Home Blog Page 254

Güney Çin Denizi’nde Gerginlik Tırmanıyor

Çin’in küresel etkisini arttırmasına ve ABD ile müttefiklerinin Güneydoğu Asya’daki ekonomik ve siyasal çıkarlarına yönelik ciddi bir meydan okuma girişimine başlamasına paralel olarak, bölgedeki tarihsel öneme haiz problemler de sıklıkla gündeme gelmektedir. Bu sorunlardan en önemlisi ve acil bir mahiyet arz edeni ise “Güney Çin Denizi”nin paylaşımına ve statüsüne ilişkin olarak yaşanan gerginliktir.

Güney Çin Denizi, adından da anlaşılacağı üzere Çin’in güneyinde yer alan, Pasifik Okyanusu’nun bir kolu olarak görülebilecek ve Akdeniz’den biraz daha büyük bir su alanını oluşturmaktadır. Pasifik ve Hint Okyanusları arasında bir geçiş alanı oluşturmakta olan bu deniz, dünya deniz ticaret filosu yıllık tonajının %50’den fazlasının geçtiği Malakka, Sunda ve Lombok Boğazları’nı bünyesinde barındırmaktadır. Malakka Boğazı’nın, Hürmüz Boğazı’ndan sonra enerji ulaştırması anlamında dünyanın en önemli ikinci geçiş noktası olduğu ve ihtiyaç duyduğu petrolün %55’ini ithal eden (bunun da %51’i Ortadoğu, %24’ü ise Afrika’dan tankerlerle gelmektedir, dolayısıyla Malakka Boğazı’ndan geçmektedir) Çin’in, “petrolü” bu boğaz aracılığıyla ve Güney Çin Denizi üzerinden kendi topraklarına ulaştırdığı dikkate alındığında, bölgenin ne denli stratejik olduğu rahatlıkla anlaşılabilir. Nitekim Malakka Boğazı-Güney Çin Denizi bağlantısı üzerinden, 2015 yılı itibarıyla günde 15 milyon varilin üzerinde ham petrol taşınmaktadır. Çin’in 2013 yılı itibarıyla ABD’yi geride bırakarak dünya petrol ithalatında ilk sıraya oturması da Güney Çin Denizi’nin stratejik önemini açıkça betimleyen bir husustur. Bu denize, Çin’in “devlet olarak tanımadığı” Tayvan da dahil toplam 10 ülkenin kıyısı bulunmaktadır. Bu ülkelerden en önemlileri ise Filipinler, Endonezya, Malezya, Vietnam, Singapur ve Brunei’dir.

Güney Çin Denizi, aynı zamanda sahip olduğu zengin petrol ve doğalgaz rezervleri ile bilinmektedir. Denize kıyısı olan ülkeler arasındaki paylaşım sorunları giderilemediği için, bahsettiğimiz bu rezervin istenilen şekilde kullanılabildiği ise söylenemez. Bu denizde yer alan ve statü tartışmasının tam olarak ortasında konumlanmış Spratly Adaları’nın güneyinde ve yine aynı pozisyonda olan Paracel Adaları’nın kuzeyinde yer alan bölgede 7 milyar varil petrol ve 25,5 trilyon metreküp doğalgaz rezervi bulunduğu belirtilmektedir. Bu rakamlar, yalnızca şimdiye değin keşfedilebilen rezervleri göstermektedir. Gerçek rakamın bu oranın çok üzerinde olabileceğine dair yorumlar da yapılmaktadır. Yani Güney Çin Denizi, yalnızca bir enerji aktarım hattı değildir. Aynı zamanda zengin petrol ve doğalgaz yataklarına da sahip ve dünya ticaretinin en az 1/3’ünün gerçekleştirildiği bu deniz, daha önce de bahsettiğimiz üzere, dünya deniz ticaret filosu toplam tonajının da yarısından fazlasının geçtiği bir su yoludur. Güney Çin Denizi’nin bir diğer özelliği ise, balıkçılık anlamında çok zengin kaynaklara sahip olması ve özellikle “endüstriyel balıkçılık” için çok uygun bir konuma sahip olmasıdır.

Bu denizin, bugün, önemli bir sorun alanı haline gelmiş olmasının en önemli nedeni ise kıyıdaş ülkelerin birbirleriyle ve özellikle Çin ile yaşadığı paylaşım sorunları ve Çin’in, bu denizin önemli bir bölümünü kendisine ait olarak görmesi ve bunu “tek taraflı” söylemler/eylemler ile ortaya koyması neticesinde, “serbest ticaret” ve “denizlerde ulaşım serbestliği” başta olmak üzere birçok liberal ilkeyi zedeliyor olmasıdır. ABD’nin, aynı zamanda bir Asya-Pasifik aktörü olduğu ve son dönemde Çin’in büyümesinden rahatsız olarak, Pekin’in gücünü azaltabilecek ya da en azından kontrol altında tutabilecek (dengeleyecek) girişimlerde bulunmayı hedeflediği dikkate alındığında, Güney Çin Denizi’nin Çin’in kontrolü altına girmesine izin vermek istemeyeceği ortadadır. Üstelik Çin’in dışında, bu denize kıyısı olan ülkelerin neredeyse tamamı, gerek Çin tehdidi nedeniyle, gerekse de tarihsel ve ekonomik sebeplerle ABD’nin müttefiki olmuş durumdadır ve Washington, bu ülkeler üzerinden Çin’e yönelik bir “çevreleme (containment)” stratejisi izlemeye çalışmaktadır. Çin ise, bu durumun bilincinde olduğundan ve ABD’nin lideriğindeki Batı hegemonyasına “karşı” bir duruş geliştirmek için öncelikle kendi yakın çevresinde etkili bir aktör olması gerektiği gerçekliğinden de hareketle, Güney Çin Denizi’nde “savunmacı” değil Mearsheimer’in altını çizdiği “saldırgan” realizm ekseninde bir duruş sergilemektedir.

Çin, Güney Çin Denizi’nde, 1947 yılında ilan ettiği ve “Dokuz Çizgili Harita” adı verilmiş olan “U Şeklindeki” bir deniz alanının tarihsel olarak kendisine ait olduğunu ve bu nedenle imzalamış olduğu 1982 tarihli “BM Deniz Hukuku Sözleşmesi”ne aykırı olmasına karşın, bu deniz alanını kendi egemenlik alanı içerisinde gördüğünü belirtmektedir. Aynı iddia, Tayvan tarafından da kendi lehinde dillendirilmektedir. Halbuki BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne göre, bahsedilen bölge Filipinler, Vietnam ve Malezya gibi ülkelerin 200 millik “münhasır ekonomik bölge”lerinin de içerisinde bulunmaktadır. Bu bağlamda, özellikle Filipinler, Çin’in egemenlik iddiasını kabul etmemekte ve bu denizi “Batı Filipinler Denizi” olarak ilan ederek Çin ile karşı karşıya gelmektedir. Manila, bu konuda özellikle ABD’nin desteğini beklemekte ve BM ile ASEAN nezdinde de girişimlerde bulunmaya çalışmaktadır. Çin’in egemenlik iddiasında bulunduğu bölgede yer alan Spratly Adaları, özellikle petrol ve doğalgaz rezervleri anlamında zengindir. İrili ufaklı en az 170 tane olduğu ifade edilen adaların en önemlileri olarak görülen 12’sinde Çin’in askeri varlığı bulunmaktadır. Bunun dışında, daha önemsiz (özellikle enerji anlamında) olarak görülen 2 ada Tayvan’ın, 25’i Vietnam’ın, 8’i Filipinler’in ve 5’inde de Malezya’nın askeri varlığı konumlanmıştır. Çin, üzerinde egemenlik kurduğunu ilan ettiği Spratly Adaları ile Paracel Adaları’nın da “kıta sahanlığı”na sahip olduğunu ilan ederek deniz alanını genişletmeye çalışmaktadır. Bu durum, BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne de aykırı bir durumu oluşturmaktadır. Nitekim 1982 tarihli bu sözleşmeye göre, devletler 12 millik bir karasuları sınırı, 200 metre derinliğe değin varan bir kıta sahanlığı ve 200 millik bir münhasır ekonomik bölgeye sahiptirler. Spratly ve Paracel Adaları ise, Çin’in kıta sahanlığının dahi dışında yer almakta ve diğer kıyıdaş ülkelerle birlikte Çin’in münhasır ekonomik bölgesinde yer almaktadır. Yani normal koşullarda, bu adaların hiçbir ülkenin egemenliğine tabi olmayan ve zenginlikleri de kıyıdaş ülkelerde paylaşılan bir konuma sahip olmaları gerekir. Ne var ki, Çin’in soyut bir anlayışı yansıtan “tarihsel hak” iddiası üzerinden yansıttığı tavır, diğer kıyıdaş ülkeleri de olumsuz yönde etkilemekte ve serbest ticaret ile deniz ulaşım hürriyetine ciddi sınırlamalar getirmektedir.

Son dönemde, Filipinler, Vietnam, Tayvan ve Malezya ile Avustralya’nın yoğun şikayetlerine ve ABD’nin “şiddetle karşı çıkmasına” karşın, Çin’in, Spratly Adaları ve çevresinde çeşitli askeri tesisler inşa etmekte, liman ve altyapı kurma çalışmalarını hızlandırmakta ve hatta adaları silahlandırma yönünde hamleler dahi yapmaktadır. Bunun yanı sıra, Çin’in, yine bu adalar çevresinde yer alan “sığlıklarda” (Yongshu, Subi, Nanxun, Dongmen ve Meiji sığlıkları) liman ve uçak pistlerine sahip “yapay adalar” inşasına başlamıştır. Böylece tartışmalı bölgedeki Çin varlığı daha ileri boyutlara vardırılmaya çalışılmaktadır. 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne göre, “yapay adaların” deniz içerisinde 500 metrelik bir güvenlik bölgesine de sahip olduğu unutulmamalıdır. Çin, bu tarz hamlelerinin yanı sıra, diğer kıyıdaş ülkelerin Güney Çin Denizi’nde enerji arama-tarama faaliyetlerine izin vermek istememekte (özellikle Vietnam-Hindistan ortaklığı çerçevesindeki girişimlere müdahale etmeye çalışmakta), bu denizde gördüğü “yabancı gemileri” durdurup arama kararı almakta ve özellikle Vietnam, Filipinler, Hindistan ve ABD olmak üzere, bu denize giriş yapan çeşitli ülkelere ait ticaret ve savaş gemilerini çeşitli yollardan “taciz” etmektedir.

Çin’in bu saldırgan tavrı, ABD tarafından kendisine yöneltilen “çevreleme” stratejisini aşabilme yönünde bir eylemlilik olarak görülebileceği gibi, çok kutuplu bir dünya sistemini inşa edebilme ve bu bağlamda da ABD ile müttefiklerinin “sistemsel hegemonyasını” sorgulama girişimi olarak da değerlendirilebilir. Nitekim Çin, tıpkı Rusya gibi, çok kutupluluk ekseninde inşa edilmiş yeni bir dünya düzeni oluşturmak istemektedir. Bu bağlamda, her iki ülke de, öncelikle kendi bölgelerinde gücü tartışılmaz bir hegemon olabilme hedefini ortaya koymuş durumdadır. Güney Çin Denizi, Çin’in stratejik üstünlüğünü beraberinde getiren “ekonomik büyümenin” altyapı unsuru olan “enerji kaynaklarının” güvenli bir şekilde Çin anakarasına ulaşması açısından önemli olduğu gibi, aynı zamanda Çin’in “arka bahçesini” oluşturmaktadır. Çin, kendisine yönelebilecek güvenlik risklerinin özellikle Güney ve Doğu Çin Denizi üzerinden gelebileceğini hesap etmektedir. ABD’nin uyguladığı çevreleme stratejisinin yanı sıra, “Güneydoğu Asya”yı dış politikasının esas yönelim noktasına oturtması, Washington’un Güney Çin Denizi’nde dengeli bir yapı kurulabilmesini “ulusal çıkarları” içerisinde görmesi ve bu bağlamda bölge ülkeleri ile Japonya ve Avustralya güçlerinin de dahil olduğu askeri tatbikatlar düzenlemesi Pekin’i rahatsız etmektedir. Bu rahatsızlığın, önümüzdeki dönemde daha da artması ve uluslararası sistemin yapısını ve işleyişini “derinden” etkileme kapasitesi taşıyan bir krizin yaşanması ihtimaller dahilindedir.

Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU
Giresun Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

Rusya, Türkiye’yi Gözden Çıkardı mı?

0

Yaklaşık bir haftadır aynı sorular soruluyor: “Rusya, Türkiye ile olan iyi ilişkilerini bozmak mı istiyor?” Bu sorulara şu şekilde cevap vermek gerekir: “Rusya ile Türkiye’nin ilişkileri hangi anlamda iyiydi?” İki ülke arasında “stratejik” bir boyut kazandığı ifade edilen ilişkiler, gerçekten bu boyuta taşınmış mıydı, yoksa tarafların konjonktürel ihtiyaçlarına cevap veren ve belli politika alanlarına sıkışmış söylem boyutunda bir uluslararası algı operasyonu muydu? Bu soruya benim vereceğim cevap, ikinci seçeneğin altını çizen bir anlayışa yaslanmaktadır.

Rusya ile Türkiye arasındaki “işbirliği” genel itibarıyla ticaret, turizm, yatırım, enerji ve Montrö Sözleşmesi’nin değiştirilmesine karşı çıkma gibi hususlar bağlamında söz konusudur. Yapılan anlaşmaların içeriğini gözden geçirdiğimizde ve özellikle Rusya tarafından gelen açıklamalara kulak verdiğimizde bunu açıkça görürüz. Yani ilişkiler, realist uluslararası ilişkiler ekolünün genel itibarıyla “düşük önem arz ettiği” konular ya da sektörler bağlamında işbirliğini içermektedir. Hâlbuki iki ülkenin siyasal ilişkilerine göz attığımızda sorunlu bir ilişkinin bulunduğunu ve bölgesel siyasal anlaşmazlıkların tüm netliği ile ortada olduğunu görebiliriz. Rusya, Ukrayna’nın bölünmesine yol açarak ve özellikle Kırım’ı ilhak ederek Türkiye’nin karşı olduğu bir adım atmıştır. Rusya, Ermenistan’a destek veren, onu askeri ve siyasal anlamda koruyan ve Dağlık Karabağ Sorunu’nun çözülmesine engel olan en önemli aktördür. Rusya, Türkiye’nin stratejik partneri Azerbaycan’ın üzerinde baskı uygulamaktadır. Rusya, Türkiye’nin Güney Kafkasya’daki en önemli müttefiklerinden Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü ortadan kaldırmıştır. Türkiye’nin NATO üyesi olması, Moskova’da her daim ciddi bir rahatsızlık nedeni olarak görülmüş ve Türkiye ile siyasal anlamda yakın ilişkiler kurulamayacağına/kurulmaması gerektiğine ilişkin analizler, Rus liderlerin ve politika yapıcılarının stratejik önem atfettiği bir husus olmuştur. Şimdi ise, iki ülkenin Suriye politikaları çatışmaktadır. Türkiye, Esad yönetiminin devrilmesi için 4,5 yıldır elinden geleni yapar ve bu stratejinin olumsuz yansımaları ile uğraşırken Rusya, İran ve Hizbullah’ı da yanına alarak, hatta Irak merkezi hükümetini de yanına çekerek Esad yönetimine destek vermek için Suriye’ye yerleşmiştir. Moskova’nın bu stratejisinin arkasında, Ortadoğu/Doğu Akdeniz çanağında bölgesel bir askeri üs elde etme ve böylece kendi küresel görünümünü/gücünü konsolide etme düşüncesi vardır. Rusya, bu strateji ekseninde, küresel anlamda Avro-Atlantik İttifakı ile bölgesel anlamda ise onun bir parçasını oluşturan Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkelerle mücadele etmesi gerektiğinin farkındadır. Ne ilginçtir ki Rusya’nın, siyasal anlamda bu denli ciddi karşıtlık ilişkisi içerisinde olduğu Türkiye, Batı ile son dönemde yaşadığı sorunlar ekseninde, Rusya ile nispeten “düşük önemde” olduğu değerlendirilebilecek sektörlerde/politika alanlarında kurgulanan işbirliği iklimini, siyasal sonuçları da olan/olacak bir “stratejik” müttefiklik ilişkisi gibi sunmaya çalışmaktadır. Bu yaklaşımın yanlış ya da söylem düzeyinde kalmaya mahkûm bir yanılsamadan ibaret olduğu ise geçtiğimiz hafta Rusya’nın Suriye özelinde Türkiye’ye karşı giriştiği hamleler çerçevesinde açığa çıkmıştır.

Rusya, Lazkiye’ye konuşlandırdığı savaş uçakları vasıtasıyla Türkiye hava sahasını ihlal ederken; aynı zamanda karadan havaya fırlatılan Rus yapımı “SA” füzeleri, Türkiye-Suriye sınır hattında uçan Türk F-16’larına “radar kilitleyerek” tacizde bulunmuş, elektronik tanıma sistemleri kapalı olduğu için Suriye’ye mi, yoksa Rusya’ya mı ait olduğu belli olmayan Rus yapımı savaş uçakları ile Türk F-16’ları arasında “it dalaşı” yaşanmıştır. Hatta bu satırlar yazıldığı esnada, Türk Genelkurmayı’ndan yapılan açıklamada Suriye’ye ait iki savaş uçağının yeni bir ihlalde bulunduğuna yönelik bir açıklama da gelmiştir. Türkiye’yi hedef alan bu hamlelerin “yanlışlıkla” ya da “elektronik arızadan kaynaklanan” nedenlerle gerçekleştiğine yönelik açıklamalar, pek tabi ki gerçeği yansıtmamaktadır. Rusya’nın Tartus Limanı’ndaki deniz üssünü geliştirmek ve Lazkiye yakınlarında hava üssü kurmak için Suriye’ye yerleşmesinden ve IŞİD’i vurma hedefiyle giriştiği hava operasyonlarına paralel olarak yaşanan bu gelişmeler, esasen Türkiye ile Rusya arasında hiçbir zaman aşılamamış siyasal sorunların Suriye özelindeki yansıması olarak belirmiştir. Yani Moskova, Ankara’ya sınırın hemen öte yanından mesaj vermekte ve Türkiye’nin, Suriye’nin kuzeyindeki etkinliğinin “artık sona erdiğine” yönelik bir beyanda bulunmaktadır. Peki, Rusya bunu nasıl bu kadar rahat yapabilmektedir? Türkiye’nin yanında duran aktörler neden Rusya’nın hamlelerine yalnızca söylem boyutunda karşı durmaktadırlar?

Her şeyden önce, Rusya’nın “IŞİD” ile mücadele çerçevesinde Suriye’ye girdiğini belirtmesi ve bu yönde düzenlediği hava saldırıları Moskova’ya ciddi bir meşruiyet kazandırmaktadır. Zira aynı söylem üzerinden ABD ve müttefikleri de Suriye özelinde 1 yıla yakın bir süredir hava operasyonları düzenlemektedir. Moskova’nın bu hamlesi, gerek söylem, gerekse de ABD tarafından zaten girişilmiş bir uygulamanın kopyası olarak ortaya çıktığı için meşruiyet yönünden fazlaca tartışılamamaktadır. İkincisi, ABD’nin tutumudur. Obama yönetimi, ülkenin Afganistan ve Irak operasyonlarında yaşadığı olumsuzlukların da etkisiyle Suriye ve IŞİD meselesine askeri anlamda fazlaca kanalize olmamaktadır. Bu çerçevede, IŞİD ile mücadele ekseninde maliyeti ve sorumluluğu Rusya’nın üzerine yıkmak Washington’u çok rahatsız etmemektedir. ABD, Rusya’yı bu mücadeleye iterken, SSCB’nin Afganistan özelinde yaşadığı başarısızlığı ve bu başarısızlığın SSCB’nin çöküşünde oynadığı rolü de göz önünde bulundurmaktadır. Yani Suriye operasyonunun Rusya’yı bataklığa çekeceğini ve güçsüz düşüreceğini düşünmektedir. Obama, ABD’nin bundan sonraki stratejik yöneliminin Ortadoğu değil, Asya-Pasifik olduğunu ifade etmektedir. Bu minvalde, kendisini Ortadoğu meselelerinden olabildiğince uzak tutmaya çabalamaktadır. Rusya ise, bunu gördüğü için Ortadoğu bağlamında önemli bir adım atmış ve ABD’nin, Asya-Pasifik’e yoğunlaşmasını engellemek amacıyla Ortadoğu’da dengeleri kendi lehinde değiştirmek için kendisinin liderliğinde ve Şam ile Bağdat’tan yönetilecek dörtlü bir yapıyı (Rusya, İran, Irak, Esad yönetimi) devreye sokmuştur. Bu yapı, Suriye özelinde ve hatta Ortadoğu genelinde Rusya’nın yatırım yaptığı Şii eksenini güçlendireceği ve ABD’nin müttefik olarak gördüğü Sünni bloğu zayıflatacağı için, Washington’u öyle ya da böyle Ortadoğu’ya müdahil olmaya itecektir. Rusya, ABD’yi Ortadoğu’da tutarak, Asya-Pasifik bölgesinde büyüyen Çin-Rusya etkinliğinin artmasını ve çok kutupluluk yönündeki söylemin güçlendirilebilmesini arzulamaktadır.

Rusya’nın Türkiye’yi bu denli rahatsız etmesinin önemli nedenlerinden biri, ABD ve NATO’nun, hava sahası ihlali gibi nispeten “basit” bir gerekçeyle Rusya’ya karşı askeri bir manevra yapamayacağını görüyor olmasıdır. Gerek NATO müttefikleri arasındaki Rusya’ya ilişkin yaklaşım farklılıkları, gerek ABD’nin Ortadoğu’ya askeri anlamda kanalize olmak istememesi ve gerekse de Ukrayna’da yaşanan krizin Suriye eliyle yeniden tetiklenerek Doğu Avrupa’daki gerginliği tırmandırması endişesi önemli çekinceler olarak gözler önüne serilmektedir. Rusya’nın, IŞİD ile mücadele söylemi çerçevesinde başta Fetih Ordusu bileşenleri olmak üzere Türkiye’nin destek olduğu grupları da vuruyor olması, Batı Dünyası’nda ve özellikle Washington’da çok ciddi bir tepki yaratmamaktadır. Zira Obama yönetimi, Suriye’de “muhalif grup” olarak görülen ve Türkiye, Suudi yönetimi ve Katar eliyle desteklenen aktörlerin Selefilik bağlamında bir ideolojik altyapıya sahip olduğunu ve bu gruplarla Suriye özelinde bir “yeniden inşa” faaliyetine girişilemeyeceğini görmektedir. Özgür Suriye Ordusu’nun güçsüzlüğü ve dağılma aşamasında olması ve yurtdışına olan mülteci akını, Suriye’deki “ılımlı muhalefetin” alan bazında tamamıyla ortadan kalkmak üzere olduğunu göstermektedir. Washington, Türkiye’nin “muhalefet” olarak gördüğü/göstermeye çalıştığı gruplar ile Suriye özelinde bir anlayış birliğine varamayacağını gördüğü için Rusya’nın, Türkiye tarafından da desteklenen bu gruplara da saldırmasına engel olmayı düşünmemektedir. Hatta bu eylemliliği, El Nusra, Ahrar’uş-Şam ve Fetih Ordusu içerisindeki Selefi-Cihadçı yapılanmayı ortadan kaldıracak “olumlu” bir tablo olarak dahi değerlendirebilir. Üstelik bu gruplara saldıran da kendisi değil Rusya’dır. Yani Türkiye’nin itirazlarına “Rusya saldırganlığı” çerçevesinde bir cevap verebilmektedir.

Moskova; Türkiye’nin, gerek muhalefet olarak gördüğü gruplar ekseninde, gerek son dönemde Batı ve NATO ile ilişkileri çerçevesinde, gerekse de hem kendisinin hem de ABD başta olmak üzere Batı Dünyası’nın, Suriye özelindeki en güvenilir müttefik olarak gördüğü Suriyeli Kürtler ile ilişkileri bağlamında beliren sorunların Türkiye’nin elini zayıflattığını ve bu ülkeyi yalnızlaştırdığını görmektedir. Rusya, IŞİD’e ve diğer muhalif gruplara yönlendirdiği saldırının, bu grupların Türkiye’de ortaya koyabileceği “terör eylemleri” bağlamında, Ankara’nın başını ağrıtabilecek ciddi olumsuzluklar yaratabileceğini de değerlendirmektedir. Kısacası Suriye özelinde Rusya’nın Türkiye’ye karşı kullanabileceği önemli avantajları bulunmaktadır. Bu nedenle Rusya, Türkiye’nin eninde sonunda kendisi ile işbirliğine gideceğine ve ABD’nin dahi üzerinde durmayı düşündüğü Esad’lı geçiş ve belki de Esad’lı bir Suriye senaryosuna “sıcak” yaklaşabileceğine yönelik bir değerlendirmede bulunmaktadır.

Rusya, oldukça “rasyonel” davranarak, Suriye özelindeki etkinliğini açıkça ortaya koymayı ve en azından Esad yönetiminin elinde olan Akdeniz kıyısı ve Şam çevresini (Hama ve Humus dâhil) kendi koruması altına almayı tercih etmiştir. Bunu yaparken de IŞİD ile mücadele senaryosunu kullanmaktadır. ABD’nin Suriye özelindeki etkinliğinin azaldığı, muhalefetin neredeyse tamamen Selefi gruplardan ibaret hale geldiği ve “eğit-donat programının” tam bir başarısızlığa uğradığı bir anda, Suriyeli Kürtler ile de temas kurarak yapılacak bir girişim, Türkiye’yi zor durumda bırakacak ve Ankara’yı Rusya ile işbirliğine zorlayabilecektir. Tüm bunlar yeterli olmazsa Rusya’nın elinde bulunan “enerji kozu” devreye sokulabilecektir. Orta vadede bu kozun kullanılabileceğine dair emareler de Gazprom tarafından yapılan açıklamalar üzerinden görülebilmektedir. Rusya, Türkiye’yi “gözden çıkarmış” değildir. Ancak kendisi ile işbirliği yapmaması durumunda siyasal faktörlerin, mevcut işbirliği alanlarına üstün geleceğini Ankara’ya anlatmaya/göstermeye çalışmaktadır.

Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU*


*    Giresun Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü.

Suriyeli Mülteciler Raporu

بلد اي على أرسلني

إنساناًو اتركني و

Beni İstediğin Ülkeye Gönder, Fakat İnsanca Bırak!

Country Does Not Matter, Let Me Be Human!

Suriyeli mülteciler raporu

Savaşın mağdurları her zaman olduğu gibi sahada savaşanlardan ziyade masum sivillerdir. Yakın coğrafyamızda savaşların artmasıyla beraber ülke olarak savaşın her halini en derinden hissettik ve hissetmeye devam ediyoruz. Çünkü savaş korkunç sonuçları beraberinde getirdiği gibi, sonrasında da sivil mağdurların kendi özgür iradelerini kısıtlıyor. Bundan dolayı makalemin başlığını Suriyeli mülteciler için bestelenen bir şarkıdan aldım. Şarkı şu sözler ile başlıyor; ‘Beni istediğin ülkeye gönder, fakat insanca bırak!’. Anlaşıldığı gibi savaşın her anında mağdur durumda olan sivillerden, devletler sadece muktedir oldukları topraklara müdahale etmiyor, onların seyahat hakkını kısıtlıyor; bir nevi özgür iradelerine demir çitler örüyorlar. Şöyle ki; siviller gidecekleri ülkeyi bile seçemiyor. Sadece kendileri için belirlenen ülkede istenilen alanlarda yaşama hakları var. Yaşanılan bu durum bile savaşın psikolojik ve sosyolojik etkilerinin ne kadar derin olduğunu kanıtlar niteliktedir.

Makalemde genel bir mülteci tanımını ve ülkelere göre dağılımını vererek, İstanbul ve Şanlıurfa’daki Suriyeli mültecilerin sosyal-ekonomik yaşantılarını yaptığım gözlemler doğrultusunda kıyaslamaya çalışacağım.

Mülteci tanımının yapıldığı ilk uluslararası sözleşme 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi’dir. Bu sözleşmede geçen tanıma göre mülteci:

 Madde 1A (2)

“…ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen her şahıs …”

Cenevre sözleşmesine baktığımızda sınırlarımızdan bu sebeplerle geçen herkes mülteci statüsünde gibi gözükse de hukuki olarak göç ettikleri ülkenin yabancı hukukuna tabi oluyorlar. Makalede ele aldığım konuya göre Türkiye’nin Suriyelilere verdiği yasal statüye bir bakalım. Türkiye 2001 AB direktifine dayanarak 2011’de geçici koruma başlattı. Geçici koruma: “Ülkesinden ayrılmaya zorlanmış, ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen, acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel olarak veya bu kitlesel akın döneminde sınırlarımıza gelen veya sınırlarımızı geçen ve uluslararası koruma talebi bireysel olarak değerlendirilmeye alınmayan yabancılara sağlanan korumadır.”[1]  UNCHR’daki tanımlama şöyledir: “Geçici koruma pek çok ülkeye acil mülteci akınlarının sağlanabilmesi için ortaya atılmıştır. Bu, kalıcı çözüme yol açması gereken geçici bir koruma şeklidir. Bunun uygulanmasıyla hükümetler, iç savaş ve diğer genelleşmiş şiddet sonucu yerinden edilmiş kişileri çok zaman harcayan ve pahalı olan bireysel izleme sorumluluğundan kurtulabilmektedirler.”

AB direktifleri, geçici koruma süresini 1 yıllık olarak tanımlasa da koruma süresinin 6 aylık dönemlerle, 2 seneye kadar uzatılabileceğini öngörmektedir. Bu direktife göre Türkiye’nin verdiği ‘geçici koruma’ statüsünün süresinin dolduğu görülmektedir. 2012’de çıkarılan kanunla Türkiye, geçici korumayı genişletmiş ve ‘misafir’ diye adlandırdığı uygulamayı değiştirerek, “Suriyeli mülteci” olarak adlandırmıştır.[2] Fakat bu mülteci adlandırması uluslararası statüde bir anlam ifade etmediği gibi Türk kanunlarında da yer almamaktadır. Çünkü Cenevre sözleşmesini Türkiye coğrafi sınırlama çekincesiyle kabul ettiğinden, Avrupa dışından gelenlere mülteci statüsü tanımamaktadır. Bu sebeple Ortadoğu’dan gelenlerin ülke içerisinde konumları net değildir. Bu kişiler toplumda pek çok zorlukla karşılaşmaktadırlar. Örneğin konut edinme, ikamet, sağlık, eğitim, işsizlik…

Mülteci akını işsizlik sorununu da beraberinde getirmiştir. Mart 2013’de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın yürüttüğü çalışma çerçevesinde, emniyetten ikamet alan Suriye uyruklu yabancıların çalışmasına izin verilmiştir.[3]

Türkiye’de artan Suriyeli misafir sayısı toplum ve devlet için o kadar ani olmuştur ki, devletin kendisi, Göç İdaresi, Suriyeli yabancıların ikamet belgesi konusunda bir karmaşa içerisindedir. Göç İdaresi, misafir kimliklerini beyan üzerine vermektedir. Bu beyan üzerine verilen kimlikler sadece ülke içerisinde misafirlerin seyahatlerini kolaylaştırmaktadır.

Son yapılan sayımlara göre dünya üzerindeki Suriyeli Mülteci sayısı 4 milyona ulaştı. 2015 yılı içerisinde de 1 milyon kişinin kendi ülke topraklarından çıkması bekleniyor. Türkiye içerisindeki mültecilerin yılsonuna kadar 2,5-3 milyonu bulması ön görülüyor.

UNICEF’in 11 Temmuz 2015’te hazırladığı rapora göre; Irak’taki kayıtlı mülteci sayısı 249.726’dır. Bunlardan 107.882’si kadın, 103.636’sı 18 yaş altı çocuk mülteciden oluşmaktadır. Bu durumun Irak’ta böyleyken Ürdün’de, Lübnan’da, Mısır’da ve Türkiye’de nasıl olduğuna bakalım:

Ürdün’deki kayıtlı mülteci sayısı 629.128’dir. Bu sayının 318.698’i kadın, 325.259’u 18 yaş altı çocuk mülteciden oluşmakta ve bu mültecilerin %86’sı kamp dışında yaşamaktadır. Lübnan’daki mülteci sayısı 1.172.753’tür. Yine bu sayının 616.868’i kadınken, 625.077’i 18 yaş altı çocuktan oluşmaktadır. Türkiye ve Mısır’da da durum değişmemektedir. Mısır’daki kayıtlı mülteci sayısı 132.375 iken 64.864’ü kadınlardan, 57.716’sı da 18 yaş altı çocuklardan oluşmaktadır. Son olarak Türkiye’ye baktığımızda bölgedeki en fazla mülteciye sahip olduğunu görmekteyiz. Türkiye’deki kayıtlı mülteci sayısı 1.805.255’tir. Bunların 888.185’i kadın, 978.448’i ise çocuklardan oluşmaktadır. Tüm bu rakamları incelediğimizde ülkelerini terk eden mültecilerin %80’inin kadın ve çocuklardan oluştuğunu görmekteyiz. UNICEF’in açıkladığı rakamlara göre Suriye’den gelen mültecilerin büyük çoğunluğunun Al-Hasakeh’den olduğu belirtilmektedir. Bu rakam yaklaşık 120.000 kadardır. Ayrıca sadece 4.013.292 Suriyeli kayıt altında bulunmaktadır.

Yine UNICEF’in raporunda dikkati çeken bir diğer nokta da 7.6 milyon Suriyelinin kötü şartlar altında yaşamına devam ettiğidir. Konuyu Türkiye tabanlı ele aldığımızda savaş yüzünden her şeyini kaybeden insanlar ekonomik bunalım içerisindedirler. Bu bunalım sebebiyle her ücrette çalışacak duruma gelen Suriyeliler ucuz iş gücü sayısını arttırarak bir anlamda işçi tacirlerinin eline yağ sürmektedirler. Oluşan bu sınıf aynı zamanda toplumdaki ekonomik dengeleri değiştirdi. Bu konuyu biraz açmak için iki şehri; İstanbul ve Şanlıurfa’yı ele alacağım.

Şanlıurfa Merkez’de 150.000 civarında Suriyeli bulunurken kamplardaki sığınmacı sayısı 80.000’e yakındır. Bu rakamlara bakıldığında görülüyor ki mülteci sayısı Urfa nüfusunun %10’unu geçmiştir.[4] Nüfusun bu kadar artması ekonomi alanında da değişikliğe yol açmıştır. Örneğin; Şanlıurfa sanayi bölgesinde Suriyelilerin pek çok yatırımı olmuştur.

İstanbul’da yaşayan Suriyeli misafir sayısı 330.000 civarındadır. İstanbul’da düşük gelirli Suriyeliler daha çok tekstil alanında çalışırken, ekonomik birikimleri olan Suriyeliler ise kendi işlerini kurmaktadırlar. Araştırma günlerim boyunca neredeyse her durumu İstanbul’daki mültecilerle karşılaştırdım. Urfa’daki mültecilerin tam anlamıyla bir insanın en temel ihtiyaçlarından mahrum olduğunu gördüm. İnsanlar kayıt yaptırmaya geldiklerinde süt, ev, kıyafet istiyorlardı. İstanbul’da ise durum çok farklıydı. Örneğin; gelirleri düşük ailelere aylık kiralarına yardımında bulunulurken, haftada bir gün toplu olarak belirlenen yerde ailelere gıda yardımı yapılıyordu. Her şehirde olduğu gibi İstanbul’da da kiralar oldukça yükseldi ve hayat pahalılaştı. Ekonomik birikime sahip olarak gelen Suriyeliler genelde gıda sektörüne yatırım yaptı. Ekonomide bu dalgalanmalar yaşanırken sosyal hayatta mahalle kültürü değişti. Geceleri dışarıda dolaşmayı seven Suriye toplumu günün iki saatinin de hareketlenmesine sebep oldu. İstanbul’a gelen yoğun sığınmacı akını büyük şehirlerdeki birlikte yaşam algısını değiştirdi.

Türkiye’de vatansız olarak tanımlanan sığınmacıların hukuksal problemleri her alanda hissedilse de birlikte yaşadığımız bu topraklardaki barış, cadı avında değil kendilerinin bile gitmeyi seçemedikleri ülke toplumlarının sağduyusundadır. Çünkü hepimiz aynı toprakların, “Mezopotamya”nın çocuklarıyız.

Rumeysa TERZİOĞLU

KAYNAKÇA

1. AFAD Report ( 21.08.2015)

2. Erdoğan, Murat,Mehmet,Kaya,Ayhan,Türkiye’nin Göç Tarihi, 14 Yüzyıldan 21.Yüzyıla Türkiye’ye Göçler, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,1.Baskı,İstanbul,Haziran,2015,sf.322. (20.08.2015)

3. Erdoğan,Murat,Mehmet,Kaya,Ayhan,Türkiye’nin Göç Tarihi, 14 Yüzyıldan 21.Yüzyıla Türkiye’ye Göçler, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,1.Baskı,İstanbul,Haziran,2015,sf.308. (20.08.2015)

4. Erdoğan,Murat,Mehmet,Kaya,Ayhan,Türkiye’nin Göç Tarihi, 14 Yüzyıldan 21.Yüzyıla Türkiye’ye Göçler, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,1.Baskı,İstanbul,Haziran,2015,sf.322. (20.08.2015)

5. Orsam, Rapor, No: 195, Ocak, 2015. (22.08.2015)

6. http://www.unhcr.org.tr/  (21.08.2015)

7. UNICEF Report (24.08.2015)

8. USAK Report (23.08.2015)


[1] Erdoğan, Murat,Mehmet,Kaya,Ayhan,Türkiye’nin Göç Tarihi, 14 Yüzyıldan 21.Yüzyıla Türkiye’ye Göçler, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,1.Baskı,İstanbul,Haziran,2015,sf.322.

[2] Erdoğan,Murat,Mehmet,Kaya,Ayhan,Türkiye’nin Göç Tarihi, 14 Yüzyıldan 21.Yüzyıla Türkiye’ye Göçler, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,1.Baskı,İstanbul,Haziran,2015,sf.308.

[3] Erdoğan,Murat,Mehmet,Kaya,Ayhan,Türkiye’nin Göç Tarihi, 14 Yüzyıldan 21.Yüzyıla Türkiye’ye Göçler, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,1.Baskı,İstanbul,Haziran,2015,sf.322.

[4] Orsam, Rapor, No: 195, Ocak, 2015.

Türkiye–AB İlişkilerine Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikaları Yönünden Bakış

Türkiye–AB İlişkilerine Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikaları Yönünden Bakış

ÖZET

Soğuk Savaş sonrası güvenlik istikrarsızlığının yaşandığı dönemde Avrupa Birliği ekonomik bütünleşmesini siyasal açıdan tamamlama yoluyla Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası oluşturmuştur. Uluslararası sistemde daha çok söz sahibi ve başat bir aktör olmak adına geliştirilen bu politika ABD ve NATO’dan bağımsız olarak geliştirilmek istenmiştir. Coğrafi bölgesinde siyasi, ekonomik ve güvenlik unsurları açısından önemli bir konuma sahip olan Türkiye, uzun yıllardır Avrupa Birliği’ne üye devlet statüsünde olmak için çalışmalar yapmaktadır. Bu bağlamda özellikle güvenlik politikalarıyla son dönemde odak noktası haline gelmiş olan Türkiye ve Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası kapsamında AB ile ilişkileri önemli bir unsurdur.

 GİRİŞ

 İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünyada güvenlik konusunda bir istikrarsızlık ve tehdit algısı ortaya çıkmıştır. Soğuk Savaş döneminde güvenlik anlayışları değişmiş ve güvenlik ihtiyacını karşılamak amacıyla devletler bloklara yönelmiştir. Olası Sovyet tehdidine karşı caydırıcı nitelikte olması amacıyla ABD öncülüğünde NATO bir savunma örgütü olarak kurulmuştur ve Avrupa devletlerinin birçoğu güvenliklerini NATO ile koruma altına almaya çalışmıştır. Soğuk Savaş’ın bitimiyle beraber ABD’den bağımsız hareket etmek isteyen Avrupa Birliği bu yolda bazı adımlar atmıştır.

Kuruluş amacı gereği ekonomik nitelikli olan Avrupa Birliği, elli yılı aşkın olagelmiş bir yapının ardından güvenlik ve savunma politikalarını geliştirme ihtiyacı duymaya başladı. Bu bağlamda AB, ortak bir güvenlik ve savunma politikası geliştirerek siyasal bütünleşmeyi sağlamaya yönelik önemli adımlar atmıştır. Başlangıçta Avrupa Ekonomi Topluluğu (AET) adıyla bir birlik kuran Avrupa devletleri, daha sonra ekonomi alanının dışında da yapılanmalara gitmiştir. Zamanla, uluslararası ilişkilerin siyasal boyutunda da söz sahibi olmaya yönelmiştir. “Ekonomik dev”in “siyasal cüce”liği aşarak küresel bir güç olmaya çalıştığının en önemli göstergesi “Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP)” oluşturmasıdır.

Avrupa’ya özgü güvenlik yapılanmasında ilk olarak 1991 Maastricht Anlaşmalası ile Ortak Dış ve Güvenlik Politikası oluşturulmuştur. Ardından St. Malo görüşmeleri neticesinde Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’na (AGSP) giden yol çizilmiştir. Köln ve Helsinki Zirveleri ile AGSP geliştirilerek kapsamı belirlenmiştir. 2009’da Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası(OGSP) adını almıştır.

AB kurumsal askeri mekanizmalarını oluşturma aşamasındayken Türkiye’nin AB’ye girme yolundaki adımları hızlanmıştır. AB ülkelerindeki siyasal partilerin ideolojik tercihlerine göre şekillenen Avrupa politikası Türkiye’nin üyelik sürecine yönelik bir eşitsizlik oluşmasına neden olmuştur. Bu eşitsizlik siyasi, etnik, ekonomik, ideolojik olarak Türkiye’nin çıkarlarını olumsuz yönde etkilemektedir. Ancak AB üyelerinin ortak bir dış politika üretmesindeki zorluklara bakıldığında Avrupa’da savunma ve güvenlik sorumluluklarını karşılamada ABD ve Türkiye önemli uygun seçeneklerdir. Tüm bunlara rağmen AB’nin OGSP oluşturma sürecinden Türkiye’yi dışlaması, Ege ve Kıbrıs gibi Yunanistan ile olan sorunları dayatarak yıllardır kapısında bekletmesi devam etti. Çalışmamızın amacı, Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde AGSP ile ilgili politikalarını analiz ederek AB ile ilişkilerini bu politikalar yönünden ele almaktır. Çalışmamızın sonunda cevabına ulaşmak istediğimiz soru; Türkiye’nin güvenlik ve savunma politikalarının AB üyeliğine etkilerinin neler olduğudur. Bu amaçla ilk olarak OGSP’nin kuruluş sürecini tarihsel bir perspektifte ele alarak Türkiye-AB ilişkilerini anlamaya çalışacağız.

AVRUPA BİRLİĞİ’NDE GÜVENLİK YAPILANMASI

          Soğuk Savaş Dönemi Avrupa

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa’da siyasi anlamda bir kargaşa yaşanmaktaydı. Savaşın izleri silinmeye çalışılırken, aşırı milliyetçiliğin neden olduğu bu büyük yıkımdan kaçınmak amacıyla, Batı Avrupa devletlerinde bir beraberlik ilişkisi kurma anlayışı doğdu. Bu amaçla, Avrupa’da devletler arasındaki işbirliğini geliştirmek ve istikrarlı bir ortam yaratmak üzere, 17 Mart 1948’de Brüksel Anlaşması ile Brüksel Anlaşması Örgütü, diğer adıyla Batı Avrupa Birliği (BAB) kurulmuştur. Üye devletlerin ekonomik, sosyal, kültürel bağlılıkları vurgulamakla beraber, BAB esasen savunma örgütü olarak kurulmuştur.

Soğuk Savaş döneminde küresel güvenlik kavramına dayandırılan bir başka girişim ise 1975’te kurulan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’dır. Başlangıçta çalışmalarını bir seri konferanslar şeklinde sürdüren teşkilat, Doğu ve Batı arasında işbirliğine dayalı güvenlik, insan hakları ve ekonomi alanında yakınlaşma sağlamak amaçlı kurulmuştur. Türkiye’nin de dâhil olduğu 35 ülkenin katılımı ile başlangıçta Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı düzenlenmiş ve konferans sonucu kabul edilen Helsinki Nihai Senedi, Doğu Batı çekişmesinin ortadan kalkmasında önemli bir adım olarak nitelenebilir. Siyasi bağlayıcılığa sahip Helsinki Nihai Senedi, çeşitli askeri güven ve güvenlik artırıcı önlemler ile beraber ekonomik, bilimsel, teknolojik, çevresel ve insani konularda işbirliğini öngörmektedir.Soğuk Savaş Dönemi iki kutuplu dünya sisteminde BAB ve AGİT, Avrupa savunma örgütü olarak işlevli olamamış, Avrupa güvenliği sağlama görevini ABD’ye devretmiş ve NATO Avrupa’nın savunmasından sorumlu tek yapı olarak kalmıştır.

Soğuk Savaş Dönemi Sonrası Avrupa

Soğuk Savaş’ın sonuna doğru güvenlik manzaralarına bakıldığında doğudan gelen tehdidin ortadan kalkması ve NATO’nun Batı Avrupa’da varlığını sürdürmesi Avrupa güvenliği hakkında tartışmalara neden oldu. Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra AB üye devletleri savunma konusunda çok farklı görüşlere sahipti. İngiltere’nin liderlik ettiği Atlantikçiler olarak isimlendirilen kesime göre savunma tamamen NATO’nun işiydi. Fransa’nın başını çektiği Avrupacılar için bunun yerine Avrupa bütünleşmesi, siyasal birlik projesine maruz kaldığı için ayrıca bir savunma bileşeni içermeliydi. Bir de bağlantısızlar olarak adlandırılan bir grup vardı ki; savunmayı NATO veya herhangi diğer bir uluslararası örgütün dışında ele alınması gereken, tamamen ulusal bir ayrıcalık olarak görmekteydiler.

1990’ların başında Avrupa güvenlik manzarası şizofren bir görünüme sahipti. Bir tarafta birlik, kendi savunma kabiliyeti olmaksızın siyasi bir varlık olarak uluslararası sahada ilk adımlarını atarken; diğer yanda NATO Avrupa’da esas güvenlik aracı olmaya devam etti. 90’lı yılların başında Doğu Bloğunun yıkılmasının ardından, Soğuk Savaş döneminde iki süper gücün arasında kalan Avrupa için artık önemli bir askeri tehdit kalmamıştır.[1]  90’lı yılların başında Doğu Bloğunun yıkılmasının ardından, Soğuk Savaş döneminde iki süper gücün arasında kalan Avrupa için artık önemli bir askeri tehdit kalmamıştır.[2] İki kutuplu dönemde uluslararası siyasal sistem tam anlamıyla siyasal sistem tam anlamıyla küresel bir nitelik kazanmış ve Avrupa merkezli bir nitelik olmaktan çıkmıştır.[3]

Ortak Dış ve Güvenlik Politikası

Soğuk Savaş’ın sona ermesine kadar geçen dönemde ekonomik anlamda bütünleşme hedefinde olan Avrupa Birliği, Soğuk Savaş’ın sonlanması ile siyasi bütünleşmeye giden politikalar izlemeye başlamıştır. Bu bağlamda ilk somut adım 1992 Maastricht Anlaşması ile atılmıştır. Siyasi bütünleşmeyi öngören bu antlaşmada AB’nin üç sütunundan biri olarak Ortak Dış ve Güvenlik Politikası (ODGP) benimsenmiştir. Bu anlaşma ile AB’nin gelecekte ortak bir savunmaya sahip olabileceği vurgulanmıştır.[4] Ortak bir güvenlik politikası çerçevesinde, anlaşmaya eklenen bir bildiri ile Soğuk Savaş döneminde NATO’nun gölgesinde kaldığı için BAB’ın, AB’nin savunma kanadına dönüştürülmesi öngörülmüştür. ODGP’nin esas amacı, AB’nin ortak değerlerinin, temel çıkarlarının, bağımsızlığının ve bütünlüğünün korunması ve birliğin her bakımdan güçlendirilmesidir. Ayrıca barışın korunması, uluslararası güvenliğin güçlendirilmesi ve uluslararası işbirliğinin artırılması da hedeflenmektedir.[5]

1992 yılında BAB üyesi ülkelerce BAB’ın temel yasası niteliğinde “Petersberg Bildirisi” yayınlanmıştır. Bu bildirge ile “Petersberg Görevleri” olarak adlandırılan BAB’ın üstleneceği görevler belirlenmiştir ki bunlar; insani yardım, kurtarma ve tahliye operasyonları, barışı koruma, muharip kuvvetlerin de kullanılabileceği kriz görevleridir.

Bosna Hersek ve Kosova krizleri AB ülkelerinin ABD’nin katkısı olmadan ve NATO şemsiyesinin dışında, Avrupa’daki krizlere tek başlarına müdahale edebilecek askeri yeteneklere ve siyasi iradeye henüz sahip olamadıklarını ortaya koymuştur. AB üyelerinin kendi bölgelerinde meydana gelen bu kriz karşısında yeterli bir varlık gösterememeleri ve bu konuda birleşememeleri karşısında, sorunun ABD önderliğinde NATO içinde çözülmesi gündeme getirilmiştir.[6] ABD liderliğinde NATO tarafından sorun çözümünü bekleyen bu yaklaşım, ODGP’ye olan güveni sarsmıştır.

Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği ve Politikası

AB’nin Maastricht Antlaşması’yla getirdiği düzenlemelerin etkin ve güçlü bir ODGP oluşturamadığı Balkanlardaki çatışmalarda açıkça görülmesiyle ODGP’nin askeri yönünü oluşturma çabalarına ağırlık verilmiştir. 1990’ların ilk yarısında Ortak Dış Güvenlik ve Politikası çerçevesinde AB’nin güvenlik kanadı haline dönüştürülecek olan BAB’ın, gerektiğinde NATO’nun kaynaklarını kullanacağı yeni bir yapılanma üzerinde durulmuştur.[7] NATO Avrupalı müttefiklerinin kendi güvenlikleri için sorumluluk almalarına teşvik etmiştir. 1994 NATO Brüksel Zirvesi’nde NATO’nun bütünüyle müdahil olmadığı operasyonlarda BAB’ın NATO varlık ve yeteneklerine güvenceli erişimi sağlanmıştır. NATO içinde Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK) kavramı ile NATO ve BAB’ın birlikte oluşturdukları Birleşik Müşterek Görev Gücü(BMGG) kavramı getirilmiştir.[8]

Britanya ve Fransa hükümetlerinin, Avrupa’nın savunma yeteneklerini geliştirebilmesinin gerekliliğine yönelik yeni yaklaşımı doğrultusunda, Aralık 1998’de Britanya ve Fransa hükümetleri St.Malo Zirvesi’nde AB’nin savunma yönünü genişletme kararı alarak BAB’ın bağımsız bir kurum olarak varlığına son verip AB içerisine alma girişiminde bulunmuşlardır. 1999 AB Köln Zirvesi’nde Avrupa liderleri Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası(AGSP) nın ve AB içerisinde bir askeri gücün oluşturulmasını kararlaştırarak BAB ile AB’yi bütünleştirmişlerdir. Böylece BAB 2000 yılında feshedilmiş ve görevleri AB’ye devredilmiştir. Bu girişimlerle AB’nin NATO’ya gerek duymadan kendi kapasitesinin oluşturulması amaçlanmıştır.

AGSK bir NATO projesi olup, NATO içerisinde başlatılmıştır. AGSP ise kesin hatları ile AB çerçevesi ile sınırlandırılmış girişimlerin ifadesi olmaktadır. NATO çevreleri başlangıçta AGSP gibi bir oluşumun AGSK’nın önüne geçmesini doğal olarak arzu etmemişlerdir.[9] 2003 yılına kadar AGSP Temel Hedef kapsamında 60.000 kişilik bir kolordu kuvveti oluşturulması hedeflendi. Ancak ODGP çerçevesinde oluşturulacak bu yeni yapı içerisinde oluşturulacak “Avrupa Ordusu” Avrupalı karar verici siyasal iktidarların görüş birliğine varamaması ve Avrupa kamuoyunun bir Avrupa Ordusu noktasında gerekli finansman için gerekli olacak vergi artışına soğuk bakmasının yanında NATO’nun Avrupalı üyelerinin savunma harcamalarını önemli oranda kısması gibi nedenlerle gerçekleşmemiştir.

    AB Konseyi’nin Haziran 2000’de yapılan Feira zirvesi bildirisinde AB üyesi olmayan NATO Müttefikleri ile AB üyeliğine aday ülkelerin AGSP sürecindeki konumu belirtilmiştir. Söz konusu ülkelerin yer aldığı AB ile gerekli diyaloğu ve işbirliğini sürdürecekleri bir politika uygulanması kararlaştırılmıştır. Kriz dönemlerinde AB’nin askeri operasyon düzenleme durumunda; eğer NATO’nun imkanları kullanılacaksa, AB üyesi olmayan NATO üyeleri, kendi isteklerine bağlı olarak bu operasyonlarda yer alabileceklerdir. AB’nin NATO imkanlarını kullanmadan kendi askeri gücüyle başlatacağı operasyonlara katılım ise, Konsey’in davetine bağlı olacaktır.[10] AGSP askeri ve sivil nitelikli kriz yönetimi ile özdeşleştirilebilir; zira ülke savunması, ulusal yönetimlere ve NATO üyeleri bakımından kolektif savunma, NATO’ya bırakılmıştır. Bir başka deyişle NATO, Avrupalılar tarafından Avrupa güvenlik yapısının temel taşı olarak kabul edilmektedir.[11] AGSP, AB’nin bölgesel güvenlikle sınırlı kalmayarak, küresel güvenliği de etkileme isteğinin bir görüntüsü olarak ortaya çıktığı söylenebilir.[12]

   Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası (OGSP)

Aralık 2007’de imzalanarak Kasım 2009’da yürürlüğe giren Lizbon Antlaşması ile AB’nin kurumsal yapısında önemli değişiklikler öngörülmüştür. AB’ye tüzel bir kişilik kazandıran ve dış politikada etkinliğin artırılmasını amaçlayan Lizbon Anlaşması ile AGSP’nin adı Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası (OGSP) olarak değiştirilmiştir. Mutabakatta AGSP/OGSP ile ilgili hükümler birlik anlaşmaları içerisinde verilerek hukuki bağlayıcılık kazandırılmıştır.

Şu bir gerçektir ki, AB çerçevesinde en az işbirliği sağlanan alan güvenlik ve savunma politikasıdır. Bunun önemli bir nedeni güvenlik ve savunmanın ulusal egemenlik kavramından gelmesidir. Ayrıca üye devletler farklı güvenlik ve savunma kapasitelerine sahiptirler. Bir başka neden, maliyet gibi konular nedeniyle devletlerin silahlı ordu konusuna farklı yaklaşmalarıdır.

Avrupa’da İzlenen Güvenlik Politikaları

AB güvenlik ve savunma yapılanmasında bölgesel değil, küresel bir aktör olmayı hedeflemektedir. Tehditlere karşı, ileri savunma hattının Avrupa dışında olması ve krizler çıkmadan önce tedbir alınması gerekmektedir. Çevresel güvenlik için Akdeniz’de Kafkasya’da ve Orta Doğu’da iyi yönetilen ülkeler zinciri kurulması istenmektedir.[13]

Balkanlardaki çatışmaların ardından istikrarı sağlamak amaçlı AGSP kapsamında Makedonya, Bosna Hersek ve Kosova’da çeşitli barış, polis, hukukun üstünlüğü misyonları üzerine operasyonlar gerçekleştirmiştir. AB Kafkasya, Orta Asya, İran, Afganistan, Kore yarımadası ülkelerindeki İslami militanlık, ülke içi reformlar, insan hakları, mülteci sorunu, uyuşturucu kaçakçılığı, nükleer yayılma gibi nedenlerden dolayı kriz bölgesi ilan etmiştir ve bu sorunlarla ilgili politikalar başlatmıştır.

         TÜRKİYE’DE GÜVENLİK POLİTİKALARI

Stratejik açıdan büyük öneme haiz olan Türkiye mevcut konumu ile Soğuk Savaş sonrası tehdit risklerinin yoğunlaştığı Balkanlar, Kafkasya ve Orta Doğu üçgeninin merkezinde yer almaktadır. Küresel güç oluşumlarının menfaatlerinin kesiştiği noktada yer alan Türkiye’nin güvenlik politikaları bölgede önem arz etmektedir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetler’in Türkiye’nin doğu sınırını ve boğazların statüsünü tekrar tartışmaya açmasıyla sınırlarına yönelik tehdit algılayan Türkiye yüzünü batıya dönmüştür. Türkiye Soğuk Savaş döneminde bütün planlarını muhtemel bir Sovyet saldırısına karşı NATO savunma anlayışına göre hazırlamıştır.[14] NATO üyeliği Batı ile temasa geçilmesini ve güvenliğinin temin edilmesiyle yalnız kalma ve toprak kaybetme korkusundan kurtulmasını sağlamıştır. NATO’nun yanında BAB’a üye olma girişimleriyle Türkiye Batılı müttefiklerinin kolektif savunma girişimlerine katkı sağlamıştır. Kore Savaşı ilk olmak üzere, birçok askeri ve sivil çok uluslu operasyonlara katılmış, dünya barışına katkıda bulunmayı amaçlamıştır. NATO anlaşması çerçevesinde batılı müttefiklerinin topraklarında kuvvet bulundurmasını kabul etmiştir.

Soğuk Savaş sonrasında, yalnız kalma ve toprak kaybetme korkusu yeniden Türkiye’nin temel güvenlik endişeleri arasında yer almıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve bölücü terörün tırmanışı gibi gelişmeler üzerine Türkiye’nin çevresindeki bölgelerde çatışma ve istikrarsızlık ortamı oluşmuştur. Böyle bir ortamda yarım asırdır Türkiye’nin savunma ve güvenlik politikasında dayanağı olan NATO, Türkiye için önemini korumuştur.

Türkiye’nin dış politikası, doğası itibari ile savunmaya yöneliktir ve ülkenin ulusal bağımsızlığını, egemenliğini, toprak bütünlüğünü ve hayati çıkarlarını korumak için düzenlenmiştir. Türk savunma politikasının temel esasları; her türlü uluslararası gerginliğin azaltılmasına, adil ve kalıcı bir barışın sağlanmasına azami katkıda bulunmak; bağımsızlığı, bütünlüğü ve cumhuriyeti korumak ve kollamak; krizleri ve çatışmayı önleyici tüm tedbirleri almak; kolektif savunma sistemlerinde aktif olarak yer almak ve kendisine verilecek sorumlulukları yerine getirmek; Avrupa Güvenlik yapılanmasının içinde yer almak ve Avrupa’da güvenlik ve istikrara katkıda bulunmaktır.[15] Türkiye’nin Milli Savunma Politikası bölgede barış ve güvenliğe katkıda bulunmak ve bunu geniş bölgelere yaymak, bölgede bir güç ve denge unsuru olmak, işbirliği, yakınlaşma ve olumlu ilişkiler geliştirmek için her türlü fırsatı kullanmayı hedeflemektedir.

Türkiye, askeri güç unsurları ile, gerek bölgesel gerekse küresel anlamda belirleyici bir üstünlüğe sahip durumdadır. Rakamsal bakımdan Türk ordusu AB içerisinde en büyük orduya sahiptir. NATO içerisinde ABD’den sonra sayısal olarak en büyük orduyu oluşturmaktadır.[16] Toplam güç ve sayı bakımından dünyada onuncu sırada yer alan TSK, Soğuk Savaş sonrası yeni güvenlik ortamına uyum sağlamak için modernizasyon ve yeniden yapılanma projeleri kapsamında üstün hareket yeteneği ve güçlü donanımsal silahlara sahiptir. Türkiye, yılda yaklaşık 12 milyar dolar savunma harcaması yapmaktadır.

Türkiye, terörle mücadele ve kitle imha silahlarının yayılmasını önleme anlaşmalarına taraf ve uluslararası örgütlerle işbirliği içerisindedir. BM ve AGİT kurucu ülke statüsünde yer alan Türkiye, iki örgüt içerisinde de aktif politika izlemektedir. BM Sudan, Irak-Kuveyt Askeri Gözlem Misyonu, Doğu Timor Destek Misyonu, Gürcistan Gözlemci Misyonu, Bosna Hersek Koruma Kuvveti operasyonlarına ve AGİT kapsamında gerçekleşen Kosova Denetim Misyonu, Gürcistan Sınır Gözlem Misyonu’na TSK’nın katkısı sağlanmıştır. Bu tür operasyonlarla devletlerarasında askeri işbirliğinin geliştirilmesi sağlanmıştır. TSK ayrıca AB’nin Makedonya’daki “Proxima” ve “Concordia” Bosna Hersek’teki Polis Misyonu operasyonlarına destek sağlamıştır. Türkiye’nin üye olduğu NATO, AGİT, BM ve üye olmadığı Avrupa Birliği’nin güvenlik ve savunma politikalarındaki aktif desteği, Türkiye’ye yönelik güven duygusunu kuvvetlendirmiştir. 11 Eylül saldırılarından sonra ABD’nin yanında yer alan Türkiye, Afganistan’da Uluslararası Yardım Kuvveti’ne katılmıştır. Terörizmle mücadele çerçevesinde uluslararası platformda ön sıralarda yer almış, NATO’nun Akdeniz’de gerçekleştirdiği Aktif Çaba Operasyonu çerçevesinde etkin görevler üstlenmiştir.[17]

Coğrafi konumundan dolayı Balkanlar, Orta Asya, Orta Doğu ve Kafkaslar bölgelerindeki istikrarsızlıklar, Türkiye’nin güvenliğini tehdit etmiştir. Bu istikrarsızlık ortamında ilk tehdit Irak’ın Kuveyt’i işgali ile yaşanmıştır. Türkiye’nin İkinci Körfez Savaşı esnasında izlediği politika, Orta Doğu ülkelerinde Türkiye’nin Avrupa ve ABD gibi güç peşinde olmadığı algılamasına yol açmış ve Türkiye’nin konumunu kuvvetlendirmiştir.[18]

Değişen uluslararası konjonktürde Türkiye, daha geniş bir güvenlik anlayışına sahip olmuştur. Orta ve Doğu Avrupa ile eski Sovyet coğrafyasında ortaya çıkan yeni bağımsız devletlerle işbirliği, Türkiye’nin NATO politikasında olduğu kadar genel dış politikasında da önemli yere sahip olmuştur. Bu çerçevede, Kafkasya ve Orta Asya ülkelerinin Kuzey Atlantik İşbirliği Konseyi (KAİK) ve Barış İçin Ortaklık (BİO) programlarına dâhil olmasını desteklemiştir.[19]

Türkiye Kafkasya’da barış ve istikrarın sağlanması için önemli adımlar atmaktadır. Bölgedeki farklı ırk ve dini inanışlara sahip toplumların Türkiye ile coğrafi ve kültürel yakınlığı, bölgedeki sorunların çözülmesi konusunda Türkiye’ye bir ayrıcalık sağlamaktadır. Bölgedeki anlaşmazlıkların çözülmesi amacıyla AB ile Nobucco Doğal Gaz Boru Hattı Anlaşması imzalanmıştır. Azerbaycan ile Bakü-Ceyhan Boru Hattı projesi, Gürcistan ile askeri yardım ve işbirliği anlaşması ile bölgedeki etkinliğini artırmıştır. Türkiye Güney Kafkasya’daki istikrarsızlık durumuna çözüm arayışını fiile döken tek devlet olarak 2000 ve 2008 yıllarında olmak üzere iki kez bölgesel güven ve güvenlik artırıcı önlemler içeren anlaşmalar hazırlığına girmiştir.

Soğuk Savaş sonrası Yugoslavya’nın parçalanmasıyla ortaya çıkan etnik çatışmalar Balkanlarda istikrarsızlığa yol açmıştır. Kendini Balkanlarda barışın tesisi için önemli bir aktör olarak gören Türkiye, AGSP kapsamında gerçekleştirilen Makedonya, Bosna Hersek ve Kosova’daki operasyonlara aktif katılım sağlamıştır. Bu kapsamda 2007 yılında Türk nüfusunun yoğun olduğu Prizren’deki “Çok Uluslu Tugay” komutasını devralmıştır. Arnavutluk, Bulgaristan ve Makedonya ile İkili Güven ve Güvenlik Artırıcı Önlemler anlaşmaları imzalamıştır .[20] Türkiye, Balkanlarda uzlaşma sağlanması amacıyla Güney Doğu Avrupa Çok Uluslu Barış Gücü ve Güney Doğu Avrupa Tugayının oluşturulmasında ön ayak olmuştur.

Ortak çıkarlar dolayısıyla Karadeniz ülkelerini bir araya getirmeyi amaçlayan Türkiye, sahildar ülkeler arasında bölgesel istikrarın, iyi ilişkiler ve karşılıklı anlayışın geliştirilmesini amaçlamıştır. Türkiye’nin bu kapsamdaki gayretlerinin önemli bir sonucu olarak Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü kurulmuştur. Karadeniz sahildarı ülkeler arasındaki karşılıklı güven ve dostane ilişkilerin güçlendirilmesi, ülke deniz kuvvetlerinin işbirliği sağlayarak bölgede barış ve istikrarın geliştirilmesi amacıyla Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu (BlackSeaFor) Türk Donanma Komutanlığı tarafından başlatılan bir başka önemli adımdır.

Türkiye yapıcı, sorumlu ve çevresine güven veren dış politikasını, uluslararası gelişmelerin giderek çok boyutlu bir nitelik kazanmakta olduğu dünyamızda, siyasi, ekonomik ve kültürel birikimlerini, ulusal çıkarları ve insanların ortak idealleri doğrultusunda seferber etmek suretiyle kararlılıkla yürütmeye devam etmektedir. Türkiye’nin barış ve güven ortamını, demokratikleşme ve ekonomik istikrarın korunmasını, sadece kendi halkı için değil, bölgenin güvenliği ve uluslararası güvenlik için olumlu katkılar sağlamaktadır.[21]

TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİ

Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan itibaren çağdaş uygarlık seviyesine ulaşma yolunda uluslararası platformdaki gelişmeleri yakından takip etmiştir. Bu doğrultuda, insanlık tarihinin en büyük barış projesi olarak nitelendirilen Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (AET) 1958 yılında kurulmasından kısa bir süre sonra Türkiye, 31 Temmuz 1959’da Topluluğa ortaklık başvurusunda bulunmuştur.[22]

AET Bakanlar Konseyi Türkiye’nin talebini olumlu karşılamış ve ortaklık şartlarını belirlemek amacıyla görüşmeler başlamıştır. Türkiye’nin AET’ye ortak üye olarak kabul eden ve ileride tam üyeliği öngören Ortaklık Anlaşması 12 Eylül 1963’te Ankara’da imzalanmıştır. Ankara Anlaşması olarak da bilinen bu anlaşma taraflar arası işbirliğini öngörmektedir. Anlaşma ile tam üyelik süreci hazırlık, geçiş ve son dönem olmak üzere üç aşamada düzenlenmiştir.[23]

Tam üyelik sürecinde Türkiye’nin demokrasisini güçlendirmeye yönelik reformları izlenmektedir. 3 Ekim 2005’te müzakerelere başlanmasından beri Türkiye’nin iç ve dış dinamikleri AB kapsamında değerlendirilmektedir. Tam üyeliğe geçişte iniş çıkışlar yaşayan Türkiye’nin karşılaştığı en önemli sorunlardan biri Kıbrıs sorunudur. Türkiye’nin insan hakları, azınlık hakları,  terörle mücadele kapsamındaki politikaları da AB Komisyonu’nca takip edilmektedir. İnsan hakları konusunda AB ile uyumun zayıflığı Kürt sorunundan kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda AB Kürt açılımını desteklemiş ve bu sürecin sürdürülebilir olması gerekliliğini vurgulamıştır.

Müzakereler kapsamında değerlendirilen fasıllardan sekizi Genel İşler ve Dış İlişkiler Konseyi tarafından 11 Aralık 2006’da alınan karar çerçevesinde “Ek Protokolün tam olarak uygulanması şartına bağlı olarak” müzakerelere açılmamaktadır.

TÜRKİYE – AVRUPA BİRLİĞİ GÜVENLİK POLİTİKALARI İLİŞKİLERİ

Avrupa kıtasında toprağı olan ve bulunduğu konum itibariyle stratejik açıdan önemli bir bölgede yer alan Türkiye, Avrupa’nın güvenlik politikaları açısından son derece önemlidir. Üç kıta arasında merkezi bir konumda olması sebebiyle Türkiye, ekonomik ve kültürel açıdan merkezi devlet statüsüne yükselme potansiyeline sahiptir. Türkiye bölgesel ve küresel istikrara katkıda bulunarak AB’nin siyasi gücünü geliştirebilecek bir konumdadır. Toprak yakınlığı sebebiyle, izlenen güvenlik politikalarında ikili danışıklıkların ve işbirliğinin önemli olduğu Türkiye-AB ilişkilerinde, Türkiye AB’yi dış ve güvenlik politikalarında farklı fırsatlar sunabilecek kapasiteye sahiptir.

 AGSP’nin oluşum sürecinde Avrupa güvenlik yapılanmasından dışlanan Türkiye, Avrupa güvenliğiyle ilgili kararların alınması sürecine doğrudan katılımının gerekliliği üzerinde durmuştur. Türkiye’ye göre bu politikalar ortak bir Avrupa savunma ve güvenlik çerçevesinde olmalıdır.[24] BAB içinde elde ettiği hakların korunmasını isteyen Türkiye, 2000’de BAB’ın lağvedilmesiyle AB üyesi olmayan NATO üyelerinin Avrupa güvenlik politikalarının karar alma sürecinden dışlanmasıyla endişe duymuştur. Buna karşılık NATO üyeliği sebebiyle, AB’nin NATO imkânlarıyla düzenleyeceği operasyonları veto hakkını gündemde tutarak tepki göstermiştir. Bu riski ortadan kaldırmak için ABD’nin arabuluculuğunda İngiltere ve Türkiye arasında 2 Aralık 2001 tarihinde Ankara Mutabakatı imzalanmıştır. Buna göre; AB coğrafi alan olarak Türkiye’nin yakınında yapacağı bir operasyonda Türkiye’yi karar mekanizmasına dahil edecek ve Türk-Yunan uyuşmazlıklarında AB güçleri görev almayacaktır. Buna karşılık AB’nin NATO imkanlarını kullanabilmesi için Türkiye her defasında oylama istemeyecek, yani veto kullanmayacaktır.

Dış politika alanında AB ile yakın temas içinde bulunmaya gayret eden Türkiye, OGSP çerçevesinde yürütülen pek çok insani ve askeri faaliyetlere de katkıda bulunmuştur. OGSP’ye sadece AB’ye aday olması nedeniyle değil, bölgesel ve uluslararası barış ve istikrara katma değeri olacak her girişimi desteklemek yönündeki genel yaklaşımı çerçevesinde ve çok yönlü dış politikasının gereği olarak katkıda bulunmaya devam etmektedir. Türkiye bu desteğini, sözlü beyanların ötesinde AB’nin savunma ve güvenlik alanındaki faaliyetlerine, misyon ve harekatlarına kapsamlı katkıda bulunmak suretiyle fiiliyata da yansıtmıştır.[25]

Türkiye Bosna Hersek, Kosova, Makedonya’daki AB kriz yönetimi operasyonlarına aktif destek sağlamıştır. 2003’te Bosna Hersek’teki BM Uluslararası Polis Görev Gücü’nden AGSP kapsamında devralınan Bosna Hersek AB Polis Misyonu operasyonuna 14 polis ve 2 sivil ile, AB ülkesi olmayan ülkeler arasında en fazla destek sağlayan ülke olmuştur. NATO’dan 2003 yılında devralınan Makedonya’daki Concordia Operasyonu’na 10 kişilik ekip ile destek sağlamıştır. Ayrıca OGSP kapsamında Bosna-Hersek EUFOR-ALTHEA harekâtına Avusturya’dan sonra en çok katkı yapan ülkedir.

Türkiye’nin katkı sağladığı operasyonlar devletlerarasındaki askeri işbirliğine katkı sağlamış ve Türkiye’nin AB güvenliğine önem verdiğini göstermiştir. AB açısından, Türkiye’den gelen bu katkılar Türkiye’ye yönelik güven kaynağı oluşmasına neden olmuştur.

Askeri anlamda AB’nin güvenlik ve savunma yapılanması yetersizdir ve bu bağlamda NATO’ya bağımlılığını korumaktadır. Bu kapsamda AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu eski üyesi Günter Verheugen, “AB, güçlü bir ordu kurmak zorundadır. AB’nin küresel misyonunu yürütebilmesi buna bağlıdır. Çünkü yapılması gerekenleri artık diplomatlar değil, ordular yapacaklardır ve AB’de yarın, “Avrupa Birleşik Devletleri” olarak bir süper güç olacak ise askeri gücünü de ekonomik gücünün düzeyine çıkarmak zorundadır.”[26] sözleriyle AB’nin küresel bir güç olabilmesi için etkin bir Avrupa Ordusu ihtiyacını vurgulamıştır. Avrupa’daki sayı bakımından en fazla kapasitede olan orduya sahip Türkiye, birliğe alınması durumunda AB’nin kendi Avrupa Ordusu oluşturmadaki yetersizliğini aşmasında önemli rol oynayacaktır. Zira TSK iyi eğitimli, profesyonel, kendini sürekli olarak yenileyen, etkin ve geniş kabiliyetlere sahiptir ve bölgede ciddi bir caydırıcı güç olarak görülmektedir. Petersberg tipi operasyonlara katılmaya istekli olan Türkiye, Kuzey Irak’ta, Afganistan’da Bosna’da kazandığı tecrübeleriyle AB’nin askeri gücünü artıracaktır.[27]  Türkiye’nin tam üyeliğinin stratejik açıdan AB’ye küresel aktör olabilme, bölgesel tehditlere daha etkin bir şekilde karşı koyabilme, Türkiye’yi tehdit bölgelerine karşı üs olarak kullanabilme, askeri gücünü artırma gibi birçok açıdan yararı olacaktır. Böylesi imkan ve kabiliyete sahip Türkiye’yi üyeliğin dışında tutmak Avrupa’nın askeri açıdan eksiklerini gidermesinde daha çok uğraş vermesi demektir.

AB ile Türkiye’nin ilişkileri bölgesel politikalar kapsamında incelendiğinde politika yapılan bölgelerin konum itibariyle aynı bölgeler olduğu görülür. Çevresinde istikrarı sağlamaya yönelik AB; Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Orta Doğu bölgeleriyle enerji, güvenlik, ticaret, işbirliği anlaşmaları yaparak ikili ilişkilerini güçlendirme ve istikrarı sürdürme politikası yürütmektedir. Türkiye, jeo-stratejik konumu ve Avrupa’nın bölgesel istikrarı için vazgeçilmezdir. Türkiye’nin üyeliği ile OGSP’ye aktif katılımı AB’nin İyi Komşuluk Politikalarının inandırıcılığı ve etkinliğini destekleyecektir.

Türkiye’nin AB üyeliği ODGP için potansiyel sorunlar yaratabilir. Ancak, aynı zamanda üyelik Balkanlar, Orta Doğu, Kafkaslar, İran, Irak ve Orta Asya gibi sorunlu bölgelerle yakın bağları AB’nin bu bölgelerdeki etki ve rolünü güçlendirmesi açısından değerlidir. Türkiye birçok komşularına göre – Yunanistan da dâhil-  eskiden olduğundan çok daha iyi duruma gitmektedir. Bu gelişme Türkiye’yi AB politikaları ile çok yakın hizaya getirmiştir. Örneğin İran konusunda Türkiye, Tahran’ın nükleer silah geliştirmekten vazgeçmesiyle ilgili Amerika ve Avrupa’nın görüşlerini paylaşmaktadır.[28] Orta Doğu’da istikrarlı ve güvenli bir ortam oluşması için çaba sarf eden ve ikili işbirliği anlaşmalarıyla bu politikaların devamlılığını sağlamaktadır.

AB’nin çok önem verdiği bölgesel sorunlardan olan Yunan-Türk, Ermeni-Azeri ve Filistin-İsrail anlaşmazlıklarını çözmede Türkiye’nin katkısı önemlidir. Zira Türkiye sorunlardan birine taraf iken, diğer ikisinin taraflarına yakındır. Bu anlaşmazlıkların giderilmesinde önemli rol oynayan Türkiye, bölgesel istikrara katkı sağlayabilmek amacıyla Yunanistan ile iyi ilişkiler geliştirme yoluna gitmiştir. Her iki ülke de, aralarındaki ortak çıkarların farklılıklardan daha fazla olduğunu keşfetmişler ve aralarındaki sorunları tehdit yoluyla değil de, diplomatik yöntemlerle çözmenin daha avantajlı olacağının farkına varmışlardır.[29]

Türkiye, Arap dünyası ile İKÖ gibi platformlar yoluyla iyi ilişkiler içerisinde olup BM ve diğer uluslararası sahada Filistinlileri desteklemiştir. İsrail ile birçok güvenlik ve ticari anlaşmaları bulunan Türkiye, İsrail-Arap anlaşmazlığında 1990’lardan beri AB gibi sorunun çözüme kavuşmasını sağlamaya çalışmaktadır. Ermenistan ile normalleşme sürecinde iyi ilişkiler kurma yolunda Türkiye’nin Azerbaycan ile tarihi ve kültürel yakınlıklarından kaynaklanan ilişkisi, Türkiye’yi Ermeni-Azeri meselesinin tarafı yapmaktadır ve AB’nin bu kapsamdaki politikalarında göz önüne alınması gereken ülke konumundadır.

Bosna ve Kosova’da barış koruma operasyonlarına katılan Türkiye, Balkanlarda Avrupa Birliği ile aynı hizada politikalar izlemektedir. Türkiye, Batı Balkanlarda uyguladığı politikalarda olumlu ve yapıcı bir rol oynamıştır. Balkanlardaki bölgesel istikrara katkı sağlamak için tarihsel ve kültürel bağlarını ikili işbirliği anlaşmalarıyla kuvvetlendiren Türkiye, bu kapsamda AB’ye destek sağlayabilecek önemli konumdaki devletlerin başında gelmektedir ve AB’ye üyelik durumunda OGSP’ye katkısı büyük olacaktır.

Türkiye’nin üyeliği ile birlikte, AB’nin yeni sınırları Suriye, İran, Irak ve Güney Kafkasya ülkelerine ulaşmış olacaktır. Bu da, birliğin Güney ve Güney Doğu’daki komşularına daha çok odaklanmasında katkıda bulunacaktır ki bu AB’nin gelişmekte olan güvenlik stratejisiyle uyumludur.[30] Türkiye’nin Avrasya ana kıtasında sahip olduğu merkezi jeopolitik konum, Türkiye’yi küresel dengeler içinde özel bir konuma sahip kılmaktadır. Akdeniz Havzası’nın güneyi ve Orta Doğu’yla ilişkisini etkin bir şekle sokmak konusunda ciddi zorluklarla karşı karşıya olan AB, bu zorluklarla başa çıkmada Türkiye gibi bir yardımcıya ihtiyaç duyacaktır.[31] Türkiye’nin 2015 Temmuz ayında IŞİD’e yönelik başlattığı operasyonlar AB ülkeleri ve AB Komisyonu’nca destek görmüştür. Orta Doğu’da Arap Baharı ile gelen istikrarsızlığı önlemenin Türkiye’nin içerisinde yer almadığı bir koşulda gerçekleşmesi oldukça zordur.

Hem Karadeniz işbirliği kapsamında kurumsal anlamda, hem de Hazar ve Orta Doğu’daki tedarikçiler ile Batı Avrupa’daki tüketiciler arasında enerji arzı hattı olarak bölgesel işbirliğinin merkezi durumunda olan Türkiye, dünyanın enerji açısından en zengin bölgelerine sınırdaş olması nedeniyle, AB’nin enerji arzının güvenliği konusunda önemli roller üstlenecektir. Türkiye’nin katılımı, AB’nin olası tedarik kanallarını çeşitlendirerek, hem Rusya ve Ortadoğu hem Hazar çevresindeki ülkelerden alternatif ihraç güzergahları sunacaktır. Boğazlar ve Kuzey Irak-Ceyhan boru hattına ek olarak, Bakü-Ceyhan boru hattının tamamlanmasıyla birlikte Türkiye, önemli bir petrol transit ülkesi konumuna gelmektedir. Böylece, Rusya’nın tekelci piyasa davranışları göstererek fırsatları istismar etmeye eğilimli tek bir ana tedarikçiye ticari anlamda bağımlılığın getirdiği riskleri ortadan kaldıracaktır. Türkiye’nin AB içine alınmasıyla tamamen güvenli bir geçiş bölgesi oluşturması yoluyla kendi enerji tedariklerinin güvenliğini artıracaktır.

AB ODGP Yüksek Komiseri Javier Solana tarafından açıklanan AGS, AB’nin Avrupa kıtası dışında kendisine yakın petrol ve doğal gaz bakımından zengin olan Türkiye’nin üyelik istekliliğini açıkça ortaya koymaktadır. 2004 yılında yayınlanan AB Komisyon Raporu’nda; Balkanlar, Orta Asya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz toprakları, Asya ile kara ve hava ulaşımı, Rusya ve Ukrayna ile deniz ulaşımı için transit bir konumda bulunan Türkiye’nin stratejik önemi vurgulanmıştır. Raporda Tükiye’nin üyeliğinin AB açısından gerekliliği şöyle açıklanmıştır:

“Ekonomi ve nüfus açısından Türkiye önemli bir aktördür. AB üyesi olarak nüfus açısından en büyük üye devlet olacaktır. İşleyen bir demokrasiye sahip laik bir Müslüman ülke olarak bölgede bir istikrar unsurudur. Batı ittifakıyla olan bütünleşmesi ve birçok ekonomik ve bölgesel kuruluşa üyeliği vasıtasıyla, Avrupa’nın ve komşu ülkelerin güvenliğine katkı sağlayacaktır. AB üyesi Türkiye güçlü tarihsel, kültürel ve ekonomik bağlarını kullanarak Orta Asya’nın istikrar kazanmasında yardımcı olabilir, demokratik değerlerin gelişmesini teşvik edebilir. AB’nin güvenlik çıkarları; enerji, ulaşım ve sınır yönetimini kapsamaktadır. Türkiye dünyanın enerji açısından en zengin bölgelerine sınırdaş olması nedeniyle, genişlemiş AB’nin enerji arzının güvenliği konusunda önemli bir işleve sahip olabilecektir.’’ [32]

İlerleme Raporlarında Dış, Güvenlik ve Savunma Politikası Faslı

Türkiye’nin üyelik sürecinde açılan fasıllardan biri de Dış, Güvenlik ve Savunma Politikası fasılıdır. Türkiye ve AB arasındaki siyasi diyaloğun güvenlik ve savunma siyasaları kapsamında değerlendirilmesi her yıl yayınlanan ilerleme raporlarında verilmektedir. Raporda Kuzey Afrika, Afrika Boynuzu, Orta Doğu ve Körfez’deki gelişmeler, Orta Doğu Barış Süreci, Afganistan, Pakistan, Rusya, Ukrayna, Güney Kafkasya ile Orta Asya’daki gelişmeler, terörle mücadele, “yabancı savaşçılar” ve silahsızlanma konuları dâhil olmak üzere, her iki tarafı da ilgilendiren uluslararası konularda Türkiye-AB ilişkileri ele alınmaktadır.

2011 İlerleme Raporu’nda Orta Doğu barış süreci, Batı Balkanlar, Afganistan/Pakistan, Güney Kafkasya ve Kuzey Afrika ile Orta Doğu’daki gelişmeler de dâhil olmak üzere, her iki tarafı da ilgilendiren uluslararası konularda düzenli siyasi diyalog geliştirildiği belirtilmiştir. Türkiye’nin komşusu olduğu geniş coğrafyada daha etkin hale gelmesiyle her iki tarafı da ilgilendiren konularda Türkiye ile diyaloğu yoğunlaştırmak amacıyla istişareler başlatıldığı bildirilmiştir. Raporda Türkiye’nin Bölgesel Kürt Yönetimi, Irak gibi komşu ülkelerle ilişkilerin normalleştirilmesine yönelik çabası, Rusya ile güçlenen ilişkilerine yer verilmiş; İsrail ile ilişkilerin 2010 yılındaki Gazze filosu olayından beri daha da kötüleştiği belirtilmiştir. Libya, Pakistan gibi ülkelere insani yardımları ve ODGP ile uyumu vurgulanmıştır.  Türkiye’nin AB’nin İran, Libya veya Suriye’ye yönelik kısıtlayıcı önlemlerine katılmaması ve Berlin+ kapsamında AB üyesi devletleri kapsayacak AB-NATO işbirliği meselesinin çözümüne destek vermemesi konusunda AB’den ayrıldığı bildirilmiştir.

2012 İlerleme Raporu’nda Türkiye’nin üyelik sürecinde dış, güvenlik ve savunma politikasındaki hazırlıkları ileri düzeyde bulunmuştur. ODGP kapsamında gerçekleştirilen operasyonlara davet üzerine katılımın %53’te kalması az bulunmakla beraber Türkiye’nin çevre ülkelerle geliştirdiği iyi ilişkiler ve uluslararası örgülerdeki aktifliği takdir edilmiştir.  AB ile dış ve güvenlik politikası konusundaki siyasi diyaloğun yoğunlaştığı belirtilmiştir.

2013 İlerleme Raporu ilgili faslında Türkiye’nin diplomatik etkisi ve ikili ilişkilerini geliştirdiği vurgulanmıştır. Suriye rejiminin sivillere yönelik şiddetini kınaması, muhalifleri desteklemesi ve hayati insani yardım sağlaması desteklenmiştir. Genel olarak, dış, güvenlik ve savunma politikası alanındaki hazırlıklar nispeten ileri düzeyde bulunmuş, ancak ODGP deklarasyonlarına katılımın artırılması gerekliliği belirtilmiştir.

2014 İlerleme Raporu’nda Dış, Güvenlik ve Savunma Politikası faslı başlığında Türkiye ile AB arasındaki düzenli siyasi diyaloğun genişleyerek yoğunlaştığının yanı sıra OGSP alanında daha yakın işbirliğinin Batı Balkanlar ve Asya Pasifik konularında gerçekleştiği belirtilmiştir. AB deklarasyonları ve Konsey kararlarına katılımın azaldığı ve artması gerektiğini bildiren raporda Suriye konusunda sergilenen tutumun önemi tekrardan belirtilmiştir. Türkiye’nin bu fasıldaki hazırlıkları ileri düzeyde bulunmuştur.

SONUÇ

Soğuk Savaş’tan sonra Avrupa’da değişen güvenlik konsepti, AB’yi ekonomik gelişmeyle beraber siyasi bütünleşme yolunda politika yapma yoluna itmiştir. Değişen güvenlik tehditleri ve Avrupa’nın siyasi durumuna karşın, AB içerisinde farklı yapılar oluşturulmaya başlamıştır. 1992’de Maastricht anlaşması ile kurulan ODGP AB’nin bu alandaki eksikliklerini kapatmak üzere oluşturulmuştur. Balkanlardaki çatışmalar sonrasında siyasal aktör olmada önemli adımlar atan AB’nin uluslararası platformda ne kadar geride kaldığını görmesinin ardından, AGSK ile NATO’nun içinde ancak karar mekanizmasında ABD’ye bağımlı olmayan bir yapı oluşturulmuştur. Daha sonrasında NATO’dan bağımsız bir yapı haline gelen AGSK, kimlik yerine “politika” olarak adlandırılmış ve 2009 yılında Lizbon Anlaşması ile OGSP adını almıştır.

Türkiye,  Soğuk Savaş yıllarında Avrupa’daki barış ve istikrarın korunmasına katkıda bulunan Avrupalı bir müttefik olarak, AB içerisindeki bu yapılanmayı desteklemiştir. Türkiye’nin OGSP’ye desteği sadece AB’ye aday olması nedeniyle değil, bölgesel ve uluslararası barış ve istikrara katkı sağlamak yönünde önemli yerinden dolayıdır. Türkiye çok yönlü dış politikasının gereği olarak OGSP’nin gelişimine katkıda bulunmaktadır. AGSP ve OGSP operasyonlarına sağladığı askeri ve sivil destekler, uluslararası platformlarda barış ve istikrarı sürdürmeye yönelik girişimleri, bölgesinde sahip olduğu stratejik konum ve geliştirdiği ikili ilişkiler nedeniyle, AB güvenliği açısından son derece büyük öneme sahiptir. Yalnızca OGSP değil, BM, NATO ve AGİT gibi önemli güvenlik örgütlerine sağladığı katkılar göz önüne alındığında, Türkiye yalnızca AB’ye değil, dünyaya güven vermiş bir ülkedir. AB’nin güvenlik politikalarında önemli yer tutan terörizm, kitle imha silahlarının yayılması, bölgesel çatışmalar gibi birçok sorunların çözülmesinde AB politikalarını desteklemiştir ve bu politikaların çözülmesinde stratejik önemi açısından kilit rol oynamaktadır.

AB’nin güvenlik boyutuna pek çok açıdan katkı sağlayacak bir devlet olan Türkiye, AB’nin sert güç oluşturmadaki etkisizliğini giderebilecek önemli askeri avantajlara sahiptir. Demokrasinin geliştirilerek yayılmasında, istikrarın sağlanmasında kilit role sahiptir. AB’nin küresel bir role bürünmesinde Türkiye gibi bir cephe ülkesini üyeliğe alması önemlidir. Zira büyük güç olmak, çatışma alanları veya çıkar alanlarına komşu olmak demektir ki, Türkiye bulunduğu jeopolitik konum itibariyle buna sahiptir.

Çalışmamız “Türkiye’nin güvenlik ve savunma politikalarının Türkiye’nin AB üyeliğinin uzatılmasına ne gibi etkileri vardır?” sorusu üzerine şekillenmiştir. Görüyoruz ki; Türkiye AB’nin güvenlik ve savunma yapılanmalarını desteklemiş ve AB’ye katkı sağlamış bir ülkedir. Türkiye’nin üyelik sürecinin tamamlanması durumunda OGSP’ye katkıları artacaktır. AB’nin küresel güç olmasında ve tüm dünya için istikrar faktör olmasında rol oynayacak Türkiye’nin üyelik sürecinin uzatılması, izlediği politikalardan değildir. Zira Türkiye, AB’nin siyasi gücünün geliştirilerek dış politika ve güvenlik alanlarında AB’ye yeni imkanlar sağlayabilecek bir ülkedir.

ESRA DEMİRKAYA

TUİÇ STAJYERİ

 Kaynakça

[1] GNESOTTO, Nicole(Ed.),  “AB Güvenlik ve Savunma Politikası İlk Beş Yıl”, İstanbul: Tasam Yayınları, 2005, s. 40

  [2]MORİN, Edgar, “Avrupa’yı Düşünmek”, çev. Şirin Tekeli, Afa Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1995.

[3] SÖNMEZOĞLU, Faruk, “Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi”, 2. Baskı, İstanbul: Filiz Kitabevi, 1995, s. 566

 [4] ÇOMAK, Hasret, “Avrupa’da Yeni Güvenlik Anlayışları ve Türkiye”, İstanbul: Tasam Yayınları, 2005, s.39

  [5] ÇAYHAN, B. Esra, “Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası ve Türkiye”, Akdeniz İİBF Dergisi, Cilt:2, Sayı:3, 2002, s.46

[6] ÇOMAK, Hasret, “Avrupa’da Yeni Güvenlik Anlayışları ve Türkiye”, İstanbul: Tasam Yayınları, 2005

[7] DEMİR, Şeyhmus, “Bir Askeri Güç Olarak AB; İmkanlar ve Sorunlar”, E-akademi Dergisi, Sayı: 71, Ocak 2007, prg. 16

[8] EFE, Haydar, “Avrupa’nın Gelişen ‘Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’ ve Türkiye”, Gazi üniversitesi İİBF Dergisi, Cilt:9, Sayı:3, 2007, s.131

[9] ÇOMAK, Hasret, “Avrupa’da Yeni Güvenlik Anlayışları ve Türkiye”, İstanbul: Tasam Yayınları, 2005, s.56

[10] ÇAYHAN, B. Esra, “Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası ve Türkiye”, Akdeniz İİBF Dergisi, Cilt:2, Sayı:3, 2002, s. 50

[11] TAN, Özlem, “Avrupa Birliği ve Türkiye Güvenlik ve Savunma İlişkileri”, Balkan Journal of Social Sciences, Cilt 2, Sayı 4, Temmuz 2013, s.4

[12] TAN, Özlem, “Avrupa Birliği ve Türkiye Güvenlik ve Savunma İlişkileri”, Balkan Journal of Social Sciences, Cilt 2, Sayı 4, Temmuz 2013,s. 5

[13] AĞCA, Fehmi, “AB’nin Güvenlik ve Savunma Politikası ve Türkiye’nin Konumu”, İstanbul:Papatya Yayıncılık, 2010, s.192

[14] ÖZDAL, Barış, “Avrupa Birliği ve Türkiye İlişkilerinde Güvenlik Politikaları”, 2015, <https://www.tuicakademi.org/index.php/roportaj-ve-soylesiler/4814-doc-dr-baris-ozdal-ile–avrupa-birligi-ve-turkiye-iliskilerinde-guvenlik-politikalari>

[15] ÇOMAK, Hasret, “Avrupa’da Yeni Güvenlik Anlayışları ve Türkiye”, İstanbul: Tasam Yayınları, 2005, s. 81

[16] AĞCA, Fehmi, “AB’nin Güvenlik ve Savunma Politikası ve Türkiye’nin Konumu”, İstanbul:Papatya Yayıncılık, 2010, s. 205

[17] HÜRSOY, Siret, “Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası Kıskacında TürkiyeAvrupa Birliği İlişkileri”, Journal of Security Strategies, İssue: 01/2005, s. 42

[18] AĞCA, Fehmi, “AB’nin Güvenlik ve Savunma Politikası ve Türkiye’nin Konumu”, İstanbul:Papatya Yayıncılık, 2010,s. 209

[19]İNAN Yüksel ve YUSUF İslam, “Partnership for Peace”, Perceptions, Vol:4, N.2, June 1999

[20] HÜRSOY, Siret, “Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası Kıskacında TürkiyeAvrupa Birliği İlişkileri”, Journal of Security Strategies, İssue: 01/2005, s. 41

[21]Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Resmi Web Sitesi. <http://www.mfa.gov.tr/genel-gorunum.tr.mfa>

[22]Türkiye Cumhuriyeti AB Bakanlığı Resmi Web Sitesi :

<http://www.ab.gov.tr/index.php?p=111&l=1>

[23]AĞCA, Fehmi, “AB’nin Güvenlik ve Savunma Politikası ve Türkiye’nin Konumu”, İstanbul:Papatya Yayıncılık, 2010,s. 223

[24]AĞCA, Fehmi, “AB’nin Güvenlik ve Savunma Politikası ve Türkiye’nin Konumu”, İstanbul:Papatya Yayıncılık, 2010,s.239

[25]Dış İşleri Bakanlığı Resmi Web Sitesi. http://www.mfa.gov.tr/turkiye-ab-iliskileri.tr.mfa

[26] EFE, Haydar, “Avrupa’nın Gelişen ‘Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’ ve Türkiye”, Gazi üniversitesi İİBF Dergisi, Cilt:9, Sayı:3, 200, s. 142

[27] EFE, Haydar, “Avrupa’nın Gelişen ‘Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’ ve Türkiye”, Gazi üniversitesi İİBF Dergisi, Cilt:9, Sayı:3, 2007, s. 141

[28] GRANT, Charles, “ Turkey Offers EU More Punch”, European Voice, 1 Eylül 2005

[29] HÜRSOY, Siret, “Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası Kıskacında TürkiyeAvrupa Birliği İlişkileri”, Journal of Security Strategies, İssue: 01/2005,s. 43

[30]  TAN, Özlem, “Avrupa Birliği ve Türkiye Güvenlik ve Savunma İlişkileri”, Balkan Journal of Social Sciences, Cilt 2, Sayı 4, Temmuz 2013,s. 10

[31] EFE, Haydar, “Avrupa’nın Gelişen ‘Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’ ve Türkiye”, Gazi üniversitesi İİBF Dergisi, Cilt:9, Sayı:3, 2007, s. 139

[32 ]AĞCA, Fehmi, “AB’nin Güvenlik ve Savunma Politikası ve Türkiye’nin Konumu”, İstanbul:Papatya Yayıncılık, 2010,s. 241

Batı Dünyasında İslamofobi ve Anti-İslamizm

 “Her ne kadar her Müslüman terörist değilse de, her terörist Müslümandır.” (Danimarka’da bir ders kitabında geçen ifade)

 Ele aldığımız kitap; akademisyen, yazar ve araştırmacıların makale ve yazılarından derlenmiş olmakla birlikte kavramsal ve tarihsel yaklaşımlarla İslamofobinin dünyadaki yansımalarını bize aktarmaya çalışıp, ülkelerden örnekler vererek açıklamıştır.

 İslamofobinin 1979 İran İslam Devrimi ve 11 Eylül olaylarında yaygın bir düşünce haline geldiğinden bahsedilmiştir. İslamofobik bir örnek olarak, 1990 yılında Pakistan kökenli Muhammed Rasul adlı gencin yazdığı “Hollanda’nın Çöküşü” adlı kitabın yarattığı tepkiye değinilmiş, kitapta Hollanda’ya yapılan göçün “Müslüman fethi” olduğu ve 2050 ye kadar ülkenin ele geçirileceğine dair yorumlar olduğu yazmaktadır. Yazar, 1997 yılında İngiltere’de Runnymede Trust adlı kuruluşta yayınlanan “Islamophobia: A Challenge For Us All” başlıklı rapordan bahsetmiş ve rapordaki 8 temel iddiaya dikkat çekmiştir. Rapordaki iddialar, İslam’ı; tek tip ve değişime kapalı, barbar, ilkel, cinsiyetçi tutumlara sahip, acımasız ve tehditkâr, dini inançları siyasal ve askeri çıkarlar için kullanan bir din olarak nitelemiştir. Yazar, kavramsal açıdan “İslam” ve “Fobi” kelimelerinden oluşan İslamofobideki algının, İslam düşmanlığı ve İslam korkusuyla oluştuğuna dair açıklık getirmiştir. Yabancı düşmanlığı ile ırkçılığın farklı şeyler olduğu vurgulanırken, İslamofobinin ırk temelli değil, din ve kültür temelli bir düşmanlık olduğu belirtilmiştir. İslamofobi ve anti-İslamizmin farklı anlamlarda olduğunu vurgulayan yazar, İslamofobinin temelinde aile ve sosyal çevreden aktarılan önyargılar olduğunu, anti-İslamizmin ise Batı dünyasındaki ideolojik ve siyasal grupların yaptığı çalışmalar olarak değerlendirmiştir. Ve iki kavram arasındaki bağı, ilk etkenin sebep ikincisinin de sonuç olduğu şeklinde belirtmiştir.

 İslamofobinin Avrupa’daki yerini göç tarihiyle ilişkilendiren yazar, II. Dünya Savaşı’ndan 1980e kadar yapılan göçün düşmanlık yaratmadığını; hatta “konuk işçilik” olarak değerlendirildiğini belirtmiş, ilk düşmanlığın ise 1979 İran devrimiyle başladığına değinmiştir. İkinci kırılmanın yaşandığı 1989 Berlin duvarının yıkılmasını, 1990-1991 Körfez Savaşıyla Batı ve İslam dünyası arasındaki ilişkilerin iyice kötüleştiğini belirtmiştir. Üçüncü kırılma ve zirve noktası olarak 11 Eylülü değerlendiren yazar, bu dönemden sonra tarihsel önyargıların dirildiğini ifade etmiştir. İslamofobi ve Anti-İslamizmin kökenleri İslam’ın doğduğu ilk günlere dayandırılsa da İran İslam Devrimiyle baş göstermiş, Komünist Blok’un yıkılmasıyla “yeni bir düşman” olarak işaret edilmiş ve 11 Eylül Olayı ile doruk noktasına ulaşmıştır.[1]

Anti-semitizm ve anti-islamizm arasındaki benzerlik ve farklılıkları ortaya koymak için tarihi arka planlara değinmiştir. Anti semitizm kavramının ilk defa 1880 yılında bir Alman gazeteci tarafından kullanıldığını belirten yazar, M.Ö. 586’daki Babil Sürgünü’nün Yahudiliği milli bir din haline getirdiğine değinmiş, 1290’daki ilk sürgünden ve 1492’deki İspanya’dan yapılan sürgünden bahsetmiştir. Anti İslamizm’in tarihini 1300 yıl öncesi, yani Haçlı Seferlerine dayandırıp, İslam’ın ötekileştirilmesinde cihat anlayışının etkisini ortaya koymuştur. Ayrıca anti-islamizmin ABye giriş sürecinde de etkili olduğunu öne sürmüştür.

Martin Luther’in İslam (Türkler) ve Papalık için “aynı şeyler olduğu” görüşü, var olan anti-islamik algıyı daha da arttırdığı vurgulanmıştır. Luther, Voltaire, Dante gibi Aydınlanma Çağı’nda yaşamış yazarların ortak paydası, İslam’ı öğrenebilecekleri kaynaklara ulaşma imkânları varken subjektif olmalarıdır. Benzerlik olarak Yahudiliğin “seçilmiş din” ve İslam’ın “son din” olması yönündeki ayrıcalıklarının nefreti oluşturduğu gözlemleniyor. Farklılıkları ise, Yahudi lobisinin semitik söylemlerde devreye girme hakkı varken, anti-islamizm için aynı mekanizmanın olmadığı; anti-semitizm uluslar arası deklarasyonlara girerken anti-islamizmin girmemesi ve islamofobik bir tepki olduğu kanıtlanamazken anti-semitik bir tepki için yaptırımın var olmasıdır.[2]

“Türkiye ve Avrupa’nın Çatışan İmajları” başlığında Murat Yel, öğrencilik hayatından tecrübelerle bir Müslüman ve Türk olarak kendisine karşı olan tutumlara ve Türklerin Avrupalılara karşı tutumlarına değinmiştir. Yazar, İngiltere’deki eğitim sürecinde doğu kültürü olarak kendisine ve bir Japon arkadaşına olan tutumdan bahsetmiş, hocanın ülkelerdeki olaylar hakkında (öğrenciler farklı Avrupa ülkelerinden olmasına rağmen) soruların sadece Japon arkadaşına ve kendisine yöneltildiğini belirtmiştir. Portekiz’de gittiği Fatıma şehrinde Katolik olmadığı için ziyaret alanından uzaklaştırıldığını, Türk olduğunu söylediğinde muhataplarında Papa II. John Paul’a suikast düzenleyen Mehmet Ali Ağca’yı çağrıştırdığını belirtmiştir. Türklerin tutumundan bahsederken “Avrupa’nın hümanizmi”nden etkilendiğini, karşılaştırılmayacak kültürler olmasına rağmen Türk televizyon kanallarında Batılı tarzların varlığıyla, Türklerin kendilerini Avrupalı olarak düşündüklerini belirtmiştir. Batı’nın Körfez savaşı ve Bosna soykırımındaki takındığı tavra rağmen bugün Türkiye’nin AB’ye entegre olma çabasını sorgulamıştır. Türkiye ve Avrupa’nın şimdiki halini tasvir ederken sosyo-kültürel dinamiklerini belirtmiştir: İlki, diğer bütün ideolojilerden daha hümanist olma iddiasındaki Batı’nın bugünkü sözde liberal ideolojisidir; ikincisi, Batı’nın yeterince dürüst davranmayışı, dünyanın geri kalanını “üçüncü dünya”, “gelişmekte olan”, “gelişmemiş” şeklinde kategorize ederek onlara hâkim olma çabasıdır.[3]

Müslümanlığın dini yönünden ziyade kimlik kavramına olan fobiye vurgu yapılmıştır. İslam’da korkunun iki şekil olduğu: doğal korku (karanlıktan ya da köpekten korkma gibi) ve sanal-yapay korku (Müslümanların kültürlerini yozlaştıracağı, aş ve iş imkânlarını yok edeceği, ellerine fırsat geçtiğinde terör eylemleri yapacağı düşüncesi) olarak açıklanıyor. Yazar, Avrupa’daki insanların tutumunu ortaya koyarken Müslümanların başörtüsünden ya da sakalından, minareden korkmayı yapay korku şeklinde açıklıyor. Din özgürlüğüne değinirken, 2004’te Almanya’da yaşanan bir mahkeme sonucunda, rahibin dini kıyafetlerle girdiği derse Müslüman’ın da başörtüsüyle girebileceğini belirtmiştir. Avrupa’da başörtüsünün baskı olarak algılandığını ve Tanrı’ya boyun eğmenin özgürlüğü yitirdiği anlamına geldiğini belirten yazar, Batı’da hürriyetin gelişmesinin ana akımını “Tanrı’dan özgürleşme” olarak açıklamıştır.[4]

Tarihte bir islamofobik olan Martin Luther’in, Kanuni döneminde yaşamış olmasının etkisi büyüktür. Viyana’ya kadar giden Osmanlı’nın (Türklerin) bu dinin temsilcisi olması Luther’in İslam’ı “Türklerin dini” şeklinde eleştirmesine neden olmuştur. Luther, Kur’an’ı tercüme ederek bu kitabın beşeri (Hz. Peygamber tarafından yazıldığını) olduğunu savunmuştur. Aynı zamanda Kur’an’da geçen Hz. İsa’nın kabulü için Hz. Peygamber hakkında olumlu eleştirileri olduğu da görülmüştür. Luther; Hz. Peygamber’in kılıç(cihat anlayışıyla), Hz. İsa’nın barış(emirlerden yola çıkarak) peygamberi olduğunu, Türk inancının da aslında “bu” olduğu kanısındadır. Martin Luther, Haçlı Seferlerini dini bir amaçla insanlar kullanıldığı için eleştirmiş ve Hristiyanların “barışla” çözüm araması gerektiğini savunmuştur. Papa ve Türkleri “deccal”in ruhu ve bedeni şeklinde eleştirmiştir.[5]

“Buyruk” kavramı “bir kimseyi belirli bir davranışta bulunmaya zorlayıcı söz, emir, ferman” şeklinde açıklanmış, TDK’nun “egemenlik” tanımına da yer verilmiştir. Birine buyurmakla birini buyurmak arasındaki “egemenlik” üzerinde durularak, İncil’deki “Öç almayacaksın”, “Komşunu kendin gibi seveceksin” buyruklarına değinilmiştir. Bu emrin oluşturduğu “komşum kim ki, seveyim?” sorusunun cevabı “ sana yardım eden kişi” şeklinde açıklanıyor. ‘Buyruk’un egemeni buyuran iken, ‘yasa’nın egemeni kimdir sorusu çıkıyor karşımıza. Freud ve Rozensweig’in görüşlerinden yararlanılarak hipotezi şu yönde sonuçlandırıyor; İslam’ın “komşu”sunun olmamasının, fizikî anlamda değil, kurucu anlamda bir “komşu”sunun olmasının, ona karşı gösterilen “fobi”nin zeminlerinden bir tanesi olduğu yönündedir.[6]



[1] Yrd. Doç. Dr. Kadir Canatan, İslamofobi ve Anti-İslamizm: Kavramsal ve Tarihsel Bir Yaklaşım

[2] Yrd. Doç. Dr. Özcan Hıdır, Anti-İslamizm ve Anti-Semitizm: Tarihsel ve Kavramsal Farklılıklar ve Benzerlikler

[3] Yrd. Doç. Dr. Ali Murat Yel, İslâm ve Batı’nın Karşılıklı Algılamaları

[4] Fatih Okumuş, Avrupa’da İslamofobi ve Mâbâdı

[5] Yrd. Doç. Dr. Özcan Hıdır, Tarihte Bir Anti-İslamist Olarak Martin Luther

[6] Ahmet Demirhan, Komşu Komşunun Fobisine Muhtaç: Komşunun Psiko-Teo-Lojisi

Büşra AVŞAR

KUR SAVAŞLARI, FAİZ SAVAŞLARI VE TÜRKİYE’NİN EKONOMİ POLİTİĞİ

Japonya’da Şinzo Abe’nin ikinci kez iktidara gelmesi ile ülkede genişletici maliye politikaları rafa kaldırılmış; yerine genişletici para politikası uygulanmaya başlanmıştır. Çin ise bugüne kadar, yavaşlayan büyüme hızına yeniden ivme vermek için genişletici maliye politikasını tek enstrüman olarak kullanmıştır. Diğer yandan Tayland, Endonezya, Güney Kore, Japonya, Çin ve Singapur gibi ülkeler benzer ürünler üretmekte olup; bu durum ismi zikredilen ülkeleri ekonomik olarak rakip kılmaktadır.

Japonya’nın yeni Abe[1] iktidarıyla birlikte düşen Yen sayesinde çevre ve rakip ekonomilere karşılık piyasalarda yeniden rekabet sağlaması, Japonya’nın büyümesini de beraberinde getirmiştir. Diğer yandan art arda Çin Merkez Bankası tarafından alınan Yuan’ın devalüe edilmesi kararı da, Japonya’nın genişletici para politikasına karşı bir hamle olarak okunmaktadır. Öyle ki; Çin’in ulusal parası üzerinde yaptığı devalüasyon[2], küresel emtia fiyatlarında da gerilemeyi beraberinde getirmiştir. Çin ulusal parası yuanın “makul bir seviyede ve dengede” tutulması için yapılan söz konusu devalüasyon, 20 yıl aradan sonra ilk defa yapılmış olup; bölgedeki diğer ülkeleri de benzer bir aksiyonu almaya zorlamaktadır. Zira ucuzlayan Çin malları ile rekabet edebilmeyi amaçlayan bölge ülkesi Vietnam da ulusal para birimi dong üzerinde devalüasyona gitmiştir. Rekabetçi devalüasyonların tetiklenme riskini artıran tüm bu gelişmeler ise küresel emtia fiyatlarındaki düşüş ile beraber küresel bir deflasyon[3] tehdidinin baş gösterebileceği yönündeki endişelerini hareketlendirmektedir[4].

Bazı bilim insanları ise Uzak Doğu bölgesinde gerçekleşen tüm bu vakaları “yeni yüzyılın kur savaşları” olarak yorumlamaktadır. ABD tarafında ise faizlerin artırılması durumu sürekli olarak gündeme gelmekte, Avrupa-Atlantik bölgesinde ise krizin eşiğinde olan bölgelerin canlandırılması için “faiz savaşları” sürmektedir. Nihai olarak tüm bu gelişmeler, risklerin arttığı ve getirinin sabit kaldığı gelişmekte olan piyasalardan, risklerin az ve getirilerin yükselmeye başladığı gelişmiş ülkelere doğru yatırımcıların yer değiştirmesine neden olmaktadır[5].

Türkiye ise kur ve faiz savaşları ile birlikte iç politikadaki belirsizlikler, yakın coğrafyasındaki artan jeopolitik gerilimler nedeniyle bu mücadelenin tam ortasında yer almaktadır. Öyle ki; ülkenin risk primini ifade eden CDS değerleri, son dönemde ciddi oranda yükselmiştir. İlave olarak, özel sektör borçlanmasını da ifade eden[6], bu anlamda enflasyon değerlerini dolaylı yoldan etkileyen USD/TL kuru da önemli oranda artmıştır. Buna karşılık yıllardır yapılması gerektiği söylenen yapısal reformlar hala pasif durumdadır. Ayrıca ABD faiz artırımı ihtimali[7] ile Çin gibi ülkelerin yavaşlama olasılıkları[8] kapıdadır. Tüm bunlara karşılık, teoride bağımsız olması gereken Türkiye Merkez Bankası, üzerindeki baskılar ve hükümet kurulumundaki başarısızlıklar nedeniyle doğru zamanda doğru aksiyonu almak için geç kalmaktadır.

Diğer yandan Türkiye’nin AKP iktidarı ile birlikte lokomotif sektör olarak tercih ettiği, Körfez kökenli zengin Araplar ile düşük faizli ve uzun vadeli krediler yoluyla teşvik edilen inşaata dayalı ekonomik büyüme modelinin de sonuna gelinmiştir. Birçok alt sanayi kolunu da harekete geçiren sektör, büyümede düşük bir yatırımla kısa vadeli hızlı bir büyüme sergilemek için idealdir. Zira sektör, basit emek ile devinim gerçekleştirdiği için de yatırımcılar için oldukça ekonomiktir. Sektörün en büyük dezavantajı ise sadece başlangıçta üretim/imalat yapılıyor olması ve küresel/bölgesel konjonktürün iyimser ve likiditenin bol olduğu dönemlerde işlemesidir. Bugün de olduğu gibi, piyasalardaki likiditenin azalması ve ülke para biriminin değer kaybetmesi durumunda ise her şey tersine dönmekte ve inşaata dayalı büyüme stratejisi izleyen ülke için bu ekonomi politikası bir eziyete dönüşmektedir[9]. Bu anlamda inşaata dayalı büyüme modeli izleyen Türkiye, önemli bir girdabın içerisinde olup; bu kısır döngüyü açmak için üretime dayalı büyüme stratejisi izlemelidir.

Düşük seyreden petrol fiyatları ve yüksek seyreden jeopolitik riskler nedeniyle yatırımcılar, özellikle gelişmekte olan petrol üreticisi ülke piyasalarından çıkmaya başlamıştır. Bu durum, ilgili bölgeler ile ciddi ekonomik ve ticari bağlantıları olan Türkiye için de ciddi bir tehdit unsurudur. Diğer yandan Çin ekonomisindeki yavaşlama tüm dünyayı tedirgin etmektedir. Avrupa-Atlantik yakasında ise ekonomik faaliyetlerini canlandırmak ve yatırım fonları için kendi bölgelerini birer cazibe merkezi haline getirmek isteyen bölgeler arasındaki faiz savaşları tüm hızıyla devam etmektedir. Altyapısı hazır olmayan ve biraz da kendiliğinden gelişen bu tür bir küreselleşme hamlesinin ise nihai barışı getirip getirmeyeceği ciddi bir muammadır.

DENİZ TÖREN

YILDIZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ

SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER YÜKSEK LİSANS ÖĞRENCİSİ


[1]Yüksek tahsilini Amerika’da siyaset bilimi üzerine tamamlayan Abe, siyasetçi bir ailenin üyesidir. İlk başbakanlığına ise 2006 yılında seçilmiştir.

[2]Devalüasyon; sabit kur rejiminde, yetkili makamlarca alınan bir kararla, ülke parasının yabancı paralar karşısındaki değerinin düşürülmesi işlemidir. Japonya gibi dalgalı kur rejimine sahip ülkelerde ise piyasa aktörlerinin ticari işlemleri sonucunda gerçekleşen ulusal para birimindeki düşüklük, “dış değer kaybı” olarak nitelendirilmektedir.

[3]Deflâsyon; belirli bir zaman aralığında, bir ekonomideki fiyatlar genel düzeyinde gözlemlenen sürekli azalışı ifade etmektedir.

[5]2015 Ocak-Haziran dönemi fon akışları incelendiğinde, gelişmekte olan ülkeler arasında en fazla fon çıkışı yaşayan ülkenin Türkiye olması dikkate değerdir. Örnek bir haber için: http://www.bloomberght.com/haberler/haber/1821818-yabancilar-gecen-hafta-hisse-ve-dibslerde-net-saticiydi

[6]Türkiye’de üretilen birçok malın üretilmesi için gerekli olan hammaddenin bir şekilde yurtdışından getirilmesi gerektiği için kurlardaki artış, dolaylı olarak üretilen malların; üretilen mallar ise ülke genel fiyatlar düzeyinin artmasına sebebiyet vermektedir.

[7]ABD’nin 2015 yılı ikinci dönem büyüme verileri her ne kadar beklentinin üzerinde gelse de; enflasyon oranının istenilen düzeyde olmaması, petrol başta olmak üzere emtia fiyatlarındaki düşüş ve gelişmekte olan ülke ekonomilerindeki sıkıntılar nedeniyle FED tarafından başlatılacak olan faiz artışının 2016 yılına kalacağı düşünülmektedir.

[8]Yıllık ortalama % 7,5 büyüyen Çin, 2014 yılında % 7,4 oranında büyüme kaydetmiştir. Hareketliliği azalan Çin emlak piyasası da bu düşünceyi destekler niteliktedir. Uzmanlar 2015 yılında da bu düşüşün süreceğini tahmin etmektedir. Bilgi detayı için: http://www.bbc.com/turkce/ekonomi/2015/04/150415_cin_ekonomik_buyume

[9]Yakın dönem önce konut krizi yaşayan Uzakdoğu ülkeleri, ABD, İspanya ve İngiltere bunun en bariz örneklerini sunmaktadır.

Doç. Dr. Barış Özdal ile Avrupa Birliği ve Türkiye İlişkilerinde Güvenlik Politikaları

Doç. Dr. Barış Özdal ile Avrupa Birliği ve Türkiye İlişkilerinde Güvenlik Politikaları

Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapan ÖZDAL, lisansını ve doktorasını Uludağ Üniversitesi’nde tamamlamıştır. Yüksek lisansını ise İstanbul Üniversitesi’nde yapan ÖZDAL’ın Diplomasi Tarihi, Türkiye – Ermenistan İlişkileri, Avrupa Güvenliği, Türk Dış Politikası alanlarında birçok çalışmaları bulunmaktadır. Uludağ Üniversitesi’nde bizleri konuk eden ÖZDAL; röportajdan sonra TUİÇ ailesini kitap hediye ederek uğurlamıştır.

Soğuk Savaş’ın bittiği dönemde güvenliklerinin ABD’ye bağlı bir NATO yerine, Avrupalı bir örgüt tarafından sağlanması fikri AB üyesi devletler arasında yaygınlaşmıştır. Sizce bunun nedeni ABD’ye duyulan güvensizlik midir? Yoksa AB uluslararası sistem içerisinde daha etkin mi olmak istemiştir?

İkisi de evet, ikisi de hayır. Bu konjonktürel bir durumdur. Soğuk Savaş’ın bitiş süresinde özellikle 1980 sonrası dönemde Tito’nun ölümüyle birlikte Balkan coğrafyasında bir güç boşluğu meydana gelmiştir. Bu bölgesel güç boşluğu özellikle 1985 sonrası dönemde yaşanmıştır. Ardından da Sovyetler Birliği’nin büyük güç olarak kutuplu sistemde ortadan kalkması daha büyük bir güç boşluğunu meydana getirmiştir. Bu güç boşluğu kapsamında sorunuzda yer alan iki unsur ortaya çıkmıştır. Birincisi NATO’nun alan dışılık kavramı sorgulanmaya başlanmıştır. Bilindiği üzere NATO’nun kuruluş sebebi, ilk Genel Sekreteri tarafından tanımlandığı şekilde şöyledir: ABD’yi içerde, Almanya’yı aşağıda Rusya’yı dışarıda tutmak. Bu konseptte kurulan NATO bir öteki unsur olarak bulunan Rusya ortadan kalktığı için “ötekisiz” kalmıştır. Dönemin AB üyesi bazı devletleri (ki biz onlara Avrupacı devletler diyoruz) “NATO’nun kurulma sebebi ortadan kalktığına göre NATO’ya ne gerek var?” görüşündedir.

Güvensizlik kapsamında bakıldığında ise siyasi tarih derslerinden hatırlayacağımız üzere Küba Krizi ile Avrupa’nın güvenlik algılamasında çok ciddi bir kırılma meydana gelmiştir. Halk deyişiyle söylersek, Küba Krizi sırasında ABD “önce can, sonra canan” demiştir. Eğer kıtasal anlamda ABD kendi ülkesinde konvansiyonel bir tehditle karşılaşırsa, Avrupa’nın güvenliğini ikinci plana atabileceğini göstermiştir. Bunun en somut örneği, Fransa’nın NATO’nun askeri kanadından çıkması olmuştur. Toparlarsak evet, tarihsel arka planı olan bir güvensizlik konjonktürel ve bölgesel güç boşluklarıyla birlikte AB’nin -ki o dönemde AT’nin de bir aktör olarak uluslararası sisteme taşınması ve başat olma isteğini ortaya koymuştur. Ancak daha sonraki süreçte AB bunun erken olduğunu çeşitli şekillerde anlamıştır.

AB’nin Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası (OGSP) kapsamında Türkiye’nin üyelik sürecini değerlendirirken AB’ye büyük katkı sağlayabileceğini görüyoruz. Türkiye’nin giriş sürecinin uzatılmasında, izlediği dış ve güvenlik politikaları kapsamında bir neden aranabilir mi?

Türkiye Soğuk Savaş sürecinde her fırsatta NATO’nun ikinci büyük kara askeri gücü olduğunu ileri sürmüş ve kendisini bir cephe ülkesi olarak tanımlamıştır. 2001-2011 yılları arasında AB’ye yönelik Türkiye hep şunu ileri sürmüştür: Eğer AB büyük bir güç olmak, uluslararası sistemde bir aktör olarak görünmek istiyorsa güçlü bir hard power’a ihtiyacı vardır. Sert gücün de yolu NATO’nun ikinci büyük gücü olan Türkiye’yi üyeliğe almaktan geçer. Türkiye’nin birinci söylevi buyken ikinci söylevi büyük güç olmanın çatışma alanları veya çıkar alanlarına komşu olmak demek olduğudur. Kendini geniş bir cephe ülkesi olarak tanımlayan Türkiye’nin üyeliğe alınması AB’nin Orta Doğu’ya, Orta Asya’ya, Doğu Akdeniz’e komşu olması demektir ki bu da Türkiye tarafından lanse edilmiştir. Bu iki yol üzerinden Türkiye AB üyelik sürecini zorlamıştır. Türkiye, eninde sonunda güvenlik açısından AB’nin kendisine ihtiyacı olacağı düşüncesiyle hareket etmiştir.

Soruya gelecek olursak, sürecin uzatılmasında Türkiye’nin güvenlik politikalarının nedeni olabilir, ama hiç bir şey tek taraflı değildir. Birinci neden Türkiye’nin dış politikaları olabilir, ama ikinci neden AB’nin hali hazırda kendini bu kadar geniş bir coğrafyaya komşu olacak yeterlikte hissetmemesi de olabilir. Çünkü Türkiye’yi alırsa, doğrudan doğruya Orta Asya, Orta Doğu, Doğu Akdeniz bölgelerine girmiş ve çatışma alanlarıyla birebir komşu olmuş olur. AB, kuruluş itibarıyla bakıldığında sosyal refah düzeyini genişletmek amaçlı daha izole bir yapıdır. Bu kapsamda bakıldığında olayın bir A ve bir B yüzü bulunmaktadır. 

Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP)’nın kuruluş aşamasında BAB’a ortak üye, NATO’ya tam üye olan Türkiye’nin AGSP’den dışlanması, Türkiye’de AB’ye karşı bir güvensizlik algısı oluşturdu mu? Buna rağmen AGSP’deki aktif rolünü nasıl değerlendirirsiniz?

Yapı itibariyle olay tamamen Türkiye’nin güvenlik algısı ile alakalıdır. Çok kısaca açıklarsam, 1923’ten günümüze kadar olan süreçte Türkiye çeşitli olaylarda güvenlik politikasını değiştirmiştir. 1923’ten 1939’a kadar olan dönem, yani bizim Atatürk dönemi Türk Dış Politikası dediğimiz dönemde iki olgu bulunmaktadır: Batıcılık ve statükoculuk. İkisinin birleştiği nokta ise, “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesidir. Türkiye kendini statükoyu korumak isteyen barışsever bir devlet olarak tanıtmış ve güvenlik algısını Balkan Antantı, Bağdat Paktı gibi bölgesel örgütlenmeler ve Milletler Cemiyeti gibi üst örgütlenmelerle sağlamıştır. 1939-1945 arası dönemde ise aktif tarafsızlık izlemiştir, yani savaş dışı bir pozisyon alarak denge politikası izlemiştir. 1945’in ardından Sovyetler’in Türkiye’nin doğu sınırını ve boğazların statüsünü tekrar tartışmaya açmasıyla sınırlarına yönelik tehdit algılayan Türkiye yüzünü batıya döndü. Türkiye güvenliğini Batı’ya endekslemeye çalışırken aynı şeyi Yunanistan’da yaptı. Bu süreçte Türkiye, Kore’ye asker göndererek NATO’ya üye oldu ve güvenliğini büyük bir örgütün şemsiyesi altına aldı. Soğuk Savaş’ın sonuna kadar bu süreç devam etti. Avrupa’da NATO’nun varlığı tartışılırken Türkiye’nin uzun yıllar güvenliğini şemsiyesi altında sağladığı NATO ortadan kalkarsa, Türkiye kim tarafından korunacağından endişe duydu. Burada Türkiye’yi telaşlandıran nokta, AB üyelik süreci devam ederken bir yandan da Yunanistan’ın içerisinde olduğu AB’nin kendi güvenlik ve savunma politikasını yaratmasıdır. En sıcak tehdit aldığı yer olan Yunanistan’ın içinde bulunduğu bir güvenlik yapılanması olması nedeniyle Türkiye hızlı bir şekilde AB’ye üye olmaya çalıştı. 11 Eylül Saldırıları’ndan sonra gelen Ankara Mutabakatı ile Türkiye AB yolunda farklı bir sürece girdi.

Son yıllarda Avrupa kamuoyunda IŞİD, Taliban, Hizbullah gibi İslami terör örgütlerinin de yaygınlaşması ile genişleyen bir İslam karşıtlığı algısı var. Türkiye’nin giriş sürecinde Müslüman ülke olmasından kaynaklanan bir güvensizlik söz konusu mudur?

Buna hangi açıdan baktığımıza bağlı. Teorik anlamda farklı, pratik anlamda farklı cevap verilebilir. Evet, politik ve pratik anlamda bir güvensizlik söz konusudur. En son Charlie Hebdo saldırılarında başlayıp IŞİD’in terör eylemlerine bakılırsa böyledir. Ancak teorik anlamda bakarsanız Türkiye tam üyelik müzakere süreçlerinin başlatılmasından çok öncede Müslümandı, şu an da Müslüman. Türkiye’nin bu kimliği sonradan değişmedi. O zaman şöyle düşünülebilir AB bizim İslam kimliğimizi görmedi mi ya da biz mi bu kimliğimizi sakladık? Hayır, bu sadece bir argüman ve hangi gözlükle baktığımıza bağlı olan bir durum. Kimlikler dış politika oluşturulmasında bazen çok ön plana çıkartılır ama çoğu zaman çıkarlar doğrultusunda göz önüne alınmaz.

AB’nin Öcalan’ın idamına karşı çıkması ve Kürtlere yönelik azınlık hakları kapsamında birçok hak tanınmasını istemesi Türkiye’nin güvenlik politikasına yönelik bir müdahale olarak yorumlanabilir mi?

Her şey güvenlik politikasına bir müdahale olarak yorumlanabilir, çünkü Soğuk Savaş sonrasında klasik güvenlik anlayışı çökmüştür. Bakıldığında klasik anlamda kara sınırlarını içeren güvenlik anlayışı Kopenhag Ekolü ile farklı boyutlara geçmiştir. İlerleme Raporları’yla Türkiye’nin her alanda fotoğrafı çekilmektedir. Sadece Kürt Sorunu veya azınlık hakları değil, hemen hemen her şeyde Türkiye’ye bir baskı yapılmıştır. Türkiye bu ilerleme reformlarını sadece AB istedi diye değil, gerçekten vatandaşlarının hak ve özgürlüklerini genişletmek amacıyla yapmalıdır. Bunu yapabildiğinde ise AB’nin müdahalesine gerek kalmayacaktır.

Dış basında PKK operasyonlarıyla ilgili yer alan barış süreci sona erdi vurgusu, sizce üyeliği ne yönde etkiler?

Sihirli küremiz yok, şu an için bilemeyiz. Türkiye çok sıcak bir dönemden geçiyor. Barış süreci sonlandı mı, onu dahi bilmiyoruz. O açıdan bu soruyu şimdilik cevaplamak güç.

AB’ye aday ülke olarak Türkiye’nin izlediği dış politika AB’ye uyarlanmış mıdır?

Şu konjonktürde AB adayı bir ülke olarak izlediğini düşünmüyorum. Tamamen bağımsız bir devlet gibi dış politika yaptığını düşünüyorum.

Türkiye’nin dış politikası AB’nin dış politika sisteminden, yani Maastricht Anlaşması ile kurulan Ortak Dış ve Güvenlik Politikası (ODGP)’ndan ayrışmakta mıdır, yoksa aday ülke olarak dış politikada öncelikleri AB öncelikleriyle değiştirilmiş midir?

AB’nin kendi içinde ortak bir dış politikası kağıt üzerinde veya sadece belli alanlarda var. Örneğin şu anda Akdeniz’den özellikle İtalya ve Yunanistan üzerinden Avrupa’ya doğru gerçekleştirilen yasa dışı göç sürecine hala bir ortak politika gerçekleştirilemedi. Yunanistan’ın ekonomik krizi, Orta Doğu’da yaşanan güvenlik sorunu konularında da aynı şekilde; tam ve etkin bir ortak politika gerçekleştirilemedi. Kâğıt üzerinde ve teorik anlamda bakıldığında Türkiye’nin belli alanlarda politikalarının uyuştuğu ve belli alanlarda uyuşmadığı söylenebilir.

Türkiye’nin dış politikada ne kadar Avrupalılaştığı, AB hedefi ile dış politikanın nasıl şekillendiği söylenebilir?

“Avrupalılaşmak” kavramından kastınız Batılılaşmak ise bu TDP’nin temel ilkelerinden biridir. Kopenhag Kriterleri’nde ekonomi, demokratikleşme, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi birçok konular yer alır. Dış politika hedefinde nasıl şekillendiğine gelirsek, AB’nin biraz önce de belirttiğimiz gibi ortak dış politikası sadece kâğıt üzerinde varken Türkiye’nin dış politikasının bu bağlamda şekillendiğini söyleyemeyiz.

Türkiye, AB’nin dış politikalarıyla büyük oranda aynı doğrultuda hareket etmekteyken, dış politikada ABD’ye daha uzaktır. Özellikle Irak Savaşı’nda ABD’ye karşı politika izlemiş olması AB’nin güvenini kazanmak açısından önemliyken, sizce Türkiye’ye yönelik “Truva Atı” algısı hala geçerli midir?

Bu sorunun başında yer alan AB ile aynı doğrultuda dış politika izlediğine katılmıyorum. Türkiye hali hazırda klasik ulus-devlet refleksiyle dış politika yapmaktadır. Truva atı algısına gelecek olursak hala geçerliliğini korumaktadır.

Dış politikada NATO üyeliği sebebiyle başlarda ABD’ye yakın olan AB, zamanla Rusya ile ilişkilerini iyileştirerek, ABD’ye göre daha yakın ilişkiler kurmuştur. Bu durumda ABD’nin AB’ye yönelik politikaları etkilenmiş midir ve ya nasıl şekillenmiştir diyebiliriz?

Arka plana bakıldığında bahsettiğiniz dönem özellikle Yeltsin sonrası yani 1. Putin dönemidir. Evet, bu dönemde ABD belki mesafeli yaklaşmıştır. Ancak bana sorarsanız kâğıt üzerinde mesafeli görünmekle birlikte AB’nin Rusya ile iyi ilişkiler kurmasını desteklemiştir. Çünkü göreli barış ortamı oluşmuştur. Kırılmayı değiştirense 11 Eylül Saldırıları olmuştur. Zira bu saldırıların ardından ABD bir yandan AB’nin kendi inisiyatifiyle politika izlemesini desteklerken bir yandan Rusya Federasyonu ile ikili işbirliğini arttırmıştır. Çünkü bu anlamda ortak düşman terördür.

Esra Demirkaya

TUİÇ Stajyeri

Ortadoğu’da Yeni Jeopolitik Denge ve PKK

0

               

Dış politika paradigmaları iki temel kategoriye ayrılabilir. Birincisi, evrensel değerler ve ilke merkezli bir dış politika ile ülkeleri dönüştürmek ve evrensel değerlerin taşıyıcısı haline getirip barışı sağlamak iken, ikincisi ise ulusal çıkar ve  güç dengesi politikasıdır.

Afrika’da Bir Osmanlı Bakiyesi: Agadez

Agadez
Agadez

Osmanlı bakiyesi deyince aklımıza hep Ortadoğu ve Balkanlar gelir. Halbuki Osmanlı çok geniş topraklara hükmetmiş ve uzun yıllar boyunca İslam Dünyası’nın siyasal önderi olarak algılanmıştır. Osmanlı, doğrudan hakimiyet kurduğu topraklar dışında, temsil ettiği dini ve sosyo-kültürel değerler üzerinden etkilediği toplumlar/devletler eliyle de değerlendirilmelidir. Bu çerçevede ele alındığında Güneydoğu Asya’daki Müslüman toplumların özellikle 16. ve 17. yüzyıllar içerisinde Osmanlı’nın desteğini alabilmek için ciddi bir uğraş verdiğini biliyoruz. Ne var ki, Osmanlı’nın dolaylı etkinliği yalnızca Güneydoğu Asya’daki Müslüman toplumlar özelinde sınırlı kalmamıştır. “Kara Afrika” olarak adlandırılan dünyanın siyasal temsilcilerinden biri olan Nijer’deki Agadez Bölgesi bu çerçevede ele alınabilecek önemli bir örnek olarak görülebilir.

Osmanlı’nın Afrika’nın kuzeyinde ve doğusundaki etkinliği bilinen bir gerçektir. Ne var ki, kıtanın batısındaki görünürlüğü hemen hiçbir dönemde sorgulanmamıştır. Esasında bu noktada kanıt oluşturabilecek çok fazla örnek de söz konusu değildir. Afrika’nın toprak bakımından en büyük ülkelerinden biri olan, topraklarının çok büyük bir bölümü çöllerden oluşan ve okyanusa kıyısı olmayan bir ülke olarak bilinen Nijer, Cezayir ve Libya’ya olan komşuluğu sayesinde Osmanlı’nın yarattığı kültürel çekim merkezine dahil olmuştur. Sömürgecilik çağında Fransız kontrol bölgesi içerisine dahil olmuş olan Nijer, halkının çok büyük bir bölümü (bugün itibarıyla %94’ü) Müslüman olmasıyla diğer Fransız sömürgelerinden ayrılmaktadır. 3 Ağustos 1960’da Fransa’dan bağımsızlığını ilan eden ve resmi dil olarak da, diğer eski Fransız sömürgeleri gibi, Fransızca’yı seçen Nijer, kısa bağımsızlık dönemi içerisinde süreklilik arz eden bir siyasal karmaşaya eklemlenmiştir. Ülke, askeri darbeler ve bu darbeler sonrası kurgulanmaya çalışılan başarısız “tek adam” yönetimlerine tanıklık etmiştir. Afrika’nın ve dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan Nijer’de (kişi başına düşen milli gelir 400 dolar) 1993 yılından bu yana “parlamenter demokrasi” uygulanmaya çalışılmaktadır. Ne var ki, 1993’ten bu yana geçen 20 yıllık dönemde dahi 3 askeri darbe yaşanmıştır.

Eski bir Fransız sömürgesi olarak Fransa ile yakın bağlara sahip olmasına karşın, Müslüman kimliğini fazla ön planda tutuyor oluşu ve nispeten önemsiz sayılabilecek bir coğrafyada bulunmasından ötürü, Nijer’deki Fransız etkinliği komşu ülke Mali kadar etkin değildir. Nijer, komşusu Nijerya’nın aksine sahip olduğu doğal kaynakların işlenmesi ve dünya piyasasına sunulabilmesi noktasında payına düşeni alabilmiş değildir. Halbuki Nijer, özellikle petrol rezervleri ile altın, uranyum, toryum, fosfat ve demir madenleri konusunda çok zengindir. Ülkedeki siyasal istikrarsızlık ve ülke topraklarının çok büyük bir bölümünün çöllerden oluşuyor oluşu, sahip olunan rezervlerin işlenmesi noktasında Nijer’in yeterli gelişimi gösterememesine neden olmuştur. 16 milyonu biraz aşan bir nüfusa sahip olan Nijer’de yurtdışına göç çok önemli bir sosyal gerçekliktir. Başta Fransa olmak üzere AB üyeleri ve komşu ülke Nijerya, Nijerlilerin göç ettiği en önemli merkezlerdir.

Son dönemde Türkiye’nin Nijer’deki görünürlüğünün artmakta olduğunu gözlemliyoruz. “Afrika Açılımı” çerçevesinde kıtadaki Müslüman ağırlıklı ülkeleri stratejik etkinlik çerçevesi içerisine yerleştiren Türkiye, nüfusunun %94’ü Müslüman olan ve Osmanlı geçmişi nedeniyle Türkiye’yi biraz olsun tanıyan Nijer’i de açılım noktalarından biri olarak görmüştür. Öyle ki, Ocak 2012’de Nijer’in başkenti Niamey’de Türk büyükelçiliği açılmıştır. Türk büyükelçiliğinin açılmasına paralel olarak, Türkiye, Nijer’deki altyapı eksikliklerinin giderilebilmesi ve özellikle Nijerlilerin eğitim eksikliğinin giderilebilmesi hususunda projeler ortaya koymaya başlamıştır. Sağlık, eğitim, ulaştırma ve enerji gibi konularda özellikle başkent Niamey ve çevresinde çeşitli projeler uygulamaya başlayan Türkiye, eğitim programları çerçevesinde yetiştireceği Nijerlilerin bu projelerde önemli rol oynayabileceğine inanmaktadır. Zaten Türk büyükelçiliği açılmadan önce de Türk işadamları ve özellikle Nijer’deki Türk okulları Türkiye’nin ülkedeki görünürlüğünü ve etkinliğini arttıran adımlar atmıştır. Geçtiğimiz yıl Nijer’in Türkiye’ye olan ihracatı 78 milyon dolar olarak gerçekleşirken, Türkiye de bu fakir ülkeye 38,9 milyon dolarlık ihracat gerçekleştirmiştir. Türkiye’nin açtığı büyükelçilik ve geliştirilen siyasal ilişkiler, ticaret ve eğitim odaklı süren iletişimin daha kapsamlı bir hal alabilmesini ve Türkiye’nin Nijer’den başlayarak Batı Afrika’da kaydadeğer bir bölgesel aktör olabilmesini hedeflemektedir.

Nijer’in Türkiye’ye bakışını olumlu yönde etkileyen en önemli faktörlerden biri de Agadez Bölgesi’dir. Ülkenin orta kesiminde yer alan Agadez Bölgesi, Nijer’in Osmanlı ile olan bağlarını betimleyen en ilginç örnektir. Anlatılana göre, 14. yüzyılın sonlarında, Nijer’de yaşayan Tuareg kabileleri arasında anlaşmazlık çıkınca, kalabalık bir Tuareg heyeti Osmanlı’yı ziyaret etmiş ve Müslümanlık ortak paydasında birleştikleri Osmanlı padişahı Yıldırım Bayezid’den anlaşmazlığı giderebilmek için yardım istemişlerdir. Yıldırım Bayezid ise, sorunu çözebilmek ve bölgedeki Osmanlı-Türk tanınırlığını arttırabilmek için, siyahi cariyelerinden olan Yunus isimli oğlunu Fizan Çölü’nün güneyinde yer alan (bugünkü Nijer toprakları) Agadez Bölgesi’ne sultan olarak tayin etmiştir. Bayezid’in oğlu Yunus ve beraberindeki maiyeti Agadez’e gelerek problemi çözmüş ve bölgeye yerleşmiştir. Yunus’un yerleştiği Agadez Bölgesi’ndeki kasabaya da İstanbul’dan esinlenilerek “Istanbulewa” (İstanbul’dan gelen manasına gelmektedir) adı verilmiştir. Yunus’un ölümünün ardından ise Agadez bölgesindeki yönetim babadan oğula aktarılmış ve böylece Osmanlı soyu bugüne kadar gelmiştir. Öyle ki, Agadez Bölgesi’nde bugün hala her Cuma günü Osmanlı padişahları adına hutbe okutulmaktadır. Osmanlı sancağı da halen bölgede dalgalanmaktadır. Kadılık makamı ise çok önemli bir yönetimsel/hukuki pozisyon olarak bölgede aktif durumdadır. Bugünkü Agadez Sultanı Ibrahim Oumarou’dur. Nijer Devlet Başkanı Mahamadou Issoufou ve Nijer’in Türkiye büyükelçisi de Agadez’in merkezi olan Istanbulewa kasabasından olduklarını ifade etmektedirler. Hatta Istanbulewa’lı ve Agadez’li olmak Nijer’de ve komşu ülkelerde oldukça olumlu yansımaları olan bir aidiyet/kimlik olarak görülmektedir.

Agadez Bölgesi’ne ilişkin olarak anlatılan bu rivayetin doğru olup olmadığı tabii ki tartışmalıdır. Zira Yıldırım Bayezid’in siyahi bir cariyeden Yunus isimli bir oğlu olup olmadığı bilinmediği gibi, Yıldırım Bayezid döneminde Osmanlı’nın Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da herhangi bir etkinliği de bulunmuyordu. Yani Agadez’deki Tuareg kabilelerinin Osmanlı’yı bilmesi/tanıması çok düşük bir olasılıktır. Hatta Agadez’in merkezi olarak adlandırılan Istanbulewa’ya ismini veren İstanbul şehri de Yıldırım Bayezid’in ölümünden (8 Mart 1403) 50 yıl sonra fethedilip Osmanlı’ya bağlanacaktır. Bu bağlamda Nijer’de çok önemli bir statü göstergesi olan ve Osmanlı aidiyeti üzerinden Türkiye’nin bu ülkedeki görünümünü olumlayan Agadez konusunun gerçek mi yoksa efsane mi olup olmadığı bilinmemektedir. Bu konuda çok ciddi bir arşiv çalışması yapılması da zorunludur. Ne var ki, Türkiye’ye bu denli yakınlık kuran ve hem Osmanlı hem de İslam gibi kimliğe dair iki önemli bağlantı noktasına vurgu yapılabilecek Nijer ile ilişkilerin geliştirilmesi, Türkiye’nin Afrika açılımına katkı yapacağı gibi, gerek Nijer’in refah seviyesinin yükseltilebilmesi, gerekse de bu ülkedeki yeraltı kaynaklarının işlenerek Türkiye’ye katkı sağlanabilmesi noktasında önemli bir adım olacaktır.

Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU

Giresun Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

Türkiye’nin Sınır Operasyonu Ardından Tepkiler

23 Temmuz günü Kilis’te DAEŞ militanları tarafından Suriye sınırında görev yapan askerlerimize ateş açılması ve bir astsubayımızın şehit edilmesinin ertesi gününde, Türk Silahlı Kuvvetleri saldırı hazırlığına girişti. IŞİD’in Türkiye’ye saldıracağı haberlerinin gelmesi üzerine Türkiye, 24 Temmuz gecesinde hava operasyonlarına başlayarak DEAŞ terör örgütüne ait üç hedef vurulmuştur. Türk jetleri, 25 Temmuz gününde hava operasyonlarına Irak’taki PKK yapılanmalarını da ekleyerek, Irak ve Suriye’de operasyonun ikinci dalgasını devam ettirdi. Sınır ötesi operasyonlarla beraber ülke genelinde de birçok yerde PKK ve IŞİD operasyonlarında 850’nin üzerinde kişi tutuklandı.

Türkiye’de bu operasyonlar yürütülürken diğer ülkeler de gelişmeleri dikkatle takip etti. Özellikle ABD’nin IŞİD’e karşı operasyonlara desteği, İncirlik üssünün DEAŞ’a karşı kullanılmasına yönelik anlaşma yapılması kamuoyunda büyük ilgi gördü. ABD hem IŞİD hem de PYD kamplarının bombalanmasının Türkiye’nin meşru müdafaa hakkına dayandığını belirtti.

Türkiye'nin hava harekatı

 Avrupa Ülkelerinden Destek

Türkiye’nin Suriye hava sahasında DAEŞ’e yönelik düzenlediği operasyonlarla ilgili AB devletlerinden ilk yorum İtalya’dan geldi. İtalya Dışişleri Bakanı Paolo Gentiloni İncirlik üssünün ABD’nin kullanımına izin verilmesini ve operasyonları olumlu bir hareket olarak değerlendirdi. Saldırının öneminin altını çizen Gentiloni ülkenin önemli gazetelerinden olan Corriere della Sera’ya verdiği röportajda “Aylardır Ankara’nın, DAEŞ karşıtı koalisyona katılımı ve Kürt meselesine bağlı olan iç dinamikleri arasında bir çatışma riski vardı. Şimdi Türk makamları, sadece DAEŞ’in saldırılarına karşılık vermekle kalmadı, aynı zamanda Halifeliğe (DAEŞ) karşı bir askeri operasyon için İncirlik üssünü ABD’nin kullanımına da sundu. Bu, taktik ve siyasi anlamda eşi görülmemiş önemde büyük bir hareketti.”[1] İfadelerini kullandı. Aynı gazete birinci sayfadan verdiği operasyonu “Türkiye ABD ile birlikte DAEŞ’e savaş ilan etti. Erdoğan, DAEŞ’i bombalamak için jetleri gönderdi” manşetiyle duyurdu.[2]

İtalya Başbakanı Metteo Renzi, operasyonlar hakkında bilgi almak kapsamında Başbakanımız Ahmet Davutoğlu ile görüştü. İtalya’nın, Türkiye’nin terörle mücadelesine tam destek verdiğini ifade eden Renzi’nin, Türkiye ile hem ikili hem Ortadoğu başta olmak üzere bölgesel düzeydeki mevcut işbirliğini önemsediklerini, bu işbirliğini daha da ileri bir seviyeye taşımak istediklerini bildirdiği kaydedildi.[3]

İtalya’nın ardından destek mesajları gecikmedi. 27 Temmuz günü Asya turunda olan İngiltere Başbakanı David Cameron da Türkiye’nin DAEŞ ile mücadelesine destek verdi. Endonezya seyahati sırasında gazetecilerle röportaj yapan Cameron, DAEŞ üzerindeki baskının arttığını, bunun Türkiye’nin DAEŞ ile mücadele konusunda yaptıklarından anlaşılacağını belirtti. Ülkesinin de DAEŞ ile mücadele çabalarını arttırdığını söyleyen Cameron “Türkiye’nin DAEŞ’e ve DAEŞ hedeflerine yönelik eylemlerini artırmasının iyi olduğunu; mücadelede işbirliği konusunda, özellikle de Türkiye üzerinden Suriye’ye geçen yabancı savaşçıların durdurulması konusunda daha fazlasını yapabileceğimizi düşünüyorum”[4] diye konuştu. Ayrıca “DAEŞ’’i sıkıştırmak ve kısıtlamak için hep birlikte yakından çalışıyoruz. DAEŞ’’in yok edilmesi gerektiğini her zaman söyledik ve bu amacımızı koruyoruz”[5] diye ekledi. PKK’ya yönelik saldırıları değerlendirirken odağın IŞİD’de kalmasını istediklerini ifade etti.

Fransa Dışişleri Bakanlığı da yazılı bir açıklamada bulunarak kurulan uluslararası koalisyonda Türkiye ile aynı safta olduklarını belirtti. Yapılan açıklamada, “Ulusal güvenliğin korunması ve terörle mücadelede Türkiye’nin yanındayız. Siyasi bir çözüm bulmak için PKK ile diyaloğu yeniden tesis etmesi noktasında Türk yetkilileri destekliyoruz”[6] ifadeleri kullanıldı.

İsveç Dışişleri Bakanı Margot Wallström, İsveç devlet televizyonunda Türkiye’deki operasyonu değerlendirerek, “Türkiye’nin yanındayız” mesajını verdi. Wallström, Suruç’ta Kobani’nin yeniden inşası için düzenlenen eylemde meydana gelen patlamayı da tüm insanlığa yapılmış bir saldırı olarak nitelendirdi.  “Bu saldırı, sivil insanlar yanında Türkiye’nin Suriyeli sığınmacılara karşı insancıl politikalarına da yapılan bir saldırıdır. Türkiye, terörizmle ve DEAŞ ile mücadelede AB’nin önemli bir partneridir. Türkiye’ye bu konuda her türlü desteği vermeye hazırız”[7] ifadelerini kullandı.

28 Temmuz tarihinde açıklama yapan Bulgaristan Dışişleri Bakanı Daniel Mitov Bulgaristan Ulusal Televizyonu’na Türkiye’nin büyük potansiyele sahip olduğunu ve operasyonlardaki haklılıklarını vurguladı. NATO’dan siyasi destek talep eden Türkiye’ye desteğini açıklayan Mitov, Türkiye ile omuz omuza olduklarını belirterek “Türkiye’deki olayları dikkatle takip ediyoruz. Türkiye, bu olayda cevap hakkına sahiptir.”[8] ifadelerini kullandı.

 Uluslararası Örgütlerden Destek

“4 Ağustos günü AB Komşuluk Politikası ve Genişleme Müzakerelerinden Sorumlu Üyesi Johannes Hahn ile AB Bakanı Volkan Bozkır ile telefon görüşmesi yapan Avrupa Komisyonu AB’nin Türkiye’nin DEAŞ’la mücadeleyi hızlandırma kararını onayladığını ifade etti.”  AB

Avrupa Parlamentosu Estonyalı milletvekili Urmas Paet Türkiye’nin NATO tarafından desteklenmesi savunması gerekliliğini belirtti. Konuşmasında “Terör saldırıları Türkiye’ye de ulaştı. Dolayısıyla terör NATO’ya bulaştı. Estonya dâhil olmak üzere tüm NATO ülkeleri Türkiye’yi DEAŞ’a karşı desteklemeli ve savunmalıdır. Dış tehdit varsa NATO, müttefiklerine güvenilir şekilde yardım etmelidir”[9] ifadelerini kullanarak operasyonun haklılığını belirtti.

Terörle mücadele konusunda her zaman destek sağlamıştır” ifadelerinin ve Türkiye’nin terörle mücadelede haklılığının altı çizildi. Hahn, DAEŞ’e karşı mücadelede Türk yetkililerin kararlılığına dikkat çekerek, AB’nin bu alanda Türkiye’ye güçlü desteğini vurguladı. AB Komisyonu PKK terör eylemlerini kınadı ve Türkiye’ye terörle mücadelede orantılı güç kullanması gerektiğini belirtti. Açıklamada tekrar barış sürecine dönülerek görüşmelere başlanması gerektiğinin de altı çizildi.

11 Ağustos günü yapılan Avrupa Komisyon açıklamasında ise, Türkiye genelinde devam eden PKK eylemleri “AB, Türkiye hükümeti ve halkının yanında dayanışma içerisinde yer alıyor ve bütün terörist eylemleri kınıyor” sözleriyle değerlendirildi.

29 Temmuz’da yapılan BM Güvenlik Konseyi’nde Genel Sekreter Ban Ki-mun Türkiye’deki terör saldırılarını ve DAEŞ ve PKK karşıtı operasyonu değerlendirdi. Suriye’de ABD ve Türkiye’nin ortak hava operasyonları yapmasının ne tür etkisi olacağı sorusunu “Suriye’deki durum terör ve aşırılıkçılığın gelişmesi için çok elverişli bir ortam sunuyor. Öncelikle bunu anlamalıyız. Dolayısıyla Suriye krizine çözüm bulmak için burada terör ve aşırılıkçılıkla mücadele çok önemli bir konu. Uluslararası toplumun bu sorunla ortak mücadelesi önemli” cevabını verdi. PKK’ya yönelik operasyonların sorulmasının üzerine Başbakan Davutoğlu ile görüşme gerçekleştirdiğini belirterek “Türkiye’nin PKK’ya karşı operasyonları BM Şartı ile uyumlu olarak meşru müdafaa amacıyla yapıldığını biliyorum.” ifadelerini kullandı.

Esra DEMİRKAYA

TUİÇ Stajyeri

KAYNAKÇA

http://www.hurriyet.com.tr/dunya/29750828.asp

http://www.ntv.com.tr/turkiye/isidle-mucadele-stratejisi,YLA2C4RuiUGZEqwi69E9nw

http://www.ntv.com.tr/turkiye/hava-operasyonunda-2-dalga,IShX8qug0EmBdG0T6SEX2A

http://www.sabah.com.tr/gundem/2015/08/12/abd-ve-turkiye-anlasti-pydye-uyari

http://www.mynet.com/haber/dunya/dunya-iside-karsi-operasyonu-boyle-gordu-1934242-1

http://tr.euronews.com/2015/07/25/turkiye-den-isid-ve-pkk-ya-hava-operasyonu/

http://www.haber3.com/ab-turkiyeye-destek-cikti-3512934h.htm#ixzz3ih2mKh37

http://www.analizmerkezi.com/abden-turkiyeye-skandal-cagri-pkk-operasyonlarina-karsi-orantili-cevap-verin-60579h.htm

http://www.dunyabulteni.net/haberler/336582/bmden-turkiyeye-destek-nefsi-mudafaa

http://www.yeniakit.com.tr/haber/avrupa-birligi-pkkyi-kinadi-86372.html

http://www.ulusalkanal.com.tr/gundem/almanya-dan-da-turkiye-ye-baski-olumsuz-sonuclar-dogurur-h70835.html

http://www.haber7.com/avrupa/haber/1481022-bulgaristandan-turkiyeye-destek

http://www.balkaneu.com/foreign-minister-bulgaria-shoulder-shoulder-turkey/

http://www.timeturk.com/italya-dan-turkiye-ye-destek-mesaji/haber-35302

http://www.trtturk.com/haber/camerondan-turkiyeye-destek-142908.html

http://www.trtturk.com/haber/camerondan-turkiyeye-destek-142908.html

http://www.dunyabulteni.net/haberler/336387/fransadan-operasyonlara-destek

http://www.ahaber.com.tr/gundem/2015/07/27/turkiyenin-daes-ile-mucadelesine-destek

http://www.milliyet.com.tr/turkiye-ye-operasyon-destegi/dunya/detay/2092568/default.htm


[1] http://www.milliyet.com.tr/turkiye-ye-operasyon-destegi/dunya/detay/2092568/default.htm

[2] http://www.milliyet.com.tr/turkiye-ye-operasyon-destegi/dunya/detay/2092568/default.htm