Home Blog Page 251

Türkiye Uçurumun Kıyısında

Suriye’de yaşanan gelişmeler Türkiye’yi dış politika anlamında cumhuriyet tarihinin belki de en zor/sıkıntılı sürecine eklemledi. Nitekim Ankara, an itibarıyla Suriye’deki gelişmelerden en olumsuz etkilenen ancak süreci hiçbir şekilde lehine çeviremeyecek şekilde işleyişin dışında bırakılmış bir aktör görünümünü almıştır. Mülteci sorunu, PYD/YPG’nin Kuzey Suriye’de elde ettiği kazanımlar ve artan siyasal ağırlığı, Rusya’nın attığı adımlar ile Türkiye’yi Suriye bağlamında hareket edemez hale getirmesi ve Ankara’nın desteklediği muhalif unsurların başarısızlığa uğrayarak “muhalefet” sözcüğünün içini boşaltacak şekilde Selefi örgütlere eklemlenmesi ya da dağılması, İran’ın artan bölgesel etkinliği ile birleştiği noktada Türkiye’yi ciddi bir açmazla karşı karşıya bırakmaktadır. Türkiye, gerçekten zor durumdadır ancak atması gereken adımları atmakta da gecikmekte; ideolojik ve hatta bireysel tercihler çerçevesinde dış politikasını tek boyutlu bir yeknesaklığa sürüklemektedir. Hiç şüphesiz, yaşanan sorunlar ya da yaratılan görünüm yalnızca Türkiye’nin hamleleriyle oluşmuş değildir. Hatta ABD, Rusya, İran ve Suudi Arabistan gibi küresel ve bölgesel aktörlerin manevraları ve izledikleri çatışmacı söylemler/eylemler, Türkiye’nin Suriye Krizi’nden bu denli olumsuz etkilenmesinin en önemli nedenidir. Türkiye’nin en temel sorunu ise, krizin başında yaptığı tercih noktasında hiçbir esneklik göstermemesi ve “krizin/çatışmanın değişen doğasına” uygun bir şekilde dış politika eylemliliğinde herhangi bir farklılaştırmaya gitmemesidir. “İnsani motiflere” dış politikada yer olmadığı ortadayken, Türkiye’nin halen “ahlaki” hareket etmeye çalışıyor olması ve reel gücünün çok ötesinde bir mücadelenin içerisine girmesi, Ankara’yı çok yönlü bir gerginliğin tam ortasında bırakmaktadır.

Türkiye içerisine sürüklendiği çıkmazı nasıl aşabilir? Açık konuşmak gerekirse Ankara, içerisine sürüklendiği çıkmazdan yalnızca kendi manevralarıyla kurtulamaz. Zira Suriye Krizi, küresel/bölgesel güçlerin eklemlendiği ve başta Rusya lideri Putin olmak üzere dünya liderlerinin kişisel başarı olarak anmak istedikleri bir mesele haline gelmiştir. ABD ile Rusya arasında Avrasya ekseninde süregelen etkinlik mücadelesi, Suriye Krizi ile birlikte Ortadoğu’nun kuzey kesimini de içerisine alacak denli genişlemiş ve Ukrayna Krizi ile Suriye Krizi esasen birlikte ele alınması gereken “simetrik” birer “vekâlet savaşı” görünümünü almıştır. Moskova, ABD hegemonyasını kırabilmek ve Washington’a ilişkin küresel/sistemsel algıyı olumsuz yöne sürükleyebilmek için Suriye ve hatta Ukrayna krizlerini kendisi lehine ya da en azından “dengeli” bir çözüm ekseninde çözebilmenin peşindedir. Böyle bir çözüm iradesi oluşmadığı sürece, Moskova’nın sorunları tırmandırabileceği ve çözümü erteleyebilecek girişimlerde bulunabileceği de Suriye’ye yaptığı askeri müdahale bağlamında rahatlıkla anlaşılabilir. Suriye Krizi, aslında, Rusya’nın sürekli vurguladığı sistemsel çok kutupluluk talebinin yansımasını bulduğu bir örnek olarak da görülebilir. Hem “topal ördek” olan hem de başkanlık döneminin son yılında bulunan Barack Obama’nın, ekonomik faktörler de bir veri iken, Afganistan, Irak hatta Libya örneklerinden hareketle “doğrudan askeri müdahale” yönünde bir eylemlilik ortaya koymaması, Suriye Krizi’nin Rusya’nın istediği boyuta çekilmesine yardımcı olmuştur. Arap ayaklanmalarının neticesinde Selefi örgütlerin güçlenmesi ve “yıkılan düzenin” yerine nasıl bir düzen kurgulanacağının belirlenememesi sonrası özellikle Libya özelinde belirginleşen siyasal belirsizlik de Suriye’deki sürecin uzamasına ve krizin Türkiye’yi “olumsuz” etkilemesine neden olmaktadır. İran ve Suudi Arabistan’ın aralarındaki ideolojik/mezhepsel anlaşmazlığı ve bunun yansımasını bulduğu bölgesel etkinlik mücadelesini Suriye özelinde işletiyor olmaları da krizin bir “vekâlet savaşına” dönüşmesinde etkili bir faktör olmuştur.

Türkiye, Suriye Krizi bağlamında elini kuvvetlendirmek ve içerisine sürüklendiği yalnızlığı aşabilmek için bazı adımlar atmak zorundadır. Bu adımlardan ilki, Kasım 2015 sonunda yaşanan “uçak krizi” sonrasında köprüleri attığı Rusya ile ilişkileri yeniden tamir etmektir. Bu önemlidir, zira Rusya, şu anda askeri yönden Suriye topraklarında en etkili güç konumundadır. Türkiye’ye yönelik mülteci akınını hareketlendiren Rusya’nın “hava saldırıları” ile özellikle Halep çevresinde Esad güçlerine destek veriyor oluşudur. Rusya, Türkiye’nin destek verdiği “ılımlı muhaliflere” ve Türkmenlere de saldırılar gerçekleştirmekte ya da Esad güçlerine bu anlamda yardımcı olmaktadır. Bunun yanı sıra, PYD/YPG’nin gerek çatışma alanında, gerekse de diplomatik/siyasal anlamda gücünün bu denli konsolide olmasının en önemli nedenlerinden biri, özellikle “uçak” krizi sonrasında Rusya’nın PYD/YPG ile oldukça yakın temas kurması ve bu örgütü Türkiye’ye yönelik bir “koz” olarak kullanmaya çalışmasıdır. Rusya, Suriye Krizi’nin çözümü noktasında “anahtar” ülke konumundadır ve Moskova’nın tercihlerine aykırı bir çözüm mümkün olmayacak gibi görünmektedir. Üstelik ABD ile Rusya, Suriye’nin geleceğinin inşa edilmesi ve özellikle PYD/YPG’ye olan yaklaşım noktasında birbirlerine yaklaşmaya başlamışlardır. Rusya, verdiği destek ekseninde İran’ın bölgesel etkinliğinin artmasına da önemli oranda yardımcı olmaktadır. Tüm bu faktörler göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’nin, Rusya ile yeniden “iyi ilişkiler” tesis etmesinin gerekliliği gözler önüne serilmektedir.

Türkiye’nin atması gereken ikinci önemli adım ise PYD/YPG ile temas kurmak ve bu örgütü “güvenlikçi” bir boyut üzerinden değil ama “işbirliği yapılması gereken” bir bölgesel aktör olarak değerlendirmektir. PYD/YPG’nin PKK ile temasının olduğu ya da en azından ideolojik/siyasal anlamda benzer görüşleri paylaştığı ortadadır. Ne var ki bu örgüt ile işbirliği ekseninde ilişkiler kurmak ve bölge halklarını (Türkmenler, Araplar, Süryaniler, vb.) PYD/YPG ile kaynaştırarak Kuzey Suriye’de çok kültürlülük ekseninde betimlenecek ve Türkiye ile çok yakın bağlar kuracak bir siyasal varlığın tesis edilmesi yönünde çalışmak, orta/uzun vadede bir tehdidin ortadan kaldırılmasını sağlayabileceği gibi, PYD/YPG’yi Türkiye’nin aleyhine olacak adımları atmaktan alıkoyabilir ve böylece Türkiye sınırına paralel uzanan bölgenin, Ankara aleyhine bir “koz” olarak kullanılmasının önüne geçebilir. Hatta bölgenin sosyal, ekonomik ve siyasal anlamda Türkiye’ye entegre olmasını da sağlayabilir. Türkiye’nin, benzer bir durumla karşı karşıya kaldığı Kuzey Irak konusunda attığı adımlar sonrasında, Bölgesel Kürt Yönetimi ile işbirliği temelinde müttefiklik ilişkilerine sahip olduğu göz önünde bulundurulduğunda, benzer bir adımın Suriye’de de atılabileceği ortadadır. Üstelik atılacak böyle bir adım, PKK çizgisinin “saldırgan” tutumunun geri plana itilebilmesine ve hatta toplumsal anlamda istenmeyen bir yaklaşım olarak algılanmasına da yardımcı olabilir. Hiç şüphesiz, bu adım, Türkiye’de yaşanan çatışmalı sürece de olumlu yönde yansımalarda bulunabilecektir. Türkiye’nin bu bağlamda, üzerinde ısrarla durması gereken husus şudur: “Kürtlerin Ortadoğu’da en yakın olduğu halk ve ülke Türkiye’dir. Dolayısıyla Türkiye, Kürtler ile birlikte hareket ederek, üzerinde oynanan/oynanabilecek en etkili oyunu dahi bozabilir.”

Türkiye; IŞİD, El Nusra ve diğer Selefi yapılarla etkin bir şekilde mücadele ettiğini tüm dünyaya kanıtlayacak adımlar atmalı ve bunu da “medya” aracılığıyla anlatmalıdır. Zira başta Rusya olmak üzere, birçok aktör Türkiye’nin Selefi örgütlerle yakın temas içerisinde olduğuna dair ciddi bir propaganda yürütmektedir. Açık ki bu propaganda Türkiye aleyhinde önemli bir toplumsal/siyasal farkındalık yaratmaktadır. Bunu aşabilmek için, ılımlı adı altında ele alınan ancak Selefi anlayışa yatkın gruplarla temas kesilmeli, başta Türkmenler olmak üzere bölge halklarının bu anlayışa yatkın gruplara katılmalarının önüne geçilmesi yönünde temaslarda bulunulmalı ve PYD/YPG başta olmak üzere diğer muhalif gruplarla, IŞİD ve El Nusra’ya yönelik mücadele ekseninde eşgüdüm içerisinde hareket edilmelidir. Böyle bir adım, Suriye Kürtlerinin Türkiye’ye yönelik “olumsuz” algısını da “olumlu” yönde değiştirebilir.

Mülteciler noktasında AB ile birlikte hareket edilmeye çalışılmalıdır. Ne var ki, AB’nin Türkiye’ye aktarmayı planladığı yardım miktarının gerçekten yetersiz olduğu her fırsatta dile getirilmelidir. Mültecilerin Türkiye toplumu içerisinde yaratacağı sosyal, ekonomik ve siyasal arızalar her fırsatta anlatılmalı ve atılacak diğer adımlara paralel olarak Suriye’nin kuzeyinde mülteciler için “güvenli bir bölge” oluşturulması yönündeki tez işlenmeye devam edilmelidir. Bunun yanı sıra, Türkiye, resmi bir garanti almadığı müddetçe “geri kabul antlaşmasını” işletmemelidir. Zira Türkiye, AB’nin kendisine verdiği sözleri tutmadığını “birçok kez” tecrübe etmiştir. Böyle bir geçmiş ortada iken, Türkiye, Brüksel’in verdiği sözlere inanarak hareket edemez. “Vize muafiyeti” konusunda adım atılmadan ve Ankara’ya mülteciler konusunda ciddi, sürekli ve dengeli bir ekonomik yardımda bulunulmadan, Türkiye’nin, bu konuda tek taraflı adımlar atmaması gerekmektedir.

Irak ve Suriye’deki siyasal ekinliği ciddi anlamda artmış olan ve P5+1 Antlaşması sonrası Batılı ülkeler ile ekonomik anlamda yakınlaşan İran, Türkiye’nin hem Suriye’de hem de Irak’taki gelişmeler ekseninde yakından izlemesi ve dengelemesi gereken bir ülkedir. Türkiye’nin Rusya ile olan ilişkilerinin gergin olması ve Suudi Arabistan ile olan yakınlığı, İran’ı “katıksız” bir şekilde Türkiye’nin aleyhine hareket etmeye itmektedir. Üstelik İran, yakın bir gelecekte önemli bir ekonomik büyüklüğe de sahip olacaktır. Türkiye’nin de hem kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmek hem de doğu-batı yönlü enerji projelerini başarıya ulaştırarak “enerji terminali” olabilmek için İran ile iyi ilişkiler içerisinde olmaya ihtiyacı vardır. Bu minvalde, Türkiye, Rusya ile ilişkilerini düzelterek Tahran’ın elinden Ankara’ya karşı kullanabileceği önemli bir kozu alabileceği gibi, Suudi Arabistan’ın “iyi düşünülmemiş ve tepkisel” manevralarına destek vermeyi bırakarak, İran ile daha yakın ilişkiler kurma şansına sahip olabilecektir.

Türkiye’nin Suriye politikasında birtakım değişiklikler yapması gerektiği ortadadır. Zira Türkiye’nin mevcut stratejisi, yeni oluşan dengelere yanıt vermekten uzaktır. Türkiye, özellikle Rusya, İran ve PYD/YPG’ye yönelik duruşunu farklılaştırarak içerisine sürüklendiği krizi biraz olsun hafifletebilir. Böyle bir girişim, “geri adım atmak” olarak görülebilir. Ancak mevcut pozisyon korunduğu takdirde, Türkiye giderek “masanın dışına itilmesi gereken” uzlaşmaz bir aktör olarak gösterilecektir/görülecektir.

Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU
Giresun Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

Ulus İnşası Sürecinde Latin Amerika’da Kimlik Oluşturma Çabaları-1

0

Ulus İnşası Sürecinde Latin Amerika’da Kimlik Oluşturma Çabaları-1
Ulus İnşası(State Building) son yılların en gözde kavramlarından birisidir. Gerçekte tarih kadar eski olan bu kavram, Sovyetler sonrası eski doğu bloğu ülkelerinin yeniden inşası sırasında, Filistin, Kosova, Afganistan gibi ülkelerle de bugün kullandığımız şekli ile anılmaktadır. Yazımızda Ulus İnşası kavramı, kimlik oluşturma süreci ve Latin Amerika(Brezilya hariç) örnekleri ele alınacaktır. Konumuz Amerika Kıtasnın keşfi ile başlayıp bağımsızlık savaşlarına giden süreç ve yakın tarihe kadar ulaşan kimlik sorunlarını kapsayacaktır. Bu sebeple makale iki bölümden oluşacaktır. İlk bölümde Ulus inşası kavramı, Amerika kıtasının keşfi, sömürgecilik dönemi ve bağımsızlığa giden ayaklanma hareketleri üzerinde durulacaktır. Latin Amerika örneği pek çok ulusun benzer dönemlerden geçtiği gerçeğini gözler önüne sererken aynı zamanda neden bazı ülkelerin bu konuda başarıya ulaşamadığı konusunda da ışık tutacaktır. Yine bu konu ile ilgili olarak karşılaştırmalı çalışmalar hazırlamak ileri dönem hedef arasında bulunmaktadır.
Ulus İnşası
Bir kavram olarak ulus inşası sınırları belirli bir ülke üzerindeki devletin halkın sorunlarına cevap olabilecek ve de ülkenin idaresi için gerekli bütün yapı ve kurumlarının inşasını içeren, ülkeyi kendi kendini yönetebilecek ve de göreli olarak kendine yeterli hale getiren süreçtir. Yani kısaca işler bir ülkenin oluşturulması, varedilmesi teorisidir.(1)
Çoğu zaman “Yeniden inşa(Reconstruction)” kavramı ile aynı anlamda kullanılmaktadır, bu durum tamamen yanlış olmasa da eksik bir anlatımdır. Literatürde farklı tanımlamalar bulabilmekle beraber Francis Fukuyama’nın tanımlaması bize ulus inşası ve yeniden yapılanma arasındaki ilişkiyi anlamamız için yardımcı olacaktır. Fukuyama’ya göre “Yeniden Yapılandırma” ya da “Çatışma Sonrası Yeniden Yapılandırma(Post Conflict Reconstruction)” Ulus İnşası sürecinin ilk basamağıdır. Bir nevi dış destekleri de içeren bir ilk yardım görevi görür. Hatta yeniden yapılandırma süreci son yıllarda tamamen dış yardımların desteğini içermektedir. Burada amaç devletin kurumlarının bir an önce işler hale gelmesidir. Ekonomik, politik, hukuki sistemler bir an önce yenilenerek ve modernleştirilerek işler hale getirilmeye çalışılır. Hiç olmayan ve olması uygun görülen kurumlar oluşturulur. Ekonomik model olarak serbest piyasa/market ekonomisi uygulanır. Savunma ve güvenlik için kurumlar oluşturulur bunların yasal düzenlemeleri hazırlanır ve de ilk başta ülkeyi bir kaostan kurtaracak, göreli olarak günlük hayatlarına devam etmelerini sağlayacak sağlık, eğitim, sosyal ve dini hizmetler gibi hizmetlerin de işlerliği sağlanır. Bu durum Yeniden Yapılanmanın teori olarak bittiği nokta olmalıdır. Bütün bu kurum, kuruluş ve yapılanmaların sürekliliği, etkili işlerliği ve halkla devlet, devletle diğer ülkeler arasında köprülerin oluşturulması bütün Ulus İnşası sürecini kapsar. Yine ulus inşası süreci içeriden yani yerel yapılanma ve hareketlerin çoğunlukta olması gereken bir(ya da olursa başarının daha yüksek oranda sağlandığı) süreçtir. (2)
Tanımsal karmaşaya karşın Ulus İnşası son derece uzun ve karmaşık bir dönemdir. Esas hedefi işler, düzenli ve dengeli bir ülkenin oluşturulmasıdır. Peki insanlar neden bir araya gelerek bir ulus oluşturmak için mücadele ederler? Ya da Latin Amerika örneğinde olduğu gibi neden ve nasıl hiçbir ortak noktası bulunmayan insanlar bir araya gelerek bir ülke kurarlar?
Amerika Kıtası’nın Keşfi ve Sömürgecilik Dönemi
15. yüzyıl İspanya’sı tam bir fetih çağı yaşamaktaydı. Aragon Kralı Fernando ile Kastilya Kraliçesi Isabel evlenerek topraklarını tek bir bayrak altında birleştirmiş ve de Granada’da yaşayan Müslümanlara karşı savaşarak Granada toprakları geri alınmıştır. Katolikliğin yayılması, dinsizlerin, inançsızların ve sapkınların ülkeden atılması önemli ve zafer getiren gelişmeler olarak görülse de İspanya hazinesi tamamen boşalmış ve de diğer devletlerden borçlanmaya giderek ülkenin işlerliği sağlanmıştır. Yine 150 bin Yahudi ve de Müslümanların ülkeden kovulması zanaatkarların ve de iş gücü eksikliğinin, yıllarca ekilmeyen toprakların ve de bir türlü belini doğrultamayacak İspanya ekonomisinin habercisiydi. (3)
Bütün bu gelişmeler doğrultusunda Kraliçe Isabel bir maceracıya sürekli doğuya giderek Asya’yı bulması için gelir sağlamaya razı oldu. Böylece Asya’dan gelen ve etlerin kış boyunca saklanması için gerekli olan baharatlar ve de diğer pek çok malzeme aracıya servetler ödenmeden doğrudan gelebilecekti, ekonomilerindeki Venedik-Arap tekeli de kırılacaktı.
Kristof Kolomb (Latince; Christopher Columbus, İtalyanca; Cristoforo Colombo İspanyolca; Cristóbal Colón) sürekli batıya giderek Asya’ya ulaşacağı görüşündeydi. 1492’da Karayip Adalarından başlayarak kıtaya ilk ayak bastığında burasının Asya olduğu görüşündeydi. Yerliler tarafından iyi karşılandı hatta kendisi de yerlilere iyi davrandı. Bu durum üç yıl sonra Dominik yerlileri ile yaşanan kanlı savaşa bir engel teşkil etmeyecekti.
Amerika kıtasının çok daha önceleri Leif Eriksson’ın başkanlığında Vikingler tarafından Kolomb’dan 1000 yıl kadar önce keşfedildiğine dair son derece önemli kanıtlar bulunmaktadır. Yine bunların arasında Azteklerin tanrılarının beyaz ırktan uzun sakallı ve sarışın erkekler bulunması bu durumu kanıt sayılabilecek başka bir örnektir ve yine maalesef yerliler 1519’da Hernan Cortes ile gelen beyaz grubu kendi tanrıları olduğunu düşünmüşler ve de onlara iyi davranmışlardır. Tabii ki de bu durum İspanyolların altın ve gümüşe hücumu İmparatoru öldürmesi ile son bulmuş ve de Latin Amerika yerlileri için yüzyıllarca sürecek zulmün işaretçisidir. (4)
Kıta’da altın ve gümüşün bol bulunması ve zamanla diğer egzotik besinler de kıtanın kaderini tamamen değiştirecekti. Yerliler pek çok açıdan Avrupa teknolojisinin gerisindeydi. Kıtada cam, tekerlek hatta Avrupa’da kullanılan tarzda kılıç ve savaş aletleri yoktu. İlk defa at görmüşlerdi, üstelik Avrupa’dan gelen virüs ve bakterilere karşı dayanıklı değillerdi.
İlk karşılaşmanın ardından kitleler halinde ölümler başlamıştı. İspanyollarla girişilen savaşlarda ateşli silahlar yüzünden yaşanan ölümler, salgın hastalıklar, kötü yaşam ve çalışma şartları binlerce yerlinin yitip gitmesine ve bazı adaların tamamen boşalmasına ilk on yıl içerisinde yol açtı.
Cortes, Alvarado, Pizarro ve Valdivia gibi işgalcilerde kıtanın çeşitli yerlerine ayak basmaya başladılar. Artık Latin Amerika hakkında çok daha fazla bilgiye sahipti istilacılar ve de istenmedikleri topraklarda cihat anlayışı ile yerlileri Katolikleştiriyor ve de tüm yer altı ve üstü zenginliklerini İspanya’ya gönderiyorlardı.
Bu kadar büyük toprakların kontrolü, ekonomik gelirlerine göre genel valilik olarak ilan edilen topraklar, yeni yönetim şekilleri ve bürokratları, bitmek bilmez görünen zenginlikler Latin Amerika’yı birden bire Londra, Paris gibi şehirlerden çok daha kalabalık birer metropol haline getirdi. Bitmek tükenmek bilmeyen madenlerin kontrolü, denetimi ve işletimi için İspanya’dan gönderilen elçiler ve bürokratlar, dinsizleri ve sapkınları din yoluna getirmek isteyen rahipler Latin Amerika’ya yerleşerek yeni kuşakları oluşturmaya başladılar. Latin Amerika’ya yerleşen pek çok İspanyol buradaki yerle halkla karışarak melez ırkı oluşturmuştur. 1600’lü yıllarda azalan yerli tarım işçilerin yerlerini doldurması amacıyla Afrika’dan köleler getirilmeye başlanmıştı. Böylece son derece farklı melez ırklar oluşmakta yine sahip olunan ürünlere göre; altın, gümüş, kahve, kakao vb., yeni metropoller doğmaktaydı. Yine nesillerdir Latin Amerika’da doğup büyümüş ve hiç karışmamış İspanyollar Kreol sıfatıyla toplumda ayrıcalıklı yerler ediniyorlar ve de ırkı göre oluşturulmuş hiyerarşinin en üstünde bulunuyorlardı.(5)
1789 yılında başlayan Fransız Devrimi’nin etkileri dalga dalga yayılmaktaydı. Bu devrim monarşiyi sorguluyor, “özgürlük,eşitlik ve kardeşlik” ilkelerini yayıyordu. Anayasa çerçevesinde ülkeyi yönetecek kişileri seçme, demokratik yönetim biçimi, isteğide son derece geniş bir yankı uyandırmıştı. Avrupa’yı yakından izleyen Amerikan İspanyolları(Kreoller) liberizmi benimsemeye başlamışlardı bile.
Birkaç yüzyıl içerisinde hemen herkes tüm kıtanın paylaştığı iki özellik konusunda hem fikirdi; Katoliklik ve de Kıta’da doğup büyüyen çok uluslu yeni nesil. İspanyollar zamanla Kreollere de güvenmez olmuşlardı. Kreoller de bütün üst düzey görevlerin İspanyollara verilmesinden ve de pastadan yeterince pay alamamaktan şikayetçiydiler. Latin Amerika’da doğup büyümüş ve de yerlilerle karışmamış bir ırk olarak daha fazlasını hak ettiklerine inanıyorlardı. Fakat İspanya’dan gelen güvensizlik Kreollerle İspanyol bürokratların arasını açmaktaydı. Yeni yüzyılla beraber gelen yeni akımlar ve gelişme modelleri, İspanyol hegemonyasından kurtulup Latin Amerika’nın kendi kaderini kendisinin tayin etmek istemesiyle sonuçlanacaktı.
Bağımsızlık Savaşlarına Ayaklanmalar ve İlk Bozgunlar
Kıta’ya tekrar dönüp baktığımızda; muhafazakarlar, liberaller, yok olmaya yüz tutmuş çeşitli yerli gruplar, Afrikalı işçiler, köleler, zengin toprak sahipleri ve melezler farklı sınıfları oluşturmaktadırlar. İlk bağımsızlık fikirleri ortaya atılmaya başlandığı sıralarda tabii ki de alt sınıfa mensup kimse bu konuda söz sahibi değildi.
Melezler için Kreoller ve İspanyollar arasında pek de bir fark yoktu. Hatta İspanyollar günlük hayata karışmadığı için yerli ve melezlerin asıl sorun yaşadıkları grup Kreollerdi. Toprak sahipleri olanlar, yerli ve melezlerin haklarını her fırsatta baskılayanlar ve de keşifle gelip yerleşerek yerlilerin topraklarını alanlar adada ki yeni İspanyol bürokratlar değil Kreollerdi. (6)
İlk ayaklanmalar Meksika’da başladı. O zamanlar son derece zengin bir sömürge durumundaydı ve İspanyol Amerikalılar, İspanya’dan gelen bürokratlara karşı güç kazanma hırsındaydılar. Avrupa’da Napolyon’un ilerleyişinin yarattığı karmaşayı kullanarak şehir meclisinde üstünlük kazanmışlardı fakat bu yetmiyordu. 1810’da ilk ayaklanmalar başladı. Kreol bir rahip olan Miguel Hidalgo bir ayrılıkçıydı ve de Kreollerin madencilik bölgesinde bir komplo ile yerli-melez ayaklanması başlatmasında parmağı vardı. Komploda yer aldığı gerekçesiyle tutuklanmak üzere olan Hidalgo kilise çanlarını çalarak halkı etrafına topladı. İspanyollara karşı bir konuşma yaparak Amerikalılığı savundu.
Ayaklanma kontrolden çıkmış alevler gibi her yeri sardı ve yüzlerce İspanyol ile kreol öldürüldü. Hidalgo’nun Amerikalılık ayrımı etkili olmakla birlikte İspanyollarla Kreollerin birbirine benzemesi yardımcı olmayan bir unsurdu. Çoğu yerli içinde acımasızlıkta iki grup arasında pek de bir fark yoktu. Düzensiz köylü ve madencilerden oluşan bu grup uzun süre dayanamadan dağıldı ve de Hidalgo’nun zaten diğer Kreoller tarafından destek görmeyen ayaklanması başarısız olmaya mahkumdu. Hidalgo yakalanarak idam edildi. Fakat ayaklanmalar bir kere başlamıştı ve de devamı gelecekti.
Hidalgo’dan sonra yine kendisi gibi rahip olan fakat melez Jose Maria Morelos yeni bir ayaklanmanın önderliğini yapmaktaydı. Daha düzenli güçlerle, özgürlük, eşit haklar ve köleliğin kalkması için savaşan Morelos’un kurduğu düzen iki yıl kadar dayanabildi. Morelos’da Hidalgo gibi yakalanıp idam edildi. (7)
Arjantin ve Venezüela’da ki ayaklanmalar tepen inme tamamen Kreollerin denetiminde olan ayaklanmalardı. En etkili kişilerin bir araya gelerek tamamen İspanya kralına karşı cephe almış ve de liberal bir yönetim benimsemişlerdir. Arjantin’de ise İspanyol ve İngilizlerin çatışmalarından yararlanan Kreoller üstünlüğü ele geçirmişlerdi.
Bu ayaklanma ve ele geçirmelerin hiç biri halk desteğine sahip olmadığı için uzun süre dayanamadı. Venezüela’da güçlü olan Ilanerolar sürekli kendilerine kötü davranan ve küçümseyen Kreollerden yana olacak değillerdi ve kral adına savaştılar. Diğer bölgelerde ise halk Kreollerin üstünlüğünden son derece hoşnutsuzdu. Kendilerini yurtsever olarak adlandıran çoğunluğu Kreol, başkaldıranlarsa bu hareketlere yandaş bulamadılar. Esas sorunda burada yatmaktaydı. Bu soruna nasıl bir çözüm bulunabilirdi?

Aslıhan BAŞER

(1) Post-Conflict Reconstruction: Rebuilding Afghanistan; Is That Post-conflict Reconstruction? http://213.184.43.214/files/docs/bdrev13/2._Gintautas_Zenkevicius-Post_conflict_reconstruction_in_Afghanistan.pdf
(2) The Politics of Reconstructing Iraq Spring; http://ocw.mit.edu/courses/urban-studies-and-planning/11-948-the-politics-of-reconstructing-iraq-spring-2005/lecture-notes/lect3.pdf
(3) (John, 2012)
(4) Spanısh Explorers And Settlers, http://unmpress.com/UserFiles/book_images/NewMexicoCh3.pdf
(5) (Eduardo, 2006)
(6) History of Latin Amerika; http://global.britannica.com/EBchecked/topic/331694/history-of-Latin-America/60878/The-wars-of-independence-1808-26#ref359940
(7) The Ten Most Important Events in the History of Latin America; http://latinamericanhistory.about.com/od/latinamericaindependence/a/independence.htm

İbn Meymun

Yahudilik gibi binlerce yıl öncesine dayanan bir dinin kutsal sözlerinin, felsefi yapısının, yorumlarının, yeni nesillere aktarılmasında Musa bin Meymun çok etkili olmuştur. Arapça “Ebu İmran Musa Bin Meymun Bin Ubeydullah” olan adı İbranice “Moşe Ben Maymon”; Latince “Moses Maimonides Rambam” (30 Mart 1135 Kurtuba – 13 Aralık 1204 Mısır) Endülüslü Yahudi bir filozoftur. İbranice’de Rabbi Moşe ben Meymun isminin baş harflerinden oluşan bir unvanı söz konusudur: RaMbaM. Musa bin Meymun 30 Mart 1135 tarihinde İspanya-Kurtuba’da doğmuş ve orada da büyümüştür. Bu dönemde Yahudiler Helenistik kültür ve bazı Arap-Müslüman filozofların etkisinde kalmışlardır. Farabi, İbn Sina, Gazali, İbn Tüfeyl, İbn Rüşd gibi filozoflar önde gelenler arasındadır. Bunların içinde Musa bin Meymun da vardır. Yahudiler bu hareketli, dinsel özerklik içeren, felsefenin öne çıktığı dönemde kendi inanç ve dinlerini daha özgür bir akılla yeniden tanımaya başlamışlardır. Geleneksel Ortodoks yapıdan kurtulup, kutsal metinler ile insan aklını, Tanrı’yı ve yüksek ahlakı özgür düşüncenin eşliğinde yorumlamışlardır. Böylece Yahudilik sürekli kendini yenileyen, değişime açık, çağını yakalayan, tabulardan uzaklaşan bir döneme girmiştir. Bunda hiç kuşkusuz Musa bin Meymun’un katkısı büyüktür. Birçok Yahudi genci benzeri eğitimi alsa bile, aralarından hiçbiri üst düzeye çıkamamış ve Musa bin Meymun kadar Yahudi tarihinde etkili olmamıştır.

Musa bin Meymun gökbilimci, matematikçi, dilbilimci, doktor, filozof ve bilgelik düzeyinde bir Talmudist’tir. Musa bin Meymun hoşgörülü bir kültür zenginliği içinde doğmuş ve yetişmiştir. Kuşkusuz tüm bu hoşgörü, bilim ve felsefe zenginliğinden fazlasıyla yararlanmış, kendini geliştirmiş ve üst düzeyde bir din âlimi olmuştur. Bugün halen İbrani üniversitelerinde ve yeşivalarda onun Talmud hakkında yazdığı yorumlar ders mahiyetinde okutulmaktadır. Aradan bunca yıl geçmesine karşın, Musa bin Meymun’un büyüklüğü, Yahudi dinine yaptığı katkılar her zaman saygı ve ilgi görmüştür.

Meymun ailesi baskılar nedeniyle 1160 yılında Fas’a göçerler. Musa bin Meymun burada eğitimine devam eder. Ancak baskılar yeniden alevlenince 18 Nisan 1165’te 1 ay süren bir deniz yolculuğunun sonunda, Filistin’e (Akka) varırlar. Bu yılın sonunda ise Mısır’da yaşamaya başlarlar. Yahudiliğin üzerinde sürekli bulunan ağır baskı, tehdit ve ölüm korkusu her yanlarını sarmıştır. İnancını yaşamak ve sonraki nesillere aktarabilmek için okumaya, öğrenmeye ve yazmaya devam eder. Onun tek ideali, yaşam arzusu ve beklentisi Talmud üzerine ve Yahudilikle ilgili bazı eksik gördüğü bilgileri derleyip toparlamak, Yahudiliği geniş bir bakış açısıyla kaleme almak ve kendinden sonraya aktarmaktır. Tüm bunların üzerine, babası ve kardeşi ansızın ölünce ailesini geçindirmek zorunda kalır. Bu dönemde Yemen’de yaşayan Yahudi cemaatlerine yönelik bir risaliye yazar. Her yazdığı ve yaptığı konuşma Yahudi cemaatleri arasında büyük bir saygı ve ilgi uyandırmıştır. 1175’te Mısır’daki Yahudilerin dinî lideri konumuna gelmiştir. Mısır sarayında hekim olarak görev yapmıştır.

13 Ekim 1204’te 70 yaşında Fustat’ta yaşamını kaybeder. Kudüs’te “Yas Orucu”, Mısır’da ise tüm Yahudiler ve büyük bir Müslüman çoğunluğun katıldığı “Üç Günlük Yas” tutulur. Mısır’da böyle bir olay ilk kez gerçekleşmiştir. İbn Meymun’un mezarı Filistin’de Taberiye’dedir. Günümüzde Yahudiler ve Evanjelist Hıristiyanlar için dini bir ziyaret merkezidir. Yahuda el-Harizi el-Endulusi tarafından mezar taşına “Musa’dan Musa’ya, Musa gibisi gelmedi” diye yazılmıştır.

İbn Meymun’un eserleri arasında 16 yaşından önce yazdığı Arapça eseri “Makale fi Sinaati’l – Mantık (Millot ha – Higgayon – Mantık Terminolojisi Üzerine İnceleme) mantık ve metafizikte kullanılan muhtelif teknik terimleri konu almaktadır.

İbn Meymun 23 yaşında Arapça yazmaya başladığı ve 33 yaşında tamamladığı “Mişna” yani Yahudi sözlü şeriat derlemesinin yorumu/tefsiri “Kitabü’s – Sirac” ile ilk büyük eserini ortaya koymuştur. Bu kitapta arkeoloji, ilahiyat ve fen bilimlerine sıkça atıfta bulunarak tek tek kelime ve cümleleri açıklamıştır. Böylece Mişna’daki genel felsefi meselelerle ilgili bir dizi oluşturmuştur. Bunlardan biri de Yahudiliğin öğretileri “13 İman Maddesi” adlı “Yahudiliğin Amentüsü”dür.

İbn Meymun’un 10 yılda İbranice kaleme aldığı “Mişna Tora” (Tevrat’a Yeniden Bakış) O’nun başeseridir. Bu eserinde bütün Yahudi şeriatını duru bir İbranice ile sistemleştirmiştir.

İbn Meymun Yahudi şeriatı üzerine iki dar kapsamlı kitap daha yazmıştır:
a)Sefer ha-mitsvot (Kurallar Kitabı). Ortalama düzeyde bilgiye sahip Yahudiler için yazılan bu eser Yahudi şeriatını özetler. Bu kitap Arapça kaleme alınmıştır.
b)İbranice yazdığı Hilhot ha-Yeruşalmi (Kudüs Kanunları) kitabı ise Filistin Talmud’undaki kanunları özetler.

İbn Meymun (1176 – 1191) tarihleri arasında 15 yılda tamamladığı Latince Doctor Perplexorum (Şaşırmışların Kılavuzu) adlı ve sonradan İbranice More Nevuhim başlığı ile tanınan “Delaletü’l – Hairin” adlı eseri ile Yahudi inancına daha akılcı bir felsefe kazandırma gayesi taşımıştı.

Bu eser, bilim-felsefe-din arasındaki yakınlaşmaya büyük katkıda bulunmuştu. Arapça yazdığı bu kitabı öğrencisi Yehosef İbn Aknin’e göndermişti. Eser İbn Meymun’un sağlığında İbranice’ye çevrilmişti. Daha sonra da Latince ve bazı Avrupa dillerine çevrildi.

İbn Meymun daha pek çok küçük metinler kaleme almıştı. Bunlardan biri “Maamar Kidduş ha Şem ya da İggeret ha – Şemad” (Dinden Dönme Üzerine Mektup) adlı kitabıdır.

İbn Meymun halk sağlığı için yazdığı kılavuzunu Sultan el Efdal’a ithaf etmişti.

Fransa’da aşırı muhafazakârlığı ile tanınan Montpellier hahamı Solomon İbn Meymun’un “Delaletü’l – Hairin” (Şaşırmışların Kılavuzu) adlı eserini yaktırmaya kalktıysa da muvaffak olamamıştı. Üstelik Yahudi filozofların en büyüğü olarak kabul edilmesinin yanında geleneksel Yahudi inancının temellerinden biri olarak “peygamber” muamelesi görmeye başlamıştı. “On Üç İman Maddesi” geleneksel Yahudi ibadetinin temel metinleri arasına girmişti.
Latinceye çevrilen felsefe eseri Orta Çağ’ın büyük skolastik yazarlarını etkilemişti. Spinoza ve Leibniz bazı görüşlerini İbn Meymun’un kitaplarından esinlenerek geliştirmişlerdir.

20. yüzyılda ise Alman Yahudisi-Amerikalı Siyaset felsefecisi Neo-conların temel dayanaklarından biri olan Leo Strauss (1899-1973) İbn Meymun’un görüşlerini din-felsefe-siyaset temelinde Yahudi ırkının koruması ideolojisine dönüştürmüştür.

Yahudi tarihi boyunca birçok din bilgini iman esasları listesi hazırlamıştır. Ortaçağın büyük Yahudi düşünürü İbn Meymun da iman esasları listesi hazırlayarak kendi listesindeki esaslara uymanın her Yahudi için bir zorunluluk olduğunu ifade etmiştir. İbn Meymun’un listesinde ise diğerlerinden farklı olarak “nesh” maddesi dikkat çekmiştir. Bu da içinde yaşadığı Müslüman topluma cevap verme ihtiyacından kaynaklanmıştır. İbn Meymun, listelediği esaslara bağlayıcılık atfetse de onun bu hükmü karşılık bulmamıştır. İbn Meymun’un listesi sonraki asırlarda Yahudi din bilginleri tarafından eleştirilmiş ve yeni liste denemeleri yapılmıştır. Bu da Yahudi din bilginlerin İbn Meymun’un listesi ile yetinmediklerini ve bağlayıcılığını kabul etmediklerini göstermektedir. Bununla birlikte bütün eleştirilere ve alternatif liste düzenlemelerine rağmen İbn Meymun’un listesinin günümüzde en fazla kabul gören liste olduğu da tartışma götürmez bir gerçektir.

ESRA DEĞİRMENCİ
Yahudi Çalışmaları Araştırma Merkezi(YAÇAM) Stajyeri

 

KAYNAKÇA
Abelson, Joshua, “Maimonides on the Jewish Creed”, The Jewish Quarterly Review 19:1 (1906), ss. 24-58.
Doğan, Hatice, Maymonides’in Hayatı ve Eserleri, Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın AŞ., İstanbul 2010.
Goldfeld, Lea Naomi, Moses Maimonides’ Treatise on Resurrection: an Inquiry into Its Authenticity, Ktav Pub Inc., 1986.
Hyman, Arthur, “Maimonides’ Thirteen Principles”, Jewish Medieval and Renaissance Studies, ed. Alexander Altmann, Cambridge 1967.
Melammed, Abraham, “Maimonides’ Thirteen Principles: From Elite to Popular Culture”, The Cultures of Maimonideanism, ed. James Robinson, Brill 2009, ss. 171-190.
Rudavsky, T.M., Maimonides, Wiley-Blackwell Pub., 2010.
Ortadoğu Gazetesi, KURT Ramazan, İbn Meymun Makalesi, 2009.

Cenevre-3 – Başlamadan Duran Görüşmeler –

Suriye’deki iç savaş tüm şiddeti, vahşeti ve kararlılığı ile devam ediyor. Birbirlerini yok etmeye kararlı tarafların Suriye’de yarattığı tahribat inanılmaz boyutlara ulaşmış durumda. Bu tahribatın bedelini artık yalnız Suriye değil tüm dünya ödüyor. Taraflar bu bedeli ödemeye son derece kararlı olsa da müzakere masası hiç kurulmamış değil. Fakat her gün değişen dengeler, bir günün ertesi güne benzememesi, muhalif kanadın tek sesli hareket edememesi, her gün farklı örgütlerin farklı söylemler ile Suriye İç Savaşı’na dahil olması bu müzakere masasını da anlamsızlaştırıyor. Suriye için üçüncüsü yapılan Cenevre-3 toplantıları da aynı kaderi paylaşacak mı? Muhtemelen.

Cenevre-3 öncesi Riyad Konferansı

Suriye’de barışı sağlamak için üçüncüsü kurulan müzakere masasını incelemeden önce birbirleriyle olan ilişkileri son derece karmaşık olan muhaliflerin durumunun üzerinde durmak gerekiyor. Dağınık bir halde olan Suriyeli muhalifler, savaşın başından beri askeri ve siyasi söylemlerini ortak bir paydada buluşturamadı. Bu durum müzakere masasında karşılarına hep bir sorun olarak çıktı. Bu anlaşmazlık engeli zaten muhalif grupları farklılaştırırken diğer yandan Batı ve komşu ülkeler de, muhalif grupları, Suriye’deki hedeflerine ve ideolojilerine göre Ilımlı-İslamcı, Radikal-İslamcı gibi parçalara ayırıyorlar. Böylece paramparça haline gelen Suriye muhalefetini birleştirme çabaları da pek bir sonuç vermişe benzemiyor.

Bunun için de yapılan en büyük girişim, Suudi Arabistan öncülüğünde Riyad’ da yapılan toplantı. Toplantının amacı: Suriye’deki en önemli görüş ayrılığının temsil sorunu olduğunu düşünen grupların aralarını düzeltmek ve tek hiyerarşik yapı altında toplanmasını sağlamak ve Cenevre-3’e beraber götürmek; ayrıca 2015’in ilk 6 ayında cephede alınan kazanımların Rusya’nın devreye girmesiyle kaybolmasına izin vermemekti. Ayrıca Kerry-Lavrov Viyana görüşmelerinin hedefi olan 6 ay geçiş hükümeti ve 18 ayda seçim için gerekli zemini hazırlamak da amaçlar arasındaydı.

Daha önceki barış görüşmelerinde, cephe hattında daha çok bedel ödeyen grupların barış masasında temsilinin az olması muhalefeti ayrıştırsa da Riyad Konferansı’nda durum değişti. En büyük askeri grup olduğu tahmin edilen Ahrar-u Şam’ın da konferansa katılması, daha sonra çekilmesi, bir sonuç çıkarmayacağı endişesi yaratsa da, konferans sonu bildiriye imza atmaları konferans kararına uyacakları fikrini uyandırdı. “Yüksek Komite” adı altında 32 kişilik bir ekip kuran muhalefet, 15 kişilik bir müzakere heyeti belirledi ve katılım gösteren her grup tarafından da onaylandı. Fakat bu Cenevre’ye gitme kararı almak için yeterli olmadı.

Cenevre-3 -Başlayamayan Görüşmeler-

Muhalifler, Cenevre-3’ün başlayabilmesi ve görüşmelerin daha sağlıklı ilerleyebilmesi için bazı temel şartlar ortaya koydu. Bu temel şartlar; ülke çapında ateşkesin sağlanması ve sivil alanlara bombardımanların durdurulması, kuşatmaların kalkması ve acil insani yardımın gönderilmesi şeklinde belirlenmişti. Gayet makul isteklerle gelen muhalifler, bu şartların sağlanacağından emin olana kadar toplantıya katılmayacaklarını bildirdi. Ayrıca o sırada Cenevre’de başka bir şey daha tartışılmaktaydı: Muhalif masasına oturacak grupların içinde PYD’nin olup olmayacağı. Rusya, PYD’siz toplantının olmayacağı görüşünde iken Türkiye PYD’nin muhalif saflarında olamayacağını; ya rejimin yanında masaya oturmalı ya da davet edilmemesi gerektiğini vurguladı. Toplantı için belirlenen gün olan 25 Ocak’a kadar belli olmayan bu durum PYD’nin davet edilmemesi ile Türkiye lehine sonuçlandı.

Fakat toplantı planlanan tarihte başlayamadı. Muhalefetin bu tarihte Cenevre’ye gitmesine rağmen toplantılara katılmamasının nedeni, insan hakları bağlamında sürdüğü şartlar ve ateşkesin sağlanamaması idi. Muhalifler, Cenevre toplantısına kadar kuşatma altında bulunan Madaya’da açlıktan ölen insan sayısının artması, Halep’te ve diğer muhalif hakimiyeti altındaki sivil bölgelere bombalamanın süratle devam etmesi gibi sebepleri öne sürerek toplantıya katılım göstermelerinin bir anlamı olmayacağını belirtmekle beraber isteklerinin acilen yerine getirileceğine dair BM’den güvence istediler. BM Suriye Özel Temsilcisi Staffan De Mistura da Suriye rejimine ve müttefiklerine muhaliflerin bu isteklerinin yerine getirilmesini talep etti, fakat Rusya “Terörizmle Mücadele” kapsamında operasyonların süreceğini belirtti.

Bu gelişmelere rağmen 2 Şubat günü Muhalifler ve De Mistura arasında Cenevre’de ilk görüşmeler gerçekleşti. Bu görüşmeleri muhalifler “ön görüşme” olarak tanımlasa da BM Suriye Özel Temsilcisi De Mistura 2 Şubat 2016 günü görüşmelerin başladığını duyurdu. Fakat müzakere masası için görüşmelerin yapıldığı sırada Suriye’de dengeleri tamamen değiştirecek hamleler gelişiyordu. Rusya, Esed askerleri ve diğer mezhepçi milislerin operasyonu ile Halep kırsalında muhalifler kuşatılıp, yoğun bombardıman altına tutuldu. Halep’in kuzeyinden ve güneyinden saldırarak tüm muhalefeti ezmeyi hedefleyen bu operasyon için Rusya üç günde 260’tan fazla hava saldırısı düzenledi. Halep ile Türkiye ikmal yolunu kesmeyi başaran rejim yanlısı milisler, Halep’i abluka altına almayı planlıyor ve Cenevre görüşmeleri adına bu kazanımı feda etmek istemiyordu.

5 gün süren bu bombardıman boyunca yüzlerce sivil hayatını kaybetti ve muhalifler çok sayıda kayıp verdi. Kuzey Halep kırsalında yaşayan 200 bin sivil için de göç tehlikesi belirdi. Türkiye’nin açıklamalarına göre 70 bin sivil şu an Kilis Öncüpınar Sınır Kapısının karşısındaki Bab-ul Seleme kapısına dayanmış durumda. Bu durumu değerlendiren muhalefet, bu şartlar altında görüşmelerin olamayacağını duyurdu ve sivil alanlara bombardıman durana kadar ve ateşkes sağlanana kadar görüşmelere katılmayacağını bildirdi. De Mistura ise bu durum için: “Masa dağılmış değil sadece donduruldu diyebiliriz” dedi.

Rusya'nın Halep'te son 1 haftada bombaladığı yerler. Sarı bölgeler muhalif alanları. (Kaynak : ISW)
Rusya’nın Halep’te son 1 haftada bombaladığı yerler. Sarı bölgeler muhalif alanları. (Kaynak : ISW)
Suriye'de Ocak ayındaki çatışmalarda sivil ölümleri. İlk sırada Rusya ikinci sırada rejim var. (Kaynak : Suriye İnsan Hakları)
Suriye’de Ocak ayındaki çatışmalarda sivil ölümleri. İlk sırada Rusya ikinci sırada rejim var. (Kaynak : Suriye İnsan Hakları)

Cenevre-3 barış görüşmeleri dondurulmuş bir şekilde beklerken , Suriye iç savaşının kaderini belirleyecek Büyük Halep Savaşı da ihtimal ki çok yakında. Rusya, Suriye ve mezhepçi milisler, Halep’te muhalifleri kıstırmış durumda ve bu Suriye’deki muhalefetin sonu olabilir.Bu durum Türkiye ve diğer ülkeler açısından da yeni mülteci göçleri anlamına gelebilir. Rusya’nın terörizmle mücadele söylemi altında Suriye’deki sivil ölümleri, kritik derecede artmış halde ve Cenevre-3 de önceki iki görüşme gibi donmuş durumda; BM ise yine tıkanmış halde Suriye’yi izliyor.

ÖMER BAYRAKTAR
Yakındoğu Araştırma(YADAM) Asistanı

Kaynakça

http://www.aljazeera.com.tr/haber/silahli-gruplara-daha-fazla-koltuk
http://www.aljazeera.com.tr/gorus/riyad-konferansi-ve-zorluklar
http://www.understandingwar.org/
http://www.understandingwar.org/backgrounder/assad-regime-gains-aleppo-alter-balance-power-northern-syria

Suriye 2015 Genel Durumu

0

Suriye, 15 Mart 2011 tarihinden beri, büyük devletlerin ve büyük grupların etkisi altında, dozunu giderek arttıran bir iç savaşın içinde günden güne eriyen bir ülke. Siyasi sorunlar kadar büyük insani sorunlar da doğuran bu savaş süresince milyonlarca insan komşu ülkelere sığınmak zorunda kaldı, yine binlercesi umut yolculuğuna çıktı, bazıları ise bu yolculuğu tamamlayamayıp hayatını kaybetti. Bu umut yolcularından Aylan Kurdi’nin içler acısı fotoğrafı tüm insanlığın bakışını bir anlığına da olsa Suriye İç Savaşı’na çevirse de bu kısa süreli vicdani bakış büyük devletlerin çıkarlarının önüne geçememiş ve savaşın uzaması yönünde stratejik hamleler atılmıştır. Suriye’deki dış aktörlerden Rusya’nın Eylül 2015’ten beri bölgede her türlü askeri gücünü kullanması ve diğer güçlü aktör İran’ın savaşın başından beri izlerine rastladığımız hamleleri 2015 yılının başından beri Suriyeli Muhaliflerin lehine esen rüzgarı tersine çevirdi. Tüm bu hamlelerin ne sonuç çıkaracağı tartışılırken hiç oralı olmayan Batı devletleri için Suriye, ancak IŞİD’in Paris’e peş peşe 6 saldırı düzenlemesi ile odak noktası haline geldi. Dünya’daki tüm kötülüğün Suriye’den yayıldığı fikrine inanan Batılılar, Suriye’de yeterince bomba yokmuş gibi global bir terörle mücadele ağı başlattılar. Altmıştan fazla ülkenin en ağır silahları ile içinde bulunduğu Suriye İç Savaşı’nda çözülmesi zor birçok sorun bizleri bekliyor.

Mülteci Sorunu

Suriye, 5. senesine girdiği iç savaşın dünyaya ödettiği en ağır bedel olan mülteci krizi, büyük rakamlara ulaşmış durumda. 2015 BM raporuna göre 5 yıl içinde yaklaşık 4 milyon insan komşu ülkelere göç etmek zorunda kaldı ve 2 milyon insan iç göçle evlerinden oldu. En fazla mülteci barındıran devlet ise en uzun sınıra sahip olan Türkiye. Resmi rakamlara göre 2 milyon 900 bin mülteci Türkiye’de ve bunların sadece 290 bini kamplarda kalıyor, ek olarak 200 bin Suriyeli bebek Türkiye’de doğdu. Bu rakamları diğer komşu ülkeler Lübnan, Ürdün ve Irak’ta da görüyoruz. Deniz yoluyla Avrupa’ya gitmek isteyen Suriyeli sayısı ise bilinmiyor.

Fakat bu rakamın binlerce olduğu tahmin ediliyor. Krizin büyüklüğü göç alan ülkeye de aynı büyüklükte sorumluluk yüklüyor. Ülkelerindeki savaşın bitmediği gibi göç ettikleri ülkelerde de yeni bir savaşa giriyorlar. Geçimlerini sağlamak için iş bulmakta zorlanan Suriyelilerin en büyük problemlerinden biri de eğitim. Türkiye’de gerek dil sorunu yaşamaları gerek de çalışıp ailelerine ek gelir sağlamaları nedeniyle okul çağındaki 550 bin Suriyeliden 400 bini eğitimden uzak durumda. Türk okullarına giden Suriyeli sayısı 7500 iken 110 bin Suriyeli ise Türkiye’deki Suriye okullarına gidiyor. Hal böyle olunca başı saran geçinme derdinin çözümünü kaçak yollarla Avrupa ülkelerine gitmekte bulan Suriyelilerin karşısına bu sefer de umut avcıları çıkıyor. Ege Deniz’inde yaşanan facialara karşın deniz yolunu kullananların sayısı gün geçtikçe artıyor. Türkiye’nin Avrupa ülkelerine olan kara sınırı da aynı kaçak trafiğini yaşıyor. Bazen yirmişer bazen ellişer gruplarla sınırı geçmeye çalışan Suriyeliler tüm tehlikelere rağmen bu yoldan vazgeçmiyorlar. Suriye İç Savaşı insanlığın asla hesap veremeyeceği bir noktaya çoktan ulaşmış durumda. Suriyelilerin ülkelerinin dışında yaşadıkları zorluklar kısa zamanda çözülecek gibi değilken ülke içinde süren savaşta da çözüme yakın bir hal görünmüyor.

Muhalifler ve Şam Rejimi 2015

2015 yılı Suriye için dengelerin pek çok açıdan değiştiği bir yıl oldu. 2015’in başında, 4 yıldan beri süregelen, muhalifler ile rejim yanlısı güçler arasındaki savaşta, psikolojik ve stratejik üstünlük rejimin elindeydi. Rejim tarafından kıyı şehirleri Lazkiye ve Tartus güvenli bölge ilan edilmiş, Humus’taki muhalif unsurlar kıstırılmış ve stratejik şehir merkezleri ele geçirilmişti. 2015 Şubat ayında ise Suriye Ordusu Halep’ten muhalif unsurları tamamen temizleme hedefi ile, Hizbullah ve İranlı milisler ile birlikte büyük bir saldırı başlattı. Kuzey Halep noktalarına yapılan büyük saldırı uzun bir aradan sonra muhalif unsurları bir araya getirdi ve Halep savunması için bir operasyon odasında birleştiler. Ahrar-u Şam ve Nureddin Zenki hareketinin başını çektiği bu operasyon odasının en önemli müttefiki de El Kaide biatlı El Nusra örgütü oldu. Bu ittifakın öncesinde, 2013 yılında Işid’in El Kaide’den ayrılıp kendi devletini kurma iddiasıyla savaşmaya başlamasıyla birçok savaşçısını Işid saflarına kaptıran El Nusra, hakim olduğu şehirden çekilmek zorunda kalıp operasyon dahi yapamayacak bir noktaya gelmişti fakat El Nusra Ahraruş Şam ittifakı sonuç vermiş rejim ve rejim yanlısı milisler Ratyan beldesinde ağır bir yenilgiye uğratılmıştır. El Nusra, dolayısıyla El Kaide, ilerleyen süreçte etki alanını genişletme fırsatı buldu ve muhalifler ortak hareket etmenin getireceği kazanımlar bağlamında Halep Müdafaası için kurulan bu masayı dağıtmadılar. Şubat 2015’ten sonra bu kez saldıran kesim muhalifler olurken rejim unsurları ise sürekli geri çekilen taraf oldu. Bu saldırı pozisyonunu iyi değerlendiren muhalifler İdlib şehrinin fethi için ” Fetih Ordusu” adı altında birleşti. Bu birlikteliğe sebep olan unsurlardan biri Ratyan’daki ittifakın getirdiği kazanımların ve Güney Suriye’de bulunan muhalif güçlerin kurdukları yeni ittifakların yarattığı olumlu hava idi. Komşu ülke hükümetlerinin de koordinesiyle Ahrar-u Şam, El Nusra ve irili ufaklı muhalif örgütler bu orduya katıldıklarını bildirdiler ve ilk hedef olarak stratejik bir nokta olan İdlib’e saldırdılar. 4 hafta süren yoğun çatışmalar sonucu kırsal kesimleri elinde tutan muhalifler şehir merkezinden rejim unsurlarını çıkardılar ve büyük bir zafer elde ettiler.

İdlib şehir merkezi muhaliflerin eline geçince Nisan ayında şehrin tamamı muhaliflerin eline geçmiş oldu. Güçlü direniş gösteremeyen ve dağınık halde geri çekilen rejim unsurları kısa süre içinde Lazkiye’ye giden en stratejik yol olan Cisr-uş Şugur kasabasını da kaybetti ve ciddi manada askeri zaiyat verdi. Bu kayıplar art arda gelirken Eriha kasabasında da 2 saat dahi direnemediler ve muhalifler İdlib’in en büyük askeri üssü olan Mastuma Askeri Üssünü ele geçirdiler. Böylece Fua-Keferya köyleri hariç İdlib’in tamamı Fetih Ordusu’nun kontrolüne girdi. Kıyı kesimlerinde askeri üstünlük muhaliflerin eline geçince Ratyan’da püskürtülen rejim unsurlarına saldırı için hazırlıklara başladı ve Güney Halep için “Halep Fetih Ordusu” masası kuruldu. Halep’ten rejim tamamen çıkarılırsa Hama’nın yolunun açılacağını düşünen muhalifler böylece Şam’ı kuşatmaları ve Güney Suriye’de kuşatılmış muhalif unsurlara yardım edebilme adına ümitlendiler. Fakat muhaliflerin bu e’de avantajlı konumda olmak isteyen Esed yönetimi evvela kıyı bölgelerde toprak bütünlüğünü korumak istiyor ve Şam’daki hâkimiyetini kaybetmek istemiyordu. Bunun için çaldıkları ilk kapı savaşın başından beri tüm hamlelerine eşlik eden İran oldu. Bunla ilgili ilk belirgin politik hamle Suriye Savunma Bakanının İran ziyaretinde, destekleri için teşekkür edip ve askeri yardım istediğini söylemesiydi. Bu hamlelerden sonra İran’ın meşhur komutanı Kasım Süleymani 2015 yaz aylarından itibaren Suriye’de bulundu ve komutası altındaki Kudus Gücü ile rejim yanında savaşa katıldı. 2013 ten bu yana Suriye yanında savaşan Hizbullah’a Kudus Gücü eklendi ve İran, Irak ve Afganistan’dan gelen milisler ile muhalif ilerleyişini durdurmak istediler. Bu hamle Fetih Ordusunu yavaşlattı fakat durdurmaya yetmedi. Güney Halep’te muhalif saldırılarının etkisi kırılsa da ilerlemeye geçemeyen rejim unsurları istedikleri kazanımları Rusya’nın eylül ayında Suriye’ye müdahalesine kadar elde edemedi.

Kasım Süleymani emrindeki askerlerle Suriye'de.
Kasım Süleymani emrindeki askerlerle Suriye’de.

İran ve Rusya’nın Müdahaleleri

İran’ın general desteği ve Kasım Süleymani hamlelerine karşılık rejime üstünlüğü getirecek etki Rusya’nın Suriye müdahalesi ile oldu. 30 Eylül 2015 günü hava saldırıları ile ilk resmi saldırısını yapan Rusya, savaş başından beri Esed yanlısı bir çözümün taraftarıydı. Kuşkusuz Sovyet Rusya-Baas yakınlığı, Suriye gibi denklemin çok karmaşık olduğu bir ülkeye girmeyi göze aldıracak düzeyde değildi fakat Rusya Suriye’den çok fazla şey bekliyordu. Zaten Suriye hükümetine havadan, karadan ve denizden destek verirken biri Akdeniz kıyısında olmak üzere iki askeri üs yeri de almış oldu. Böylece gelecekte olası bir Esed’li Suriye imkanı olursa, hem çok stratejik bir yer edinmiş hem de doğalgaz ve petrol ihracatını Akdeniz’e indirme fırsatını bulmuş olacaktı. Suriye’ye askeri müdahale süreci öncesi Türkiye ile sıkı ilişkiler kuran Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Suriye’ye girdiği günden bu yana Türkiye’nin “Suriye’de Çözüm” e dair çizdiği her kırmızı çizgiyi de çiğnemekten kendini alıkoymadı. Basına karşı dostane tavırlar sergilenirken içeride çok farklı bir tutum sergilendi. Rusya, Suriye’ye girdiği günden itibaren Türkiye’nin yakın olduğu ve IŞİD’e karşı savaşan ılımlı muhaliflere hava saldırısı düzenledi ve Kuzey Cephesi’nde Idlib’in alınmasıyla başlayan muhalif kazanımlarını boğmaya yönelik çok sert askeri adımlar attı. Güney Halep’te muhalif ilerleyişi durduruldu, Humus şehir merkezindeki tüm muhalif unsurlar çıkarıldı. Fakat aynı başarı Hama’da gösterilemedi ve Hama Morek’te Rusya adına ciddi bir askeri kayıp yaşandı. Tüm bu hamleler Rusya’nın IŞİD’le mücadelesi başlığı altında yapılıyordu fakat hava saldırılarının çok azı IŞİD’i hedef alıyordu. Ancak Rusya’nın Suriye müdahalesini umduğundan daha farklı boyuta taşıyacak olay Lazkiye’nin kuzeyinde muhalif Bayır-Bucak Türkmen bölgesine yapılacak müdahalesi ile olacaktı. Aslında bu hamlenin amacı çok basitti; muhaliflerin 2015 in ilk altı ayında aldığı büyük kazanımları geri almak ve Lazkiye’yi güvenli bölge haline getirmek. Güney Halep Cephesinden de İranlı milisler ve Suriye Ordusu harekete geçecek, İdlib hem doğusundan hem de batısından kuşatma altına alınıp Suriye’deki muhaliflerin varlığı tamamen bitirilecekti. Lazkiye kırsalında Bayır-Bucak bölgesine yoğun bir saldırı başlatıldı ve Türkmen Dağı ve Burç Dağı rejimin eline geçti fakat bu başarılar kalıcı olamadı ve 2 ayı geçmesine karşın hala kesin sonuç alınamadı.

Bu saldırı Rusya’yı hesap ettiğinden çok daha farklı bir senaryonun içine itti. 24 Kasım sabah saatlerinde Türkmen Dağı’nda operasyona katılan SU-24 tipi Rus savaş uçağı Türk Hava Sahasını işgal ettiği gerekçesi ile düşürüldü ve Türk-Rus ilişkileri ciddi hasar gördü. Daha önce bahsedildiği üzere Türkiye’nin Suriye Politikasındaki çözüm önerilerinin hepsini bombalayan Rusya, Suriye’de Türkmen güçlerini hedef alırken, Türkiye sınırını ihlal etmesi cevapsız kalmadı. Rusya, terörle mücadele projesinde Türkiye’nin kendisine ihanet ettiğini iddia etti ve IŞİD ile iş birliği yaptığını öne sürdü. Rusya saldırıları 4. ayında kayda değer bir kazanım sağlamasa da muhaliflerin Hama ve Haleb’in fethi için kurulan operasyon odalarını dondurup tekrar savunmaya geçtiğini görüyoruz. Tam bir sene önce olan duruma geri dönülmüş fakat bu sefer Şam Rejimi ciddi bir dış destekle ayakta durur hale gelmiş ve müttefiklerinin desteği ile saldırı pozisyonu almış durumda.

Rusya'nın 30 Eylül'de bombaladığı muhalif bölgeleri Kaynak : Institute for the Study of War
Rusya’nın 30 Eylül’de bombaladığı muhalif bölgeleri Kaynak : Institute for the Study of War
Rus saldırılarının ilk ayında hava saldırısı yapılan bölgeler.. Kaynak . Institute for the Study of War
Rus saldırılarının ilk ayında hava saldırısı yapılan bölgeler.. Kaynak . Institute for the Study of War

PYD ve IŞİD Suriye’de etkisi olan diğer oluşumlar kuşkusuz PYD ve IŞİD. Bu iki düşman örgüt için 2015 yılı birbirleri ile çatışma içinde geçti ve PYD büyük destek aldığı Koalisyon güçleri sayesinde IŞİD’e karşı çok büyük başarılar elde etti. Suriye’de etki alanını %186 oranında genişletti ve şu an için Suriye’nin dörtte birini elinde tutuyor. Bu hakimiyet alanını kuşkusuz Suriye Rejimi ile iyi geçinmesinden alıyor. Şam yönetiminin muhalifler ile daha güçlü savaşmak için Kuzey topraklarını PYD’ye bıraktığı bilinen bir gerçek. Hasakeh merkezinde rejim unsurlarını dışarı çıkarmaması, Türkiye ile kopan ilişkiler sonrası PYD başkanı Salih Müslim’in hakimiyeti altında tuttuğu Rojava’ya Suriye Ordusunun girebileceğini söylemesi bu ittifakı doğrular nitelikte. 2014 yılının sonlarında Kobane kuşatması ile ciddi manada köşeye sıkışmış olan PYD, Batı’nın kurduğu koalisyon ve Türkiye’nin Peşmerge’nin sınırından geçişine izin vermesiyle Kobane ( Ayn el Arab) kuşatmasını kırmıştı. Bu savunmadan sonra ABD’nin başını çektiği Batı koalisyonundan aldığı yüklü silah ve hava desteği ile IŞİD’e karşı saldırıya geçti. PYD Haziran ayı itibariyle Ayn El Arab, Tel Abyad , Ayn İsa , 93.Tugay ve Hasakeh barajını IŞİD’ten alarak ele geçirdi.Fakat PYD’nin bu ilerleyişi , salt PYD ve YPG güçlerinden oluşan bir gücün, Türkiye sınırının neredeyse tamamında bir hakimiyet alanı kurmak istemesinin Türkiye’yi rahatsız edeceği biliniyordu Türkiye’nin gönlünü almak için görünüşte çoğulcu fakat içerikte tamamına yakınının PYD unsurlarının oluşturduğu bir sözde Arap-Kürt ittifakı kuruldu.

Suriye Demokratik Güçleri adını alan bu örgüt geçtiğimiz ay Türkiye’nin tüm söylemlerine rağmen Fırat’ın batısına geçerek Tışrin Barajını ele geçirdi. Aynı zamanda PYD, Türkiye’ye karşı Rus desteğini de arkasına alınca Afrin ve Haleb Şeyh Maksut bölgesinde muhaliflerle çatışma içine girdi ve bu etki alanı genişletme çabası hala devam ediyor.

IŞİD, Suriye’de PYD, Irak’ta Şii milisler ve Irak Ordusu’na karşı geri çekilme dönemi yaşasa da bazı avantajlı durumları da oldu. Suriye’de mayıs ayında Humus şehrinin güneyinde Tedmur kentini ele geçirdi ve 2000 yıllık antik kent Palmyra’yı kontrolü altına aldı. Bu çatışmalar sırasında Suriye rejiminin hiç direniş gösterememesi de 2015 Mayıs ayında Esed yanlısı devletleri endişeye iten son hamle oldu. 2015 yılı boyunca büyük kayıplar yaşayan IŞİD, Mayıs ayında rejimi Halep’ten çıkaracak muhalif saldırılarını da sabote etmiş ve rejimle eş zamanlı olarak Kuzey Halep’te muhalif bölgelerine saldırı düzenleyerek savaşın seyrini değiştirecek hamlelerde bulundu. Bu süre zarfında kendinden olmayan herkese saldıran IŞİD, Halep’te rejimi rahatlatan hamleler yaparken, Humus’ta rejimle savaşıyor, Yermuk’ta muhalifleri çıkartıp rejimle masaya oturuyor kuşatma altındaki militanlarını kurtarıp bölgeyi Şam yönetimine devrediyor fakat yeri geliyor muhalif unsurlarla beraber rejime karşı saldırıda bulunuyor. Herkese düşman tavrı nedeniyle tüm grupların baş düşmanı olan IŞİD için 2015 tam bir kayıplar yılı oldu.

Suriye'deki son Durum. Kaynak : Twitter : @ValkaryV
Suriye’deki son Durum. Kaynak : Twitter : @ValkaryV

Siyasi Çözüm İçin Müzakereler

2011 yılından beri süregelen bu iç savaş komşu ülkeleri ciddi manada etkilemiş, bazı bölge ülkelerini ekonomik, siyasi ve kültürel problemler içine sokmuştur. Türkiye’de yaşanan farklı dil farklı millet sorunu, Lübnan’da yaşanan ekonomik baskı ve tarihsel çekişme neredeyse çatışma ortamı yaratmıştır. Aynı zamanda Avrupa kapılarına dayanan mültecilerin yaşadıkları zor şartlar yüzünden Ege Denizi’nde hayatını kaybeden Aylan Kurdi ve daha nicelerini anmak mümkün. Yaşanan tüm bu trajik olaylar uluslararası ilişkiler sistemini harekete geçirmiş ve savaş halinin sonu ve hızlı bir siyasi çözüm için girişimlerde bulunulmuştu. 2012 yılından beri konuşulan geçiş süreci Cenevre’de bir dizi toplantıda tartışıldı. Fakat bu Cenevre görüşmeleri asla barışı getirecek olgunluğa ulaşmadı. Çünkü savaşın ilk üç yılı, Suriye Ordusu güçlü ve düzenli ordusu ve müttefiki Hizbullah ile karşısındaki dağınık ve bir olarak hareket etmeyi becerememiş muhalifleri ezmeyi başarmıştı. Muhaliflerin kendi aralarında oluşan ciddi fikir ayrılıklarını da gören rejim, masadan Beşar Esed’in koltuğunda kalmasını garanti edecek bir madde ile kalkmak istiyor, askeri üstünlüğünü de buna karşı kullanmaktan çekinmiyordu. Cenevre-1 de siyasi gelecek bağlamında anlaşmaya varılan maddeler muhalifler ile Şam yönetimi arasında bir sonuca erdirilememiş, akabinde yapılan Cenevre-2’den de sonuç alınamamıştır. Ayrıca Cenevre görüşmelerinde askeri imkanları düşük grupların temsil gücünün fazla olması alınan kararların bir nebze ölü kararlar olmasına sebep olmuştur. Bu durum da sahada güçlü olan tarafların rahatsızlığına sebep olmuştur. Ümit vermeyen ve temsil oranı düşük Cenevre görüşmelerinden sonra BM nezdinde bazı girişimler olsa da masa yeniden toplanamadı. Cenevre 3 için sözleşilse bile hala toplanılamadı. Fakat mülteci krizinin tüm dünyayı etkiliyor olması ve Suriye’de savaşın yarattığı insan hakları ihlalinin Uluslararası İlişkiler sisteminin varlığını sorgular hale gelmesi sistemin baş aktörlerini harekete geçirdi. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ve BM Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura, Viyana’daki özel görüşmelerinden sonra 18 ay içinde seçime gidileceğini, müzakerelerden sonra 6 aylık bir geçiş hükümeti kurulacağını açıkladı. Fakat kararı alan masada Suriye’deki tarafların hiçbirinin olmaması ve sahadaki muhalif grupların Viyana görüşmelerinin kabul edilmeyeceğini ilan etmesi bu girişimi de sonuçsuz çıkaracağa benziyor.

Yakın zamanda yapılan son Suriye toplantısı ise hem siyasi hem askeri bir özellik taşımakta. Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’ta yapılan konferansta amaç, muhalifler arasındaki fikir ayrılıklarını çözmek ve tek askeri yapıda birleştirmeye çalışmak. Ilımlı muhaliflerin tamamına yakını toplantılara katılırken, toplantıyı gerçekten önemli kılan şey Ceyşul İslam ve Ahrar-u Şam örgütlerinin de görüşmelere katılmasıydı. Toplantının Şam yönetimi ile oturulacak müzakerelerinde masada kimlerin olacağı meselesi bazı anlaşmazlıklara yol açtı. Ahrar-u Şam, SMDK’ya verilen kritik görevleri eleştirirken, SMDK üyelerinin rejimle yakın ilişkiler kurduğunu söyleyerek görüşmelerde alınan kararları tanımadı ve kısa süre içinde çekildiğini açıkladı. Ayrıca toplantılara PYD’nin çağırılmamış olması Suriye muhalefetinin salt Arap gruplarından olacağı mesajı da taşıyor olması önemli bir ayrıntıdır.

İnsan Hakları İhlalleri

Suriye böylesine bir karışıklık içinde sona yaklaşırken, dünya tarihinin en acı verici insan hakları ihlalinin de mağduru olmuştur. Hakimiyet ve etki alanını genişletmeye ya da korumaya çalışan gruplar tarafından acımasızca öldürülen sivil sayısı gün geçtikçe artarken, bunu önlemek için yapılan hamleler de ya geç kalıyor ya da fazlasıyla yetersiz durumda. Şu an rejim güçlerince kuşatma altında olup insani yardım geçişine izin verilmeyen 6 bölge var. Rejim kuşatmasının en son mağduru olan Madaya ise kıtlık belasıyla karşı karşıya. 7 aydır rejim kuşatması altında olan 40 bin kişinin yaşadığı bölgede 23 kişi açlıktan hayatını kaybetti ve BM müzakereleri sonucu 7 ay aradan sonra ilk defa yardım tırlarının geçişine izin verildi. Muhaliflerin kuşatma altında tuttukları bölge ise İdlib’teki son Şii bölgesi olan Fua ve Keferya.

Fakat 2015’in son günlerinde sivil toplum örgütü İHH’nın girişimleri ile Fua-Keferya ve Hizbullah kuşatmasında olan muhalif bölge Zabadani arasında esir takası yapılmış, yaralılar ve hastalar Türkiye’ye getirilip tedavilerine başlanmıştır.

Suriye’de sivil ölümleri de ciddi rakamlara ulaşmış durumda, sivil ölümüne karışmamış grup yok. Suriye İnsan Hakları kuruluşunun rakamlarına göre Suriye’de sivil ölümlerinin %94.5’u (62.106 kişi) Esed güçleri, Hizbullah ve diğer milisler tarafından gerçekleştirilmiş. Rejim tarafından öldürülen çocuk sayısı ise 11 bin. IŞİD ise 1868 sivilin ölümünden sorumlu iken, diğer muhalif unsurlar ise 1702 sivil öldürmüş. Ayrıca en çok gazeteci ve sağlık çalışanı öldüren taraf yine Esed yönetimi. PYD, BM nezdinde yapılan insan hakları raporlarına göre bir diğer fail. Rapora göre PYD, IŞİD ve terörle mücadele kapsamında haksız tutuklamalar yapıyor ve adil yargılama hakkını çiğniyor. Ayrıca IŞİD’e destek bahanesi ile bir köyün %94’ünün tahrip edildiği de vurgulanıyor ve demografik yapıyı değiştirme adına PYD bölgelerindeki Türkmen ve Arapları göçe zorladığı belirtiliyor.

Savaş Suçu Rakamları:

çocuk sayısı medya siviller

Suriye’de öldürülen çocuk sayısı. KAYNAK : Suriye İnsan Hakları Kuruluşu

Kaynaklar

http://www.aljazeera.com.tr/dosya/turkiyenin-suriyelileri-ne-olacak

http://www.aljazeera.com.tr/gorus/cenevre-2-sonrasi-suriyede-baris-umudu-uzak

http://www.aljazeera.com.tr/haber/madayada-23-kisi-acliktan-oldu

http://www.aljazeera.com.tr/haber/pyd-insan-haklarini-ihlal-ediyor

http://aa.com.tr/tr/dunya/rusyanin-akdenizdeki-tek-askeri-ussu-suriyede/396367

http://www.hurriyet.com.tr/viyanadaki-suriye-gorusmelerinden-sonuc-cikti-40014113

http://rudaw.net/turkish/kurdistan/2607201510

http://valkryv.blogspot.com.tr

ÖMER BAYRAKTAR
YADAM