Home Blog Page 258

Yrd. Doç. Dr. Ahmet Yükleyen ile Avrupa’da Selefilik

 

Ayşe GÜN : Selefilik tam olarak nedir acaba?

Yrd. Doç. Dr. Ahmet YÜKLEYEN: Quintan Wiktorowicz’e göre Selefiliğin üç çeşidi var. İlk olarak Suudi krallığına bağlı olan Selefiler var. Bunlar apolitik ve cihada karşılar. Fakat onlara karşı olan bir grup oluştu; siyasi, Suud Krallığından bağımsız olan Selefiler. Bunlar zaten daha büyük olan bu grup. Bir de üçüncü bir grup var, cihatçı Selefiler. Ama bunların hepsi Selefi aslında. İşin en kritik yanı bunların arasında birbirilerine geçişler var, birbirlerine ikna etmeye çalışıyorlar, yani her yönlü geçişler oluyor.

Uluslararası Sistem Açısından Güvenlik ve Güvenlik Algısında Yaşanan Değişmeler

0

Özet

    Uluslararası ilişkilerde güvenlik kavramı uluslararası sistem için önem arz etmektedir. Bu kavram özellikle devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerinde önemli rol oynamaktadır. Devletlerin güvenlik algısı o dönemin özelliklerine bakılarak değerlendirilmelidir. Aslında bunun nedenini, o dönemin ekonomik, sosyal ve siyasal koşullarının verdiği etkilerde aramak gerekir. Aralarında en önemli gördüğüm nedenlerden birisi ise, kavramın kendini yeniden değiştirip sistemde yer aldırtmasını sağlayan bir niteliğinin olmasından kaynaklanmaktadır.

Güvenlik algısında değişimler yaşanmaktadır. Yaşanan bu değişimlere tarihin en başından günümüze kadar incelediğimizde güvenlik algısında yaşanan değişimlerin sebeplerini açıkça görmekteyiz. Özellikle, Soğuk Savaş döneminde kırılma oldu. Soğuk Savaş sonrasında güvenlik algısı değişimle yüzleşti. 11 Eylül saldırıları güvenlik algısı da yaşanan değişimin zorunlu kılındığı bir diğer dönemdir. Bu dönem sayesinde öncesinde devlet merkezli olan yaklaşımlar bireye indirgenerek incelenmeye başlanmıştır. Bireye indirdiğimizde kavramın içinden çıkılamayacak derecede genişlediğini görürüz. Güvenlik kavramının kompleks bir kavram olması ve çok eski tarihlere dayandığı bir gerçektir. Kavram sadece değişerek tekrardan hayat bulmaktadır. Bu değişimini ise dönemin önem arz eden gelişmelerine borçludur.

Anahtar Sözcükler: Uluslararası Sistem, Uluslararası Güvenlik, Güvenlik Algısı, Değişim.

Abstract

    Security is important for international system in international relations. Especially, security has an important role in relations of states. Perception of states security is assessed according to the characteristics of that period. In fact, the reason of it is looked for that economic, social, political conditions of period. According to me, the most important reason is that security refreshed yourself and this is its qualification.

Perception of security is changed. That changing continues at the begining of the history to the present day and if we examinate it, we will see its changing reasons. Especially, it has period which is the Cold War. After the Cold War, perception of security faced changing.  Perception of security was changed by 11 April Attacks. Thanks to that period, state-centered approaches have been investigated with reduced individual.  When we reduced individual, we see that the meaning of security will be expanded.  Security has complicated meaning and it is based on the ancient times. Security consists of changing yourself again. This change is due to the importance that the period of development.

Key Words: International System, International Security, Perception of Security, Changing.

 

GİRİŞ:

 

Her sistemde olduğu gibi dünyadaki uluslararası sistemde de güvenlik konusu işlenmektedir. Güvenlik sistemde devletlerin birbiriyle olan ilişkileriyle yakından bağlantısı olan bir kavramdır. Devletler, güvenliklerini kendilerinin algıladığı ölçüde değerlendirmektedirler. Yaptıkları bu algıyla sistemde değişimler yaşanmaktadır. Özellikle, güvenlik gibi kendini sürekli yenileyen ve tanımlanması gereken bir nitelikteki kavramın değişiminin olmaması gibi bir durum olmamıştır.

Bu düşünceler çerçevesinde çalışmanın ana iskeleti; uluslararası sistemde güvenlik kavramı açıklanarak tanımlamalarıyla kavramın niteliği açıklanarak, geçmişten günümüze kadar olan dönemde güvenlik algısındaki değişimleri de kapsayacak şekilde tasarlanmıştır.

Buna göre birinci bölümde; çalışmanın teorik alt yapısını oluşturmak maksadıyla güvenlik ve onun özelliklerini içeren bir çerçeve çizilmeye çalışılmıştır. Özellikle, bu bölümde güvenlik kavramı için önem arz eden bazı kavramları açıklayarak kavramı tanımlarken daha iyi anlaşılması hedeflenmiştir.

İkinci bölümde ise, güvenliğin algısının tarihsel açıdan incelenerek geçirdiği değişimler ortaya konulmaya çalışılmıştır. Çalışma konusu itibariyle önem arz eden güvenlik algılamaları daha detaylı incelenerek, teorik açıdan nasıl şekillendiği konusunda yapılan tartışmalar tespit edilmiştir.  Daha sonrasında ise kırılma noktası olarak ifade edilen Soğuk Savaş ve 11 Eylül saldırılarında güvenlik algılamalarındaki değişimlere yer verilmiştir.

A.Uluslararası Sistem Açısından Güvenlik

Tarih boyunca insanın yaşamında yer alan güvenlik kavramı birey için temeldir. Maslow’un ihtiyaçlar teorisinin alttan ikinci basamağında[1] da yer alan güvenlik ihtiyacı farklı düzlemlerde ve farklı şekillerde ortaya çıkar. Güvenlik denilince korku ve tehlikeden uzak olma hissi akla gelir. O zaman güvenlik fiziksel bir anlam olduğu kadar psikolojik bir anlamda ifade etmektedir. Genellikle güvenlik denilince fiziksel anlamda ki gelir. Bu uluslar arası ilişkilerde ise bir devletin sınırlarının diğer devlet tarafından saldırıya uğraması veya tehditlerinden uzak durma anlamına gelir.

Güvenlik kavramından bahsedebilmek için belli başlı kavramları ele almamız gerekir. Bunlardan ilkinin varlık olduğunu söyleyebiliriz. Bir devletin varlığı güvenliği gerektirir. Devlet ortada yoksa böyle bir olguya da ihtiyaç yoktur. Bir diğer kavram ise değerdir. Eğer değerli bir varlığınız varsa o zaman diğerlerinden tehdit algılamanız mümkün olacaktır. Buna en güzel verilecek örnekse, doğal kaynaklardır. Bu doğal kaynakların içinde de petrolü gibi değerli bir doğal kaynağınızın olması sizin dışarıdan tehdit almanızı ve güvenliğinizi ona göre şekillenmesi gerekebilir. Buradan da diyebiliriz ki, ne kadar az kaybedecek değerleriniz varsa güvenliğiniz için o kadar az endişe duyarsınız. Buzan, güvenliği, varlık ve değer kavramı üzerinde şu şekilde ifade etmektedir: “…bir konunun güvenlik konusu olması için, bir grup insan tarafından değer verilen bir nesneye yönelik belirgin bir tehdit olmalı ve bu tehdit acil önlemlerin alınmasını gerekli kılmalıdır…”[2]

Varlık ve değer kavramlarına başka bir açıdan incelemek için Yenizellanda’yı ele alalım. Coğrafi yapısı nedeniyle Amerikan güvenliğine ihtiyaç duymadan kendi ulusal güvenliğini sağlayabilir. Bunun sebebi, değerli bir doğal kaynağının fazla olmamasının yanında coğrafi bölge olarak genellikle dağlık bir bölge olmasından güvenlik kaygısının da az olduğunu söyleyebiliriz. Aynı durum çöl iklimine sahip olan ülkeler içinde geçerlidir. Çölde yaşayan kabileler eskiden çölün iç kesimlerine kaçarak kendi güvenliklerini sağlardı. Çünkü çölde yaşamak demek barınma yeteneğinden yoksun olmak ve değerli olmayan toprak oluşundan –kısacası kimsenin işine yaramayacağından- zarar verme ihtimalleri de oldukça düşerdi. Yani, kabileler kaybedecek somut pek fazla şeylerinin olmamasını güvenlik ihtiyaçlarının sınırlı kalmasını sağlamıştır.

Uluslararası ilişkiler disiplini içerisinde kuramsal açıdan yapılan ilk en önemli çalışmalara imza atan A.Wolfers’a göre güvenlik, kazanılan değerlere yönelik bir tehdidin olmaması halidir.[3] Burada da ifade edildiği gibi güvenlik elinde var olan veya kazanılan değerlerin güvende olması durumudur.

Güvenliğin fiziksel boyutunun yanında aslında psikolojik bir boyunun varlığından da söz edebiliriz. Örneğin, günümüzde teknolojik ve askeri üstünlük güvenlik anlamında diğerlerine göre daha üstün bir konumunun olduğunu göstermektedir. Buna en iyi örneğin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra nükleer silahlanmalarla yarış haline gelen uluslararası sistemindeki aktörler güvenlikleri için yapmış olduğu pek çok hamleler vardır. Amerika ve Rusya’nın bu yarışta başı çekmeleri aslında dünyadaki güvenlik algılamalarının değişime uğradığını bize gösterir. Sıcak savaşa dönüşmemesi durumu aslında güvenliğin fiziksel olduğu kadar psikolojik bir seviyeye geldiğinin de göstergesi olmuştur.

Güvenlik olgusundan söz edilebilmesi için, varlığın korunması ve sürdürülmesine yönelik,

• bir ya da birkaç iç tehdidin,

• ve/veya bir ya da birkaç dış tehdidin,

• ve/veya bu türden algılanmaların ve tahminlerin bulunması gerekmektedir.[4]

Buraya kadar anlatılanlara bakarak güvenlik kavramının günlük yaşamdaki kullanımından farklı bir şekilde uluslararası ilişkilerde yer aldığını da söyleyebiliriz. Toplumda güvenlik kavramını sosyal güvenlik veya bireysel güvenlik anlamını taşır ama bu durum uluslararası alanda güç politikalarına dayanan bir olguyu ifade eder.

Bir konunun uluslararası güvenlik alanında girip girmediğini devletlerin devamlılığı için bir tehdit oluşturup oluşturmadığına bakarak da bir ayrıma gitmek mümkün. Bu ayrım geleneksel askeri politik yaklaşım içerisinde bulunabilir. Bu ayrıma göre, devletin devamlılığına tehdit oluşturan her şeye karşı güvenliği oluştururken yapılacak olağan veya olağanüstü her hareket doğrudur ve meşru görülebilir. Devletlerde tarih boyunca bu anlayışla hareket etmiş ve bu durumun doğal hakları olduğu anlayışı kendisine yönelen bir tehdide karşı savaşa başvurma hakkı olarak şekillenen meşru savunma kavramı da böylelikle kabul görür olmuştur. Daha sonrasında gelişen küreselleşmeyle oluşan çok kutupluluk uluslar arası sistemi etkileyen aktör sayındaki artış bu anlayışa yeni bir soluğun getirilmesini gerekli kılmıştır.

Güvenliğin farklı boyutlarına yönelik yapılan tehditlerde aslında farklılık gösterir. Örneğin, askeri anlamda tehdit denildiğinde devleti, politik anlamda denildiğinde devletin egemenliğini, sosyal alandaki ise milleti veya dini olguları temel alınır.

Uluslararası ilişkiler disiplininde yer alan güvenlik aslında aktörlerin kim olduğuna, büyüklük ve amaçlarına göre şekillendirmek mümkündür. Örneğin, devletin baz alarak yapılan güvenlik anlayışıyla sivil toplum kuruluşları, baskı-çıkar grupları, siyasi partiler gibi diğer aktörlerinde uluslararası sistemdeki güvenlik anlayışı bir olamaz. Aynı şekilde etkisinin büyüklüğü konusunda da farklılıklar arz ederler. Devletin güvenlik konusundaki politikasıyla sivil toplum kuruluşlarınınki aynı şey değildir, onlar devletin politikasında etkisi olan veya devletin stratejilerini etkileyen faktörler olarak nitelendirilir. Amaçları da farklıdır. Örneğin, devlet elindeki doğal kaynaklarının güvenliğiyle ilgilenirken, diğer aktörlerin amacı üyelerinin çıkarlarına hizmet etmek olabilir.

Sonuç olarak, aktörlerin bu farklılıkları onları farklı güvenlik arayışlarına ve faaliyetlerine iter. Bu durumda, aktörlerin uluslararası sistemdeki ağırlıkları, güçlerinin ve kapasitelerinin büyüklüğünün de etkisiyle uluslararası arenadaki güvenlik algılanışlarını ve kendine biçtiği rolün önemli olduğunu söyleyebiliriz. Buna ek olarak, uluslararası sisteme karşı geliştirdiği algı gerginlik veya baş gösteren bir krize karşı hassasiyeti güvenlik algısındaki süreçleri etkilemektedir.

Uluslararası ilişkilerde güvenlik kavramının temelde birkaç düzlemde bulunacağı söylenebilir:

a- Uluslararası sistemin bütünü ya da bütüne yakınının güvenliği,

b- Coğrafi ya da işlevsel alt sistemlerin, bölgelerin güvenliği,

c- Devletin güvenliği,

ç- Toplumun güvenliği,

d- Toplumsal alt grupların güvenliği,

e- Bireylerin güvenliği[5]

Buradan da şu söylenebilir ki güvenlik bu iç içe geçmiş unsurların aynı anlamlara gelmez. Örneğin, uluslararası sistemin bütünlüğü her devlet için farklı anlamdadır. Bir örnekle açıklamak gerekirse, Arap Baharı gelişmesinde yaşananları düşünürsek oradaki halk kendi güvenliğini -bireysel güvenlik- Amerika, Rusya ve diğer büyük güçler bölgenin stabilize edilip güvenliğin sağlanması ve oradaki çıkarlarına zarar gelmemesini –bölgelerin güvenliği-, Avrupa Birliği gibi uluslararası sistemde yer alan bir örgütün yine sistemdeki ağırlığını kullanarak duruma karşı vereceği reaksiyon farklı olacaktır. Buradan şunu da çıkartmak gerekir: uluslararası sistemin güvenliğinden bireye doğru veya tam tersi bir yönde hareketlenmeler görülebilir. Bu aslında güvenlik sistemini oluşturur. Öyleyse, önce bireyin güvenlik anlayışı ve tehdit algısı ona en yakın basamağı etkileyip şekillendirir. Küresel güvenlikte alt basamak olan bölgesel güvenlikten beslenir.

Uluslararası sistemdeki aktörler güvenlik anlayışı ve arayışları farklılık gösterebilir ama güvenliği temin etme konusunda farklı seçeneklerinin olmadığı da söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında ulusal güç ve jeostratejik konumları göz önüne alınarak benzer koşullar altındaki aktörler güvenliklerini temin ederken yöntem olarak benzer yolu seçebilirler. Buna örnek verirsek, dünyanın her bölgesinde mevcut olan terörizm verilir. Terörizmi uluslararası sistemde önemli bir yer kaplayan güvenlik sorunudur. Bu soruna karşı aktörler aynı tür tehdit olarak algılarlarsa iki tür davranışta bulunurlar. Bunlar:

  1. Tehdide karşı güçbirliği yaparak karşı koymak için aralarında bir iş birliği kurarlar. Karşılıklı bağımlılık anlamına gelen bu tür bir iş birliği iki şekilde öne çıkar: Birinci olarak anılan işbirliği, yalnızca bir araya gelenlerin güvenliğini esas alır. İkincisi işbirliği ise sistemin bütünlüğünün güvenliğini esas alır.
  2. Tehdide karşı koymak için, tehdidi ortadan kaldırmaya yetkin en güçlü aktörün denetimi altına girerler. Bu durum, asimetrik bir karşılıklı bağımlılık anlamına gelebileceği gibi, bir bağımlılık ilişkisine de karşılık gelebilir.[6]

Görüldüğü üzere uluslararası güvenlik arayışları genellikle ulusal güvenlik arayışlarının bir üst seviyede buluşmasıdır. Bir ülke, çıkarlarını bir kere tanımladığında, onları ilerletebilmenin yollarını arar ve bunlara yönelik tehditleri araştırır. Diğer tarafların ne istediğini öğrenmeye çalışır; benzeri çıkarlara sahip ülkeler içerisinde müttefikler arar, bu ülkeler ile ne çeşit antlaşmalar yapabileceğini sorgular, her iki tarafın çeşitli çıkarlarını birleştirmenin ve uzlaştırmanın yollarını bulmaya çalışır.[7]

Uluslararası güvenlik denilince akla gelen ve evrensel düzeyde güvenliği sağlama misyonu bulunan Birleşmiş Milletler, görülebilir gelecekte endişe teşkil eden güvenlik tehditlerini altı grupta toplamaktadır;

– Ekonomik ve sosyal tehditler, (yoksulluk, bulaşıcı hastalıklar ve çevre sorunları da dahil)

– Devletler arası çatışmalar,

– İç çatışmalar (sivil savaşlar, soykırım ve diğer büyük ölçekli karışıklıklar dahil)

– Nükleer, radyolojik, kimyasal ve biyolojik silahların yayılması,

– Terörizm ve ulus aşan organize suçlar.[8]

Amerikan Ulusal Güvenlik Danışmanı James Jones da “Güvenlik kavramı günümüzde kendi toplumlarımızın ekonomisi, enerji, yeni tehditler, asimetrik tehditler, silah kaçakçılığı, narko-terörizm ve bunun gibi birçok konular ile yakından ilgilidir ve bu konuları da içine almaktadır.”[9] şeklindeki değerlendirmesiyle Birleşmiş Milletleri desteklemektedir.

Uluslararası güvenliğe yönelik tehditlerin analiz edilmesine yönelik olarak Uluslararası Gelişme ve Çatışma Yönetim Merkezi tarafından, 1946-2007 yılları arasında tüm dünyada meydana gelen devletlerarası ve iç çatışmaların istatistiki bilgileri derlenmiştir.  Bu çalışma sonuçlarına göre; devletlerarası çatışmaların 1990’lardan itibaren önemli bir düşüş gösterdiği, buna karşın ülke içi çatışmaların 1990-1991 yılları civarında en yüksek düzeye ulaştığı görülmektedir. 1990’lı yıllarda 1 yılda 5’den fazla devletlerarası çatışma görülmezken ülke içi çatışmalar 1992’de 50’ye çıkmış ve 2002’ye gelindiğinde 30’a düşmüştür.[10]

Uluslararası ilişkilere genel anlamıyla bakıldığında çatışmaların her dönemde olduğunu görürüz. Bu açıdan bakarsak güvenlik kavramı uluslararası ilişkilerin doğuşundan günümüze kadar olan dönemde de hep var olmuştur. Kavramın aslında doğrudan bir etkisinin olduğu gibi dolaylı olarak da uluslararası yer aldığını söyleyebiliriz. Zaman zaman uluslararası ilişkilerde değişen dönüşümlerle aktörlerin davranışları -tehdidi algılama biçimleri- değiştiği gibi bu kavramda şekil değiştirmiştir. Bu durumda öncelikle tarihsel açıdan bu kavramı incelemek gerekir.

B. Güvenlik Algısında Yaşanan Değişimler

-Tarihsel Açıdan Güvenlik Kavramı:

Güvenlik kavramı karşılıklı etkileşim ve dönüşümlerle uluslararası sistem ve devletler düzeyinde şekil değiştirmiştir. İlk çağlarda kabile hayatının olması ve yerleşik hayata geçilmemesinden devlet oluşmadı ve devlet oluşmayınca da uluslararası sistemin olmadı. Bu sebeplerden dolayı güvenlik anlayışı günümüzdeki gibi değildi. Buna rağmen, devletler arasında bir ilişkinin olmadığını söylemek yanlış olur.  Ne zamanki tarım yapmaya başlandı, o zaman tarım yerlerinin güvenliği için etrafını sarmaya başlanıldı ve yerleşik hayata geçilince devlet oluşumları baş gösterdi.

Güvenlik algısının ilk formel biçimini ararsanız bunu Hitit, Asur ve Mısır uygarlıklarında bulursunuz. Hititler o dönemde Mısır’ı varlıklarının devamlılığını korumada ve devam ettirmede engel olarak algılayıp ona savaş açtı. Aslında güvenlik anlayışındaki tehdit algılanmaları yerini ilk yazılı barış anlaşma olan “Kadeş Anlaşması” aldı.[11] Buradaki tehdit algısı iki devlet içinde geçerlidir. Önce savaşıp daha sonra barış anlaşması imzalayan bu devletler aslında kendilerini güvenlik altına almış oluyor. Yapılan anlaşma birbirlerinin artık tehdit olarak algılanmayacağını ve birbirlerinin varlıklarına tehdit oluşturmadıklarının garantisini vermektedir. Bu güvenlik algısının ilk örneğidir.

O döneme ait ilişkilerdeki güvenlik algılamaları yine o döneme göre değerlendirilmelidir. Örneğin, realizmin ilk savunucusu sayılan Thucydides’in “Peloponez Savaşları” adlı eserinde bu dönemin güvenlik sorunlarına ilişkin yaklaşımlar bulunabilmektedir. Thucydides, Atinalılarla Spartalılar arasında çıkan savaşın temel sebebinin Atina’nın büyüyen gücü ve bunun Spartalılarda yarattığı korku olduğunu belirtmektedir. Buradan çıkarılacak sonuç ise, o dönemdeki tehdit algısıyla savaş yolunu seçen bir devlet oluşu ve güvenlik anlayışını tahmin edilmesindeki kolaylığıdır.[12]

Bütün bunların yanında şu iki olayı birde şu açıdan değerlendirmek gerekir: bu iki örnekte de aslında güçlü olanın güvenlik kurallarını yarattığını ve diğerinin ise buna uyum göstermesi gerektiği konusunda verilen iki güzel örnektir. Uyum sağlamak zorunda bırakılması aslında kural koyanın ekonomik, askeri ve teknolojik olarak üstünlüğünden de kaynaklandığını söylemek yanlış olmaz.

Bu dönemin bir diğer özelliği ise bölgesel sistemlerden oluşmasıdır. Bu sistemler de kopuk ve yoğun merkezileşmenin olduğu birimlerden kuruludur. Başka bir özellikse, halkın etki altında kaldığı geniş çaplı bir inanç sisteminin olmayışıdır. Bu durum ancak Roma İmparatorluğu’nun kurulmasıyla sistemde olan değişiklikler güvenliği de etkisi altına almıştır.[13]

Daha sonraları 14. ve 15. yüzyıllarda Avrupa’da meydana gelen siyasal ve ekonomik dönüşümler yaşanmaya başladı. Örneğin, soyluların durumunda yaşanan bozulmalar, Haçlı Seferleri, Yüzyıl Savaşları, veba salgınları gibi pek çok durum baş gösterdi. Tüm bunlar yaşanırken kralların durumunu güçlendirme adına sömürge imparatorlukları ve merkantilist politikalar uygulandı.

Bir sonraki yüzyılda değerlendirmeleriyle öne çıkan ünlü düşünür Machiavelli’nin yazdığı “Prens” kitabına da yer vermek gerekir.[14] Çünkü bu kitap aslında devletin devamlılığı için bir prensin yapması gerekenlerin bir listesini yapmıştır. Bu kitapta prense verilen tavsiyelerin içinde güvenlik algılaması ve devletin bu gibi durumlara karşı sergilemesi gereken tutumu ve hamleleri hakkında bilgi verir. Şunu da gerekmek gerekir ki, o dönemdeki uluslararası sistemde ulusların birbirleriyle rekabet etmesinin yanında kendi çıkarlarının da korunması gerekir. Eğer çıkarlar da çakışırsa, bir devlet diğeri için tehdit oluşturabilir. Sonuç olarak, kaotik bir dönem olduğunu söylemek yanlış olmaz.

17. yüzyıl düşünürlerinden Hugo Grotius ise uluslararası sistemi mutlak bir çatışma ortamı olarak ele almamakla birlikte, anarşik olarak değerlendirmektedir. Bu anarşinin nedeni ise, çoğul egemen devletlerin varlığının yanında ortak bir üst otoritenin bulunmamasıdır. Grotius ancak meşru savuma amacıyla yapılan savaşı kabul eder ve savaşın belli kurallar

(savaş hukuku) içinde yapılmasının gereğini vurgular.[15]

17. yüzyılda yaşayan bir diğer önemli isim olan Thomas Hobbes ise keskin materyalist yaklaşımı ile dikkat çekmektedir. Hobbes insanları kendini koruma güdüsüyle hareket eden makineler olarak görmektedir. Hobbes’e göre insan ırkının doğal durumu herkesin birbiriyle savaş halinde olduğu durumdur. Kuralları uygulayacak bir gücün yokluğunda insan yaşamı tehlikeli ve fazlasıyla önceden kestirilemezdir. Hobbes, bu duruma en rasyonel cevabın herkesi saygınlıkla karışık korku içinde tutacak bir gücün yaratılması olduğunu söyler: Leviathan. Ama şaşırtıcı bir biçimde, Hobbes, ulusların arasındaki anarşi durumuna en iyi cevabın dünya hükümeti olduğunu kabul etmez. Doğa durumda insanların tanıması gerekli doğal hukuk kurallarının uluslararası toplumda devletler için de geçerli olduğunu söyler. Hobbes’a göre eşitsizlikten güvensizlik, güvensizlikten de savaş doğar.[16]

Bütün bunların yanında 16. yüzyıldan itibaren başlayan reformlar ve 17. yüzyılda bulunan önemli buluşlar gibi önemli etkenler güvenlik anlayışının üzerinde etkili oldu. Güvenlikte güçlü olan teknik ve bilimsel alanda önde olan olduğu için kural koyandı. Eğer bir devlette bu dönüşümler yaşanıp diğerlerinden bir adım öne çıktıysa, o devlet o dönem kural koyan oldu.

Kısacası, bu dönemlerde bilimde yaşanan gelişmeler toplumda yankı buldu ve siyasi hayata da etki yaratınca ister istemez güvenlik anlayışına yeni kavramsal kazanımlar yaptığı gibi yeni önlemlerinde gelişmesine sebep oldu. Bu dönemde dinsel kurallara uygun yaşamak güvenli bir toplumun oluşacağı düşüncesi yaşanan dönüşümler sayesinde artık körü körüne dine bağlı olup güven duygusunun gelişmesine inanmamaya sebep oldu. Özellikle bilim alanında yapılan aydınlanma sayesinde pek çok şeyi somut olarak açıklayınca din adamlarına olan inanç geriledi. Yaşanan bu gelişmeyle toplum artık kendi kendine sorular sormaya yani kendini sorgulamaya, dünyaya olan bakış açısını değiştirmeye başladı.

18. yüzyıla gelindiğinde idealist ekol yaygınlaştı. Bu ekol savaş yerine barış olması gerektiğini savunur ve savaşı reddeder. Bu durumda da güvenlik anlayışı bir değişime girer. Eğer dünyadaki tüm devletler barış içinde olup, tehdit algılaması içinde olmazsa -savaş reddedilirse- güvenlik ihtiyacı da ortadan kalmış olacaktı.

Bu dönem öne çıkan isimlerden biri olan John Locke, Hobbes’un aksine, doğa halinin bir savaş durumu olduğunu düşünmez. Ona göre, doğa halinde de karşılıklı yardımlaşma ve iş birliği mümkündür. İnsan doğası Hobbes’un işaret ettiği kadar kötü değildir. Locke zamanın devletlerarası ilişkilerini bir doğa hali olarak kabul eder, ancak bunu mutlaka devamlı savaş hali olarak nitelemez.[17]

Aynı yüzyılda yaşayan J.J.Rousseau, konfederasyon fikrini Avrupa için ortaya atarak barış ortamını sağlamak ister. Ona göre, devletler kendilerini düşünmekten diğer devletleri düşünmez hale gelebilirler. Durum böyle olunca konfederasyon sayesinde bunu aşılacağını ileri sürdü. Konfederasyona dahil olan devletler öyle bağlılık göstermelidirler ki birbirlerine üstün gelmesinler. Bu anlayışla daha sonra uluslararası arenada yeni kurumlar kuruldu.[18]

Önce Milletler Cemiyeti daha sonrasında günümüzde de hala varlığını sürdüren Birleşmiş Milletler fikri daha bu dönemlerde fikir olarak ortaya atılan kurumlar arasındaydı. Bu gibi kurumlarla savaşın önlenip barışın hakim olduğu bir dünyada oluşacaktı.

18. yüzyıl böyle savaştan kaçınmayla geçerken, devletin güvenliği artık uluslararası sistemin güvenliği olarak algılanmaya başlanmıştır. Oluşan bu anlayış genel olarak statükonun oluşturulması ve korunması amacını taşır. Buna ek olarak, güvenlik anlayışının kapsamı genişlemeye başlamıştır. Bunun sebebi ise, yaşanan devrimler sonucunda toplumda oluşan değişimlerdir. Güvenliğe artık devletin kendi içindeki mücadelenin ötesinde anlamlar yüklenmeye başlanmıştır. Güvenlik artık maddi ve ahlaki değerlerin korunması ve yaygınlaştırılması yoluyla güç sahibi olma anlamına gelmektedir. Bu yüzyılda yaşanan Fransız Devrimi ile ulus-devlet kavramının, ulusallık ve ulus çıkar kavramı ortaya çıkmıştır. Günümüzdeki anlamıyla güvenlik askeri ve diplomatik yollarla garanti altına alınmış olarak devletle ilişkilendirilmesi 18. yüzyılın sonunda olmuştur.

19.yüzyıla gelindiğinde toplumsal sistemdeki dönüşümler güvenlik anlayışında da yer kazanmaya başlamıştır. Artık sistem birbirinden doğan zıtlıklardan oluşmaya başlamıştır. Her devlet güvenlik ve savunması için artık kapasitelerini arttırmaya gitmiştir. Bu durumda öteki devletler kendilerine yönelik artan bir tehdit olduğunu algılamaya başlayıp kendi güç ve kapasitelerini de arttırmaya yönelmişlerdir. Yaşanan bu gelişmeler aslında tehdit boyutunun da genişlemesine neden olurken, yaşanan bu durum sosyal ve ekonomik anlamda çabalarında arttırılması anlamına gelmektedir. Örneğin, eğer iyi bir savunma sistemi oluşturmak isterseniz devlettin hazinesindeki savunma harcamalarının artırılması gerekmektedir. Dolayısıyla maliyet artacak ve bunun altından kalkmak için daha fazla kazanmanız, yeni yerleri sömürmeniz kısacası gelişmeniz gerekmektedir.

Kısaca, çıkar alanları ele geçirmek ve elde ettikten sonra en iyi şekilde korumak güvenlik ile eşdeğer anlama gelmiştir. Örneğin, Avrupa ülkelerinden herhangi biri, Afrika’da bulunan bir yerin kendine bağlı kalmasını kendi güvenliği açısından değerlendirmeye başladığı bir dönem haline gelmiştir. Bunu yapan diğer devletleri ise kendi devletlerine tehdit olarak algılamıştır. Böylece, yeni algılamayla güvenlik ülkenin savunulması ile ele geçirilen yeni yerlerinde korunmasını içermektedir. Başka bir değişle aynı komşu ile uzak coğrafyalarda rekabet etmek genel bir kural haline gelmiştir.

19.yüzyıl sonları 20.yüzyıl başlarında, devletlerin sömürme ve sanayileşme ile getirdiği pazar arayışı sistemindeki rekabet sistemin temel taşı konumuna gelmiştir. Bu durumda güçlü olan aktörlerin daha fazla kapasitelerini arttırma isteği güvenlik kavramıyla eşdeğer hale gelince iki kez dünya savaşı ve çoğu zamanda bölgesel savaşlar olmuştur. Durum böyle olunca savaşın yaşanılmaması için yapılan güvenlik arayışlarından birisi de Milletler Cemiyeti[19] kuruldu ama bu uluslararası sistemdeki aktörlerin isteklerinin önüne geçemedi ve tekrar savaş oldu.

Savaş sonrasında uluslararası sistemde barış ve güvenliği sağlamak için ikinci bir girişimle Birleşmiş Milletler kuruldu. Bildiğimiz gibi Birleşmiş Milletlerin Güvenlik Konsey’i dünyanın neresinde olursa olsun güvenliğimizi tehlikeye atan her vakalarla ilgilenmekte ve karar almaktadır. Özellikle, kuvvet kullanma konusu ancak Konsey tarafından barış ve güvenliği sağlamak amacıyla işlemektedir.

Güvenlik kavramı ve algılanışıyla ilgili literatür çalışmaları bu dönemde başlamıştır. Özellikle, teorik açıdan bakıldığında güvenlik üzerine yapılan tanımlamalar ve algıda yaşanan bu değişimleri anlamamızı sağlaması adına teorik açıdan güvenlik algılamaları incelememiz gerekir.

-Teorik Açıdan Güvenlik Algısı

Güvenlik ile değişim arasında bir ilişki vardır. Güvenlik uluslararası ilişkiler teorilerinde değerlendirilirken bu ilişki de göz önüne alınır. Bu süreçte kavramın durağın bir halinin olmadığını söyleyebiliriz. İçerik ve anlam olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan beri evrim geçirip, dönüşüme uğrayarak gelmiştir. Yaşanılan bu dönüşüm devletten bireye doğru gerçekleşmiştir. Teorilere dönersek, iki temel yaklaşım ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki devlet merkezli diğeri ise devlet merkezli olmayan yaklaşımdır.

Devlet merkezli yaklaşımın diğer adı da devletçi yaklaşımdır. Bu yaklaşımlar realist dünya politikaları özellikleri taşımaktadır. Bu yaklaşıma göre güvenlik tanımlanırken dünya politikalarında devlet merkeze alınarak yorumlanır. Devlet kendi vatandaşlarını koruması gerekir ve bu durumda da devlet güvenliği öncelikli olmalıdır.

Devlet merkezli yaklaşımlar içerisinde geleneksel yaklaşım olarak ifade olunan realizmde, bir diğer kullanımla da Buzan’ın realist orthodoxy olarak ele aldığı klasik realizmde uluslararası politika saf güç mücadelesine dayanmakta ve güvenlik gücün bir türevi olarak ele alınmaktadır. Realist teoriler açısından güvenlik ikilemi ise devletleri savaşa zorlayan nedenlerin başında gelmektedir.[20]

Kenneth Waltz, neorealizm olarak adlandırılan realizmin “Güncel” yorumunun öncüsüdür. Bu güncel yorumda Waltz, uluslararası politikaların değişimlerini sorgulamakta ve dönüşümden bahsetmektedir. Bu noktada bu dönüşümle realizmin; demokrasi tarafından yayılışının etkilenmesi, karşılıklı bağımlılık tarafından çevrelenmesi ve kuruluşların barışın yolunu açmaları ile saf hale getirilmesi söz konusudur.[21]

Devletlerin birbiriyle olan ilişkilerindeki karşılıklı bağımlılık olgusu uluslararası analizi yapılırken yetersiz kalması devlet merkezli olmayan teorilerin ortaya çıkmasına neden oldu. Devlet merkezli olmayan teorilerde, dünya politikasında devlet tek aktör olarak görüşmemekte ve güvenlik algısı da devlet güvenliğinden birey güvenliğine indirilmektedir. Bununla birlikte, güvenliğin temininde de askeri güç uygulamak yerine yumuşak güç mücadelesine geçilen bir dönem olarak nitelendirmek mümkündür. Soğuk Savaş döneminin bitişiyle geleneksel güvenlik yaklaşımı son bulmuştur. Güvenlik artık askeri boyutundan çıkarılmış ve başka alanları -küresel ısınma, çevre kirliliği, ebola, vb.- da içine almaya başlamıştır.

Transnasyonalizm özellikle ortak hareket etme noktasında devletlerin, süper güçlerin ve uluslararası örgütlerin “İşbirliğine” ya da karşılıklı bağımlılığına vurgu yapmakta ve devlet dışı aktörlerin (NGO) varlığına dikkat çekmektedir. Fonksiyonalizm ise özünde entegrasyon teorileri ile açıklandığından ortak hareket etme merkezli olarak Avrupa güvenliğinin sağlanması çalışmalarında oluşan ulusüstü ya da uluslararası kurumların oluşumunu ve güvenliği sağlama yöntemlerini açıklamada yardımcı olmaktadır. Neofonksiyonalizm olarak da belirtilen Entegrasyon teorisi ise; teknik, ekonomik alanlarda işbirliğinin genişlemesinin etkisi ile daha yüksek politik alanlarda da; dış ve savunma politikaları gibi işbirliği ile sonuçlanacağı fikrine dayanmakta; genişleme mekanizmasının zorlaması ile sürdürülebilir işbirliğinin devlet dışı aktörler ve devletler tarafından yönetileceği ve kontrol edileceğini savunmaktadır. [22]

Realist teoriye karşın konstrüktivistler millî çıkarları hem devletleri hem de içinde bulundukları yapıyı dönüştüren pratiklerin bir ürünü olarak görmektedirler. Doğal olarak milli çıkarların ve buna bağlı olarak güvenliğin hangi durumlarda şekilleneceği her kişinin bakış açısına göre değişmektedir. Konstrüktivist teori güvenlik sorunlarının ekonomik, askeri veya maddi bir alt yapısı olduğunu kabul etmekte ancak bu sorunlarının temelinin normlar ve değerler gibi ideal düşünceler olduğuna vurgu yapmaktadır.[23]

Devlet merkezli yaklaşıma yapılan bu eleştirel yaklaşım aslında realist yaklaşımın devletin fiziksel güvenliğe verdiği önemi ve devletin temel aktör olarak alınmasını eleştirmektedir. Onlara göre, insanların temel ihtiyaçları dikkate alınmalıdır. Ayrıca eleştirel yaklaşımın güvenlik tanımlaması sosyal düzenin temeline ilişkin kaygının olmadığı durumu olarak tanımlanır.

Eleştirel güvenlik çalışmalarının kökenleri Britanya’daki Abbersywth’e dayanmaktadır. Ken Booth’un Soğuk Savaş’ın son dönemlerinde ortaya attığı fikre göre, uluslararası güvenliğin farklı düzeylerden okunması gerektiğine dair manifesto niteliği taşımaktadır. Bu bağlamda uluslararası güvenliğin sağlanabilmesi, referans objesinin minimize edilmesi üzerinden gerçekleşir ve bunun sebebi Soğuk Savaş’ın sonlarında başlayarak 1990’lı yılları neredeyse tamamen kaplayan insan merkezli sorunlar ve çatışmalardır.[24]

Abbersywth Okulu’nun temel argümanı “Özgürleştirme” üzerinedir. Güvenlik algısı birey odaklı olduğundan bireyin tüm kısıtlamaları geride bırakarak özgürleşmesiyle yerelden küresele boyuta taşınan tehditler engellenebileceğini savunurlar. Birey özgürleşirse temelde insan merkezli olan küresel boyuttaki güvenlik sorunları çözülmüş olacaktır.

Kopenhag Okulu yaklaşımı ise, güvenlikleştirme temelindedir. Kopenhag Okulu neorealist ve konstrüktivist sacayaklarıyla diğer yaklaşımlardan farklılaşmaktadır. Bu yaklaşıma göre, devlet yadsınılmayacak kadar önemli bir kavram ve zaman zaman merkeze alınacak değerdedir.

Güvenlikleştirme aslında ülke için çok büyük bir tehdit olmasa da bunu öyleymiş gibi gösterip, devlet başkanlarının içeride iktidar kurma çabası olarak da ifade edilebilir. Buna verilecek en güzel örnek ise Küba Füzeleri Krizi’dir. Amerika devlet başkanı, Amerikan halkının güvenliğinin tehdit altında olduğu imajıyla durumu abartarak Küba’yı ablukaya alması veya birtakım ambargolara gitmiştir. Burada da olduğu gibi devlet kendi içinde iktidar olma çabasının bir aracı olarak bu tür yollara da başvurabildiğini söylemek mümkündür.

Sonuç olarak, güvenlik ve güvenlik algılamaları üzerine çalışmalar İkinci Dünya Savaşı sonrasında akademik açıdan değişik düşünce akımları yaratarak ve kendi içinde tekrar tanımlamalara gidilerek yenilenebilir bir kavram olduğunu söyleyebiliriz. Bu kavramın, günümüze kadar geldiği dönemde değişikliklerinin aslında kavramın kendini yenileme zorunluluğundan olduğu anlaşılmaktadır. Bu değişiklikleri özellikle Soğuk Savaş ve 11 Eylül sonrasındakileri daha detaylı incelemek gerekmektedir.

-Soğuk Savaş ve 11 Eylül Sonrası Dönemlerde Değişen Güvenlik Algısı

Güvenlik, geçmişten günümüze uluslararası sistemi oluşturan aktörler arasındaki ilişkileri düzenleyen temel unsurların başında gelmektedir. Bu açıdan güvenlik sosyal bilimlerde bireylere, konulara, tarihsel durumlara uyarlanan ve genel çerçeveye hitap eden temel bir kavram olarak öne çıkmaktadır.[25]

İkinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası arenada güvenlik anlayışı ulus-devlet ve küresel boyutla gösterilmiştir. Soğuk Savaş döneminde ise güvenlik algılamasının temelleri askeri, ekonomik, ideolojik ve siyasidir. İki büyük devletin arasındaki askeri güce dayalı rekabet temel belirleyici unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim bu dönemde uluslar arası güvenliğin merkezine caydırıcılık ve çevreleme[26] anlayışı oturtulmuştur. Buna göre, devletlerden biri sistemi tehdit edecek olursa diğerleri birlik olup dengeleyici rol üstleneceklerdi. Bu sebepten de askeri kapasiteyi arttırma eğilimine gidilmişti.

Bu döneme ilişkin olarak vurgulanması gereken bir diğer husus da, güvenliğin sağlanmasında istikrarın demokrasiden önce gelmesidir. Sistemin genel güvenliği adına demokratik olmayan rejimlerle stratejik ilişkiler geliştirilebilmekte, devletlerin istikrarı bireysel ve toplumsal adaletten önce gelmekteydi. Nitekim Soğuk Savaş sırasında önce güvenlik sonra özgürlük gelirken, bu durum 1990’lı yıllarla beraber önce özgürlük sonra güvenlik şeklinde algılanmaya ve tanımlanmaya başlanmıştır.[27]

Soğuk Savaş bittikten ve küreselleşme sürecine girildikten sonra geleneksel güvenlik algısı değişti. Artık dünyada çok farklı güvenlik sorunlarıyla uğraşmak zorunda kalmıştır. Örneğin, çevre kirliliği önceden sadece o bölgenin sorunuyken artık tüm dünyanın sorunu olması gibi. Bir başka örnek ise, silahların artık askeri açıdan tank,tüfek,silah,vb. aletlerle değil de biyolojik olarak etkilenebileceğimiz güvenliğimize etkisi olacak şeylerin günümüzde yaygınlaşması gibi bir çok örnek verilebilir. Durum böyle olunca dolayısıyla eski tehdit algıları yerine devlet dışı küresel örgütlerin kurulmasına neden olmuştur.

Siyasi sistemde oyuncuların tümünün açık ve tanımlı, araçların da çeşitli ve izlenemez nitelikte oluşu, güvenlik sorunsalının alanını bireyden küresel düzleme kadar çok geniş bir çerçeveye taşımıştır.[28] Böyle bir uluslararası alanda devletlerin iç güvenlikleri ve dış güvenlikleri bu konuda yaptıkları politikalar birbiriyle paralel bir seyir halindedir. Yaşanılan bu dönemdeki belirsizlikler ve güvenlik kavramının çok boyutlu yapısı kavramın kendini yenileme ihtiyacının açık bir göstergesidir. Artık tehdit algıları devletlerin biriyle olan ilişkilerinden çok iç savaş,etnik temizlik, sınır aşan suç örgütleri ve terörizm gibi devlet-altı ve devlet-üstü tehditler güvenlik algısında önemli yer kaplamaya başlamıştır.

Diğer bir açıdan bakacak olursak, güvenlik kavramı Soğuk Savaş sonrası bir genişlemeyle uğrayıp, içine pek çok kavramı almaya başlaması kavramda dönüşümün yaşandığı gerçeği bir yana yaşanılan bu durum sadece kavramın hacminin artmasını sağladığı gibi kavramın içinin boşalmasına da sebep olduğunu düşünenlerde var. Bu eleştiriyi yapanlardan birisi de Stephen Walt’tır. Eleştirisinde, güvenlik kavramı o kadar genişlettiler ki içini boşalttılar. Bir kavram ne kadar genişletilirse o kavramın uygulama alanı o kadar anlamsızlaşmaktadır.

Günümüze kadar gelen güvenlik algılamalarındaki sorunları çözmek için öncelikle bunları ortaya çıkaran yapısal şartların dönüştürülmesi düşüncesi hâkim olmuştur. Toplumu buna zorlayan şey ise özellikle 11 Eylül sonrasında ortaya çıkan gelişmelerin güvenliğin ortak ve bölünmez bir karakterdeki kavram olmasındandır.

Güvenlik algılarında yaşanan değişimler için dönüm noktası 11 Eylül 2001 yılındaki terör saldırısı olmuştur. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle dünyada tek kutuplu sisteme geçilmiş olması uluslararası sistemde tam olarak netleşmemiş ve küreselleşmenin ekonomik ve sosyal boyutundan getirdiği olumsuzluklar Amerika ve Avrupa’da terörün gelmesine sebebiyet vermiştir. Yapılan saldırıyla terörle mücadele konusu döneme damgasını vurmuştur. Bu yeni olarak nitelendirilen terörizm kavramsal çerçevesini aşmış ve yıkıcı bir boyut kazandığını bize göstermiştir.

Sonuç olarak,  Soğuk Savaş aslında güvenlik kavramının ve güvenlik algılamaları için bir kırılma noktası teşkil etmektedir. Artık, devletlerin merkez alındığı bir güvenlik algısının yerine bireyin güvenliğine kadar inen güvenlik algısına geçişmiştir. Bunun olumlu ve olumsuz yanlarının olduğu ortadadır ancak yaşanılan konjontürel durumlardan güvenlik kavramı ve algılamaları bu aşamaya gelmiştir. Amerika’nın Soğuk Savaş sonrasında tek kutuplu rolünün 11 Eylül ile yaşanılan durumda güvenliğin ne derece değiştiğini gözler önüne sermektedir.

SONUÇ:

     Güvenlik kavramı uluslararası sistemde bakıldığında devletlerin birbirleriyle olan ilişkileri mercek altına alınmaktadır. Güvenlik tanımı yapılması için belirli kavramların da olması gerekir. Bunlardan ilki varlık yani devlet bir diğeri ise değerdir. Devletteki değerlerin güvenliği tehdit altında olması durumu –onları koruma durumu- güvenlik olarak tanımlanabilir. Ancak güvenlik zamanla devletlerin yaşadığı ekonomik, sosyal ve siyasal dönüşümlerden etkilenebilir.

Sistemde yaşanılan bu güvenlik algısındaki değişimler ilk çağlardan günümüze kadar devam etmektedir. Aslında eski çağlarda yapılan savaşlar ile şimdiki savaşların arasında görülen uçurum bize kavramın değiştiğinin en büyük kanıtıdır. Eskiden meydan muharebeleriyle coğrafi olarak yakın olunan devletler arasında yapılan savaşlar artık günümüzde teknolojinin de yardımıyla daha uzakta bile olan ülkeler arasında da olsa işler kolaylaşmıştır.

Bir başka kanıtsa, devletlerin eskiden kullandığı silahlarla şu anki kimyasal, biyolojik ve konvansiyonel silahların arasındaki fark bize güvenlikteki değişimi en iyi şekilde anlatan araçlardır. Özellikle, Soğuk Savaş döneminin bitimiyle kırılan devlet merkezli yaklaşımın yerini bireyin almasıyla güvenlik kapsam olarak genişlediğinde girdiği değişim kavramın kendisini o dönemin şartlarından dolayı yenilenmesi ve tekrardan tanımlanmaya gidilmesi için zorlamaktadır.

Görüldüğü gibi güvenlik ve güvenlik algısı kendini her dönem yenileyen ve tanımlanması gereken iki olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sebepten günümüze kadar güvenlik algıları değişmiştir ve ileride de dönemin getirdiği şartlara uygun olarak değişim gösterecektir.

 

Nil DUYGU

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Yüksek Lisans

TUİÇ Stajyeri

 

KAYNAKÇA:

  1. Annan, Kofi ,“A more Secure World: Our Share Responsibility”, <http://www.un.org/

secureworld/report2.pdf>, 2004, (20 Ekim 2009).

  1. Arıboğan, Deniz Ülke, “Uluslararası İlişkiler Düşüncesi: Tarihsel Gelişim”, İstanbul, 2007, Bahçeşehir Üniversitesi Yayınları,s.48-50.
  2. Aydınlı, Ersel ve Rosenau, James,  “Globalization, Security and the Nation State: Paradigms in Transition”, New York, State University on New York Pres, 2005, s.43.
  3.   Brauch, Hans G. ,  “Güvenliğin Yeniden Kavramsallaştırılması: Barış, Güvenlik, Kalkınma ve Çevre Kavramsal Dörtlüsü”, Uluslararası İlişkiler Dergisi, Cilt 5, Sayı 18, Yaz 2008, s. 2.
  4. Buzan, Barry,  “Security Concept” konulu mülakatı, Canadian International Policy, (6 Aralık 2004).<<http://www.international.gc.ca/cip-pic/discussions/securitysecurite/ video/buzan.aspx?lang=eng>>,(22 Şubat 2015).
  5. Buzan, Barry ,“People, States and Fear”, 2. Baskı, Lynne Rienner Publishing, Colorado 1991, s. 8.
  6. Çiçekçi, Ceyhun, “Uluslararası Güvenlik Çalışmaları Uluslararası İlişkilerde Eleştirel Güvenlik Kuramı”, İstanbul, Kriter Basın Yayım Dağıtımı, 2012, s.43.
  7. Dedeoğlu, Beril, “Uluslararası Güvenlik ve Stratejiler”, İstanbul, Yeniyüzyıl Yayınları, 2008.
  8. Eralp, Atilla, “Devlet, Sistem ve Kimlik: Uluslararası İlişkilerde Temel Yaklaşımlar”, İletişim Yayınları, 1996.
  9. Halliday, Fred, “Nationalism”, Globalization of World Politics An Introduction to International Relations, John Baylis ve Steve Smith (ed.), Oxford, Oxford University Pres, 2005, s.521.
  10. Hewitt, Joseph,  Wilkenfeld, Jonathan and Gurr, Ted Robert “Peace and Conflict 2010”, <http://www.cidcm.umd.edu/inscr/PC10print.pdf>, (21 Ekim 2009).
  11. James Jones, 45’inci Münih Güvenlik Konferansında Yaptığı Konuşma, 8 Şubat 2009.
  12.   Machiavelli, Niccolo, “Prens”, İstanbul, Can Yayınları, 2009.
  13.  Tanrısever, Oktay F. ,“Güvenlik”, Devlet ve Ötesi, (der.) Attila Eralp, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s.108.
  14. Waltz, Kenneth,  “Structural Realism After The Cold War”, International Security, Vol. 25, No. 1, Yaz 2000, s. 6.
  15. William, Howard,  Wright, Moorhead, Evans, Tony, ”Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Teorisi Üzerine Bir Deneme”, Ankara 1996, Siyasal Kitabevi, s.149.
  16.  Yılmaz, Sait, “21’inci Yüzyılda Güvenlik ve İstihbarat”, İstanbul, Alfa basımevi, 2006.
  17.  Yorulmaz, Murat, “Değişen Ulusla arası Güvenlik Algılamaları Bağlamında Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Değişmeyen Güvenlik Paradoksu”, Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, Cilt/Volume 3, Sayı/Number 1, Temmuz/July 2014.

 

 


[1] Abraham Maslow’un 1943 yılındaki bir çalışmasına dayanan bu teoride insanın ihtiyaçları,

öncelik derecesine sahip bir piramit şeklinde belirtilmektedir. Piramidin tabanında yeme,

barınma gibi temel ihtiyaçlar yer almakta, bunun bir üst basamağında ise güvenlik ihtiyacı

bulunmaktadır. http://psychclassics.yorku.ca/Maslow/motivation.htm,22 Aralık 2014.

[2] Barry Buzan, “Security Concept” konulu mülakatı, Canadian International Policy, 6 Aralık

2004.<<http://www.international.gc.ca/cip-pic/discussions/securitysecurite/

video/buzan.aspx?lang=eng>>,22 Aralık 2014.

[3]Oktay F. Tanrısever, “Güvenlik”, Devlet ve Ötesi, (der.) Attila Eralp, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s.108.

[4] Beril Dedeoğlu, “Uluslararası Güvenlik ve Stratejiler”, İstanbul, Yeniyüzyıl Yayınları, 2008,s.23.

[5] Beril Dedeoğlu, “Uluslararası Güvenlik ve Stratejiler”, İstanbul, Yeniyüzyıl Yayınları, 2008,s.24-25.

[6] Beril Dedeoğlu, “Uluslararası Güvenlik ve Stratejiler”, İstanbul, Yeniyüzyıl Yayınları, 2008,s.26.

[7] Sait Yılmaz, “21’inci Yüzyılda Güvenlik ve İstihbarat”, İstanbul, Alfa basımevi, 2006, s.104.

[8] Kofi Annan, “A more Secure World: Our Share Responsibility”, <http://www.un.org/

secureworld/report2.pdf>, 2004, (20 Ekim 2009).

[9] James Jones, 45’inci Münih Güvenlik Konferansında Yaptığı Konuşma, 8 Şubat 2009.

[10] Joseph Hewitt, Jonathan Wilkenfeld, and Ted Robert Gurr, “Peace and Conflict 2010”,

<http://www.cidcm.umd.edu/inscr/PC10print.pdf>, (21 Ekim 2009).

[11] Beril Dedeoğlu, “Uluslararası Güvenlik ve Stratejiler”, İstanbul, Yeniyüzyıl Yayınları, 2008,s.40.

[12] Atilla Eralp, “Devlet, Sistem ve Kimlik: Uluslararası İlişkilerde Temel Yaklaşımlar”, İletişim Yayınları, 1996,s.34.

[13] Deniz Ülke Arıboğan, “Uluslararası İlişkiler Düşüncesi: Tarihsel Gelişim”, İstanbul, 2007, Bahçeşehir Üniversitesi Yayınları,s.48-50.

[14] Niccolo Machiavelli, “Prens”, İstanbul, Can Yayınları, 2009.

[15] Atilla Eralp, “Devlet, Sistem ve Kimlik: Uluslararası İlişkilerde Temel Yaklaşımlar”, İletişim Yayınları, 1996,s.47-50.

[16] Howard William, Moorhead Wright, Tony Evans,”Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Teorisi Üzerine Bir Deneme”, Ankara 1996, Siyasal Kitabevi, s.149.

[17] Atilla Eralp, “Devlet, Sistem ve Kimlik: Uluslararası İlişkilerde Temel Yaklaşımlar”, İletişim Yayınları, 1996,s.46-47.

[18] Howard William, Moorhead Wright, Tony Evans,”Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Teorisi Üzerine Bir Deneme”, Ankara 1996, Siyasal Kitabevi, s.149.

[19] Milletler Cemiyeti ile güvenlik algılamalarında ilk kez kolektif güvenlik kavramı uluslararası sisteme girmiştir.

[20] Barry Buzan, “People, States and Fear”, 2. Baskı, Lynne Rienner Publishing, Colorado 1991, s. 8.

[21] Kenneth Waltz, “Structural Realism After The Cold War”, International Security, Vol. 25, No. 1, Yaz 2000, s. 6.

[22] Murat Yorulmaz, “Değişen Ulusla arası Güvenlik Algılamaları Bağlamında Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Değişmeyen Güvenlik Paradoksu”, Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, Cilt/Volume 3, Sayı/Number 1, Temmuz/July 2014, s.117.

[23] Murat Yorulmaz, “Değişen Ulusla arası Güvenlik Algılamaları Bağlamında Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Değişmeyen Güvenlik Paradoksu”, Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, Cilt/Volume 3, Sayı/Number 1, Temmuz/July 2014, s.118.

[24] Ceyhun Çiçekçi, “Uluslararası Güvenlik Çalışmaları Uluslararası İlişkilerde Eleştirel Güvenlik Kuramı”, İstanbul, Kriter Basın Yayım Dağıtımı, 2012, s.43.

[25] Hans G. Brauch, “Güvenliğin Yeniden Kavramsallaştırılması: Barış, Güvenlik, Kalkınma ve Çevre Kavramsal Dörtlüsü”, Uluslararası İlişkiler Dergisi, Cilt 5, Sayı 18, Yaz 2008, s. 2.

[26] ABD’nin, 2’nci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’ne karşı uyguladığı dış politika stratejisidir. Teorik çerçevesi George F.Kennan tarafından ortaya konan bu görüş doğrultusunda Sovyetler Birliği’nin çevresinde yer alan ülkelerin, bu birlikten kaynaklanacak tehlikelere karşı biraraya getirilmesiyle çeşitli işbirliği örgütleri kurulmuştur. NATO, CENTO ve SEATO gibi oluşumlar bu politikanın somut örnekleridir (James Carroll, House of War The Pentagon and The Disastrous Power of American Power, Boston, Houghton Mifflin Company, 2006, s. 131-135).

[27] Fred Halliday, “Nationalism”, Globalization of World Politics An Introduction to International Relations, John Baylis ve Steve Smith (ed.), Oxford, Oxford University Pres, 2005, s.521.

[28] Ersel Aydınlı ve James Rosenau, “Globalization, Security and the Nation State: Paradigms in Transition”, New York, State University on New York Pres, 2005, s.43.

Doç. Dr. Ragıp Kutay Karaca Enerji, Çin Dış Politikası’nda Değişmez Bir Parametre Haline Gelmiştir.

Sefa Demirbaş: “Dünyanın fabrikası” olarak nitelendirilen Çin’in ekonomisinden yola çıkarak dış politikasındaki hamlelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

G20 ve Türkiye’nin Dönem Başkanlığı

3-4 Kasım 2011 tarihlerinde gerçekleştirilen G20 Cannes Liderler Zirvesi sonunda yayımlanan Deklarasyon çerçevesinde, Türkiye G20 Dönem Başkanlığını 1 Aralık 2014 tarihi itibariyle resmen devralmış bulunuyor.

Stuxnet Virüsü İran’a Nasıl Etki Etti?

0

Gelecekteki çatışmaların siber uzayda olacağı; bu yüzden buna hazırlanılması gerektiği uzun zamandır konuşulmaktadır. Hatta bazılarına göre bu çatışmaların ilk atışları da başlamış bulunmakta: Microsoft’un güvenlik uyarısıyla haber verdiği “Stuxnet“, hedefi ya da hedefleri hakkında özel bilgilere sahip olması gereken, çok gelişmiş, çoklu sistem zafiyetlerinden faydalanabilen, çalınmış güvenlik sertifikaları sayesinde sistemlere nüfuz edebilen ve bu sayede sistemleri çökertebilen özel bir virüs olarak tanımlanmaktadır.[1]

Bulgaristan’da Türk Yatırımları: Bahattin Sabahcı

Bahattin Sabahcı

1960 doğumlu. İş adamı, siyasetçi

Bahattin Sabahcı, Bulgaristan’da 2000-2005 yılları arasında sanayi sektöründe iş adamı olarak bulunmuş bir isim. Bulgaristan’a ilk olarak 1999’da turist olarak gitmiş. Ayrıca, Bulgaristan’a gitmeden önce Doğru Yol Partisi’nde (DYP) de Süleyman Soylu döneminde Marmara Bölgesi İl Sekreterliği  de yapmış.

11 Eylül 2001 Saldırılarının Uluslararası Sisteme Etkileri

11 Eylül

11 Eylül 2001 Saldırıları Öncesi Uluslararası Sistem

Soğuk Savaş dönemi boyunca uluslararası sistemde Doğu ve Batı Bloğu olarak iki kutuplu sistem var olmuştur. Doğu Bloğunun liderliğinde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB), Batı Bloğunun liderliğinde ise ABD yer almıştır. Blok liderleri ve taraf devletlerin birbirlerine göre oluşturdukları siyasi, askeri, iktisadi, stratejik ve jeopolitik uygulamaları, iki kutuplu sistemin temel özelliklerini ortaya koymuştur. İki kutuplu sistemde güç dengesi, iki bloğun birbirlerini dengeleme ve çevreleme politikaları çerçevesinde gerçekleşmiştir. Bu iki kutuplu sistem 1991’de SSCB’nin parçalanması ile sona ermiştir.[1]

1990’da Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile Soğuk Savaş dönem boyunca var olan iki kutuplu sistem sona ermiştir. SSCB’nin dağılmasıyla komünizm, siyasal açıdan model olma özelliğini yitirmiştir. Soğuk Savaş sonrası “Yeni Dünya Düzeni” ABD önderliğinde yeniden yapılandırılmaya başlamıştır. Yeniden yapılanan yeni dünya düzeninde ideolojiler önemini kaybetmiştir ve uluslararası sistem hiyerarşik ve çok merkezli bir yapıya dönüşmüştür. Fakat uluslararası sistemin yapısına ekonomik ve siyasi açıdan bakıldığında çok merkezli bir yapı kendisini göstermiştir. ABD önemli bir ekonomik güç olmasının yanında Avrupa Birliği (AB), Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Örgütü(APEC)  gibi ekonomik güç odakları bulunmaktadır. Bu açıdan bakıldığında uluslararası sistem, hem hiyerarşik yapının hem de çok merkezliliğin bulunduğu bir yapı haline gelmiştir.[2]

Birçok teori ve çalışmada Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemin yapısının tek kutuplu yapıya dönüştüğü belirtilmektedir ve bu yeni dönem “Yeni Dünya Düzeni” olarak adlandırılmaktadır. Aktörler arasında güç dağılımını esas alan Yapısal Gerçekçiler, sistemi ele alırken tek kutupluluk, çok kutupluk, iki kutupluluk gibi kavramlar üzerinde durmuşlardır. Yapısal Gerçekçilik, uluslararası sistemi tanımlamak için, uluslararası sistemin yapısının belirlenmesi ve güçlü devletler arasındaki güç dağılımının bilinmesi gerektiği üzerinde durmaktadırlar. Ayrıca Yapısal Gerçekçiliğe göre bir devletin büyük güç olarak adlandırılması için o devletin önemli oranda ekonomik, askeri ve siyasi kapasiteye sahip olmakla birlikte o devletin küresel siyaseti belirleyebilecek konumda olması gerekmektedir. [3]

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile uluslararası ilişkiler disiplininde yeni sistemin yapısıyla ilgili tartışmalar başlamıştır. Bu ortaya çıkan yeni sistem ilk olarak tek kutupluluk, ilerleyen süreçte ise çok kutupluluk ve bloksuzluk kavramları ile adlandırılmıştır. [4]

 1.1.Soğuk Savaş Sonrası Tek Kutupluluğu Savunanlar

John G. Ikenberry, David Wilkinson ve Christopher Layne gibi Amerikalı düşünürler, Soğuk Savaş sonrasında ABD’nin hegemon güç olarak ortaya çıktığını ve uluslararası yapının tek kutuplu sisteme dönüştüğünü ileri sürmüşlerdir. Bu düşünürlere göre ABD, karşı koyulamayacak ve dengelenemeyecek oranda ekonomik, siyasi ve askeri güce sahiptir. John Ikenberyy Soğuk Savaş sonrası oluşan ABD liderliğindeki kutuplu sistemle birlikte serbest pazar anlayışına sahip bir dünya ekonomisi, Batı tarzı yönetimlerin var olması ve ekonomik refahın dengede tutulması gibi kavramların egemen olacağını belirtmiştir. Kenneth Waltz da uluslararası sistemin ABD liderliğinde tek kutuplu olacağını belirtirken, bu sistemde ABD’yi dengelemek amacıyla rakip büyük güçlerin de var olacağını ileri sürmüştür. Bu büyük güçler, Almanya, Japonya, Çin, Avrupa Birliği ve Rusya’dır. [5]

Soğuk Savaş sonrası dönemin şekillenmesinde 1980 yılında gerçekleşen olaylar oldukça etkili olmuştur. SSCB’de Gorbaçov döneminde başlatılan perestroyka ve glasnost politikaları SSCB’nin dağılmasını hızlandırırken, Rusya Federasyonu’nun liberal ve demokratik bir siyasi yapıya geçiş yapmasını hızlandırmıştır. Boris Yeltsin’in ilk döneminde Batı yanlısı bir politika izlemesi ve iç politikaya yönelmesi sonucunda Rusya Federasyonu ABD’nin uluslararası liderlik pozisyonuna karşılık verememiştir. Bu nedenle SSCB’nin dağılmasından 2001 yılına kadar ABD’nin nispi üstünlüğü devam etmiştir.[6]

 1.1.1.Zbigniew Brezinski’nin “Büyük Satranç Tahtası” Tezi

Brezinski “Büyük Satranç Tahtası” adlı eserinde Avrasya bölgesini satranç tahtasına, bölgedeki devletleri piyona, ABD’yi ise satrançta en önemli olan şaha benzetmektedir. Brezinski, Soğuk Savaş’ın ABD’nin galibiyetiyle sonuçlandığını ve Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD’nin tek süper güç olduğunu belirtmiştir. Brezinski’ye göre, ABD uluslararası sistemde küresel gücün belirleyici dört alanı olan ekonomik, askeri, teknik ve kültürel açıdan üstün konumdadır. ABD’yi küresel güç haline getiren de budur. Bunlarla birlikte Brezinski bu eserinde Avrasya’da üstün gücün artık Avrasya dışında bir güç olduğunu, ABD’nin bölgedeki egemenliğinin de ilelebet olmayacağını ve bu bölgede diğer büyük güçlerin de üstünlük mücadelesi içerisine gireceğini belirtmiştir. Bu doğrultuda Amerika’ya Avrasya bölgesinde potansiyel rakip devletler bu bölgeden çıkacaktır.[7]

 1.1.2.Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” Tezi

Fukuyama “Tarihin Sonu” adlı tezinde insan doğasına en uygun yaşam biçiminin ve toplumsal düzeninin liberalizm olduğunu belirtmiştir. Fukuyama’ya göre, monarşik yapılar, imparatorluklar, dine dayalı yönetimler liberalizme karşı çıkmışlardır ve tarih boyunca hep liberal toplumlar bu çatışmalarda üstün gelmiştir. Komünizm ve faşizm liberalizme karşı ortaya çıkan anti tezlerdir. Bu doğrultuda Fukuyama, Soğuk Savaş’ın bitmesini, diğer komünist rejimlerin liberalizme yönelmesini Batı Bloğunun galip gelmesi olarak yorumlamıştır. Tarihin Sonu adlı tez çerçevesinde, Batılı değerlerin tüm dünyaya yayılması ve Üçüncü Dünya ülkelerinin istikrara kavuşmasının zaman alacağını ve sonunda liberalizm tüm dünyaya yayılacaktır.[8]

 1.2.Soğuk Savaş Sonrası Çok Kutupluluğu Savunanlar

John Rourke, tek kutupluluğunu savunanların aksine Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemin ABD, Çin, Almanya ve Japonya’nın katılımıyla çok kutuplu bir yapıda olduğunu savunmuştur. Rourke göre, uluslararası sistem devlet merkezli olacak, Birleşmiş Milletler (BM) daha bağımsız hareket edecek, bölgesel kutuplar ortaya çıkacak ve işbirliği alanları genişleyecektir. Bruce Russet, Harvey Starr ve David Kinsella kutup olma potansiyeli taşıyan aktörleri analiz etmişlerdir. Buna göre Çin, nükleer askeri yapısı, Avrupa Birliği ve Japonya güçlü ekonomileri, savunma harcamaları ile Rusya, enerji kaynakları ve silah sanayisiyle kutup olma potansiyeli taşıyan aktörlerdir. [9]

David Gompert ise, uluslararası sistemde ortaya çıkan küreselleşme sürecine dikkat çekerek, güç politikasına dayalı çok kutuplu bir sistemin var olacağını belirtmiştir. Gompert, küreselleşme süreci ile ulus devletlerin uluslararası yapıda etkisinin azaldığını ileri sürse de uluslararası sistemin yapısını belirleyen aktörlerin büyük devletler olduğunu belirtmiştir. Bu düşünce çerçevesinde sistemin yapısını belirleyen aktörler Rusya, ABD, Japonya, Avrupa Birliği, Çin ve Hindistan’dır. Başka bir ifadeye göre büyük güçler, bölgesel alanlarda üstünlük kurmak amacıyla mücadele edeceklerdir. Bunlar da Doğu Asya’da Çin, Güney Asya’da Hindistan, Güney Amerika’da Brezilya, Avrupa’da Fransa ve Almanya, Orta Asya ve Kafkaslarda Rusya ve Kuzey Amerika’da ABD olacaktır[10].

 1.2.1.   Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” Tezi

Samuel Huntington, “Uygarlıklar Çatışması Mı?” isimli makalesini  “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması” adlı eseriyle kitaplaştırmıştır. Bu eserlerinde Huntington, temel olarak küresel politikanın kültürler çerçevesinde şekillendiğini ve uluslararası sistemde çeşitli bloklar bulunduğunu belirtmiştir. Huntington’a göre bu kamplaşma Soğuk Savaş döneminde var olan iki ideolojiye dayalı iki kutuplu sistemden daha tehlikelidir. Bu sebeple Soğuk Savaş sonrası dünyada halklar arasında olan tarihi, ideolojik, dini, kültürel farklılıklar doğrultusunda medeniyetlerin çatışması kaçınılmazdır. Bu doğrultuda Huntington, dünyayı medeniyetler açısından Batılı, İslam, Latin Amerikalı, Afrikalı, Çinli, Hindu, Ortodoks, Budist ve Japon olmak üzere dokuza ayırmaktadır ve daha da ileri giderek Batı ve İslam arasında bir çatışma yaşanacağını iddia etmektedir. Ayrıca küresel politikanın çok kutuplu ve çok medeniyetli bir hale geldiğini belirtmektedir.[11]Huntington, medeniyetler arasında çıkabilecek çatışmaların sebeplerini 6 madde ile açıklamıştır. Bunlar:

  1. Medeniyetlerin arasında dinsel, kültürel, dilsel ve tarihsel farklılıklar bulunması,
  2. Küreselleşmenin etkisiyle insanların ve medeniyetlerin etkileşimlerinin kolaylaşması ve artması,
  3. Dünyadaki ekonomik ve sosyal gelişmelerin insanların ulus kimliklerini zayıflatması ve böylelikle dinsel kimliklerin oluşması,
  4. Batının en güçlü olduğu dönemde ona alternatif olarak diğer medeniyetlerin güçlenmesi,
  5. Medeniyet değişiminin ve kültürel değişim kısmen daha zor olması,
  6. Bölgesel ekonomik toplulukların oluşması ve bu doğrultuda bölgesel ekonomik blokların artmasıdır.[12]

Huntington görüşleri doğrultusunda hem ulus devletlerin en önemli aktörler olacağı ve hem medeniyetler çatışmasının gerçekleşeceğini belirtmesi kendisiyle çeliştiğini gösteren bir durumdur. Bu açıdan Huntington devletlerin egemenliklerin bir bölümünü devrettiği BM ve AB gibi ulus üstü aktörleri değerlendirmemiştir. Ayrıca Huntington, Batılılar ve Doğulular şeklinde medeniyetler arasında ayrım yaparak çok keskin bir ifade kullanmıştır. Günümüz dünyasında din çerçevesinde böyle bir ayrım yapmak oldukça zordur ve bu sebeple Huntington’un Medeniyetler Çatışması adlı tezi bazı açılardan eksik kalmaktadır.[13]

11 Eylül Sonrası Uluslararası Sistem Tartışmaları

11 Eylül 2001 tarihinde ABD’nin iki en önemli sembolik binaları olan Pentagon ve Dünya Ticaret Merkezine saldırılar düzenlenmiştir. Bu saldırılar ile birlikte Soğuk Savaş sonrası tek kutupluluğu savunan tezler çürümüştür ve uluslararası sistem sorgulanmaya başlamıştır. Ayrıca ABD’nin ilk defa kendi topraklarında böyle bir saldırı yaşaması ABD’nin hegemon gücünü sarsmıştır. 11 Eylül saldırıları uluslararası sistemde “tarihin sonunun sonu” olarak belirtilerek, 21. Yüzyılın dönüm noktası olarak değerlendirilmiştir. Böylelikle uluslararası sistemin gündeminde, Francis Fukuyama’nın Tarihin Sonu adlı tezinde olduğu gibi tek kutupluluğu savunan görüşlerin yerini çok kutupluluğu savunan görüşler ve söylemler yer almaya başlamıştır.[14]

11 Eylül saldırılarının ardından Huntington’un Medeniyetler Çatışması tekrardan gündeme gelmiştir ve kamuoyunda tartışmalara sebep olmuştur. Bu tartışmalarda asıl konu, 11 Eylül olaylarının bu tezi doğrulayıp doğrulamadığı konusu üzerine olmuştur. 11 Eylül saldırılarının El-Kaide terör örgütü tarafından gerçekleştirilmesi sonucunda dünya kamuoyunda ve akademik alanda genel olarak bu saldırılardan İslam sorumlu tutulmuştur. Batı’da bu doğrultuda bir İslamfobi oluşurken, Müslüman ülkelerde de ABD’nin politikaları sebebiyle Amerikan karşıtlığı oluşmaya başlamıştır. Bush yönetiminin gerçekleştirilen saldırılardan sonra “Şer Üçgeni” kavramını kullanması hem İslam devletlerinin hem de diğer batılı devletlerinin tepkisine neden olmuştur.

11 Eylül saldırıları sonrasında ABD’nin terörle mücadele kapsamında Afganistan’a düzenlediği operasyonda Müslüman ülkeler de olmak üzere birçok devlet destek vermiştir. Huntington’un Medeniyetler Çatışması adlı tezinde belirtilen Batı İslam arasındaki karşıtlığın aksine 11 Eylül saldırıları sonrasında Batı ve İslam devletleri arasında işbirliği de gerçekleşmiştir.  Bunların yanı sıra bu dönemlerde Türkiye ve Avrupa Birliği arasında da yakın ilişkiler gözlemlenmiştir. Tüm bunlar doğrultusunda Huntington’un tezini doğruluğunu ve bu dönemi yansıttığını söylemek pek mümkün değildir. ABD terörle mücadele kapsamında gerçekleştirdiği operasyonda Müslüman ve Batılı devletlerden destek alırken, “Şer Ekseni” söylemini kullanması ve Irak’a müdahale etmesi Batılı devletler de dâhil olmak üzere diğer devletlerden destek alamamıştır. Bu doğrultuda ABD’ye yapılan eleştiriler, medeniyetler arası farklılıklar sebebiyle değil, Bush yönetimi politikaları sebebiyle gerçekleştirilmiştir.[15]

11 Eylül saldırılarından sonra ABD’nin Orta Asya ve Ortadoğu’da etkinliğinin göreceli olarak azalmasına karşılık bu bölgelerde Çin, Rusya, Hindistan, Japonya ve Avrupa Birliği gibi küresel lider olma potansiyeline sahip uluslararası aktörler ABD’nin global rakipleri haline gelmiştir. Bu aktörlerin yanı sıra Türkiye, Venezüella, İran, Güney Afrika, Meksika, Brezilya ve Endonezya gibi ülkeler de uluslararası sistemde yer almaya, küresel siyasete katılmaya başlamıştır. Dünya siyasetine birçok aktörün dâhil olması çok kutuplu bir düzene geçildiğinin bir göstergesidir.

Çok kutuplu dünya düzeni, uluslararası sistemin merkezinin Atlantik’ten kaydığı, küresel mücadelenin Afrika Avrasya ekseninde yaşandığı, enerji kaynaklarının önem kazandığı birçok aktörün yer aldığı bir yapıdır. Bu çerçevede 11 Eylül saldırıları sonrası Çin, ABD, Rusya arasında Avrasya coğrafyasında güç mücadelesi yaşanmıştır ve bu güç mücadelesi 2. Büyük oyun olarak adlandırılmıştır. Ayrıca bu bölge Türkiye, Ukrayna, İran ve Gürcistan gibi ülkelerin de jeopolitiğinin belirlenmesinde önemli konumdadır. Kalpgah konumundaki bu bölgeyi küresel imparatorluk kurmak isteyen güçlerin elde etmesi gerekmektedir. Dolayısıyla bu bölgedeki güç mücadeleleri bu sebepten kaynaklanmaktadır.[16]

11 Eylül sonrası sistemin imkân tanıdığı hareket serbestîsi ve çok kutuplu düzene geçişin sağlanması ile bölgesel ittifaklar ve oluşumlar gerçekleşmiştir. Bu çerçevede, Latin Amerika’da AB model alınarak 13 Mayıs 2008 tarihinde Arjantin, Bolivya, Şili, Kolombiya, Ekvator, Guyana, Paraguay, Peru, Surinam, Uruguay ve Venezuela’nın katılımıyla Güney Amerika Uluslararası Birliği (UNASUR) , Çin, Rusya, Kazakistan, Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan’ın katılımıyla Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) kurulmuştur. Rusya ve AB karşısında bir denge oluşturmak amacıyla da Gürcistan, Ukrayna, Özbekistan, Azerbaycan ve Moldova tarafından GUAM kurulmuştur.[17]

Soğuk Savaş sonrası dönemin ilk 10 yılı uluslararası sistemin yapısının değişmesi ve tanımlanamaması sebebiyle belirsizliklerle dolu bir süreç yaşanmıştır. Soğuk Savaş sonrası dönemde yaşanan 11 Eylül olayları, uluslararası disiplinde bir kırılma noktası olmuştur ve bu sürecin uluslararası literatürde 11 Eylül saldırıları sonrası dönem olarak adlandırılmasını ve sürecin daha öngörülebilir olmasını sağlamıştır.[18]

 2.1.11 Eylül Saldırılarının Dünya Siyasetine Etkileri

Uluslararası ilişkilerde 11 Eylül saldırıları, Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra önemli bir kırılma noktası olmuştur. Birçok uzman, 11 Eylül saldırılarının sistemin dönüşmesine neden olduğunu belirtmiştir. Örneğin Steve Smith, 11 Eylül saldırılarıyla uluslararası sistemde ABD’nin süper güç olduğu dönemin sona erdiğini belirtmiştir. Bazı uzmanlar 11 Eylül saldırıları ile ABD’nin süper güç olduğu dönemin sona erdiğini belirtirken, bazı uzmanlar 11 Eylül saldırıları ile Soğuk Savaş sonrası döneme tamamen geçişin sağlandığını belirtmişlerdir. Tim Hutchinston da bu görüşler doğrultusunda, Soğuk Savaş’tan 11 Eylül olaylarına kadar olan süreci bir ara dönem olarak nitelendirmiştir ve bu ara dönemin sona erdiğini söylemiştir. Robert Gilpin ise diğer uzmanlardan daha farklı bir görüş benimseyerek, 11 Eylül Olayları sonrasında sistemin dönüşüm yaşamadığını, var olan sistemin geçerliliğini hala koruduğunu belirtmiştir. Gilpin’e göre 11 Eylül olayları sonrası süreç, dünya siyasetinde Vestfalyan sistemi sarsmak için ortaya çıkan gelişmelere karşı bir direniş olarak yorumlanmıştır.[19]

11 Eylül Saldırıları, dünya siyasetinde değişikliklere sebep olmakla birlikte sistemin yapısıyla ilgili birçok sorununun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Yaşanan saldırılar sonucunda ulus devlet sistemi güçlenmiştir ve bu durum Vestfalya ruhunun reenkarnasyonu şeklinde yorumlanmıştır. 11 Eylül saldırılarının, dini yapıda ulus ötesi bir aktör tarafından gerçekleştirilmesi, 1648 Vestfalya Antlaşmasından önce var olan din ile uluslararası sistem ilişkilerini yeniden gündeme getirmiştir. Vestfalya antlaşması ile kurulan yeni düzen seküler bir yapı bir üzerine kurulmuştur.

11 Eylül saldırıları ile birlikte uluslararası sistemin seküler yapısını koruyabilme kapasitesi ortaya çıkmıştır. Böylelikle köktendincilik yeni bir sistem öngörüsü haline gelmiştir. Uluslararası sistemin seküler yapısının değişim göstermesiyle birlikte uluslararası sistemin yapısında, aktörlerinde de değişimler gözlemlenmektedir. 11 Eylül saldırıları, uluslararası sistemin yapısının kırılgan olduğunu, bölgesel ittifak ve girişimlerin değişken olduğunu göstermiştir.[20]

11 Eylül olaylarının neden olduğu bir diğer gelişme ise, sistem aktör tanımlaması, güç hiyerarşisi ve tarihsel meşruiyeti açısından sorgulanır hale gelmesidir. Ulus devletler arasındaki ilişkilerin yerini devletlerin ulus ötesi aktörlerle gerçekleştirdiği ilişkiler almaya başlamıştır. Sınır aşan ilişkilerin gündeme gelmesiyle ulus devletin sınırlarının içerisinde güvenli olma anlayışı sona ermiştir ve sınır aşan güvenlik sorunları giderek artış göstermektedir. [21]

 2.2.11 Eylül Saldırıları ile Değişen Güvenlik Algısı

Soğuk Savaş sonrası dönemde tehdit algılanan bloğun ortadan kalkması ve küreselleşmenin etkisiyle tehdit algılamalarında çeşitlilik oluşmuştur. Askeri alanda yapılan analizlerin yanı sıra ekonomi, çevre, enerji, nüfus, ekonomi, kültürel sorun konularında da analizler yapılmaya başlanmıştır. Diğer konuların güvenlikle ilişki içine girmesi, güvenliğin sağlanması için tüm konularda ortak bir çalışma yapılmasını gerektirmiştir.[22]

Uluslararası sistemde değişim gösteren güvenlik algılamalarında 11 Eylül saldırıları bir dönüm noktası olmuştur. Yaşanan terör saldırıları, güvenlik kavramının insan ticareti, küresel terör, dinsel nitelikli çatışmalar, kitle imha silahlarının artması ile birlikte genişlediğinin göstergesidir. 11 Eylül 2001’de gerçekleşen terör saldırıları ile terörizmin yıkıcı ve etkisel boyutlarının arttığı anlaşılmıştır ve bu saldırılardan sonra uluslararası ilişkilerin gündemine “terörle mücadele” konusu yerleşmiştir.[23]

ABD 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra 17 Eylül 2002’de “Ulusal Güvenlik Stratejisi” oluşturmuştur. Bu stratejide, Önleyici Savaş, Askeri Müdahale ve Öncecilik, Yeni Karşılıklılık ve Demokrasiyi Yayma olarak 4 ana başlık yer almıştır. ABD, Ulusal Güvenlik Stratejisi çerçevesinde kimyasal silah bulunduran ve kullanan ülkeleri “haydut devlet” olarak nitelendirmekle birlikte terörle mücadele kapsamında ilk olarak bu devletleri hedef almıştır. Yaşanan saldırıların ardından NATO gerçekleştirdiği toplantıda terörü, öncelikli tehdit algılaması kapsamında değerlendirmiştir. Böylelikle ABD, 2002 yılında gerçekleştirilen Afganistan operasyonunun gerekçesini bu tehdide dayandırmıştır ve kamuoyundan destek almıştır. Avrupa da oluşan yeni tehdit algılamasına karşı tepkisiz kalmamıştır. 21 Eylül’de gerçekleştirilen olağanüstü toplantıyla Hükümet ve Devlet Başkanları Konseyi terörle mücadelenin öncelikli bir politika olacağına karar vermiştir. 2002 yılında ise Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası operasyonel hale getirilerek, terörle mücadele kapsamında katılımın arttırılmasına karar verilmiştir.[24]

ABD Başkanı George Bush 11 Eylül saldırılarının ardından yaptığı konuşmada “Artık her ulus kararını vermelidir ya bizimlesiniz ya da teröristlerle” söylemiyle diğer devletlerden ve kamuoyundan küresel terörle mücadele kapsamında destek beklemiştir. Bu doğrultuda ABD, saldırı sonrası gerçekleştireceği politikaları ve stratejileri meşrulaştırma yoluna girmiştir.

ABD’nin uluslararası sistemde gücünün sarsılması ve mağdur konumda olması sebebiyle, 7 Ekim 2001’de ABD’nin Afganistan’a gerçekleştirdiği operasyon kamuoyu ve diğer devletler tarafından desteklenmiştir. Dengesiz savaş gücü asimetrik savaşa neden olduğu için bu operasyonla ile birlikte asimetrik savaşla karşı karşıya kalınmıştır. Asimetrik yaklaşım; zayıf olanın çatışma esnasında diğer tarafın zaaflarından yararlanarak beklenmeyen, önlenemeyen, üst silah teknolojisine dayanan saldırıları her an gerçekleştirebilmesidir. Buna örnek olarak, 15 Nisan 2013 tarihinde Boston Maratonu’na gerçekleştirilen saldırı söylenebilir.[25]

Genel olarak bakıldığında, Soğuk Savaş dönemine hâkim olan askeri perspektiften ele alınan güvenlik anlayışı, 11 Eylül saldırıları, çevre felaketleri, küreselleşme gibi sebepler ile insani bir boyut kazanmıştır. ABD terörle mücadele kapsamında Afganistan ve Irak’a operasyon gerçekleştirirken bölge halklarının güvenliğini hiçe saymıştır. ABD’nin Ulusal Güvenlik Stratejisinin insan haklarına önem vermemesi, operasyonlarının ekonomik ve siyasi kargaşalara neden olması, ABD’nin AB üyeleri de dâhil olmak üzere birçok ülke tarafından eleştirilmesine yol açmıştır. Bu sebeplerle ABD’nin Ulusal Güvenlik Stratejisini uygulayabilmesi, süper güç olma iddiasını devam ettirebilmesi için askeri gücün yanında yumuşak güç kullanımına da önem vermesi ve aktif bir kamu diplomasisi kullanması gerekmiştir.[26]

Ceyda Ceren Şanlı

Uludağ Üniversitesi Yüksek Lisans Öğrencisi

KAYNAKÇA

 KİTAPLAR

Arı, Tayyar.  Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika, 8. Baskı, Bursa,  MKM Yayıncılık, 2010.

Bacık, Gökhan. Modern Uluslararası Sistem Köken, Genişleme, Nedensellik, 1. Baskı,  Kaktüs Yayınları, İstanbul, 2007.

Erdem,Engin. “ Medeniyetler Çatışması Tezi ve 11 Eylül” , 11 Eylül Öncesi ve Sonrası, haz. Bülent Aras ve Gökhan Bacık, 2. Baskı, Etkileşim Yayınları, İstanbul, 2007.

Özdal, Barış, Karaca, Kutay. Diplomasi Tarihi II, Dora Yayınları, Bursa, 2015.

MAKALE VE İNTERNET KAYNAKLARI

Akkurt, Hüseyin Caner. “ Asimetik Savaşta ABD ve NATO’nun Rolü” , ASSAM, 19.05.2013,  <http://www.assam.org.tr/tr/kurullar/sak-gorevleri/asimetrik-savasta-abd-ve-nato-nun-rolu/37-asimetrik-savasta-abd-ve-nato-nun-rolu.html> , (e.t.12.04.2015).

Efegil, Ertan, Musaoğlu,Neziha. “ Soğuk Savaş Sonrası Dönemin Uluslararası Sisteminin Yapısına İlişkin Görüşler Üzerine Bir Eleştiri, Akademik Bakış, Cilt 2, Sayı 4, Yaz 2009.

Efegil, Ertan, “Ortadoğu’daki Gelişmelerin Analizi: Libya, Tunus, Bahreyn, Mısır ve Suriye”  Ortadoğu Analiz, Cilt 5, Sayı: 59, Kasım 2013, ss.10-22, < http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/20131127_ertanefegil.pdf >, (e.t.19.04.2015).

Emeklier, Bilgehan. “ Soğuk Savaş Sonrası Uluslararası Sistemin Analizi” ,  BİLGESAM, 03.05.2010, <http://www.bilgesam.org/incele/1901/-soguk-savas-sonrasi-uluslararasi-sistemin-analizi/#.VUkLaY7tmko> , (e.t.07.04.2015).

Gökbaş, Seval. “ Çok Kutuplu Dünya Düzeninde Güvenlik Algısı” , TASAM, 30.07.2009,  <http://www.tasam.org/trTR/Icerik/1113/cok_kutuplu_yeni_dunya_duzeninde_%E2%80%98guvenlik_algisi> , (e.t.11.04.2015).

Kanbal, Burcu.“ Uluslararası İlişkilerde Güvenlik Algısı” , Politika Akademisi, 07.08.2012, <http://politikaakademisi.org/uluslararasi-iliskilerde-guvenlik-algisi> , (e.t.11.04.2015).

Kantarcı, Şenol.“ Soğuk Savaş Sonrası Uluslararası Sistem: Yeni Sürecin Adı Koalisyon Dönemi mi?” , Güvenlik Stratejileri,  ss.47-85, Yıl:8, Sayı:16, <http://dergipark.ulakbim.gov.tr/guvenlikstrtj/article/viewFile/5000098871/5000092127> , (e.t.08.04.2015).

Örmeci, Ozan. “ Francis Fukuyama ve Tarihin Sonu” , 25.11.2010, <http://ydemokrat.blogspot.com.tr/2010/11/francis-fukuyama-ve-tarihin-sonu.html > , (e.t.10.04.2015).

Örmeci,Ozan, “ Samuel  Huntington ve Medeniyetler Çatışması” , 04.11.2010, <http://ydemokrat.blogspot.com.tr/2010/12/samuel-huntington-ve-medeniyetler.html>   , (e.t.10.04.2015).

Tören, Deniz. “ 11 Eylül Saldırıları, Sistemdeki Dönüşümler ve Türk Dış Politikası” , TUİÇ Akademi, 25.08.2011, < https://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/turk-dis-politikasi/1935-11-eylul-saldirilari-sistemdeki-donusumler-ve-turk> , (e.t.11.04.2015).

Soğuk Savaş Sonrasında “Yeni Dünya Düzeni”, Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi, Sayı 17 Temmuz-Ağustos- Eylül, 2009, s  <  http://www.akademikbakis.org/eskisite/17/2yenidunya.pdf>  , (e.t.07.04.2015).

“ Güvenlik Sorunları ve Kamu Diplomasisi” , Kamu Diplomasisi Enstitüsü,  <http://www.kamudiplomasisi.org/makaleler/haberler/130-guevenlik-sorunlar-ve-kamu-diplomasisi#page> , (e.t.12.04.2015).      .

Ceyda Ceren Şanlı.

Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Yüksek Lisans Öğrencisi.


[1] Bilgehan Emeklier, “ Soğuk Savaş Sonrası Uluslararası Sistemin Analizi” ,  BİLGESAM, 03.05.2010, http://www.bilgesam.org/incele/1901/-soguk-savas-sonrasi-uluslararasi-sistemin-analizi/#.VUkLaY7tmko , (e.t.07.04.2015).

[2] Soğuk Savaş Sonrasında “Yeni Dünya Düzeni”, Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi, Sayı 17 Temmuz-Ağustos- Eylül, 2009, s.2,   http://www.akademikbakis.org/eskisite/17/2yenidunya.pdf , (e.t.07.04.2015).

[3] Ertan Efegil, Neziha Musaoğlu, “ Soğuk Savaş Sonrası Dönemin Uluslararası Sisteminin Yapısına İlişkin Görüşler Üzerine Bir Eleştiri, Akademik Bakış, Cilt 2, Sayı 4, Yaz 2009, s.4.

[4] Tayyar Arı, Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika, 8. Baskı: Bursa,  MKM Yayıncılık, 2010, s.174.

[5] Efegil, Musaoğlu, op.cit. ,  s.5.

[6] Arı, op.cit, ss.176-179.

[7] Şenok Kantarcı, “ Soğuk Savaş Sonrası Uluslararası Sistem: Yeni Sürecin Adı Koalisyon Dönemi mi?” , Güvenlik Stratejileri, Yıl:8, Sayı:16, ss.62-63,  http://dergipark.ulakbim.gov.tr/guvenlikstrtj/article/viewFile/5000098871/5000092127 , (e.t.08.04.2015).

[8] Ozan Örmeci, “ Francis Fukuyama ve Tarihin Sonu” , 25.11.2010, http://ydemokrat.blogspot.com.tr/2010/11/francis-fukuyama-ve-tarihin-sonu.html , (e.t.10.04.2015).

[9] Efegil, Musaoğlu, op.cit. , s.7.

[10] Ibid. , s.8.

[11] Ozan Örmeci, “ Samuel  Huntington ve Medeniyetler Çatışması” , 04.11.2010, http://ydemokrat.blogspot.com.tr/2010/12/samuel-huntington-ve-medeniyetler.html , (e.t.10.04.2015).

[12] Barış Özdal, Kutay Karaca, Diplomasi Tarihi 2, Dora Yayınları, Bursa, 2015, ss.297-298.

[13]Kantarcı, op.cit. , ss.68-69.

[14] Emeklier, op.cit.

[15] Engin I. Erdem, “ Medeniyetler Çatışması Tezi ve 11 Eylül” , 11 Eylül Öncesi ve Sonrası, haz. Bülent Aras ve Gökhan Bacık, 2. Baskı, İstanbul: Etkileşim Yayınları, 2007,  ss.91-98.

[16] Deniz Tören, “ 11 Eylül Saldırıları, Sistemdeki Dönüşümler ve Türk Dış Politikası” , TUİÇ Akademi, 25.08.2011, https://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/turk-dis-politikasi/1935-11-eylul-saldirilari-sistemdeki-donusumler-ve-turk , (e.t.11.04.2015).

[17] Emeklier, op.cit.

[18]Tören, op.cit.

[19]Gökhan Bacık, Modern Uluslararası Sistem Köken, Genişleme, Nedensellik, 1. Baskı,  Kaktüs Yayınları, İstanbul, 2007, ss.337-342.

[20] Bülent Aras, “ 11 Eylül ve Dünya Siyaseti” , Aras, Bacık, op.cit. , ss. 9-13.

[21] Ibid. , s. 14.

[22] Burcu Kanbal, “ Uluslararası İlişkilerde Güvenlik Algısı” , Politika Akademisi, 07.08.2012,  http://politikaakademisi.org/uluslararasi-iliskilerde-guvenlik-algisi/, (e.t.11.04.2015).

[23] Ibid.

[24] Seval Gökbaş, “ Çok Kutuplu Dünya Düzeninde Güvenlik Algısı” , TASAM, 30.07.2009,  http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/1113/cok_kutuplu_yeni_dunya_duzeninde_%E2%80%98guvenlik_algisi , (e.t.11.04.2015).

[25] Hüseyin Caner Akkurt, “ Asimetik Savaşta ABD ve NATO’nun Rolü” , ASSAM, 19.05.2013,  http://www.assam.org.tr/tr/kurullar/sak-gorevleri/asimetrik-savasta-abd-ve-nato-nun-rolu/37-asimetrik-savasta-abd-ve-nato-nun-rolu.html , (e.t.12.04.2015).

[26] “ Güvenlik Sorunları ve Kamu Diplomasisi” , Kamu Diplomasisi Enstitüsü,  http://www.kamudiplomasisi.org/makaleler/haberler/130-guevenlik-sorunlar-ve-kamu-diplomasisi#page , (e.t.12.04.2015).

USA Academy

0

 

USA Department of State, Illinois University, TUİÇ ve Yeni Yüzyıl Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Liderlik Kulübü işbirliği ile 18 Mayıs 2015 tarihinde düzenlenecek olan “USA Academy” konferansının programı aşağıdaki gibidir.