Home Blog Page 253

Çekoslovakya’daki Kritik Durum: Kadife Devrimi

0

     

Tarihsel arka plan olarak baktığımızda yüzyıllardan beri toplumu oluşturan bireylerin her daim farklı istekleri olmuş ve bunlar dolayısıyla da tarihsel süreç ve toplumların yapısı da dönemin koşullarına göre şekillenmiştir. Kimi zaman toplumu oluşturan bireyler ve devlet arasında birçok sebep ve faktörlerden ötürü uzlaşılamaz istekler doğrultusunda sorunlar ve çatışmalar da olabilmiştir. Bu sorunlar; baskıcı yönetimler, ekonomik krizler, dış baskılar, belki de kalıplaşmış değer ve yargılardan da kaynaklandığı gibi bunların doğurduğu ifade özgürlüğü, kaynak yetersizliği ve işsizlik, insan haklarına aykırı hal ve tutumlar, toplumda süregelmiş normlar ve kurallar bütünü gibi olgulardan da meydana gelebilmektedir. Kısaca bir toplumda var olan toplumsal ilişkilere dair sorunlar birikebilir ve zamanla bir değişim sürecini başlatabilir. Süreç bazı insanların statükonun bazı yönlerini içeriden sorgulaması ya da reddetmesi ile başlayabilir. İnsanlar başkalarının da benzer deneyimlerini yaşadıklarını, aynı sorunlara işaret ettiklerini, aynı soruları sorduklarını ve aynı itirazları yapmaya eğilim duyduklarını keşfettiklerinde, süreç toplumsal bir sürece dönüşür; bireyler farklı davranış stratejileri ile biraya gelip toplumsal bir değişim de gütmek isterler. Nitekim bu değişim istekleri ile birlikte çatışmalar da doğabilmektedir. Bu hareketler 1968 öğrenci ayaklanmaları ile birlikte yeni bir vizyona bürünmüş ve şekil değiştirmiştir.  Öyle ki Habermas’a göre;

Bu yeni çatışmalar artık maddi üreme alanlarından kaynaklanmazlar; onlar artık partiler ve örgütler ile kanalize olmazlar ve onlar artık sisteme uygun telafiler ile giderilemezler. Aksine yeni çatışmalar sosyal bütünleşme, toplumsallaşma ve kültürel yenilenme alanlarında ortaya çıkmaktadı. Kısacası yeni çatışmalar bölüşüm problemlerinden kaynaklanmamakta, hayatın grameri konusunda yoğunlaşmaktadır.[1]

Yapılan incelemede, Polonya, Macaristan ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinde olduğu gibi 1989 devrimlerinden biri olan Çekoslovakya’daki Kadife Devrimindeki toplumsal değişim ve dönüşümlerini ‘‘yeni toplumsal hareketler’’ çerçevesinde incelenmiştir. Doğu Avrupa’daki rejimlerin çöküşü, hızlı, uzun soluklu toplumsal değişimler yaratmaları, halk ayaklanmalarıyla merkezin reform yolundaki etkisiz çabalarını bir araya getirmeleri, aydınları öne çıkarmaları ve tam da toplumsal düzende genel bir parçalanmanın yaşandığı anlarda ortaya çıkmalarıyla hiç kuşkusuz klasik devrimlere benzememektedir. Doğu Avrupa sanayileşme düşüncesini tutuyor ama komünizmin bunu gerçekleştirme tarzında, özellikle getirdiği siyasi kısıtlanmalardan hoşlanmıyordu. Gerçekleşen devrimlerde şiddet, sınıf tabanı, karizmatik fikirler, siyasetin değişim için bir araç olduğu inancı ve eski iktidar sahiplerinin yerlerini bırakmamakta direnmesi gibi eski devrimlere ait birçok özellikten mahrumdurlar.[2] 1989 olayı Çekoslovakya için devrimsel sonuçlara siyasi, ekonomik ve toplumsal alanda muazzam değişimlere yol açan bir olaydı. Seçkin grupları arasında yapılan pazarlıklar da hukuka uygun biçimde gerçekleşen bir devrimdi.

Kadife Devrim; bundan 25 sene önce Çekoslovakya’daki komünist rejimin kan dökülmeden demokratik bir cumhuriyete dönüşmesine verilen isimdir. Çekoslovakya’nın Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak ikiye bölünmesine zemin hazırlayan bu devrim dünyada eşi benzeri olmayan bir olay olarak da tarihe geçmiştir. Peki, bu olayı kendine özgü yapan olgular ve ortaya çıkaran sebepler nelerdi? Hareket hangi kesimi kapsıyordu ve nasıl bu denli büyüdü? Bu devrim hareketini anlayabilmek için öncelikle olayın tarihsel arka planını incelemek daha doğru sonuçlar doğuracaktır.

Kadife Devrimi Öncesi Çekoslovakya’nın Durumu

Çekoslovakya 1945 yılında Alman işgalinden SSCB sayesinde kurtarılmıştı. Bu sebeple 1945-1948 yılları arasında yavaş yavaş Sovyet uydusu haline geldi. 1948’de Çekoslovakya’da komünist parti güç kazanmaya başladı ve de yönetim komünistlerin eline geçti. Bu tarihten sonra Çekoslovakya 41 yıl boyunca Doğu bloğunda yer almıştır.

İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Çekoslovakya’da aslında “sosyal demokrasi” anlayışı hâkimdi. Çekoslovak toplumu milliyetçi, liberal, demokrat ve benzeri farklı düşüncelerden insanlardan oluşuyordu. Toplum içinde var olan bu çok yönlü olguların, 1989 Devrimi’nin habercisi olduğunu söyleyebiliriz. Çekoslovakya savaştan sonra SSCB’nin etkisinde kalarak Varşova Paktı’na girdi. 1953 yılı baharında Doğu Bloğunda görülen ağır ekonomik şartlar Çekoslovakya’da da kendini göstermeye başlamıştı bile. Mevcut hükümetin 30 Mayıs 1953’te enflasyonu düşürmeye yönelik yayınladığı kararlar halk tarafından tepkiyle karşılanmış, bazı şehirlerdeki fabrika işçileri “hür seçim” sloganlarıyla ayaklanarak mevcut yönetimi ve SSCB’yi protesto etmişlerdi. Sovyet Rusya’nın da desteğini alan Çekoslovakya Komünist Partisi yönetimi sert tedbirlerle ayaklanmaları bastırmıştı. Burada aslında halkın komünizme ilk tepkilerini görmekteyiz. Aslında buradaki tepki sadece ekonomik kaynaklı değil; sosyal eşitsizlik, eğitim ve sağlık konularıyla da ilgiliydi. Bohemya’da yapılan bir araştırmaya göre; beyaz yakalıların %51,3’ü devlet konutlarında oturma imkânına sahipken, işçilerin ancak %37’si bundan yararlanabiliyordu. Eğitim alanında da beyaz yakalılara işçi ve çiftçi çocuklarına nazaran birtakım imkânlar sağlanmıştı.[3]Tilly’e göre; bir toplumsal harekette analiz yaparken yalnızca siyasi bağlama bakılmamalı; ayrıca ekonomik, sosyal, kültür bağlamlarına da bakılmalıdır.

Çekoslovakya’da 1967’de Aleksander Dubček liderliğinde “insancıl komünizm” hareketi başlamıştı ve bu hareketin amacı Çekoslovakya’da insan hürriyetini esas alan bir komünist sistemi uygulamaktı. Çekoslovak aydınlarının geleneğine baktığımızda Batı demokrasisinin derin izlerini de görebiliriz. Doğu Bloku ülkelerinden biri olan Macaristan’da komünizmin karşısına çıkan ‘milliyetçilik’ unsuru iken, Çekoslovakya’da komünizmin karşısına çıkan Batı sosyalizminin ‘‘hürriyetçi kavramları’’ olmuştur. Kadife Devrimi’nin ayak sesleri olan bu gelişmelerin Enrique Larana’nın Yeni Toplumsal Hareket tanımı kapsamında örtüştüğünü söylemek mümkün. Yeni Toplumsal Hareket; düşünceler ve değerler çoğulluğunu sergilemekle birlikte, pragmatik yönelimlerle katılımcıların karar alma mekanizmalarına katılımını genişletecek olan kurumsal reformları hedefler. Keza gündelik yaşamın ‘demokratikleşme dinamiği ’ne ve siyasal boyutlar karşısında toplumsal yaşamın sivil toplum boyutunun genişlemesini işaret etmek istemiştir.[4]

1968’de yayınlanan “harekât programı” sosyalizmin demokrasi ilkeleri ile birleştirilerek yeni bir siyasi sistemin oluşturulması amacıydı. Bu olay tarihte Prag Baharı olarak da anılmaktadır. Tek partili sosyalist devlet yönetimine karşı olan, inkılapçı nitelikteki bu hareket ile toplanma ve dernek, düşünce ve ifade, inanç ve kanaat gibi insanın temel hak ve hürriyetlerinin sağlanması gerektiği vurgulanmıştır. Çekoslovakya’nın şartlarına uygun sosyal demokrasi modelinin kurulması ve serbest seçimlerin yapılması da ifade edilmiştir. Aslında bu program bir nevi toplumun demokratik ve insani taleplerine Aleksander Dubček’in vermek istediği olumlu bir cevap olmuştur.

Lakin Sovyet Rusya bu durumdan hiç hoşnut olmamıştır ve Varşova Paktı üyelerinin de desteğini alarak bu gelişmeleri baskı yoluyla engellemeye çalışmıştır. Yaptığı baskılar başarılı olmayınca Varşova Paktı ordusu 21 Ağustos 1968’de Çekoslovakya’yı işgale başlamıştır. Çek hükümeti kan dökülmesini önlemek amacıyla silahlı kuvvetlerine işgale direnmeme emrini vermiştir. Aleksander Dubček Moskova’ya götürülmüştür ve çok geçmeden yoldaşça özgür tartışma sonrasında Çekoslovakya’nın reform programından vazgeçtiği açıklanmıştır.

İşgal sırasında ve sonrasında 300 bin Çekoslovakyalı ülke dışına kaçmıştır. Yeni komünist hükümet kurulup hükümet Doğu bloğundaki en bakıcı yönetimlerden biri olmuştur. 1969 sonları 1970 başlarındaki siyasi tasfiyeler sırasında binlerce kişi işten atılmıştır. Öyle ki işsiz olmak yasa dışı olduğu için ülkenin entelektüel seçkinlerinin çoğu sonraki 20 yılı pencere ve yer temizleyerek, kalorifer kazanı yakarak, sebze ve gazete satarak geçirmiştir. Bu dönemde Aleksander Dubček de partiden atılıp  18 yıl boyunca Slovakya’da kereste deposu memuru olarak çalışmıştır. Aslında 50’li yıllardaki ayaklanmalar daha çok komünizm yani rejim karşıtı hareketler iken; harekat programı daha çok komünizm çerçevesinde hak ve özgürlüklerin talebi olmuştur. Melluci’nin de açıkça vurguladığı gibi, toplumsal hareketlerin amacı iktidarı ele geçirmek ve sistemi tümden değiştirmek değildir.[5]

 

Olayların Öncesi ve Başlangıcı

Aleksander Dubček parti başkanlığından feragat ettirildikten sonra yerine daha az ılımlı olan Gustáv Husák getirilmişti. Husák ’ın devletin başı konumuna gelmesiyle Prag Baharı’nın yarattığı etkiler birer birer toplumdan silinmeye başlanmış ve Çekoslovakya böylece normalizasyon dönemine girmişti. Husák’ın politikaları sonucunda, 1970’lerin başları ile birlikte Prag başta olmak üzere ülkenin önde gelen müzik kulüpleri birer birer kapanmıştı. Uygulanan sansürler ile grupların İngilizce isim almaları yasaklanmış ve yazdıkları şarkı metinleri devlet kurumlarınca gözden geçirilmeye tabi tutulmuştu. Devletin uyguladığı bu kültürel baskılar sonucunda kimi rock grupları tarzlarını yumuşatırken bazıları ise devletin onay vereceği sosyalizmi öven sözler yazarak hükümetin koruyucu kanatları altında kariyerlerini sürdürmüşlerdi. Fakat Husák’ın uyguladığı baskılar özellikle Bohemya bölgesi başta olmak üzere ikincil bir alt kültür oluşturmuştur. Tam da burada Plastic People Of Universe grubu devletin kontrolü dışında gelişen bir rock müzik akımının öncüsü haline gelmiştir. İsmini Frank Zappa’nın meşhur şarkısından alan grup devletin koyduğu kuralları yok sayarak ve bunların dışında hareket ederek baskı rejimine yaptıkları müzik ile bir karşı duruş sergilemişlerdir.Grubun sistem karşıtı hareketlerinden bıkmış olan hükümet grubun iki üyesini de tutuklamıştı.Bu müzisyenlerin haksız yere cezalandırılmasına tepki olarak ve 1975 Helsinki Nihai Senedini de değerlendirerek harekete geçen Václav  Havel ve pek çok Çekoslovak aydın ve milliyetçi bireyler Charta 77 olarak adlandırdıkları bildirgeyi kaleme almışlardır.  Habermas’a göre; “eski politikalar girişimciler, çalışanlar ve profesyonel orta sınıfa tarafından desteklenirken; yeni politikalar daha çok orta sınıf, daha genç nesil ve eğitim seviyelerinin daha yüksek oluduğu gruplar tarafından desteklenir.” [6]

1977’de 242 aydın ve milliyetçi tarafından imzalanan “Charta 77” Çekoslovakya’daki komünist rejimi insan hakları ihlalleriyle suçlamakta ve insan haklarının gerçekleştirilmesini istemekteydi. Bu noktada Frankel, toplumsal hareketlerin hem devletin içinde hem de devlet kurumlarının dışında yer aldıklarını bunun için yeni toplumsal hareketlerin “devlete karşı sivil toplum” mücadelesi olarak anlaşılmaması gerektiğini vurgulamaktadır.[7] Belge hem Çek hükümetine hem de Batılı hükümetlere gönderilmişti. Ayrıca New York Times, Le Monde, The Times gibi batılı yayın organlarının bildiri yayınlamasıyla birlikte Charta 77 tüm dünyada büyük yankı uyandırmıştır. Bu sivil itaatsizliğe baskıcı hükümetin tavrı ise sert olmuştur. Burada ki John Rawls’ın “yasaların ya da hükümet politikasının değiştirilmesini hedefleyen, kamuoyu önünde icra edilen, şiddete dayanmayan, vicdani, ancak yasal olmayan her eylem”[8] tanımıyla özdeşleştirebiliriz. Sonuç olarak bu belgeyi imzalayanlar ya Václav Havel gibi tutuklanmış ya da vatandaşlıktan çıkarılarak sürgüne gönderilmişti.

1980’li yıllara geldiğimizde ise SSCB ve onun uydu ülkelerindeki siyasal atmosfer önceki yıllara göre daha rahattı. Bunda Gorbaçov’un öne sürdüğü ilkelerin de etkisi vardı. Bu ilkelerden Glasnot, hükümetin şeffaf olmasını; Prestroika ise ekonomik ve politik sistemin yeniden yapılandırılmasını ifade ediyordu. Birçok tarihçi bu iki ilkeyi Sovyet Bloğu ülkelerinde patlak veren ve şiddet içermeyen “demokratik devrim hareketleri” nin başlangıcı olarak nakletmiştir. Ilımlı politikalar güden Gorbaçov’un SSCB ve diğer Doğu Avrupa ülkelerindeki toplumsal değişimi arzulayanlar için siyasi bir fırsat yarattığını söyleyebiliriz. Çekoslovakya Komünist Partisi, Gorbaçov’un reformlarının yasalaşmasını engellemek için çok çaba sarf etti. Komünist parti otokrat bir politik sistemle hüküm sürüyordu ve politik aktivistler sertçe cezalandırılıyordu. Hükümet, Berlin duvarının yıkılması ve diğer Sovyet Bloğu ülkelerindeki demokrasiye geçişlere rağmen sert politikalarını sürdürüyordu. Bu politik baskılar çerçevesinde Çekoslovakya vatandaşları yönetimin değiştirilmesi gerektiğine iyiden iyiye inanmışlardı. Touraine klasik tipolojisinde toplumsal hareketi şu üç ilkeyle tanımlar; hareketin kimliği, hareketin karşıtı ve hareketin hayali ya da toplumsal modeli.[9] Bu argümanlar doğrultusunda Kadife Devrimi’nin yavaş yavaş vücud bulduğunu söyleyebiliriz. İnsanlar sürekli içinde oldukları durumu sorgulayıp, bir kimlik arayışı içerisine girmişlerdi. Bu sorgulamalarla birlikte 1989’un son 6 haftasında muhalif aktivistler  “Kadife Devrim” olarak bilinen toplumsal hareketi başlattılar.

Olaylar Nasıl Cereyan Etti?

17 Kasım 1989 günü II.Dünya Savaşı’ında Nazi işgalini protesto ederken öldürülen Jan Opletal’in anıldığı Dünya Öğrenciler Günü’nde 15 bin kadar öğrenci yürüyüş yapmıştı. Polislerin bazı öğrencilere şiddet uygulamasıyla olaylar öğrenciler tarafından komünist karşıtı slogan atılan ve devlet karşıtı pankartlar taşınan bir protestoya dönüşmüştü.Bu öğrenci protestosu barışçıl bir biçimde idare edilmesine rağmen, polis zor kullanarak öğrencileri dağıtmıştır. Bu ilk kıvılcımı grevler ve katılımı arttıran gösteriler izlemeye başladı. Göstericiler ve onlara eşlik eden işçi birlikleri ve diğer sivil gruplar serbest ve demokratik bir Çekoslovakya için organize olmuşlardı. Politik baskıdan ve kötü yaşam şartlarından hüsrana uğrayan Çek öğrenciler de 1989’da komünist yönetime karşı bir protesto dizisi başlattılar.

19 Kasım günü Václav Havel gibi önde gelen muhalif gruplar tarafından ‘Sivil Forum’ oluşturuldu. Bu grup, komünist yönetimin istifasını, vicdan tutuklularının salıverilmesini ve 17 Kasım polis olayının araştırılmasını istiyordu. Tiyatro yazarı, düşünce adamı ve siyasetçi olan Václav Havel; liberal demokrasi ve şiddet içermeyen protestolara inanan Çekoslovakya’da komünizmin sonunu getiren Kadife Devrimine ön ayak olan kişidir. Havel’e göre; “siyaset, iktidar ve manipülasyon teknolojisinin ayak olan kişidir. Havel’e göre; “siyaset, iktidar ve manipülasyon teknolojisinin karşısında yer almalı ve insan yaşamını korumaya ve ona anlam kazandırmaya yönelik bir çaba olmalıdır.siyaset, pratikteki ahlak, hakikate hizmet, diğer insanlara gösterilen samimi bir ilgi olmalıdır.”[10]Havel bu sözleri, despot rejim karşısında sivil toplumu ve kamusal alanı özgür bir düşünce alanı olarak ortaya koyan liberal idealleştirmeyi de yansıtmaktadır.

Oyuncular ve oyun yazarları bu muhalif harekette ön plandaydılar ve bununla birlikte tiyatrolar politik stratejilerin ve tartışmaların yapıldığı yerler haline geldi.Çekoslovak demokratik hareketin kalbi olan Sivil Forum, Václav Havel tarafından yönetiliyordu. Bir oyun yazarı ve şair olan Havel, yeteneklerini, hareketin mesajını iyi işlemekte, halkın güvenini ve ilhamını esir alan yönetime karşı meydan okumakta kullanıyordu. Havel’in bu süreçteki ünlü sözlerinden biri şudur:

“10 tane askeri bölüktense kelimelerin daha keskin olduğu ve sözcüklerin bütün yönetimi sarsmaya yeterli olduğu bir sistemde yaşamak istiyorum.”[11]Touraine, özel yaşamın ve kültürel alanın siyasetin alanına girdiğini ve özel yaşamın her zamankinden daha fazla kamusal bir şey olduğunu, ortaya çıkan toplumsal çelişkilerde merkezi bir yer tuttuğunu ve toplumsal hareketlerin belkemiğini oluşturduğunu ileri sürer.[12]

Zaten komünist yaşamda da özel hayatlar ve kültürel alan tamamen siyasetin ve devletin kontrolü altındadır. Havel de kendi oyunlarında baskıcı hükümet bürokrasisinin insanların ilişkileri ve özel hayatları üzerindeki etkilerini göstermeye çalışarak farkındalığı arttırıyordu.Olayların ilk günü barışçıl bir şekilde başlamış, ikinci gün atılan anti-komünist sloganlar komünist rejimin çökeceğinin habercisi olmuş, üçüncü gün 2 öğrenci başbakanla görüşmüş, protestocular resmen tanınarak Havel’in liderliği onaylanmıştır. 20 Kasım 1989’da yani olayların dördüncü gününde yarım milyona yakın gösterici sokaklara dökülmüştür. Bir gün önce bu sayı 200 bin kişiydi. Literatürde Kalabalıklar Yaklaşımının en tipik temsilcisi olan Gustave Le Bon, kitlelerin yalnızca yıkıcı bir rol oynadığını, toplumsal hareketlerin irrasyonellik durumu olduğunu söylemektedir. [13] Olaylar ilk bakışta sosyo-psikolojik temelli olgular ile irrasyonel kolektif bir harekete bürünmüş gibi görünse de olayların öncesi Charta 77’ye dayanmakta ve insanlar baskıcı rejime karşı kararlılıkla ve ne istediklerini bilerek bu harekete dâhil olmuşlardır.

İlk haftanın sonunda Prag’taki isyan Bratislava’ya sıçramış, 500 kadar Slovak sanatçı ve Çekoslovakya’daki bütün tiyatro ve okullar greve gitmiştir. Bu gelişmelere karşın zor durumda kalan hükümet, rejim polisleriyle isyanı bastıramayacağını anlamış ve bir forum kurarak protestocularla müzakerelere başlamıştır. 27 Kasım’da bütün Çekoslovakya yurttaşlarının katıldığı iki saatlik bir genel grev yapıldı. Bundan sonra Prag ve Bratislava’da hemen hemen her gün gösteriler düzenlenmeye başlanmıştır. Komünist Çekoslovakya için düşüş çanları komünistlerin kulaklarında çınlamaktadır. Rejim polisleri, ülke geneline yayılan isyanla öğrenci sayısının artmasını ve bütün yurttaşların isyanı desteklemesini ve rejimin düşmesini engelleyememiştir.

28 Kasım’da Çekoslovakya Komünist Partisi yenildiğini anladı ve siyasi iktidar üzerindeki tekelini kaldırmayı kabul etmiştir. 10 Aralık’ta Komünist devlet başkanı Çekoslovakya’da 1948 yılından bu yana ilk kez büyük ölçüde komünist olmayan hükümeti atadı ve görevinden çekilmiştir. Ancak 20 Aralık 1989’da bütün Çekoslovaklar (gerçekten herkes) iki saat boyunca protestoya devam edilmiştir.

28 Aralık’ta Alexander Dubcek federal meclisin sözcülüğüne seçildi ve Vaclav Havel 29 Aralık’ta özgür Çekoslovakya’nın ilk devlet başkanı seçildi. Havel’in devlet başkanı seçilmesiyle Kadife Devrimi sona erdi ve Haziran 1990’da, 1946 yıldan beri yapılan ilk demokratik seçimler sonrasında komünist olmayan bir hükümet kurulmuştur. Alain Touraine’e göre; “demokrasi, bireylere ve topluluklara yalnızca zincirlerinden kurtulma hakkını değil kendi tarihlerinin eyleyenleri olma hakkını da tanımaktadır.”[13] En başından beri demokrasi ve özgürlük düşüncesiyle hareket eden Havel ve arkadaşları da kendi tarihlerini yazmayı başarmışlardı.

Demokrasi ve Kadife Boşanma

Alain Touraine’e göre; “toplumsal hareket düşüncesi şiddet düşüncesinden belirgin bir biçimde ayrı tutulmalıdır.Şiddet düşüncesi demokrasiye karşıt olduğu gibi, toplumsal hareket ile de karşıttır.”[14] Kadife Devrimi’nin de en büyük özelliği 3 yıl sonra yaşanacak olan kanlı Yugoslavya iç savaşından farklı olarak tek bir kişinin bile kanı dökülmeden barışçıl bir biçimde son bulmasıdır. Devrimin sembolü anahtarlık olmuştur. Bunun nedeni komünistlere “hoşçakalın, eve gitme vakti” mesajını vermek ve aynı zamanda “kapılar size kapalı” demekti. 1989’da yaşanan bu çarpıcı olaylar şüphesiz Çekoslovakya’da demokrasi yolundaki adımları hızlandırdı. Medya, seyahat özgürlüğü ve ifade özgürlüğü  üzerindeki sınırlamalar kaldırıldı. Yeni hükümet ülkede siyaset ve ekonomi alanında liberalleşmenin önündeki yasal engelleri kaldırdı.[16] Komünist bütünlüğe karşı kararlı ve inatçı politik duruşu dolayısıyla Václav Havel toplum tarafından benimsenmiş ve tanınmış bir manevi otorite haline geldi. Medeniyetin problemleri karşısındaki derin kavrayış ve düşünme biçimi Havel’i diğer politikacılar arasında çok saygı gösterilen ve göze çarpan bir konuma getirdi. Lakin dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur ki; Havel bu harekete lider olmak için dahil olmamıştır, şahsına ait bir çıkar da yoktur.Buradaki tek çıkar toplumun hak ve özgürlükleridir. Havel’in vermek istediği mesaj şu sözlerinde tam olarak anlaşılmaktadır:

“Biz muhalif olmaya hiçbir zaman karar vermedik, biz bu duruma pek de bilmeden dönüştük bazen de nasıl olduğunu bilmeden hapishanede bulduk kendimizi, biz önde gittik yapmamız gerekeni ve insana yaraşır gibi gözüken belli şeyleri yaptık, ne fazla, ne eksik…”

Kadife Devrim, Çekoslovakya’nın dağılışını yani Kadife Boşanma’yı anlatmadan tam olarak anlatılmış olmaz. 1990’da Havel 2 yıllık bir dönem için tekrar cumhurbaşkanı seçildi. Sivil Forum ve Slovakya’daki benzer bir kuruluş olan Şiddete Karşı Kamuoyu Hareketi federal mecliste büyük gruplar haline geldiler. Ancak tam da devrimle birlikte Çekoslovakya’nın ulusal sorunu su yüzüne çıkmıştır.

Slovaklar ile Çekler arasındaki tarihi geleneklere dayanan bir çatışma vardır.Çekler Avusturya idaresinde yaşamışlar ve aydın,kültürlü insanlardır. Slovaklar ise Macaristan idaresinde yaşamış ve köylü kitleye sahiptirler. Her ikisi de Katolik olmakla beraber Çekler antiklerikal, Slovaklar ise derin inançlı Katoliklerdir. Bu sebepten de Slovaklar daima ayrılmak istemişlerdir. Çünkü Çeklerin içerisinde erime ihtimallerini hiçbir zaman hazmedememişlerdir.[17]

Slovak Milliyetçileri Partisi bağımsızlık istemeye başlamıştı ancak Havel ve diğer Çek önderlerin çabalarıyla ayrılıkçı eğilimler yatıştırıldı. Çek Cumhuriyeti sürekli olarak Slovakya’ya yardım yapıyor, Slovakya ise siyasi alanda daha fazla yetki devri istiyordu. SSCB’nin de dağılmasıyla birlikte Çek ve Slovak siyasetçiler arasında ülkenin birliği konusunda tartışmalar başladı. Havel ise ülkenin parçalanmasına karşı olup, federal bir yapı olarak devam edilmesini istiyordu, bu sebepten de görevinden istifa etti. Daha sonra Çek ve Slovak siyasetçiler arasındaki görüşmeler sonucu 31 Aralık 1992 tarihinde ülke barışçıl bir şekilde ikiye ayrıldı.

Sonuç

Özetlemek gerekirse 1989 Devrimi Çekoslovakya’da birçok Doğu Avrupa ülkesine nazaran daha farklı olgular üzerinde şekillenip ve kadife bir dönüşümle birlikte; değerler, normlar, kurallar bu devrimi analiz etmede önemli argümanlar olarak değerlendirilebilmektedir. Bu dönüşüm sürecinde yeni bir kimliğe bürünmüştür öyle ki kadife bir geçişle demokrasiye geçilmiş ve kan dökülmeden Çek ve Slovak olarak da iki ülkeye ayrılmıştır. Toplumsal hareketin tabanı önceden ekonomik olarak tanımlanan bir sınıf tabanına sahip iken 1989 Devriminde bu taban daha çok aydınları, gençleri, öğrencileri, sanatçıları, işçileri, yeni orta sınıfı ve toplumun hemen hemen her kesimini kapsamaktadır. Başlarda herhangi bir organize örgütten bahsetmek tam anlamıyla doğru değildir. Olayların kanlı bir iç savaşa sürüklenmemesi ve hükümet ile uzlaşmak için Havel önderliğinde sivil forum oluşturulmuştur.

Yeni olarak değerlendirilen bu 60 sonrası hareketler ekonomik ve kuramsal kaynaklı  sorunlar yerine; eşitlik, farklılık, katılım ve kimlik inşasına ilişkin meselelere odaklanmaktadır. Ayrıca bu hareketin teorisyenleri mevcut değerler, normlar ve kimlik yapılarında değişim taleplerini simgeleyen sosyokültürel boyutunu öne çıkarmaktadırlar. Sonuç olarak toplumsal hareket katılımcılarının sivil haklar dâhilinde demokrasi ve insan hakları için bir araya geldikleri yeni sosyal hareket bağlamında bir toplumsal harekettir ve ülke, kadife bir geçiş ile birlikte yeni bir kimliğe bürünmüş, demokrasi hâkim olmuştur.

 

Dilan AYDINAK

 

[1]HABERMANS. Jürgen, “New Social Movements”, Telos, 1981”These new conflicts no longer arise in areas of material reprodiction; they are no longer channeled through parties and organizations; and they can no longer be alleviated by compensations that conform to the system. Rather, the new confilicts arise in areas of cultural reproduction, social integration, and socialization… In short, the new conflicts are not sparked by problems of distribution, but concern the gramer of forms of life.”

[2]TILLY. Charles, Avrupa’da Devrimler 1492-1992, (çev.) Özden ARIKAN, Literatür Yayıncılık, 2005

[3] TÜRKDOĞAN. Orhan, Sosyal Hareketlerin Sosyolojisi, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2004

[4] LARANA.E, / JOHNSTON.H, / GUSFIELD.G, (Der.) (1994), ”Introduction,” “New Social Movements: From Ideology To Identity”, (Philadelphia: Temple University Press) 

[5] MELLUCI. Alberto, Toplumsal Hareketler ve Günlük Hayatın Demokratikleşmesi, Sivil Toplum ve Devlet Avrupa’da Yeni Yaklaşımlar, (Der.) John Keane, (çev.) L. Kökler, A.Çiğdem, M. Akın Küçük, A.Bora, A.Nur, Ankara: Yedikıta Yayınları, Ayrıca bkz: Gülcan IŞIK, Toplumsal Hareketler, Nobel Yayınları, 2011

[6] HABERMANS. Jürgen, “New Social Movements”, Telos, 1981

[7] FRANKEL. Boris (1991),Sanayi Sonrası Ütopyalar,(çev.) Kamil DURAND, İstanbul: Altın yayınları.

[8] Jürgen Habermas, Sivil İtaatsizlik:Demokratik Hukuk Devletinin Denektaşı.Almanya’da Otoriter Legalizmin Karşıtlığı.(Der) Yakup Coşar, Kamu Vicdanına Çağrı Sivil İtaatsizlik, Ayrıntı Yayınları, 2013, s.127.

[9] IŞIK. Gülcan, Toplumsal Hareketler, Nobel, 2011

[10] M.Kopecek, “Politics, Antipolitics and Czechs in Central Europe:The İdea of Visegrad Cooperation and Its Reflection in Czech Politics in the 1990s,” A.Bove, (Ed.), Questionable Retuns (Viyana:IWM Junior Visiting Fellows Conferences, Cilt:12,2002)  Ayrıca bkz: Y.Doğan Çetinkaya, Toplumsal Hareketler, İletişim,2014, s.269.

[11] Andre S. Libesco, Jeannette Balantic, Peace Lessons from Around the World, http://www.haguepeace.org/resources/PEACE_LESSONS_FINAL.pdf

 [12] A.Touraine (1988), Return of The Actor (University of Minnesota Press). Ayrıca bkz: : Mustafa Kemal Coşkun, Süreklilik ve Kopuş Teorileri Bağlamında Türkiye’deEski ve Yeni Toplumsal Hareketler, s.71.

[13]Gustave Le Bon, Kitleler Psikolojisi, İstanbul: Timaş Yayınları, 1999, 15 Ayrıca bkz: Y.Doğan Çetinkaya, Toplumsal Hareketler, İletişim,2014, s.18-20

[14]Alain Touraine , Demokrasi Nedir? (Çev.) Olcay Kunal, YKY, 2000, s.35

[15]Alain Touraine , Demokrasi Nedir? (Çev.) Olcay Kunal, YKY, 2000, s.91

[16] TOURAINE. Alain, (1988), “Return of The Actor” (University of Minnesota Press). Ayrıca bkz: : Mustafa Kemal Coşkun, Süreklilik ve Kopuş Teorileri Bağlamında Türkiye’deEski ve Yeni Toplumsal Hareketler

[17]FahirArmanoğlu, 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi, Timaş Yayınları, 2004, s.123

 

 

 

 

 

 

TUİÇ 8. Ankara Eğitim Gezisi

0

Türkiye’de uluslararası ilişkiler öğrencisi olarak sivil diplomat şeklinde tanımlanan sizler, iş hayatında hayalini kurduğunuz bürokrasi kurumlarını görmek, gezmek istemez misiniz? TUİÇ olarak size, sivil diplomasinin yer aldığı, karar verme mecralarını; kurumları, bakanlıkları, akademik anlamda varlığını sürdüren think tank kuruluşlarını ziyaret fırsatı sunuyoruz.

Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmaları Derneği bu yıl 8.sini düzenleyeceği “Ankara Eğitim Gezisi”ni 20-21-22-23 Aralık 2015 tarihlerinde gerçekleştirecektir. Etkinliğin toplanma yeri katılım sağlayacaklara bildirilecek olan misafirhane (Ankara’da) olacaktır.

Gezi programı meclis, siyasi partiler, bakanlıklar, kurum ziyaretleri ve kültürel ziyaretler çerçevesinde gerçekleşecektir.

Gezilerimiz süresince ziyaret edilmesi planlanan kurumlar aşağıda listelenmiştir. Geziye katılacak arkadaşlar gezi bitiminde TUİÇ Derneği tarafından katılım sertifikası almaya hak kazanacaktır.

Gezi planı 3 gece konaklama ve 4 gün olarak tasarlanmıştır. Plan dahilinde gezilecek kurumların resmi makamlar olması ve ciddiyet açısından kılık kıyafet seçimine bu anlamda dikkat edilmesi beklenmektedir.

Gezi kontenjanı 30 kişi ile sınırlı olup geziye tüm üniversite öğrencileri katılabilir. Program 21 Aralık 2015 Pazartesi günü saat 9.00’da başlayacaktır.

Başvuru

Gezimize ücreti yatıran ilk 30 kişi katılabilecektir. Ücreti yatırdıktan sonra aşağıda belirttiğimiz iletişim adresleri ile irtibata geçebilirsiniz.

Konaklamalı: 190 TL (sabah kahvaltısı+öğle yemeği+3 gece konaklama+ şehiriçi ulaşım+katılım sertifikası)

Geçmiş Yıllarda Düzenlediğimiz Ankara Eğitim Gezileri Kapsamında Ziyaret Ettiğimiz Kurumlar

TBMM / Anayasa Komisyonu

TBMM/ İnsan Hakları Komisyonu

TBMM/ Avrupa Birliği Komisyonu

TBMM Tanıtım gezisi

Anıtkabir Ziyareti

Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK)

Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM)

Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE)

Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA)

Cumhurbaşkanlığı Müze Köşkü

Cumhuriyet Halk Partisi

Adalet ve Kalkınma Partisi

Milliyetçi Hareket Partisi

Barış ve Demokrasi Partisi

Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü

Türkiye İşbirliği ve Kalkınma Ajansı (TİKA)

Dışişleri Bakanlığı

İçişleri Bakanlığı

Diyanet İşleri Başkanlığı

Gençlik ve Spor Bakanlığı

Kalkınma Bakanlığı

Anadolu Ajansı

İletişim


Ücreti yatırmadan önce kontenjan durumunu +90 506 342 7803 (Merve DEMİRAY) veya +90 541 876 40 48 (Büşra Avşar) teyit etmeyi unutmayın !!

Programla ilgili sorularınızı Facebook üzerinden Kevser OĞUZ’a sorabilirsiniz..

 

 

Qin Shihuangdi: “Magnificent” or “Bloody” Emperor?

0

Qin Shi Huangdi (259 B.C. – 210 B.C.) is the first emperor of Qin Dynasty who unified the country. However, he is mostly mentioned with adjectives like “cruel, arbitrary, impetuous, suspicious, and superstitious megalomaniac” by later Chinese historians. (Ebrey, 1996, p. 61) Nevertheless, like one of my history professors told that to remain his authority every ruler has to legitimize himself; even one of the most notorious ones. It must be pondered how he did hold the power despite his cruel implementations.

My first argument is that what we see as cruel and unacceptable today might not be that important back at that time. Burying alive 460 scholars, sounds horrible today; however, people did not have today’s modern, humanist, democratic perspective.

Another point is that before Qin Dynasty, there was a constant warfare until 221 B.C. (Biography, 2004, p. 515) which is very overwhelming for people by considering agriculture was the main mean of living. Needless to say back at that time, man power was crucial for agriculture and wars were aggravated the production. People maybe did not see the unification as institutionally important; however, it provided more stable conditions and end of the constant warfare. From this point of view, sovereignty was probably very important and suppressive implementations might be condonable for them.

Reforms for political administrations were also important. Shihuangdi thought that the fief system was the source of endless wars before unification. (Cao Dawel, 2010, pp. 52,53) Feudalism was ended and the officials were appointed by the emperor to the rural administrative units with fixed salaries and nonhereditary positions. (Biography, 2004, p. 516) Moreover they could be recalled or removed by the emperor. This system is better for peasants than feudalism because fixed salaries instead of share from the product prevent overtime work of peasants.

Establishment of new, standardized, and simplified script helped different ethnic groups to have a sense of belonging to Chinese culture. (Cao Dawel, 2010, pp. 55,56) Reforming and unifying measurement system and currency, and building of major imperial highways provided that the unification was not only political but also physical, economic and cultural. These reforms upgraded the communication between regions which were fighting before.

Empire building process and suppressive implementations cost people to suffer from high taxes and rigid penalties. Building of palaces and tombs was a huge economic burden to empire. After he died in 210 B.C. a large scale peasant uprising held (209 B.C.) and in 207 B.C. Qin Dynasty ended. After his death, empire could remain only few years. This is also showing that he had a special kind of authority over his subjects. And fear of him was not enough to make people to obey him in my opinion.

During his rule, distinction between civil and military administration was abolished. (Eberhard, 1977, p. 62) This caused to wu (military) to become superior to wen (literary class). Moreover, execution of scholars and burning of the books consolidated this.

Even though the new systems of Shihuangdi have an important role in development of Chinese history, burning books and burying scholars caused a huge loss to Chinese culture. And nontraditional place choice for his tomb should also be considered. These were all about to show that what makes an emperor a real emperor is not the past or ancestors but the qualities and talents of the emperor’s himself to administrate.

The political scientist Toktamış Ateş has a saying; “Three things can never occur bloodless; nuptial night, beef and revolution.” Beyond the sexism and the anti-vegan attitude in the sentence we can say the empire building process of Shihuangdi was quite revolutionary and bloody. Does it make his actions condonable? I think this is the another discussion.

When I was reading about Shihuangdi, it attracted my attention that in most of the books and articles author has strong positive or negative judgements about him. It reminded me one of professors saying about the Sultan Abdülhamid who created serious controversies among scholars. He said us to have a broader view than labelling him as “Great Leader” or the “Bloody Sultan”. To really understand the people and social, economic and political conditions of the time we should try to purify ourselves from our prejudices and modern way of thinking.

Beyond all the adjectives; cruel, arbitrary, impetuous, suspicious, superstitious megalomaniac, (Ebrey, 1996, p. 61) extravagant, self-willed (Wenli, 1993, p. 1) there was a long process of empire building, progress and struggles which deserves to be analyzed properly.

BAHAR ÖZLEM EKER

 

 

Sources:
Biography, E. o. W., 2004. Quin Shi Huang-Di. Encyclopedia of World Biography, Volume 12, pp. 515-518.
Cao Dawel, S. Y., 2010. China’s History. s.l.:China Intercontinantal Press.
Eberhard, W., 1977. A History of China. s.l.:Routledge & Kegan Paul.
Ebrey, P. B., 1996. The Cambridge Illustrated History of China. s.l.:Cambridge University Press.
Wenli, Z., 1993. Terracotta Figures and Horses of Qin Shihuang. s.l.:Northwest University Press.

Dr. Enes Bayraklı: İslamofobi Gelecekle İlgili Kaygı Verici Bir Durum

Viyana Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümü lisans mezunu olan Dr. Enes Bayraklı, aynı üniversitede Siyaset Bilimi alanında Yüksek Lisans ve Doktora eğitimini tamamladı. 2009-2010 yılları arasında İngiltere Nottingham Üniversitesinde Doktora tezi için araştırmalarda bulundu. 2011-2013 yılları arasında Londra Yunus Emre Türk Kültür Merkezinde uzman ve Müdür Yardımcısı pozisyonunda çalıştı. 2013 yılından beri Türk Alman Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü öğretim üyesidir. Çalışma alanları arasında, Türk Dış Politikasının dönüşümü, İsrail’in Kuzey Irak politikası, Kültürel Diplomasi, Dış Politika Analizi, Alman Siyaseti ve Dış Politikası bulunmaktadır.

Kavramsallaştırma açısından İslamofobi’ye yönelik görüşleriniz nelerdir? Sürekli olarak kullandığımız bu kavram İslamiyet korkusunu mu yoksa İslamiyet’e karşı olan düşmanlığı mı ifade ediyor?
Kamuoyunda, İslamofobi ile ilgili “İslamiyet korkusu mudur yoksa İslam karşıtlığı mıdır?” şeklinde bir tartışma var. Acaba İslamofobi örümcek korkusu gibi psikolojik bir korkuyu mu ifade ediyor? İslam düşmanlığı olarak mı betimlemek lazım veyahut anti İslamizm olarak mı? Yoksa antisemitizm gibi mi? İslamofobi’yi tanımlamaya yönelik tartışmalar bu şekilde devam ediyor ama artık bu kavram yerleşmiş bir kavramdır. O yüzden bana göre bunu değiştirmek çok da mümkün değil. Literatürde farklı manaları da olmasına rağmen, temelde İslamiyet’ten nedensiz olarak korkmak, İslam ve Müslümanlar hakkında korkulara, kaygılara sahip olmak, onlardan nefret etmek anlamlarını ifade ediyor. İslamiyet ve İslam kültürü ile ilgili şeylerden nefret etme olarak da genelleyebiliriz.

Avrupa kamuoyuna yansıyan boyutta bir İslamofobi olduğunu düşünüyor musunuz? 11 Eylül saldırılarının İslamofobi’ye sebebiyet verdiğini düşünüyor musunuz?

İslamofobi dediğimiz kavram ilk olarak 1997 yılında İngiltere’de Runnymede Raporu’nda ortaya çıkıyor. Ama Batı’daki İslam korkusu ve düşmanlığının çok eskiye giden tarihsel temelleri var. Bunun izlerini gerek Osmanlı Devleti, gerek Endülüs Devleti, gerekse Haçlı savaşlarında görebiliyoruz. Yani Batı’yla İslam arasında tarihsel bir ilişki var, bunun getirdiği tarihsel bir yük var. Dolayısıyla da İslam ve Müslümanlarla ilgili Batı’da çok olumsuz kültürel bir alt yapı var. Bütün bunların üstüne bir de İslam coğrafyasındaki güncel siyasi mücadeleleri de eklediğimiz zaman, Batı’da son dönemde bunun bir histeri halini aldığını görüyoruz. Tabi 11 Eylül de bunu en fazla körükleyen olaylardan birisi oldu. Avrupa’da İslamiyet’i ve Müslümanları ana düşman olarak gösteren çeşitli akımlar türedi. Radikal sağ partilerin aşırı derecede kullanmaya başladıkları bu söylemler ne yazık ki ana akım siyaseti de etkilemeye başladı. Bu süreçte de aşırı sağ partilerin popülaritesi yükselmeye başladı. Bunlara bağlı olarak İslam karşıtı hareketlerin de doğduğunu görüyoruz. Bunun en son örneği Almanya’daki, tamamen İslam ve Müslüman karşıtı olan PEGİDA hareketi olarak dikkat çekiyor. İslamofobi’nin Avrupa’da son dönemlerde ciddi olarak arttığını görüyoruz ve bu bağlamda da bir endüstrinin ortaya çıktığı görülüyor. Yani İslam korkusunu, Müslüman düşmanlığını yayarak bundan makam, mevki ve şöhret elde eden insanlar ortaya çıkmaya başladı. Bununla ilgili Amerika’da son dönemde Türkçeye de tercüme edilen “İslamofobi Endüstrisi” diye bir kitap yayınlandı. Bu kitap bu networku çok ciddi ve güzel bir şekilde incelemektedir. Avrupa’da da bu network var ve Amerika’daki networkle beraber çalışıyor. Hollanda’daki Geert Wilders gibi siyasi parti liderlerinden tutun da diğerlerine kadar bir sürü yapı bu networkle bağlantılı olarak ortaya çıktı. Tabi bu işin terör boyutu da göz ardı edilemez. Sözde İslam korkusu sebebiyle, Avrupa’da Müslümanlara karşı teröristçe saldırıların arttığını görüyoruz. Cami yakma, Kur’an yakma, sokak ortasında Müslümanlara saldırı eylemleri gibi… Bunun en trajik örneklerinden biri de Norveç’te yaşanan, Breivik’in yapmış olduğu saldırıdır. Onun tarafından yayınlanmış olan manifestoda birçok İslamofobik içeriğin bulunduğunu görebiliyoruz. Keza Amerika’da yayın yapan ve İslamofobi’nin önünü çeken bazı kişilerin yayınlarına, fikir ve düşüncelerine atıflar yapıldığını görüyoruz. Tabi daha sonra bunlar Breivik’in manifestosundan çıkarılıyor. O yüzden, 11 Eylül’den sonra Batı’daki İslamofobi’nin git gide artmaya başlaması, en son DAEŞ’in ortaya çıkması ile de körüklenmiş oldu.

Peki, Müslümanlara yönelik bu baskıların Avrupa’nın önde gelen iki ülkesi Almanya’da ve Fransa’da daha çok meydana gelmesinin sizce sebebi ne olabilir? Bu bağlamda Almanya’daki PEGİDA oluşumu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu durum, iki ülkenin Müslüman nüfus sayısı bakımından Avrupa’nın önde gelen ülkelerinden olmalarından kaynaklanıyor. Almanya örneğine bakacak olursak; Almanya, tarih boyunca farklı kültürlerle bir arada yaşama alışkanlığına sahip olmayan bir ülke. Bu yüzden de son 60 yılda, yani 1960’lardan sonra Müslümanlar yeni yeni Almanya’da yerleşmeye başladılar. Bu durum, Almanya içerisinde ciddi bir krize sebebiyet veriyor çünkü buna hazır değiller. Burada halen milliyetçi duygular çok yoğun. Pek ön plana çıkmasa da, Almanya’nın nasyonal-sosyalist bir geçmişi de var. Bu doğrultuda, hala çeşitli nasyonal-sosyalist hareketler ve yer altı hareketleri faaliyetlerine devam ediyorlar. Örnek olarak da Türklere yönelik yapılan saldırıları, NSU cinayetlerini gösterebiliriz. Fransa’da ise durum biraz farklı. Fransızlar, sömürge geçmişine sahip olmalarına rağmen, Müslümanlarla ilişkilerinin olmasına rağmen, kendi kültürlerini aşırı derecede yücelten bir anlayışa sahipler. Yani kısaca, kendisi dışındaki şeylere değer vermeyen bir anlayışları var. O yüzden Müslümanları barbar olarak gören genel bir kanıya sahipler. Müslümanların orada yerleşik bir şekilde yaşıyor olmaları ise bu tarihsel korkuları kaşıyor bir nevi.

Günümüzde Batı’nın İslamlaştığını dair bir görüş var. Araştırmalara göre şu an Avrupa nüfusunun %5’ini Müslümanların oluşturduğu ifade ediliyor. 2050 yılında bu sayının %20’e çıkacağı tahmin ediliyor. Acaba bu durum da korkuyu tetikliyor olabilir mi?

Bu tahminler aslında abartılı tahminler. Ortada bir gerçek, bir de algı var. Mesela insanlara “Almanya’da ne kadar Müslüman yaşıyor?” diye sorduğumuz zaman, “Nüfusun %20’si Müslüman” diyorlar, “Fransa’nın ¼’ü Müslüman” diyorlar ama bu oran gerçekte %5 ya da %3. Rakamlar böyle olduğu zaman, Batı medyasında, özellikle de bulvar gazetelerinde yapılan yayınlar bu korkuları köpürtüyor. Sanki Müslümanlar Batı’yı ele geçiriyormuş gibi bir algı yaratılıyor. Yapılmış ciddi çalışmalarda bu oranların çok daha düşük olduğu ifade ediliyor. O yüzden, Batı’nın Müslümanlaşması, İslamlaşması gibi şeyler tamamen yaratılmış bir korkudan, hayali bir düşman oluşturma çabasından ibaret. Yani böyle bir şeyi doğrulayan istatistiki veriler de yok. Öyle bile olsa, Avrupa’nın iddia ettiği ve sürekli övündüğü çok kültürlülüğü için böyle bir şeyi tehdit olarak algılamamak gerekiyor. Sonuçta insanlar kendi iradeleriyle İslamiyet’i, Hristiyanlığı, Yahudiliği seçebilirler. Bunun bizatihi bir tehdit olarak görülmesi temelde tamamen farklı bir algının olduğuna işaret ediyor. Yani bu, Müslümanların ikinci sınıf vatandaşlar olarak görüldüğünü gösteriyor. Dolayısıyla da, Avrupa’nın, kendisinin savunduğunu ilan ettiği değerlere tamamen zıt bir yaklaşım oluyor.

Bu konuda yayınlanan bir yazınızda, Avrupa’da siyasetçilerin Müslümanlara entegrasyon için çizdikleri yol haritasında asimilasyona ait izler bulunduğuna dair bilgiler olduğunu ifade etmiştiniz. Sizi bu tespite götüren nedenler nelerdir?

Bu tabi çok uzun bir tartışma. Örneğin Almanya içerisindeki tartışmalara bakacak olursak, oradaki Türklerden entegrasyon yerine aslında dolaylı yoldan bir asimilasyon beklentisi ifade ediliyor. Entegrasyon dediğimiz şeyin temel göstergeleri var. O ülkenin vatandaşı olup dilini öğrenmek, yasalarına saygılı yaşamak, eğitim hayatına adapte olmak, sosyal hayatta yükselmek gibi şeyler. Fakat beklenti bunları aşıyor. Yani Müslümanların batı değerlerine daha fazla uyumlu olmaları, Batı değerleriyle çatışan kendi değerlerinden vazgeçmeleri, kendi dinlerinden, kültürlerinden, geleneklerinden vazgeçmeleri ile ilgili bir çatışma söz konusu oluyor. Ve burada böyle bir asimilasyon beklentisi oluyor. Bu tabi irrasyonel bir beklenti, yani bunun gerçekleşmesi çok mümkün değil. Gerçekleşmiyor da, gerçekleşmediği için de bu büyük bir çatışmaya dönüşüyor. Çatışmadan kastım, göçmenler ve Avrupalılar arasında büyük bir siyasi gerilime sebebiyet veriyor. Aslında bugün Türkler, hem Almanya’da hem diğer Avrupa ülkelerinde bu sorunu aşmış gözüküyorlar. Özellikle ikinci, üçüncü, dördüncü nesil olanlar zaten otomatikman doğup büyüdükleri ülkenin yaşam tarzına entegre oluyorlar. Tabii ki kendi ailelerinin sosyo ekonomik yapısından kaynaklanan bazı dezavantajları var. Bu sorunu aşmaları için bazen belki 1-2 nesil daha geçmesi gerekiyor. Bu tarz eğitim düzeyi, geliri düşük ailelerin çocuklarının, bir sıçrama yapıp, üniversiteye gidip akademisyen olmaları da dolayısıyla çok fazla mümkün olmuyor. O yüzden böyle bir sıkıntı olduğundan söz edilebilir fakat bu zamanla aşılacak doğal bir süreç aslında. Devletler de bu süreci çeşitli politikalarla destekleyerek hızlandırabilirler ama dediğim gibi, istenilen şey çok farklı. Beklenti asimile olunması, o ülkenin değerlerine tamamen uyulması. Tamamen kendi renklerini kaybederek o toplum içerisindeki farklılıklarının hiç hissedilmeyecek bir duruma getirilmesi.

Avrupa’da Müslümanlara karşı böyle bir algı oluşmasında, Müslümanların payı var mıdır? Varsa nelerdir?

Müslümanların payı olabilir elbette ama burada ben esas sorumlu olarak Müslümanları görmenin çok da adil olacağını düşünmüyorum. Avrupa’daki Müslüman nüfusunun büyük bir çoğunluğu zaten işçi sınıfı. Bu insanların organize bir şekilde hareket edecek, “Müslümanların imajı ne olmalı, nasıl davranmalıyız?” diye stratejiler belirleyecek bir üst siyasi akılları bile yok. Yani insanlar doğal süreç içerisinde çeşitli Müslüman ülkelerden oraya gitmişler ve orada yaşıyorlar. Yani bu durum Avrupa’da özellikle problematize edilip basında sürekli işleniyor ve korkular körükleniyor. Ondan sonra bu durum IŞİD gibi terör örgütleriyle bağdaştırılıyor. “Avrupa’ya şeriat gelecek, Avrupa Müslümanlaşacak” gibi söylemlerle korkular körükleniyor. O yüzden, Avrupa’da yaşayan Müslümanların bu kampanyaya karşı daha organize bir şekilde karşı koymaları ve kendilerini daha iyi anlatmaları gerekirdi fakat bunu gerçekleştirebilecek ne insan kaynakları ne de ekonomik kaynakları mevcut. Bununla ilgili daha yeni yeni ayakları yere basan çeşitli kurumlar kurulduğunu görüyoruz. Fakat şunu da göz ardı etmemek lazım. Müslümanlar, Avrupa’da 50-60 yıllık tarihi olan yeni bir grup. Kendi kültürünü, kendi geleneklerini oluşturamamış; akademide, siyasette, sanatta ve medyada yeterince temsil edilmeyen bir grup. Bu korku kampanyaları karşısında kendilerini anlatmaları çok kolay değil. Öz eleştiri yapmaları gerekir ama esas sorumluluk bence karşı tarafta.

Yani o zaman medyanın, ulusal ve uluslararası aktörlerin payı çok çok daha fazla oluyor diyebilir miyiz?

Tabi tabi, çok daha fazla. Yani nasıl sesinizi duyuracaksınız ki? Baktığınız zaman, Alman medyasında Müslüman kökenli yazarların oranı %1 bile değil.

Müslüman Arap coğrafyasında uzun yıllardır süregelen çatışmalar ve terörize olan grupların varlığı İslam korkusunu etkiledi mi? Etkilediyse bunun ne boyutta olduğunu düşünüyorsunuz?

Tabi ki, IŞİD’in Ürdünlü pilotu yakması, esirleri boğması, kafalarını kesmesi.. İslam tarihinde görmediğimiz vahşeti sergiliyor bu terör örgütü. Bu yüzden de, Batı’da İslamiyet’in imajına çok ciddi zararlar veriyor. Yani şu anda bütün Batı Dünyası’nda Müslümanlarla ilgili temel algının arkasında DAEŞ imajı yerleştirilmiş durumda. Hâlbuki İslam tarihinde bu gibi şeylerin örneklerini görmüyoruz. Müslümanların büyük çoğunluğu, bu örgütün yaptıklarını reddediyor. Buna rağmen, Avrupa’ya gittiğiniz zaman birçok yerde IŞİD’in oluşturduğu bu algıyla karşılaşabiliyorsunuz. Ne yazık ki bu DAEŞ olayı, Batı’daki Müslüman karşıtı, İslamofobik oluşumların ve siyasetçilerin eline çok büyük bir koz vermiş durumda ve onlar da bunu sürekli kullanıyorlar.

Peki, bu algıların önüne geçilmesi için bireysel veya kitlesel olarak neler yapılmalı?

Bireysel olarak Müslümanların normal bir Müslüman ahlakıyla yaşamaları, komşuları ile iyi geçinmeleri, sosyal hayatta bulunmaları lazım. Bulundukları toplumun kültürüne, yasalarına, insanlarına saygılı bir şekilde yaşamaları gerekmektedir. Yani kısaca, iyi birer vatandaş olmaları lazım. Kurumsal olarak ise, izleme-takip merkezleri kurup İslamofobik saldırıları belgelemek, bununla ilgili istatistikler çıkarmak lazım. Devamında da ilgili ülkelerin ilgili mercilerinde çeşitli yasal girişimler yapılıp konu uluslararası alana taşınmalı. Böylece İslamofobi meselesi daha ciddi bir hal alacaktır fakat bununla ilgili daha yeni yeni cılız adımların atıldığını görmekteyiz.

Son olarak, İslamofobi le mücadelede Avrupa’yı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yeterli adımların atılmadığını görüyoruz. Bu sorunun ciddiye alınmadığını görüyoruz. Mesela bir antisemitizm ile ilgili atılan ciddi adımlar, çıkarılan yasalar varken, Müslümanlara karşı uygulanan ayrımcılık ve saldırılar ile ilgili ciddi yasaların çıkmadığını görüyoruz. Bunun sonucunda da Müslümanlara, mültecilere, yabancılara yönelik saldırıların her geçen gün arttığını duyuyoruz. Bu tabi gelecekle ilgili kaygı verici bir durum. Özellikle AB ve Avrupalı devletlerin bununla ilgili ciddi adımlar atmaya yanaşmadığını gözlemliyoruz. Yakın bir dönemde de böyle bir şeyin olacağını düşünmüyorum. Ta ki böyle bir olayı tetikleyecek ciddi bir saldırının olmasına kadar. Böyle bir şey bekleniyor sanki. “Müslümanlara karşı ciddi bir saldırı olsun da ondan sonra harekete geçelim” gibi… Yani Avrupa’da aslında böyle bir saldırının psikolojik zemininin oluştuğunu görüyoruz. Böyle bir şeyi artık bundan sonra beklemek lazım çünkü ciddi bir ajitasyon var Avrupa ülkelerinde ve bu aşırı sağ hareketler Müslümanlara karşı yavaş yavaş terörizme yöneliyor. Böyle bir saldırıyı Avrupa’da ciddi olarak artık birçok uzman bekliyor. Avrupalı devletlerin böyle bir olay gerçekleşmeden, bununla ilgili önlemleri alması lazım. Ama sanki birazcık da, alttan alta bu İslamofobik olaylar destekleniyor, körükleniyor gibi… Özellikle oradaki Müslüman nüfus geriye göç etsin, geri dönsün diye bu anlayışın desteklendiğini düşünüyorum.

Enes Erdem YERİNDE

İslamofobi Aracı Olarak IŞİD

İSLAMOFOBİ ARACI OLARAK DAEŞ

İslamofobi

Soğuk Savaş döneminde Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupalı müttefikleri ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve müttefikleri arasında iki kutuplu bir çekişmeye sahne olan dünyada, her bir kutup öteki için bir nevi karşıt güç ve denge unsuru oluşturmaktaydı. Ancak Berlin Duvarı’nın yıkılması, komünizmin çökmesi ve liberalizmin zaferini ilan etmesiyle birlikte, ulus devletler önemli oranda küreselleşmenin baskılarına boyun eğmek zorunda kaldı. Sınırlar, ticaret ve finans hareketleri açısından sınırlayıcı olma durumlarını yitirirken, yeni neo-liberal ekonomik düzende, ABD’nin ticaret üzerindeki etkisi çok daha fazla hissedilmeye başlandı. ABD ve Avrupa ülkelerinin bu düzeni sürdürebilmesi için mevcut düzen, kendisini koruyucu küresel bir siyasi ve askeri güce ihtiyaç duymaktaydı. İşte bu yüzden yıkılan komünizmin yerine yeni bir düşman gerekliydi. Böylece bazı Amerikalı düşünce kuruluşları ve medya organları yeni bir düşman arayışına girerken, İslam ve Müslümanları, yıkılan komünist bloğun yerine, Batı uygarlığına karşı düşman olarak işaret eden fikirler üretilmeye başlandı. Bu görüşlerin en çok tartışılanı ise Batı ile İslam uygarlıklarını karşı karşıya getiren Amerikalı siyaset bilimci Samuel Huntington’ın ‘Medeniyetler Çatışması’ tezi olmuştur.1

Bu süreçten sonra ABD ve AB topraklarında yaşayan Müslümanlara karşı özellikle 90’lı yıllardan itibaren ötekileştirme çabaları giderek artmıştır. Burada parantez açılması gerekir ki, 11 Eylül saldırılarından sonra ABD’de artmaya başlayan Müslüman karşıtlığına paralel olarak Almanya, İngiltere, Hollanda ve Fransa gibi ülkelerde de bu durum giderek yayılmaya başlamıştır. Son zamanlarda yaşanan terör faaliyetlerinin ardından düşünülmesi gereken en önemli konulardan biri şüphesiz İslamofobi olarak adlandırılan bu kaygı verici gelişmelerin arka planındaki etmenlerin doğru tespit edilmesidir.

İslamofobi Nedir?

İslamofobi olarak adlandırılan bu İslam karşıtlığı, İslam kelimesine ‘phobia’ kelimesi eklenerek türetilmiştir. Yunan mitolojisinde dehşet ve korku tanrısı olarak bilinen “phobos” kelimesinden türetilen fobi (phobie veya phobia) genel olarak korkuyu ifade etmekte ve eklendiği kelimelere korku anlamı yüklemektedir. Fobi veya fobia, normal koşullarda korkulmayacak belli bir durum ya da nesne karşısında ortaya çıkan olağan dışı korku halini anlatmaktadır.2 Diğer yandan fobi veya fobia ayrıca eklendiği kelimelere korkunun yanı sıra bir tür kin ve nefret besleme anlamı da yükler. Yabancı düşmanlığı anlamına gelen zenofobi (xenophobia) buna örnek gösterilebilir. Dolayısıyla İslamofobi genel olarak; İslam ve/veya Müslümanlara karşı kin, nefret veya düşmanlık besleme veya onlara güvenmeme, onlardan şüphe duyma, İslam’dan korkma şeklinde tanımlanabilir.3

Bilimsel yayınlar ve araştırma merkezleri tarafından hazırlanan raporlar incelendiğinde, İslamofobi’nin daha çok “önyargı” (prejudice), “ayrımcılık” (discrimination), “dışlanma” (exclusion), “şiddet” (violence) gibi kavramlara atfen tanımlandığı görülür. “Önyargı” ile Batı medyasında ve Batılıların gündelik hayatında Müslümanlar aleyhine sergilenen tutum ve tavırlar kastedilir. “Ayrımcılık” kavramı, Müslümanların iş ve çalışma hayatında, eğitim ve sağlık hizmetleri alımında karşılaştıkları farklı uygulamaları, zorluk ve sıkıntıları ifade eder. “Dışlanma” ile anlatılan ise Müslümanların yönetim mekanizmalarına dâhil edilmemeleri, siyasi ve demokratik haklarını kullanmaktan yoksun bırakılmaları durumudur. Müslümanlar tarafından yapılan sözlü sataşmalar ile fiziki saldırılar da “şiddet” kavramı içerisinde değerlendirilmektedir. İslamofobi ile ilgili yapılan tanımlamalar da “ırkçılık” (racism), “yabancı düşmanlığı” (xenophobia), “Yahudi düşmanlığı” (anti-semitizm) ve “İslam düşmanlığı” kavramları da kaçınılmaz olarak gündeme gelmektedir.4

Avrupa’nın İslamofobisi

Avrupa’da İslam karşıtlığının ve İslamofobinin tarihinin siyasi, dini ve ekonomik pek çok sebebi bulunmaktadır. Dünya tarihi, Hristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki pek çok savaşa tanıklık etmiştir. Etkileşimler ve savaşlar sebebiyle bu iki toplum arasında olumlu-olumsuz ilişkiler gelişmiştir. Örneğin Yunanlılar kendilerini özgür ve uygar diye tanımlarken, kendilerinin doğusunda kalanları barbar olarak tanımlamışlardır. Bilindiği üzere Avrupalılar, “barbar’’ Orta Asyalılar ve Perslere karşı “medeni biz’’ anlayışını çok eskilerden beri tesis etmişlerdi.

Özellikle İslam’ın ortaya çıkışı ve yayılması esnasında Müslümanların Hristiyan toplumların yaşadığı bölgeleri “fethetmesi’’ ile İslam ve Müslümanlar, Hristiyan dünya için kendilerini tehdit eden bir düşman olarak görülmüştür. Buradan hareketle düşünüldüğünde İslam karşıtlığı ve İslamofobinin tarihini tespit etmek güç gibi gözükse de, onu Haçlı Savaşları yıllarına hatta İslam’ın yayılma dönemlerine götürmek mümkün gözükmektedir. Bu bağlamda da anti-İslamizmin, 1300 yıllık bir geçmişe sahip olduğundan söz edilebilir.

Burada tarih boyunca benzer çatışmaların değişik dinler ve uygarlıklar arasında da yaşandığını ve bu çatışmaların, savaşların sorumluluğunun sadece Hıristiyan toplumlara mal edilemeyeceğini belirtmekte yarar bulunmaktadır. Zira her ne kadar tarihte Müslümanların ortaya koyduğu fetih hareketleri, Müslümanlar açısından meşru ve haklı gerekçelere sahip gösteriliyor olsa da, karşı taraf açısından bir tehdit olarak algılanmış ve bu durum doğal olarak “İslamofobik” ve “anti-İslamist” duyguları beslemiştir.5

Avrupalı yazarların eserlerinde İslam ve Doğu’yu Batı uygarlığının düşmanı olarak gösteren görüşler, sürekli bu uygarlıklar arasında yaşanan tarihsel sorunları ve çelişkileri canlı tutarak günümüze taşımış ve bu çelişkiler günümüzde İslamofobi ve İslam düşmanlığının temel dayanakları arasında yer almıştır. Örneğin David Hume, 1748’de yazdığı “Ulusların Karakterleri” denemesinde, “Siyahlar ve öteki yaratıklar doğal olarak beyazlardan daha aşağıdır” demiştir. Immanuel Kant, 1764’te “Yüce ve Güzel Olanı Hissetme Üzerine Gözlemler” başlıklı eserinde Afrika siyahlarının doğadan zeka almadıklarını ileri sürmüştür. Hegel, siyahların insanlığın yüz karası olduğunu ve Afrika’nın Dünya Tarihi’nin bir parçasını oluşturamayacağını çünkü bu yönde herhangi bir gelişme sergilemediğini“Tarih Felsefesi’’ başlıklı yapıtında belirtmiştir.6 “Philosophy of History’’ isimli eserinde İslam’ı; “inançsız bir peygamber” tarafından vazedilen “boş bir kibir ve anlamsız bir gurur” dini olarak tanımlayan Scehlegel’e göre; İslam, uzlaşma, merhamet, sevgi ve saadet gibi bütün kurtuluş unsurlarını göz ardı etmiş, bu sebeple bir medeniyet ortaya koyamamıştır. Yönetim sistemi; insanlığı korkunç bir devletin otoritesine boyun eğdiren İslam, “ruhanî ve maddi otoritenin Hıristiyan karşıtı bir karışımından ibarettir ve yakıp yok edici coşkuyla, fethettiği ülkelerdeki antitezinin bütün kalıntılarını ve daha yüksek bir uygarlığın her türlü kırıntısını ortadan kaldırmıştır.7

20.yüzyıla gelindiğinde ise Doğu ile Batı ya da İslam ile Hristiyan dünyaları arasındaki problemlerin karşılıklı bazı siyasi güçler aracılığıyla devam ettiğini görmekteyiz. Özellikle Arap Devrimleri ile yükselişe geçen siyasal İslam, darbelerle iktidardan uzaklaştırılırken bu durum, “demokrat Batı’’nın rahatsızlık duyacağı bir konu olmamıştır.8 AB ve ABD’nin Müslüman dünyadaki darbelerden ziyade ilgilendiği başka bir konu, Müslüman nüfusun artış trendidir. Yapılan araştırmalarda sıklıkla vurgulanan konu, Müslüman nüfusun, dünyanın geleceğini için bir tehdit ve güvenlik problemi olduğudur.

Pew Research Center tarafından yapılan “The Future of the Global Muslim Population’’9 isimli çalışmaya göre, 2010 yılında Avrupa’daki Müslüman nüfus 44,138,000 iken 2030 yılında 58,209,000 olacak. Buradan hareketle düşülümesi gereken 2010 yılında toplam nüfusun %2.7’sini oluşturan Müslümanların toplam nüfus içerisindeki durumunda bir değişiklik olmayacak yani %2.7 olarak kalacak. Buna rağmen raporda, 2030 yılı için dünya nüfusunun ¼’ünün Müslüman olma potansiyeline yönelik olarak Hristiyan dünyasını uyarması dikkat çekicidir.

Bu ve buna benzer çalışmaların/anketlerin çok sık yapıldığı Avrupa’da göçmenler konusu, bir tehdit unsuru olarak algılanmaktadır. Yakın dönemde yaşanan terör eylemleriyle birleşen bu düşünce özellikle göçmenleri siyasi malzeme olarak kullanan muhafazakar ve aşırı sağcı partilerin yükselişine ortam yaratmaktadır. İslam karşıtlığı ve Müslüman düşmanlığı üzerinden propaganda yapan bu çevreler ekonomik kriz, işsizlik ve güvenlik konularının sorumluları olarak göçmenleri göstererek oy oranlarını artırmaktadır.10

22-25 Mayıs 2014 tarihlerinde tüm Avrupa Birliği’ne üye ülkelerde gerçekleşen Avrupa Parlamentosu seçim sonuçlarına genel olarak bakıldığında, birçok ülkede aşırı sağ partilerin yüksek oy oranlarına ulaştığı görülmektedir. Avrupa’daki en eski ve köklü aşırı sağ partilerden biri olan Fransa’daki aşırı sağcı Front National Party 2009’da %6.3 oy alırken, 2014 AP seçimlerinde %24.95 oranında oy alarak birinci parti oldu. Avrupa şüpheciliğinin en güçlü olduğu İngiltere’de de UK Independence Party 2009’da aldığı %16.09 oy oranını, 2014 AP seçimlerinde %26.77’e çıkararak ülke genelinde birinci sıraya yükseldi. Almanya’da ise ilk defa AP seçimlerine katılan aşırı sağcı AfD %7 oy oranıyla 7 sandalye kazandı.11

Medeniyetler Çatışması Tezi ve DAEŞ

Hıristiyan ve İslam dünyasını karşı karşıya getiren tartışmaları tetikleyen Medeniyetler Çatışması tezine göre, 21. yüzyıl medeniyetler arasındaki çatışmalarla şekillenecektir. Huntington’ın Medeniyetler Çatışması tezi uzun dönemin medeniyet etkileşimi sürecini stratejik bir hedef için nasıl bir manivela gibi kullanılabileceğinin çarpıcı ve tehlikeli yüzünü göstermiştir. Artık kültürel farklılıkların siyasal ve ideolojik karşıtlıklardan daha önemli olduğunu ileri süren Huntington, insan ve Tanrı, birey ve grup, devlet ve vatandaş, özgürlük ve otorite, çocuklar ve aileleri, eşitlik ve hiyerarşi gibi kavramların çok yönlü üretim tarzının sonucu olduğunu ve yakın zamanda kaybolmayacaklarını savunmaktadır. Bu ilişkilerin farklı yorumlarını gündeme getiren Huntington’a göre, bunu belirleyenlerin içinde en güçlü olanı dindir. İnsanlar yarı Amerikalı, yarı Arap gibi melez veya çoğu yerde iki ülkenin vatandaşı olabilmekte, ancak hem Katolik hem de Müslüman olamamaktadır. Dolayısıyla bunlar arasında bir çatışma olması kaçınılmazdır. Aydınlanma süreci ve onun ortaya çıkardığı bilimsel, kültürel ve siyasal gelişmelerin Batı’da ortaya çıktığını dolayısıyla evrensel değil Batı’ya özgü bir toplumsal kültürel, felsefi ilkeler ve değerler bütünü olduğunu savunan Huntington’a göre “demokrasi”, “hukuk devleti”, “insan hakları”, “halk egemenliği” ve “laiklik” gibi aydınlanma ilkeleri Batı medeniyetine aittir. Burada Aydınlanma değerlerini, bilim ve teknolojiyi evrensel köklerinden kopararak sadece Batılılaştırmak isteyen Huntington, diğer toplumlar ve değerleri dışlamaktadır.12

Avrupa’da yükselen İslamofobi, yabancı düşmanlığı, ötekileştirme ve göçmenlere yönelik saldırılar ile 11 Eylül terör saldırısı, İstanbul’daki Sinagog ve HSBC saldırıları, Madrid ve Londra’da metro saldırıları, Charlie Hebdo saldırısı ve Fransa’daki son terörist eylemler, Müslümanlar ile Batılılar arasında çatışma senaryolarını ve teorilerini savunanların görüşlerini bir daha analiz etme ihtiyacı hissettirmiştir.

Terör, siyasi amacı olan bir şiddet eylemidir. Özellikle DAEŞ’in Fransa’da gerçekleştirdiği eylem ciddi analize tabi tutulması gereken bir olay olarak karşımızdadır. Nitekim Charlie Hebdo’da kendilerine göre gerekçeleri olan teröristlerin amaçlarını siyasal bir hedefe yorabilirken Fransa’da gerçekleştirilen terör eylemlerinin niteliği farklıdır. Çok sıradan üç yeri belirleyip eylem yapan teröristlerin sivilleri hedef aldığı ortadadır. Bütün Avrupalıların hergün kullandığı yerler olan stadyum, kafeler ve konser alanının hedef alınması doğal olarak Avrupa insanını güvensizliğe ve İslamofobiye itmektedir.

DAEŞ’in kuruluş ve gelişme aşamalarında küresel güçlerden aldığı yardımlar konusu, yeni Ortadoğu dizaynında bir araç olduğu, şamar oğlanı/günah keçisi olarak dizayn edildiği ve küresel güçlerin Ortadoğu politikalarına dair meşruiyet aracı olduğu konusu halen tartışılmaya devam edilmektedir. Ancak belirtilmesi gerekir ki, bugün görünen yüzü ile DAEŞ, Batı’nın geçmişten günümüze Doğu ile ilgili düşüncelerini, İslamofobisini ve teorilerini haklı çıkarmaya çalışan bir örgüt görünümündedir.

Metin ÖZKAN

1 Aktaş, Murat, “Avrupa’da Yükselen İslamofobi ve Medeniyetler Çatışması Tezi’’, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, cilt: 13 no:1 yıl: 2014, s.32.

2 Orhan Öztürk, Ruh Sağlığı ve Bozuklukları, Ankara, 1992, s. 241.

3 Aktaş, a.g.e., s.36.

4 Aktaş, a.g.e., s.37.

5 Özcan Hıdır, “Anti-Semitizm” ve “Anti-İslamizm”: Benzerlikler ve Farklılıklar”, Kadir Canatan ve Özcan Hıdır, (eds.) Batı Dünyasında İslamofobi ve Anti-İslamizm, Eski Yeni Yayınları, 2010, s. 83.

6 Aktaş, s.44.

7 Albert Hourani, Avrupa ve Orta Doğu, çev: Ahmet Aydoğan, Fahrettin Altun, İstanbul, 2001, s.60.

8 Ayrıntılı bilgi için: Özkan, Metin, “Devrim Teorileri Bağlamında Arap Baharının Analizi’’, Yüksek Lisans tezi, Kütahya, (2012).

9 http://www.pewforum.org/2011/01/27/the-future-of-the-global-muslim-population/ (Erişim Tarihi: 26.11.2015).

10 Aktaş, Murat, “Avrupa’da İslamofobi ve Türkiye’nin AB Üyeliği’’, 2.Kriz ve Kritik Konferansları, Sakarya Üniversitesi, 25-26 Nisan 2012.

11 Yüksel Alper Ecevit, Özgür Ünal, Selcen Öner, Merve Özdemirkıran, Avrupa Parlamentosu Seçimleri ve Aşırı Sağ Partilerin Yükselişi, Betam, Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi, Araştırma Notu, 14/167, 4 Haziran, 2014.

12 Aktaş, a.g.e., s.49.

 

TUİÇ’te 2015-2016 Dönemi Staj Başvuruları

7

TUİÇ YENİ ARAŞTIRMA STAJYERLERİ ARIYOR !

TUİÇ Staj Programı güncellenmiş olup, bundan sonra akademi birimlerinin çatısında gerçekleşecektir. Staj yapmak istediğiniz akademik birimi aşağıdaki formdan seçip CV’nizi ekleyerek başvuru yapabilirsiniz. Staj başvuruları 27 Kasım-7 Aralık tarihleri arasında gerçekleşecektir. Kabul alan arkadaşlar için staj dönemi 14 Aralıkta başlayıp, 11 Haziran’da bitmek suretiyle 6 ay sürecektir.

STAJ PROGRAMI İÇERİĞİ

Staj programı kapsamında stajyerlerden aylık haber bülteni için haber özeti hazırlamaları, ayda bir akademik içerikli kitap okumaları, yazı teslim etmeleri ve ayda en az bir kez gerçekleşecek olan akademi toplantılarına katılmaları beklenmektedir.

6 aylık staj döneminin tamamlanmasından sonra ilgili akademi biriminin koordinatörleri uygun gördüğü takdirde stajyerlere stajı başarıyla tamamladıklarına dair belge verilecek ve kendi akademi birimlerinde araştırma asistanı olma şansı tanınacaktır.

NOT!: Online staj talebiniz varsa lütfen başvurduğunuz akademi koordinatörüne CV’nizin sonunda belirtiniz.

 Yakındoğu Araştırmaları Merkezi- YADAM koordinatör: Rümeysa Terzioğlu

 Balkan Araştırmaları Merkezi- BALKAM koordinatör: Mehmet Nizam

 Avrasya Araştırmaları Merkezi- AVRAM koordinatör: Uğur Eracil

 Asya-Pasifik Araştırmaları Merkezi- APAM koordinatör: Bahar Özlem Eker

 Latin Amerika Araştırmaları Merkezi- LATAM koordinatör: Tuncer Bal

 Yahudilik Çalışmaları Merkezi- YAÇAM koordinatör: Şeyma Enes

HATIRLATMA: Lütfen başvuru formuna CV’nizi eklemeyi unutmayınız.

Son başvuru tarihi 7 Aralık !

Sizleri aramızda görmek dileğiyle…

Gerçeğin Hecelerdeki Ayrıntılı Hali

0

‘İncir, limon, zeytin’ bir ülkenin ekşi, tatlı ve tuzlu yüzünü gösterir mi? Bilemedim. Belki de basite indirgeyerek insanların hazlarından gitmek daha ilgi çekici oluyordur. Sadece Amin Maalouf’ un babasından bir sözü alıntı yaparak şunu diyebilirim: ’Hiçbirine ve Hepsine; Hiçbiri sana doğruyu tam olarak göstermez ama hepsi sana kendi doğrusunu söyler. Eğer okurken ayırt etme yetisine sahipsen işin özünü anlarsın.’ Yani kimi ruh haline, inançlarına göre incir der, kimi zeytin, kimi de hikayesini bir limon ağacından anlatır.

Bu nesneleri detaylı olarak incelediğimde; incirin inanç doğrultusunda; zeytinin, umut veya barış anlamında kullanıldığını biliriz. Limon ise bir direniş simgesi olarak karşımıza çıkar. Konuya çok hızlı giriş yaptım. Şöyle söyleyeyim; Filistin’den bahsediyorum. İncir ve zeytinleriyle ünlüyken limonun bir obje olarak kullanıldığı bereketli topraklardan… Yafa’da bir sabah kahvesi için roman yazan Anwar Hamid’den… Kahveyi de meyveden sayarsak ağaçların meyvelerinin çok fazla mesaj içerdiği topraklarda yazarların meyveleri olan şiirlerde, keza müzisyenlerin meyveleri olan bestelerde bize bir şeyler söyler. Bunlardan bahsetmişken ilgilenenlere isim vermeden geçmek istemem: Mahmud Derviş, Le trio Jibran… Ülkeyi anlatmaya çalışırken verdiğim örneklerle sanırım bende hazlarımın üzerinden gittim. Belki de hecelerin sakladığı ayrıntıya henüz erişemedim.

İncir, limon, zeytin bize ne diyordu sahi? Filmler üzerinden bunlara değineceğim: ‘Lemon Tree’ adlı filmde genel olarak İsrail Savunma Bakanının taşındığı yeni eve komşu olan ve geçimini evinin etrafındaki limonlardan sağlayan bir kadının hikayesi anlatılırken, aslında filmde birden fazla obje işlenmişti. Örneğin; bir Filistinli kadının yaşam mücadelesi, yargıçların mahkemelerdeki adaletsiz tutumu ve bu coğrafya ile özdeşleşen koca duvarlar… Fakat ben limonun oradaki kullanımından bahsedeceğim. Limon, bu filmde bir mücadelenin simgesiydi. Çünkü insanlar özel mülklerinde özgür değillerdi. Ne kadar da yasal olsalar da üstün olarak tanımlanmış kişilerin her zaman müdahale hakkı vardı. Duvarların arkasında kalan limonlar diğer bahçeye daha önce hiç atılmamışken haksızlık sonrası bahçenin kesilmiş ağaçlarının hediyesi olmuştu. Fakat duvarları geçtiği an birer taş hatta bomba gibi algılanışına engel olamamıştı. İşte limonun hikâyesi ekşi olduğundan mı yoksa o toprakların izinsiz yetişen çocuklarından olmasından mıdır bilinmez ama bir gerçek vardır: suratları buruşturur fakat vazgeçilmezdir.

İncir; Semai dinler için kutsal meyvedir. Kur’an-ı Kerim’de adının geçtiği bir sure vardır. Yahudilerde ise sadece Tevrat’ta geçtiği için ‘Fısh’ olarak adlandırdıkları bayramlarında incir ve yeni doğan kuzu eti yerler. Yunan mitolojisi ve pagan dinlerinde kutsal meyve olarak atfedilen incir, İncil’de de geçmektedir. Görüldüğü üzere incir Filistin’in çok dinli toplum yapısı için hayli önem teşkil etmektedir. Ve uğruna yetiştiği topraklara sahip olmak için pek çok savaş yapılmıştır.

Zeytin; yeşil, kahverengi, siyah, küçük, lezzetli, tuzlu, semai dinlerin kutsal kitaplarında geçen kutsal meyve; barışın simgesi, bir dağ adı, çoğu zaman zihinlerdeki huzurun kodu… Her zaman keşke bir dalı her şeyi çözse dediğimiz nesne. Evet, zeytinin benim penceremde canlandırdığı sıfatlar bunlar. İsrailli yönetmen Eric Riklis da ‘Zaytoun’ adlı filminde zeytini buna yakın manalarda kullanmıştı. İlk 1991’de yaptığı ‘Cup Final’ filmi ile tanınan yönetmen ,‘The Syrian Bride’, ‘Lemon Tree’ filmleriyle daha fazla ünlenmiştir. Yönetmen filmlerinde genel olarak politik yapının sosyal yaşantıya coğrafi olarak küçük alanlarda nasıl etki ettiğini göstermeye çalışmıştır. Aynı zamanda İsrail’in yerleşmeye çalıştığı coğrafyanın nasıl bir etnik çoğunluğa sahip olduğunu göstermiştir. Yönetmen, filmlerinde karakter olarak Filistinli özgürlük savaşçısı veya Filistinli normal bir vatandaşı kullanırken,İsrailli barış yanlısı bir askeri kullanmayı tercih etmiştir. Mekan olarak da Suriye ve Lübnan’ı seçmiştir. Çünkü ona göre İsrail; etnik çoğunluklu ve kavgalı coğrafyalarda tampon bölge ve barış elçisidir. Objeler üzerinden ülkeyi anlamaya dönersek ben bu bağlamda yönetmenin ‘Zaytoun’ filmini ele alacağım: Film; 1982 Lübnan yaşanan savaşta İsrailli askeri pilotun uçağının teknik bir arızadan dolayı düşmesiyle onu esir olan Filistinli özgürlük savaşçılarının hikayesini anlatıyor. Filistinlilerin o tarihte Lübnan’da ne işi var diyebilirsiniz. Açıklayayım: 15 Mayıs 1948’de İsrail’in işgal ettiği topraklarda resmen devlet kurmasıyla evlerini terk etmek durumunda kalan ve göçe zorlanan 5.9 milyon Filistinlinin bir kısmı ülke içindeki, bir kısmı da ülke dışında kurulan 61 kampa yerleştirilmişti. Filmdeki Özgürlük savaşçısı Fahed’de ailesin yerleştiği Lübnan’daki kampta doğmuş Filistinli bir çocuktu. Babası ve dedesiyle birlikte yaşıyordu. Annesi bir patlamada ölmüştü. Dedesinin ona her gün anlattığı evlerine gidebilmenin hayalini kuruyordu. Zira babası da dedesi de şimdi saksıda yetiştirdikleri zeytin ağacını kendi topraklarına dikmek istiyorlardı.Şimdi filmden verilere geçelim ki kafamızda durum daha net olsun.Dediğimiz gibi ülke dışında; Ürdün ve Suriye’de de kampla oluşturulmuştu. Sayı öyle fazlaydı ki dağıtılamayan halkın bir kısmı kendi topraklarında oluşturulan mülteci kamplarına yerleştirilmişti. O sebepledir ki Filistinliler 15 Mayıs’ı ‘Nekbe’ yani ‘Büyük Felaket’olarak adlandırır. Size sadece o tarihlerde Filistin içinde; Batı Şeria’da kurulan birkaç kamptan bahsedeceğim:
Emari Kampı /1949 / 10 bin 500
Celezon Kampı / 1949/ 9 bin
Ed Dekişe Kampı / 1949/ 9 bin
Ramallah’ın batısındaki Deyr Ammar Kampı 1949 yılında kuruldu. 2.bin 400 Filistinli yaşıyor.
Beit Jibrin Mülteci kampı /1950 / 132 bin Filistinli yaşıyor. 1950’de kurulan Tul Kerim Kampında ise 20 bin Filistinli yaşıyor.
Sadece Batı Şeria’daki kamplardan örnek verdim. Lübnan, Ürdün, Suriye ve Gazze’deki kamplardan 3.8 milyon Filistinli yaşarken 2.1 milyonu dünyanın çeşitli yerlerinde iskan ediyor.

Tablo böyleyken biz Fahed’in yaşamına ve yönetmenin hangi noktaları görmemizi istediğine bakalım. Fahed, kendi kampındaki okula gitmeyerek, yasak bölgede işportacılık yapan bir çocuktu. Fahed’in Lübnan sokaklarında satıcılık yaptığı sırada barış gücü olarak var olan UN’den Norveçli bir asker gösteriliyordu. Her seferinde kamp bölgesinden diğerine geçerken keskin nişancıların kurşunlarından kurtulmak gerekiyordu. Hayat o kadar ucuzdu ki bir kurşunla alınsa, yerde ölü yatsan bile kimse seni umursamazdı. Çünkü sen mülteciydin ve vatanın yoktu, etiketin de yoktu. Kampın etrafında gezen ve çocuk asker yetiştiren fedailer okula gitmeyen çocukları Filistin topraklarını geri almak umuduyla eğitiyorlardı. Bu fedailer kamplara da isabet eden bombalardan sorumlu tuttukları uçağı düşen İsrailli askeri esir almışlardı. Çünkü bir İsrailli askerin binlerce hapse atılmış Filistinliye tekabül ettiğini söylüyorlardı. Fahed ve arkadaşları esiri gözetlemekle yükümlüydü. Ara sahneleri geçerek dikkatimi çeken noktalara değinmek istiyorum. Birincisi Fahed ve arkadaşlarının bir köpeği vardı ve ona sen bir Filistinli köpeksin diyorlardı. Lübnan’daki kampta yaşamlarına ve orada büyümelerine rağmen köpekleri bile Filistinliydi. Yani onunda milleti vardı. İkincisi ise; Fahed, İsrailli askerle kendisini köyüne, evine götürmesi konusunda anlaştı ve onu fedailerin elinden kaçırdı. Tekrar ara sahneleri geçiyorum. Peki Fahed’in asıl hedefi evine ulaşmaktı. Peki evini harita olamadan nasıl bulacaktı? Dedesinin ona anlattıklarıyla bir köyü bulamaya çalışıyordu. Çünkü babasının vaadini gerçekleştirmek istiyordu. Yani Zeytin ağacını kendi bahçelerine dikecekti. Fahed’in köyünü,evini bulup bulmadığını söylemeyeceğim.Çünkü; bizim ilgilendiğimiz nesne ‘zeytin’. Zeytin ağacı fidesi Fahed’in umuduydu. Ve bunu Fahed bir İsrailli askerle gerçekleştiriyordu. Belki de iki toplum arasındaki zeytin ağacını simgeliyordu kim bilir…

Bu gibi filmler bize barışın mümkün olabileceğini gösterse de taraflardan herhangi birisin daha üstün olduğunu olgusunun kabullenilmesi bizi bir noktaya ulaştırmaz.Çünkü Haifa’da 15.2.1948 de yapılan zorunda göçlerle 1.114 kişi köylerinden zorla çıkartılması Ya da Yafa’da daha önce söylediğim gibi kendi evlerinde bir sabah kahvesinden de mahrum kalan insanların hayatlarını geri vermezken; Bu tür büyük problemlere karşı uluslararası toplumun sesiz kalması sorunları daha da derinleştirmiş ve çözümü zorlaştırmıştır. İşte bu sebepledir ki ‘İncir, limon, zeytin’ gerçeğin hecelere yerleşmiş ayrıntısıdır.

Rumeysa Terzioğlu
TUİÇ/YADAM Koordinatorü

KAYNAKÇA

Anadolu Ajansı
http://www.aa.com.tr/tr/dunya/buyuk-felaketin-61-yuzu-filistin-multeci-kamplari/47857

Al-Jazeera
http://interactive.aljazeera.com/ajt/PalestineRemix/maps-and-data-visualisations.html

Cleveland,William L, Modern Ortadoğu Tarihi, Agora Yayınları,İstanbul,Haziran,2008.

Hamed, Anward,Yafa’da Sabah kahvesi,Beyrut,2012.

İncirliova
http://www.incirliova.gov.tr/ortak_icerik/incirliova/%C4%B0ncir/Yeni%20Microsoft%20Word%20Belgesi.pdf

Maalouf, Amin, Çivisi Çıkmış Dünya,Yapı Kredi Yayınları,İstanbul,Mart,2015.

T.G., Andrew Mango,RobertMcnamara Modern Ortadoğunun kuruluşu,Remzi Kitapevi,İstanbul,Kasım,2011.

UNRWA
http://www.unrwa.org/where-we-work/west-bank/camp-profiles?field=12

İç Güvenlik Paketi ve İçeriği

0

6-8 Ekim olaylarından sonra ülke genelinde çıkabilecek karışıklıkları önlemek amacıyla iç güvenlik paketi adı verilen “Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” 2014 Kasım ayında TBMM’ye sunuldu. Paket, AKP Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu ve İçişleri Bakanlığı yetkililerince ortak hazırlandı.
Söz konusu kanun tasarısı gerekçeleriyle beraber iç güvenlikle ilgili yasal değişiklikleri ve bazı hizmet alanlarındaki yeni uygulamaları içermektedir. Toplumsal olaylarda kolluk kuvvetlerine geniş yetki tanıyan paketin gerekçesi şu şekilde belirtilmiştir: Son zamanlarda meydana gelen toplumsal olayların terör örgütlerinin propagandasına dönüşmesi, göstericilerin vatandaşlarımızın can güvenliklerini ve vücut bütünlüklerini tehdit etmesi, kamuya ve özel kişilere ait bina, araç ve mallara zarar vermesi, hatta yağma girişimlerinde bulunması özgürlük-güvenlik dengesini bozmadan yeni tedbirler alınmasını zorunlu kılmıştır. Bu bağlamda kolluk kuvvetlerine durdurma, arama ve gözaltına alma, gerektiğinde silah kullanma gibi yetkilerinin verildiği yasa tasarısı Türkiye’de siyasiler ve akademisyenlerce temel hak ve özgürlüklere karışması ve kolluk kuvvetlerine verdiği aşırı yetki nedeniyle tartışılagelmiştir.
Paket ile jandarma İçişleri Bakanlığı’na bağlanacak, il ve ilçe komutanlıkları İçişleri tarafından atanacak, kaymakamlar jandarmanın disiplin amiri olması, vali ve kaymakamın kolluk kuvvetlerine ve memurlara arama yetkisi verme hakkı öngörülmektedir. Polis kolejlerinin kapatılmasını öngören paket ayrıca toplumsal olaylar sırasında çıkabilecek karışıklıklara karşı önlem alınmasını kapsamaktadır. Bu bağlamda, 6-8 Ekim olaylarındaki gibi eylemlerin provoke edilmesini önlemek amaçlı gösterilere taş, demir bilye, sopa, yakıcı ve yaralayıcı madde getirmek ile yüzün bez ve ya maske ile örtülmesi yasak olacak ve kullananlar hapis cezasıyla yargılanabilecek. Molotof silah sayılacak ve kullanılması halinde kolluk kuvvetleri de silah kullanabilecek. Cinsel saldırı ve istismar, uyuşturucu imali ve satımı, fuhuş, polise mukavemet gibi cebir içeren suçlar yalnızca suçüstü durumunda 48 saate kadar gözaltında tutulabilecek. Uyuşturucu satımına cezaların artırılmasını öngören kanun tasarısı İçişleri Bakanlığı’nın yapılandırılmasını, iş sağlığı ve güvenliği, isim, soyad ve ikametgah değişikliğinde kolaylıkların sağlanmasını da içermektedir.
Davutoğlu, paket ile ilgili yaptığı açıklamada akil insanlarla beraber çözüm sürecinin provoke edilmemesi için çalışıldığını belirtti. Provoke amaçlı sanal ortamda paylaşılan yazılara izin verilmeyeceğini dile getiren Davutoğlu uyuşmazlık ve karşılıklı olarak hukukların korunması yönünde tahkim sürecini güçlendirmeyi amaçladıklarını ifade etti.
İç Güvenlik Paketi ve AB Standartları
İç Güvenlik Reformu Paketi ile ilgili siyasi tartışmalarda iktidar partisi paketin AB standartlarıyla uyumluluğunu dile getirirken, muhalefet partilerince uyumsuzluk ön plana alınmaktadır. Bu değerlendirme yapılırken şunu belirtmek gerekir ki, iç güvenlik alanında bütüncül bir AB politikasından söz etmek mümkün değil. Ancak doğal olarak Avrupa İnsan Hakları rejimi normlarına uymak gerekmektedir. Dolayısıyla Paket kapsamında yer alan ve geniş bir yelpazede yayılan uygulamalar konusunda da bütüncül bir AB politikası bulunmamaktadır. İçişlerinde ulusal yasalarını oluşturmada AB ülkelerine yönelik bir kural yoksa da, devletlerin yasa yapmada insan haklarına uyması gerekmektedir.
Avrupa Komisyonu’nca hazırlanan ilerleme raporlarında Türkiye’nin uyuşturucuyla mücadele konusunda önemli adımlar atması beklenmektedir. Türkiye, Kanun tasarısının 5’inci maddesinde sentetik kannabinoidler (bonzai) ve türevlerinin üretimine, ticaretine ve kullanımına yönelik caydırıcılık öngörülmüş ve bu madde hızlı bir şekilde kabul edilmiştir.
2014 İlerleme Raporu’nda soruşturma aşamasında üstesinden gelinemez sorunlar yaratma riski taşıdıklarından, yargılama öncesi verilen tutuklama kararları, arama kararları, malvarlıklarına el konulması, iletişimin dinlenmesi ve gizli görevlilerin atanması ile ilgili olarak getirilen güvencelerin yakından takip edilmesinin gerektiği belirtilmiştir. Dolayısıyla İç Güvenlik Paketi’nde öngörülen değişikliklerin ardından sözlü emirle gerçekleşecek olan aramaların ve öncesinde hakim kararı alınmayan dinlemelerin etkin denetiminin sağlanması amaçlanmaktadır. Ayrıca ilerleme raporlarında savcının kolluk güçleri üzerinde yetkisinin artması ön plana alınırken valilerin adli meselelerle ilgili yetkilerinin artırılması AB normlarına uygun değildir.
Yeni güvenlik paketinde yer alan suçüstü durumunda 48 saate kadar gözaltına alınabilme hakkının benzeri AB ülkelerinde de var. Fransa’da gözaltı süresi savcılığa anında bilgi verilmesi koşuluyla 24 saat iken, savcılığın izni doğrultusunda 24 saat daha uzatılabilmektedir. Bu süre, terör suçunda 6 güne kadar uzayabiliyor. İngiltere’de ise gözaltı süresi 14 güne kadar çıkabilmektedir. Ancak Fransa ve İngiltere’de savcılık izni gerekirken, İç Güvenlik Paketi polise gözaltı yetkisi vermektedir.
İnsan hakları hukuku konusunda çalışan Ankara Üniversitesi’nden Kerem Altıparmak paketin AB normları ile kıyaslanmasını anlamlı bulmamaktadır. “Bir başka ülkede ne olduğu bizim açımızdan hukuken bağlayıcılığı olan bir şey değil. Ama taraf olduğumuz Avrupa İnsan Hakları sözleşmesi (AİHS) ve diğerlerine aykırı davranmamak hukuki sorumluluğumuz. Ben hırsızım başkası da hırsızlık yapıyor mu diyeceksiniz kanun önünde. Almanya ihlal ediyorsa, o da AİHM’de mahkum olur” diyen Altıparmak polise silah kullanma yetkisi verilmesinin ancak çok zorunlu kalınan durumlar için geçerli olmasının AB normlarına uygun olduğunu belirtmektedir.
Türkiye Washington Büyükelçisi Serdar Kılıç ise paketin küresel normlarla uyumunu dile getirmektedir. Tasarının Türkiye’nin uyum yasaları özgürlüğünün AB standartlarıyla aynı çizgide kalmasını getirdiğini ifade eden Kılıç, polisin silah kullanma alanının zorunlu durumlar olduğunu şu sözleriyle ifade etti: “Yeni kanunlar altında kamu güvenliği görevlileri sadece AB’de olduğu gibi okullara, kamu binalarına ve ibadet yerlerine, molotof bombaları, patlayıcılar, yanıcı materyaller ve silahla saldıranlara karşı silah kullanabilecek.”
AB’den Paket ile İlgili Yorumlar
Ülkemizde meclise sunulmasından itibaren tartışmalara neden olan İç Güvenlik Paketi AB tarafından da takip edilmektedir. Paket ile ilgili ilk yorum Avrupa Parlamentosu Türkiye raporcusu Kati Piri’den geldi. Aralık 2014’te Ankara ziyaretinde konuşan Piri kolluk kuvvetlerinin yetkilerinin artırılmasından endişe duyduklarını ve polis şiddetinin sınırlı bir biçimde kullanılması gerekliliğini ifade etti. Polisin şiddeti yalnızca son çare olarak kullanması ve bunun da yasa tasarısında bu şekilde yansıtılması gerektiğini vurguladı.
Şubat 2015’te yapılan komisyon toplantısında AB Genişlemeden Sorumlu Üyesi Johannes Hahn’ın Sözcüsü Maja Kocijancic bir soru üzerine paket ile ilgili konuştu. Vatandaşların güvenliğinin sağlanmasının öncelikli olduğunu ancak temel hak ve özgürlüklere saygılı olunması gerekliliğini vurguladı. Polise geniş yetki verilmesi üzerine, yıllardır AB’nin tüm polis faaliyetlerinin tam denetimi talebinin göz önünde bulundurularak polis faaliyetlerinin denetiminin iyi yapılması gerektiğini belirtti. Sözcü bir başka açıklamasında konuyla ilgili reform paketi hakkında ülkede oluşan gerilimlerden endişe duyduklarını ifade ederken, paketin AB komisyonunca gözden geçirilerek görüşlerinin alınmasına hazır bulunduklarını dile getirdi. Avrupa uzmanlarının görüşlerinin alınmasının önemli olduğunu ve hükümetin görüşme sözü vermesine rağmen önemli yasa değişikliklerinde kendilerine danışılmadığını bildirdi.
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkanı Anne Brasseur Türkiye’ye yaptığı bir ziyaret sırasında İç Güvenlik Paketi ile ilgili görüşlerini bildirdi. “Birçok ülkede yargı kararı olmadan bu tip kanunlar geçirildi. Mesela Fransa’da. Ama siz farklı farklı ülkelerdeki bu kısıtlamaların hepsini alıp üst üste koyarsanız Türkiye’deki yasayı görürsünüz. Bir ülkenin güvenliği garanti altına alma sorumluluğu vardır ama tüm özgürlükleri sınırlamaya gidilemez. Bu büyük bir tehlike.” ifadelerini kullandı.
İnsan Hakları İzleme Örgütü Türkiye temsilcisi Emma Sinclair-Webb hükümetin polis yetkisinin artırmasının endişe verici olduğunu ifade ederken, hükümete insan haklarını güvence altına alma çağrısında bulundu.

Esra DEMİRKAYA
Tuiç Editörü

KAYNAKÇA
http://www.aljazeera.com.tr/haber/avrupa-parlamentosu-ic-guvenlik-paketi-endise-verici
http://www.zaman.com.tr/politika_abden-ic-guvenlik-paketi-uyarisi-temel-haklara-mutlak-uyum-gosterilmeli_2277248.html
http://www.ensonhaber.com/avrupa-birligi-ic-guvenlik-paketinden-endiseliyiz-dedi-2015-02-26.html
http://www.aljazeera.com.tr/haber/akpmden-ic-guvenlik-paketi-elestirisi
http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/02/150217_ic_guvenlik_ab
http://www.ikv.org.tr/ikv.asp?id=796
http://akademikperspektif.com/2015/04/27/ic-guvenlik-paketi-ozgurluk-guvenlik-dengesi-ve-ab-standartlari/
http://www.hurriyet.com.tr/dunya/28686629.asp
http://t24.com.tr/files/skmbt_c35141124103101.pdf

Düşürülen Uçağın Gölgesinde Kalan Gerçekler

Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU*

Türkiye, 2012 yılında “Suriye tarafından vurulduğu” ifade edilen ancak Moskova’nın olaydaki rolünün her daim “karanlıklar içerisinde” kaldığı bir jetinin düşürülmesi sonrası, angajman kurallarını değiştirmiş ve kendi sınırlarına çok yaklaşan “yabancı savaş uçaklarını” vurabileceğine dair bir politika uygulamasına girişmiştir. Bu uygulama, 2012’den bu yana birçok kez gündeme gelmiş ve Suriye Ordusu’na ait Rusya yapımı savaş uçakları ve helikopterlerin, özellikle Hatay’ın güney bölgesinde gerçekleştirebilecekleri “hava sahası ihlallerine” karşı caydırıcı bir taktik olarak görülmüştür. Ne var ki, Rusya’nın Suriye’ye doğrudan askeri müdahalede bulunması ve Türkiye sınırına yaklaşık 45 km. mesafede bulunan Lazkiye’yi operasyon merkezi olarak seçerek, IŞİD ile mücadele bağlamında Türkiye sınırına paralel uzanan Cerablus-Mare Hattı ile Türkmendağı bölgesinde konumlanmış, önemli bir bölümü “El Nusra ve Selefi eğilimli Fetih Ordusu”na da angaje olan Esad karşıtlarıyla mücadele etmeye başlaması Ankara’da ciddi bir tedirginlik yaratmıştır. Zira bu grupların içerisinde Türkiye’ye çok yakın duran ve Suriyeli Türkmenler tarafından kurulmuş “Sultan Abdülhamid Han” ve “Sultan Selim” adlı birlikler de bulunmakta, Türkmenler ağırlıklı olarak bu bölgede yaşamakta ve Özgür Suriye Ordusu içerisinde telakki edilen aktörlerden bazıları da Fetih Ordusu ile ittifak içerisinde Rusya ve Esad’a karşı işbirliği yapmaktadır. Üstelik bu gruplar, Selefi olmalarına ve El Nusra örneğinde olduğu üzere El Kaide şemsiyesi altında dahi görülmelerine karşın, IŞİD’e karşı çıkmaktadır. Tüm bunların yanı sıra, Türkiye’nin, Cerablus-Mare Hattı’nı ne PYD (YPG)’ye ne de Esad yönetimine bırakmak istemediği ve hatta bu bölgeyi “askerden arındırılmış bir güvenli bölge” olarak kontrolünde tutmak istediği de bilinmektedir.

Rusya’nın IŞİD ile mücadele hedefi çerçevesinde Lazkiye’ye yerleşmesi ve IŞİD’in yanı sıra Esad muhaliflerinin konuşlandığı Türkiye sınırına paralel Suriye topraklarını da vurmaya başlaması, Türkiye’nin bölgedeki denetimi Rusya’ya kaptırdığına dair bir görünüm yaratmıştır. Üstelik Moskova, Türkiye’ye mesaj verebilmek ve Suriye’ye yönelik bir askeri hamlesine karşılık vereceğini göstermek için yakın zaman önce Türk hava sahasına yönelik ihlaller gerçekleştirmiştir. Rusya, bu hamlesinin üstünü örtebilmek için Rus savaş uçaklarının navigasyon sistemlerinden ve Hatay-Lazkiye arasındaki bölgenin coğrafi şartlarından dem vurmuş ve Ankara’yı yatıştırmıştır. Ne var ki, Rusya Hava Kuvvetlerine bağlı 2 adet SU-24 savaş uçağının Türk hava sahasını bir kez daha ihlal etmeleri, Rusya’nın “iyi niyeti” konusunda zaten oldukça şüpheli olan ve daha önce belirttiğimiz hususlardan dolayı bölgeden “izole edilmeye” çalışıldığını hisseden Türkiye’nin 2012 yılında ilan ettiği “angajman kurallarına” dayanarak defalarca uyardığı Rus jetlerinden birini düşürmesi ile sonuçlanmıştır.

Aslında böyle bir gelişmenin yaşanabileceğine dair sinyaller bir süreden beri alınıyordu. Rusya’nın havadan, Esad güçlerinin de karadan Türkmenlerin yaşadığı bölgeye saldırmaları hususu, Türk medyası tarafından en fazla işlenen ve toplumsal anlamda da en fazla hassasiyet uyandıran konulardan biri olarak gündemdeydi. Bunun yanı sıra, Rusya’nın geçtiğimiz günlerde Antalya’da düzenlenen G-20 Zirvesi’nde Ankara’yı ve muhaliflere destek veren ülkeleri “ima ederek” IŞİD’e destek veren ülkeler olduğunu ve bu konuda elinde belgeler olduğunu ifade etmesi de önemli bir gelişme olarak görülmelidir. Moskova’nın Cerablus-Mare Hattı’na doğru ilerleyen YPG (PYD) ile temas kurması ve bu örgütün temsilcilerini Moskova’ya davet etmesi de Türkiye’yi oldukça rahatsız eden bir husus olarak masadaydı. Rusya’nın Lazkiye’de kalıcı bir “hava üssü” inşa etmesi ve Suriye Ordusu’nu silahlandırmaya devam ediyor oluşu, Viyana’da sürdürülen “çözüm müzakerelerinin” de başarıya ulaşmayacağının anlaşılması gibi belirtiler de Suriye konusunda farklı kamplarda bulunan Türkiye ile Rusya arasındaki gerginliği daha da arttırmıştır.

Rus jetinin Türkiye tarafından düşürülmesine dair en ilginç detaylardan biri ise hem Türkiye’nin hem de ABD’nin bu olaya son derece hazırlıklı olduğunun görülmesidir. SU-24’ün düşmesinin hemen ardından, Türkiye’nin Bayırbucak Türkmenleri ve angajman kuralları bağlamlı bir savunma stratejisini etkin bir şekilde ortaya koyması, Türk tezinin medya aracılığıyla toplumsal bir meşruiyete yaslanır hale getirilmesi, Türk Genelkurmayı’nın yayınladığı ve Rus uçağının ihlalini açıkça belirten “radar izi” haritası ve Rus uçaklarının defalarca uyarıldığına dair “ses kayıtları” bu durumun açık bir göstergesidir. Yine Türkiye, olayın hemen ardından NATO’yu harekete geçirmiş, örgütün “söylem bazında da olsa” desteğini almış ve hemen ardından da yetkili kişiler üzerinden “sorunu büyütmek istemediklerine dair” açıklamalarda bulunmuştur. Bu tutarlı adımların yanı sıra, Obama’nın Türkiye’nin sınırlarını koruma hakkı olduğunu ifade etmesi ve herhangi bir Rus saldırganlığına karşı, NATO aracılığıyla da olsa Türkiye’nin yanında olacaklarını ifade eder mahiyette açıklamalarda bulunması, Türkiye ve ABD’nin hazırlıklı olduklarını göstermektedir. Öyle ki, saldırının hemen ardından, Rusya Savunma Bakanlığı’ndan önce, Türkiye’nin Rusya’ya ait bir jeti düşürdüğünü “en yetkili kişinin ağzından” ifade etmesi (nitekim aynı uçakları kullanıyor olmalarından dolayı, düşen jet, Suriye Ordusu’na ait olarak gösterilebilir ve gerginlik azaltılabilirdi), Rusya’nın bir kriz çıkması noktasında daha “tedirgin” ve “çekimser” olduğunu, ancak Türkiye’nin bu sorumluluğu almaya hazır olduğunu kanıtlamaktadır.

Peki şimdi ne olacak? Hert şeyden önce şunu belirtmek gerekir. Rusya, Türkiye’ye “doğrudan” bir askeri saldırıda bulunmayacaktır. Her ne kadar, Rusya, Türkiye’den çok daha güçlü bir ülke olsa da; NATO üyesi, devlet geleneğine sahip ve alt etmesi çok zor bir ülke olan Türkiye’yi askeri bir müdahaleyle caydırmak Moskova için kullanışlı bir seçenek değildir. Nitekim Rusya, saldırının hemen ardından, Türkiye ile askeri ilişkileri kesmiş, donanmasında yer alan en büyük savaş gemilerinden birini Lazkiye açıklarına konumlandırmış, Suriye’ye S-400 hava savunma sistemleri gönderme kararı almış ve Rusya vatandaşlarına Türkiye’ye gitmeme çağrısında bulunmuştur. Ne var ki, olay bu kadar sıcak olmasına karşın, daha ileri bir adım atmamıştır. Putin ve Dışişleri Bakanı Lavrov’un “çok sert” açıklamaları ise yalnızca diplomatik gerginliği yansıtan bir hamle olarak görülebilir. Rusya’nın Türkiye’ye karşı ileri sürmeyi planladığı en önemli koz ise, IŞİD’in, Türkiye ile petrol ticareti yaptığı ve Türkiye’nin IŞİD’e destek verdiğini iddia eden “belgeler” olacaktır. Zira böyle bir hamle, Türkiye’yi dünya kamuoyunda çok zor bir duruma düşürebileceği gibi, yönetim kademesinde bulunan isimlerin “insanlığa karşı suç”, “savaş suçu” ve “uluslararası teröre destek” gibi suçlamalarla karşı karşıya kalmalarına ve Türkiye’nin BM başta olmak üzere uluslararası arenada diplomatik/siyasal anlamda köşeye sıkışmasına yol açabilecektir. Putin’in Türk Hükümeti’ni ülkeyi “İslamileştirmekle” suçlaması da, muhtemelen yapacağı suçlamanın öncesinde uluslararası kamuoyunda ve hatta Türkiye içerisinde dahi, Türkiye’ye yönelik farkındalık yaratma çabası olarak görülmelidir.

Rusya, “doğalgaz bağımlılığı” hususunu kullanmayacağını “şimdilik” kaydıyla ifade etmiştir. Moskova, gelişmelerin alacağı yöne göre bu konuda tavrını değiştirebilir. Türkiye’nin doğalgaz anlamında %55, petrol anlamında %35 bağımlı olduğu Rusya, Ankara’nın, Almanya’nın ardından ikinci büyük ticaret ortağıdır. İki ülke arasındaki ticaret hacmi yıllık 30 milyar doların üzerindedir. Türkiye, elektriğini de önemli oranda “doğalgaz çevrim santrallerinden” ürettiği için, Rusya’nın doğalgaz alış verişini kesmesi durumunda sanayi, aydınlatma ve ısınmada önemli sorunlarla karşı karşıya kalabilecektir. Yine Rusya, tıpkı ticaret hacminde olduğu gibi, turizmde de Almanya’nın ardından ikinci sırada yer almaktadır. Uçağın düşmesinin ardından gelen rezervasyon iptalleri ve Lavrov’un Türkiye’ye gidilmemesi yönlü uyarıları, bu sektörde işlerin kötüye gitmesine neden olabilir. Türk ve Rus yatırımcıların birbirlerinin ülkesinde karşılıklı olarak yaptıkları 20 milyar doların üzerinde hesaplanan “yatırımları” da, mevcut sorun çözülmediği ve tırmandırıldığı takdirde olumsuz etkilenecektir. Türkiye’nin Rusya’ya yaptığı ve dış ticaretinde önemli bir yeri olan “gıda ihracatı” ise daha şimdiden tehlike sinyalleri vermeye başlamıştır. En önemli hususlardan biri ise Rusya’nın Mersin-Akkuyu’da inşa ettiği Türkiye’nin ilk nükleer santralinin geleceği meselesi olacaktır. Bu konuda henüz “olumsuz” bir tavır takınılmamış olmasına karşın, iki ülke arasındaki gerginlik sürdüğü müddetçe Ankara’nın bu konuda Moskova’ya güvenmesi pek mümkün olmayacaktır. Benzer bir durum, Putin’in ısrarla gerçekleştirmek istediği ve Türkiye’nin de destek vereceğini belirttiği Karadeniz-Türkiye-Avrupa geçişli “Türk Akımı Doğalgaz Boru Hattı Projesi”nin geleceği için de söz konusudur. Rusya’nın, bundan sonraki süreçte Suriyeli Kürtler üzerinden PYD (YPG) eliyle Türkiye’nin tezlerine zarar verebilecek işbirliği olanaklarına daha sıcak bakması ihtimalinin kesinlik kazandığı da üzerinde durulması gereken bir diğer faktördür.

Rusya için Türkiye “oldukça karlı” bir pazardır ve an itibarıyla bu pazardan vazgeçmeyi düşünmemektedir. Ne var ki, Rus Hükümeti’nin, Türkiye’ye karşı “ekonomik ve ticari anlamda” değil ama toplumsal/siyasal ve diplomatik anlamda bir yıpratma stratejisi yürüteceği ve bu stratejinin en önemli unsurlarının ise “IŞİD’e yardım iddiası”, “artan İslamileşme” ve “turizm için güvenli olmayan ülke” gibi faktörler üzerinden şekillendirileceği anlaşılmaktadır. Rusya, bu strateji çerçevesinde eski Sovyet coğrafyası başta olmak üzere geniş bir alanda diplomatik, kültürel ve siyasal etkinliğini göstermeyi planlamaktadır. Bu olay, Türkiye açısından ise, şu hususların altını çizmektedir. Her şeyden önce, Türkiye bir “hava savunma sistemine” kavuşmalıdır. Bunun yanı sıra, Türkiye’nin, gerektiği anda kullanılmak üzere, silah taşıyabilen insansız hava uçaklarından ve Rus donanmasının envanterinde bulunan ve Lazkiye’ye de gönderilen füze savunma sistemi taşıyabilecek büyük çaplı savaş gemilerinden (destroyer ve firkateynler) edinmesi gerekmektedir. Türkiye açısından üzerinde durulması gereken en önemli sonuç ise, dış politika yaklaşımının bir sorun, ülke ya da faktöre neredeyse tamamıyla entegre edilmemesi hususunun altının “oldukça kalın” çizgilerle yeniden çizilmiş olmasıdır.

*Giresun Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü.

Myanmar Demokratik Bir Dönüşümün Eşiğinde

Güneydoğu Asya’nın meşhur “Muson Yağmurları”nın dahi temizleyemediği kan banyolarına sıklıkla sahne olmuş ülkelerinden biri olan Myanmar (sömürge dönemindeki ismiyle Burma ya da Birmanya) kritik önemi olan bir seçime sahne olmuştur. Siyasi tarihi askeri darbeler, ülkeyi bu darbeler ile karşı karşıya bırakan silahlı çatışmalar ve iç savaş ile yazılmış olan Myanmar, 50 yılı aşkın bir süredir “kesintisiz” olarak ordunun bizzat ya da dolaylı yoldan yönetimine sahne olmaktadır. Nitekim 1962 yılından 2011 yılına kadar geçen süreç, Myanmar Ordusu’nun doğrudan yönetimine sahne olurken; 2011 yılından bu yana da “ordunun desteğine sahip” ve eski bir general olan Thein Sein’in devlet başkanlığında Dayanışma ve Kalkınma Partisi (USDP) ülke yönetimini “ordu” ile birlikte gerçekleştirmektedir. 8 Kasım 2015 Pazar günü ise ülke tarihinde önemli bir dönüm noktasını oluşturmuştur. Zira bu tarihte, 25 yıl aradan sonra ilk kez “nispeten özgür ve demokratik” bir seçim yapılmasına izin verilmiş ve ülkedeki en önemli muhalif hareket olan Aung San Suu Kyi’nin liderliğindeki “Demokrasi için Ulusal Birlik Partisi (NLD)” başta olmak üzere toplam 91 adet siyasi partinin “parlamento ve bölge meclisleri”nin belirleneceği “genel seçimlerde” yarışmasına izin verilmiştir.

Myanmar, stratejik anlamda çok önemli bir bölgede yer almaktadır. Andaman Denizi ile Bengal Körfezi arasında bir noktada bulunan ülke, Çin ve Hindistan gibi iki “küresel güç” ile sınır komşusu konumundadır. Bangladeş, Laos ve Tayland ise ülkenin diğer komşularıdır. Bengal Körfezi-Andaman Denizi geçişini kontrol ettiği için, özellikle Çin’in deniz ticaret filosunu ve enerji aktarım hattını kontrol etme imkânı sunan Myanmar, aynı zamanda dünya toplam ticaret filosunun yarıya yakınının kullanmak zorunda olduğu “Malakka Boğazı”nı da yakından takip etme kabiliyetine sahiptir. Myanmar, aynı zamanda Çin’in tehdit algıladığı güney sınırının bir bölümünü oluşturduğu için Pekin’in “güvenlik algılamasında” çok önemli bir yere sahiptir. Çin, bu ülkenin her daim kendi müttefiki olmasını istemekte ve bu bağlamda Naypyidaw’a baskıda bulunmaktadır. Myanmar, Soğuk Savaş boyunca Çin’in müttefiki olmuştur. Son yıllarda ise bu görüntü değişmektedir. Nitekim Soğuk Savaş döneminde ABD ile Çin arasında SSCB’ye karşı kurgulanmış olan bölgesel işbirliği sona ermiştir. ABD, en önemli rakibi olarak gördüğü Çin’e karşı Güneydoğu Asya’da müttefik kazanma yolunu tercih etmekte ve bu çerçevede Pekin’in “güvenlik bölgesinde” yer alan Myanmar, Washington için önemli bir potansiyel olarak görülmektedir. ABD, Myanmar’ı ekonomik ve ticari anlamda önemli bir merkez haline getirerek, bu ülkeyi, Çin’e karşı uyguladığı “bölgesel çevreleme” stratejisinin önemli bir halkası yapmak istemektedir. Bunun için ise, Myanmar’daki otoriter askeri yönetimin sonlanmasını ve demokratik bir yönetim anlayışının oluşturulmasını şart koşmaktadır. Myanmar, tarihsel ve siyasal anlamda Çin’den pek hazzetmemektedir. Ülke tarihi, çeşitli isimler altında Çin ile yapılan siyasal mücadeleler ve 19. yüzyıldan itibaren teşkilatlandırılan “İngiliz sömürge yönetimi” ile anlamlandırılabilir. Şimdi, kıta dışı bir aktör tarafından (ABD), kendisi için her daim büyük bir tehdit olmuş Çin’e karşı “stratejik bir işbirliği” seçeneği sunulmuş olması ve üstelik bu teklifin bir parçasının da ekonomik ve sosyal gelişmeyi hızlandıracak bir şekilde kurgulanmış olması, Myanmar Ordusu tarafından olumlu olarak görülmektedir. Ordu, demokratik dönüşüm sürecini bizzat kurgulayarak, ülke içerisindeki rolünü “olumlu” anlamda dönüştürmek istemekte ve bunun yanı sıra ülkenin siyasal işleyişinde kendisine ait ve toplumsal manada meşrulaştırılmış “özerk” bir yer edinmeye çalışmaktadır. Washington da bu yönde Myanmar’a ciddi destek vermektedir. Öyle ki, ülkede medyaya uygulanan baskı ve sansür engellenememesine, başta Rohingyalı Müslümanlar (Arakanlı Müslümanlar) olmak üzere etnik ve dini azınlıkların büyük bir bölümüne seçme/seçilme hakkı tanınmamasına, ifade ve örgütlenme özgürlüğüne yönelik baskılara ve “Nobel Barış Ödülü” sahibi muhalif lider Aung San Suu Kyi başta olmak üzere birçok muhalif isme karşı gerçekleştirilen “hukuk dışı” uygulamalara karşın, ABD’nin Myanmar’a olan desteği devam etmektedir.

Myanmar genel seçimleri, ülke parlamentosunun alt ve üst kanatlarını oluşturan 664 milletvekilliğinin yanı sıra, eyalet ve bölge meclislerinin üyelerinin de yeniden belirlenmesini sağlayacaktır. Seçilecek milletvekilleri 5 yıl görev yapacaktır. Ülkenin 51 milyon olan nüfusunun, oy verme yeterliliğine sahip 30 milyonunun Seçim Komisyonu’nun açıklamasına göre %80’i “oy kullanarak” irade beyanında bulunmuştur. Parlamentonun %25’i (166 sandalye) ise Myanmar Ordusu tarafından tespit edilecek isimlere ayrılmıştır. Yani bu sandalyeler “doğrudan atama” yöntemiyle tespit edilecek ve ordunun siyasal işleyişteki belirgin rolünü yansıtacaktır. Rohingyalı Müslümanların yaşadığı Arakan Eyaleti başta olmak üzere, çok büyük bir bölümünde Budist olmayan ya da Myanmar Ordusu ile “iyi geçinemeyen” etnik azınlıkların yaşadığı 300 seçim bölgesinde yaşayan insanlara “seçme ve seçilme hakkı” verilmediği için, bu bölgeler seçimlerin dışında tutulmuştur. Rohingyalı Müslümanlar, Myanmar tarafından, “Bangladeş’ten gelen mülteciler” olarak görülüp, onlara “vatandaşlık hakkı” dahi verilmemesi ve ülke toplumunun büyük bir bölümünü oluşturan Budistlerin de bu durumu onaylıyor olması, Myanmar Ordusu ve Thein Sein’in başkanlığındaki hükümetin elini rahatlatmaktadır. Başkanlık sistemi ile yönetilen ülkenin anayasasına göre, parlamentodaki koltuklardan 3’te 2’den fazlasını kontrol eden parti, hükümeti kurmaya ve devlet başkanını belirleme yetkisine sahiptir. Seçimlerde yarışan 91 parti içerisinde toplum tarafından “en muteber” görülenleri Aung San Suu Kyi’nin lideriğini yaptığı Demokrasi için Ulusal Birlik Partisi (NLD) ile devlet başkanı Thein Sein’in liderliğindeki, Myanmar Ordusu destekli Birlik, Dayanışma ve Kalkınma Partisi (USDP)’dir. Ne var ki, NLD iktidara gelse dahi, ordunun kontrolü bu partiye devretmeyeceğine ve tıpkı 1990’daki “nispeten özgür” seçimlerde olduğu gibi kontrolü yeniden ele alıp, Suu Kyi başta olmak üzere birçok muhalif ismi “ev hapsine alacağına” (Suu Kyi, 20 yıl kadar ev hapsinde yaşamıştır) ya da “sürgüne göndereceğine” dair bir korku da yaşanmaktadır. Zira ABD başta olmak üzere, Batılı ülkelerin ciddi desteğine sahip olan Aung San Suu Kyi ve partisi NLD’nin, tıpkı 1990 seçimlerinde olduğu gibi, seçimlerden zaferle çıkması beklenmektedir. Myanmar Ordusu, bu gerçeğin farkında olduğunu gösterecek şekilde, ülke anayasasını yeniden yazarken, “eşi” ya da “çocukları” yabancı bir ülke vatandaşı olan isimlerin devlet başkanlığı koltuğuna oturamayacağına dair bir ibareyi metne eklemiştir. Bu maddenin, vefat etmiş olan eşi ve iki çocuğu “İngiltere vatandaşı” olan Aung San Suu Kyi’nin devlet başkanlığını engellemek için konduğu konusunda hiçbir şüphe bulunmamaktadır. Yani, Suu Kyi ve partisi seçimlerden zaferle çıksa ve Myanmar Ordusu da Genelkurmay Başkanı Ming Aung Hlaing’in “söz verdiği gibi” sürece müdahil olmasa dahi, Suu Kyi değil, onun ve partisinin tespit ettiği bir isim devlet başkanlığı koltuğuna oturmak zorunda kalacaktır.

Bu satırlar yazıldığı esnada seçim sonuçları henüz açıklanmış değildi. Ne var ki, bahsedilen şartlar altında dahi Aung San Suu Kyi ve partisi NLD’nin seçimleri kazanacağı ortadadır. Önemli olan ise Myanmar Ordusu’nun “söz verdiği” gibi sonuçları kabul edip etmeyeceği gerçekliğidir. Eğer, ordu sonuçları içerisine sindirir ve kendi yazdırdığı anayasada tanımlanmış “özerk” konumu kabul edip siyasete olan müdahalesini sınırlandırırsa Myanmar’daki “demokratik dönüşüm” anlamında dramatik bir adım atılmış olacaktır. Kuşkusuz bu durum, ülkeyle olan ilişkilerini Myanmar Ordusu ile kurduğu bağlar üzerinden şekillendiren Çin’in işine gelmeyecektir. Pekin, güney güvenlik kuşağına Washington tarafından yapılan bu müdahalenin “boşa çıkması” için, ordunun yeniden siyasete müdahale etmesini isteyecek ve orduyu bu yönde “cesaretlendirebilecektir”. Zira böylece, olabildiğince demokratik bir Myanmar arzulayan Washington ile Naypydaw’ın arası yeniden açılabilecek ve ABD’nin Çin’e karşı kurgulamak istediği “çevreleme stratejisi”nde bir boşluk doğabilecektir. Arakanlı Müslümanların (Rohingyalılar) statüsü ise, kısa/orta vadede değişebilecek gibi görünmemektedir. Zira seçimleri kazanması beklenen Suu Kyi ve onun destekçisi ABD’nin önceliği, Arakanlı Müslümanlar değildir.