Home Blog Page 250

Abbasiler ve Fatımiler Döneminde Yahudiler

Hz. Muhammed ile başlayan fetihler ile Emevi dönemine kadar olan fetihlerde Yahudi cemaatleri İslam hakimiyetine girmiştir. Yahudi tebaası İslam idaresinde “zimme” adı verilen bir teminat ile hukuki statü kazanmıştır.

Abbasiler ve Fatımiler döneminde Yahudi Cemaatleri Atlas Okyanusu’ndan Orta Asya içlerine kadar İslam idaresinde yaşıyorlardı. Diğer yerlerde yaşayan Yahudiler de mevcuttu fakat genel anlamda İslam idaresinin çatısı altında yaşamaktaydılar. Abbasiler ve Fatımiler döneminde iç meselelerinde Yahudiler serbest bırakılmış, gayri-Müslim tebaanın yaşayışlarına karışılmamıştır.

Müslümanlar, Yahudilerle aynı mahallelerde yaşamışlar ve komşuluk ilişkileri geliştirmişlerdir. Beraber vakit geçirmeleri, eğlenmeleri, aynı sofralarda yemek yemeleri yadırganan durumlardan birisi olmamıştır. Yahudi komşular, Müslümanların cenazelerine katılması garipsenmemiş ve hoşnutlukla karşılanmış; aynı şekilde Müslümanların Yahudi cenazelerine katılması da garip bir olay olarak görülmemiştir. Yetim, öksüz, yardıma ihtiyacı olan kimselere Yahudiler ve Müslümanlar olarak bir ayrım oluşmadan el uzatılmıştır. Yahudi karşıtlığı anlamına gelen “anti-semitizm” söz konusu olmamıştır. İslam toplumunca dışlanmayan Yahudiler ileri gelen bürokratlar ve tüccarlar olmuşlardır.

Abbasiler ve Fatımiler döneminde Yahudiler mahallelerinde bet din ve sinagog etrafında birleşerek bir nevi “devlet içinde devlet” oluşumu sergilediler. Abbasiler ve Fatımiler döneminde Yahudiler Re’sül-calütluk ya da Yevişalara bağlıydı. Her kurumun kendine ait cemaatleri vardı ve cemaatler bet din tarafından idare edilirdi. Bet din tarafından belirlenen kurallar neticesinde şekillenen tutum ve davranışlar söz konusuydu. Bet din, yerel cemaatlerin her türlü tutumlarından sorumluydu. Cemaat içinde yardımlar toplayarak yardım ihtiyacı olan kimselere, dul kalmış kadınlara, yetim ve öksüzlere yardımda bulunup zor durumda kalmaları engellenir, kötü yola düşmemeleri için yardım ederlerdi. Bet dinler, ahlak dışı tutumları cezalandırırdı. Bet din Yahudilerin, İslam mahkemelerine gitmesine karşıydı. (Yahudiler kendi mahkemelerinden memnun kalmadıkları zaman İslam mahkemelerince davasının görülmesini isteme hakkına sahiptiler.) Bet dinlerin bir başka ilgi konusu da köle ve esirlerin takibi konusuydu. Yanına bir köle veya esir alan kimseler onların Yahudiliği benimsemesinden sorumlu tutulur ve 1 yıl içinde benimsemezse bet din tarafından köleler satılırdı.

Yahudiliğin önem verdiği bir diğer şey ise toplumun temel taşı olarak görülen aile yapısıdır. Yahudi birisi başka bir Yahudi ile evlendirilirdi. Yahudi kızların “mehir” adı verilen çeyizleri “ketuba” adı verilen belgeye kaydedilir, bu belgede kadınların evliliklerinden sonraki hayatları güvence altına alınır. Kız çocukların erken yaşlarda evlendirilmesine özen gösterilir ve babası ölmüş bir kız çocuğunun evlendirilmesine de dikkat edilirdi. Bunun sebebi kızın kötü bir davranış sergilemesinin engellenmek istenmesidir. Erkek çocuğunun özelliklede ilk erkek çocuğunun ailede önemi büyüktü. Çünkü “Behor” adı verilen ilk erkek çocuğu Tanrı’ya adanmış kabul edilir ve onun için “Pidyon Ha-Ben” adı verilen bir tören düzenlenirdi. Yahudi inancında boşanma durumu Tanrı tarafından hoş karşılanmayan bir tutumdur fakat boşanma erkeğin elindedir.

İslam döneminde Yahudilere din ve vicdan hürriyeti verilerek ibadet yerleri güvence altında tutuldu. İhtiyaç halinde ibadet merkezleri yapılması devlet tarafından olumlu karşılanmış fakat izinsiz ve gereksiz yapılan yapılar bazı zamanlar yıkılmıştır. Yahudilerin mezarlık ve türbelerine de aynı güvence verilmiştir. İslam idaresinde her Yahudi istediği yere gömülme hürriyetine sahipti. Mezar ziyaretlerine de herhangi bir engel söz konusu değildi. Bayram ve kutlamalarında -özellikle en önemlisi Sebt günü- Yahudi mahallelerinde hayat dururdu. Sebt yasaklarını korumak bet dinin görevlerindendi.

İslamiyet ile Yahudilik arasında birçok ortak veya benzer hususlar söz konusudur. Abbasiler ve Fatımiler döneminde hoşgörülü ve dostça bir yaşam alanının oluştuğu bir dönem hüküm sürmüştür. Aynı mahallede kimse kimsenin kimliğini, dinini, yaşam şartlarını yargılamadan iyi ilişkiler kurmayı başarmışlardır. Yahudi ve Hristiyan ilişkiler, Müslüman ve Yahudi ilişkileri kadar ileri seviyeye ulaşmamıştır. Yahudilerin aile yaşamlarında kadınlara bazı konulardaki sert tutumları, Müslüman insanlar ile kurdukları dostluklar neticesinde Müslüman erkelerin, eşlerine tutumları örnek teşkil etmiş ve Yahudilerin eşlerine davranışlarında güzel bir eğilime sebebiyet vermiştir. Sebt günlerinde ve Hanuka bayramında Yahudi insanların dini vecibelerine saygılı bir İslam idaresi yaşanmıştır.

Günümüzü ele alacak olursak bu durum tersi bir hal almıştır. Eskiden yaşanan dostluk, hoşgörü, saygı, birlik hâkimiyetini yitirmeye başlamış; yabancı ve Müslüman karşıtlığı hâkim olmaya başlamıştır. Ancak tarihsel süreç ele alındığında, Müslüman ve Yahudi ilişkilerinde çok farklı bir yaklaşım olduğu görülmektedir.

Bu yazı Prof.Dr.Nuh Arslantaş’ın ”Abbasiler ve Fatımiler Döneminde Yahudiler” başlıklı makalesinden yararlanılarak hazırlanmıştır.

YAÇAM Stajyeri
İzgi Savaş

Uluslararası İlişkiler

3

Uluslararası İlişkiler kısaca nedir?

Uluslararası İlişkiler siyaset bilim dalı ( Siyaset bilimi, politika bilimi ya da politoloji, siyasi teorileri ve siyasi teorilerin pratiklerini inceleyen, siyasi sistemler ve siyasi davranışlar alanıyla ilgilenen bir sosyal bilim alanıdır. ) olan “uluslararası sistem” içindeki, uluslararası ilişkilerin temel oyuncusu olarak kabul edilen devletlerin, diğer devletlerle, uluslararası/bölgesel/hükumetler arası örgütler, çok uluslu şirketler, uluslararası normlar ve uluslararası toplumla olan ilişkilerini inceleyen disiplinlerarası bir disiplindir.

Uluslararası ilişkiler bir bilim olarak 1919’da, Galler’in Aberystwyth kentinde doğmakla birlikte ilk yıllarında Britanya’da gelişmiştir. Bu dönemde disipline hakim ekol, idealizmdir. Savaş sonrası ağırlık merkezi ABD’ye kaymış, hakim paradigma da realizm olmuştur. 1960’lardaki davranışsalcı devrimden etkilenen disiplin daha sonraları pek çok alt dala ayrılmıştır.

“Uluslararası” mı “uluslar arası” mı?

Türk dil kurumu (tdk) doğru kullanımı  “Uluslararası” olarak vermektedir. “Uluslar arası” şeklinde kullanım hatalı kullanımdır. Ayrıca “Uluslararası” kelime olarak ne ifade ettiğini TDK ya göre verelim:
Uluslararası ilişkiler nedir? Uluslararası ilişkiler nedir?

Uluslararası: Çeşitli milletlerin arasında yapılan, milletlerin arasında çok yönlü ilişkilerle ilgili olan, milletlerarası, beynelmilel, enternasyonal olarak tanımlanmaktadır.

Uluslararası İlişkiler Bölümü Nedir?

Uluslararası ilişkiler bölümü nedir? Uluslararası ilişkiler bölümü nedir?

Uluslararası ilişkiler bölümü, lisans ve lisansüstü öğrenciler için disiplinlerarası bir çalışma alanıdır. Uluslararası İlişkiler Bölümünün öncelikli amaçlarından birisi öğrencilerin bu alanda temel bilgileri ve bilimsel bakış açısıyla donatmak ve onları uluslararası gelişmeleri analitik biçimde kavrayabilecek ve yorumlayabilecek düzeyde bilimsel formasyona sahip uzmanlar olarak yetiştirmektir.

Uluslararası İlişkiler Taban Puanları: Taban Puanları ile Uluslararası İlişkiler 2015 YGS LYS Yerleştirme Başarı sıralamasını göz önünde bulundurursak, taban puan en düşük 197 ve en yüksek taban puan olarak 498 puan ile giriş olmuş. Üniversitelerin puan durumlarını ayrıntılı vermeye çalışacağız.

Uluslararası İlişkiler Bölümü Mezunları Ne İş Yapar?

Bu bölümden mezun olduktan sonra iş olanakları neler birlikte göz atalım.

Uluslararası sistemin tarihini ve geçirdiği evreleri, işleyişini, hukuksal çerçevesini, ekonomik yapısını, devlet ve devlet dışı aktörlerin ilişkilerini öğrenmektedirler. Uluslararası İlişkiler Bölümü, öğrencilere geleceklerini şekillendirmede geniş bir bilgi birikimi ve kültürel altyapı sağlamasının yanı sıra, geniş bir çalışma alanı da sağlamaktadır. Kısaca iş olanakları:

Mezunlar, başta Dışişleri Bakanlığı olmak üzere İçişleri Bakanlığı, Maliye ve Gümrük Bakanlığı, Kültür Bakanlığı ve Turizm Bakanlığı gibi bakanlıklarda, çeşitli kitle haberleşme kuruluşlarında ve uluslararası bankalarda çalışılabilir, Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlıkları gibi devlet bürokrasisinin üst kademelerinde görev yapabilirler.

Uluslararası İlişkiler Uluslararası İlişkilerci Olmak

Uluslararası ilişkiler bölümü dersleri
  • Türk Dış Politikası
  • İktisada Giriş
  • Hukukun Temel Kavramları
  • Political Science
  • Bilimsel Araştırma Teknikleri
  • Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi
  • Uluslararası Hukuk
  • Uyrukluk ve Yabancılar Hukuku
  • Balkanlar
  • Soğuk Savaş Sonrası Gelişmeler
  • Borçlar Hukuku
  • Uluslararası Hukukta Son Gelişmeler
  • Avrupa Entegrasyon ve Topluluk Hukuku
  • İdare Hukuku
  • Rusya – Kafkasya
  • European Security
  • Ekonomi
  • Siyaset Bilimi
  • Siyasal Tarih
  • Devletler Hukuku gibi dersler verilmektedir.

Uluslararası ilişkiler bölümü dersleri sınıflar halinde ayrıntılı eklenecektir.

Uluslararası İlişkiler Staj

Uluslararası ilişkiler bölümü öğrencilerinin staj olanakları hakkında bilgi almak için ayrıntılı staj sayfamıza göz atabilirsiniz:

Link: Uluslararası ilişkiler Staj

Uluslararası İlişkiler Film Listesi

Uluslararası ilişkiler Öğrencilerinin Uluslararası ilişkilere dair izleyebilecekleri filmlerin listesini yapmaktayız. Tavsiye film listesi için:

Link: Film Listesi

Uluslararası İlişkiler Kitap Listesi

Uluslararası İlişkiler Tavsiye Kitap Listesi Uluslararası İlişkiler Tavsiye Kitap Listesi

TUİÇ Akademi sizler için uluslararası ilişkiler gibi disiplinlerarası bir çalışma alanının okuma listesini oluşturma çalışmaları yapmaktadır. Listemize ulaşmak için:

Link: Kitap Okuma Listesi

Türkiye’de Uluslararası İlişkilerci Olmak

Uluslararası ilişkilerin bir meslek olup olmadığını, dünyada ve Türkiye özelinde yapılan çeşitli karşılaştırmaları, bir uluslararası ilişkiler öğrencisinin neleri nasıl yapması gerektiğini merak ediyorsanız aşağıdaki makalemizi incelemenizi öneriyoruz.

Link: Türkiye’de Uluslararası İlişkilerci Olmak

Uluslararası İlişkiler ve TUİÇ Akademi

TUİÇ Akademi; Uluslararası ilişkiler başta olmak üzere farklı disiplinlerde eğitim görmüş ya da görmekte olan; küresel ölçekte siyasal üretimi ve analizinde rol oynayabilecek gençleri, alanlarında uzman akademisyenlerin katkıları ile yazarak ve araştırarak dünyadaki gelişmeleri yakından takip etmeye teşvik etme misyonu taşımaktadır. (Uluslararası ilişkiler üzerine makaleler ile www.tuicakademi.org bu alanda araştırmalarına devam etmektedir.)

Not:

Bu sayfa sürekli olarak güncellenecektir. Son güncelleme tarihi: 28 Haziran 2016

KAYNAKÇA:

[ 1 ] http://www.tuic.org.tr/
[ 2 ] İKÜ
[ 3 ] TDK

Yahudiliği Anlamak İbrahim’in / Avram’ın Çocukları

(Reuven Firestone)

Ciddi anlamda Yahudiliği anlamak için okunması gereken kitaplardan olan Avram’ın çocukları Yahudiliğin geçmişinin ve geleneklerinin ne olduğunu dört ana bölümde incelemiştir. Bunlar Yahudiliğin tarihi, İsrail, Yahudilikte tanrı ve toranın ne olduğu, Yahudilikte uygulamalar ve Yahudilikte insanlığın yazgısının ne olduğudur.

Yahudiliğin kökeni Hz. İbrahim’e dayanır. Hz. İbrahim’e tanrı kendi öz yurdunu terk etmesini söyler ve İbrahim anayurdunu terk eder. Bu çağrı Yahudi halkının tarih başlangıcı sayılır. Tanrı İbrahim’le akit niteliğinde anlaşma yapar.

Tanrı, İbrahim’in soyunun Tanrı buyruklarına uyması neticesinde pek çok iyi şeyle mükâfatlandırılacaklarını müjdeliyor. Zamanla Mısır’a yerleşen Yahudiler Mısır kralının zulmü altına girerler ve Tanrı İbrahim’in ıstırabını sesini iştir. Bunun neticesinde Mısır’dan çıkarlar. Bu ve bunun gibi sürgünler Yahudilerin kendi kültürlerini unutmasına neden olmuştur. Özellikle de Helenizm etkileri deyim yerindeyse Yahudiliğin yok olmasına sebep oluyordu. Bu Helenistleri püskürten Yahudiler bu zaferi Hanuka Bayramı olarak kutluyorlar.

Tarihten beri sürgün olarak yaşayan Yahudiler yeri gelmiş Hristiyan dünyasının boyunduruğu, yeri gelmiş İslam dünyasının hakimiyeti altında yaşamışlardır. Nitekim Müslüman dünyası Hristiyanlara kıyasla Yahudilere daha ılımlı yaklaşmışlardır. Lakin bunun içinde Endülüs devletini sayamayız.

Rönesans ve Reform hareketlerinin etkisiyle Yahudiler Doğu Avrupa’da kısmı bir emansipasyona sahip oldular. Bu emansipasyon ulus devlet anlayışının ortaya çıkmasıyla ortadan kayboldu. Yahudiler tekrar dışlandılar ve bulundukları Doğu Avrupa’yı terk edip Amerika Kıtasına ve Batı Avrupa’ya göç ettiler.

Bunun neticesinde bütün Yahudileri tek bir toprakta birleştirmeyi öngören Siyonizm hareketi oluştu. Yahudilerin dışlanması ne yazık ki devam etti ve tarihin en büyük soykırımlarından sayılan Hitler’in İkinci Dünya Savaşı sırasında yaptığı katliama maruz kaldılar. Soykırımın ve Siyonizm’in neticesinde Yahudiler kutsal kitapta belirtilen İsrail devletine kanlı mücadeleler vererek yerleştiler.

Yahudilikte Tanrı her zaman tektir ve kanun koyucudur. Tora ise Tonah yani Tevrat’ın ilk beş kitabıdır. Kanunlar ve kurallardan oluşur tora. Yahudilikte yazılı metinlerin yanı sıra sözlü gelenekte hakimdir. Bunlardan biri ise Talmud, kısaca İslamiyet’teki Hadislere de benzetilebilir. Yahudilikte dua çok önemlidir. İbadetleri günde üç defadır. Bunların süresi kutsal günlerde değişiklikler gösterir. İbadet mekanları aslında sinagoglar ama kendi evleri de mabet sayılır. Öte yandan Yahudiler yeme içme konusunda titizdirler. Yenilen gıdaların kaşer olması yani helal olması gereklidir. Kesilen hayvanlar dini kurallara uygun kesilmelidir. Et ürünleri ve süt ürünleri birbirleriyle karıştırılmamalı ve asla yan yana tüketilmemelidir.

Yahudilikte birden fazla bayram vardır bunların bazıları dini coşkuyla, bazıları ise yas şeklinde kutlanır. Yahudiler ölen insanların ardından bizdeki gibi 40 gün yas tutarlar. İlk yedi gün diğer günlere kıyasla şartları daha ağırdır.Yahudilik daha çok İslamiyet’le paralellik gösterir. Tanrıyla kul arasına aracıların girmesinin gerekli olmadığını düşünür. Ama öte yandan kutsal kitap incelendiğinde öteki taraf hakkında sessiz olduğu fark edilebilir. Mesihlik Yahudilikte de vardır ama bu anlayış Hristiyanlıktakinin tam tersidir. Yahudi inancında Tanrıdan başka hiçbir kurtarıcının olmadığı hâkimdir. Mesih’in de sadece Tanrı’nın aracısı olduğuna inanılır.

Bu kitaptaki olaylar tarihte yaşanmış olaylardır. Zaman olarak milattan önceki yıllardan başlayıp günümüze kadar gelmiş süreci kapsar. Yahudiler tarih boyunca sürekli olarak dışlandıkları için dünyanın çok farklı yerlerinde çeşitli şeylere maruz kalmışlardır.

Gerek Mısır’dan gerekse Avrupa’dan sürgün edilen Yahudiler devlet arayışı içine girmişlerdir. Bunun neticesinde ise bugün Ortadoğu’da Filistin devletini adeta kan gölüne çeviren İsrail Devleti ortaya çıkmıştır. Kitapta kahraman olarak devletler vardır kişilerden ziyade. Bunlar Yahudileri ilk sürgün eden devlet Mısır başta olmak üzere, Yahudilere toplu katliam yapan Almanya ve bunların neticesinde 20.yüzyılda Ortadoğu’da kurulan İsrail Devletidir.

Kitabın özümsenecek yerleri Yahudilikteki uygulamaları, bayramları ve Yahudi kutsal kitabını anlatan bölümleriydi. Çünkü okuduktan sonra Yahudilik üzerinde bilgi sahibi olmayı ve kafadaki sorulara cevap bulmayı sağlıyor. Kitabı okurken Yahudilik ve Müslümanlık anlayışlarının birbirine yakın olması ilgi çekici noktadır. Olayları ve Yahudi öğretilerini çok iyi bir şekilde işlemiş olan bu kitabı Yahudilik hakkında bilgi sahibi olmak isteyen kişilere gönül rahatlığıyla tavsiye ederim. Bu kitap ile Yahudi bayramlarını, Tora kitaplarını ve Talmudun ne olduğunu anımsamaktadır.

YAÇAM stajyeri
Mehmet Fatih AKBAŞ

Pinkwashing ve Queer Politikası: İsrail

0

Queer Gerçeği Nedir?
“Queer” kavramı Türkçe’de garip, tuhaf, transversal anlamına gelmektedir. Queer kuramının merkezinde de acayip, tuhaf, yamuk, anormal, iğrenç, aşağılık olana; normatif alanın dışında kalana; bu alanın dışında bırakılana; normu ihlal edene bir gönderme ve bu “kötüyü”, “anormali” yeniden anlamlandırma olarak literatürde geçmektedir.

Paul Goodman’ın 1969 yılında yayımlanan ”The Politics of Being Queer” kitabı da, kelimenin bu “yeni” anlamıyla kullanıldığı erken ve önemli örneklerden biri. Ancak politik açıdan bakıldığında bu kelimenin atıfları 1990’lı yıllarda gerçekleşmiştir. İlk sahiplenen LGBT oluşumu Queer Nation, 1990 yılının Mart ayında kurulmuştur.

“Queer kuramı” ise ilk defa Theresa de Lauretis tarafından, Şubat 1990’da University of California’da düzenlenen bir konferansın başlığı olarak kullanıldı. Sonraları queer kuramının temel metinleri olarak addedilecek iki kitabın da aynı yıl yayınlandığını hatırlamakta fayda var (Judith Butler’ın Gender Trouble’ı (Routledge) ve Eve K. Sedgwick’in The Epistemology of the Closet’i (University of California Press)).

Queer kuramı Freud’un bakış açısıyla şu şekilde yorumlanmaktadır: “Ne olduğuyla değil neye karşı olduğuyla kendini ortaya koyan bir teori.” Cinsiyet, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsel pratiklerle ilgili her türlü sınırlamaya, etikete ve dolayısıyla kimlik ve cinselliğin üzerine kurulduğu tüm kategorilere karşı durmaktadır. “Normali”, normalliği kuran normların kuruluş ve işleyiş yapısını sorgularken amacı, dışarıda kalanın merkeze çağrılması değil; bizzat merkezin dağıtılmasıdır. Her türlü kavramla ilgili ama özellikle cinsiyetle ilgili algılarımıza damgasını vurmuş ikili düşünce kalıplarına (cinsiyet/toplumsal cinsiyet; eşcinsellik/heteroseksüellik; kadınlık/erkeklik) ve bu kalıpların beraberinde getirdiği uyumluluklara (kadın, kadın gibiyse erkeğe arzu duyar) karşı, cinsiyet/toplumsal cinsiyet/ cinsel yönelim kimliklerinin hiçbirinin “doğal” olmadığını, tarihsel, kültürel ve toplumsal olarak kurulduğunu dolayısıyla iktidar ilişkilerinden bağımsız düşünülemeyeceğini savunmaktadır.

Pinkwashing Olgusu Ve Sonuçlar
“Pinkwashing” kelimesi, “pembe” ve “badanalama” olarak çevrilmektedir. Siyasi açıdan ise LGBT hakları olduğunu savunurken ve açıklarken kullanılan çeşitli pazarlama, siyasi stratejileri geliştirilmesi ve bunun “eşcinsel dostu” olarak gösterilmesidir. Dünya’nın yeni bir sosyal politikaya geçişi Pinkwashing ile yaşanmaktadır.

Devletin, kendi eliyle gerçekleştirdiği insan hakları ihlallerini örtmek için LGBT dostu politikalar izlemesi/izlermiş gibi görünmesi ile siyasete alet edilmektedir. Bunu en iyi kurgulayan devlet ise İsrail’dir. İsrail devletinin LGBT hakları konusundaki tutumu oldukça Liberal’dir. İsrail yanlısı post modern ırkçılık, LGBT ve kadın haklarının Batı kültürünün bir ölçütü olduğunu savunurken; işgal edilen, sömürülen ülkelerdeki insanları sub human (insandan aşağı) olarak kabul edip, onlara sadece öldürülmeyi veya acımasızca sömürülmeyi reva görmektedir. Sömürürken de kimlikler üzerinde yansımalar yaratılmaktadır. İsrail gay topluluğunun, zor kazanılmış haklarını kullanmaları aynı zamanda Filistinli eşcinsel hakları örgütlerini de yok saymaları göz ardı edilemez durumdadır. Batı Şeria’da eşcinsellik, İngiltere sömürgeciliğinin etkisiyle uygulamaya konulmuş, Filistinlilerin de kabul ettiği “anti-sodomi”(oğlancılık) yasasının yürürlüğe girdiği tarih olan 1950’den itibaren suç sayılmamaktadır.

Bundan da önemlisi, üç büyük örgütü olan Aswalt, Al Qaws ve Palestinian Queers for Boycott, Divestment And Sanctions ve gelişmekte olan Filistin eşcinsel hareketinin varlığıdır. Bu gruplar Filistinlilerin maruz kaldığı baskının cinsiyet sınırlarını aştığı konusunda çok net tavır sergilemektedir. Al Qaws’ın başkanı, Haneen Maikey’in yorumu ise “bir kontrol noktasına girdiğinizde, oradaki askerin cinsiyetinin ne olduğu fark etmiyor” ifadelerini içermektedir.

Queer teorist Jasbir Puar, Pinkwashing’in artık “LGBT topluluklarının İsrail demokrasisinin sembolü olarak şaibeli bir şekilde desteklenmesi” anlamında sıkça kullanıldığı söylemektedir. Pinkwashing ayrıca ekonomi için de faydalıdır. İsrail, ülkenin turistler için çekiciliğini arttırmak amacıyla Tel Aviv ve Kudüs Onur Yürüyüşü gibi etkinlikleri planlayarak, finanse ederek ve ev sahipliğini yaparak kendini “özgürlükçü” ve “ilerici” bir ülke olarak pazarlamaktadır.

Lezbiyen, gay, biseksüel ve trans bireylerin ve onların müttefiklerinin Pinkwashing’den ve onun doğal sonucu olarak ortaya çıkan, teorisyen Jasbir K. Puar’ın “homonationalism” diye adlandırdığı bir olgu olan, beyaz eşcinsellerin kendi ırksal ve dini kimliklerine ayrıcalık tanıması durumundan bu kadar kolay etkilenmesinin sebebi homofobinin duygusal mirasıdır. Eşcinsellerin birçoğu aile içinde, popüler kültürün çarpık temsillerinde, ancak yeni yeni merhamete gelmeye başlayan sistemik hukuki eşitsizliğin içinde olmak üzere, çok şiddetli baskılara maruz kalmışlardır. Gelişmekte olan eşcinsel hakları, bazı iyi niyetli insanların bir ülkenin ne kadar geliştiğini yanlış bir biçimde eşcinselliğe nasıl tepki verdiğiyle ölçmesine neden olmuştur.

İsrail’de eşcinsel askerlerin olması ve Tel Aviv’in görece açıklığı; Amerika’da eşcinsel haklarının bazı eyaletlerde yaygın olmasının çok sayıda insanın hapsedilmesi gibi insan hakları ihlallerini telafi etmemesi gibi, insan haklarının yetersiz göstergeleridir. Uzun zamandır aranan bazı hakların bazı eşcinseller için gerçekleşmesi, bizi Avrupa’daki ve ABD’deki ırkçılık karşıtı mücadelelere ve Filistinlilerin yuva diyebilecekleri bir toprak parçasına sahip olmakta diretmelerine karşı körleştirmemeli.(NY Times, 22 Kasım) Ido Aharoni(İsrail marka proje başkanı) Pinkwashing için şu sözleri kullanmıştır: ‘‘Çatışmayı gizlemek ama konuşmayı genişletmek için çalışıyoruz. Diğer topluluklarla alaka duygusunu yaratmak istiyoruz.’’

Pinkwashing Ve Queer Yansımaları
Tel Aviv dünyaca ünlü gay onuru olan yerde Haaretz gazetesi Aeyal Gross ve James Kirchick (Anti-Siyonist BDSers) ile bir röportajında geçen Pinkwashing konuşmalarında, İsrail söz konusu olduğunda gay onurunun çok daha karmaşık olduğundan söz etmiştir. İsrail’de hakların yetersiz olduğunu ve bunun üzerinden Gazze’ye uygulanan yaptırımlara olan haksızlığı vurgularken “İsrail bazı insanların gözünde hiçbir şey yapamaz. Hatta yaptığı iyi şeyler de kötü bir sebep için olmalı.” ifadesini kullanmıştır. Kirchick İsrail’i LGBT üzerinden olumlu yansıtırken, Pinkwashing daha stratejik bir halde olduğu ve barış yönlü olmadığını ifade etmiştir. Gross da “Sert mücadele haklarımız, propaganda için hükümet tarafından tahsis olmamalı ve onlarla suç ortağı olmamalıyız” diye eklemiştir.

2009’da İsrail’de bir LGBT merkezi olan HaAguda’ya düzenlenen silahlı saldırıların anılması için yapılan etkinliğin sözcüsü, bu üzücü olayın politikleştirileceği korkusuyla eski İsrail parlamentosu üyesi Issam Makhol’u etkinliğe davet etmeyi reddetti: “Çünkü Makhol’ün anma törenimiz ve işgal arasında bağlantı kurmasını istemedik. Etkinliğimiz, cinsel yönelimleri sebebiyle öldürülen, ölümlerinin işgalle hiçbir ilgisi olmayan iki genç insanın anısına adandı.” ifadesini kullanmıştır. Yaşanan olayların siyasallaşmasından tedirgin olunmasına rağmen toplumda oluşan algı değişmemiştir.

Joseph Massad, “Desiring Arabs” (Arzulayan Araplar) isimli kitabında ise ‘the Gay International’ (Beynelmilel Eşcinsel) kavramını tartışmıştır. Massad’a göre bu kavram “aslında var olmayan eşcinseller, gey ve lezbiyenler yaratıyor ve kendi cinsel kuramı tarafından asimile edilmeyi reddeden eşcinsel eğilim ve eylemleri baskılıyor.” Benzer bir şekilde İsrail de, Filistinli queer’lerin varlığının ancak kendi yardımıyla bilinir kılındığı kurgusunu oluşturduğunu ifade etmektedir. Filistinli bir queer olabilmek ancak İsrail’in LGBTQ çerçevesi dâhilinde mümkün ve bu da siyasi olarak kabul edilebilir İsrailli eşcinsel kimliği için Filistinli kimliğinden vazgeçmeyi gerektirmektedir. Amerikalı Antropolog Jason Ritchie, İsrailli queer’lerin, Filistinli queer’lerin görünürlüğünün kabul edilebilir olup olmadığına karar verilen ahlaki kontrol noktaları yaratıp, sonra da bu noktalarda bekçi rolünü üstlendiklerini ifade etmektedir.

Ritchie’nin “How Do You Say ‘Come Out of the Closet’ in Arabic: Queer Activism and the Politics of Visibility in Israel-Palestine” (Arapça Nasıl “Dolaptan Çıkmak” Diyorsunuz: Queer Aktivizm ve İsrail-Filistin’de Görünürlük Politikaları) isimli kitabında belirttiği üzere Queer Filistinliler, Filistinli oldukları gerçeğini yumuşatır ya da reddederlerse kabul edilebilir ve görünür olabileceklerdir. İsrail taraftarlarının İsrail’in, Arap vatandaşlarına, kadınlara ve LGBTQ bireylere bölgedeki tüm diğer Arap ülkelerinden daha iyi muamele ettiğini söyledikleri queer Filistinlilerin sembol olarak kullanılması da bu durumu kanıtlar niteliktedir.

Ghaith Hilal “Pinkwashing bizim sesimizi, tarihimizi ve temsilimizi, dünyaya İsrail’in bizim için en iyisini bildiğini söyleyerek, silip atıyor. Pinkwashing’i hedef alarak, kendi temsilimizi, tarihimizi, seslerimiz ve vücutlarımızı geri talep ediyor ve dünyaya ne istediğimizi ve bizi nasıl destekleyebileceklerini anlatıyoruz” ifadelerini kullanmıştır. Tamamen özgür olabilmek için, işgal ve ayrımcılığa karşı tüm cephelerden savaşmak gerektiğini ifade etmiştir. Bağımsızlık tartışmalarının aşama kaydetmeye başlaması, ancak İsrail’in Pinkwashing ve homonasyonalizmine karşı koyarak mümkün olacaktır.

20. yy ile hayata geçen Queer kuramı ve Pinkwashing gerçeği üzerine dünyada çok yaygın olmamakla beraber, insan hakları ve gay haklarının kötüye kullanım söylemi artarken Pinkwashing taraftarları 2012 yılında iki kamu paneli düzenlemiştir: Dünya Sosyal Forumu’nda tuhaf Hayaller: Özgür Filistin. Bu panelde farklı ülkelerdeki Queer sorunu incelenirken Filistin yaptırımları kınanmıştır.

Dünyanın farklı yerlerinde eşcinsel gruplar ve müttefikleri Filistin Kurtuluş Mücadelesi ile aynı safta yer almaya başladılar. İsrail’in işgali meşrulaştırmak amacıyla eşcinsel insanları lehine kazanma girişimi olmasına rağmen, aktivistler ve akademisyenler alenen ve topluca İsrail Pinkwashing, işgal ve ırkçı söyleminden vazgeçti. Küresel tuhaf bir hareket, İsrail’i uluslararası yasalara uymaya zorlamak için siyasi bir araç olarak boykot teşviki yapmaktadır.

NUR BANU AKTAĞ

KAYNAKLAR
‘‘An Inconvenient Truth: The Myths of Pinkwashing by Arthur Slepian’’
http://www.tikkun.org/nextgen/an-inconvenient-truth-the-myths-of-pinkwashing

‘‘İsrail ve ‘Pinkwashing’’
http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=10089/

‘‘Pinkwashing debate: James Kirchick and Aeyal Gross face off on complexities of gay pride in Israel’’
http://www.haaretz.com/news/israel/1.660214/

Butler S., Cinsiyet Belası, Metis Yayıncılık, İstanbul, 2008
‘‘Ne O! Ne Bu! Ne Şu! Queer Kuramı ve Kimliksizleşme’’
http://www.e-skop.com/skopbulten/ne-o-ne-bu-ne-su-queer-kurami-ve kimliksizlesme/749/

Panel on “What is queer bds? Pinkwashing, intersections, struggles, politics.’’-

Panel on “What is Queer BDS? Pinkwashing, Intersections, Struggles, Politics.”

Ritchie J, Pinkwashing, Homonationalism, and Israel–Palestine: The Conceits of Queer Theory and the Politics of the Ordinary , Department of Global and Sociocultural Studies, Florida International University, Miami, Florida, USA;2014

Sculman S, Israel and ‘Pinkwashing’, New York Times Company Nov 23, 2011

İran Dış Politikasında Din Faktörü ve Bölge Ülkeleri Üzerindeki Etkileri

ÖZET

İran, 1979 İslam Devrimi ile birlikte bölgede yeni bir düzenin etkin bir aktörü olmuştur. Bir yandan Amerikan ve İsrail karşıtlığı ile küresel güçlerin dikkatini ve tepkisini üzerine çekmiş; bir yandan da mazlumların, mağdurların, emperyalizm ve siyonizm karşıtlarının sempatisini kazanmıştır. Bölgede faaliyet gösterdiği politikalara dini yaklaşımdan çok pragmatik anlayışın hâkim olduğu bir gerçektir. Afganistan’da Sünni Taliban rejiminin devrilmesi için verilen mücadele, Irak’ta Sünni olan Saddam Hüseyin’in devrilmesi için ABD işgaline yardımcı olunması, Suriye devletini ise kendisinin ön karakolu olarak görmesi ve Suriye üzerinden Hizbullah’a desteklerinin kesilmesini engellenmemesi için her türlü yardımı alenen yapması ve son olarak Yemen’e Husiler üzerinden müdahil olması bölgeyi karıştırmıştır. Yemen’de süregiden kaos durumu, bölgedeki Sünni-Şii ayrılığının bir devamı olarak değerlendirilmektedir. İran, ülkedeki Sünni yönetimi deviren Şii Husi hareketini desteklerken, Suudi Arabistan liderliğindeki koalisyon ülkedeki Sünni yönetimi yeniden kurmak için Yemen’e askeri müdahalelerde bulunmaktadır. Gerçekleşen bu olaylardan sonra bölgede saflar adeta belirginleşmiştir. Ülkede Şii’ler çoğunlukta olsa da iktidar Sünnilerin elindedir. Kuveyt başta olmak üzere bir yandan Sünni taraf ve diğer yandan ise İran, Irak, Lübnan, Suriye başta olmak üzere Şii taraf belirginleşmiştir. Tüm bu gelişmeler sonrasında bölge ülkelerinin tutumu ve uzlaşı içerisinde olmaları hayati önem arz etmektedir. Çünkü söz konusu bölge barış ve istikrar için son derece önemlidir. Türkiye’nin bu ateş çemberindeki tutumu çok önemlidir. Ülke içerisindeki Müslümanların ekseriyeti Sünni ağırlıklıdır. Türkiye’nin, Suriye politikasında karşısına çıkan en büyük engellerden biri Rusya ve İran faktörü olmasına rağmen, Türkiye’nin ve İran’ın karşı karşıya gelmesi hiç hoş olmayacaktır. Türkiye ve İran’ın uzlaşmacı olmaları, karşı karşıya gelmemeleri ve bölgede Sünni ve Şii inanışlarının diyalog halinde olmaları aynı zamanda bölge barışına da güzel bir örnek teşkil edecektir. İran’ın, bölge istikrarının önemini bilmesine rağmen yayılmacı politikalarının başta Türkiye olmak üzere ağırlıklı olarak bölgedeki Sünni yönetimleri endişelendirdiği bilinmektedir. Tüm bunları Tahran yönetiminin bilmesi ve bazen perde arkasından bazen de alenen yaptığı Şii milisleri destekleyerek bölge ülkelerine karşı isyan hareketlerini teşvik etmesi bölgede güvensizlik yaratacaktır. İran’ın bu tavrına rağmen Türkiye’nin iyi niyet sergileyişinin pek fazla uzun sürmeyeceği görülmektedir. Türkiye’nin uzlaşmacı tutumunun bölgedeki İran’ın devrim ihracı politikalarına daha fazla dayanması beklenemez. Bölgede istikrar ve huzur aranacaksa hiç şüphesiz İran’ın kendine çeki düzen vermesi gerekmektedir.

Anahtar Kelime: İslam Devrimi, Husi, Ön karakol, Hizbullah, Yemen

İran, Büyük Pers İmparatorluğu havzasında hâkimiyet kurmak için birbirinden farklı, hatta çelişen politikalar geliştirerek müthiş bir pragmatizm sergilemektedir. İran, kendi içerisinde farklı etnik ve dini grupları barındıran ve bunları bir İran Kimliği altında toplayan devlet anlayışına sahiptir. 1979 yılında gerçekleşen İslam devrimi ile birlikte sürgünde olan Ayetullah Humeyni Tahran’a geldi ve büyük coşku ile karşılanmıştır. Halkın büyük çoğunluğu Şii mezhebine mensup olan ve devrim sonrasında kurulan İslam Cumhuriyeti ile birlikte İran’ın dış politikasında artık İslam ve Mezhep inanışı belirgin bir şekilde etkin olmuştur. İran İslam dünyasının, mazlumların, mağdurların, sempatisini kazanmak için İslam devriminden sonra dile getirdiği ABD-İsrail düşmanlığını öne çıkaran antiemperyalist söylemler ile kendisini bölgede itibar sahibi bir devlet konumuna getirmiştir.
İran’ın devrimden sonra Ortadoğu’da artan etkisini, SSCB’nin dağılmasından sonra daha da
perçinlemiş ve bölgede sadece oyuncu değil oyun kuran bir devlet konumuna gelmiştir.
Irak, Suriye ve Lübnan üzerinde önemli bir etkisi bulunan İran, Yemen içerisinde de
kendisine yakın olan iç siyasal aktörleri desteklemektedir. İran’ın bölgedeki kontrolünü
artırmak için kullandığı temel kart, bölgede en tehlikeli kart olan mezhep kimliğidir.
İran’ın Şii yayılmacılığı ilk önce Türkiye’yi endişelendirmektedir. Bölgesinde etkin ve yetkin bir devlet olmayı kendine şiar edinen Türkiye her şeyden önce bölge istikrarını istemektedir. Dış politikada ortak hareket eden Türkiye-Katar ikilisine İran’ın Yemen’e göz dikmesinden sonra Suudi Arabistan’ında dâhil olması beklenilen bir durumdu.

İran’ın çevresindeki Afganistan, Pakistan, Azerbaycan, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve
diğer devletlerin İran Dış politikasına göre Şii mezhebi haricinde başka bir mezhebin yönetiminde olması bir tehdittir. Toprak bütünlüğünü koruma endişesini taşıyan İran, başta kendisi ile sınırı olan ve İran’da Azeriler/Türkmenler, Kürtler, Araplar ve Beluclar gibi halklarla akrabalığı bulunan ülkeleri tehdit olarak görmektedir. İran’ın kendi içerisindeki etnik gruplar sistematik bir şekilde göç ettirerek Farslaştırmak istenmekte, bunun için büyük çaba harcanmaktadır. Çünkü İran, olası bir iç karışıklığa ve ayrılıkçı harekete fırsat vermek istememektedir. İran yöneticileri ve elitleri ülkenin etnik olarak heterojen yapısından ötürü toprak bütünlüğünü koruma konusunda oldukça hassas bir düşünce yapısına sahiptir. Her ne kadar İran nüfusunun çoğunluğunu Farisiler oluştursa da ülkede beş farklı etnik grup bulunmaktadır. Bu nedenden ötürü İranlı yöneticiler sürekli olarak şu korkuyu düşünce dünyalarında taşımaktadır: Bu etnik gruplardan birisi bağımsızlığını talep ederse bu domino etkisi yapabilir ve İran kısa sürede parçalanabilir. İran’ın, istikrarsız olmasını istediği veya kendi güdümünde olmasını istediği öncelikli ülkeler; Afganistan, Irak, Suriye ve Yemen’dir.

Afganistan, İran’ın önem verdiği ülkelerden biridir.1979 Aralık Ayının sonundan itibaren SSCB’nin Afganistan’ı işgal etmesi ve bu dönemde İran’da gerçekleşen devrim aynı zamana denk gelmiştir. İşgalden sonraki karışıklıktan istifade eden Sünni Peştun ağırlıklı Taliban 1996’da yönetimi ele geçirmiştir. Bu durum İran’ı, Sünni Beluclar Afganistan’daki Sünni yönetimden etkilenir veya isyana teşvik edilir korkusu nedeniyle endişelendirmiştir. 11 Eylül 2001 saldırılarında ABD’nin ulusal güvenliğine zarar veren terör örgütü El Kaide’nin üstlendiği bu saldırılar Amerika’nın bölgeyi tasarlaması için gereken tüm şartları oluşturmuştur. 2002 yılında ABD Afganistan’ı işgal ettiği zaman Amerika’ya en büyük desteği Tahran yönetimi vermiştir. Dönemin cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani 2002 yılında Tahran’da kıldırdığı Cuma namazı hutbesinde; “Amerikalılar eğer İran ordusu olmasaydı Taliban rejimini deviremeyeceklerini bilmelidirler… İran güçleri Taliban’ı öldürdü ve yıkılmasında kolaylık temin etti. Eğer Taliban’a karşı güçlerimiz savaşmamış olsa idi Amerikalılar Afgan bataklığında boğulur giderlerdi.” demişti.
Irak, işgal edilmeden önce Iraklıları tek çatı altında toplayan ve otoriter bir yapıya sahip olan Saddam Hüseyin, ülkesinin büyük çoğunluğu Şii olmasına rağmen kendisi Sünni’dir. Azınlık yönetimde olduğu sürece daima baskıcı olmak zorundadır aksi halde iktidarda kalması mümkün değildir. İran’da gerçekleşen İslam Devrimi sonrasında İran’da çoğunlukta olan Şii nüfusu Saddam’ı endişelendirmiştir. Irak’ta Saddam’a karşı bir iç muhalefet olmuştur. Bu iç muhalefet dolayısıyla, Saddam Hüseyin’in de halkın dikkatini bir dış meseleye çekmek istemesi şüphesiz ihtimal dışı değildir. İran’ın Kürtleri Irak’ın ise Kuzistan Araplarını birbirlerine karşı kullanmaları 1980 İran-Irak savaşının gerçekleşmesine sebep olmuştur. Savaş sonrasında iki tarafın topraklarında herhangi bir değişim olmamıştır. Saddam Hüseyin bölgede ciddi bir prestij kaybederken, Humeyni ise iktidarını pekiştirmiştir. ABD’de gerçekleşen 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında Başkan Bush’un bölgeyi dizayn etmeye çalışması ve terörün kaynağını kurutmak için hedef belirlediği sıradaki ülke Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak’tır. ABD’nin 2003 yılındaki Irak operasyonu ve bu operasyona İran’ın destek vermiş olması bir gerçektir. Nitekim İran eski cumhurbaşkanı yardımcısı Muhammed Ali Abtahi 15 Ocak 2004’te yaptığı bir konuşmada “Eğer İran’ın desteği olmasaydı Kabil ve Bağdat bu kadar kolay bir şekilde düşmezdi.” konuşmasından da anlaşılacağı üzere Tahran bölgede pragmatik bir durum sergilemiştir. İran, Irak için ABD’den sonra “ikinci işgal gücü ”olarak nitelenebilir. Çünkü ABD’den sonra Irak üzerinde en fazla etkiye sahip olan ülke konumunda İran vardır.

2010 yılından beri Ortadoğu’da meydana gelen gelişmeler Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de yönetimleri değiştirmiş; Suudi Arabistan, Bahreyn, Kuveyt, Ürdün ve Fas’ta rejim karşıtı gösterileri meydana getirmiş ve en önemlisi Suriye’de Ortadoğu’nun en kanlı iç savaşının fitilini ateşlemiş bulunmaktadır. Suriye, birinci ve ikinci dünya ülkelerinin gövde gösterisi yaptığı yer olmuştur. Suriye’de olan savaşın beşinci yılına girilmiş olması ve hala çözüm üretilmemiş veya üretilen çözüme bazı devletlerin engellemeleri (Rusya-Çin) dünya için büyük bir utanç örneğidir. Bu karışıklıktan istifade eden Rusya’nın Hafız Esad döneminde elde ettiği Tartus deniz üssüne birde Türkiye ile Rusya arasında yaşanan uçak krizi sonrası hava üssü kurması, Çin’in ise enerji yolları güvenliğinin daha fazla tehlikeye girmemesi ve Rusya ile ters düşmemek için yani Çin’in, yükselen bir güç olması ve ABD tarafından çevrelenmesi, Orta Asya’daki devletlerin Çin ile ilişkileri ve Rusya’nın Orta Asya ülkeleri üzerindeki etkisi Çin’e rahat nefes aldırmaktadır. Çin bundan mütevellit bölgede Rusya’ya ters düşmek istememektedir. İran ise bu savaşın Esad aleyhine olmaması için her türlü desteğini vermektedir. Esad’ın yönetimden gitmesi demek; İran için Suriye, Lübnan, Filistin’in kontrolden çıkması demektir. Bu duruma müsaade etmeyecek olan İran, Suriye’deki Nusayri Esad’a verdiği desteği 14 Aralık 2015’te İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hüseyin Cabir Ensari şu şekilde ifade etmektedir; “İran, Suriye hükümetinin önceki talebi üzerine askeri danışmanlık yardımında bulunmaktadır.” İran’dan Suriye’ye giden askerler, İran Devrim Muhafızları Ordusu bünyesindeki İranlı milisler, Afgan Fatimiyyun Tugayları ve Pakistanlı Zeynebiyyun Tugayları’ndan oluşuyor. İran’ın resmi ajansı İRNA, 15 Haziran tarihli haberinde Suriye’de öldürülen İran askerlerinin sayısını 400 olarak duyurmuştu. İran dış politikasında ezilenlerin yanında yer alma ilkesi Suriye krizi ile birlikte önemini yitirmiştir.
İran’ın bölgedeki çıkarcı ve pragmatik tutumu bölge ülkelerini, özellikle körfez ülkelerini endişelendirmektedir. Suudi Arabistan öncülüğündeki körfez ülkeleri kendi içerisinde büyük sorun olarak gördükleri İhvan-ı Müslüm (Müslüman Kardeşler) hareketini bile birincil tehdit olmaktan çıkarıp İran’ın yayılmacı Şii politikasını engellemeyi kendilerine ilke edinmişlerdir. İran’ın, Suriye ve Yemen’deki olaylarda başı çekmesi hiç şüphesiz Suudi Arabistan’ın da karşı bir hamle yapmasını gerektirmiştir. Suudi Arabistan, Ortadoğu’da oldukça saygı gören Şii lider Nimr el-Nimr’in de aralarında bulunduğu 47 kişiyi terör suçlamasıyla 2016 yılının ilk haftası idam etti. İranlı yetkililer Suudi Arabistan yönetiminin kendini eleştirenleri baskı yapıp idam ederken diğer yandan radikal Sünnileri destekliyor iddialarını dile getirmiştir. Irak’ta Şii liderler karara öfke saçarken, Suudi Arabistan’ın Bağdat’ta henüz iki hafta önce açtığı elçilik binasının kapatılması talep edildi. Cumhurbaşkanı yardımcısı ve eski Başbakan Nuri El Maliki, “Bu mezhepçi, nefret uyandıran eylemi güçlü bir şekilde kınıyoruz. Nimr’i idam etme suçu; Suudi rejimini, Muhammed Bekir El Sadr’ın idamının Saddam Hüseyin’i devirdiği gibi devirecektir.” demiştir. İran ile Suudi Arabistan arasında yaşanan başka bir olay ise 24 Eylül 2015’te Mekke’de hac sırasında meydana gelen izdihamda 460’dan fazla İranlı hacı hayatını kaybetti. Bu olaydan sonrada taraflar karşılıklı olarak birbirlerini suçlamıştır.

İran, 1979 İslam Devrimi ile birlikte bölgede yeni bir düzenin etkin bir aktörü olmuştur. Amerikan ve İsrail düşmanlığı ile küresel emperyal güçlerin dikkatini ve tepkisini üzerine çekmiş mazlumların, mağdurların, emperyalizm ve Siyonizm karşıtlarının adeta sempatisini kazanmıştır. Bölgede faaliyet gösterdiği politikaları dini yaklaşımdan çok pragmatik anlayışın hâkim olduğu gerçektir. Afganistan’da Sünni Taliban rejiminin devrilmesi için verilen mücadele, Irak’ta Sünni olan Saddam Hüseyin’in devrilmesi için ABD işgaline yardımcı olunması, Suriye devletini ise kendisinin ön karakolu olarak görmesi ve Suriye üzerinden Hizbullah’a desteklerin kesilmesini engellenmemesi için her türlü yardımı alenen yapması ve son olarak Yemen’e Husiler üzerinden müdahalede bulunması bölgeyi karıştırmıştır. Yemen’de süregiden iç savaş da, bölgedeki Sünni-Şii ayrılığının bir devamı olarak değerlendirilmektedir. İran, ülkedeki Sünni yönetimi deviren Şii Husi isyancılarını desteklerken, Suudi Arabistan liderliğindeki koalisyon ülkedeki Sünni yönetimi yeniden kurmak için Yemen’e askeri müdahalelerde bulunmaktadır. Gerçekleşen bu olaylardan sonra bölgede saflar adeta belirginleşmiştir. Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn (Ülkede Şii’ler çoğunlukta olsada iktidar Sünnilerin elindedir), Kuveyt başta olmak üzere bir yandan Sünni taraf; diğer yandan ise İran, Irak, Lübnan, Suriye başta olmak üzere Şii taraf belirginleşmiştir.

Birçok bölge ülkelerinde Şii nüfusunun azımsanamayacağı bilinmektedir. Asıl mesele İran gibi bölgesel bir gücün, Şii gücünü bölgede kendi istediği düzene karşı kullanıp kullanmayacağı meselesidir. Çünkü İran’ın komşu ülkelerinin istikrarsızlığı veya kendi istediği Şii rejimin başa gelmesi uğruna giriştiği mücadele bölgeyi ateşe vermektedir. İran’ın, son olarak Suudi Arabistan ile olan gergin ilişkilerinin ardından bundan sonra yapacağı bölge ülkelerinin içerisindeki muhalefeti desteklemekten vazgeçmesi, bölge ülkeleri ile istişareye açık olması, bölgedeki ayrılıkçı hareketlerini desteklemekten vazgeçmesi gibi basit ama bölge barışı için faideli hareketler bölgede yıllardır aranan huzuru ve istikrarı sağlayacaktır. Bu konuda en büyük görev hiç şüphesiz İran’a düşmektedir.

SELÇUK ÖZÇELİK

GİRESUN ÜNİVERSİTESİ ULUSLARARASI İLİŞKİLER BÖLÜMÜ

Asya Pasifik Araştırma Merkezi (APAM) Şubat Ayı Haber Bülteni

APAM (Asya-Pasifik Araştırmaları Merkezi), TUİÇ bünyesinde, Kasım 2015’te faaliyetlerine başlamıştır. Asya’nın yükselen ekonomilerini ve bunun yarattığı siyasi ve ekonomi dengelerin değişimini başta olmak üzere bölgenin tarihini, kültürleri
ni, dinlerini, toplumsal dönüşümlerini ve gelişmelerini, coğrafyasını başta olmak üzere diğer bölgelere de etki eden tüm alanlarının sosyal bilimler çerçevesinde araştırmaktayız.

Özerkliğini Artıran Bir İngiltere

İngiltere Başbakanı David Cameron, AB Konseyi ile yapılan uzun soluklu görüşmelerin ardından ülkesinin AB içerisindeki “özerkliğini” arttıracak yeni bir plan açıkladı. Bu plan uyarınca, Londra’nın özellikle mülteciler nedeniyle AB bütçesine yapacağı katkı arttırılmayacak. Bunun yanı sıra, AB’nin diğer üyelerinden, özellikle de 2004 ve 2007 genişlemelerinin ardından birliğe katılan Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerinden çalışmak üzere İngiltere’ye (Birleşik Krallık topraklarının tamamı) gelecek olanların önüne önemli engeller koyan bir uygulamaya gidilecek. Londra, topraklarına adım atacak göçmenlerin belli bir uzmanlığa sahip olmadığı ve hizmetlerine ihtiyaç duyulmadığı takdirde belli bir sürenin sonunda ülkesini terk etmesini sağlayacak bir düzenlemeyi Brüksel’e kabul ettirmiş gibi görünüyor. Bu düzenlemenin teknik koşullarına ilişkin birçok husus tam manasıyla netleştirilmemiş olsa da, Cameron’un hedefi, hem ülkesinin AB içerisindeki “farklı” duruşunu teyit ettirebilmek hem de özellikle kendi partisi (Muhafazakar Parti) ve UKIP (Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi) içerisinde oldukça güçlü olan “AB’den ayrılma” yönündeki talebi yatıştırmaktır. Nitekim Cameron, 2017 içerisinde yapılması planlanan “AB’ye devam ya da tamam” referandumunu Temmuz 2016’ya çekmiştir.

Birleşik Krallık (İngiltere, İskoçya, Kuzey İrlanda ve Galler’i içermekte ve Kraliçe Elizabeth’in şahsında birleşmektedir) vatandaşları, Temmuz 2016 itibarıyla ülkelerinin geleceğini oylayacaklar. Bu konuda ülkede tam bir “kafa karışıklığının” yaşandığı da açıkça görülmektedir. Zira Birleşik Krallık vatandaşları, tarihin hiçbir döneminde kendilerini “saf” bir Avrupalı olarak görmemiştir. Avrupa’dan coğrafi olarak kopuk olmaları, bir ada ülkesi olmaları ve kendilerine özgü bir siyasal kültür geliştirip, demokrasi tarihine ilişkin hemen her şeyi Kıta Avrupa’sından önce gerçekleştirmiş olmaları, özellikle İngilizlerin kendilerini ayrı ve bağımsız bir kefede değerlendirmelerine neden olmaktadır. Nitekim Londra, kendisini bir Avrupa devleti olarak değil, bir “dünya devleti” olarak nitelemekte ve İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından imparatorluğu hukuken dağılmış olsa da, gerek eski sömürge/imparatorluk topraklarını içerisinde barındıran kültürel/siyasal bir birlik olan “commonwealth (İngiliz Uluslar Topluluğu)”, gerek ABD ile geliştirilen “stratejik ittifak” ilişkisi, gerekse AB’nin oluşumunda ve bugünlere gelmesinde oynanan rol, imparatorluk dönemine referansla Birleşik Krallık olarak nitelenmeyi seven İngiltere’nin (zira diğer parçalar İngilizlere tabidir aslında) her daim kendisine özgü bir farklılığı yaşattığını göstermektedir.

Kendisini Avrupa’nın karmaşık ekonomik/siyasal sorunlarına fazlaca müdahil olmakla sınırlamak istemeyen İngiltere, Charlés de Gaulle’in de inadı (gerçeği açıkça görüyor olması da diyebiliriz) ile oldukça geç bir tarihte parçası olduğu Avrupa bütünleşmesi fikrine hiçbir zaman gerçek anlamda destek vermemiştir. Nitekim Soğuk Savaş döneminde SSCB’ye karşı “hep birlikte” fikrinden hareketle Washington’un da talebiyle Avrupa bütünleşmesine katılan Londra, Soğuk Savaş sonrasında hızlanan siyasal entegrasyon fikrinden hiç hoşlanmamıştır. Avro Bölgesi’ne katılmayan, Schengen Vizesi’nin geçmediği, finansal anlamda AB’nin düzenlemelerine uyma noktasında her daim yavaş hareket eden, genişleme dalgalarına bakış noktasında Almanya ve Fransa’dan farklı düşünen ve Avrupa’nın kendisine ait bir “ortak savunma” kuruluşu olmasına, ABD ile olan stratejik ortaklığı ekseninde hiçbir zaman “evet” demeyen İngiltere, Brüksel’in başını ağrıtan bir konumda olagelmiştir. İngiltere, AB’nin doğuya doğru genişlemesi fikrine her daim sıcak yaklaşmıştır. Zira Londra için, AB, belli alanlarda hükümetler arası işbirliğini kurumsallaştıracak ve olabildiğince çok sayıda devleti belirli kriterler doğrultusunda içerisine alması gereken bir “işbirliği örgütü”dür. Yani, İngiltere, AB’nin supranasyonel bir yapıya evrilmesini ve neofonksiyonalizmin öngördüğü bütüncül bir siyasal birlik haline gelmesini desteklememektedir. Böyle bir yapıya entegre bir İngiltere’nin kendisine özgü karakterini kaybedeceğini, ABD ile olan küresel işbirliğinin sürdürülemez hale gelebileceğini ve Avrupa’nın “bitmek bilmeyen” sorunlarına müdahil olmak zorunda kaldığı gibi, özellikle Almanya’nın etkisi, hatta baskısı altına girebileceğinden endişe etmektedir. Bu görüş, özellikle sağ-muhafazakar cenahta oldukça güçlüdür.

David Cameron, özellikle genişleme dalgalarının ardından AB içerisinde beliren “kimlik krizi” ve ekonomik paylaşım problemlerinin, 2008 sonrası dönemde yaşanmaya başlanan ekonomik krizin birçok AB üyesinde ve özellikle AB bütçesinde yarattığı sorunların, anayasa krizi ve güvenlik alanında yaşanan problemlerin, Arap ayaklanmaları sonrası oluşan “mülteci akını” problemlerinin sonrasında İngiltere’nin hem kendi özerkliğini koruyabilmek hem de sorunları kendi dışında tutabilmek için adım atması gerektiğinin farkındaydı. Ancak bunu yaparken AB’den tamamıyla kopmayacak ve birlik üzerindeki etkisini sürdürerek Kıta Avrupası’nı Alman-Fransız ortaklığına terk etmeyecek bir yöntemi de uygulama alanına koymak istemiştir. Sonuç ise geçtiğimiz günlerde imzalanan ve İngilizlerin AB bütçesine daha az katkı vermesini beraberinde getirecek, mülteci sorunu bağlamında kendisini olabildiğince korumasını sağlayacak, diğer AB üyelerinden ülkesine geleceklerin kalifiye olmaması halinde belli bir sürenin ardından İngiltere topraklarını terk etmesini sağlayacak ve İngilizlerin “neofonksiyonalizmin son aşamasına” ulaşacak “en yakın birlik” düşüncesinin dışında kalacağı bir AB fikrinin parçası olmasını engelleyecek anlaşma olarak belirmiştir.

Yapılan anlaşma, David Cameron tarafından bir başarı olarak sunulmuş ve “AB üyeliğine tamam ya da devam referandumu” Temmuz 2016’ya çekilmiştir. Gerek Cameron’un kendi partisi içerisinde, gerekse de başka partilerde AB üyeliğinden ayrılmak gerektiğini düşünen birçok isim bulunmaktadır. Bu bağlamda, Cameron da böyle büyük bir sorumluluğu tek başına üstlenme noktasında çekinceli hareket etmiş ve Muhafazakar Parti milletvekilleri ve hatta kabinede yer alan bakanları “AB’ye evet” ya da “hayır” kampları çerçevesinde propaganda yürütme noktasında “özgür” bırakmıştır. Nitekim Muhafazakar Parti üyeleri önemli oranda bölünmüş durumdadır ve Cameron’un kabinesi içerisinde dahi daha şimdiden 7 bakan “AB üyeliğinden ayrılma” yönünde tercihte bulunmuştur. Aynı durum Avam Kamarası’ndaki Muhafazakar Parti milletvekilleri için de geçerlidir. Diğer partilere göz gezdirildiğinde ise anamuhalefet konumundaki İşçi Partisi’nin referandumda AB üyeliğinden yana bir tavır sergileyeceğini görüyoruz. Partinin lideri Jeremy Corbyn, AB’nin mevcut haline ilişkin ciddi eleştiriler getirse ve Cameron’un açıkladığı planın başarılı olamayacağını belirtiyor olsa da “birleşik Avrupa” fikrine barış ve istikrarı getirdiği için sıcak bakmakta ve İngiltere’nin de bu fikrin bir parçası olarak kalmasını istemektedir. Yine de İşçi Partisi içerisinde de belli bir grubun “AB’ye hayır” kampında yer aldığı da belirtilmelidir. Aşırı sağcı, yabancı karşıtı ve AB karşıtı olarak bilinen UKIP “doğal olarak” Cameron’un planına destek vermemekte ve İngiltere’nin AB üyeliğinden ayrılması yönünde çalışacağını açıklamaktadır. İskoçya’nın bağımsızlığından yana olan İskoç ulusçusu SNP ise, Birleşik Krallık’ın AB içerisinde kalmasından yana olduğunu ve İskoçya’nın AB fikrine destek verdiğini belirterek, “evet” kampında yer alacağını ifade etmektedir. Bu tercihte, ileride İskoçya’nın bağımsız olması halinde AB’nin bir parçası olmak istediğini kanıtlama düşüncesi de hiç şüphesiz önemli bir rol oynamıştır.

İngiltere’nin kararı AB’nin bundan sonra gideceği yer noktasında önemli bir kilometre taşı olacaktır. Zira İngiltere, haklı olarak ABD’nin birlik içerisindeki “Truva Atı” olarak görülmüştür. Ancak kanımca esas düşünülmesi gereken husus ABD’nin AB’yi kontrol etmek için İngiltere’yi kullanması değil, İngiltere’nin kendi özerkliğini sürdürebilmek ve bunun tartışılmasını engellemek için ABD’nin rolünün ön plana alınmasını sağladığı hususudur. İngiltere, Cameron’un planını “uygulanabilir ve yapıcı” bulup AB’ye evet derse, birlik mevcut halini devam ettirecek ve İngilizler de kendi özerkliklerini koruyarak yola devam edecektir. Ancak, şimdilik kaydıyla, düşük bir ihtimal gibi görünse de İngilizler AB’ye “hayır” derse, birlik gerçek manada Almanya’nın ve Kıta Avrupası’nın kontrolüne girecek, İskandinav ülkelerinin birlik içerisindeki geleceği tartışmaya açılacak, 2004 ve 2007 genişlemeleri ile birliğe katılan ve bazıları halen gerekli reformları yapmamış olan ülkelere yönelik farklı bir üyelik perspektifi oluşturulabilecektir. Hatta genişleme yönündeki istekliliğin daha da zayıflayacağı ve AB’nin Türkiye’ye yönelik “üyelik perspektifi” sunmayı tamamen rafa kaldırabileceği de söylenebilir. Zira Türkiye’nin AB üyelik hedefine bağlı tutulması gerektiğini ifade eden en önemli AB üyesi İngiltere’dir. İngiltere’nin ayrılması halinde AB içerisinde NATO’ya yönelik eleştirilerin daha da artabileceği ve AB’nin kendisine ait gerçek bir güvenlik politikası/kurumsallığı yaratması yönünde güçlü bir talebin oluşabileceği de söylenebilir.

Yrd. Doç. Dr. Göktürk Tüysüzoğlu

Giresun Üniversitesi Uluslararası ilişkiler Bölümü