Home Blog Page 252

Küba Ekonomisi Üzerine

2

”Patria o muerte”; ”anayurt ya da ölüm”mottosu üzerine bir düzen kuran Küba, Temmuz 1959’dan beri kendinden taviz vermeden mütevazi denecek bir büyümeyle ilerleyen tek partili komünist bir yönetim altında sosyalist yaşamı benimsemiş bir ada ülkesidir.

Yüzölçümü 110.861 km2 olan Küba’da toplam nüfus 11.2 milyondur.[1] Uğradığı istilalar nedeniyle toprağında birden fazla etnik grubu barındıran Küba halkının %50 ye yakın kesimi melez, %40’ı Avrupa kökenli olup geri kalan kısmı Çinliler ve Afrikalılardan oluşuyor. Uzun yıllar İspanya’nın sömürürüsüne maruz kalan devletin resmi dili İspanyolcadır. Kişi başına gelirin günlük ortalama 2$, yıllık ise 1700$ olduğu ülkede işsizlik oranı ise %1.9 ‘dur.[2]

Ülkenin ekonomisine yön verilmesi Kolomb’un Küba’yı keşfetmesiyle başlamıştır. Keşifle beraber İspanya’nın parçası ilan edilen ülke, bu dönemden itibaren sömürgelere maruz kalmış olup; Amerika-İspanya arası çekişmeler neticesinde 1898’den 1959’a kadar ABD emperyalizmi altında zor koşullarda yaşamıştır. 1959’da ABD kontrolü altında İspanya tarafından yönetilen halk sosyal alanda baskılara dayanamamış ve 26 Temmuz 1959’da aralarında Ernesto Guevera, Jose Martinin de bulunduğu Fidel Castro önderliğinde ekip ile İspanya-Batista yönetimini devirmiştir. Devrimle beraber yönetimin başına geçen geçen Castro 2006’ya kadar tek başına ülkeyi yönetmiş ancak hastalığı nedeniyle yönetimi kardeşi Raul Castro’ya devretmiştir. 1959’dan beri ülkede tek siyasi parti; Küba Komünist Partisi’dir. Küba’nın  SSBC ile ilişkilerin iyi olması  ABD ile gergin olan iplerin kopmasına neden olmuştur.

 Devrim sonrası; devrime son derece karşı çıkan ABD,  ticari ve ekonomik alanda Küba’ya ambargo uygulamıştır. Ekonomik anlamda müttefiği olan SSBC’nin 1991 yılında dağılması ise  Küba’yı zor duruma düşürmüş, 1990 itibariyle ekonomik daralma başlamış ve 1993’te %14.9’luk negatif büyümeyle dibi yaşamıştır. [3] Bu nedenle temel ihtiyaçlarını (sabun, diş macunu vb…) ithal edemeyen ülkede zamanın 50 yıl öncesinde durduğu mütalaa edilir.

ABD ile ilişkilerinin ”esnekleştirilmeye” gidildiği son dönemde konuşulan Küba devrim sonrası Washington tarafından teröre destek veren ülkeler listesine alınmıştı. Ne var ki Washington geçtiğimiz  mayıs ayında Küba’yı listeden çıkardığını ilan etmiş ve birtakım kısıtlamaların kaldırılacağını duyurmuştur.-Peki bunun arkasında yatan neden nedir? Bu ayrı bir tartışma konusudur.- Ancak ekonomi alanında yeniliklerin geleceği bir gerçektir.

IMF, Dünya Bankası gibi ‘Washington’ kurumlarına üye olmayan Küba ILO, G77, UNESCO kuruluşlarına üyedir. IMF’ye borcu olmayan nadir ülkeler arasında yer alıyor.

Düşük ücret ve kişi başına gelire sahip Küba, kendisinden daha yüksek gelirli ülkelerde yapılan sosyal harcamalara kıyasla bir hayli önde sosyalist politika izliyor. Tüm ekonomik sıkıntılara rağmen sosyal harcamalarda kısıtlamaya gitmeyen Küba özellikle kamu harcamalarını sağlık ve eğitim hizmetlerine aktarıyor. Yoğun kısıtlamalara rağmen sosyalist tavır izlemesiyle sağlık ve eğitim harcamalarından taviz vermeyerek İnsani Refah Endeksi (HDI) yüksek olan ülkeler arasında yer alıyor. 177 ülke içerisinde 0.81 değeriyle 44. sırada yer alan Küba, 69. sırada olan Türkiye’yi geride bırakıyor.[4]Bunun yanı sıra Okuma oranının %99.8 olduğu Küba’da eğitim zorunlu ve ücretsizken ‘‘Yo Si Puedo’’ ‘‘Evet başarabilirim’’ sloganıyla eğitim için geliştirdikleri metotla UNESCO tarafından 5 kez ödüle layık görülen Küba artık bu metodu kullanmıyor, çünkü ülkede okuma yazma oranı en üst seviyeye ulaşmış durumda. Aynı zamanda sağlık hizmetlerini de ücretsiz sağlıyor. Tıpta ileri olan ülkelerden biri olan Küba çevre ülkere sağlık görevlileri yollaması ile sadece kendi ülkesine değil diğer ülke vatandaşlarına da sosyalist bir tavır izliyor. Gösterdiği sosyalist programlarla Dünya Doğa Fonu (WWF) tarafından sürdürülebilir kalkınmanın gerçekleştiği ilan edilen Küba düşük ekonomik seviyeye rağmen dünyanın en mutlu insanlarının yaşadığı yerlerden biri olarak anılıyor.[5]

Benzer durumu yaşayan ülkelere nazaran daha iyi bir refah seviyesinde olan Küba bu durumu ‘sürdürülebilir tarım’a borçlu. Hem daralmayı durdurup hem de yeni bir teknoloji üretmeksizin ilerleme sağlayan sistem devlet, halk birliği ile yürütülüyor. Peki, nedir bu sürdürülebilir tarım? Halk arasında hydroponics olarak adlandırılan bu sistem tarımda bir dizi reformu içeriyor. 1959’dan itibaren ticari ambargo nedeniyle, kısıtlı sermayeye sahip Küba hükümeti tarımda ilerleme için kapsamlı bir çalışma ile yürütülen reformlar devlet desteği ve anayasa ile politika haline getirildi ve tarımsal alanın verimli kullanılması için seferberlik ilan edildi. Sürdürülebilir kalkınma özünde; kısıtlı olan topraktan en üst seviyede verim almayı hedefleyen bir politikadır. 3R kuralı olarak geçen bu politikalar; reduce,reuse ve recycle yani; azalt, yeniden kullan ve geri dönüştür ilkeleri üzerine temellendirilir. Daha az makineleşme ve daha az kimyasal ürün kullanılmasıyla doğal çevrenin tahribi azalarak topraktan sürdürülebilirlik sağlanmak hedeflenir. Nitekim Küba 1989 yılında 22.000 ton olan kimyasal ürün kullanımını 2010’da 560 tona indirerek nihai hedefe ulaşmıştır.[6]  Yeni bir teknoloji kullanılmamasına rağmen farkındalık yaratarak gerilemeyi durdurmakla kalmayıp ekonomiyi sosyal alanda halk tabanına indirgemeyi başarmıştır.

Kesimler arası yüksek eşitsizlik yerine düşük ücretler de olsa işsizlik oranını azaltarak ortak bir paydaya ulaşan Küba en temel gereksinimlerden yoksun olsa dahi meselenin zihniyet dönüşümü meselesi olduğu konusunda en önemli örneklerden biridir. Neoliberal düzenin her alanda hâkim olduğu dünyada sosyalist kalan tek kale olarak adlandırılan Küba lideri F.Castro ise yaptığı bir konuşmada durumu şu şekilde özetliyor : ”Gerçek olan şu ki; insan sermayesi, maddi sermayeden çok daha önemlidir. İnsan sermayesi, salt bilgi değil aynı zamanda ve bilhassa bilinç, ahlak, dayanışma, insâni duygular, özveri ve çok az şeyle çok şey yapabilme kapasitesini sağlar.”

Seda AYDIN

Kocaeli Üniversitesi- İktisat Bölümü  Yüksek Lisans Öğrencisi

[1]http://data.worldbank.org/country/cuba [Erişim:15.11.2015]

[2,6] http://www.eleconomista.cubaweb.cu/2015/nro497/transformacion.htmlden alınmıştır [13.11.2015]

[3] UNECO http://whc.unesco.org/en/statesparties/cu ‘dan alınmıştır [Erişim:15.11.2015]

[4]Human Development Index http://hdr.undp.org/en/data ‘den alınmıştır [Erişim :13.11.2015]

 [5]UNESCO http://whc.unesco.org/archive/2013/whc13-37com-20-en.pdf ‘dan alınmıştır [Erişim:15.11.2015]

 

 

Gerilla Savaşı ve PKK Terör Örgütü

Gerilla savaşı, gayri nizami harbin temel biçimlerinden biri olarak 20. yüzyılda teori halini almış olup; özellikle cephe savaşına maruz kalmadan vur-kaç taktiği ile icra edilen özel bir savaş yöntemidir. Son yüzyıl içerisinde kavram, üç alt kategoride kendini göstermiştir: İşgalci güçlere karşı, mevcut rejime karşı ve beşinci kol faaliyetleri.

“İyi strateji, antropoloji ve sosyoloji bilgisi gerektirir.”
                                                                     Bernard Brodie

Kavram ilk olarak, 1800’lü yılların başında İspanya’da Napolyon’un işgalci kuvvetlerine karşı yıpratma savaşı veren gerillalar (guerillas) ile birlikte literatüre girmiştir. Gerilla savaşı ise mevcut rejimlere karşı verildiğinde politik yönü ağır basmakta olan; beşinci kol faaliyeti olaraksa daha çok düşman ülkelerde gerçekleştirilen, düşük yoğunluklu ve yıpratma niteliği ağır basan savaşlar dizisini ifade etmektedir. Osmanlı döneminde Lawrence’in, Arabistan topraklarında Türklere karşı gerçekleştirdiği yıpratma faaliyetleri, beşinci kol faaliyeti niteliğindeki gerilla savaşının en nizami örneklerinden biridir. Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti Devleti toprakları üzerindeki PKK Terör Örgütü’nün yürüttüğü gerilla savaşı ise politik yönü ağır basan tipik bir rejim karşıtı ayaklanmadır.

20. yüzyıla kadar çaresizlik nedeniyle girişilen eylemler olarak görülen gerilla savaşları; bu tarihten sonra teorileşmiş, belirli ve etkili bir yöntem olarak askeri mecralarda yakından takip edilmiş ve sosyal bilimlere de bu anlamda konu olmaya başlamıştır.

Gerilla savaşı ifa eden ekiplerin temel karakteristiği, halkın arasına gizlenmeleri ve esnek zamanlı olarak faaliyet göstermeleridir. Zira bu sayede fazla yiyecek ve ikmale ihtiyaç duymayan gerillalar, toplu hedef haline gelmez ve beklenmedik vakitlerde ani baskınlar yemezler. Diğer yandan büyük ses getiren ani baskınlar yoluyla propaganda yapabilir ve topluma korku salabilirler. Örneğin PKK Terör Örgütü, çatışma yoğunluğuna göre sayısı 500 ila 5000 arasında değişen, halkın arasında barınan, ani baskınlar yoluyla karşı tarafa zayiat veren ve bu zayiatlar üzerinden propaganda yapan bir yapılanmaya sahiptir.

Bu tip örgütler; İngiliz Generali “Rupert Smith” tarafından askeri literatüre kazandırılan “rizomatik komuta sistemi”ne sahiptir. Öyle ki bu tip yapılar; düzenli ordulardaki hiyerarşik sistem yerine daha çok doğrusal olmayan ve merkeziyetçilikten uzak bir örgütlenme şemasına sahiptir. Zira hiyerarşik sistem, komuta zincirindeki kopma ihtimalleri sebebiyle oldukça hassas ve kırılgan iken; rizomatik sistem, önceden belirlenmiş bir örgüt yapısına sahip değildir ve ayrı gruplardan oluşmuş yatay bir dizgeyi ifade etmektedir. Bu anlamda her hücrenin birinci önceliği, kendi güvenliğini sağlamaktır. Bu sebeple bireyler arasında görev farklılaşması vardır. Merkez ise sadece genel bir yönlendirme yapar. Düzenli orduların bu tür yapılarla savaşmasının en uygun yolu, halkın bu tip gerilla hareketlerine tahammülünün en uç noktalara geldiği anda hareket geçmesidir. Bu süreç içerisinde ayrıca örgütün lojistik desteği kesilmeli ve hücrelere sızılmalıdır. Aksi takdirde uyuyan hücreler, hareketli hale gelecek, karşı-saldırı amacıyla yeni eylemler aktif hale getirilecektir.

Gerilla Savaşı ve PKK Terör Örgütü

Temel olarak gerillaların iki büyük silahı bulunmaktadır: İdeoloji ve uzun vadede kazanan tarafın kendisi olacağına dair inanç. Bu anlamda, gerilla ile savaşta da bu temeller esas alınmalıdır. Ancak bu iki düşünce yıkıldığı zaman gerilla savaşı yürüten ve görece zayıf olan tarafın hızla çözülmesi sağlanabilir. Bu çerçevede temel aksiyon noktası, gerilla savaşı yürüten hasmın tamamen imha edilmesi değil; savaşın yürütüldüğü çevredeki halkın desteğinin kazanılmasıdır. Zira ancak halkın desteği kazanıldığında gerilla savaşı yürüten hasım tecrit altına alınabilir. Çünkü kaybedilen asker geri gelebilir ama kaybedilen halk, asla! Bu sebeple de, PKK Terör Örgütü’nün nemalandığı çevrelerdeki halk ile devlet güçlerinin yakın temas halinde olması elzemdir. Ancak bu yolla dağa çıkanların sayısı azaltılabilir ve örgüte destek kesilebilir.

Diğer yandan söz konusu savaşı yürüten tarafların bir diğer önemli taktiği ise konvansiyonel anlamda güçlü olan karşı tarafın ölçüsüz şiddet uygulamasını sağlayarak, bunun propagandasını yapmaktadır. Bu sayede gerillalar halkın desteğini sağlayabilirler. Bu sebeple, gerillalara karşı şiddet daima sınırlı tutulmalı ve yerel istihbarat öncelikli hale getirilmelidir. Çünkü ancak bu sayede hasım gerillaların propaganda yoluyla iç ve dış destek alması engellenir ve tecrit edilmesi sağlanır. Yalnız, halkın bölgeden tecrit edilerek gerilla örgütlerine destek vermesinin engellenmesi faydadan çok zarar getirecektir. Zira tecrit edilmesi gereken halk değil, gerillalardır. Bu anlamda hiçbir suretle, bölge halkının yerleri değiştirilmemeli ve değiştirilmesine de engel olunmalıdır. Zira göçler, tarihte her daim mutluluk ve huzurdan çok acı ve keder sebebi olagelmiştir. Ayrıca ölçülü şiddet yöntemleri geliştirilerek, örgütün eline propaganda amaçlı koz verilmemelidir. Aksi takdirde tüm kazanımlar heba olacaktır.

Kitlesel ya da konvansiyonel savaştan farklı olarak gerilla savaşının belirli bir zaman aralığına sıkıştırılması beklenemez. Ancak gerilla savaşı yürüten hasmın tüm faaliyetlerinden tamamen vazgeçmesine kadar savaşın sürdürülmesi esastır. Aksi takdirde hasım, özellikle gerilla savaşı yürütmenin zor olduğu kış dönemlerinde barış çağrısı yaparak mevzi kazanmaya ve toparlanmaya çalışacaktır. PKK Terör Örgütü’nün her sonbahar döneminde barış çağrısını yinelemesi ve ilkbahar ile birlikte eylemlerine hız vermesinin temel sebebi bu sosyo-meteorolojik etkendir. Bu anlamda mevsimsel koşullar, gerilla savaşında özellikle dikkate alınmalıdır.

20. yüzyıl ile birlikte gerilla birlikleri, eskisinden çok daha fazla, kalabalık olan bölgelerde ve son dönemde özellikle kentlerde üslenmektedir. Bu anlamda kent çatışmaları yoluyla gerillaların öldürülmesi sırasında doğacak ve artacak sivil ölümler, kitlesel infialden başka bir şey yaratmayacaktır. Irak’taki Amerikan işgaline karşı oluşan direnişin bir sebebi de bu durumdur. Diğer yandan gerillalara karşı tüm sathı savunmak, sabit kalmak ya da rutin operasyonlar düzenlemek de makul değildir. Zira gerillalar, rutini gözlemleyerek, oluşan yeni duruma göre kısa sürede gerekli tedbirleri alan esnek yapılardır. Bu sebeple de en iyi yöntem, bölgeyi yakından tanıyan uzmanlardan oluşan profesyonel ve hareketli birliklerin kurulmasıyla, hasım tarafların sahada manevra kabiliyetlerinin asgari düzeye indirilmesidir. PKK Terör Örgütü ile savaşta; bölgesel bilgi ve kabiliyetleri ile dilsel yetenekleri üst düzeyde olan yeni profesyonel birliklerin kurulması bu açıdan önemlidir. Hafif ama hareket kabiliyeti yüksek olan bu özel eğitimli ve hareketli birlikler ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti; sivil ölümlerin sebebi olmaktan uzak durarak, yerel ya da bölgesel çapta sivil bir infiale mahal vermeyecektir. Ayrıca örgütün gözlem yapma kabiliyetini azaltarak manevra kabiliyetini de sınırlandırabilecektir.

Gerillaların bir diğer taktiği özellikle hükümet temsilcilerinin öldürülmesi yoluyla halk nezdinde korku salınması ve hükümetin sindirilmesidir. Bu yönüyle gerilla savaşları aynı zamanda “psikolojik savaşlar” olarak da nitelendirilmektedir. Zira gerilla savaşlarında kazanan, daha fazla öldüren değil; daha fazla yıpratandır. Güney Kıbrıs Bölgesi’nde Birleşik Krallık’a karşı çatışan EOKA güçlerinin, Kıbrıs Rum Kesimi’nde yer alan Krallık askerlerinin çekilmesini sağlaması bunun en somut örneğidir.

Kısacası, 20. yüzyıl ile birlikte önemli bir savaş taktiği olarak literatüre giren ve sömürgecilik ile birlikte yükselen gerilla savaşı; I. Dünya Savaşı ile zayıflayan devlet örgütlenmeleri sonucu en olgun çağlarını yaşamıştır. Ancak özellikle II. Dünya savaşı sonrası devlet yapılanmalarının güçlenmesi, sosyal devlet anlayışının genişlemesi ve gerilla savaşı yürüten gerillaların somut bir gelecek önerisinin olmaması, bu düşünce tarzının itibar kaybetmesine neden olmuştur. Ayrıca istihbarat birimleri yoluyla birçok devlet, örgütlenme yapısının içerisindeki kontr-gerilla mekanizmalarını güçlendirmiştir. Yine de bu durum, Sovyetler’in Afganistan’da ve ABD’nin Irak’ta direnişi sona erdirmesini sağlayamamıştır. Bunun temel sebebi ise söz konusu kavramın sadece askeri bir anlam ifade etmeyip; antropolojik, sosyolojik ve kültürel analizlere tabi tutulması gerektiğidir. Zira terörü tamamen sona erdirerek, terörle savaşa giden kaynakların eğitim ve sağlık gibi tüm halkın faydalandığı diğer alanlara kaydırılması için konunun bir de bu açıdan ele alınması gerekmektedir.

Deniz TÖREN

Yıldız Teknik Üniversitesi
Yüksek Lisans Öğrencisi

Kara Altın

Kara Altın

Kara Altın: Film, sarı kuşak bölgesi olarak adlandırılan bölge için yaşanan anlaşmazlığın çözüm yolu olarak Sultan Amar’ın iki oğlundan birini Emir Nesib’e esir vermesi ile başlar. Aradan 15 yıl geçer ve bir gün Amerikalılar gelir. Emir Nesib’e sarı kuşakta petrol olduğunu ve bu sayede çok para kazanabileceğini söyler. Ancak Sultan Amar ile yapılan anlaşmaya göre sarı kuşakta hiçbir tarafın hükmü artık geçerli değildir. Petrolün sağladığı para ve imkânlarla Emir Nesib kütüphane yaptırır ve bölgesini geliştirir. Sultan Amar ise Batı’dan gelen her şeyi gayrimüslim icadı sayarak kabul etmez. İlaç dahi kullanılmasına izin vermez. Emir Nesib’ in sarı kuşakta petrol çıkarılması için Sultan Amar’ı ikna etme çabaları boşa çıkar. Sultan Amar’ın oğullarından büyüğü Salih babasını barışa ikna etmek için Emir Nesib’ ten kaçar, ancak yolda öldürülür. Küçük oğlu Odar ise Emir Nesib’ in kızı Leyla ile evlendirilerek anlaşmanın bozulması sağlanır. Odar babasını ikna etmeye yollanır, lakin kendini savaşın içinde bulur. Daha sonra komuta görevi üstlenerek Emir Nesib’e karşı savaşır ve en sonunda onu yener. Filmin sonunda Nesib, Odar tarafından Houston’a yollanır ve petrol ticaretine izin verir. Böylelikle yabancılar artık bölgeye girmiştir.

İlk olarak filmin başında geçen diyalogda Emir Nesib kolera salgını hakkında konuşmaktadır. Haberi getiren kişi kolera salgının Londra’da yüz yıl önce görüldüğünü ileri sürer. Nesib ise ‘Londra’dan yüz yıl gerideyiz öyleyse’ şeklinde çıkarım yapar. Bu yorum aslında Avrupa ve Arap dünyası arasındaki gelişmişlik farkına işaret ediyor. Diğer taraftan, Emir Nesib’ in kendini İngiltere kralı ile karşılaştırması ve petrol sayesinde İngiltere Kralı’ndan bile daha çok zengin olup olamayacağını sorması, düğün sonrasında ‘İsviçre denilen yerden’ altın saatler dağıtması Avrupa’nın zenginliğine özenmesinin örnekleridir. Son olarak Nesib’ in Arapları ‘Dünya’nın garsonu’ olarak adlandırması da parayı ve zenginliği dünya lideri olmanın yolu olarak gördüğünü ortaya koyuyor.

Bölgede yeni çıkarılan petrol, aslında oradaki halkın yerleşik kültürü ile çatışmaktadır. Sultan Amar yerleşik kültürü simgelerken, Emir Nesib ise ‘reformcu’ kişidir. Sultan Amar Batı’dan gelen her şeyi reddeder, çünkü gayri müslim icatlarını reddederek onlara benzemekten kaçınır. Lakin Emir Nesib’ le savaşırken Batı’dan gelme tank ve silahlarla savaşmak zorunda kalır. Nesib ise petrol için bölgedeki barışı yok eder üstelik kızını bile akdin bozulması için normal şartlar altında evlendirmeyeceği Odar ile evlendirir.

Emir Nesib parayı ve Batı’nın zenginliğini istedi ama bu gelişmişlik seviyesine çıkmak için değil, sadece onlara benzemek içindi. Odar ile olan son sahnelerinde ‘kütüphaneye daha çok gelmeliymişim’ demesi, onun aslında gelişime ve bilime değer vermekten çok zenginliğe özendiğini gösteriyor.

Sultan Amar ise Batı’ ya tamamen sırtını dönerek gelişmişlikten uzak kalır. Peki, reddetmek Sultan Amar’ı zafere götürebildi mi?

Burada sorulması gereken en güzel soru: “Acaba Emir Nesib değil de Sultan Amar savaşı kazansaydı ne olurdu?” “Acaba Batılı ülkeler Sultan Amar’ ı yalnız bırakacaklar mıydı?” “Ya da Sultan Amar Batı’nın yeniliklerini reddederek daha ne kadar krallığını sürdürebilecekti?”

Arap ülkeleri petrol açısından zengin olmalarına rağmen, bunu kendi avantajları için kullanamamışlar; üstelik sömürge durumuna düşmüşlerdir. Batı’nın gelişmişlik seviyesine öykünerek değil de aksine Batı gibi kendi okullarında yetişen bilim adamlarıyla çalışmalar yaparak ulaşabilirler. Ne gelişmişliğe kendini kapatmak ne de gelişmişliği özenerek onu elde etmeye çalışmak kalıcı bir çözüm olacaktır.

Şirin DENİZALTI
YADAM Stajyeri

Rusya Ulusal Güvenliği Açısından Nükleer Silahların Rolü

Ulusal Güvenlik kavramı, ulusun ve ulus devletin temel objesini teşkil eden yapının benimsediği değerler bütününün tehdit altında olmadığını, tam tersine güvenlik içerisinde olduğunu ifade etmektedir. Bu değerler bütünü içerisinde “ulusal bağımsızlık” ve “toprak bütünlüğü” korunması gereken öncelikli değerler olarak genel kabul görmektedirler. “Ulusal Güvenlik” kavramı ise İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD Başkanı Herry S. Truman döneminde kongre tarafından çıkartılan “National Security Act” (Ulusal Güvenlik Yasası, 18 Ekim 1947) ile üne kavuşmuştur. Salt bir kavramdan çok politikaya atıf yapmaktadır. Bu tarihten sonra ulusal güvenlik kavramıyla birlikte ulusal güvenlik politikaları konuşulmaya ve belirlenmeye başlanmıştır. Ulusal güvenlik kavramının ilk kez dile getirildiği “Ulusal Güvenlik Yasası” ise başlangıçta her ne kadar Amerikan ulusal çıkarlarını korumak ve bu konuda kurumsal koordinasyonu sağlamak amacını taşımışsa da, Soğuk Savaş yıllarında “ulusal güvenlik” adeta bir ideolojiye dönüşerek sadece Amerikan müttefiklerinin sınırlarını komünizm tehlikesine karşı korumanın ötesine geçip Batı değerlerine karşı her türlü meydan okumayı karşılayacak biçimde yeniden tanımlanmıştır. Soğuk Savaş sonrası çift kutuplu ideolojik yapılanmanın bozulmasıyla ulusal güvenliğe olan ideolojik yaklaşım terk edilmiş, başta Birleşmiş Milletler (BM) olmak üzere birçok kurum ve kuruluş tarafından ulusal güvenlik yeniden tanımlanmıştır. Daha çok ekonomik ve liberal değerlerin ön plana çıkartıldığı yeni ulusal güvenlik yaklaşımı ise bu haliyle insan merkezli güvenlik görünümündedir. BM tarafından yapılan tanımlamada güvenlik; ekonomik güvenlik, sağlık güvenliği, gıda güvenliği, bireysel güvenlik, toplumsal güvenlik, çevresel güvenlik, politik güvenlik şeklinde yedi alt bölümde ele alınmıştır. Ulusal güvenlik politika ve düşüncesi kapsam ve içeriği nedeniyle uluslararası ilişkiler disiplini içinde ele alına gelmiştir. Fakat küreselleşmeye bağlı olarak devletler, milletler arasında karşılıklı etkileşimin artması güvenlik alanlarını daraltmış ve güvenliği daha kırılgan hale getirmiştir. Ayrıca küresel ekonomik sistemin çıkarları doğrultusunda tanımlanan yeni güvenlik yaklaşımı kapsam ve içerik yönünden genişleyerek derinleşmiştir. Bu nedenle ulusal güvenlik konusu uluslararası ilişkilerde bir alt konu olmaktan çıkarak başlı başına bir alan haline gelme eğilimindedir. Bu durumda ulusal güvenliğin düşünsel temelleri yeni ulusal güvenlik politikalarını çözümlemek açısından son derece önem kazanmaktadır.
Klasik realist teorisyenler aslında doğrudan bir güvenlik kuramı ortaya koymamışlar; uluslararası politikaya dair öne sürdükleri savlar ve kavramsallaştırmalar ile sonradan ortaya çıkan güvenlik literatürüne dolaylı ama ciddi katkıda bulunmuşlardır. Öyle ki realizm, ileri sürdüğü tezlerle II. Dünya Savaşının ardından disiplinin egemen teorisi olarak klasik güvenlik terminolojisinin oluşumunda önemli rol oynamıştır. Bu açıdan değerlendirildiğinde realizm, klasik güvenlik paradigmasının kavramsal, kuramsal ve metodolojik alt yapısını inşa etmiştir. Realizm, güvenlik kavramını “sürekli bir güvensizlik ortamı” veya “güvende olmama hali” üzerinden tanımlamaktadır. Realizmin güvenlik çalışmalarında ön plana çıkan teorisyenlerinden Arnold Wolfers’ın güvenliği “kazanılan değerlere yönelik bir tehdidin olmaması hali” olarak tanımlamasında görüldüğü üzere realist yaklaşım güvenlik perspektifini güç-tehdit-güvensizlik üçgeniyle sınırlandırmaktadır. Zira aktörler “herkesin herkes ile çatıştığı” tehditlerle dolu güvensizlik ortamında hem varlıklarını hem de “kazandıkları değerleri” korumak için güçlü olmak zorundadır. Güç kavramından anlaşılan ise maddi güçtür. Realizmin güvensizliğe atfen tasarladığı güvenlik anlayışının merkezinde, “insan doğasının kötü olduğu” ön kabulü ve uluslararası politikayı açıklamada kullanılan “anarşi” metaforu bulunmaktadır. Realist kurama göre anarşi ve güvensizliğin süreklilik kazandığı bir uluslararası ortamda güvende olmanın tek yolu, güç ve kapasite artırımına gitmektir. Analiz birimi olarak ele aldıkları devletlerin rasyonel ve bütüncül yapılar olduğu ön kabulünden hareket eden realistler ulusal gücü artırma imkan ve kabiliyetine sahip tek aktör olarak ulus-devletleri görmekte; sıklıkla atıfta bulundukları “ulusal güvenlik” söylemi üzerinden de sadece ulus-devletlerin güvenliğini dikkate almaktadır. Realist paradigma devlet eksenli bir güvenlik perspektifi inşa ederek ulusal güvenlik vurgusu ile toplumun ve açıkça belirtmese de bireyin güvenliğini devletin güvenliğine bağımlı kılmaktadır. Diğer yandan realist kuram devlet lehine tek-taraflı bağımlı kıldığı güvenliği yalnızca askeri güç ve stratejiye denk tutmaktadır.
Dünyamız, tüm insanlığı ilgilendiren ve hiçbir ülkenin kendini emin ve korunaklı göremeyeceği terörizm, sınır aşan organize suçlar, silahlı çatışmalar, salgın hastalıklar ve küresel ısınma gibi sınır tanımayan sorunlarla yüz yüzedir. Nükleer silahların yayılması ve kullanılması tehlikesi de bu sorunlardan birisi hatta en ciddi risk taşıyanı olarak kabul edilmektedir. Nükleer Silahlar XX.yüzyılda yaratıldı ve ona sahip olan devletlerin ulusal güvenliğinin sağlanmasında önemli yer tutmaya başladı. SSCB bu silaha sahip olduğunu 1949 29 Ağustosta dünyaya ilan etti. O zamandan sonra Rusya’nın (SSCB) dış politikasında, kendi ulusal güvenliğinin sağlanmasında bu silahlar önemli ölçüde değer kazandı.
Bu araştırmanın amacı da nükleer silahların Rusya güvenliğindeki rolünü ortaya koymak olacaktır. Nükleer silah, nükleer reaksiyon ve nükleer fizyonun birlikte kullanılmasıyla ya da çok daha kuvvetli bir füzyonla elde edilen yüksek yok etme gücüne sahip silahtır. Nükleer silahlanmanın geçmişini irdelediğimizde karşımıza hemen ABD’nin ünlü Manhattan Projesi çıkar. Savaş tarihinde, nükleer silah ABD tarafından II. Dünya Savaşı’nın son günlerinde iki kez kullanılmıştır. İlk olay 6 Ağustos 1945 sabahı, Little Boy (küçük çocuk) kod isimli uranyum tipi silahın Japonya’nın Hiroşima kentine atılmasıyla vukuu bulmuştur. Üç gün sonra ise Fat Man (Şişman adam) kod isimli uranyum tipi silah aynı ülkenin Nagazaki kentine atılmıştır. Kullanılan bu silahlar neticesinde çoğu sivil 120.000 kişi yaşamını kaybetmiştir.
Rusya’da nükleer silah çalışmalarının tarihi, 2. Dünya Savaşı’nı en kısa yoldan bitirmek için güçlü bir silah arayışının yaşandığı dönemlerde başladı. Rus bilim adamlarının azimli çalışmaları sonucunda 29 Ağustos 1949’ta ilk atom bombası Kazakistan’daki test merkezinde başarıyla patlatıldı. Bu nükleer enerjiye sahip olma yarışının sona erdiği nükleer silahlanma yarışının başladığı olay oldu. ABD, ilk Hidrojen bombası olan “Operation Ivy”ni 1952 Kasımda Marshall Adaları’nda gerçekleştirdi. Bu yapılan bomba Japonya’da 10 binlerce insanın hayatına son veren Nagazaki’ye atılan bombadan 450 kat daha güçlüydü. Rusya bu yarışta geride olsa da bir at boyunu geçmeyecek mesafede ABD’yi takip ediyordu. ABD’den kısa bir süre sonra 1953’te Rusya ilk hidrojen bombasını patlattı.
1960’lar ve 1980’ler arasında ABD ve Sovyetler Birliği arasında yoğun bir silahlanma yarışı gerçekleşti. 1986 yılında silahlanma yarışı zirve yaptı. O dönemde iki süper gücün birlikte 70,500 nükleer silahı bulunuyordu. Bu silahların toplam gücü dünyayı ve üzerinde yaşayan canlıları 25 defa ortadan kaldırmaya yetiyordu. İki devlet de nükleer silahlarını diğerinin sınırlarına doğrudan yönlendirmiş ve dakikalar içinde fırlatmaya hazır durumdaydı. Nükleer güçler ‘karşılıklı garantili imha’ olarak adlandırılan bir askeri doktrin uyguluyordu. Bu doktrin iki tarafın da düşmanca bir nükleer saldırı durumunda birbirini yok etmeye yetecek kadar nükleer cephaneliği olduğunu öngörüyordu.
ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki silahlanma yarışı inanılmaz seviyelere ulaştıkça, iki devlet de sorgulanmış ve tepkiler almıştı: hem ulusal hem de uluslararası düzeyde. 26 Mayıs 1972 yılında Moskova’da Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Leonid Brejhnev ile ABD Cumhurbaşkanı Richard Nixon arasında SALT I anlaşması imzalandı. Amerika ve Sovyet Rusyası, SALT-I Antlaşması ile iki ülke arasındaki temel ilkeleri tespit ve ilan etmişlerdir. “ Her iki taraf, nükleer çağda barış içinde bir arada yaşamadan başka alternatif olmadığını kabul ederek, aralarındaki ilişkilerin tehlikeli boyutlara varmasını önlemeye; birbirleri aleyhine avantaj sağlamamaya; karşılıklı çıkarları konusunda birbirleriyle devamlı temas halinde olmaya; stratejik silahlar da dahil olmak üzere tam ve genel bir silahsızlanma için çaba harcamaya; aralarında ticari ve ekonomik, teknik ve teknolojik işbirliğini artırmaya vs.” kararlar alınmıştır.
21 Kasım 1972 yılında başlayan SALT-II görüşmeleri ise uzun tartışmalardan sonra 18 Haziran 1979’da Viyana’da Leonid Brezhnev ile Jimmy Courter arasında imzalandı. SALT-II Antlaşmasında, hem Amerika hem de Sovyetler Birliği, 1 Kasım 1978 tarihi itibarıyla sahip bulundukları bütün stratejik füzelerle, uzun menzilli yani stratejik bombardıman uçaklarının miktarlarını bir memorandumda ortaya koydular. Stratejik uçaklarda birinci planda gelenler, Amerika için B-1 uçakları ile Sovyetler için Backfire denen Tu-22 M ağır bombardıman uçakları idi. Diğer taraftan tüm bu antlaşma, hem kıtalararası füzelerin (ICBM), hem denizaltılardan atılan füzelerin (SLBM) ve hem de çok başlıklı olup her başlığın bağımsız olarak ayrı hedefe gidebildiği füzelerin (MIRV) tarifleri yapılmış, spesifikasyonları belirtilmiş ve her çeşit füzenin de miktar sınırlaması yapılmıştır.
1991 31 Temmuz George Bush ve Mihail Gorbaçov Stratejik Nükleer Silahların İndirimi Anlaşması’nı (START) imzalamıştır. START I ile ilk kez uzun menzilli nükleer silahlarda indirimi öngören bir anlaşma imzalanmıştır. İki ülke ellerinde bulunan uzun menzilli nükleer silahlarda ortalama yüzde 30’luk bir indirime gitmiş, antlaşma ile SSCB nükleer savaş başlıklarında yüzde 48, ABD ise yüzde 39, nükleer saldırı silahlarında SSCB yüzde 35, ABD ise yüzde 28 azaltma yapmakla yükümlü kılınmıştır. ABD, antlaşmaya göre elinde bulundurduğu 12 bin nükleer füze ve bombayı 9 bine indirirken, SSCB’nin de sahip olduğu 11 bin nükleer füze ve bombada 4 binlik bir azaltmaya gitmesi kararlaştırılmıştır.
START–2 Bush ve Yeltsin tarafından 3 Ocak 1993 tarihinde Moskova’da imzalanmıştır. START-2 çerçevesinde, ABD ve Rusya, 1 Ocak 2003 tarihine kadar toplam nükleer başlık ve bomba sayısını 3000 ila 3500 arasında bir düzeye indirilir her iki ülkenin de karada konuşlandırılmış ve birden çok değişik hedefe yöneltilebilen çok başlığa sahip kıtalararası balistik füzelerinin tamamı aynı süre içinde ortadan kaldırılır, indirimlerin gerçekleşmesinden sonra her iki tarafın denizaltılarında konuşlandırılmış bulunan stratejik füzelerdeki nükleer basını patlattı.
Nükleer silahların Rusya Ulusal Güvenlik Politikasında kısmen birbiri ile örtüşen 3 rolü vardır:
 *Statü Sembolü
 *Varoluşsal Caydırıcılık
 *Konvansiyonel Saldırının Caydırıcılığı
Statü Sembolü
Statü sembolü denince Moskova’nın bir nükleer devleti olması ve bu bağlamda BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olması anlaşılıyor. Moskova’nın nükleer silah statüsü Soğuk Savaş sonrası çok kutuplu uluslararası sistemde kendisini iktidar ve güç merkezlerinden biri olarak görmesini sağlıyor.
Varoluşsal Caydırıcılık
Bu kavram onu ifade ediyor ki, Rusya nükleer silahla yanıt verebileceği için ABD ve NATO dahil olmak üzere hiç bir rasyonel ülke veya ittifak Rusya’ya saldırmaz. Soğuk Savaş sonrası küresel savaş tehdidinin çok düşük, neredeyse yok derecesinde olması Rus politikacıları tarafından da algılanan bir gerçektir. Dolayısıyla, nükleer silahlar olası durum için caydırıcı unsur olarak tasvir ediliyor.
Konvansiyonel Saldırıların Caydırıcılığı
Amerika Birleşik Devletleri ve NATO tarafından geniş çaplı bir saldırının imkansız olarak kabul edilmesine rağmen, konvansiyonel silahlarla yapılacak saldırılar göz ardı edilemez. Rusya nükleer gücünden konvansiyonel saldırı olasılığına karşı da faydalanıyor.
Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonraki ilk dönemlerde ABD ve Rusya ortak olma hedeflerini ilan etmişlerdi. Dolayısıyla, Rusya’nın ilk askeri doktrini mevcut durumu yansıttığı için burada küresel savaş riskinin çok düşük, hatta önemsiz ölçüde olabileceğini tahmin ediyordu. 1993 Askeri Doktrini çoğunlukla “ilk kullanmama ” politikasının restorasyonu olarak hatırlanırken nükleer silahlara hiçbir özel misyonlar atamadı ve nükleer silahların cevaplaması gereken tehditleri tanımlamadı. Nükleer silahlar ülkenin güvenlik stratejisinde sadece “statü sembolü” ve “varoluşsal caydırıcılık” misyonu olarak vurgulandı.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin tarafından 21 Nisan 2000 tarihinde imzalanmış Askeri Doktrin, Soğuk Savaş döneminin aksine, nükleer bir savaşı da içeren büyük ve kapsamlı bir savaş tehditinin azalmakta olduğunu öngörmekte idi. Buna karşın bölgesel çatışmaların ve silahlanma yarışının ise hızlanacağı yargısını ortaya koyuyordu. Nükleer silahların rolünün önemi askeri doktrin içinde şu ifadede ön plana çıkmaktadır: “Rusya Federasyonu, kendisine veya müttefiklerine yönelik nükleer silahlar ya da diğer kitle imha silahları ile saldırıldığı takdirde veya geniş kapsamlı olarak konvansiyonel silahlarla ülke güvenliğini tehdit edebilecek ölçüde saldırıya maruz kaldığında, karşılık vermek amacıyla nükleer silahlara başvurma hakkını saklı tutmaktadır.”
NATO’nun aşırı güçlenmesinin ve Rusya’yı çevreleyecek biçimde sistemli bir genişleme seyri izlemesinin Rusya’yı yeni bir askeri doktrin hazırlamaya ve değişen tehdit sıralamasını bu doktrine yansıtmaya sevk ettiğinin ifade edildiği açıklamayı, Rusya Genelkurmay Başkanı Yuri Baluyevsky’nin 2007 Şubat ayında sarf ettiği şu sözleri tamamlıyor: “Rusya’nın geleneksel etki alanlarında giderek güçlenen ABD ekonomik, askeri ve siyasal varlığı, en önemli ulusal güvenlik sorunu haline geldi. Rusya bugün Soğuk Savaş döneminde olduğundan daha büyük askeri tehditlerle karşı karşıya ve ülkenin yeni bir askeri doktrine gereksinimi var.
Rusya’nın yeni askeri doktrinindeki tehdit sıralamasında ABD ve NATO’yu birinci sıraya yerleştirmesinin ardında hangi gelişmelerin etkisi vardı? Bu noktada birinci önemli gelişme NATO’nun sürekli olarak Rusya’yı çevreleyecek biçimde genişlemesi, ikinci önemli güncel gelişmeyse, ABD’nin Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nde füze savunma sistemi ve radar üssü kurmayı planladığını açıklamasıydı. Rusya, ABD’nin kurmayı planladığı füze savunma sistemlerinin kendisini hedef aldığını saptıyordu.
ABD Neyi Hedefliyordu? ABD, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne yerleştirmeyi planladığı füze savunma sistemi ve radar üssü ile, olası bir İran ya da Kuzey Kore nükleer saldırısına karşı savunma sistemini güçlendirmeyi amaçladığını ifade ediyordu. Rus yetkililerse yaptıkları açıklamalarda, İran ya da Kore’den böyle uzun menzile sahip füzelerin fırlatılmasının imkansız olduğunu ve asıl hedefin Rusya’nın füze sistemi olduğunu belirtiyorlardı.
2010 yılı Mart ayında Rusya ve ABD’nin 1991 yılında imzalanan ve yürürlük tarihi 5 Aralık 2009’da sona eren Stratejik Silahların Azaltılması Anlaşması’nın (START) yeni şeklinin iki hafta içinde imzalanacağı kaydedilmişti. Tarafların stratejik silahların azaltılması hususunda işbirliğine gitme yönündeki inisiyatifleri neticesinde 8 Nisan 2010 tarihinde ABD Başkanı Obama ve Rusya Devlet Başkanı Medvedev, Prag’da START’ı yenileyen imzaları atmışlardır. START’ın 10 yıl süreyle yürürlükte kalacak yeni haline göre, her iki ülke 7 yıl içinde kıtalararasında fırlatılabilen, ayrıca denizaltı ve ağır bombardıman uçaklarında kullanılan balistik füzelerin sayısını 700’e, savaş başlıklarının sayısını 1550’ye, kıtalararası balistik füze rampalarının sayısını 800’e düşürecek, böylece iki ülkenin elindeki stratejik nükleer silah başlıklarının üçte biri, nükleer başlık taşıyabilen füzelerin ise yarısı ortadan kaldırılmış olacaktı.
2010 askeri doktrininde, Rusya’nın hangi durumlarda nükleer silah kullanabileceği açık bir şekilde ifade ediliyor ve nükleer silah kullanımı belli şartlara bağlanıyordu. Rusya kendine veya müttefiklerine karşı nükleer silah veya diğer kitle imha silahları kullanılacağı takdirde, konvansiyonel silahlar kullanılsa bile devletin varlığını tehdit eden bir saldırı durumunda, nükleer silah kullanabileceğini söylüyordu. Uzmanlara göre, böyle bir düzenleme Rusya’nın gerek potansiyel düşmanlarına, gerekse ABD’nin balistik füze savunma sistemlerini kendi topraklarında yerleştirmesine müsaade eden Doğu Avrupa’daki ABD “uydu devletlerine” karşı etkin bir uyarı mekanizması niteliği taşıyor.
2014 askeri doktrininde Ukrayna’daki çatışmalar ile Orta Doğu ve Afganistan’daki gelişmeler Rusya’ya yönelik yeni tehditler olarak belirtildi. NATO’nun genişlemesi Putin’in 2010 yılında imzaladığı askeri doktrinde de en büyük tehditler arasında gösteriliyordu, fakat son yıllarda Ukrayna’daki çatışmalar ve Kiev’in NATO üyeliği için adım atması tehdidin boyunu genişletti. Yeni doktrinde yerini koruyan bir diğer maddede, Rusya’nın kendine veya müttefiklerine nükleer ya da nükleer olmayan silahlarla saldırması durumunda Moskova’nın nükleer silahlarla karşılık verme hakkını muhafaza ettiğidir.
Son olarak, Rusya Federasyonu (RF)’nun 2020 yılına kadarki dönemi kapsayan Ulusal Güvenlik Stratejisinde ulusal savunmayı güçlendirmenin stratejik hedefleri, küresel ve bölgesel savaş ve çatışmaların önlenmesi ile ülkenin askeri güvenliğini sağlamak üzere, stratejik çevrelemeyi/sınırlamayı belirtmektedir.
RF’nin ulusal savunma ve askeri sistem tesisi konularındaki uzun dönemli politikası, RF Silahlı Kuvvetleri’nin ve askeri-siyasi bir durumda ülkenin güvenliğinin, egemenliğinin ve toprak bütünlüğünün muhafazasından sorumlu diğer güçlerin, askeri oluşumların ve birimlerin geliştirilmesini öngörmektedir.
– RF’nin askeri güvenliğine yönelik tehditler şunlardır:
Önde gelen bazı ülkelerin, başta nükleer alanda olmak üzere, askeri konularda tahakküm kurma girişimleri,
Küresel füze savunma sistemi geliştirilmesine ve dış uzayın askerileştirilmesine yönelik tek taraflı girişimler.
Nükleer, kimyasal ve biyolojik silahların üretiminin, üretim teknolojilerinin ve fırlatma vasıtalarının yaygınlaşması.
RF’nin orta dönemde ulusal savunmasını güçlendirmeye yönelik temel amacı, Rus Silahlı Kuvvetleri’nin, stratejik nükleer potansiyelini korumakla birlikte, niteliksel olarak yepyeni bir modele dönüştürülmesidir. Bu dönüşüm, Silahlı Kuvvetlerin teşkilat ve personel yapısının, konuşlandırılmalarının ve eğitim düzeylerinin iyileştirilmesi, hızlı mukabele güçlerinin kurulması ve birlikler ile kuvvetler arasındaki etkileşimin geliştirilmesi ile gerçekleştirilecektir.
Nitekim, yukarıda da belirtildiği üzere, Nükleer silahlar geçen asırda yaratılmış ve etkisi dünyayı yok edecek kadar güçlüdür. Bu silaha sahip olan devletler de bunun farkındadırlar. Bu yüzden bu silahın varlığı devletler için daha çok caydırıcı unsur olarak önem taşıyor.
Rusya da nükleer silahı elde ettikten sonraki dönemde ister ABD ile ilişkilerinde, isterse de diğer durumlarda bu silaha sahip olmanın avantajlarını kullanmıştır. Soğuk savaş döneminde uzun süre ABD ile silahlanma yarışına girmiş, sonrasında ise karşılıklı olarak silahların indirimine gidilmiştir. Buna sebep ise yukarıda da söylendiği üzere, silaha sahip devletlerin tehlikeni anlamaları ve hem ulusal, hem de uluslararası düzeyde eleştirilmeleriydi.
Soğuk Savaş bittikten sonra Rusya önceleri nükleer silahın önemini azaltmış, “ilk kullanmama” politikası uygulamaya başlamıştır. Sonrasında ise tehditlerin bitmediğini, küresel düzeyde olmasa bile, bölgesel saldırıların mümkünlüğünü anlayınca nükleer silahın rolüne de atıfta bulunmuştur.
Rusya bugün de nükleer bir güç ve nükleer silahlar Rusya ulusal güvenliğinin sağlanmasında büyük yere sahip. Son, yani 2015 Askeri Doktrini’ne esasen Rusya’nın ülkeye veya ülkenin müttefiklerine nükleer ya da nükleer olmayan silahlarla saldırması durumunda Moskova nükleer silahlarla karşılık verme hakkını muhafaza ediyor. Sonuç olarak söylemek gerekli ki, Rusya 1993 Askeri Doktrini’nden sonraki bütün doktrinlerinde de vurguladığı üzere nükleer silahların varlığından sadece statü sembolü ve varoluşsal caydırıcılık için değil aynı zamanda diğer (konvansiyonel) silahlarla saldırıya maruz kalındığında bile bu silahları ilk kullanma yetkisini saklıyor. Yani, nükleer silahlar Rusya ulusal güvenliğinin sağlanmasında yalnızca psikolojik boyutta değil, aynı zamanda fiziksel olarak da önem arz ediyor.

Ehtiram AŞIRLI, Azerbaycan Devlet İktisat Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler ve Diplomasi Bölümü
Aysel BEDELOVA, Azerbaycan Devlet İktisat Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler ve Diplomasi Bölümü

Kaynakça

• Ali ASKER, “ Rusya Federasyonunun Yeni Askeri Doktrini Bir Tepki Belgesi mi?”, Military Science & Intelligence / MSI – Nisan 2010, s. 6-7

• Arif B OZBIYIK, İ. Hamit HANCI, Çağlar ÖZDEMİR, Özgür DEMİRKAN , “Nükleer Silahlar: Üretimi ve Etkileri”, Sted 2001, Cilt: 10, Sayı: 10

• “Dehşet Dengesi ve İlk Vuruş Yeteneği”, http://gizliilimler.tr.gg/Deh%26%23351%3Bet-Dengesi–k1-Balance-of-Teror-k2–ve-%26%23304%3Blk-Vuru%26%23351%3B-Yetene%26%23287%3Bi.htm

• Enes İPEK, “Nükleer Gücün Tarihsel Süreçteki Gelişimi”, Yıl 2013, Sayı: 74, http://www.dho.edu.tr/sayfalar/00_Anasayfa/11_Pusula/74/nukleer.html

• Erdal KAPLANSEREN, “Cehennem Silahının Doğuşu”, http://arsiv.ntv.com.tr/news/106899.asp

• Mustafa KİBAROĞLU, “ Rusya’nın Yeni Ulusal Güvenlik Konsepti ve Askeri Doktrini”, Avrasya Dosyası, Rusya Özel, Kış 2001, Cilt: 6, Sayı: 4, s. 95-106.

• Nikolai N. SOKOV, “The Evolving Role of Nuclear Weapons in Russia’s Security Policy”

• Nükleer Silahlar”, http://webcache.googleusercontent.com/search?q=cache:ZIvdtGLisDEJ:nukleersiz.org/download/file/fid/80+&cd=4&hl=az&ct=clnk&gl=az\

• Orhan GAZİGİL, “Rusya’nın Güvenlik Garantisi: Nükleer Üstünlük”, http://www.anlayis.net/makaleGoster.aspx?makaleid=323

• Rusya’da yeni askeri doktrin: En büyük tehdit Nato”, 26 Aralık 2014 http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2014/12/141226_rusya_askeri_doktrin

• Rusya’nın Yeni Askeri Doktrini: En Büyük Tehdit”, http://www.safa.com/forum/showthread.php?t=5248

• Salih ÖZGÜR, “Soğuk Savaş ve Sonrası Dönemde Kitle İmha Silahları ve Silahsızlanma Çabaları”, Yüksek Lisans Tezi, Isparta 2006

• Sibel KAVUNCU, “Nükleer Silahsızlanma Yolunda START Süreci”, Bilge Strateji, Cilt 5, Sayı 8, Bahar 2013

• Stephen J. Blanc, “Russian Nucleer Weapons: Past, Present and Future”, SSİ, November 2011

• “Yumuşama Dönemi ve Sonrası”, http://www.webders.net/yumusama_donemi_ve_sonrasi-ders-21-422p2.html

Lütfi Mestan’ın Partiden İhracı Üzerine Bir Değerlendirme

Bulgaristan’da Türk azınlığın partisi olarak bilinen Hak ve Özgürlükler Hareketi Partisi’nin (HÖH) Genel Başkanı Lütfi Mestan, 24 Kasım 2015’te Suriye sınırında Türk hava sahasını ihlal eden SU-24 tipi bir Rus savaş uçağının düşürülmesi hususu ile ilgili Türkiye’ye destek vermesi sebebiyle partinin onursal başkanı Ahmet Doğan tarafından başkanlıktan uzaklaştırıldı. Mestan aynı zamanda partiden de ihraç edildi.

Lütfi Mestan Kimdir?

Öncelikle Lütfi Mestan’dan biraz bahsetmek istiyorum. 24 Aralık 1960 yılında Kırcaali’de dünyaya gelen Türk asıllı Bulgar siyasetçi Mestan’ın asıl mesleği öğretmenliktir. 19 Ocak 2013’te HÖH’teki görevinin başına geçen Mestan, yerine geldiği onursal başkan ve HÖH’ün kurucusu olan Ahmed Doğan ile bugüne dek sayısız konuda anlaşmazlık yaşamıştır. Peki bu anlaşmazlıkların sebepleri nelerdi?
Öncelikle Lütfi Mestan göreve geldiği gün olan 19 Ocak 2013’ten itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin hükümetleri ile yakın temaslar kurarak aradaki buzları eritme yolunda büyük çaba sarf etti. Dönemin cumhurbaşkanları olan Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan ile olan diyalogları geliştirmeye çalıştı ve kendine olan düşmanlığı böylelikle perçinlemiş oldu. Kendisinden beklenen davranışları göstermemesi sebebiyle göze batan Mestan’a ülkesinde adeta vatan haini damgası vuruldu. Çünkü Türkiye ile olan ilişkileri belli bir anlamda maksimuma çıkararak ülkesindeki ve ülke dışındaki Bulgar asıllı Türk azınlığın sesi ve lideri oldu. Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde yaşayan Bulgaristan’dan göç eden vatandaşların kurmuş oldukları derneklerle iletişimi arttırarak Bulgaristan’daki “Türklük” bilincini uyandırdığı gerekçesi ile gerek HÖH’ün onursal başkanı tarafından gerekse ülkenin diğer siyasi partileri tarafından eleştiri oklarını üzerine topladı.
Ayrıca Lütfi Mestan, Doğan’dan farklı olarak Bulgaristan’daki Türk ve Müslüman azınlığın karşılaştığı sorunlar ile ilgilenmeye başladı ve problemlerin çözülmesi için gerekli her türlü yolu denedi. Örnek verecek olursak Lütfi Mestan, anadil sorununu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kadar taşımıştı. Anadil sorunu ile ilgili konuyu biraz daha detaylandıracak olursak Bulgaristan’da yürütülen seçim kampanyası esnasında üyelerinin çoğunluğu Türkler tarafından oluşturulan HÖH’ün seçim propagandalarını “Türkçe” yapmaları gerekçesiyle para cezaları kesilmişti. Bu konuyla ilgili yapmış olduğu açıklamada Mestan“Avrupa Birliği üyeliğinde 8. yılına girmiş olan Bulgaristan’da ulusal parlamentoda 38, Avrupa parlamentosunda ise 4 sandalye işgal ederek temsil edilen bir partinin genel başkanı doğrudan seçim yasasında ayrımcı normların sonucunda en doğal insan hakkı olan seçimlerine anadilde de hitap etme hakkını kullandığı için para cezası aldı” ifadelerini kullanarak konuyu AİHM’ye götüreceğini beyan etmişti.Genel başkan gibi partinin diğer mensupları da çeşitli bölgelerde anadil ile ilgili sorunda para cezasına uğradılar ve Lütfi Mestan anadilde propaganda yaptıkları için Bulgaristan’da hüküm giymeleri durumunda devlete karşı Strasburg’taki AİHM’ye dava açacağını meclis kürsüsünden belirtti. Mestan, Avrupa’nın temel değerlerden biri olan çok kültürlülük ilkesinin ihlal edildiğini savundu. 25 Ekim 2015’te yapılan yerel seçimlerden çıkan istatistiklere bakıldığında HÖH’ün güç kaybetmeye başladığı açıkça görülmektedir. Özellikle ülkenin kuzeyinde oy kaybeden HÖH, Türklerin yoğun olarak yaşadığı iki önemli belediyeyi de kaybetmişti. İktidar partisi olan GERB’e kaptırdığı belediyeler Razgrad’a bağlı İsperih ve Kubrat’tır. Lütfi Mestan 2011 yılındaki seçimlerle son durumu kıyasladığında partinin oy oranlarının azalmasını Türkiye’de yaşayan Bulgaristan vatandaşlarının oy kullanmasının engellenmesine yönelik girişimlerin başlatılmasına bağlamıştı. Öyle ki 6 ay süreyle Bulgaristan’da ikamet etme şartı yüzünden birçok Bulgaristan vatandaşı seçimde oy kullanamamıştı ama yine de Mestan öz eleştiri yapılmaları gerektiğini faydalı ve gerekli bulduğunu söylemişti. Çünkü daha önceki beyanatlarda birçok Bulgaristan Türkü, HÖH’ün kendilerini temsil etmediğini ve Bulgar çıkarlarına hizmet ettiği konusunda ortak bir tutum sergilemiştir. Bu da HÖH’e var olan güveni sarsmıştır. Ayrıca HÖH’te Ahmet Doğan ile Lütfi Mestan arasında hem bir ideoloji çatışması hem de bir türlü son bulmayan otorite çekişmesi mevcuttu. Ahmet Doğan’a göre partinin Avrupa yanlısı karakteri korunmalıyken Lütfi Mestan’a göre HÖH resmi siyasal ideolojisi olan “Türk Azınlık Hakları” üzerine yoğunlaşmalıydı. Güven ancak bu şekilde sağlanabilirdi. Bu güveni tazelemek isteyen Lütfi Mestan Aralık 2015 itibariyle partisinden ihraç edilmiştir.
Lütfi Mestan’ın ihracı ile ilgili olarak yapılan basın açıklamasında HÖH’ün Mart’ta yapılacak olağan kongreye dek partinin üç milletvekilinden oluşacak Başkanlık Kurulu’nca yönetileceği belirlendi. Başkanlık Kurulu ise Mustafa Karadayı, Ruşen Rıza ve Çetin Kayak’tan oluşmaktadır.
Hem Avrupa Birliği’nin parçası olan hem de NATO üyesi olan bir ülkenin parti lideri Bulgaristan’dan Türkiye’ye verdiği destek yüzünden partisindenihraç edilmiş ve başkanlıktan uzaklaştırıldı. Bu olay hali hazırda iyi çizgide giden Türkiye-Bulgaristan ilişkilerine soğuk duş etkisi yaratacak mı? Yaratmazsa bile “HÖH’ün Bulgaristan’ın siyasal hayatı üzerindeki etkisinde ne gibi değişiklikler yaratacak?” “Bulgaristan’daki Türkler ve diğer azınlıklar artık hangi partiyi destekleyecek?” “Ahmet Doğan otoriterliği ile HÖH nerelere sürüklenecek?” “Türkiye’nin bu konuda tavrı ne olacak?” gibi sorular acilen sorulmaya başlanmalıdır. Çünkü Bulgaristan gibi gündemi takip etmekte zorlandığımız ve politik malzemesi hiç bitmeyen bir ülkenin bu olay karşısında da halk açısından derin kırılmalar parti içerisinde de çatırdamalar yaşayacağı aşikardır. Türkiye açısından önemli olan husus ise Türkiye-Bulgaristan ilişkilerinin iyileşmesi için çaba sarf eden bir azınlık partisi liderinin yerine getirilecek kişinin Türkiye ile bağlantıyı kurma yolunda ne gibi girişimlerde bulunacağıdır. Türkiye de bu konu hakkında sessiz kalmamalıdır.

Aslıhan Yarımbacak
TUİÇ BALKAM- BULGARİSTAN ARAŞTIRMACISI

Kaynaklar

• Kırcaali Haber
• Balgarsko Natsionalno Radio
• Vikipedi
• Kapital
• Bnews
• Al Jazeera Turk

Fotoğraflarla 21-22-23 Aralık 2015 TUİÇ 8. Ankara Eğitim Gezisi

0

21-22-23 Aralık 2015’te TUİÇ 8. Ankara Eğitim Gezisi farklı üniversitelerden 30 öğrencinin katılımıyla gerçekleşti. Program çerçevesinde Avrupa Birliği Bakanlığı, Cumhuriyet Halk Partisi, Dışişleri Bakanlığı, Halkların Demokratik Partisi, Birleşmiş Milletler, Milliyetçi Hareket Partisi, Usak, Anıtkabir, Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü, Tepav, TBMM, Adalet ve Kalkınma Partisi ziyaret edildi. Kurumlarda staj programı, siyasi süreç, sorunlar ve geleceğe yönelik programlardan bahsedildi.