Home Blog Page 25

Uluslararası Afro-Avrasya Araştırmaları Kongresi

Afro-Avrasya, Afrika, Avrupa ve Asya kıtalarını tek bir kıta olarak tanımlayan terimdir. Bu kıta Eski Dünya olarak adlandırılmaktadır. Afro-Avrasya’nın anakarası Dünya Adası olarak tanımlanmaktadır.

Jeopolitik açıdan beş denizin yaylasında konumlanmış olan Türkiye, en doğudaki Avrupalı, en batıdaki Asyalı ve en kuzeydeki Afrikalı Devlet olarak, dünyanın tek “Afro-Avrasya” ülkesidir.

Aralık 1991’de Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla Afro-Avrasya’da bir güç boşluğu oluşmuştur. Türkiye bu dönemde “Adriyatik’ten Çin Seddine Türk Dünyası” kavramı ile bölgede “Köprü-Geçiş Ülkesi” olarak konumlanmıştır.

2000’li yıllarla birlikte Türkiye “Yeni Osmanlıcılık” kavramı ile bölgede “Terminal Ülke-Birlikte Geçiş” ülkesi olarak konumlanmıştır.

Günümüzde ise Türkiye bu iki kavram ile İslam dünyasını da içine alacak şekilde coğrafi anlamının da ötesinde üçüncü bir kavram olan “Afro-Avrasya” ülkesi olarak konumlanmaktadır.

21. yüzyılda Türkiye’nin vizyonu Adriyatik’ten Çin Seddine Türk Dünyasını, Osmanlı Coğrafyasını ve İslam Coğrafyasını içine alacak şekilde coğrafi olarak Afro-Avrasya’yı çevreleyen denizler üzerinden belirlenmektedir. Türkiye, kendini merkeze alarak çevresinde, Karadeniz, Ege Denizi, Akdeniz, Kızıldeniz, Hint Okyanusu ve Hazar Denizi olan bir “Ada Ülkesi”ne dönüşmektedir.

Bu amaçlarla Sosyal Bilimler alanında çalışan akademisyenler arasında etkili bir iletişim ağının geliştirilmesinin, entelektüel ve akademik değişimlerin güçlendirilmesinin, karşılıklı iş birliği, bilgi ve deneyimlerinin paylaşılmasının önemi açıktır.

Afro-Avrasya Araştırmaları Kongresi bünyesinde yapılacak çalışmalarda farkındalık oluşturmayı ve çeşitli kültürel pratikleri karşılaştırarak toplumsal farklılıkları bilinir kılmayı amaçlamaktadır. Böylelikle akademisyenler akademik faaliyetlerini ve çalışmalarını kolaylıkla sunabilecek, alanındaki çalışmalarla genel ve bölgesel “Afro-Avrasya Vizyonu”na katkı sağlayabileceklerdir.

Kongrenin hedefi, akademisyenlerin çalışmalarını, bölge meseleleri ve sorunlarına dair yeni bulgularını, görüşlerini ve bu konulara yönelik yöntem ve yaklaşımlarını paylaşmaları için ortak bir merkez haline gelmektir.

Buradan hareketle ilk tecrübeyi Kazakistan’da ikinci tecrübeyi İspanya coğrafyasında ve Endülüs medeniyet havzasında yaşadıktan sonra, üçüncü kongreyi Afro-Avrasya’nın denge şehri İstanbul’da gerçekleştirdik. Afro-Avrasya konferans serisinin IV. ayağını Budapeşte/Macaristan’da  ve Konferans serisinin V. ayağını 19-22 Nisan 2019 tarihleri arasında  Lefkoşa/Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde gerçekleştirdik.

VI. Kongremiz 14-15 Ekim 2022 tarihleri arasında bir başka Afro-Avrasya şehri Üsküp – Kuzey Makedonya’da Uluslararası Balkan Üniversitesi ev sahipliğinde düzenlenecektir.

Kongremizin teması ile ilgilenen bütün akademisyenleri, araştırmacıları ve lisansüstü öğrencileri bildiri sunmaya davet ediyoruz.

Kongre programı hakkında detaylı bilgi ve bildiri özeti göndermek için [email protected]

 

 

Asya Pasifik’te Bir Kriz Sahası: Senkaku / Diaoyu Adaları

Özet

Tarihin birçok döneminde sınır ve yetki alanı anlaşmazlıkları karşımıza çıkmaktadır. Örneğin; Japonya ve Rusya arasındaki Kuril Adaları anlaşmazlığı, Tacikistan ve Kırgızistan arasındaki sınır sorunu, Çin ve Hindistan arasındaki sınır sorunu, Çin ile Japonya arasındaki Senkaku / Diaoyu Adaları’nın yetki alanı sorunu…

Senkaku / Diaoyu Adaları sorunu, 1960’lı yılların sonunda gün yüzüne çıkmıştır. Bu adaların bu kadar önemli olmasının altında; bölgedeki zengin petrol kaynaklarının varlığı, adanın deniz ticaret geçiş güzergahı olması sebebiyle sahip olduğu stratejik konum gibi sebepler yatmaktadır. Bu soruna taraf olan devletler, yetki alanı iddialarını çeşitli tarihsel argümanlara dayandırmakta ve konu ile ilgili izledikleri politikaları kararlılıkla sürdürmektedir.

Soğuk Savaş ile oluşan tek kutuplu dünya düzeninde, başat güç konumundaki Amerika Birleşik Devletleri’ne rakip olma potansiyeli taşıyan Çin’in 2000’li yıllardan itibaren boy göstermesiyle birlikte Amerika Birleşik Devletleri de dikkat ve ilgisini bu bölgeye yöneltmiştir. Tüm bunların neticesinde bölgedeki herhangi bir uyuşmazlık, kriz veya sorunun seyri sadece bölgesel değil küresel ölçekte de etki doğuracaktır.

Anahtar Kelimeler: Senkaku, Diaoyu, Çin, Japonya, Amerika Birleşik Devletleri.

Abstract

In many periods of history, we encounter border and territorial disputes. For example; the Kuril Islands dispute between Japan and Russia, the border problem between Tajikistan and Kyrgyzstan, the border problem between China and India and the territorial dispute between China and Japan Senkaku / Diaoyu Islands…

The question of the Senkaku/Diaoyu Islands came to light in the late 1960s. The reason why the problem is so important is that the existence of rich oil resources and the islands’ maritime trade transit route have very strategic positions. The states which are parties to this problem found their territorial claims on various historical arguments and resolutely continue their policies on the subject.

In the unipolar world system formed by the Cold War, the United States of America has turned its attention and caution to this region with the emergence of China since the 2000s, which has the potential to rival the United States of America, which is the dominant power. As a result of all these, the course of any conflict, crisis, or problem in the region will have an impact not only on a regional but also on a global scale.

Keywords: United States of America, China, Japan, Senkaku, Diaoyu.

Giriş

Japonya ile Çin arasındaki yetki alanı tartışmalı olan adaların Japonca ismi Senkaku, Çince ismi ise Diaoyu’dur. Bu çalışmada tarafsızlık adına, adaların iki ülkedeki ismi de birlikte kullanılacaktır. Senkaku / Diaoyu Adaları 5 küçük adacık ve 3 kaya parçasından oluşmaktadır. Adaların toplam alanı yaklaşık 7 km²’dir ve beş adacıkta da yaşam bulunmamaktadır (Çakan, 2020).

Harita 1: Adacık ve kaya parçalarının ana kara ve adalara uzaklığı (Google, Google Maps, ET: Temmuz 2021).

Bu adalar Güney Çin Denizi’nde; Japonya toprağı olan Okinawa Adası’nın güneyinde, Çin’in doğusunda, Tayvan’ın ise kuzeyindedir. Okinawa Adası’na 410 km, Çin ana karasına 330 km ve Tayvan’a 170 km uzaklıktadır (Çelik, 2017). Her ne kadar adaların yetki alanı sorunu üç devlet arasında gibi görünse de gerek Çin’in ‘‘Tek Çin politikası’’ gerekse Tayvan ve Çin’in bu konuda müşterek hareket etmeleri sebebiyle esas çekişme Çin ve Japonya arasında yaşanmaktadır.

Senkaku / Diaoyu Adaları’nın egemenliği 1895 yılına kadar Çin’deydi. 1895 yılında Japonya’nın işgaliyle birlikte adalardaki egemenlik 1945 yılına kadar Japonya’ya geçmiştir. Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı’nı kaybetmesiyle beraber adalardaki egemenlik Amerika Birleşik Devletleri’ne (ABD) geçmiştir. 1971 yılına geldiğimizde ise ABD, Okinawa Geri İade Anlaşması’nı meclisinde onaylamış ve bu antlaşma ile 1972 yılında ile Senkaku / Diaoyu Adaları’nın egemenliğini tekrar Japonya’ya devretmiştir (Finney, 1971).

1969 yılında Birleşmiş Milletler Asya ve Pasifik Ekonomik ve Sosyal Komisyonu’nun (ESCAP) yayınladığı rapora göre adaların çevresinde zengin petrol ve doğalgaz yataklarının olduğunun belirtilmesiyle iki ülke arasındaki adalar sorununun temelleri atılmıştır.

1. Adaların Stratejik Önemi

Doğu Çin Denizi gerek balıkçılık gerekse yeraltı kaynakları açısından oldukça zengin bir bölgedir. Bu etkenlerin yanı sıra adaların ticaret geçiş güzergahı üzerinde olması da adaların stratejik önemini arttırmaktadır.

Senkaku / Diaoyu Adaları üzerinde egemenlik sağlayan devlete 12 millik karasuları ve 200 millik münhasır ekonomik bölge (MEB) hakkı sağlamaktadır (Kur, 2014). Bu MEB alanı içerisinde zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarının olduğu 1969 yılında Birleşmiş Milletler Asya ve Pasifik Ekonomik ve Sosyal Komisyonu’nun yaptığı araştırmalar sonucu hazırladığı raporda aktarılmıştır. Senkaku / Diaoyu Adaları çevresinde 100 milyar varil petrol ve 200 milyar metreküp doğalgaz varlığından söz edilmiştir (Blanchard, 2000). Bu çalışmanın yapıldığı 29 Temmuz 2022 tarihindeki güncel petrol fiyatları baz alındığında 100 milyar varil petrolün yaklaşık değeri 11 trilyon ABD dolarıdır.

ABD’nin, Asya-Pasifik bölgesinde özellikle Çin’e karşı artan ve artırılması planlanan faaliyetleri, Çin – Tayvan anlaşmazlığındaki belirsizlikler gibi güncel sorunlar sonucunda adalardaki egemenlik meselesi daha da önem kazanmaktadır.

2. Çin’in Egemenlik İçin Tarihsel Dayanakları

Çin’in günümüzde adalar üzerindeki hakimiyet iddialarına oluşturduğu dayanaklar 1500’lü yıllara kadar gitmektedir. Örneğin, Ming İmparatoru 1532 yılında aralarında Chen-Kan’ın da yer aldığı 10 elçiyi, kendisine bağlılığını bildiren Ryukyu Krallığı’na göndermiştir. Chen-Kan yolculuk sırasında yaşadıklarını yazdığı günlüğünde şöyle belirtmektedir: “Pingjia Dağı’nın ardından Diaoyu Adası, Huangwei Adası ve Chiwei Adası’nı geçtik, normalde üç günde gideceğimiz mesafeyi bir günde aldık. Ryukyu Krallığı’na ait Kume Tepe’si de on birinci günün akşamında göründü” (Lohmeyer, 2008). Chen-Kan günlüğünde, Senkaku Adaları’nın ‘‘Diaoyu’’ ismini taşıması ve bu adaların Ryukyu Krallığı’na ait olmadığını öne süren bilgiler aktarması, Çin tarafının egemenlik iddialarında temel dayanak noktalarından biri olmuştur.

Çin’in tarihsel olarak bir diğer dayanağı ise 1561 yılında Ryukyu Kralı’nın vefatı ile elçilik görevine yeni atanmış olan Kuo Hu Lin’in yazdığı ‘‘Chiyu zhe, jie Liuqiu difang shan ye’’ isimli belgede ‘‘jie’’ yani ‘‘sınır’’ ifadesinin kullanılmasıdır (Lohmeyer, 2008).

Japonya, Çin’in bu tarihsel dayanaklarını, belgelerin esas kaynaklarını incelediklerinde yetki alanıkonusunda yeterli bir delil olmadığını ve adaların Japonya’ya ait olduğunu savunmaktadır.

3. Japonya’nın Egemenlik İçin Tarihsel Dayanakları

Japonya’nın adalara olan bakışı tarihsel olarak ele alındığında sadece 13 yıl hüküm süren Toyotomi Hideyoshi’nin 1590 yılında tüm Japon derebeyliklerini tek bir çatı altında toplamak istemesiyle değişmiştir. Hideyoshi bu isteği doğrultusunda Ryukyu Krallığı’nı vergiye bağlamış adaları ise egemenliği altına almıştır (Çakan, 2020).

1894-1895 yıllarına geldiğimizde Çin ve Japonya arasında yaşanan 1. Çin – Japon Savaşı’nda zafer elde eden Japonya, imzalanan Şimonoseki Anlaşması ile adalarda resmi olarak egemenlik sağlamıştır. Japonya, bu kazanımın ardından adaları 1845 yılında ziyaret etmiş olan Belcher’in ‘sivri tepeler’ tasvirinden esinlenerek adalara ‘sivri tepeli çadırlar’ anlamına gelen ‘Senkakus’ adını koymuştur. Ocak 1895’te Şimonoseki Antlaşması’nın imzalanmasından önce alınan Bakanlar Kurulu Kararını takiben, Japonya Hükümeti Senkaku Adaları’nı Okinawa Eyaleti’ne dahil ettiğini ve Adalara sürekli olarak Okinawa Eyaletinin bir parçası olarak yaklaşıldığını öne sürmektedir (Japonya Dışişleri Bakanlığı, 2016).

Japonya Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamalarına göre Senkaku / Diaoyu Adaları hem ıssızdır hem de adalar üzerinde Çin’in Ming Hanedanlığına dair hiçbir iz bulunmamaktadır. Bu gerekçeyle Japonya, adaların ‘‘terra nullius’’ statüsünde olduğunu, yani hiçbir devletin yönetiminde olmadığını iddia etmektedir (Japonya Dışişleri Bakanlığı, 2016). Sayılan tüm gerekçe ve gelişmeler sebebiyle Senkaku / Diaoyu Adaları’nı topraklarına katan Japonya, yaptığı hamlenin uluslararası hukuka uygun bir şekilde gerçekleştiğini savunmaktadır.

Japonya; Çin’in tarihsel dayanaklarında kullandığı kaynakların yetersiz olması, bölgede petrol kaynakları olduğu tespit edilene kadar Çin’in hiçbir hak iddia etmemesi, 1951’de imzalanıp 1952’de yürürlüğe giren San Francisco Barış Antlaşması ile adaların ABD kontrolüne geçişine itiraz edilmemesi ve Çin’in yayınladığı resmi haritalarda adalar için Diaoyu yerine Senkaku adının kullanılması gibi sebepler neticesinde adaların Japonya’ya ait olduğunu ileri sürmektedir (Çakan, 2020).

4. İkinci Dünya Savaşı ve Ertesinde Adaların Durumu

Japonya 1931 yılında Mançurya’yı işgale başlamış, 1932 yılında ise Mançurya’nın tamamında hakimiyet sağlamıştır. Bu işgal karşısında Çin, Milletler Cemiyeti’ne başvurmuş fakat bir sonuç alamamıştır. İlerleyen süreçte ise ‘‘kukla devlet’’ olarak anılan Mançuko Devleti, Japonya himayesinde kurulmuştur (Sander, 2018: 70-71).

Çin’in iç istikrarsızlığından faydalanan Japonya 1937 yılında başlayan 2. Çin – Japon Savaşı’nı başlatmıştır. 1939 yılında ise Doğu Çin sahili ve Güney Çin Denizi’ndeki adalar Japonya tarafından işgal edilmiştir. Japonya’nın bu işgali 7 Aralık 1941 tarihinde ABD’ye yapılan Pearl Harbor Saldırısı ile durmuştur.

27 Kasım 1943 tarihinde ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt, Birleşik Krallık Başbakanı Winston Churchill ve Tayvan’ın Başkanı Çan Kay Şek, Kahire Bildirgesi’ni imzalamak için bir araya geldi (Suganuma, 2000). Bu bildirgeye göre; Japonya’nın 1914’ten beri işgal ettiği ve ele geçirdiği Pasifik’teki tüm adalardan çıkarılacak; Mançurya, Formosa Adaları ve Pescadores Adaları gibi Çinlilerden aldığı tüm toprakları Çin’e geri verecektir (Japonya Ulusal Diet Kütüphanesi, 2003-2004).

1945 yılında düzenlenen Potsdam Konferansı’nda Japonya’nın teslim olması istenmiş ve Kahire Bildirgesi’ndeki kararların uygulanacağı kararlaştırılmıştır. Konferanstan sonra Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine ABD tarafından atom bombası atılmıştır. Bu saldırı sonucunda Japonya Hükümeti teslim olduklarını radyodan ilan etmiştir (Hart, 2020: 968). Japonya hükümeti yetkilileri 2 Eylül 1945 tarihinde Amerikan zırhlısı Missouri’de teslimiyet belgesini imzalamıştır. Bu teslimiyet ile Japonya, Çin’den ve Tayvan’dan almış olduğu topraklar üzerindeki egemenliklerinden resmen vazgeçmiştir.

2. Dünya Savaşı sonrası 8 Eylül 1951 tarihinde imzalanan San Francisco Barış Antlaşması’nın 2. maddesi gereğince Japonya: Kore’nin bağımsızlığını kabul ederek Quelport, Port Hamilton, Degelet, Formosa, Pescadores, Spratly, Paracel, Kuril, Sahalin Adaları’ndan ve Sahalin’e bitişik adalardaki tüm hak, iddia ve taleplerinden vazgeçmiştir (Resmi Gazete 8112 (17 Mayıs 1952), Kanun No. 5935, md.2).

Aynı antlaşmanın 3. maddesi gereğince ise Japonya: 29 derece kuzey enleminin güneyindeki Nansei Shoto’nun (Ryukyu ve Daito adaları da dahil), Nanpo Shoto Adası’nın (Bobin Adası, Rosario Adası ve Volcano Adaları dahil) Güneyinde, Parece Vela ve Marcus adaları da dahil olmak üzere, bu adalardaki idari yönetime, yargı yetkisine ve adaların karasularını kullanma hakkına ABD’nin sahip olacağını kabul etmiştir (Resmi Gazete 8112 (17 Mayıs 1952), Kanun No. 5935, md.3).

1952 yılında imzalanan Taipei Antlaşması ile San Francisco Barış Antlaşmasının 2. maddesi tekrar edilmiştir. Ek olarak, Taipei Antlaşması’nın 4. maddesinde Japonya ve Çin arasında 9 Aralık 1941 tarihinden önce yapılan tüm antlaşma ve sözleşmelerin geçersiz hale geldiği belirtilmektedir (Tayvan Belgeleri Projesi, 1952).

Birleşmiş Milletler Asya ve Pasifik Ekonomik ve Sosyal Komisyonu’nun 1969 yılında yaptığı araştırmalar sonucu adaların münhasır ekonomik bölgesinde zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarının olduğunu belirtmesiyle Japonya, kaybettiği adaları geri almak isteğiyle harekete geçmiştir.

1945 yılında Senkaku / Diaoyu Adaları’nı Koga ailesinden kiralayan ABD adalardaki egemenliğini San Francisco Barış Antlaşması ile devam ettirmiştir. ABD’nin adalardaki bu egemenliği 1971 yılına kadar sürdürmüştür. 1971 yılında yapılan Okinawa Geri Dönüş Anlaşmasının 1. maddesine göre: ABD, Ryukyu Adaları ve Daito Adaları ile ilgili olarak, 8 Eylül 1951’de Japonya ile imzalanan San Francisco Barış Antlaşması’nın 3. maddesi uyarınca Japonya lehine tüm hak ve çıkarlardan vazgeçmektedir (New York Times, 1971).

5. 2010 – 2022 Yılları Arasında Yaşanan Gerilimler

Senkaku / Diaoyu Adalarının bulunduğu bölge Soğuk Savaş sırasında, 1969 yılında yapılan araştırmalar sonucu elde edilen bulgularla bölgede zengin yer altı kaynaklarının olduğunun tespiti sonucu önem kazanmaya başlamıştır. Soğuk Savaş’ın bitişiyle beraber iki ülke arasında gelişmekte olan ekonomik ilişkilerin zarar görmemesi adına uyuşmazlık konusu bir süre -yaklaşık 10 yıl- rafa kaldırılmıştır.

2010 yılına geldiğimizde ise Senkaku / Diaoyu Adaları bölgesinde Çinli bir kaptana ait balıkçı gemisi, yaklaşık kırk dakika arayla iki Japon Sahil Güvenlik gemisi ile çarpışmıştır. Olayın üzerine Japon Sahil Güvenlik birimi, Çinli kaptan ve 14 mürettebat gözaltına almıştır. Mürettebat olayda tanık olarak sorgulanmış ve tutuklanmamış fakat kaptan çıkarıldığı mahkeme tarafınca suçlu bulunduğu için tutuklanmıştır (Lee, 2011). Yaşanan tutuklanma üzerine Çin, Japonya Büyükelçisini bir gün içinde iki kere bakanlığa çağırmış ve ardından olayın yaşandığı bölgeye, deniz kuvvetlerine bağlı bir gemi göndermiştir. Japonya’da yaşanan bu tutuklanma ve gözaltı haberleri üzerine Çin’de bazı gruplar protesto yapmaya başlamış, sosyal mecralarda milliyetçi paylaşımlar yapılmış ve böylece Japonya’ya karşı tepkiler büyümeye başlamıştır (McCurry, 2010).

Bu olaylar sırasında Japonya’da yetkili isimler tarafından yapılan açıklamalar kayda değerdir. Örneğin, Tokyo’da bir Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü ‘‘Japonya’nın çarpışmayı araştırma görevinin olduğunu’’ ve ‘‘adalar üzerindeki Japonya egemenliğinin kaçınılmaz bir gerçek’’ olduğunu söylemiştir. Aynı dönemde Japonya Kabine Yoshito Sengoku: ‘‘Konuyu yasalara uygun olarak sıkı bir şekilde ele alacağız’’ demiştir (McCurry, 2010).

Japonya Başbakanı Yoshihiko Noda, 2012’de yaptığı basın açıklamasında ülkesinin adalar üzerindeki egemenlik iddialarının altını bir kez daha çizerek adaları, sahibi olan -Japonya vatandaşı- bireylerden satın alarak kamu mülkiyetine geçirmeye çalıştıklarını açıklamıştır (Hancocks ve Mullen, 2012). Eylül 2012’ye gelindiğinde ise Senkaku Adaları’ndan üçünün (Uotsuri, Kitakojima, Minamikojima Adaları) mülkiyeti özel vatandaşlardan alınıp Japonya Hükümetine devredilmiştir (Japonya Dışişleri Bakanlığı, 2022).

Olayların ardından 2013 yılında, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ile dönemin Japonya Dışişleri Bakanı Fumio Kishida’nın yaptığı bir basın açıklamasında Clinton’ın: ‘‘Japon yönetimini baltalamaya yönelik her türlü tek taraflı eyleme karşıyız” açıklaması da dikkat çekmektedir (Perlez, 2013).

Kyoto Sangyo Üniversitesi’ne bağlı bir enstitüde müdür olan Kazuhiko Togo adlı diplomat, yaptığı açıklamalarında şöyle diyor: ‘‘Olmak istemediğimiz bir yere sürüklendik ve zamanımız azalıyor. Kendimizi askeri olarak hazırlamamız ve aynı zamanda Tokyo ile Pekin arasındaki uçurumu kapatmak için her türlü diplomatik çabayı göstermemiz gerekiyor. Bu gerçekten bir casus belli oluyor” (Spitzer, 2012).

2022 yılına geldiğimizde ise Japonya tarafından yapılan açıklamalara göre Çin’e ait iki savaş gemisi adalar bölgesine girmiş ve bir balıkçı teknesini takip etmiştir. Ayrıca Japonya, bu iki geminin bölgede yaklaşık 64 saat kalarak son 10 yılda yaşanan en büyük ihlali gerçekleştirdiğini ileri sürmektedir. Japonya Savunma Bakanlığı daha önce yaptığı açıklamalarda ise 2022 yılı haziran ayının ilk haftalarında ‘en az’ iki Çin savaş gemisi ile bir tedarik gemisinin, Tokyo’nun yaklaşık 500 kilometre (310 mil) güneyinde görüldüğünü raporlamıştır (Ogura ve McCharty, 2022).

Sonuç

Senkaku / Diaoyu Adaları bölgesinde var olan büyük petrol ve doğalgaz kaynakları ile adaların ticaret geçiş güzergahı olması sebebiyle sahip olduğu stratejik konum Çin ve Japonya arasında gergin bir ilişki yaratmaktadır. Bu adaları hem bölgesel hem küresel olarak önemli kılan bir diğer faktör de dünyada süper güç konumunu, güçlenen Çin’e karşı korumak isteyen ABD’nin varlığıdır.

Çalışmada ele alındığı şekilde tarafların adaya yönelik bakış açılarının ve tavırlarının 1969’da yayınlanan ESCAP raporu ile değiştiği ve Okinawa Geri Dönüş Anlaşması’yla Japonya’nın kazanımlarından sonra bir gerilimi önlemek adına, Soğuk Savaş döneminin koşulları gereği konunun bir süre rafta tutulduğu görülmektedir. 2000’li yıllardan itibaren Çin’in küresel bir güç olmaya aday olacak kadar askeri ve iktisadi olarak güçlenmesi bölgedeki dinamikleri değiştirmiştir. Değişen dinamiklerin farkında olan ABD, sahip olduğu askeri gücü Asya – Pasifik bölgeye ‘‘Pivot to Asia’’ adı altında kaydırarak Çin’i dengelemeye çalışmaktadır. Bu strateji bağlamında adaların yetki alanı konusunda ABD’nin Japonya’yı desteklediği de açıkça görülmüştür.

Özellikle 2010 yılı ve sonrasında yaşanan krizlerde Japonya, bölgede kendisini taciz eden Çin’e karşı ABD’nin desteğini aldığını yetkililerin konuşmalarında belirtmiştir. ABD tarafından da 2013 yılında Hillary Clinton tarafından yapılan açıklama da bu desteğin somut örneklerinden olmuştur.

Tarafların adalar üzerindeki ısrarlı egemenlik iddiaları ve sorunun çözülmesi için uluslararası bir yargı merciine başvurma taleplerinin olmaması, Çin’in yükseliş ve güçlenişi, ABD’nin, bölgede Çin’e karşı izlediği dengeleme stratejisi ve bölgede zaman zaman yaşanan gerilimler göz önüne alındığında bölge, 21. yüzyılın sıcak çatışma alanı potansiyelini taşıyan bölgeler arasında sayılabilecektir.

Mert ELMAS 

Akdeniz Üniversitesi

Kaynakça:

Blanchard, J.-M. F. (2000). The U. S. role in the Sino-Japanese dispute over the Diaoyu (Senkaku) islands, 1945-1971. The China Quarterly, 161, 95–123.

Çakan, V. (2020). Japonya ve Çin Arasında Senkaku (Diaoyu) Adacıklar Sorunu Üzerine Bir Değerlendirme. Asya Araştırmaları Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi, 4(1), 1-8.

Çelik, O. (t.y.). Uluslararası Hukuk Çerçevesinde Doğu Çin Denizi Senkaku/ Diaoyu Adalar Sorununun Değerlendirilmesi. Erişim Adresi: https://www.academia.edu/37489473/Assesment_of_East_China_Senkaku_Diaoyu_Islands_Crisis_Within_the_Framework_of_International_Law (Erişim Tarihi: 26.07.2021).

Finney, J. W. (1971) SENATE ENDORSES OKINAWA TREATY. Retrieved from https://www.nytimes.com/1971/11/11/archives/senate-endorses-okinawa-treaty-votes-84-to-6-for-islands-return-to.html (Erişim Tarihi: 07.07.2021).

Google. (2021). Google Maps. Erişim Adresi: https://www.google.com/maps (Erişim Tarihi: 13 Temmuz 2021).

Hancocks, P. ve Mullen, J. (2012). Japan in final stages of talks to buy disputed islands, prime minister says. Erişim Adresi: https://edition.cnn.com/2012/09/07/world/asia/japan-noda-interview/index.html (Erişim Tarihi: 1.07.2022).

Hart, Basil L. (2020). İkinci Dünya Savaşı Tarihi. (çev. K. Bağrıaçık). Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Japonya Dışişleri Bakanlığı. (2022). Trends in China Coast Guard and Other Vessels in the Waters Surrounding the Senkaku Islands, and Japan’s Response. Erişim Adresi: https://www.mofa.go.jp/region/page23e_000021.html (Erişim Tarihi: 29.06.2022).

Japonya Dışişleri Bakanlığı. (2016). Senkaku Islands Q&A. Erişim Adresi: https://www.mofa.go.jp/region/asia-paci/senkaku/qa_1010.html (Erişim Tarihi: 10.07.2021).

Japonya Ulusal Diet Kütüphanesi. (2003-2004). Cairo Communiqué. Erişim Adresi: https://www.ndl.go.jp/constitution/e/shiryo/01/002_46/002_46tx.html (Erişim Tarihi: 10.07.2021).

Kur, C. (2014). Japonya’nın Adalar ve Deniz Yetki Alanları Anlaşmazlıkları: Senkaku/Diaoyu ve Dokdo / Takeshima Adaları Örneği. TC. Harp Akademileri Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, İstanbul. Erişim Adresi: https://www.academia.edu/19746039/Japonyan%C4%B1n_Adalar_ve_Deniz_Yetki_Alanlar%C4%B1_Anla%C5%9Fmazl%C4%B1klar%C4%B1_Senkaku_Diaoyu_ve_Dokdo_Takeshima_Adalar%C4%B1_%C3%96rne%C4%9Fi (Erişim Tarihi: 13.07.2021).

Lee, J. (2011). Senkaku / Diaoyu Islands Conflict. Erişim Adresi: https://www.historytoday.com/archive/senkakudiaoyu-islands-conflict (Erişim Tarihi: 30.06.2022).

Lohmayer, M. (2008). The Diaoyu/Senkaku Islands Dispute: Questions of Sovereignty and Suggestions for Resolving the Dispute. (Yüksek Lisans Tezi). University of Canterbury, New Zealand.

McCurry, J. (2010). Japan-China row escalates over fishing boat collision. Erişim Adresi: https://www.theguardian.com/world/2010/sep/09/japan-china-fishing-boat-collision (Erişim Tarihi: 30.06.2022).

Ogura, J. Ve McCarthy, S. (2022). Japan says Chinese coast guard ships in longest violation of its territorial waters in a decade. Erişim Adresi: https://edition.cnn.com/2022/06/24/asia/chinese-ships-japan-territory-senkaku-diaoyu-islands-intl-hnk/index.html (Erişim Tarihi: 1.07.2022).

Perlez, J. (2013). China Criticizes Clinton’s Remarks About Dispute With Japan Over Islands. Erişim Adresi: https://www.nytimes.com/2013/01/21/world/asia/china-criticizes-clintons-remarks-about-dispute-with-japan-over-islands.html (Erişim Tarihi: 1.07.2022).

Sander, O. (2018). Siyasi tarih 1918 – 1994. İmge Kitabevi.

Spitzer, K. (2012). Clock Ticks On China-Japan Islands Dispute. Erişim Adresi: https://nation.time.com/2012/05/24/clock-ticks-on-china-japan-islands-dispute/ (Erişim Tarihi: 1.07.2022).

Suganuma, U. (2001). Sovereign rights and territorial space in Sino-Japanese relations: Irredentism and the Diaoyu/Senkaku islands. United States: University of Hawaii Press.

Taiwan Document Project. (1952). Treaty of Peace between the Republic of China and Japan. Erişim Adresi: http://www.taiwandocuments.org/taipei01.htm (Erişim Tarihi: 30.07.2021).

The New York Times. (1971). Text of U.S.‐Japanese Treaty Restoring Okinawa and Nearby Islands to Tokyo. Erişim Adresi https://www.nytimes.com/1971/06/18/archives/text-of-usjapanese-treaty-restoring-okinawa-and-nearby-islands-to.html (Erişim Tarihi: 30.06.2022).

Türkiye Cumhuriyeti ve diğer Müttefik Devletler ile Japonya arasında İmzalanan Barış Anıtlaşması ile Eki Protokolün ve iki Beyannamenin Onanması Hakkında Kanun, Resmi Gazete 8112 (17 Mayıs 1952), Kanun No.5935. Erişim Adresi: https://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/8112.pdf (Erişim Tarihi 30.06.2022).

ABD’de Kürtaj Krizi: Roe V. Wade

Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesi 24 Haziran Cuma günü, kadınların anayasal kürtaj hakkını tanıyan 1973 tarihli Roe v. Wade kararını bozdu.

Roe v. Wade kararı ilk olarak 1973’te yasallaşmış ve 1992 tarihli Planned Parenthood v Casey ile kapsamı genişletilmişti. Yaklaşık 50 yıldır uygulanan Roe v Wade kararına göre, ABD’deki kadınların hamileliklerinin ilk üç ayında kürtaj için mutlak hakları bulunuyordu. İkinci üç aylık dönemde bazı eyaletlerde sınırlamalar devreye girebilirken son üç ayda ise eyaletlerin kürtajı, sınırlama ya da yasaklama hakkı vardı.

Gençlik Dernekleri Tanınsın!

Sivil toplum; bireysel çıkarlardan çok kamusal amaçları hedefleyen, çoğulcu toplum yapısı ile farklılıkları bir arada barındıran yapıdır. Kendi kendini üreten, kendi kendini destekleyen ve devletin resmi örgütlerinin dışında kalan organize sosyal yaşam alanı olarak tanımlanan sivil toplumun iki temel işlevi vardır: İktidarın denetlenmesi ve devletin demokratikleşmesi. Buna ek olarak toplumsal talep ve beklentilerin karşılanması noktasında, destekleyici roller de üstlenebilir. Sivil toplum, demokratik kurumların inşasında ve devletin meşruluğunun sağlanmasında bir araç olarak değerlendirilirken, etkin bir yapıya sahip olması durumunda hesap verebilir ve şeffaf bir sistem yaratır (Diamond, 1994: 7-11). Modern bir kavram olan ve Avrupa’nın yaşadığı siyasal, sosyal ve ekonomik sürecin bir ürünü olarak ortaya çıkan sivil toplum, özellikle SSCB’nin yıkılışı ile demokrasinin gelişmesinde temel araç olarak görülmüştür. Türkiye’de ise devlet olgusunun üstlendiği tinsel anlam, ekonomik nüfuza sahip kişi ve grupların kısıtlılığı, siyasi kültür ve toplumsal dinamikler dolayısıyla sivil toplum Batı’ya görece sınırlı kalmıştır.  

Türkiye’de demokratik araç ve mekanizmaların işlevsel hale gelmesi, hesap verilebilir ve şeffaf idari birimlerin artması, müzakereci demokrasi kültürünün yerelde yaygınlaşması ve siyasetin sadece resmi aktörlerle sınırlı kalmayıp yönetişim ilkesi perspektifinde çok aktörlü bir yapıya bürünmesi, şüphesiz güçlü bir sivil toplumun varlığına bağlıdır. Bu noktada sivil toplumun güçlenmesi meselesinde STK’lar önemli işlev üstlenebilir. Türkiye’de STK’lar daha çok dernek, vakıf, kooperatif, siyasi parti, sendika, platform ve çeşitli gönüllü örgütler şeklindedir. STK’lar içerisinde nicelik bakımından dernekler ön plana çıkmaktadır. Sivil Toplumla İlişkiler Genel Müdürlüğü verilerine göre Türkiye’de 121.782 faal dernek bulunurken, yaklaşık 36 bin mesleki ve dayanışma derneği, 28 bin spor ve sporla ilgili dernekler ve 18 bin dini hizmetlerin gerçekleştirilmesine yönelik dernekler yer almaktadır (DERBİS, 2022). Faaliyet alanlarına göre Türkiye’de derneklerin dağılımı şu şekildedir:

(DERBİS,2022)

Sivil toplumu güçlendirme, toplumsal problemlere çözüm üretme, aktif vatandaşlık, kurumsal kapasiteyi artırma ve demokratik araçları geliştirme noktasında dernek sayısının, nitelik bakımından beklenen etkiyi yaratamadığı görülmektedir. Türkiye’de dernekler daha çok hemşehricilik ve dayanışma temasıyla sınırlı kalmakta, toplumsal fayda anlamında ise daha çok insani yardım işlevi üstlenmektedir. Böylelikle sivil toplumun, toplumsal talep ve beklentilerin karşılanması işleviyle sınırlı kaldığı, iktidarın denetlenmesi ve demokrasinin güçlenmesi konusunda eksiklikleri dikkat çekmektedir. Katılım, birey-devlet ilişkilerinin gelişmesi, kamusallık bilinci ve demokrasinin güçlenmesi noktasında üçüncü sektör anlayışından uzaktır. Bu yetersizliklerin çözümü elbette siyasi, hukuki, sosyal ve ekonomik bileşenlere bağlıdır. Bu bileşenler, gençlerin dönüştürücü rolü ile birleştiğinde uzun vadeli ve çözümcül bir perspektif ortaya çıkacaktır. Türkiye’nin gençlik potansiyeli, problemlerin çözümü açısından ümitlendiricidir. 

(TÜİK, 2021)

Türkiye, nüfus bakımından genç bir ülkedir ve nüfusun %15,4’ü 15-25 yaş aralığındadır (TÜİK, 2021). Öte yandan Türkiye’de gençler, birçok problemle karşı karşıya olmakla birlikte özellikle gelecekleri konusunda endişelidir. Öne sürdükleri problemler incelendiğinde temelinde işsizlik ve istihdam sorunu bulunmaktadır (Türkiye Gençlik STK’ları Platformu, 2018). Gençlerde işsizlik oranının %25,4, istihdam oranının ise %33,1 olması, gençlerin geleceğe bakışını ve mutluluk düzeyini olumsuz olarak etkilemektedir (Sosyal Demokrasi Vakfı, 2020). Gençlerin hayattan memnuniyet düzeyleri düşüktür ve bu durum ekonomik göstergelerle ilişkili şekilde daha da kötüye gitmektedir (Habitat, 2021). Bu veriler, özellikle geleceğe yönelik gençlik politikalarının yeniden ele alınmasının, hukuki reformların gerçekleştirilmesinin, anayasal ve yasal düzenlemelerin gençlerin hayatına nüfuz edecek şekilde uygulanabilmesinin, istihdamda teşvik olanaklarının artırılmasının ve gençlerin ideallerine ulaşabilmesini sağlayacak mekanizmaların işlevsel hale getirilmesinin kaçınılmaz olduğunu göstermektedir.

(Habitat Derneği, 2021)

Azalan memnuniyet ve umutlarına rağmen doğru adımların atılması durumunda gençler, Türkiye’nin kalkınmasında etkili olabilir. Genç nüfusun gücü, Türkiye için çeşitli avantajlar yaratmakla birlikte kronikleşen toplumsal problemlerin çözümünde önemli roller üstlenebilir. Bu noktada Türkiye’nin gençlik politikasına göz atmak faydalı olacaktır. Türkiye’nin gençliğe yönelik politikalarının temel yasal dayanağı, Anayasa’nın 58. Maddesidir: “Devlet, istiklal ve Cumhuriyetimizin emanet edildiği gençlerin müspet ilmin ışığında, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda ve Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı tedbirleri alır.” maddesi ile gençlere verilen önem ve devletin buna ilişkin pozitif yükümlülüğü açıkça düzenlenmiştir. Bununla birlikte kalkınma planlarında yer alan politika hedefleri, hükümet planlarında gençliğe ilişkin düzenlemeler ve Cumhurbaşkanlığı yıllık programlarındaki temel başlıklar da atılacak adımlara ilişkin bir çerçeve çizmektedir (İstikbal ve Kopuz, 2021). Bunun yanında özellikle Avrupa Birliği süreciyle Türkiye’de gençlik çalışmalarına yönelik ilgi artmış, Ulusal Ajans öncülüğünde gerçekleştirilen projeler ve öğrenci değişim programlarıyla gençlik çalışmaları ivme kazanmıştır. Bu süreçte, Gençlik ve Spor Bakanlığının 15/11/2012 tarihli ve 11709 sayılı yazısı üzerine, 638 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 18 inci maddesine göre, Bakanlar Kurulunca 26/11/2012 tarihinde kararlaştırılan Ulusal Gençlik ve Spor Politikası Belgesi bunun somut örneklerindendir. Anayasal, yasal ve politik bağlamda gençlere verilen önem, yukarıda örneklerle dikkat çekmesine rağmen, bu durumun pratikteki karşılığı ise tartışmaya açıktır.

Gençlik çalışmalarının yaygınlaşmasında örgütlü bir yapıya sahip olmak, süreklilik açısından önemlidir. Hak temelli çalışmalarla gençlik çalışmalarının yaygınlaşmasında bu süreklilik, STK’lar aracılığıyla sağlanabilir. Türkiye’de gençlik kuruluşlarını bir çatıda toplamayı hedefleyen iki örgütlenme dikkat çekmektedir: İlki, 2013 yılında temelleri atılan ve Türkiye’de gençlik politikasının hak temelli bir yaklaşımla ele alınması konusunda çalışan Gençlik Örgütleri Forumu – GO FOR, gençlik örgütlerinin birlikte hareket ettiği ortak bir platform olarak gençlik örgütlerinin ortak hareket etmesini hedeflemektedir ve 63 üyeden oluşmaktadır (GO FOR, 2022). İkincisi ise 2020 yılında kurulan Yerel Gençlik Dernekleri Ağı- YGDA’dır. Bu ağ, Türkiye’nin farklı şehirlerinde faaliyet gösteren gençlik derneklerinin atölye, eğitim, seminer ve yurtdışı projelerinin daha görünür olması ve gençlerin bunlara kolay erişebilmesi için tasarlanmış çevrimiçi bir platform olarak çalışmalarını sürdürmektedir ve ağın 35 üyesi bulunmaktadır (YGDA, 2022). İki çatı örgütlenmede bulunan kuruluşların birçoğu, kendilerini “Gençlik Derneği” olarak tanımlamaktadır.

Gençlik Derneği olarak kendisini tanımlayan kuruluşların birçoğu, spor ve sporla ilgili dernekler statüsünde bulunmakta, bu durum bazı problemleri meydana getirdiği gibi çeşitli açmazlar yaratmaktadır. Basit ve somut bir örnek vermek gerekirse, bir amatör futbol kulübü ile gençlik alanında çalışan bir dernek “spor ve sporla ilgili dernekler” kategorisinde yer almaktadır. Türkiye’de anayasal anlamda gençlik politikası, “gençlik politikası=spor” yaklaşımıyla ele alındığından, gençlik alanında çalışan derneklerin faaliyet alanı daha çok sporla ilgili dernekler kısmına denk düşmektedir. Oysa hedefler, amaçlar, çalışmalar ve işleyiş arasında ciddi farklar bulunmaktadır. Gençlik derneği statüsünün hukuki karşılığının olmaması, bağış, aidat veya izin süreçlerinde çeşitli engeller yaratmaktadır. Özellikle ulusal fon ve hibe desteklerinde belirsizlikleri beraberinde getirmektedir. Gençlik çalışmalarının yaygınlaştırılması noktasında aktivistlerin yer aldığı bir dernek ile amatör futbol takımının aynı fon/hibe başvurusunda bulunması ve ortak başvuru formu çerçevesinde değerlendirilmesi, bu noktada somut bir örnek olabilir. Ayrıca Türkiye’deki kâğıt bürokrasisi, prosedürlerin çokluğu ve sivil alanın daima kontrol altında tutulma gayreti, kendilerini gençlik derneği olarak tanımlayan kuruluşların faaliyetlerindeki izin süreçlerini ve denetleme işlemlerini olumsuz etkileyebilmektedir.

Sözün özü, Türkiye’de kendilerini “Gençlik Derneği” olarak tanımlayan birçok kuruluş olmasına rağmen bu durumun hukuki bir karşılığı bulunmamaktadır. Faaliyet alanı olarak “Gençlik Derneği” ibaresinin yer almaması, karışıklıkları artırdığı gibi, gençlik çalışmaları alanında STK verilerine ulaşılmasını da güçleştirmektedir. Türkiye’de güçlü sivil toplum, gençler ile inşa edilebilir. Bu süreç, birçok reform ve dönüşümü gerektirmektedir ve bunun da ilk adımlarından birisi kanaatimce Gençlik Derneklerinin hukuki olarak kabul edilmesidir. Bu yazımın amacı, bir çağrıda bulunmaktır. “Gençlik dernekleri tanınsın!” çağrısı, başta karar alma mekanizmalarını etkilemek üzere özel sektör kuruluşları, STK’lar, baskı grupları ve bireyler tarafından örgütlü şekilde ifade edilmeli, dijital aktivizm ile desteklenmeli ve sahiplenilmelidir. Çünkü geleceği, refah ve demokratik Türkiye’yi, ancak gençlerle inşa edebiliriz.

Ersin KOPUZ

Kaynakça

DERBİS (2022). https://www.siviltoplum.gov.tr/derneklerin-faaliyet-alanlarina-gore-dagilimi Erişim Tarihi: 14 Haziran 2022.

Diamond, L. (1994). Rethinking Civil Society Toward Democratic Consolidation. Journal of Democracy, 5(3), 4-17.

GO-FOR (2022). https://go-for.org/hakkinda/ Erişim Tarihi: 13 Haziran 2022.

Habitat (2021). Türkiye’de Gençlerin İyi Olma Hali Araştırması.

İstikbal, I. ve Kopuz, E. (2021). Merkezi Düzeyde Yürütülen Gençlik Hizmetleri. Editör: Ateş, H. Yerel Yönetimde Gençlik Politikaları. 4T Yayınları: Ankara.

Sosyal Demokrasi Vakfı (2020).  Türkiye’nin Gençliği Araştırması.

TÜİK (2021). https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Istatistiklerle-Genclik-2020-37242 Erişim Tarihi: 15 Haziran 2022.

Türkiye Gençlik STK’ları Platformu (2018). Türkiye’nin Gençleri.

YGDA (2022). https://genclikdernekleri.org/ Erişim Tarihi: 13 Haziran 2022.

Yeniden Çözüm(süzlük) Süreci mi?

Geçtiğimiz hafta AK Parti eski milletvekili Mehmet Metiner “Kürt sorununun çözümü için yeni bir süreç başlayabilir ama PKK’nın koşulsuz olarak silahlarını bırakması lazım” (T24, 2022) ifadelerini kullanmış, söz konusu ifadelere HDP eş başkanlarından Pervin Buldan “Bu lafların içi boş” (Birgün, 2022) şeklinde karşılık vermişti. Hatta Buldan kişisel Twitter hesabından “Bir Kandil fotosu da benden olsun” notuyla terör örgütü PKK’nın kurucularından Cemil Bayık ile olan fotoğrafını paylaşmış, olası çözüm sürecinin muhataplarından HDP’nin, terör örgütü ile olan yakın ilişkisi bir kez daha kendisini göstermiştir. 

Sosyal Medya Yasası ve Dezenformasyonla Mücadele

Uzunca bir süredir gündemi meşgul eden sosyal medya düzenlemesi ‘‘Basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi’’ başlığıyla Adalet Komisyonu’nda kabul edildi. Halk arasında “Sosyal Medya Yasası” olarak bilinse de yasa tasarısını hazırlayan milletvekilleri, sosyal medyanın engelleneceği imajının oluşmaması için özellikle “Dezenformasyon Yasası” adını öne çıkarıyor. 1 Ocak 2023 tarihinde yürürlüğe girmesi öngörülen düzenlemeyi hazırlarken “daha temiz ve güvenli bir dijital dünya inşa etmeyi” amaçladıklarını beyan eden hükümet kanadı, böylelikle “çeşitli kaynaklarla fonlanıp kaos oluşturmaya çalışanların” önüne geçileceğini iddia ediyor. Sıklıkla vurgulanan noktalar; dezenformasyonun yaygınlaşmasını engellemek, sosyal medya platformları üzerinden yayılan yanlış ve yanıltıcı bilgilerin önüne geçmek için bu şirketler ile kullanıcılarına yönelik yeni düzenlemeler getirmek ve internet haber sitelerine dezenformasyonu engellemek amacıyla yeni regülasyonlar getirmek şeklinde sıralanabilir. Tasarıda basın, yayıncılık ve özellikle gazetecileri doğrudan etkileyen tartışmalı pek çok madde var ancak benim bu yazıda üzerinde duracağım konular özellikle sosyal medya regülasyonları olacak.

Çin’in Balkanlar Politikası

Balkanlarda gün geçtikçe nüfuz alanını artıran Çin, bu nüfuzu koruyabilmek için bölge ülkelerinde kapsamlı girişimlerde bulunmaktadır. Bölgede başka kurum ya da devletlerin kabul etmediği projeleri finanse etmek ülkeye avantaj oluşturmaktadır. Ayrıca, Avrupa Birliği (AB) üyeliğinde ilerleme kaydedilmemesi nedeniyle hayal kırıklığına uğrayan bazı Balkan devletleri, Çin’in ekonomik faaliyetlerini memnuniyetle karşılamaktadırlar. Çin için bölgenin stratejik olarak öne çıkmasının öncelikli nedenlerinden birini de tarihi İpek Yolu’nun canlandırılmasını hedefleyen Kuşak-Yol (BRI) girişimiyle açıklayabilmekteyiz. Yani Çin’in bölgeye açılımının öncelikle bölgesel alanda; ekonomi ve ticaret üzerine olduğu görülmektedir. Ancak günümüzde dinamiklerin de değişmesiyle Çin’in yatırım alanlarında artış gözlemlenmektedir. Oluşturulan yeni yatırım alanlarıyla Çin’in bölge ülkeleri üzerindeki yumuşak gücü de artmıştır. Bu doğrultuda çalışmada, Çin’in bölgede giderek artan yatırım alanlarına değinilecektir.

Çin’in Balkan ülkelerinde kültür, akademi, eğitim, medya ve siyaset gibi alanlara ilgisi arttığı görülmektedir. Günümüzde, bölgede 136 Çin bağlantılı proje belirlenmiştir. Çin, sırasıyla 61 projeyle Sırbistan, 29 projeyle Bosna Hersek, 15 projeyle Kuzey Makedonya, 14 projeyle Yunanistan, 9 projeyle Karadağ ve 8 projeyle Arnavutluk’ta yerini almıştır (Balkan Insight, t.y.). Ülkenin konumunu sağlamlaştırma çabasıyla ilk olarak bölgesel alana odaklandığını söyleyebilmekteyiz. Bu alanda Çin; ulaşım, altyapı ve enerji gibi birkaç kilit sektördeki faaliyetlerle öne çıkmıştır. Bu alandaki projelerden en önemlisi 2013 yılında Çin Devlet Başkanı Xi Jinping tarafından ilan edilen Kuşak-Yol projesidir. Proje dâhilinde Pekin, Avrupa’ya giden yolda etkisini arttırmak için Sovyetlerden ayrılmış olan ülkeleri 17+1 şeklinde bölgelere ayırıp, bu ülkelerle iyi ilişkiler ve yatırımlar yapmayı planlamıştır. +1 modeli; Çin’in dünyanın çeşitli yerleriyle ilgili bir dizi bölgesel gruplaşmaya katılmasıyla ilgilidir. Bu modelde belirli bir bölgeden bir dizi ülke ve bölge dışı tek katılımcı olarak Çin yer almaktadır. Ayrıca, Bosna-Hersek’te de Banja Luka’yı Hırvatistan sınırındaki Novi Grad’la buluşturacak otoyol projesi, ülkede önde gelen Kuşak-Yol projelerindendir. BRI’nin bir bileşeni olan Çin-Avrupa Kara-Deniz Ekspres Güzergâhı da (LSER) Balkanlar bölgesindeki ana girişimlerden biridir. LSER, Çin ve Avrupa’yı Yunanistan ve Batı Balkanlar üzerinden birbirine bağlayan bir ulaşım koridorudur. Ulaşım güzergâhının iki ucunda sırasıyla Macaristan’ın Budapeşte ve Yunanistan’ın Pire Limanı, ortasında da Sırbistan ve Makedonya yer almaktadır.

Çin her ne kadar ekonomik ilişkilere vurgu yaparak kendini siyasetten uzaklaşıyor gibi gösterse de ülkeler arasındaki ilişkilerde siyasi alanda da rol oynamaktadır. Çin’in bölgede siyasi alanda varlığının hissedildiği ülkelerden biri Bosna-Hersek’tir. Devlet Başkanlığı Konseyi’nin Sırp lideri Milorad Dodik, ayrılıkçı söylemleri karşısında Batı tarafından yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalmış, ancak tehditlere boyun eğmeyeceğini ve böyle bir durumda Çin’in kendilerine yardımcı olacağını dile getirmiştir. Bu durum, Çin’in ülkede siyasi alana dâhil olduğunun gösteren örneklerden sadece biridir. Ancak, bazı devletlerle siyasi ilişkiler henüz sınırlı gözükmektedir. Kosova ile Çin arasında da siyasi bir iş birliği bulunmamaktadır. Bunun nedeni Çin’in Sırbistan’a yakınlığı ve Çin’in Kosova’yı bağımsız bir devlet olarak tanımamasıdır. Çin’in bu alandaki etkisini en net şekliyle de Sırbistan’da görebilmekteyiz. Yugoslavya’nın dağılmasından sonra Sırbistan, Çin’in diplomatik ortağı olmuştur. Xi Jinping’in Çin Devlet Başkanı düzeyinde (2016 yılının Haziran ayı) ziyaret ettiği tek Balkan ülkesi Sırbistan’dır. Bu ikili yakınlaşma, beraberinde Çin’in bölge siyasetinde Sırbistan’ın yanında yer almasına neden olmuştur. Örneğin 1998-1999 Kosova savaşı sırasında Çin, Sırbistan’ın Kosova konusundaki tutumunu desteklemiş ve Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) askeri müdahalesine karşı çıkmıştır.

Pekin ve Belgrad arasındaki yakınlaşmanın günümüzde Çin’in bölgede güvenlik alanında da var olduğunu göstermektedir. 2019 yılının sonlarında bir Çin-Sırp polisi ortak tatbikatı düzenlenmiştir. Beraberinde ülkedeki üç bölgeye tutuklama veya zorlayıcı yöntemler kullanma yetkileri olmayan Çinli polis memurları yerleştirilmiştir. Sırbistan Çin’den insansız hava aracı (İHA) alımı gerçekleştirmiştir. Ayrıca 2019 yılının sonlarında dokuz Chengdu Pterodactyl-1 uçağı satın alınmış (Zweers, Shopov, van der Putten, Petkova, & Lemstra, 2020) ve 2022 yılının Nisan ayında da gelişmiş uçaksavar sistemi alınmıştır. Çin ile bölgedeki diğer ülkelerin güvenlik iş birliği henüz sınırlı olsa da Sırbistan’da bu alan gün geçtikçe artmaktadır.

Çin’in bölgede etkin olmaya başladığı diğer alanlardan biri de kültürel alandır. Kültür, uygar ve güvenilir bir ülke olduğunu göstermek ve nüfuzunu bu doğrultuda arttırmak için önemli bir yumuşak güç aracıdır. Kültürel alanın yansımalarını büyük ölçüde Konfüçyüs Enstitülerinde görebiliriz. Enstitüler daha fazla faaliyet alanını kapsayan ve kültürel etkileşim ile iş birliğine odaklanmaktadır. Sırbistan’da iki Konfüçyüs Enstitüsü ve bir Çin Kültür Merkezi bulunmaktadır. Bosna Hersek’te iki Konfüçyüs enstitüsü; Karadağ, Arnavutluk, Kuzey Makedonya’da da bir enstitü bulunmaktadır. Yunanistan’da ise iki Konfüçyüs Enstitüsü ve bir Çin Araştırma Merkezi bulunmaktadır. Eğitimle ilgili başka örnekler, Sırbistan Hükümeti ile Çin Halk Cumhuriyeti Hükümeti arasında imzalanan Karşılıklı Kültür Merkezleri Kurulmasına İlişkin Anlaşma’dır. Bosna-Hersek’te de Konfüçyüs Enstitüsü ile Eğitim Bakanlığı arasında okullarda Çince derslerinin verilmesi için anlaşma imzalanmıştır. Başka bir örnek Karadağ’daki Donja Gorica Üniversitesi’dir. Bu üniversitede çok sayıda Çinli öğretim görevlisi yer almakta ve okulun web sitesinin (UDG, 2022) Çince versiyonu da bulunmaktadır. Okulda, Çin çalışmaları bölümü de vardır ve bu bölümün misyonunda “öğrencilerin ileri düzeyde Çince yeterliliği kazanması, Çin dini ve felsefi düşüncesini derinlemesine anlayabilme, çağdaş ve tarihsel bağlamlarda Çin’in siyasi ve ekonomik sistemini öğrenme, yeni İpek Yolu ve ‘Kuşak-Yol’un yapımını anlama ve aktif olarak katılma” gibi hedefler yer almaktadır. Benzer bir iş birliği Hırvatistan’daki Zagreb İşletme Fakültesi’nde de bulunmaktadır (Shopov, 2021: 33).

Kültürel alana başka bir örnek ise Çin’in bölge üzerinde medyadaki varlığını artırmasıdır. Çin kamu yayın kuruluşları, 2008 yılında Karadağ ulusal yayın kuruluşu olan Karadağ Radyo ve Televizyonu ile iş birliği anlaşması imzalamıştır (Shopov, Mapping China’s Rise in the Western Balkans, 2022). 2015 yılının Mart ayında China Radio International, Arnavutluk’ta Arnavutça dilinde bir FM kanalı başlatmıştır. 2016 yılında Çin Devlet Konseyi Bilgi Ofisi, Sırbistan Kültür Bakanlığı ile kurumsal düzeyde medya iş birliğini geliştiren bir anlaşma imzalamıştır. 2018 yılının Eylül ayında da medya iş birliğini artırmaya yönelik bir Çin-Arnavutluk anlaşması imzalanmıştır. Çin, özellikle Hırvatistan ve beraberinde diğer bazı bölge ülkelerinde de büyük bir medya grubu ve radyo istasyonlarını doğrudan edinme girişimlerinde bulunmuştur. Çinli yetkililer bölge ülkelerinde gün geçtikçe artan sayıda yayın ve medya sitesine, çoğunlukla ekler veya haber bölümleri olarak bilgi ve içerik sağlamaktadır. Çin devletinin yerel gazetecilerle iş birliği yapması artık köklü bir etkileşim aracı haline gelmiş, özellikle Pekin yanlısı muhabirlere ve yazarlara odaklanılmıştır. Bu doğrultuda Çin’in Balkanlarda kültürü diplomatik araç olarak kullanmasında giderek artan bir yaklaşımının bulunduğunu söyleyebilmekteyiz.

Son zamanlarda da Çin’in bölgesel yatırımlar haricinde ülkedeki birçok alana dâhil olması ve bölge ülkelerine daha yakın bağlar sağlamaya çalışmasıyla, uluslararası nüfuzunu arttırmayı hedeflediği anlaşılmaktadır. Ülkenin, BRI projesinden sonra bölgede farklı alanlara dâhil olması karşılıklı güveni artırarak, uzun vadede Çin için uygun bir stratejik alan sağlamaktadır. Çin’in artık Balkanlarda kendi anlatılarını yaymaya başladığı görülmektedir. Bu doğrultuda gün geçtikçe akademi, medya ve politika gibi alanlarda Batı Balkan ülkeleriyle etkileşimlerini uzun vadeli olacak şekilde dönüştürmeye başlamıştır. Ülke bu sayede Balkanlarda önemli bir aktör haline gelmiştir. Çin’in bölgedeki varlığı artmaya devam ettikçe, diğer aktörleri gölgede bırakabileceği öngörülmektedir. Ayrıca bölge ülkelerinin Batılı devletlere ve AB gibi yapılara karşı güvenlerini kaybetmeleri söz konusu olursa, bu durum kaçınılmaz bir gerçek olabilecektir.

Selinay İLGAZ

Kaynakça:

Balkan Insight. (tarih yok). China in the Balkans. China.balkaninsight. https://china.balkaninsight.com adresinden 1 Haziran 2022 tarihinde alınmıştır.

Clingendael Report. (2020). Zweers, W., Shopov, V., van der Putten, F.-P., Petkova, M., & Lemstra, M. China and the EU in the Western Balkans, A Zero-Sum Game?.

Shopov, V. (2021, 4 Nisan). On Yıllık Sabır Süreci: Çin, Batı Balkanlar’da Bir Güç Haline Nasıl Geldi?. Europolitika. http://europolitika.com/on-yillik-sabir-sureci-cin-bati-balkanlarda-bir-guc-haline-nasil-geldi adresinden 2 Haziran 2022 tarihinde adresinden alınmıştır.

Shopov, V. (2022, Mart). Mapping China’s Rise in the Western Balkans. Ecfr.eu. https://ecfr.eu/special/china-balkans/ adresinden 4 Haziran 2022 tarihinde alınmıştır.

UDG. (tarih yok).下格理查大学 UDG -为未来而学习. udg.edu.me. https://www.udg.edu.me/zh/ adresinden 1 Haziran 2022 tarihinde alınmıştır. 

Son Zamanlarda Artan Mı? Yoksa Görünürlük Kazanan Mı?

Bu yazıda, irdelenecek konu herhangi bir olayın ardından o mesele hakkında paylaşım yapan kişi ve kurumların yaşanan veya maruz kalınan şeyle alakalı kullandığı nitelemedir. Amacım kabul görmeyen, maruz kalmaktan rahatsızlık duyulan herhangi bir konu gündemi bir müddet meşgul ettiğinde o meselenin “son zamanlarda artan” ifadesiyle nitelendirilmesinin sorunları görme ve değerlendirme noktasında takınılan taraflı tutumun bir yansıması olduğunu göstermektir. Söz konusu bu taraflı tutumun kültürel bir arka planı olduğunu savunuyor ve söylemin sosyal medyadaki kullanımıyla alakalı değerlendirmelerde de bulunuyorum. Bunu siyaset bilimci Tuba Kancı’nın 2019 yılında yayımlanan “Amfitiyatro, Panoptikon ve Görme Rejimleri” başlıklı görme rejimlerinin döneme bağlı olarak sosyal ve siyasal hayatla bağlantılı bir şekilde mimariye yansımaları üzerinde durduğu makalesinden esinlenerek yapıyorum. Sosyal medyanın inşa ettiği mekânsız sınırlılığın görmemize nasıl etki ettiğini ve sosyal medyanın konumunu da tartışmaya çalışıyorum.

İkinci Dünya Savaşı’ndan Sonra ABD’nin Ortadoğu Politikasına Genel Bir Bakış

Özet

Bu makale, İkinci Dünya Savaşı’ndan Obama yönetimine kadar geçen süreye geniş bir çerçeve ile bakmayı ve genel olarak ABD’nin Ortadoğu Politikası ülkeler ve başkanlar nezdinde incelemeyi, ABD’nin dış politikasının nasıl şekillendiğini anlamayı, Ortadoğu’nun ABD için kritik önemini açıklamayı amaçlamaktadır.

Anahtar Kelimeler: ABD, Orta Doğu, Dış Politika. ABD’nin Ortadoğu Politikası

Abstract

This article aims to look at the period from the Second World War to the Obama administration with a broad framework and to examine the US’s Middle East policy in general in terms of countries and presidents, to understand how the US foreign policy has been shaped, and to explain the critical importance of the Middle East for the US.

Keywords: USA, Middle East, Foreign Policy. 

Giriş

Ortadoğu; petrol ve doğalgaz zengini ülkelerin yer aldığı ve 400 milyon insanın yaşadığı önemli bir bölgedir. Sanayileşmiş ülkelerin petrol ihtiyacını karşılayan bu bölge başta Avrupa, Çin ve Amerika olmak üzere petrole bağımlı devletlerin önümüzdeki yüzyıllar boyunca da vazgeçemeyeceği konumdadır. Batılı ülkeler için Hindistan ve Çin Uzakdoğu olarak bilinirken, Osmanlı hakimiyetindeki nispeten yakın yerlere Yakındoğu denmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun hakimiyeti dışındaki bölgeye ise Ortadoğu adı verilmiştir (Kepsutlu, 2020). Ortadoğu coğrafyası, stratejik açıdan hem küresel ekonomiyi hem de uluslararası güçlerin askeri ve güvenlik politikalarını etkileyebilecek niteliğe sahiptir. 15. yüzyıldan beri dünyanın farklı önemli güçlerinin kontrol altına almak istediği bu bölge için İspanya ve Portekiz savaşmış, İngiltere, Osmanlı ve Rusya mücadele etmiş, Soğuk Savaş boyunca da Amerika için üçüncü cephe olmuştur ve önemi en az Avrupa ve Pasifik cepheleri kadardır (Arı, 2017). Amerikan petrol şirketlerinin bölgedeki zengin petrol yataklarını keşfetmesiyle birlikte Amerika siyasi ve güvenlik politikalarını Ortadoğu üzerinden şekillendirmiş; yavaş yavaş bölgedeki hakimiyetini azaltan İngiltere’nin yerini almıştır. İkinci Dünya Savaşı ile birlikte bölgede askeri anlamda da varlığını hissettirmeye başlamıştır. Truman’dan Bush’a kadar Amerika’nın bölgedeki politikası zaman zaman iniş çıkışlı olsa ve değişikler gösterse de en önemli nokta; Ortadoğu’nun ekonomik, stratejik, siyasi anlamda Amerikan hükümetlerinin asla vazgeçemeyeceği bir bölge olmasıdır. Hatta Reagan ve Carter Doktrinlerinde Ortadoğu’dan Amerika’nın “hayati” çıkarlarının olduğu yer olarak bahsedilmiştir (Arı, 2017).

Bu makalede öncelikle ABD’nin Ortadoğu politikasını etkileyen faktörlerden bahsedip daha sonra ABD başkanlarının doktrinleri üzerine ülke ülke ABD’nin Ortadoğu politikasını inceleyeceğiz. Makale, Obama yönetimine kadar gelmiş olup, Trump yönetimi ve sonrası için literatüre bir yol haritası olacağını düşünmekteyiz.

1. ABD’nin Ortadoğu Politikasında Öne Çıkan Faktörler

Dönemsel olarak Amerika’nın Orta Doğu’ya yönelmesinin başlıca sebebi olarak petrol yataklarının zenginliği ve ABD’nin ekonomik çıkarları ortaya çıkmaktadır. İkinci olarak, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Orta Doğu’ya hakim olmak isteyen ABD-SSCB arasındaki güç mücadelesi sayılabilir. Ayrıca Amerika için bir diğer önemli faktör de Arap coğrafyasında kurulan bir Yahudi devleti olan İsrail’in güvenliğini sağlamaktadır. ABD’nin bölgedeki politikalarına yön veren önemli unsurlardan birkaçı da Şii tehdidi ve Amerikan karşıtlığı olarak gösterilebilir. Özellikle 1979 İran Devrimi’yle birlikte şeriat rejiminin bölge devletlerine yayılması ihtimali ABD için endişe verici bir durum haline gelmiştir. Amerika, Orta Doğu’nun tüm bu karmaşası içinde Arap coğrafyasının güç dengesinin bozulmamasına özellikle dikkat etmiş, bu sebeple sık sık saf değiştirerek dengeyi korumaya çalışmış ve eğer Orta Doğu devletlerinde istikrarlı bir yapı varsa mevcut durumun korunması için çabalamıştır (Dorel, 2007). Truman Doktrini ile önemsenmeye başlanan Orta Doğu, daha sonra ABD başkanları Eisenhower, Nixon, Carter, Reagan, George H. W. Bush, Clinton, George W. Bush, Obama, Trump ve bugün Biden’ın da dış politikasında yer almaktadır. 

1.1. Petrol

ABD’nin Orta Doğu’da bu zamana kadar mücadele etmesinin başında bölgedeki zengin petrol yatakları gelir çünkü dünyanın sadece %2.5’lik petrol kaynaklarına sahip olan ABD, bu konuda dünyanın geri kalanına bağlıdır. Ayrıca büyük Amerikan petrol şirketlerinin maddi durumlarının iyileşmesi için petrol fiyatlarının kontrolünü elinde tutmak isteyen ABD, dünya petrol piyasasının güvenliğini sağlamaktadır. Başta söylediğimiz üzere ABD, İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte Orta Doğu’da etkinliğini artırmış olsa da Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikalı petrol şirketlerinin bölgedeki yoğun petrol yataklarının varlığından haberdar olmasıyla Amerika, bu bölgede şirketlere ayrıcalık sağlanacak bir ortam hazırlamıştır. Amerikalı petrol şirketlerine Suudi Arabistan’da, Bahreyn’de ve Kuveyt’te ayrıcalık sağlandıktan sonra Kızıl Hat Antlaşması imzalanarak ABD’nin ayrıcalıkları daha da genişletilmiştir. Fakat başta İngiltere olmak üzere diğer bağımsız petrol şirketleriyle de Amerikan şirketlerinin arası bozulmuştur ve başlıca sebep olarak ABD’nin petrol odaklı politikalar uygulamaya başlaması gösterilebilir (Halabi, 2009). Bugün hala Orta Doğu petrolüne ortalama %30 oranında bağımlı olan Amerika, ucuz petrol maliyetinden faydalandığı ve Orta Doğu’ya alternatif zengin petrol kaynakları olan bir bölge bulamadığı için kendi çıkarları doğrultusunda politikalarını devam ettirmek zorundadır. Sonuç olarak petrol konusu üzerinden ABD’nin bölgeye yönelik temel kaygısı ekonomik çıkarlarını korumak denebilir (Arı, 2004).

1.2. İsrail

ABD’nin Orta Doğu politikasında İsrail’in varlığı ve bölgedeki çıkarları göz ardı edilemez. 1922 Amerikan Kongresi karar bildirgesinde “ABD, Filistin’de Yahudilere milli yurt kurulması taraftarıdır.” kararı yer almaktadır. Fakat ABD’nin desteğinin artması 1967 yılından sonradır (Arı, 2008). Çünkü Orta Doğu’da Yahudilerin varlığı ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra devlet kurmaları bizzat ABD’nin bölgesel çıkarlarına ve stratejilerine uymaktadır. Bu sebeple Arap devletlerinin ambargolarına karşı Amerika halen İsrail yanlısı stratejilerine devam etmiştir. ABD, Orta Doğu politikasında İsrail’i neredeyse merkezine koymuştur. Böylece Yahudi lobilerinden think tank kuruluşlarına kadar devlet içi etkinliklerine Yahudileri de dahil etmiştir.

1.3. ABD-SSCB Mücadelesi

1991 yılına kadar eski Sovyetler Birliği, iki kutuplu dünya düzeninde ABD ile çekişme içerisinde olmuştur. İngiltere’nin Orta Doğu’dan çekilmesi ile bölgedeki hegemon güç haline gelen ABD, Birinci Dünya Savaşı’nda planlamaya başladığı Orta Doğu politikasını İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte gün yüzüne çıkarmıştır. Ayrıca ABD, İkinci Dünya Savaşı sırasında Truman Doktrini ile bölge politikasını yönetmiş ve Orta Doğu’nun bugünkü varlığını belirlemiştir. Sovyet tehdidine karşı İran, Türkiye ve Yunanistan üzerinden ilerleyen doktrin “Eğer İran ve Türkiye Sovyet kontrolüne girerse tüm Orta Doğu bundan etkilenir ve Sovyetler Birliği-ABD mücadelesinde Sovyetler üstünlük elde eder.” şeklindeydi. Bu sebeple Truman, Sovyetlere karşı bir hat oluşturarak çevreleme politikası izlenmesine karar vermiştir (Arı, 2004). Sonunda ise Türkiye ve Yunanistan’a ekonomik ve askeri yardım yapmak istemiştir. Daha sonra ABD başkanı Eisenhower’ın Soğuk Savaş sırasında Orta Doğu için “dünyanın en stratejik önemi olan bölgesi” tanımının ardından Sovyetler ile ABD’nin mücadelesi şekillenmiştir. Eisenhower, Orta Doğu’da Sovyetlerinin etkisini azaltmak için Araplar ile pakt oluşturmaya karar vermiştir. Başta Mısır, Suriye ve Suudi Arabistan’ın karşı çıktığı Bağdat Paktı ilk olarak Irak ve Türkiye arasında imzalanmış ve daha sonra İran ve İngiltere de pakta katılmıştır (Gönlübol ve Ülman, 2009).

Orta Doğu’da ABD-Sovyetler çekişmesini artıran bir diğer olay ise Süveyş Krizi’dir. Sovyetlerin bölgedeki etkinliğinin artmasıyla Eisenhower Doktrini tüm Orta Doğu’yu kapsayacak şekilde Amerikan askerleriyle bölgenin komünizme karşı korunması gerektiğini söylemiştir. Bu fikir; Mısır, Suriye ve Sovyetlerden sert tepki alırken Türkiye, Pakistan, Suudi Arabistan, Lübnan ve Yunanistan tarafından desteklenmiştir. Bu doktrin ile ABD; İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu’dan çekilmesiyle oluşan bölgedeki otorite boşluğunu da doldurmak istemiştir (Kalca, 2008).

Vietnam Savaşı’nın ABD üzerindeki olumsuz etkilerinin de bir sonucu olarak 1970’te yayınlanan Nixon Doktrini’nde ABD’nin bölgesel çatışmalara doğrudan müdahale etmeyeceği, bunun yerine askeri ve ekonomik yardım yapacağını ifade etmiştir (Akbaş, 2018). Nixon ise başkan seçilmesinin ardından bölgede sert bir politika izlemek yerine Orta Doğu’nun iki büyük devleti olan İran ve Suudi Arabistan’ın silahlanmasını destekleyerek iki ayaklı bir politika izlemiştir (Akbaş, 2018). Nixon’un politikasında 4 ana unsur vardır: Körfez bölgesindeki istikrarın artması için İran ve Suudi Arabistan iş birliğinin teşvik edilmesi, ABD’nin Körfez’deki deniz gücünü muhafaza etmesi, Körfez’deki diplomat ve teknik adamların arttırılması, zayıf durumdaki Körfez devletlerinin desteklenmesi (Arı, 2004).

Carter ise Nixon gibi askeri müdahaleden uzak bir politika izlemek yerine petrol ve güvenliğin sağlanmasında ABD’nin gerekirse doğrudan askeri güç kullanabileceğini dile getirmiştir. Carter, oluşturduğu Çevik Kuvvet Birliği ile ABD’nin bölgedeki çıkarlarını korumak için Basra Körfezi’ne yayılmaya karar vermiş ve daimi olmasa da sadece kriz anlarında kullanabilecekleri bir güç halinde Umman, Somali ve Kenya’da tesis kurulumu ile uzlaşmaya varmıştır.

Reagan, ABD’ye karşı oluşabilecek her türlü tehdide karşı Arap Denizi’nde, Afrika Burnu’nda, Hint Okyanusu’nda askeri üsler elde ederek Sovyetlere gözdağı vermiştir. Reagan’ın bu kararları Sovyetleri yıkılmaya zorlamıştır diyebiliriz. Kısacası Orta Doğu bölgesi stratejik önemi dolayısıyla tarihsel olarak büyük devletlerin ilgisini her dönem çekmiştir, dolayısıyla uluslararası sistemdeki güç dağılımı ve dengesinden etkilenmiştir. 2. Dünya Savaşı sonrası küresel planda en önemli aktör olarak ortaya çıkan ABD, Orta Doğu’da da başat bölge-dışı aktör konumuna kısa sürede gelmiştir. Yine küresel planda ortaya çıkan ABD-SSCB rekabeti ve mücadelesi Orta Doğu politikasını da etkilemiştir. Böylece SSCB’nin Orta Doğu’da olası etkinliğini engellemek, özellikle de bu bağlamda Körfez petrollerinin Batı’ya güvenli ve uygun fiyatlarla akmasını sağlamak Soğuk Savaş döneminde ABD’nin bölge politikasının en önemli ayaklarından birini oluşturmuştur (Altunışık, 2009). 1991 senesinde Sovyetler dağılmıştır. ABD, Orta Doğu’daki çıkarlarını korumak için büyük bir güç elde etmiştir. ABD için bölgede yeni bir süreç başlamıştır. 

1.4. Amerikan Karşıtlığı

Amerika’nın Orta Doğu’da izlediği politikalar Arap devletlerinin içinde yer alan radikal gruplar tarafından anti-Amerikanizmi doğurmuştur. Reagan ile başlayıp W. Bush zamanında yaygınlaşan bu akımın sebebi W. Bush’un 2003’teki Irak işgali ve Orta Doğu’ya barış ve demokrasi getirmek amacıyla yaptığı askeri hamlelerdir. Ayrıca İran ve Suriye’ye karşı ABD’nin uyguladığı politikalar ve ABD’nin desteklediği İsrail’in Filistin topraklarına karşı düzenlediği operasyonlar gibi birçok neden ABD karşıtlığını artırmaktadır. ABD’nin tek başına Orta Doğu topraklarında yaratmak istediği “demokrasi” ortamı bölgede politik ve ekonomik istikrarsızlığa neden olmuştur (Hadar, 2005). Tüm bu sebepler ABD sempatizanı Orta Doğu ülkelerinde bile olumsuz bir hava yaratmıştır. ABD Orta Doğu ülkelerinin petrol dışında alanlarda da küresel ekonomiye bütünleşmelerini desteklemiştir. Monarşileri bir anda demokrasi rejimiyle tanıştırmak tutkusunda olan Amerika’nın Orta Doğu ülkelerinde serbest piyasa ekonomisini entegre etmeye çalışması bir süre sonra ekonomik sınıflardaki uçurumu iyice artırmış ve “demokrasi” kavramından büyük beklenti içerisinde olan Arap halklarının isyanlarını tetiklemiştir (Özdağ, 2004).

1.5. Petrol-Dolar Meselesi

Doktrindeki başka bir görüş de aslında Amerika’nın Orta Doğu’nun petrolünün artık sadece %11’ine ihtiyacı olduğu ve bu yüzden ABD’nin Orta Doğu politikasının en büyük aktörünün petrol değil petrol-dolar meselesi olduğudur. Halil İbrahim Yılmaz, Orta Doğu’nun Jeo-Ekonomik Önemi ve ABD’nin Ortadoğu Politikasının Ekonomik Nedenleri isimli makalesinde: 

Petrol ticaretinin dolarla olmasını sağlamak ve doların “rezerv para” pozisyonunu korumaktır. ABD’nin OPEC ülkeleri ile yaptığı anlaşmadan sonra, petrol ticareti, günümüzde büyük oranda dolarla yapılmaktadır. Petrolün dolarla satılması, doların rezerv para olmaya devam etmesinin en güçlü dayanağıdır. Petrol ihtiyacı olan devletlerin, petrol satın alabilmesi için, elinde dolar bulundurması gerekmektedir. İşte bu noktada, petrol satın alacak devletlerin gerekli doları temin edebilmesi için, ABD’ye mal ve hizmet vererek dolar almak dışında başka yol yoktur. Bu uygulama ABD’nin, karşılıksız olarak bastığı dolarlarla bütün dünya devletlerinin mal ve hizmetlerini bedavaya alması demektir. Yılda 2 trilyon dolara yakın bir petrol ticareti olduğuna göre, bu ticaretin dolarla olmasının devamı, ABD için hayati derecede önemlidir.

Dünya petrol ticaretinin neticesinde ortaya çıkan dolar cinsinden bu devasa paranın tekrar ABD’ye dönmesi ve ABD piyasalarında değerlendirilmesi, ABD ekonomisinin finanse edilmesi, açıklarının kapatılması ve borçlarının ödenmesi anlamına gelmektedir.Yabancı yatırımcı çekmek için her yolu deneyen Türkiye gibi ülkelerle ABD’nin bu durumunu kıyasladığımızda, petro-dolar döngüsünün ABD ekonomisine ne kadar büyük getirilerinin olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. ABD’nin çıkarları Ortadoğu devletlerinin bölgede daima çatışmaları gerektirmektedir. Çünkü her çatışma yeni silah satışı demektir. Gerek Ortadoğu ülkelerinin birbirleriyle olan çatışmaları, gerekse Ortadoğu krallarının saltanatlarını koruyabilmek ve devam ettirebilmek için güçlü ordular yetiştirmeleri, bir silahlanma yarışına sebebiyet vermiş; bölgenin zaten kıt olan kaynakları da savunma harcamalarına gitmiştir. Bu ise ABD silah sanayinin stoklarının erimesi ve silah fabrikalarının yirmi dört saat aralıksız çalışması anlamına gelmektedir. Yani kazanan yine ABD’dir. Diğer yandan Ortadoğu’da petrol ticaretinde en önemli oyuncular ABD’li dev petrol şirketleridir. Petrolü arayan, çıkaran ve dünyaya pazarlayan bu şirketlerdir ve ABD’nin bölgedeki operasyonlarının bir amacı da kendi ekonomik çıkarlarını ve şirketlerini korumaktır” şeklinde bir varsayımda bulunmuştur.

2. ABD’nin Orta Doğu Politikasında Değişim ve Süreklilik

2.1. Truman Doktrini

ABD, “kuzey kuşak” ülkelerine Truman Doktrini çerçevesinde yapılan yardımların yanı sıra, 1945’te Suudi Arabistan’da üs ve 1949’da Bahreyn ile liman kolaylığı öngören birer anlaşma yaptı (Arı, 2017). Bununla birlikte Orta Doğu’da ABD etkinliği arttı. ABD ayrıca Sovyet tehdidi karşısında savunma bütçesini de artırdı.

2.2. Eisenhower Doktrini

İsrail ile İngiltere ve Fransa’nın 1956’da Mısır’a saldırmasıyla başlayan savaşta Sovyetler Birliği’nin bu üç devlete ağır tehditler yöneltmesi ve hatta Orta Doğu’ya asker göndermekten söz etmesi üzerine ABD devreye girerek savaşın sona ermesini sağlamıştır. Süveyş kriziyle Arap dünyasının büyük tepkisini çeken İngiltere’nin bölgedeki gücünü yitirmesi, ABD’yi Orta Doğu’ya yakınlaştırmış oldu. Eisenhower ve Dulles’ın yürüttükleri Yeni Bakış Stratejisinin amaçları çerçevesinde, Kuzey Kuşağı ve Bağdat Paktı sayesinde Sovyetlerin Orta Doğu’ya müdahale imkanı ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Fakat daha sonra bahsedileceği üzere Arap milliyetçiliğinin artması ile Suriye ve Mısır’dan tepkiler geldi. Bu durumu çözmek isteyen Eisenhower, bölge ülkelerinin ekonomik sıkıntılarının giderilmesine yardımcı olmak ve ister ikili ister toplu münasebetler yoluyla bu ülkelere komünizm hegemonyasının neler getirebileceğini anlatmak ve bunların komünizme karşı koymalarına yardım etmek konusunda kararlıydı (Oran, 2012). Kongreden çıkan karar doğrultusunda:

1- Bağımsızlığını korumak için ekonomik kalkınma çabası içine giren Ortadoğu ülkelerine ekonomik yardım yapmak.

2- Bunlardan isteyen ülkelere askeri yardım yapmak.

3- Bu ülkelerin istemeleri şartıyla, “milletlerarası komünizmin kontrolü altında bulunan bir ülkeden gelecek açık silahlı saldırılar karşısında’’ Amerikan silahlı kuvvetlerinin kullanılması şeklinde bir doktrin yayınlandı.

2.2.1. ABD ile Mısır Arasındaki İlişkiler

ABD’nin Orta Doğu’da aktif olarak yer almaya başladığı yıllarda ABD’de hakim olan görüş Washington’un bu kadar hayati bir bölge için belirsizlik politikasını bırakması ve harekete geçmesi yönündeydi. 1950’lerin başında Mısır’da pan-Arabizmi destekleyen Nasır iktidardaydı. Batılı devletlerin Mısır’a ekonomik anlamda yardım etmeyeceğini duyurması üzerine Mısır, Süveyş Kanalı’nı özelleştirme kararı aldı. ABD başkanı Eisenhower, Nasır’ı düşürmek amacıyla harekete geçen Fransa, İngiltere ve İsrail’e karşı çıkarak Araplar aleyhinde bir tutum sergilemediğini gösterdi. Bu üç devletin ateşkes ilan etmesi üzerine 1957’de kanal tekrar uluslararası trafiğe açıldı. Ayrıca bu dönemde, Sovyet baskısı altında olan Orta Doğu devletlerinin de korunması için ABD her türlü askeri, ekonomik yardımı yapacağını ve olası Sovyet saldırısına karşı bölge devletlerinin Amerika’nın silahlı kuvvetlerini kullanabileceğini açıkladı.

2.3. Nixon Doktrini

Nixon artık ABD’nin “özgür ulusların” savunulmasıyla ilgili tek karar alıcı olmayacağını duyurdu. ABD artık bölgesel çatışmalara girmeyecek, bunun yerine askeri ve ekonomik yardımlarla yetinecekti. Bu şartlar göze alındığında, bölgede Irak dışındaki iki büyük devlet olan Suudi Arabistan ve İran’a silah transferinin yapılmasını öngören “iki ayaklı” politika uygulandı. Çünkü ABD, birbirinin varlığından rahatsız olan iki devletin arasındaki iş birliğininin geliştirilmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu stratejik ve ekonomik çıkarların sözkonusu olduğu durumda devletlerden yalnızca birini desteklemek diğerinin ABD’den uzaklaşması demek olabilirdi (Kunihom, 1987). ABD’nin o dönemdeki politikalarını İran ve Afganistan’daki gelişmeler dışında, 1978’de Etiyopya-SSCB anlaşması, 1979’da Yemen-SSCB kaynaşması da etkilemiştir. Ayrıca Türkiye ve Pakistan’ın İran’daki gelişmelerle birlikte CENTO’dan ayrılması da ABD’yi politikalarını gözden geçirmeye zorlamıştır.

2.4. Carter Doktrini

1979 sonlarında Sovyetler’in Afganistan’a askeri müdahalede bulunarak ülkeyi kontrol altına alması ve İran’da meydana gelen gelişmeler çerçevesinde ABD dış politikasında önemli değişikler yapacak olan Carter Doktrini ilan edilmiştir. Carter, Nixon’un politikasının tam tersi bir politika izlemeyi tercih etmiştir. Bunun sonucunda Başkan Carter 1980’de kongrede yapmış olduğu konuşmada, “Basra Körfezi’nin denetimini ele geçirmek amacıyla herhangi bir yabancı güç tarafından yapılacak müdahaleler ABD’nin yaşamsal çıkarlarına bir saldırı olarak dikkate alınacağını ve böyle bir saldırıya askeri güç de dahil olmak üzere gerekli her türlü araçla müdahale edileceğini” belirtmiştir. Bu çerçevede, ABD’nin Irak-İran savaşının başlaması üzerine bölgede askeri varlığını arttırdığı görülmektedir. Savaşın yayılması üzerine petrol yatakları ve dolum tesislerinin İran’ın hava saldırısına uğraması üzerine savunma kapasitesini artırma amacıyla AWACS uçaklarını Suudi Arabistan’a göndermiştir (Long, 1979).

2.4.1. ABD ile İran Arasındaki İlişkiler

İran ve ABD arasındaki ilişkiler 1950’lerden beri devam etmekte olup 1971’de daha da gelişmeye başlamıştır. İki ayaklı politikada İran’a ayrı bir önem verilmiştir çünkü Sovyetlerin muhtemel saldırısına karşı güçlü bir İran bu tehdide tampon olabilecek bir işlevde görülmüştür. Ayrıca Batı için kritik öneme sahip olan Körfez bölgesinin güvenliğini sağlamada ve İngiltere’nin bölgeden çekilmesiyle oluşan güvenlilik sorununun çözümünde ABD İran’a yaptığı askeri ve ekonomik yardımların faydası olacağını düşünüyordu. 1972’de ABD başkanı Nixon, İran Şah’ına istediği silahları alabileceğini ve tüm konvansiyonel silahların İran’a verileceğini belirtti. 1971-1976 döneminde bölgede yaşanan enerji kriziyle birlikte ABD, İran’a 12 milyar dolarlık silah satışı yaptı (Ramazani, 1998). Ayrıca bu dönemde İran’da çok sayıda Amerikan askeri ve sivil uzman ve danışman da bulunmaktaydı. Körfez bölgesinin güvenliğini iyi şekilde sağlayan İran’la ABD’nin arasının bozulması İran Devrimi’nin yaşanması ve Şah’ın devrilmesi ile yaşandı. ABD’nin İran’daki varlığı sona erdi. Bu ABD için hem stratejik, hem politik, hem de ekonomik kayıp oldu. ABD artık İran aracılığıyla Sovyetlerdeki gelişmeleri yakından takip etme şansını kaybetmişti. ABD istihbarat amaçlı üslerini Umman, Bahreyn ve BAE’ya kurdu. İran’daki devrim ile ABD karşıtı bir politik tutumun ortaya çıkmasıyla ABD 1979’da İran’ın fonlarını dondurdu ve 4 Kasım 1979’da yaşanan ve 444 gün süren Rehineler Krizi dolayısıyla ABD 7 Nisan 1980’de İran ile diplomatik ilişkilerini kesti (Arı, 2017). Clinton yönetiminin İran ve Libya’ya ticaret yasağı koyması ve uzantısında 1996’da çıkan ambargoları kapsayan De’Amato yasası da gerilimi sürdürmüştür. ABD ile İran’ın gergin ilişkileri İran’ın nükleer silahlanması, bölgeye yönelik rejim ihracı, ve Lübnan’daki Hizbullah ve İslami Cihad gibi örgütleri de desteklemesiyle devam etmiştir.

Clinton yönetimi ilk kez 1999 senesinde İran’a uygulanan ambargoyu hafifleterek ilaç, gıda ve tıbbi malzemeleri ambargonun kapsamı dışında bırakmıştır. İran ile ABD arasındaki gerilim özellikle 11 Eylül Saldırısından sonra gündeme gelen Bush Doktrini ile şekillenmiştir. İran, kitle imha silahlarına sahip olması dolayısıyla uluslararası terörizmi destekleyen devletler arasında ve dolayısıyla şer ekseninde sayılmıştır. Bu dönemde İran tamamen barışçıl sebeplerle nükleer teknolojiyi geliştirmek adı altında bu silahlara sahip olduğunu söylemiştir. Fakat şu bir gerçektir ki İran’nın tamamen değişmesi gerçekleşene kadar ABD ile doğrudan sağlıklı ilişkiler kurması oldukça zordur.

2.4.2. ABD ile Suudi Arabistan Arasındaki İlişkiler

1920’lerde petrol imtiyaz antlaşmalarıyla ABD’nin Orta Doğu’ya ilgisi İngiltere’nin bölgeden çekilmesi ile çok boyutlu bir hal almıştır. Ayrıca Suudi hükümeti ile Standart Oil of California şirketinin imzaladığı petrolün araştırılması ve işletilmesini öngören imtiyaz antlaşmasının da iki devletin ilişkilerinde çok büyük rolü vardır. ABD’nin Suudi Arabistan ilgisi, Amerikan şirketlerinin bölgedeki yatırımları artmaya başladıkça ve petro-dolarlar ABD’ye geldikçe daha da yoğunlaşmıştır. Nitekim sadece petrol üzerinden ilerleyen ilişkilerin İran’da şahın devrilmesi üzerine daha da yakınlaştı. ABD için Suudi Arabistan’ın önemi arttı. Fakat, 1970’lerde Orta Doğu’da artan milliyetçilik akımı ve millileştirme hareketleri petrol üzerindeki egemenliği şirketlerden alıp bağımsız devletlere verdi ve bölgedeki kontrolü sağlamak ABD’nin askeri ve siyasi politikası haline gelmiştir.

2.4.3. ABD ile Afganistan Arasındaki İlişkiler

ABD, 1979 yılında Sovyet Birliği’nin işgaline kadar Afganistan’ı gündemine almamıştı. Bu işgalden sonra ABD, Sovyetler Birliği’nin Basra Körfezi’ne ve dolayısıyla Hint Okyanusu’na inme tehlikesiyle yüzleşmek zorunda kaldı. Afganistan’ın stratejik öneminin farkına varan ABD, Afganistan’da komünizme karşı mücahit hareketi başlatan Afgan direniş gruplarına yaptığı askeri ve finansal yardımları Suudi Arabistan’ı da yanına alarak Pakistan üzerinden gerçekleştirdi. ABD’nin 1980’lerin başında en büyük korkusu Sovyetler Birliği’nin Afganistan’dan sonra Pakistan’ı da hedef almasıydı (Önal, 2010). ABD’nin Afganistan’ı gündeme taşımasının önemli nedenlerinden biri de 1979’daki İslami devrim ile bölgedeki en önemli müttefiki İran’ı kaybetmesidir. Neticede Amerika kendine yeni ittifaklar aramak zorunda kalmıştır. Bu sebeple ABD, Sovyetler Birliği’nin Basra Körfezi’ne, dolayısıyla Hint Okyanusu’na inmesini engellemek adına Afganistan’daki Sovyet karşıtı direnişçileri desteklemiştir.

Afganistan’da 1979 ve 1989 yılları arasında devam eden Sovyet işgali Soğuk Savaş’ın son büyük silahlı çatışmasına yol açmıştır. “Savr Devrimi” olarak adlandırılan 1978 hükümet darbesinin Sovyet yanlısı yönetimine karşı başlayan münferit ve örgütsüz ayaklanmalar Sovyet Ordusu’nun Afganistan’a girmesiyle üçüncü tarafların desteklediği geniş kapsamlı bir direniş mücadelesine dönüşmüştür. Krizin asıl aktörleri Sovyetler Birliği ve Marksist Afgan Hükümeti ile bunların karşısındaki direnişçilerdir. Afganistan topraklarındaki direniş grupları, Pakistan ya da İran’da yerleşik dinî nitelikli siyasi partilerin şemsiyesi altında faaliyet gösterirlerken aynı zamanda ABD, Pakistan ve Suudi Arabistan gibi ülkelerden finansal yardım ve silah desteği alıyorlardı (Erman, 2018).

2.5. Bush Doktrini

11 Eylül 2001 tarihinde ABD’ye yönelik gerçekleştirilen terör saldırıları hem ABD’nin uluslararası stratejilerinin hem de uluslararası aktörlerin ilişkilerinin yönünü değiştirerek uluslararası sistemin dönüm noktasını oluşturmuştur ve ABD’nin Orta Doğu politikası değişmiştir. El-Kaide’nin üyesi olan on dokuz hava korsanının neden olduğu terör olaylarından sonra G.W. Bush’un başkanlığındaki Washington yönetimi, “teröre karşı savaş” açarak özellikle de sorunun kaynağı olarak gördüğü Orta Doğu’ya yönelik olarak tek taraflı ve zora dayalı dış politika geliştirme eğilimine girmiştir. 27 Eylül 2001 tarihli Kongre konuşmasında teröre karşı savaş prensibinin sınırları Bush tarafından çizilmiştir. Aynı zamanda bu konuşma daha sonra Bush Doktrini olarak anılacak stratejinin temel hatlarına dair ipuçları vermiştir (Güdek, 2017). Bu konuşmada Bush teröre karşı izlenecek savaşın yol haritasını şöyle ifade etmiştir: 

“Emrimizdeki tüm kaynakları, her türlü istihbarat aracını, her türlü hukuki yaptırımı, her türlü mali etkiyi ve gerekli her türlü silahı, küresel terör şebekesini yok etmek ve ele geçirmek için kullanacağız. Teröristlerin mali kaynaklarını kurutacağız, onları birbirlerine düşüreceğiz, sığınacak ve dinlenecek bir yer kalmayıncaya kadar onları bir yerden başka bir yere takip edeceğiz. Terörizme yardım eden ve onu barındıran devletleri takip edeceğiz. Dünya üzerindeki tüm devletler şimdi bir karar vermek zorunda: Ya bizimlesiniz ya da teröristlerle. Bugünden itibaren, terörizme yataklık eden veya destek sağlamaya devam eden her devlet Birleşik Devletler tarafından düşman bir rejim olarak görülecektir. Milletimiz uyarılmalı. Saldırılardan muaf değiliz. Fakat Amerikalıları korumak için terörizme karşı savunma önlemleri alacağız”.

2.5.1. 11 Eylül Sonrası ABD’nin Irak ve Afganistan ile İlişkisi

2001 yılı Kasımında ABD, Afganistan’ı işgal etti çünkü Bush’a göre 11 Eylül saldırılarını planlayanlar takip edilip yok edilmeliydi. ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgali El Kaide’nin barınağını yıkma ve Saddam Hüseyin’in kitle imha silahlarını ortadan kaldırma amacı kısa dönem planıydı. Uzun dönemde ise Batı tarzında bir demokrasi anlayışını Orta Doğu’ya getirmek ABD’nin hayaliydi. ABD’nin ilk hamlesi Afgan hükümetini yıkmaktı. Bush’un Afgan liderlerinden başlangıçtaki talebi “teröristleri teslim etmeleri” ya da “teröristlerin kaderini paylaşmaları”ydı. Daha sonra bu istek yerini saldırgan bir stratejiye bıraktı. El-Kaide’nin teröristlerini yıkma hedefini gerçekleştirdikten sonra BM ile komşu ülkeleri tehdit etmeyen bir demokratik rejim oluşturmaya çabalayacaktı. Çünkü ABD kuvvetleri Bin Ladin’i yakaladıktan sonra bile ABD “kırarsanız sizindir” misyonu ile Afganistan’ı yeniden toparlamak zorundaydı. Afganistan işgalinden sonra Bush’un dış politika danışmanları terörle mücadele edilmesi gereken Irak’a yöneldi. Bush’a göre “önleyici savaş” tedbirleri alınmazsa bu terör çağında yeni bir saldırıyı bekliyor olacaklardı. 2002’de kitle imha silahlarına sahip olan Saddam Hüseyin’in devrilmesi gerekiyordu. Hedef Orta Doğu’nun kalbinde terörü kontrol edebilecek bir durak sahibi olmaktı. 

2.6. Obama Doktrini

2008’de seçmen önleyici savaş vurgunu ABD görüntüsünü silmek için alternatif olarak Obama’ya güvendi. Obama Amerikan dış politikasının tek taraflı eylemlerinin bitmesi görüşündeydi. Obama, ABD’nin küresel çıkarlarını geliştirmede başlıca yöntem olarak Amerika’nın “yumuşak gücüne” veya “baskı veya ödeme” yapmak yerine “çekicilikle istediğini alma becerisine” dayanacağını belirtti (Hook ve Speener, 2016). Obama; ABD’nin Afganistan’daki savaş girişimlerinde Pakistan ile istikrarlı bir ilişki sürdürme, Usame Bin Ladin’i ele geçirme, Amerikan askerlerini Irak’tan çıkarma planlarını yerine getirmeye çalıştı.

2.6.1. Arap Baharı

Arap dünyasında halkların özgürlük talepleri Ortadoğu devletlerinde hızlıca yayıldı. Muhalifler Tunus ve Mısır’da köklü diktatörlükleri yıkmak için ayaklanmıştı. Suriye’deki olaylar ise Ortadoğu’daki en uzun süreli ayaklanmaydı. Suriye krizinde Obama’nın avantajı; İsrail ile çatışan İslami grupları destekleyen Suriye’nin, aynı zamanda kendi vatandaşlarına kötü muamelede bulunan bir devlet imajı çizmesiydi. O dönemde ABD, Obama’nın yönetiminde doğrudan müdahale etmek yerine dışarıdan cesaretlendirmek ve gizli ekonomik yardımlar yapmakla yetindi. 

Orta Doğu’daki iki diğer ayaklanma da Yemen ve Bahreyn’de yaşandı. Soğuk Savaş süresince komünizme karşı mücadele eden ve 11 Eylül’den sonra Washington hükümetinin yanında yer alan Yemen devlet başkanı Ali Abdullah Salih’e ABD müdahalesi kendi halkına kaba kuvvet uygulamasıyla başladı. 

2.6.2. İsrail-Filistin

Amerika, Bush’un başkan olduğu yıllarda Irak ve Afganistan’la ilgilendiği için İsrail’in Gazze’ye ve Hizbullah’ın militanlarının Yahudi devletine düzenli saldırılarıyla pek ilgilenemedi. Obama, Arap-İsrail sınırında “nihai anlaşma” güvencesi vererek göreve başladı.

2.6.3. Suriye

ABD-Suriye ilişkileri ilk yıllarından bu yana bir oranda gerilim içerisinde olmuştur (Şahin, 2016). Öte yandan Arap Baharı sürecinde ABD’nin Suriye konusunda kararlı ve net bir dış politika izlediğini söylemek mümkün değildir (Tisdall, 2013). Obama’nın Suriye’ye yönelik aktif müdahale fikrine direnmesinin arkasında bölgedeki aktörlerden kaynaklı belirsiz durumun varlığının Esat sonrası Suriye’nin “aşırıcılık için bir kurtarılmış bölge” haline dönüşmesi endişesi yatmaktadır (McAskill, 2013).

Sonuç

Her ne kadar Cumhuriyetçi ve Demokrat başkanların farklı siyasi görüşleri nedeniyle farklı dış politika araçları kullandığı düşünülse de ABD her zaman aynı amaçlar için politikalarını belirlemiştir. Orta Doğu’daki devletlerin eylemleri doğrultusunda Amerika da zaman zaman saf değiştirmiş, kendine müttefikler bulmuş ve politikalarını kendi çıkarları için şekillendirmiştir. Özellikle ABD politikası Orta Doğu üzerinde iki kez kırılma yaşamıştır. Başta İngiltere’nin elini Ortadoğu ülkelerinin üzerinden çekmesiyle etkin role sahip olan Amerika ilerleyen zamanlarda da Soğuk Savaş bitiminde tek-kutuplu dünya düzeniyle birlikte dünyanın “süper gücü” konumuna gelmiş ve Orta Doğu politikalarını değişim ve sürekliliği gerektiği gibi kullanarak şekillenmiştir. Ayrıca, Orta Doğu devletleri aşina olmadıkları demokrasi kavramı, sağlam ve oturmuş olmayan siyasi altyapısı ve bürokrasinin yetersizliği sebebiyle kendi içlerindeki mücadeleleri bir süre daha devam ettirecekmiş gibi görünmekle birlikte Amerika’nın da zaman zaman Orta Doğu’da barış, zaman zaman ise çatışma ortamı istediği söylenebilir. 

Şevval Çoklar

Bahçeşehir Üniversitesi Göç Çalışmaları Anabilim Dalı Lisansüstü Programı

Kaynakça:

Akbaş, Z. (2011). The Sustainability of the USA Policy and Power Struggle in the Middle East, History Studies International Journal Of History, Özel Sayı, 1-18.

Altunışık, M. B. (2009). Ortadoğu ve ABD: Yeni bir Döneme Girilirken. Ortadoğu Etütleri, 1(1), 69-81.

Arı, T. (2004). Irak, İran ve ABD, Önleyici Savaş, Petrol ve Hegemonya. Alfa Yayınları.

Arı, T. (2008). Amerika’da Siyasal Yapı, Lobiler ve Dış Politika. Dora Basım Yayın.

Arı, T. (2017). Geçmişten Günümüze Ortadoğu 2. Alfa Akademi.

Arı, T. (2017). Geçmişten Günümüze Ortadoğu: Siyaset, Savaş ve Diplomasi. Alfa Akademi.

Çetinkaya, G. (2017). Soğuk Savaş Döneminde Türkiye ve Eisenhower Doktrini, Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, 3(2).

Dorel, G. (2007). Amerikan İmparatorluğu Atlası. NTV Yayınları.

Erman K. (2018). Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı İşgali ve Türkler, SUTAD, Güz; (44), 303-320.

Gönlübol M., Ülman, H. (1996). Olaylarlar Türk Dış Politikası: 1919-1995. Siyasal Kitapevi.

Güdek, Ş. (2017). ABD’nin Zora Dayalı Dış Politikasında Söylemsel Bir Değişim: 11 Eylül Terörü, Ömer Halisdemir Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi 10(4), 143-158.

Hadar, L. (2005). Sandstorm: Policy Failure in the Middle East. Palgrave Macmillan.

Halabi, Y. (2009). US Foreign Policy in the Middle East. Ashgate Publishing Group, 

Hook, S., W., Spanier, J. (2016). Amerikan dış politikası. İnkılap Kitapevi.

Kalca, M. (2008). Tarihteki Ünlü Komutanlar-Liderler. Karma Basımevi. 

Kepsutlu, B. (2020). Amerika’nın Ortadoğu Politikası. İnkılap Kitapevi.

Kuniholm, B. (1987). Retrospect and Prospect: Forty Years of U.S. Middle East Policy, Middle East Journal, 41(1), 7-25.

Long, D. E. (1979). The U.S. and the Persian Gulf, Current History, 76(443), 27-30, 37-38.

McAskill, E. (2013). Obama: post-Assad Syria of Islamist extremism is nightmare scenario. The Guardian. Erişim Adresi: https://www.theguardian.com/world/2013/mar/22/obama-syria-assad-syria-extremists Erişim Tarihi: 15 Mayıs 2015.

Oran, B. (2012). Türk Dış Politikası. (Vol. 1). (17. Baskı). İletişim Yayınları. 

Önal, H. (2010). ABD’nin Afganistan Politikasının Açmazları: Bölgesel Bir Analiz, Uluslararası Hukuk ve Politika 6(23), 43-71.

Özdağ, Ü. (2004). Ortadoğu’da Demokrasi. 21. yy Türkiye Enstitüsü, http://www.21yyte.org/tr/yazi398-Orta_Doguda_Demokrasi.html (Erişim Tarihi: 6 Mart 2013).

Ramazani, R., K. (1998). The Shifting Premise of Iran’s Foreign Policy: Towards a Democratic Peace?, Middle East Journal, 53(2), 178-180.

Şahin, M. C. (2016). Obama Dönemi ABD’nin Ortadoğu Politikası: Arap Baharı Sürecinde Demokratik Söylem ve Eylem, Ortadoğu Etütleri, 8(2), 68-95.

Tisdall, S. (2015). US changes its tune on Syrian regime change as Isis threat takes top priority, The Guardian. Erişim Adresi: https://www.theguardian.com/us-news/2015/jan/25/us-syrian-regime-change-isis-priority Erişim Tarihi: 12 Mayıs 2016.

Yergin, D. (2007). Petrol. Türkiye İş Bankası Yayınları.

Yılmaz, H. İ. (2016). Ortadoğu’nun Jeo-Ekonomi̇k Önemi̇ ve Abd’ni̇n Ortadoğu Poli̇ti̇kasinin Ekonomi̇k Nedenleri̇, TESAM ACADEMY, 3(1), 99-128.

ABD’nin Ortadoğu Politikası ABD’nin Ortadoğu Politikası ABD’nin Ortadoğu Politikası ABD’nin Ortadoğu Politikası ABD’nin Ortadoğu Politikası ABD’nin Ortadoğu Politikası ABD’nin Ortadoğu Politikası ABD’nin Ortadoğu Politikası ABD’nin Ortadoğu Politikası ABD’nin Ortadoğu Politikası ABD’nin Ortadoğu Politikası ABD’nin Ortadoğu Politikası ABD’nin Ortadoğu Politikası

Kadın Vücudunun Metalaştırılmasına Marksist Bir Bakış

Kapitalizmin en büyük kurbanlarını düşündünüz mü hiç? Gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaşamını sürdüren kadınlar, çocuklar ve engelliler, kısıtlı bir ücret karşılığında hayatını sürdürmeye çalışan insanlar… Bu yazıda amaçlanan, içinde bulunduğumuz ekonomik sistemde kadınların yerini Marksist bir yaklaşımla incelemektir. Bu sayede kadınların içinde bulunduğu sömürü düzeniyle dünyanın ekonomik parametrelerinin bu sömürüye ne eklediğine bakılacaktır. Kadınların cinsel sömürüsünün sıradan olduğu bir dünyada, kapitalizm ve cinsiyet eşitsizliği bu sömürünün devamını sağlamaktadır.