzemelerini gümrük, liman ve hava alanlarında kabul 

ederek sınır yardım noktalarından Suriyeli ihtiyaç sahiplerine ulaştırmaktadır (Yıldız, 2019: 53). Yapılan yardımların büyük bir kısmı gıda olmakla birlikte kıyafet, kış için battaniye gibi yardımlar da yapılmaktadır.

Öte yandan Kızılay kart projesi ile kamplarda yaşayan binlerce insana nakdi yardım yapılmıştır. UNICEF ile iş birliği yapılarak hayata sokulan Suriye acil durum müdahalesi kapsamında çocuk programları projesi ile çocuk ve gençlerin üzerindeki savaş izleri biraz olsun azaltılmak istenmiştir. Ayrıca koruma ve psikososyal destek programlarıyla savaşta mağdur olmuş insanlara psikolojik destek sağlanmaktadır. Sağlık alanında da IFRC’nin desteği ile Şanlıurfa ve Konya’da Sağlık Eğitim Merkezleri oluşturulmuştur. Temel sağlık ve hijyen konularındaki bilgilere ve sağlık hizmetlerine ulaşabilmeleri için Arapça materyal ve eğitimler gerçekleştirilmişti (Yıldız, 2019:59).

3.2. İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı (İHH)

İHH faaliyetlerini başta Hatay ve Kilis olmak üzere birçok sınır ilde gerçekleştirdi. Bu şehirlere en temel ihtiyaç olan barınma için konteyner kentler inşa etmiştir. Başlangıçta gıda, giyim ve temizlik malzemeleri, battaniye ve yakacak gibi temel ihtiyaçları karşılarken zaman içerisinde artan ihtiyaçlar doğrultusunda eğitim, sağlık ve psikolojik destek gibi alanlarda da faaliyetler göstermiştir. Aynı zamanda seyyar aşevleri ve fırınlar kurarak temel ihtiyaçlar azami sürede karşılanmaya çalışılmıştır.

Vakıf eğitim kapsamında 700 öğrencinin kayıtlı bulunduğu 1 üniversite ve 35 okul inşa etmiş, 71 okul onarılmıştır. Ayrıca 1 sağır-dilsiz-görme engelli okulu ve 1 ebelik okulu kurulmuştur (Demirdağ, 2018: 67). Öte yandan vakıf sadece Türkiye’ de değil Suriye’de de faaliyetlerini sürdürmekte yaklaşık on bin yetimin barınma ve eğitim gibi ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Aslında bu durum bir nevi Suriye’den Türkiye’ye göçü bir nebze de olsa azaltmaktadır.

Sağlık alanında ise kamplara tırlarla ilaç gönderilmiş, mobil kliniklerle yaralılar ve hastalar tedavi edilmiştir. Yine sağlık alanında Ortez Protez Merkezi Projesi geliştirilmiştir. Hatay, Şanlıurfa ve İstanbul’ da açılan bu merkezler ile savaşta uzuvlarını kaybeden insanlar için açılan bu merkezde 4- 6 saat içinde hastaya uygun protez sağlamak hedeflenmiştir (Demirdağ, 2018: 67).

Sosyal hayata uyum sürecinde kadınları da unutmayan İHH, savaş yüzünden eşi vefat etmiş olanlara gelir sağlamak amacıyla terzihaneler açarak onları ekonomik açıdan rahatlatmak için çalışmıştır. Öte yandan hak temelli bir STK da olan İHH yürüttüğü çalışmalar neticesinde Suriye’ de haksız yere hapiste tutulan yüzlerce mahkûmun serbest kalmasını da sağlamıştır. Birleşmiş Milletler ve diğer paydaşların insani diplomasi görüşmeleri ile Türkiye’nin girişimleri sonucu 45 bin kişi güvenli bölgelere aktarılmıştır (Yıldız, 2019: 52). İHH’nin bir diğer önemli faaliyeti ise toplumda bilinç uyandırmak adına raporlar, belgeseller, seminerler ve kısa film çalışmalarıyla hem insani krizin boyutunu hem halkın da desteğiyle gerçekleştirilen yardımların yerine ulaştığını gösteriyor. Ayrıca bazı üniversite ve liselerde göç konusunda akademik dersler verilerek bu konuda daha bilinçli hareket edilmesi sağlanıyor.

3.3. Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği (SGDD)

Derneğin temel amacı Türkiye’de yaşayan mülteci ve sığınmacıların karşılaştıkları sorunlara çözüm üretmek, temel ihtiyaçlarını karşılamada yardımcı olmak ve temel hak ve hizmetler erişimlerinde destek olmaktır (Çınar, 2017: 47). İnsani yardım, eğitim, sağlık, hukuk ve sosyal uyum alanlarında faaliyet gösteren dernek aynı zamanda BMMYK Türkiye Ofisi’nin uygulama ortağı olduğu için bu hizmetleri gerçekleştirirken oradan da yardım almaktadır.

Dernek Suriyeli çocukların sağlık kontroller için çok yönlü destek merkezlerinde bilir kişilerle çalışmış aynı zamanda hamile kadınlara da hamilelik ve sağlık konularında destek vermiştir. Ayrıca kamp dışındaki sığınmacılara da hastane ve psikolojik destek noktasında yardımlarda bulunmuştur. Öte yandan dernek, yasal düzenlemelerden dolayı yeni statüler alan sığınmacılara da hukuksal alanda yardımcı olmuştur.

Bir diğer önemli etkinlik ise Suriyeli ve Türk çocuklarını bir araya getirdiği bir çocuk şenliğini 2017’de gerçekleştiren dernek, filmler ve belgeseller aracılığıyla göçmenler konusunda toplumda oluşan olumsuz yargıları kırmaya ve farkındalık oluşturmaya çalışmakta ve kadınlar için buluşmalar düzenlenmektedir (Çelik ve Pekküçükşen, 2018: 1280).

Sonuç ve Öneriler

İnsanoğlunun var olduğu tarihten beri yapılan göçler ne yazık ki her zaman gönüllü olarak gerçekleşmiyor. Savaş gibi ağır ve yıkıcı etkiler sonucu ülkemize gelen Suriyeli sığınmacılar devletin aldığı önlemlerle her ne kadar topluma entegre edilmeye çalışılsa da bazen sürecin yavaş işlemesinden dolayı duruma STK’lar da el atmak zorunda kalmıştır. STK’ ların yadsınamaz rollerini göz önüne alırsak gerek insani yardım ihtiyaçlarını gidermede gerekse insani diplomasi çalışmaları yürüterek birçok sorunu çözmeye çalışmışlardır. Bu süreçte STK’lar en az devlet kadar faaliyette bulunmuş bazen devletin eksik ya da yavaş olduğu noktada öncü olmuşlardır. Hatta diyebiliriz ki ulusal ya da uluslararası bu STK’ların Suriye’de yapmış oldukları faaliyetler gelecek yeni göçleri az da olsa engellemiştir. Yine de tüm bu çalışmalar tam anlamıyla başarıya ulaştı diyemeyiz. Çünkü milyonlarca insanın birçok ihtiyacını karşılamak ve kısa sürede topluma entegre etmek mümkün değildir. Burada STK’lar için vurgulayacağımız en önemli şey devletin almış olduğu bu ağır yükü bir nebze de olsa hafifletmişlerdir. Öte yandan bu süreçte yapılması gereken en başta açık kapı politikası uygulamak yerine ülkenin ne kadar sığınmacı kabul edebileceğini her yönden tartışıp o ölçüde insan kabul etmek olmalıydı. Düzenlenen mevzuatların ve vaad edilen ihtiyaçların daha net belirtilmesi gerekirdi. Ayrıca topluma entegre olmuş, işini kurmuş vatandaş gibi hayatına devam edenler dışında Suriyelilerin sınır ötesi operasyonlar sonucu oluşturulan güvenli bölgeye yerleştirilmesi gerekir. Böylece STK’lar da faaliyetlerini tek bölgede ve daha hızlı gerçekleştirir bu da olası yeni göçleri engeller.

Fatma Bayalan

Gökçe Peker

Sivil Toplum Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça:

Açıkalın, Ş. N., Dağhan, G., & Olgun, Z. Türkiye’ deki Suriyeli Mültecilerin Entegrasyonunda Yaşam Boyu Eğitim. Avrasya Uluslararası Araştırmalar Dergisi, 9(28), 395- 412.

Akman, K. (2018). Göç Yönetiminde Yerel Yönetimler ve STK İşbirliği. Uluslararası Yönetim Akademisi Dergisi, 1(3), 452- 466.

Çelik, V., Pekküçükşen, Ş. (2018). Türkiye’deki Sivil Toplum Kuruluşlarının Göç karşısındaki Çalışmaları Üzeine Bir Değerlendirme. Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi, 53(3), 1273-1283.

Çınar, S., S. (2017). İsveç ve Türkiye’deki Farklı STK’ların Gözünden Suriyeli Mülteci Krizi. (Yüksek Lİsans Tezi). İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Demirdağ, S., Z. (2018). Suriyeli Mülteci Krizini Yönetmede Türkiye’deki Ulusal Sivil Toplum Kuruluşlarının Rolü. (Yüksek Lİsans Tezi), Marmara Üniversitesi. Orta Doğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü.

Doğan, G. (2018). Mültecilerin Göç Durumu ve STK’ların Bu Duruma Etkisi. (Yüksek Lİsans Tezi). İstanbul Arel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Kaynar, M. K. (2005). Sivil Toplumun Kavramsal Tarihi ve Sivil Toplumla İlgili Güncel Tartışmalar. Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 23(1), 339- 369.

Kızılay. (t.y.). Göç ve Mülteci Hizmetleri. Erişim Adresi: https://www.kizilay.org.tr/neler-yapiyoruz/goc-ve-multeci-hizmetleri Erişim Tarihi: 2022, 16 Nisan. 

Kutlu, M. (2019). Türkiye’ deki Suriyeli Mültecilerin Türkiye’ nin İş Gücü Piyasasına ve İstihdama Etkileri Üzerine Bir Değerlendirme. Dicle Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 9(17), 45-59.

Mülteciler Derneği. (2022). Türkiye’deki Suriyeli Sayısı Mart 2022. Erişim Adresi: https://multeciler.org.tr/turkiyedeki-suriyeli-sayisi/ Erişim Tarihi: 2022, 16 Nisan. 

Şimşek, D. (2018). Mülteci Entegrasyonu, Göç Politikaları ve Sosyal Sınıf: Türkiye’ deki Suriyeli Mülteciler Örneği. Sosyal Politika Çalışmaları Dergisi, 367- 392.

Şimşek, D. (2019). Türkiye’deki Suriyeli Çocukların Eğitime Erişimi: Engeller ve Öneriler. Eğitim Bilim Toplum, 17(65), 10- 32.

Türk, G., D. (2016). Türkiye’deki Suriyeli Mültecilere Yönelik Sivil Toplum Kuruluşlarının Faaliyetlerine İlişkin Bir DEğerlendirme. Marmara İletişim Dergisi, (25), 145-157.

Üstün, S.  (2021). Türkiye’deki Suriyeli Göçmenlerin Entegrasyonuna Ulusal ve Uluslararası STK’ların Katkısı: Mukayeseli Bir İnceleme. (Yüksek Lİsans Tezi). İstanbul Üniversitesi. Sosyal Bilimler Enstitüsü. 

Yıldırım, Ş., D. (2019). Suriyeli Göçü ve Sığınmacıların Entegrasyon Sürecinde STK’lar. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 12(63), 726-735.

Yıldız, R., M. (2019). Türkiye’deki STK’ların Suriye’deki Savaşın Neden Olduğu Yoksulluğu Önleme Çalışmaları: İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı, Türkiye Kızılay Derneği ve Deniz Feneri Derneği Örneği. (Yüksek Lisans Tezi), Yalova Üniversitesi. Sosyal Bilimler Enstitüsü 

 

İnsani Yardım ve Sivil Toplum İnsani Yardım ve Sivil Toplum İnsani Yardım ve Sivil Toplum İnsani Yardım ve Sivil Toplum İnsani Yardım ve Sivil Toplum

Catalonia’s Quest for Independence

The Catalan independence referendum held on 1 October 2017, was one of the most important recent developments for the Spanish central government and for Catalonia. The unilateral declaration of independence of Catalonia after the referendum held on October 27, 2017 attracted the attention of the Spanish central government, as it revealed the possibility of deterioration of Spain’s territorial integrity and territorial unity (Çelik, 2021: 171). The study aims to explain the conditions and conditions in which the 2017 Catalan referendum took place, to understand the reasons for the independent decision after the referendum and the current political environment created by this situation.

Stepford Wives (2004)

Yönetmen: Frank Oz

Oyuncular: Nicole Kidman, Matthew Broderick, Bette Midler

Tarih: 2004

Süre: 93 dakika

Ülke: ABD

Tür: Komedi / Bilimkurgu

Ira Levin’in 1972 de yayınlanan Stepford Wives adlı eseri; 1975’de sinemaya gerilim olarak uyarlanmış fakat 2004 yılında Frank Oz tarafından komedi ve bilim kurgu kategorisinde çekilmiştir. 

Oz bu eseri günümüz dünyasına taşıyarak, cinsiyet ve teknoloji sorunlarını göz önüne serer. Filmde kadınlar başarılı, güçlü ve toplumda belirli bir statüye ulaşmış kadınlardır. Eşleri ise bu başarının altında ezildiklerini ve kendi kimliklerinin tehlikeye girdiğini düşünerek egemenliklerini geri almaya çalışırlar. Filmde bunun örnekleri olarak; ana karakter olan Johanna’nın kendi soyadını kullanması ve eşinin ona yaptığı konuşmada geçen Johanna’yı eğitim, dans, tenis, konuşmacı ve yönetici olmak gibi daha birçok konuda üstün gördüğü ve kendisinin bunun altında ezildiğini hissetmesiyle gösterilir. Filmde Johanna’nın siyah takım elbise giymesi; “Ben Daha İyisini Yaparım” ve “Güç Dengesi” gibi kadın ve erkek arasındaki rekabeti yansıtan ve kadının hep üstün çıktığı yarışmalar onun güçlü karakterini gösterir. Fakat kadının üstün olması ve daha iyisini istemesi filmin başından beri erkeği rahatsız eden unsurlardan biridir. Bu durum ilk olarak Johanna’nın program sunarken daha önceki yarışmacılardan biri tarafından saldırıya uğramasıyla gösterilir. Bunun yanı sıra Johanna, çağdaş sistemin içine hapsolmuş bir kadındır. Nasıl ki filmde ev hanımlarının kusursuz olması gerektiği fikri üzerinde durulmuş ise, çağdaş kadınların da her şeye sahip, başarılı ve kariyer sahibi kadınlar olması gerektiği üzerinde durulmuştur. Bunun örneği Johanna ve eşi Walter arasındaki tartışmada Walter’ın Johanna’ya onun siyah giyinmekten vazgeçmesini ve sadece korkutucu kariyer cadılarının böyle giyindiğini, böyle biri mi olmak istediğini sorduğunda Johanna’nın bu sözleri onaylamasıyla gözler önüne serilmektedir.

Filmde, Johanna saldırıya uğradıktan sonra işten çıkarılır ve eşiyle birlikte sakin bir kasabaya yerleşir fakat bu kasabada oluşturulan ataerkil düzen kadınların kusursuz bir görünüme sahip olmaları ve sürekli gülümsemeleri ve ev hanımı rollerini de mükemmel şekilde gerçekleştirmeleri üzerine kurulmuştur. Filmin ilk sahnelerinde kullanılan görüntüler ile kasaba görüntüleri arasındaki renk geçişleri bu kasabanın eril düşüncenin hayalini kurduğu düzen olarak yorumlanabilir. Filmin ilk başında daha koyu tonlar hakimken kasabaya giriş sahnesinde daha canlı renkler hakimdir. Aynı zamanda Walter’ın dikkatini  kasabaya adım atar atmaz gördüğü ince belli ve renkli elbiseli kadınlar çekmeye başlar. Filmde kullanılan görüntüler, erkeğin kafasında kurduğu mükemmel kadın profilini yansıtır. Bu profile uymayan kadınların dışlandıkları ve farklı oldukları için suçlu bulundukları ve klasik, mükemmel ev kadını profiline oturtulmaya çalışıldığı sadece erkekler tarafından değil kadınlar tarafından da kabul gören bir durum olduğu ortaya konulmuştur. Bobbie karakterinin ve Johanna’nın kasaba hayatını benimsemedikten önceki hali bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Johanna kasabaya ilk gittiğinde ufak tefek sözlü olarak dışlanmış olsa dahi bu hayatı kocasını mutlu etmek için benimsemek durumunda kalmıştır. Bununla birlikte, bize, ev hanımı rolünün her an karşımıza çıkabileceği gösterilir. Bobbie karakteri ne kadar kadınların toplandıkları derneklere gitse ve onlarla vakit geçirip onları anlamaya çalışsa dahi yaptıkları her etkinlikte kenara itilen kişi olmuştur. Örneğin, hep birlikte noel şarkıları söyledikleri sahnede Bobbie’ye tek başına geyik olma rolü verilmiştir. Ayrıca, eşcinsel olan Roger karakteri ve Cumhuriyetçi eşi filmin çekildiği zamanlarda devam etmekte olan toplumsal sorunları göz önüne sermiştir. 

Erkeklerin toplandıkları bina, onların egemen olduğu bir dönemden kalmış olup kadınların içeri girmesine izin verilmez. Bunun nedeni, burada toplanan erkeklerin eşlerini kusursuzlaştırmak istemeleri ve toplum içerisinde yaratılmış olan mükemmel ev kadını kalıbına uydurmak için kadınlara çip takıp onları robota dönüştürme çabalarıdır. Robota dönüştürme sistemi sayesinde sadece kusursuz kadınlara sahip olmakla kalmayıp onların hareketlerini kontrol edip istedikleri zaman açıp kapatma kontrolüne sahip olan erkekler, toplumdaki rollerini geri kazanmak ve eşleriyle aralarındaki rekabette tekrar üstün olmayı istedikleri için bu yola başvurmuşlardır. Johanna herkesin robota dönüşmesinden sonra endişelenerek bir araştırma yapar ve kasabadaki kadınların başarılı kadınlar, erkeklerin ise bilim ve teknoloji alanlarında kariyeri olan kişiler olduğunu keşfeder ve çocuklarını alıp gitmek için erkeklerin toplandıkları dernek evine gider fakat orada kocası onu robota dönüştürmeye hazır halde bekler. Daha sonra kısa siyah saçlı Johanna uzun sarı saçlı ve erkeklerin kafasında kurdukları kadın profiline uygun bir şekilde karşımıza çıkar. Ancak Walter onu robota çevirmemiştir çünkü eşini bir proje olarak görmez, filmde ilk kez karşılıklı sevgi ve anlayış karşımıza çıkar. Bununla birlikte, filmde ilk kez erkek bir kadını birey olarak tanımlar ve bir insan olarak görerek onu kalıplara oturtmaya çalışmaz. Filmin sonunda bu robotlaştırma sisteminin aslında Claire adında bir beyin cerrahının yarattığı bir sistem olduğu gösterilir. Bunun sebebi, iş hayatının onu robotlaştığını eşinin kendisini aldatınca fark etmesi ve kadınların iş hayatında robotlaşmadıkları, fazla mesai yapmadıkları ve sevildikleri bir toplum yaratmak istemesidir. Bu sebeple, kariyer yapmış ve iş hayatındaki başarılı kadınları seçerek bu projeye dahil eder. Sadece ev hayatındaki rolleri, eş ve  anne olarak değil iş hayatındaki rolleri de kadınları robotlaştıran ögeler olarak görür. Kadın ve erkek karakterleri arasındaki rekabet ve üstün çıkma çabası sadece kadınları değil erkekleri de robotlaştırır çünkü erkekler saplantılı bir şekilde belirli bir kalıba oturmuş bir kadın istemeye ve bu profile uymayan kadınları kusurlu olarak tanımlamaya başlar.

Sonuç olarak, kadınların kendilerini çevreleyen toplumsal düşünceler onların özgürlüğüne engel oluşturur. Kadınların mevcut sistem içinde hem iş hem ev içerisindeki rollerinde makineleştiğini vurgulayan film, kadınların kendi benliklerini keşfetmeleri gerektiğini aksi takdirde sadece erkeklerin değil, toplumun kendisinin oluşturduğu, belirli kalıplar dışına çıkamayacağını ve bu rolleri gerçekleştirmek zorunda kalacağını gösterir. Bunun olmasını önlemek için kadın ve erkek arasındaki anlayış ve görüşler gelişmeli, birey kendi kimliğini bulmalıdır ve dayatılan mevcut kalıplar dışına çıkmaya özen göstermelidir. Bütün bunlar sağlanmadıkça kadınların yaratılan ve dayatılmak istenen ataerkil düzenden çıkmaları ve bağımsızlıklarını elde etmeleri güçleşir.

Büşra TİRYAKİ

Sosyoloji Çalışmaları Staj Programı

Çeviri e-Kitap: Uluslararası İlişkiler – Stephen McGlinchey

Bu çeviri kitap, TUİÇ Akademi içinde yer alan araştırma ekibinin girişimiyle, Uluslararası İlişkiler alanına başlangıç seviyesinde bir temel oluşturmayı sağlamak amacıyla yazılmıştır. Elinizdeki kitap, temel konular ve günümüz küresel meselelerini içeren iki ana kısım ve bu kısımlarda yer alan alt başlıklardan oluşmaktadır. Bu yanıyla hem Uluslararası İlişkiler alanı hakkında bilgi sahibi olmak isteyenler, hem de bu alanda yol almış ve bilgilerini temelden tazelemek isteyenler için iyi bir rehber olacaktır.

Kitabın sizlere ulaşmasına kadar; telif, çeviri, editör ve yayın süreci boyunca emek veren tüm TUİÇ Akademi gönüllülerine teşekkür ederiz. Eserin dilimize kazandırılmış olması, dileriz alana ilgi duyan herkese yardımcı olur.

Stephen McGlinchey – Uluslararası İlişkiler  (indirmek için tıklayınız)

İngilizce Yayın: 2016 

Türkçe Yayın: 2022 

ISBN: 978-605-73593-1-5

TUİÇ Akademi Yayınları & Çeviriler

Kitap PDF_ Hyperlinked

Kentsel Dirençte Sivil Toplum Kuruluşları: TEMA’nın Rolü

Özet

Kentsel yaşamın hakim olduğu bir dünyada yaşamakta olan insanlar, gün geçtikte özlerinden ve doğadan uzaklaşmaktadır. Bu uzaklaşma kaynaklı olarak yaşamlarında birçok sorun ile karşılaşan insanların kentsel direnç konusunda kendilerini geliştirmeye ihtiyaçları vardır. Kentsel direncin gelişimi yönetimsel, toplumsal ve bireysel olarak gerçekleşmektedir. Bu araştırma yazısında siyasetten, kar amacından bağımsız olarak yaşamlarımızda bulunan sivil toplum kuruluşlarından TEMA’nın kentsel dirençteki rolünü inceleyeceğiz.

Anahtar Kelimeler: Direnç, Kentsel Direnç, Sivil Toplum, TEMA.

Abstract

People living in a world dominated by urban life are moving away from their essence and nature day by day. Due to this distance, people who are faced with many problems in their lives need to improve themselves in terms of urban resilience. The development of urban resilience can occur administratively, socially and individually. In this research article, we will examine the role of TEMA, one of the non-governmental organizations that exist in our lives regardless of politics and profit, in urban resilience.

Keywords: Resilience, Urban Resilience, Civil Society, TEMA.

Giriş

Kentsel yaşam ile birlikte toplumlar, bireyler yavaş yavaş doğaya bağlı olan özlerinden uzaklaşmaktadır. Kentsel yaşam içerisinde, beton binaların arasında, yaşamlarını idame ettirebilmek için mücadele verirken; bu yaşantının getirdiği veya getirebileceği sorunlar ile de mücadele etmeleri gerekmektedir. Yaşamlarını geçirdikleri kentlerdeki sorunları, kentsel direnç geliştirerek öngörülü bir şekilde aşabilmekte veya oluşan sorunlara çözüm yolları bulmaktadırlar. Kentsel direnci yaşanılan toplumdaki yönetim, toplum içerisinde oluşan ve devlete bağlılığı olmayan sivil toplum kuruluşları ve bireysel olarak geliştirebilmektedirler. 

Kentlerde yaşayıp doğa ile teması azalan insanların, topluluk halinde veya bireysel olarak doğaya ve doğal yaşama dahil olmasına destek olan TEMA bir sivil toplum kuruluşudur. Gönüllülük esasına dayanan bir sistemi bulunmakta olup, ülkemizdeki doğal yaşamı korumakta ve doğal yaşamı koruma bilincinin oluşmasına destek sağlamaktadır. 

Sivil toplum günümüzde, kendi kendine oluşmuş, kendi desteğini kendi varlığından alan, devletten özerk, gönüllü, bir hukuki düzen ya da kurallar kümesine bağlı sosyal hayatın organize bir alanını ifade etmektedir (Akpınar Gönenç, 2001: 41). Sivil toplum, bireylerin kendi arzularıyla oluşturdukları ortak yaşam alanını ifade etmektedir (Çaha, 2006 akt. Talas, 2011: 289).

Sivil toplum, en genel anlamıyla gönüllü, kendi kendini yaratan, kendi ayakları üzerinde duran, hukuksal bir düzenle ya da bir ortak değerler kümesiyle sınırlı, devletten özerk, örgütlü toplumsal yaşam alanı olarak tanımlanmaktadır. Sivil toplum, devlet ile birey arasındaki müzakere ve birleşmenin zorlama ve kısıtlama olmaksızın gerçekleştiği bir ara alan olarak da tanımlanmaktadır (Aslan, 2010: 262-263; Gönenç, 2001: 8; Köker, 2004: 99; Müler, 2006: 318-319; Yıldırım, 2003: 226; Abay, 2009: Yıldız, 2007: 56; Özer, 2008: 90). 

Sivil toplum devlet alanı dışındadır, ancak devlete karşı değildir (Akpınar Gönenç, 2001: 41). O halde, sivil toplum devletten özerktir; ama ondan kopuk bir alan değildir, onun varlığı ön şartına dayanır. Sivil toplum, devlet otoritesine karşı hem saygılı hem de tetiktedir. Sivil toplumun öngördüğü devlet, sınırlı erke sahip bir devlettir (Akpınar Gönenç, 2001: 41).

Sivil toplumun devlet-dışı oluşunu onun tek belirleyici niteliği saymak, şüphesiz “modern” toplumsal örgütlenmeler (sendikalar, ticaret odalarý ve meslek kuruluşları gibi) kadar, “mafya” gibi, “aşırı milliyetçi”, “etnik” ya da “köktendinci” organizasyonlar gibi örgütleri içermesi gerektiği yanılgısına yol açacaktır (Akpınar Gönenç, 2001: 43). Devleti kapsamayan, devletin dışında bulunan bir örgüt veya topluluk; gelenekselliğin dışında ve otomatik olarak ilerici veya demokratik değildir. Sivil toplum geniş bir organizasyonlar dizisini içine alır. Bunlar:

  1. “Ekonomik (üretici ve ticari birlikler ve şebekeler)
  2. Kültürel (dînî, etnik, komünal ve diğer ortak hakları, değerleri, inançları, görüşleri, sembolleri savunan birlikler) 
  3. Bilgi edinmeye ve eğitime yönelik (kamuya bilgi, fikir, haber vermeye ve bunları yaymaya hasredilmiş -kâr amaçlı olan veya olmayan – örgütler) 
  4. Menfaat merkezli (üyelerinin ortak işlevsel ya da maddi menfaatlerini savunmak ve geliştirmek için örgütlenmiş işçiler, emekliler, mahkûmlar, profesyoneller ya da benzerleri için) 
  5. Geliştirici (alt yapı tesislerini, kurumlarını geliştirmek ve toplumsal yaşam kalitesini yükseltmek için bireysel kaynaklar oluşturma organizasyonları) 
  6. Sorun merkezli (çevre koruma hareketleri, kadın hakları, toprak reformu ya da tüketiciyi koruma vb.) 
  7. Vatandaşlıkla bağlantılı örgütlenmeler ( siyasî sistemin partizan olmayan bir biçimde geliştirilmesini isteyen ve onu insan haklarının denetimi, seçmen eğitimi ve mobilizasyonu, seçim gözetmenliği, siyasî yozlaşmayı önleyici çabalar vs. yoluyla daha demokratik hale getirmeyi hedefleyen örgütler) (Akpınar Gönenç, 2001: 44).

Sivil toplum çok yönlüdür. Üzerinde tartışılan güncel bir kavram olarak, resmî olmayan grupları, gönüllü birlikleri, kültürel ve iletişime ilişkin kurumları, bireysel moral sistemleri, kanunları ve birey haklarını kapsar görünmektedir. Bu haliyle sivil toplum, birarada yaşamanın test edildiği bir alandır (Akpınar Gönenç, 2001: 46).

Kentlerde bir arada yaşanırken bazı sorunlar ile karşılaşılmaktadır. Bu sorunlar insan kaynaklı veya doğa kaynaklı olabilmektedir. Sorunlara çözüm üreterek bir arada yaşayabilmek için kentsel direncin geliştirilmesi gerekmektedir. 

1. Kentsel Direnç

Direnç kavramı genel olarak herhangi bir değişime karşı direnme ve başlangıç durumuna geri dönme ile ilgili bir içeriğe sahiptir. Acil durum planlamasında ise, salgın hastalıklar ve şiddetli hava olayları gibi risk ve şoklara verilen cevap ve güvenlik önlemleri ile benzer anlama gelecek şekilde kullanılmaktadır (Mehmood, 2016: 407). 

BM-Habitat’a göre kentsel dirençlilik; kentsel sistemlerin tüm paydaşlarıyla birlikte, kentler üzerinde baskı yaratan tüm stres ve şoklarla mücadele edebilme, bunlara olumlu uyum sağlayabilme, hizmetlerin bu sırada sürdürülebilirliğini sağlayabilme, bunları hızla iyileştirebilme ve dönüştürebilme yeteneğidir (BM-Habitat, 2021). OECD tarafından yapılan bir tanıma göre ise dirençli kent, gelecekteki ekonomik, çevresel, sosyal veya kurumsal kaynaklı şoklar karşısında yapı ve araçlarını olumlu bir şekilde dönüştürebilen, şokları absorbe edebilen, iyileştirebilen, bunlara önceden hazırlıklı olma ve atlatma becerisine sahip şehirlerdir (OECD, t.y.). Kentsel direnç; hali hazırda var olan bir sorunla baş etmenin yanında, oluşabilecek sorunları da öngörerek çözüm yolları oluşturmayı da kapsamaktadır. Bu sorunlar insan eli veya sorumluluğu ile oluşan yönetimsel, ekonomik sorunları da deprem, sel gibi coğrafi sorunları da kapsamaktadır. Bununla birlikte bir sorun diğerinin önkoşulu veya devamı da olabilmektedir. Sorunlarla mücadele ederken gündelik hayatında etkilenmemesi veya minimum düzeyde etkilenmesi için kentsel dirençliliğe ihtiyaç vardır.

Kentsel direnç, aynı zamanda planlama ve ekoloji arasındaki ilişkisellik bağlamında bu ilişkiyi anlatan bir kavramdır (Pickett, Cadenasso ve Grove, 2004 akt. Ersavaş Kavanoz, 2021: 377). “Planlama teorisi ve pratiğinde direnç düşüncesi toplum ve çevre arasındaki ilişkiyi analiz etmeye yardımcı bir enstrüman olarak toplumsal ve kurumsal çerçevede beliren çevresel tehditlere karşı cevaben ortaya çıkmıştır (Mehmood, 2016: 407; Mileti, 1999 akt. Spaaans ve Waterhoot, 2017: 109). Sürdürülebilirlik, ekonomik kalkınma ve yönetişim gibi kentsel amaçlarla birlikte direnç kavramının ilişkisi kurulduğunda kent sisteminin bilgi ve kaynak aktarma kabiliyeti bakımından kentin planlanmasında dirençli bir kent yaratmak önem kazanmaktadır (Desouza ve Flanery, 2013: 89). Vale (2014), direnç kavramının sürdürülebilirlik, büyüme ile ilgili anlamlarının yanında toplumu, ekonomiyi, çevreyi potansiyel tehditlere karşı emniyet, güvenlik ve koruma gibi stratejik anlamları da kentsel yaşama dâhil ettiğini belirtmektedir” (Ersavaş Kavanoz, 2021: 377).

Kentsel dirençliliğe sahip şehirler, değişen şartlar karşısında kendisini yeni duruma göre dönüştürebilen, değiştirebilen ve geliştirebilen şehirler olup, ekonomik, kurumsal, çevresel ve sosyal alanlarda fonksiyonlarını devam ettirebilen, buna hazırlıklarını sürekli geliştiren şehirlerdir. Şüphesiz bu yeni duruma uyum, sorunları çözme ve dönüşüm, kentlerin kapasitelerine bağlı olarak değişkenlik göstermektedir. Kentler kendi ekonomik, sosyal kaynaklarına, sahip oldukları iş birliği gücüne ve yenilikçi anlayışlarına göre farklı imkânlara sahiptir (Demirel ve Öztürk, 2021: 27 akt. Tuğaç, 2019: 989). Kentin direnç kapasitesinin artırılmasında işbirliği yapılması, toplumun bütün kesimleriyle sürece dahil edilmesi toplumun bilgilenmesini ve hazırlıklı olmasını, bu da toplumun dirençli olmasını sağlamaktadır. Eğer bir toplum dirençli olmaz ise bir kent afetlere, krizlere ve tehlikelere karşı daha kırılgan olacak ve mücadele kapasitesi azalacaktır (Demirel ve Öztürk, 2021: 27-28 akt. Ersavaş Kavanoz, 2020: 17). 

Kentsel direnç yaratılmak istendiğinde sadece merkezi yönetim ve yerel yönetimler arasındaki mücadelelerin son bulması ve işbirliğine gidilmesi ile değil bununla birlikte geniş bir paydaş grubunun sorumluluk alması ile bu gerçekleşebilecektir. Bu bizi Lefebvre’nin (2015) “kent hakkı” kavramına götürmektedir; kentte yaşayanların kendi geleceklerini de belirleyebilme hakkına sahip olabilmesi (Ersavaş Kavanoz, 2021: 378). 

“Lefebvre’ye (2015) göre kentsel mekânın üretimi, zorunlu olarak ona bağlı olan sosyal ilişkilerin yeniden üretimini de içermekte ve kentin sadece fiziksel mekânının planlamasından daha fazla olarak kent hayatının tüm yönlerinin üretimi ve yeniden üretimini içermektedir. Lefebvre, siyasal iktidarların kentsel örgütlenmeyi belirledikleri, kentsel örgütlenmenin ise, insan yerleşimlerini belirlenebileceğini belirtmektedir. Ona göre kent hakkı, kentin sosyal, politik, ekonomik ilişkilerinin yeniden yapılandırılmasıdır. Kent hakkı, karar vermeyi devletten uzaklaştırıp kentsel mekânın bir ürünü olmaya yaklaştıracak şekilde yeniden düzenlemektedir. Demokratik müzakerenin sadece devlet kararları ile sınırlı tutulması yerine, kentsel mekânın üretimine katkı sağlayacak tüm kararlarda uygulanması gerektiğini belirtmektedir. Kent hakkı, kentle ilgili kararlarda kontrolü tümüyle sermaye ve devletten kent sakinlerine kaydırarak, kentsel mekânın üretiminin temelini oluşturan güç ilişkilerinin yeniden yapılandırılması ihtiyacı üzerinde durmaktadır” (Güler, 2011: 52- 54 akt. Ersavaş Kavanoz, 2021: 378).

Kentsel direncin gerçekleştirilmesine yönelik politikalarda aktörler; ortaklık, işbirliği ve koordinasyon içerisinde hareket edebilmelidir. Kentlerin direnci hükümetler, özel sektör, sivil toplumu da içine alacak şekilde sorumlulukların paylaşımını gerektirmektedir (Ersavaş Kavanoz, 2021: 385). 

Sivil Toplum Kuruluşlarından Temanın Kentsel Dirençteki Rolü

TEMA’nın amacı; Sürdürülebilir yaşam ilkesiyle başta topraklar olmak üzere tüm doğal varlıkların korunması için bilim temelli çalışan, topraktan gelen toplumsal barışa inanan, halkla bütünleşen, ülkenin ve dünyanın geleceğinde söz sahibi olan, gönüllü, bilinçli, öncü, uluslararası ve muteber bir sivil toplum kuruluşu olmaktır (TEMA, t.y.).

TEMA birçok alanda projeler yürütmektedir. Bu alanlara örnek olarak; ağaçlandırma çalışmaları, savunuculuk ve çevre politikaları, kırsal kalkınma ve eğitim verilebilir. En yaygın olarak “Bu topraklarda umut yeşertiyoruz” sloganını kullanmaktadır. Bu slogan temelinde faaliyetlerini gerçekleştirmekte, insanların doğayla temasına destek olmakta ve kentsel dirence katkı sağlamaktadır.

Su yaşamın temellerinden biridir. Günümüzde temiz su tükenme tehlikesi altındadır. Bu evrensel ve kentsel bir sorundur. TEMA “Suyunu Boşa Harcama” adlı bir kampanya oluşturmuştur. TEMA Vakfı Türkiye’yi bekleyen susuzluk tehlikesine karşı; gereksiz yere sifon çekmeyerek, duş başlığını değiştirerek, su kaçaklarını engelleyerek, muslukları onararak (1 ton su tasarrufu), çamaşır makinesini ekonomik kullanarak (9 ton su tasarrufu), bulaşıkları elde değil de bulaşık makinesinde yıkamak (26- 40 ton su tasarrufu), sebze yıkarken musluğu açık bırakmamak (18 ton su tasarrufu), traş olurken ve diş fırçalarken musluğu kapatmak (10 ton su tasarrufu), daha kısa duş almak (18 ton su tasarrufu), tasarruflu rezervuarlar kullanmak (16 ton su tasarrufu) gibi on basit önlem önerisinde bulundu. (Bozkurt, 2009: 71).

Üretimin zayıf olduğu kapitalist dünya eylemlerini, üretici eylemlere dönüştürme girişimleri vardır. Özel günlerde dayatılan hediye satın alma eylemi; hatıra ormanı oluşturma, fidan bağışı yapma gibi eylemlere dönüşmeye başlamıştır. Sosyolojik açıdan bakıldığında bu eylem ile kapitalizmi doğal yaşama destek için kullanmaktadır. Oluşabilecek doğal afetlere karşı bir eylem planı olarak görülebilir.

Ağaçlandırma, hatıra ormanları oluşturma gibi eylemlerin devamlılık arz etmesi ve toplumun bilinçlenmesi için çocuk yaş grubundan yetişkin yaş grubuna kadar çeşitli eğitimleri bulunmaktadır. Gönüllüleri ve eğitimleri yaş grubuna göre kategorilere ayırmaktadır. Örnek olarak: Minik TEMA, Yavru TEMA, Genç TEMA, Mezun TEMA. Bu eğitimler ile birlikte; doğaya, insanlara, yaşama karşı saygılı ve bilinçli nesiller yetişmektedir. Bununla birlikte insan kaynaklı olarak doğada oluşabilecek sorunları önleyebilme ve oluşan sorunlara çözümler üretmeyi öğrenmektedirler.

Kentleşme ile gelen betonarme yaşamın içerisinde doğa ile olan ilişkimize bir ışık tutarak özümüze dönmemize yardımcı olmaktadır. Bunu geniş yaş skalasında verdiği eğitimler, ülke çapında yürüttüğü ağaçlandırma ve hatıra ormanları oluşturma, iyilik koşuları ile destek ve destekçi sağlayarak sürdürmektedir.

Sonuç

Toplumu ve bireyleri yapılan eğitimler ile doğaya ve doğal yaşama dair bilgilendiren TEMA, kentsel direncin gelişmesinde sivil toplum kuruluşları alanında bulunmaktadır. Kentsel direnç gelişiminin en önemli ayaklarını kullanarak desteklemektedir. Geniş yaş skalasında verdiği eğitimler ve yapılan yürüyüş vb etkinlikler ile toplumsal bilgilenmeyi sağlamaktadır. Bununla birlikte edinilen bilgiler ışığında oluşan ve oluşabilecek sorunlara karşı çözümler sunarak planlama yapmaktadır. Önemli olan bir amaç uğruna bireylerin bir araya gelerek, çözüm önerileri ortaya çıkarabilmesi ve bunları hayata geçirebilmesidir. Geniş gönüllü kitlesi ile TEMA kentsel direnç alanında gelişime destek sağlayabilmektedir. TEMA Vakfı, bireysel olarak insanların doğa ile etkileşimini artırırken, toplumsal olarak da kentsel dirence katkı sağlamaktadır.

Nida BAĞ

Sivil Toplum Kuruluşu Staj Programı

Kaynakça:

Aslan, S. (2010). Türkiye’de Sivil Toplum. Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, 260-283.

BM Habitat. (2021). Yeni Kentsel Gündem. Erişim Adresi: https://habitat3.org/wp-content/uploads/NUA-Turkish.pdf (Erişim Tarihi: 03.04.2022)

Bozkurt, S. (2009). Toplumsal Sorumluluk ve Bilinçlendirme Kampanyaları: TEMA Vakfı Örneği. Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Kültür Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Ersavaş, Kavanoz, S. (2021). Kentsel Direnç Planlamasında İş Birliği. Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, (59), 375-390.

Gönenç, Akpınar A. (2001). Sivil Toplum Düşünsel Temelleri ve Türkiye Perspektifi. Altkitap Yayınevi.

Hoda, S. (2017). TEMA Vakfı ve Yaptığımız Çalışmalar. Anadolu Öğretmen Dergisi, 102-106.

Lefebvre, H. (2015). Şehir hakkı. (Çev. Ergüden, I.). Sel Yayınları.

Mehmood, A. (2016). Of resilient places: Planning for urban resilience. European Planning Studies 24(2), 407-419.

OECD. (t.y.). Resilient Cities. Erişim Adresi: https://www.oecd.org/cfe/regionaldevelopment/resilient-cities.htm (Erişim Tarihi: 03.04.2022). 

Özdemir, S., Başel, H., Şenocak, H. (2010). Sivil Toplum Kuruluşları (STK)’nın Artan Önemi ve Üsküdar’da Faaliyet Gösteren Bazı STK’lar Üzerine Bir Araştırma. Journal of Social Policy Conferences , 0(56), 151-234.

Öztürk, N. K., Demirel, Ö. (2021). Çok Paydaşlı İş Birliği ve Dirençli Kent Açısından Montreal Şehri. Ekonomi ve Yönetim Araştırmaları Dergisi, 10(2), 24-44.

Spaans, M. ve Warterhout, B. (2017). Building up resilience in cities worldwideRotterdam as participant in the 100 Resilient Cities Programme. Cities, 61, 109-116.

Talas, M. (2011). Sivil Toplum Kuruluşları ve Türkiye Perspektifi.Türklük Bilimi Araştırmaları, 387-400.

TEMA. (t.y.). Erişim Adresi: https://www.tema.org.tr (Erişim Tarihi: 03.04.2022)

Yeğen, M., Keyman, E. F., Tol, U. U., & Çalışkan, M. A. (2009). Türkiye’de gönüllü kuruluşlarda sivil toplum kültürü.