Home Blog Page 249

Avrupa Türkiyesi’ni Kaybımız: Rumeli’nin Elden Çıkışı Kitap Analizi

Kitabın;
Adı:
93 VE BALKAN SAVAŞLARI AVRUPA TÜRKİYE’SİNİ KAYBIMIZ: RUMELİ’NİN ELDEN ÇIKIŞI
Yazarı: Yılmaz Öztuna
Yayınevi: ÖTÜKEN
Basım Tarihi: Nisan 2013
Türü: Tarih
İşlenen Konu: 93 Harbi ve Balkan Savaşları
Sayfa Sayısı: 229 Sayfa

Yahya Kemal Beyatlı’nın Açık Deniz şiiri ile başlamakta olan kitap, Balkanlardan kopuşu bir bitmeyen susuzluğa benzer bu ağrı diyerek her sayfasının bize nasıl acı vereceğini ilk sayfadan kısa bir özetini vermektedir. Tarihimizin en büyük kaybı, Rumeli’yi elden çıkarmamız olarak niteleyen Yılmaz Öztuna bu kaybın iki safhada olduğunu, bunların 1877-1878 Rus Savaşı ve 1912-1913 Balkan Savaşı olduğunu belirtir.
Kitaptaki olay zincirinin tamamlayan halkalar ise şöyle şekillenmektedir. Başlangıç olarak Balkanlarda yaşayan kavimlerin hayatları, Balkanların fethi ve Balkan Türklüğüne değinen yazar, bahsedilen iki trajik kırılma anının sebeplerini, cephelerini, komutanlarını anlatarak Balkanlardaki durumu en ince ayrıntısına kadar okuyucuya aktarıyor. Ardından Balkanlardaki yeni denge, meşrutiyet zamanındaki yapılanma, Osmanlı parlamentosu ve buna karşılık balkanların birleşmesi hususuna değinen Öztuna, adeta geliyorum diyen 1912-13 Balkan savaşlarının Osmanlı, Balkanlar ve Avrupa üzerindeki etkisinden bahsediyor. Savaşa damgasını vuran Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesi ardından gelişen İkinci Balkan savaşını ise Balkan harbinin bilançosu olarak sonuçlandırıyor.

Türkler ve Balkanlar

Balkan kelimesi ‘Sarp, geçit vermez, dağlık arazi’ anlamına gelir. Balkanlarda en son Ariler kavmi yer edinmiş ırk-dil bakımından Ariler 3 gruba ayrılır; Slavlar, Latinler, Epirliler olarak. Balkan Slavları: Bulgarlar, Sırp-Hırvatlar, Slovenler, Makedonlar Balkan Latinleri: Romenler Balkan Epirlileri: Arnavutlar ve Yunanlar.
Türkler Balkanlara ilk olarak Hun Hakanı Atilla zamanında yerleşmişlerdir. Balkanların Osmanlı Türklerince fethi ise Orhan Gazi’nin büyük oğlu Gazi Süleyman Paşa zamanında olmuştur.

Meşrutiyet’ten Balkan Savaşı’na

Balkanların Türklerin elinden kopmaya başlaması 1699 Karlofça Anlaşması ile başlamıştır. 19.yy da Balkan kavimleri arasında Osmanlı’ya karşı isyanlar başlar. Ve ilk Balkan devleti 1832’de ortaya çıkar.
Tarihimizde 93 harbi denen 1877-1878 Türk-Rus Savaşı son asır Türkiye tarihinin dönüm noktalarından biridir. Ilık sulara inmek için asırlık siyasetini sabırla izleyen Rusya Türk Devleti’nin gafil ve karmakarışık günlerini bekliyordu. Rusya Balkanlarda Balkan milletlerini ayaklanmalara ve isyanlara teşvik ederek Osmanlıyı zor duruma düşürmüştü. Rusya Çarı II. Alexander ve II. Abdülhamit savaş istemiyordu fakat savaş isteyen devlet adamlarının baskısı altındaydılar. Harp taraftarları II. Abdülhamit’i savaşa razı etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Rusya Çarı Karadağ’a sadece bir kazanın (ilçenin) terk edilmesi ile savaşı önleyebileceğini Babıali’ye bildirdi. Ancak Çar’ın teklifi reddedildi ve dünyanın en büyük harbi olan 1877- 1878 Rus-Türk savaşı başladı. Ancak Osmanlı’daki son zamanlarda başa gelen yeteneksiz ve donanımsız devlet adamları, Osmanlı’da yaşanan iç isyanlar ve kumandanlar arasındaki kıskançlıklar sebebiyle savaş kazanılamadı. Savaşın en önemli iki Türk kumandanı Doğu cephesinin kahramanı Gazi Ahmet Muhtar Paşa, Batı cephesinin kahramanı ise Gazi Osman Paşa idi. 93 harbi Türk imparatorluğunun dağılması ve yıkılmasını haber veren büyük bir olaydır. Bu yıkılış 1912-1913 Balkan Harbi ve 1914-1918 Birinci Dünya Harbi ile tamamlanmıştır. 93 harbinin neticesi olarak imzalanan zarar ve toprak kaybı bakımından çok feci olan Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları Karlofça’dan beri Türklerin imzaladıkları en kötü antlaşmadır.

İkinci Meşrutiyet (1908)
İkinci meşrutiyetin ilan edilmesinin ardından 31 Mart Vakası ile II. Abdülhamit tahttan indirildi. Ve bu dönemde ittihadcılarla muhalifler arasında anlaşmazlık gittikçe arttı. İttihadcıların askeri kanadının başı Enver Bey, sonuna kadar Mustafa Kemal ile uğraşacaktır. Meşrutiyetin ilk yıllarında Balkan devletlerinden Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan aralarında gizli ittifak antlaşmaları Rusya Çarı’nın hakemliğinde imzalanıyor, Osmanlı parlamentosunda yabancı devletlerin maaşlı ajanları bulunuyordu. Parlamentoda bulunan Türk milletvekilleri arasında ise ittihatçı ve muhalifçi olarak bir bölünme söz konusu idi. Türk İmparatorluğu iç idaresinde karışıkken Balkanlılar Osmanlı’ya karşı hazırlanıyorlardı. Rusya’nın da Balkanlarda ne Balkan devletlerinin birbirleriyle ne de Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaşa müsaade etmeyeceğini bildirmesi, Bab-ı Ali’yi tatlı bir rehavet uykusuna sevk etti. Toprak kaybı tehlikesini teminat alan Balkanlar topyekün seferber hale gelmek için bütün fedakarlıkları göze aldılar. İtihatçıların devlet tecrübelerinin olmaması dış politikayı bilmemeleri ve türlü hileleri Osmanlıyı savaşa sokmalarına neden oldu.

Savaş
Dönemin sadrazamı Kamil Paşa Balkan Savaşları’nda yaşanan başarısızlıklar sonucu Bulgaristan ile masaya oturmuş ve sorunu siyasi yollarla çözmeye çalışmaktaydı. Kamil Paşa Hükümetinin İçişleri Bakanı olması bakımından ittihatçıların eylemlerini en iyi bilen Ahmed Reşid Bey’e göre Balkan Harbi’nin sebebi ittihat terakki ve stratejik hataları idi. Millet aç ve açıkta idi. Rumeli Türklüğü, altı yüzyıldır efendisi olduğu kavmin ayakları altındaydı.
Başta Talat ve Enver Bey olmak üzere İttihatçılar, İttihat karşıtı Kamil Paşa hakkında Edirne’yi Bulgarlar’a bırakmak şartıyla sulha razı olduğuna dair propagandalarla halkı kışkırtmış ve Bab-ı Ali Baskını’nı gerçekleştirmiştir. Baskın sırasında Harbiye Nazırı Nazım Paşa öldürülmüş, Sadrazam Kamil Paşa’ya zorla istifası imzalattırılmıştır. Baskın sonrasında iktidar İttihat ve Terakki’nin eline geçmiştir. İttihat ve Terakki’nin baskısıyla da sadrazamlığa Mahmud Şevket Paşa getirilmiştir. Mahmud Şevket Paşa ittihatçıların isteği ile başa geçmişti ancak İttihat yanlısı değildi.
Edirne’yi kurtarmak propagandasıyla darbe ile iş başına gelen İttihat ve Terakki Hükümeti, Edirne’nin İşkodra’nın düşman eline geçtiğini gördü. Yeniden binlerce subayın, erin, sivilin ölmesine esir düşmesine, sayısız silahın düşmanın eline geçmesine yol açtı. 4 ay sonra yalnız Edirne’yi değil, Kırklareli’ni de düşmana bırakarak, getirilmeyen biçimde sınırı güneye indiren Londra Anlaşması’nı imzaladı.
Balkan felaketinden İngiltere ve Fransa da faydalandı. 1913 Mayıs ayı yalnız feci Londra Anlaşması ile değil, Hind Okyanusu ve Basra Körfezi’nde İngiltere’ye büyük imtiyazlar verilmesi ile Arabistan yarımadasındaki Osmanlı tekelinin de ihlal edilmesiyle de kapanıyordu.

Mahmut Şevket Paşa’nın Öldürülmesi ve İkinci Balkan Savaşı
Mahmut Şevket Paşa’ya suikast düzenleneceği haberi İttihatçılara ulaşmıştı ancak son zamanlarda partinin pek çok isteğini yerine getirmeyen sadrazam için İttihatçılar durumu oluruna bıraktı.
1913 Haziran ayında Mahmut Şevket Paşa Beyazıt Meydanı’nda makam otomobilinin içindeyken uğradığı silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Mahmut Şevket Paşa II. Abdülhamit’in güvendiği generallerden biri idi ancak 31 Mart Vakasında haksız davranması Türk milletine büyük zarar oldu. İttihatcılara karşıt tavır sergileyen Mahmud Şevket Paşa yıkıma doğru giden imparatorluk için vatansever bir gayret gösterdi.
Sadrazamın ölümüyle Türkiye’de yeni bir devir başladı. Tek parti diktatörlüğü açıkça kuruldu. Gerçek iktidar Talat-Enver-Cemal triomvirasına geçti. Askeri işlerde Enver’in, sivil işlerde Talat’ın diktatörlükleri kuruldu.
Yunanistan ve Sırbistan Bab-ı Ali’ye Bulgaristan’ı parçalama teklifi etti. Bu teklif ile Batı Trakya Türkiye’ye verilecekti. Türkiye yeni bir Balkan harbinde önce seyirci kalıp daha sonra savaşa katıldı. Türkiye-Romanya-Sırbistan-Yunanistan-Karadağ karşısında tek başına kalan Bulgarlar yıkıma doğru gittiler. II. Balkan Savaşı 1913 Ağustos’unda Bükreş Anlaşması ile sona erdi. II. Balkan Savaşı’ndan sonra Edirne ve Kırklareli geri alınmış ancak teklif edilen Batı Trakya 1913’te nüfusu %85 Türk ve nüfusu %5 Bulgar olan bölge Bulgaristan’a bırakılmıştır. Bu son devir Osmanlı politikasının çekingenliğin miskinlik ve yılgınlık derecesine geldiğini gösteren acı bir olaydır.
Ege Adaları ise büyük devletlerce birkaç ada haricinde Yunanistan’a bırakıldı. Büyük devletlerin haksız kararı, devleti I. Dünya Savaşı’na sürükleyen sebeplerden biridir. I. Dünya Savaşından sonra imzalana Lozan Anlaşması ile Rodos ve Oniki Ada İtalya’da kaldı. 1944’te ise Almanlar, İtalya’nın elinde tutması mümkün olmadığı için işgal ettikleri Rodos ve Oniki Ada‘nın gerçek sahipleri olan Türklere iadesi için Ankara’ya başvurdular. Ankara bu adaları işgal etmekten çekindi ve II. Dünya Savaşı bitince müttefikler Rodos ve Oniki Ada’yı Yunanistan’a verdiler.
1913 sonunda Türkiye, İngiltere aleyhine Dünya Savaşı’na girince İngiltere, Mısır, Sudan ve Kıbrıs’ı ilhak ederek Osmanlı hakimiyetinin sona erdiğini bildirdi. 1923 Lozan Anlaşması ile bu durum hukuken tasdik ve kabul edildi.

Sonuç
Muhteşem ve görkemli Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve çöküşünün arkasındaki nedenler ve sebep olan kişiler anlatılmıştır. Osmanlı’nın sonunu İttihatçıların cahilliği, türlü hileleri ve yanlış stratejileri getirdiği anlatılmaktadır. Ve Osmanlı çökerken büyük devletlerin de bundan fırsat sağlayarak hemen toplanıp parçalamaya çalışmaları yine Osmanlı’ya karşı nasıl gizliden gizliye bir kin beslenildiğini gösterir.
Türklerin ikinci anayurdu olan Rumeli 2500 yıllık tarihine rağmen kısa bir zamanda kaybedilmiş ve çok ciddi maddi manevi kayıplara uğramıştır.

Kitap Yorumları
Yılmaz Öztuna’nın bu kitabı Balkan coğrafyasının Avrupa Türkiye’sinin elden çıkışı sürecindeki gelişmeleri özellikle ordu, saray ekseninde dış güçlerin etkilerini istikrarsız hükümetleri, dış destekli darbeleri, darbe kültürünün daha Osmanlı Dönemi’nden bize maalesef miras kaldığının en acı örneklerini sunmaktadır. Yapılan hatalardan ders çıkarmamız için tekrar tekrar okunması gereken bir kitaptır. (Sezer BOZACI)

Yılmaz Öztuna’nın bu eseri, insanı sıkmayacak bir akıcılığa, merak uyandıran bilgilere ve hüzünlendiren gerçeklere sahip olup 238 sayfa olmasına rağmen bir cilt seri bitirmişcesine insanı bilgilendiren ve insanda araştırma isteği uyandıran bir özelliğe sahiptir. (Merve AYAZ)

Bulgarların ve Makedonların Türk oldukları iddiası, Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamit zamanında yapılan her iki darbenin ardında da İngiltere’nin olmasının iddia edilmesi kitapta ilgimi çeken bölümlerdendi. Ve yine Osmanlı İmparatorluğu kötü dönemler geçirirken büyük devletlerde bundan nasiplerini almayı ertelememişler hatta söylemek uygun düşerse düşene bir tekme de onlar vurmuşlardır. Bu da yine her ne olursa olun dış ilişkilerde olumlu dahi olsa karşı tarafa bi şüphe taşımak gerektiğini öğretmektedir. Bu kitap yüzeysel olarak öğrendiğim Balkan Harbi’ni detaylı bir şekilde anlatmış ve o zamanın şartları ile devlet ilişkileri ve devlet çıkarları hakkında bilgi edinmemi sağlamıştır. Genel olarak kitabı beğendim ve arkadaşlarıma tavsiye ederim. (Yasemin SİLİK)


TUİÇ Balkan Araştırmaları Merkezi Stajyerleri
Yasemin SİLİK – Sezer BOZACI – Merve AYAZ

TUİÇ Biga Söyleşileri: “Obama Dönemi ABD Dış Politikası”

0

TUİÇ Biga Söyleşileri: “Obama Dönemi ABD Dış Politikası”
Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmaları (TUİÇ) Biga Ekibi çalışmalarına ilk heyecanı ile devam ediyor.
Ekibimiz, TUİÇ Çanakkale Onsekiz Mart Üniversite Temsilcileri ve Uluslararası İlişkiler Topluluğu (UİT) bünyesinde bulunan, Şeyda Öcal, Abdullah Aksoy, Esra Yılmaz, Samet Ersan, Tugay Türkoğlu, Yusuf Akkuş, Aygül Aktaş, Semih Erol, Kübra Doğruyol, Sefa Saygın ve Makbule Yılmaz isimli kişilerden oluşmaktadır.
TUİÇ Biga Söyleşilerinin amacı; ulusal ve uluslararası gündem, edebiyat, sanat üzerine söyleşilerin gerçekleşebileceği ve geleceğin emanetçisi olan biz gençlerin, büyüklerimizin bilgi birikiminden ve tecrübelerinden yararlanabileceği okul ortamından uzak sıcak bir ortam oluşturmaktır.
İlkini 1 Nisan 2016 tarihinde gerçekleştirmiş olduğumuz “TUİÇ Biga Söyleşileri” adlı söyleşimizi bu hafta 29 Nisan Cuma günü saat 21.00- 23.00 saatleri arası Biga Halim Bey Konağında değerli hocamız Doç Dr. Mehmet Bülent Uludağ’ın katılımıyla “Obama Dönemi ABD Dış Politikası” üzerine gerçekleştirdik.
Söyleşimizde bu hafta, “Obama’nın Başkan seçilmesini sağlayan seçim vaatleri nelerdi? Başkan Obama dönemi ABD Dış Politikasında hangi vaatler amaçlandığı şekilde gerçekleştirilebilmiştir? Ukrayna, Kırım, Suriye ve İran’daki gelişmeler bağlamında Obama Dönemi ABD Dış Politikasının sonucu başarı mıdır? Yoksa Soğuk Savaş Sonrası “Yeni Dünya Düzeni” söylemiyle dünyanın hegemon gücü olan ABD güç mü kaybediyor? Küreselleşmenin etkisiyle beraber oluşan Çok Kutuplu Dünya sisteminin, Obama Dönemi ABD dış politikasına etkileri nelerdir? Uluslararası hukuk bağlamında Obama Döneminin ABD dış politikasının sonuçları nelerdir? Obama sonrası dönem için hangi seçim vaatleri etkili olacaktır? gibi sorulara cevap arandı.
Katılımlarından dolayı kıymetli hocamız Doç Dr. Mehmet Bülent Uludağ’a, değerli büyüğümüz Rafet Bayram Elkasoviç’e ve diğer öğrenci arkadaşlarımıza teşekkür ederiz.
15 Nisan 2016 Cuma günü geçirmiş olduğu trafik kazasından dolayı toplantımıza katılamayan değerli büyüğümüz Habip Yüksel’e acil şifalar diliyoruz.
Mehmet NİZAM
TUİÇ BALKAM Koordinatörü

 

TUİÇ Bursu ile Global Liderlik Forumu Sertifika Programı

0

Her akademik yıl Bahçeşehir Üniversitesi Hükümet ve Liderlik Okulu ve Amerikan Araştırmaları Merkezi tarafından Türkiyem Vakfı ve Türk Amerikan İş Konseyi ile beraber düzenlenen Global Liderlik Forumu (GLF) bu sene 14-15 Mayıs 2016 tarihleri arasında Bahçeşehir Üniversitesi Beşiktaş yerleşkesinde düzenlenecektir. Bu sene 18.’sini gerçekleştirilecek olan Global Liderlik Forumu’nun ana konu başlığı “Küresel Kalkınma ve Kutuplaşma : Çağdaş Yenilenme Arayışı”.dır. Uluslararası ilişkiler düzeyinde küresel politikaları; Türkiye’nin bu küresel politikalar çerçevesinde bölgesel ve ikili ilişkilerini dünya liderleriyle bu sene de tartışmaya devam edecek olan GLF, her yıl dünyanın farklı noktalarından katılan değerli konukları ve katılımcılarıyla hem bölgesel hem de küresel değişim ve sorunlar çerçevesinde güncel konuları masaya yatıracak ve tartışacaktır. Bu sene, “Küresel Kalkınma ve Kutuplaşma : Çağdaş Yenilenme Arayışı “ ana temasıyla :

 2016 ABD Seçimleri ve Dünya Siyasetine Etkisi,
 T Tip Görüşmeleri ve Önemi,
 Küresel Ekonomik Dalgalanmalar ve Latin Amerika’da Siyasi İktidarlar,
 Bölgesel İşbirliğinden Küresel Liderliğe Doğru Asya-Pasifik,
 Ortadoğu Ülkelerinde Güvenlik, Yapılanma, Algılamalar ve Politikalar
 Dönemsel Krizler Işığında Avrupa Birliğinin İç Çatışmaları

Program esnasında İngilizce-Türkçe çeviri yapılmaktadır.

TUİÇ tarafından sağlanacak olan bursu alabilmeniz için lütfen aşağıdaki formu eksiksiz olarak doldurunuz ve CV’nizi [email protected] adresine gönderiniz.
TUİÇ Bursu kontenjan ile sınırlıdır.

SORULARINIZI YORUM OLARAK YÖNELTEBİLİRSİNİZ.

 

Program Tarihi ve Saati

14 Mayıs 2016, Cumartesi 09:00-10:00 Program Açılışı

14-15 Mayıs 2016, Cumartesi-Pazar 10:00-17:45

Adres

Bahçeşehir Üniversitesi Çırağan Caddesi Osmanpaşa Mektebi Sokak No: 4 – 6 34353 Beşiktaş,

İstanbul

Balkan Araştırmaları Merkezi (BALKAM) Mart Ayı Haber Bülteni

Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmaları Derneği Balkan Araştırma Merkezi BALKAM’ın Mart 2016 aylık bülteni BALKAM ekibimiz tarafından hazırlanmıştır. Mart ayında Balkanlar bölgesinde meydana gelen olayların takibini bültenimizi okuyarak yapabilirsiniz. Keyifli okumalar.

Balkan Tarihi 2 Kitap Analizi

Kitabın;
Adı: Balkan Tarihi 2 – 20. YY
Yazarı: Barbara JELAVİCH
Yayınevi: Küre Yayınları
Basım Tarihi: Ekim 2006
Türü: Araştırma – İnceleme
Tercüme: Zehra SAVAN- Hatice UĞUR
İşlenen Konu: Balkan Tarihi
Sayfa Sayısı: 506 Sayfa

Ana Fikir:
Bu kitap Balkan Tarihi’ne ışık tuttuğu için önemli bir yapıt olduğu kanısındayım. Şöyle ki; Balkan Tarihi ikinci cildinde Balkanlar’ın 20. yüzyıldaki genel durumu ele alınırken Balkan ülkelerinin ekonomik, jeopolitik, jeostratejik gelişmişlikleri ve coğrafi konumlarının yanı sıra 19. yüzyılda Balkanlarda egemenlik kurmaya çalışan Habsburg hanedanlarından olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun politikalarını, geçmişte sahip olduğu Balkan ülkelerini ve özellikle Müslüman çoğunluğun bulunduğu bölgeleri bir bir kaybeden Osmanlı İmparatorluğu’nun durumunu, akabinde Balkan Savaşları’nı, I. Ve II. Dünya Savaşları ile savaş sonrası Balkan bölgelerinin ve halklarının sorunlarını, büyük güçlerin bu bölgelerde hakimiyet çalışmalarını -ki özellikle komünist rejimin kurulmasını- halkın uğradığı hezimetleri, ülkelerin kendi iç ve dış politikalarını, Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı’nın oluşumunu, Yugoslavya’yı, parçalanmasını ve burada oluşan federal yapıyı, bölgelerde oluşan etnik ve dini çatışmaları geniş ölçüde yansıtmaktadır.
Kurgu:
Kitapta geçen olaylar Güneydoğu Avrupa’da 20. yüzyıla ait olaylardır. Kitabın girişinde 19 yüzyıldaki Balkanlarda Habsburg egemenliği ve Osmanlı’nın Balkan yarımadasındaki topraklarına sahip olmak için giriştiği olaylar ve sonunda verdiği kayıplar anlatılmaktadır. Yazar Barbara Jelavich yakın geçmişimizde batı komşularımızın tarihini bilmemiz açısından son derece aydınlatıcı bir çalışmaya imza atmıştır. Anlatılanlar bir ülkede değil, genel olarak Balkan coğrafyasında geçen tam bir yüzyılın (20. YY.) şahitliğini yapmış ne yazık ki tamamen gerçek olaylardır. Ne kadar Balkanların tarihi olsa da buralarda gerek Osmanlı’nın egemenliğini yapmış olması, gerek büyük güçlerin bu ülkelerde hakimiyet mücadelesine girmiş olması nedeniyle evrensel bir boyuta doğru sürüklenmiştir.

Olaylar:
Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan bölgelerinde hükümdarlığının bitişinden itibaren Balkanlar’ın paylaşımına dair sıkıntılar günümüze dek sürmüştür. Kitapta da yer alan en önemli olaylardan kronolojik şekilde örnek verecek olursak; 1866’da Prusya – Avusturya Savaşı yenilgisi ve Alman Konfederasyonu’nun dağılmasından sonra prestijini kaybeden Avusturya İmparatorluğu, genel olarak Ausgleich adıyla bilinen, 1867 Avusturya-Macaristan Antlaşması ile ikili monarşi oluşturmuştur. 1867’de Avusturya İmparatoru Franz Joseph, Budapeşte’de Macaristan krallık tacını giymiştir. Böylece, Avusturya Macaristan İmparatorluğu kurulmuştur. Dalmaçya, Bukovina ve Sloven toprakları Avusturya idaresine verilirken Hırvatistan, Slavonyo, Voyvodina ve Erdel Macaristan’a verilmiştir. 1970’te Habsburg Monarşisi köklü bir teşkilatlanma sürecinden geçerken Osmanlı İmparatorluğu ise ıslahat çalışmalarına rağmen Balkan Yarımadası’nın büyük bir bölümünde etkin hakimiyetini kaybetmiştir.
1875’te Bosna ve Hersek’te Müslüman köylüler Sırp-Hırvat dili ve milliyetine mensup toprak sahiplerinden özellikle aldıkları haksız vergiler yüzünden şikayetçi olmuşlardır. Ardı arkası kesilmeyen vergilerden dolayı mağdur olan köylüler isyan çıkarmış, Osmanlı ise uğraşlarına rağmen isyanı bastıramamıştır. 1876’da Sırbistan ve Karadağ’ın kargaşadan yararlanarak Osmanlı İmparatorluğu’na savaş açmasıyla büyük bir uluslararası kriz çıkmıştır. Bu kriz 1877’de Rusya’nın savaş ilan etmesiyle doruğa ulaşmıştır. Osmanlı’ya karşı bir zafer kazanılmış ve hemen arkasından Rus Hükümeti 1878’de Ayestefanos Antlaşması’nı zorla kabul ettirmiştir. Balkan Devletleri ile büyük güçler arasındaki güç dengesini altüst eden bu antlaşma ile bugünkü Bulgaristan topraklarına ek olarak Makedonya ve Trakya’yı da içine alan büyük bir Bulgar Devleti kurulmuştur. Zaten bu yüzyıldaki olaylar silsilesi de asıl olarak buradan başlamaktadır. Ancak bu antlaşmaya İngiltere ve Avusturya-Macaristan’ın tepkisi çok şiddetli olmuştur. 1878’de Berlin Kongresi toplanmış ve Rus Hükümeti de bu kongrede alınan kararlara razı olmak zorunda kalmıştır. Berlin ile Ayestefanos’ta kurulan devlet üç kısma ayrılmıştır: Balkan dağlarının kuzeyinde kalan topraklarda özerk bir Bulgaristan, güneyde yarı özerk bir vilayet olan Doğu Rumeli ve Osmanlı’ya geri verilen bir Makedonya. Ayrıca Avusturya-Macaristan Bosna ve Hersek olarak bilinen her iki bölgeyi de işgal etme hakkı kazanarak Bosna-Hersek olarak tek bir idari merkez oluşturmuş üstüne bir de Sırbistan ve Karadağ’ı ayıran toprak şeridi Yeni Pazar Sancağı’nı topraklarına almıştır. Rusya Romanya’dan Güney Beserabya’yı, Romanya ise ileride Bulgaristan ile aralarında paylaşamayacakları Güney Dobruca’yı almıştır. İngiltere ise Kıbrıs’ın işgaline Osmanlı’yı razı olmaya mecbur bırakmıştır.
Sırbistan, Romanya ve Yunanistan Ayestefanos’ta sonrasında Berlin ile biraz da olsa küçülse de kurulan Büyük Bulgaristan’dan rahatsız olmuştur. Makedonya meselesi ise bütün balkan devletlerinin menfaatleriyle ilgili bir meseledir. Çünkü Makedonya’da tek bir millet değil Türkler, Bulgarlar, Rumlar, Sırplar, Arnavutlar, Ulahlar, Yahudiler ve çingeneler olmak üzere 8 farklı halk yer almaktadır. Ayrıca stratejik bakımdan da yarımadanın kalbi konumunda olması da önemli bir nedendir. Bu durumlar neticesinde gelecekte balkan devletleri kendi içlerinde anlaşmazlığa ve birbirleri üzerinde hakimiyet kurmaya yönelecektir.
20. yüzyılın başlarına geldiğimizde ise İtalya’nın Osmanlı tabiiyetindeki Trablusgarb’a saldırdığını ve bunun sonucunda yeni krizlerin baş gösterdiğini ve Osmanlı’nın mağlubiyetine şahit oluyoruz. Hemen arkasından hız kesmeden Balkan Savaşları patlak vermiştir. İlk anlaşma 1912’de Sırbistan ile Bulgaristan arasında sağlanmış ve kendi aralarında toprak paylaşımı yapmışlardır. Makedonya toprakları dışta kalmış, uzlaşma sağlamazsa Çar’dan arabuluculuk isteneceği kararı alınmıştır. Hemen arkasından Yunanistan ve Bulgaristan, yine aynı şekilde Sırbistan ile Bulgaristan da aralarında benzer bir anlaşma yapmıştır. Böylece Balkan devletleri kendi içlerinde örgütlenmelerini oluşturmuştur. Büyük güçler özellikle Rusya ve Habsburg yeni bir doğu krizinin ortaya çıkmasını istemedikleri için ikaz gönderse de savaş çoktan saldırılarla başlamıştır. Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ ilk kez Balkan İttifakını oluşturmuş ve Osmanlı’ya karşı birlikte hareket etmişlerdir. Osmanlı ise o sıralarda iç sorunlarıyla uğraştığı ve ordusunun zayıflığı nedeniyle mağlup olmuştur. Büyük güçlerin müdahalesi sonucu Girit Yunanistan’a, Edirne Bulgaristan’a bırakılarak Midye-Enez hattı çizilmiştir. Savaş sonunda balkan ittifakı devletleri arasında güç dengesi meselesi yaşanmıştır. En büyük rakip olan Bulgaristan’ın fazla toprak almasını hazmedemeyen ve Bulgaristan’dan korkan Sırbistan ve Yunanistan yanına Romanya, Karadağ ve Osmanlı’yı da alarak gizli bir anlaşma imzalamış ve Bulgaristan’a karşı yeni bir ittifak oluşturulmuştur. Böylece ikinci Balkan Savaşı başlamış ve Bulgaristan’ın tam yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Savaş sonunda anlaşmalar imzalanarak ateşkes sağlanmıştır. Makedon toprakları paylaştırılırken Arnavutluk’a bağımsızlık tanınmıştır. Büyük payı Sırbistan ve Yunanistan alsa da Osmanlı da Edirne’ye tekrar sahip olmuştur.
20. yüzyılın ilk çeyreğini tamamladığımızda ise büyük bir dünya savaşı yeni bir krizle devletleri baş başa bırakmıştır. Almanya, Avrupa kıtasındaki en güçlü devlet olsa da dünya sömürgesine Fransa ile İngiltere hakimdi. Habsburg ve Osmanlı imparatorlukları’nın çöküşü, Çarlık Rejimi’nin yıkılması dünya ilişkilerinde kısa süre sonra ikinci bir dünya savaşına neden olmuştur. Sırplar Balkan uluslarını hep tek çatı altında birleştirme gayesini taşımışlardır. Bu gayelerindeki temel neden Sırpların aşırı milliyetçi olmasıdır. Hatta bu durum I. Dünya Savaşı’nın fitillenmesine neden olan yegane olaydır. Saraybosna’yı ziyarete gelen Habsburg veliahdı Ferdinand’ın bir Sırp milliyetçisi tarafından bir suikast kurbanı olması savaşın başlamasına bahane olmuştur. Üstelik suikast tarihi Sırpların milli bayramı olan Kosova Savaşı’nın yıldönümüyle aynıdır. En sonunda 1914’te Doğu sorunu ve Balkan ulusal birleşme hareketleriyle yakından ilgili meseleler yüzünden büyük bir savaş başlamıştır. Dönemin Jön Türk lideri Enver Paşa’nın Alman hayranı olması ve savaşın Almanya’nın kazanacağına inanılması nedeniyle Osmanlı bu safta yer almak istemiş ve gizli bir ittifaka imza atmıştır. Savaşa hemen girmemiştir ancak Alman gemileri Goben ve Breslav’ı korumaya alması otomatik olarak savaşa dahil etmiştir zaten. Bu durumda İtilaf Devletleri’ne karşı resmen savaşa girmiş ve boğazları itilafların gemilerine kapatmasıyla da itilafların müttefiki olan Rusya ile bağlantı da kesilmiştir. İtilaf Devletleri Boğazlardaki başarısızlığını İtalya’yı satın alarak gidermiştir. İtalya’dan sonra savaşa giren devlet Bulgaristan’dır. Amaç geçmişteki gibi hala Ayestefanas ile kurulan devletin ihyası, Yunanistan ile Sırbistan elinde bulunan Makedonya toprakları ile Romanya’nın ele geçirdiği Güney Dobruca kesiminin elde edilmesidir. 1917’ye gelindiğinde Bolşeviklerin zaferiyle Rusya savaştan çekilmek zorunda kalmış ve Osmanlı’yı aralarında paylaşma kararının alındığı gizli anlaşmalar açığa çıkmıştır. Savaşın sonu da yavaş yavaş gözükmeye başlamış ve ittifakların kaybetmesi an meselesi olmuştur. Bulgar hükümeti teslim olmuş, Habsburg ve Alman birlikleri kuzeye çekilmek zorunda kalmıştır. Sırp birlikleri Bosna-Hersek ile Voyvodina’yı işgal etmiştir. Avusturya ve Macaristan ayrılmış ve iki ayrı devlet oluşmuştur. Hemen arkasından Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı kurulmuştur. Osmanlı devleti zaten teslim olmuş ve savaşın arkasından İslami ilkelere dayanılarak yönetilen bir Osmanlı’nın yerini seküler bir ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyeti almıştır. ABD’nin temsilcileri tarafından savaş sonunda barış anlaşmaları imzalanmıştır. Bu savaşın en önemli sonuçlarından olan Osmanlı ve Habsburg imparatorlukları tarih olmuş, yerine yeni devletler kurulmuştur. Savaş sonrası dönem ise hem Avrupa hem Balkanlar açısından kriz dönemlerinden olmuştur. Yine bu dönemde Balkan devletlerinde sosyalist teşkilatlar ortaya çıkmıştır ki bu, özellikle Bulgaristan ve Romanya’da etkili olmuştur. Buralarda sosyalist partiler kurulmaya başlanmıştır. Daha sonrasında sosyalistlerin aşırı kesimleri Komünist ismini almış ve Bulgar sosyalistleri komünist partisine dönüşmüştür. 1918’de Zagreb’te Sırp, Hırvat ve Slovenler ulusal konseyi kurulmuştur. Ve bu 1929’a kadar Yugoslav Devleti’nin resmi temsilcisi Sırp-Hırvat-Sloven Krallığının doğum tarihidir.
Balkan Devletlerinin esasen tarım ürünleri ve hammadde üreticileri olduğu için 1929’da ABD borsasının çökmesi bu devletlerin ekonomilerini temelden sarsmıştır. Fiyatlardaki ani düşüş üretimin de düşmesine neden olmuştur. Büyük Buhran’ın getirdiği sorunlar, Almanya’daki nasyonal sosyalist rejimin kurulması gibi durumların sonucunda 1939’a kadar uluslararası durum o kadar bozulmuştu ki, yeni bir dünya savaşının başlamasına neden olmuştur. 1941’de Almanya Sovyetler’i işgal ettiğinde bütün Balkan Devletleri’ni kuşatan bir düşmanlık ortamı oluşmuştur. Romanya ve Bulgaristan Mihver Müttefiki iken Yunanistan, Arnavutluk ve Yugoslavya ise Alman, Bulgar ve İtalyan işgali altında kalmıştır.
Bağımsızlığını da ilan eden Hırvat Hükümeti genişlemeyle birlikte Yugoslavya’nın en vahşi yerlerini de içermiştir. Öyle ki geçmişteki isyanların merkezi, ulusal düşmanlığın en yoğun yaşandığı yerler olmuştur. İdare çok geçmeden bozulmuş ve ülkede anarşi ortamı doğmuştur. Bu durum Hırvat Hükümeti’nin kontrolü altındaki bölgelerde yaşayan Sırp nüfusunun üçte birini yok etme politikasının benimsenmesiyle birlikte daha kötü bir hal almıştır. Sırplar mezhep değiştirmeye yani Ortodoksluk’tan Katoliklik’e dönmeye zorlanmıştır. Olanlar olmuştur, olmayanlar ise öldürülmüştür. Hırvatistan’da Ustaşa rejimi oluşturulurken Sırbistan’da ise Albay Mihailovich ve küçük bir grup Sırp görevlisi dağlara çıkarak bir direniş merkezi oluşturmuşlardır. Yugoslav ordusu bunu Çetnik olarak adlandırmıştır. Çetnikler hem Hırvat hem de komünizm karşıtı olmuşlardır. Yugoslav Komünist partisi genel sekreteri Josip Broz Tito önderliğinde ise Partizanlar örgütlenmiştir.
Savaşın sonuna doğru komünizm Balkan ülkelerinde mutlak hakimiyet sağlamaya başlamıştır. İlk hakimiyet ise Yugoslavya ve Arnavutluk’ta kazanılmıştır. Yani Partizanların askeri üstünlük kurduğu bölgelerde.
II. Dünya Savaşı sonrası Doğu Avrupa’da Sovyetler’den sonra en güçlü devlet Yugoslavya olmuştur. Moskova ile yakın ilişkiler içinde olan devrimci bir rejim iş başındadır. Ancak bu durum çok uzun sürmemiştir. Çünkü bağımsız Yugoslav tutumu, gerek iç gerekse dış meselelerle ilgili her harekette Sovyetler’e danışma gereği duymak istememiştir. Bunun sonucunda Sovyet-Yugoslav ayrılık krizi 1948’lerde baş göstermiş ve böylece Yugoslavya KOMİNFORM’dan çıkartılmıştır. Komünist devletler ve Kominform gazetesi Tito’yu “cani Tito hizbi, adi vatan haini, proleterya enternasyonalizme hainlik edenler” şeklinde değerlendirmiş ve halka yansıtmıştır. Bütün bunların sonucunda Yugoslavya yalnızlığa itilmiş, komşuları tarafından dışlanmış, COMECON üyeleri ticari ilişkileri kesmiştir. Yugoslavya bu yalnızlığından kurtulmak için 1953’te Türkiye ve Yunanistan ile dostluk anlaşması imzalamıştır.
Bu dönemde Almanya ve İtalya bozguna uğramış, Fransa ve İngiltere ise büyük güç kaybetmiş, Sovyetler ve Amerika ise iki büyük güç olarak en iyi olmanın mücadelesi içerisine girmiştir. Bu iki büyük güç savaştan sonra liderlerin seçimi ya da aday gösterilmesi de dahil olmak üzere devletlerdeki hükümet şekillerini belirlemeye kadar çok önemli alanlarda etkilerini göstermişlerdir. İlk olarak İngiltere sonrasında ise Amerika Birleşik Devletleri, Yunan siyasetinde üstün bir yere sahip olmuştur. Sovyetler Birliği ise en azından başlangıçta diğer devletlerde özel bir yere sahip olmuşsa da 1948 yılından sonra sadece Bulgaristan, Romanya ve 1960’lı yıllara kadar da Arnavutluk üzerinden doğrudan kontrol sağlamıştır.
Yunanistan İç Savaşı’nın sona ermesinden ve Yugoslavya’nın Sovyetler ile ilgili olan ilişkilerinin istikrara kavuşmasından sonra, Balkan Yarımadası uluslararası çekişmelerin temel ilgi odağı olmaktan çıkmıştır. Dünya’nın ilgisi Asya ve Afrika’daki önceki sömürge alanlarına çevrilmiş ve oraların kontrol edilmesi için mücadelelere başlanmıştır. Avrupa’daki en önemli mesele ise Alman sorunu ve komünist devletleri ilgilendirdiği şekliyle Sovyetlerin Macaristan ve Çekoslovakya’ya mücadelesi olmuştur.
Balkan uluslarının uluslararası konumlarındaki kaymadan daha da önemli olan, savaş sonrası dönemde iç politikada meydana gelen köklü değişikliklerdir. Bu değişiklikleri Balkanlar’da yaşayan bireylerin günlük yaşantısında meydana gelen değişiklikler şeklinde izlemiştir. Büyük savaşlar ile geçmişteki devrimler yerel düzeyde çok fazla maddi kayba ve birçok insanın hayatını kaybetmesine neden olmuştur. Yarımadada iç ve denizaşırı göçler nüfus hareketlilikleri yaşatmıştır.

Kahramanlar/Devletler
Hiç şüphesiz ki bu kitapta da yer aldığı gibi Balkanlar deyince akla büyük güçler ve siyaset adamları gelir. Bu güçlerin ve etkili karakterlerin önde gelenleri ise Habsburg İmparatorluğu hanedanlarından Avusturya-Macaristan -ki bu hanedan Balkan ülkelerinde hep bir egemenlik kurma eğiliminde olmuştur- savaş sonunda parçalanmıştır. Kitabın başlangıcında da yer verildiği gibi dönemin Osmanlı padişahı Sultan II. Abdülhamid’in Balkanlar için önemi büyüktür. Şöyle ki; Abdülhamid, dış politika anlayışında hiçbir zaman Batı düşmanı bir imaj oluşturmamış, anti-emperyalizm gibi içi boş sloganlar kullanmamıştır. Batılı devletlere karşı kullanabileceği bütün kozları kullanmaya gayret göstermiş, değişik alternatifler aramış, ıslahatlara girişmiştir Jöntürklerin engellerine rağmen. Sovyetler Birliği özellikle Bulgaristan ve Arnavutluk’un yardımıyla Yugoslavya Federasyonu’nun kurulmasına engel olmuştur ki burada da önemli Sovyet Josef siyaset adamı Stalin ve Yugoslavya lideri Jossip Broz Tito ön plana çıkmaktadır. Karadeniz ve Akdeniz’in bir parçası olan Balkan yarımadası, Rusya’yı Avrupa’ya bağladığı gibi aynı zamanda, Rusya’nın en önemli dünya ticaret noktalarına çıkışını sağlamaktadır. Böylece Rusya’nın Balkanlar’a olan ilgisine hem jeostratejik ve jeopolitik açıdan bakmamız mümkündür. Asırlardır kopmadan devam eden ilişkilerin altında ülkelerin kültürel ve dini yakınlığının önemi de büyüktür. SSCB ve Stalin rejimi ile Tito arasındaki anlaşmazlıklara rağmen, Tito önderliğinde kurulan sosyalist sistem ilk dönemlerde Stalin uygulamalarına göre kurulmuştur. Fakat kısa bir süre sonra Yugoslav modeli sosyalizm daha çok öne çıkartılmaya başlamıştır. Tito, giderek Stalin’den uzaklaşmaya ve kendine özgü sosyalizm modelini kurma çabasına girmiştir. Alman işgali sırasında Moskova’ya yaptığı yardım taleplerinin karşılıksız bırakılması ve SSCB’den yardım almadan kendi imkânlarıyla işgalden kurtulması Tito’yu doğal olarak SSCB’den uzak durmaya teşvik etmiştir. Burada daha bahsedilecek kişi ve devletler olmasına rağmen uzatmamam gerektiğini düşünerek son olarak Papandreu’dan söz etmek istiyorum; 1959’da, Yunanistan Başbakanı Konstantin Karamanlis’in Ekonomik Kalkınma ve Araştırma Programı’nın başına geçmek için davet etmesi üzerine ABD’den ülkesine dönmüştür. 1967’de gerçekleşen Albaylar Darbesi’ni hazırlayan etmenlerden biri olmuştur. Bu askeri darbenin ardından tutuklanan Papandreu’nun, 8 ay hapis yattıktan sonra ABD yönetiminin en üst düzeyde baskısı sonucu, ülkesini terk etmesine izin verilmiştir.

Görüşlerim
Eserin Balkan Tarihi’ni gerçek kapsamıyla anlayabilmek için birebir ilaç gibi bir yapıt olduğunu düşünüyorum. Zaten Barbara Jelavich, Amerika’da önde gelen Balkan Tarihi araştırmalarının önde gelen isimlerinden olduğu için kitaba oldukça sempatiyle başladım ki başladıktan sonra bu kanımın olaylar örgüsüyle, kronolojik anlatımıyla, gerçeklikleri anlatış tarzıyla, düzen ve intizamıyla desteklendiğinin hemen farkına vardım. Elbette ki bu kitabı okumadan önce az da olsa Balkan Tarihi ile ilgili bir bilgi birikimine sahip olunarak başlanması gerektiği düşüncesindeyim. Zira içeriğinde olayların başlangıç ya da gelişimini anlamanız bahsedilen ulus ya da devletten bir bilgi sahibi olmamıza bağlıdır. Ancak o zaman bu kitabın ne kadar değerli bir şaheser olduğunu anlayabiliriz. Umuyorum ki herkes bir şekilde bu eserden haberdar olur ve Balkanlarda yaşanan kirli oyunların, sinsi planların, politikaların, siyasaların az da olsa farkına varırak devamında daha yeni araştırmalar yapabilmek için bu alanda farklı eserleri de beynine kazandırabilmek için bir atılımda bulunur.

TUİÇ BALKAM Stajyeri Nimet CEYLAN

Gaziantepli Yahudiler

İlk Arap coğrafyacılarının eserinde günümüz Gaziantep şehrindeki ilk yerleşim merkezi olarak bilinen ve günümüzde de halen kendi adıyla var olan Düllük adı, sürekli olarak geçmesine rağmen, Antep (Ayıntap) adı Araplar tarafından bu yöreye verildiği söylenebilir. Suyunun güzelliğinden dolayı Arapça’da parlak pınar anlamına gelen Ayıntap (Ayıntab), Cumhuriyet dönemine kadar bu isimle bilinirdi. Günümüzdeki Gaziantep, Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde “Arabistan’nın Gelinciği” olarak betimlediği Ayıntab’ ın 12 km güneyinde kurulmuştur. Türkiye’nin güneydoğusunda bulunan ve bu bölgeyi ekonomik yönden canlandıran Gaziantep şehri geçmişten günümüze birçok dini, milleti ve kültürü içinde barındırmıştır. Kurtuluş savaşında Ermeniler’in aksine Türkler ile beraber Fransızlara karşı savaşan Yahudiler de bunlardandır.

Hangi tarihte ve nereden geldikleri hakkında herhangi bir somut delil olmayan Gaziantepli Yahudilerin sayısının 1904 yılı nufus sayımlarına bakıldığında 759 olduğu görülmektedir. Tüccarlık, terzilik ve gıda işleriyle uğraşan Yahudiler, yerli halkla çok iyi anlaşırlardı. Öyle ki, her iki tarfın dini bayramlarında ziyaretler yapılır ve bu merasimlere saygı duyulurdu. Örneğin, Şabat (Yahudiler için kutsal gün olan Cumartesi günü) günü Yahudilerin ateş yakması, araba kullanması ve ışık yakması dinleri gereği yasaktı. Ateş yakamadıkları için Müslümanlardan yardım isterlerdi. Müslümanlar bunu insani bir görev olarak görürlerdi ve ellerinden geldiği kadar yardım ederlerdi. Ancak 1970’li yılların sonlarına gelindiğinde bu atmosfer kayboldu ve burda yaşayan Yahudiler güvende olmadıklarını düşününce İstanbul ve İsrail’e göç ettiler. Kendi aralarında genelde Arapça konuşlumasına rağmen herkes Türkçe’yi
akıcı bir şekilde bilen Yahudiler, evde tüm aile bireyleri birlikte yaşarlardı. Ancak bu aileler ataerkil yapıya sahiptiler. Erkekler sabah erkenden sinagoga oradan da işe giderlerdi. Kadınlar ise çok yoğun bir şekilde ev işleriyle meşgul olurlardı. Erkek çocukları günlerini sokakta oyun oynayarak geçirirken, kız çocukları annelerine ev işlerinde yardım ederlerdi. Hafta içi günler sıradan geçmesine rağmen, Cuma gecesi bayram arefesi gibi geçer ve Şabat günü için yemekler hazırlanır, mumlar yakılırdı. Cumartesi günleri ise sabah erkenden erkekler sinagoga gider, ibadetlerini tamamlayıp eve gelirlerdi. Eve gelince kadınlar tarafından kurulan sofralara oturulurdu.

Kaşerut kurallarına dikkat eden Yahudiler dışarıdan çok şey almazlardı. Et, tavuk gibi ürünler Şohet tarafından kesilir ve damgalanırdı. Fırıncılar dahi gönderilen yemeklerde bu hususlara dikkat ederlerdi. Pesah bayramında bütün hazırlıklar yapılır, herkes ihtiyacı kadar buğdayı alıp evine götürür ve değirmende öğütürdü. Elde ettikleri unla Matza(mayasız ekmek) yaparlardı. Yaptıkları bu ekmekleri Müslüman komşularına ikram etmeyi ihmal etmezlerdi. Müslümanlar da Yahudiler et ve süt ürünlerini art arda tüketemedikleri için Pesah’tan sonra baklava gönderirlerdi. Kipur’da ise arefeden önceki Selihot sabahı tavuk ve horoz kesilirdi. Kadınlar için tavuk, erkekler için horoz ve hamileler için ise iki tavuk bir horoz kesilirdi. Kesilen bu hayvanlar dine uygun şekilde temizlenir, yeşil Antep ve zeytinyağlı defne sabunuyla yıkanırdı. Bu hayvanlar fakir ailelere dağıtılır, kalanlar ise akşam sofrada yerlerini alırlardı.
Gaziantep’te şehir merkezinde Düğmeci Mahallesi’nde bulunan bir tane sinagog vardır. Yahudiler’in bu kenti terketmesiyle harabeye dönüşen sinagog yapılan restorasyon çalışmaları sonrası tekrar ayağa kaldırılmıştır. Dini bakımdan Halep Hahambaşılığı’na bağlı olan Antep Yahudileri dini ibadetlerini bu havrada yaparlardı. Aynı zamanda Yahudi erkek çocuklarının 3 yaşından itibaren bu sinagogun avlusunda bulunan Talmud Toraya devam etmesi geleneksel olarak mecburiydi. Kızlar okula gönderilmezken erkekler ilkokulu bitirdikten sonra lise eğitimlerini de alırlardı. Ama yine de yüksek tahsillerini tamamlayamıyorlardı. Çünkü Gaziantep’te üniversite olmadığı için aileler çocuklarını şehir dışına gönderme taraftarı değillerdi.

Gaziantepli Yahudilerin Türklere Fransız işgali sırasında yardımları dokunmuştur. M.Oğuz Göğüş o günü şöyle anlatıyor: Yahudilere sorardık: -Siz harp edemezsiniz. Niye kaçmadınız? Dediğimiz zaman bize şu yanıtı verirlerdi: – Biz de ölülerinizi taşırız. Halbu ki savaş esnasında Türkler’e çok yardımları oldu, hatta cephelere gidenleri ve ölenleri de olmuştur (M.Oğuz Göğüş, İlk İnsanlardan Bugüne Çeşitli Yönleri ile Gaziantep, Cihan Ofset).

İkinci Dünya Savaşı’na gelindiğinde ise Gaziantep Yahudileri bundan çok etkilenmediler. Avrupa’dan Hitler’in zulmünden kaçıp Filistin’e ulaşmak isteyen Yahudiler, devlet bilgisi dahilinde Gaziantep’e geliyorlar oradan da Halep’e gönderiliyorlardı. 1970’li yıllara gelindiğinde sağ-sol ayrımcılığı ortaya çıktı. Ne yazık ki bundan Yahudiler çok kötü bir şekilde etkilendiler. Tacizler, tehditler, Yahudi dükkanlarına saldırılar ve kaçırılma gibi olaylar ortaya çıkınca burada bulunan Yahudiler’de tedirginlik başladı ve bunun neticesinde de göçler oldu.

Mehmet Fatih Akbaş

Kaynakça

“Gaziantep Yahuileri” – Naim Avigdor Güleryüz
http://blog.milliyet.com.tr/gaziantep-yahudileri/Blog/?
http://www.gaziantep.gov.tr/ilimizin-tarihcesi
http://www.gantep.edu.tr/static2/?static_ID=20256197
http://www.gaziantepturizm.gov.tr/TR,52366/havra.html
http://www.salom.com.tr/haber-84805-bir_zamanlar_gaziantepte_.html

TUİÇ Biga Cuma Söyleşileri Başladı!

Biga; Çanakkale ilinin kendi adıyla anılan yarımadada kurulmuş, merkeze 90 km uzaklıkta, nüfus bakımından Çanakkale’nin en büyük ilçesidir. Biga, Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmaları Derneğinin (TUİÇ) ilk temellerinin atıldığı yerdir. Uluslararası İlişkiler Topluluğu (UİT) olarak başlayan TUİÇ serüveninin ilk heyecanları burada başlamıştır.
TUİÇ’in kurulduğu günden bu yana yanında olan ve hala da yanında olmaya devam eden Doç. Dr. Mehmet Bülent Uludağ hocamızın UİT’in danışmanlığını yaptığı dönemde, Biga’da öğrencisi Burak Yalım ve arkadaşları ile gerçekleştirmiş olduğu Çarşamba Sohbetlerini tekrar canlandırmak isteyen bizler bu isteğimizi 25 Mart Cuma günü Doç.Dr.Mehmet Bülent Uludağ hocamıza bildirdik.
Her hafta İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi’nden Biga’daki biz öğrencilerine ders verebilmek için Perşembe gününden Biga’ya gelen ve üniversitedeki kendi odasında uyuyan, cuma günü de derse giren hocamız bizleri kırmayıp Cuma günleri 21.00-23.00 saatleri arasında bunun için bizlere zaman ayırabileceğini belirtti.
Ekibimiz, TUİÇ Çanakkale 18 Mart Üniversite Temsilcileri ve Uluslararası İlişkiler Topluluğu bünyesinde bulunan, Şeyda Öcal, Abdullah Aksoy, Esra Yılmaz, Samet Ersan, Tugay Türkoğlu, Yusuf Akkuş, Aygül Aktaş, Semih Erol, Kübra Doğruyol, Sefa Saygın arkadaşlarımızdan oluşmaktadır.
TUİÇ Biga Cuma Söyleşilerinin amacı; ulusal ve uluslararası gündem, edebiyat, sanat üzerine söyleşilerin gerçekleşebileceği ve geleceğin emanetçisi olan biz gençlerin, büyüklerimizin bilgi birikiminden ve tecrübelerinden yararlanabileceği okul ortamından uzak sıcak bir ortam oluşturmaktır.
TUİÇ Biga Ekibi olarak, TUİÇ Biga Cuma Söyleşileri’nin ilkini bu hafta 1 Nisan Cuma günü, belirlenen saatte “Türkiye’de Anayasa ve Sistem Tartışmaları” konusu üzerine değerli hocamız Doç. Dr. Mehmet Bülent Uludağ ve diğer değerli katılımcılarımızın eşliğinde Biga Halim Bey Konağında gerçekleştirdik.
Gerçekleştirilen görüşme, Türkiye’de tartışılan anayasa ve sistem konuları üzerine kapsamlı bir söyleşi oldu. Söyleşide cevap aranan sorular başlıca şu şekildeydi; “Yeni bir anayasa nasıl yapılmalıdır? Yeni anayasa için neler gereklidir? Yeni anayasayı kimler yapmalıdır? Başkanlık sistemi gerekli midir? Başkanlık sistemi nasıl olmalıdır? Başkanlık sistemi neleri değiştirecek?”


Daha önce de belirtildiği gibi, her hafta cuma günleri bizlere ders vermek için İzmir’den Biga’ya gelen ve bu gününün tamamında bize bilgi birikimini ve tecrübesini aktarmaya çalışan, bizlerle ilgilenen, sorunlarımızı dinleyen değerli Doç. Dr. Mehmet Bülent Uludağ hocamıza ve diğer değerli katılımcılarımıza, katılımlarından ve ilgilerinden dolayı teşekkür ederiz.

Mehmet Nizam
TUİÇ BALKAM Koordinatörü

Yahudi Kültürü Çerçevesinde Platon Öğretisi İncelemesi: Tevratın Ruh’u Platon’da Can Bulursa

TEVRAT’IN “RUH”U PLATON’DA “CAN” BULURSA

GİRİŞ

Her ne kadar asimile olmamış ve asimile edilememiş diye tasvir edilse de hala diri olan Yahudi kültürü ile yeryüzünde varolagelmiş felsefi akımların karşılıklı olarak beslendikleri, birbirlerini etkiledikleri ve birbirlerinden etkilendikleri bir gerçektir. Makalede Platon’un Yahudi Kültüründen ne ölçüde yararlandığı açıklanmaya çalışılmıştır. Bu açıklama için Platon’un Devlet adlı eseri dahil olmak üzere, Platon öğretisini anlatan ve yorumlayan birçok kaynaktan faydalanılmıştır.

Platon’u anlamak için onu yorumlayan kaynaklar yerine, öncelik Platon’dan bize kalan eserlere verilmiştir. Yahudi Kültürü ile ilgili bilgilere ise Yahudi öğretilerine yer veren Eski Ahit (Torah, Neviim, Ketuvim), Zohar gibi çeşitli eserler yardımıyla ulaşılmıştır. Ezoterik nitelikteki ve inisiyasyon yani aşırı disiplin ve kontrol altında tutma yoluyla bireylerin eğitimine dayalı Kabala öğretisine sıkça başvurulmuştur. Kabala öğretisi derin bilgileri içerir ve disiplin içinde sıkı denetim altında bu bilgileri öğretir. Zohar ise söz konusu öğretinin en önemli eserlerinden biridir. Kelime anlamı ihtişamdır. Tevrat’ın mistik yorumunu içerir. Makalede konuyu belirten, kelimelerin etimolojisini açıklayan, sonrasında söz konusu iki unsuru kısaca tanıtıp bir çerçeve çizen, konuyu desteklemek için tarihe dayandıran, Platon’a göre açıklayan, Yahudi öğretilerine göre açıklayan, ardından ilişkilendiren belli bir zincir vardır. Arada iki unsurun farklılıklarına değinilmiş olsa da Yahudi öğretilerinin Platon’a kaynak olduğunu göstermek üzere tek yönlü benzerlikler üzerinde durulmuştur.

TARİHİ DAYANAK

MÖ. 332’de Büyük İskender, Yahudilerin yerleşim alanları da dahil olmak üzere yeryüzünün büyük bir kısmına hakim olur. İskender askeri bir dehadır ve 33 yaşında ateşlenip ölmeden önce Asya ve Ortadoğu’nun neredeyse tümünü fetheder, bütün Pers İmparatorluğu’nu parçalar ve her yere Helen kültürünü götürür. Pers İmparatorluğu ve yanında Yisrael’in de işgali MÖ.312’ye denk gelmektedir. Yahudi kaynaklarına göre; kutsal yer Bet-Amikdaş’ı yıkmak isteyen İskender, bir Yahudi bilgeyi görünce derinden sarsılır ve yıkmaz [Bu kısımdaki ‘derinden sarsılma’ mistik bir açıklamadır. Ama tarihin de defalarca şahit olduğu gibi, Yahudilerin ekonomi taşını oynamış olma ihtimali de vardır.]. Ardından Büyük İskender; Yahudi yerleşimcilerin haklarını, dinlerini, kültürlerini muhafaza etmelerine karışmaz. Helen dünyasında pek benzeri olmasa da, Yahudiler 165 yıl belirgin olarak gelişirler.

Bu kısa tarihi bilgi içeren kesitten varmak istediğim noktaya gelince, Yahudiler Helen kültürü tarafında asimile edilememişlerdir. Bununla da kalmayıp Yahudi kültürü devasa etki kapasitesiyle Yunan kültürünün karşısına dikilmiştir. Doğal olarak yunan kültürü ve düşünürleri İskender döneminin öncesinde başlayarak Yahudi öğretilerinden özellikle de Eski Ahit’ten etkilenmişler ve yararlanmışlardır. Her ne kadar bu etki bir tehdit olarak algılanıp İskender döneminde iki tarafı savaşa sürüklediyse de öğretilerin beslenip gelişmesini sağlamıştır. Hatta İskenderiyeli Yahudi filozof Philon Yahudi öğretilerini Yunan düşüncesi ile açıklamaya çalışmıştır.

TEVRAT’IN KISA BİR TANITIMI

Tevrat yazanlara göre, insan yeryüzünün tümüne egemen olsun diye yaratıldı. Rab onları verimli olsunlar, yeryüzünü doldursunlar ve denetim altına alsınlar diye erkek ve dişi olarak yarattı. Tanrı Adem’i Aden’de yarattığı bahçeye koydu. Bahçenin ortasında yaşam ağacı ile iyiyle kötüyü bilme ağacı vardı. Adem İbrani diline ‘iş’ diye geçmiştir. Kadın ise işten türeyip ‘işşa’ adını almaktadır. Kadın, erkekten türemiştir. Esas olan erkektir. Erkek yönetir karar verir. Kadın ise geri kalan işleri yapar. Platonda da bu böyledir. Kadına ve gelişimine verilen önem gelecek neslin güçlü, kuvvetli, sağlıklı olması içindir. Yani her iki öğretide de Kadın üreme göreviyle birebir tutulmuştur. Kadına kadın olduğu için değil, doğurma yetisinden dolayı önem atfedilmiştir.

KONUYA İLİŞKİN İBRANİ KELİMELERİN AÇIKLAMASI

Eski Ahit’in İbrani dilindeki halinde anlamları hakkında tam bir karara varılmamış ve ayrılıklar yaratmış olan birçok kelime vardır. Burada ele alınacak kelimelerden biri Nephes biri de Roah’dır. Bu kelimelerin anlamlandırılması konusunda en net açıklama Joel Green’de görülmektedir. Green’in açıklamasına göre “ Nephes”, ayrı bir cevher manasında ruh olarak kullanılsa da yaşam, kişi, nefes, insanın özü, benlik, istek gibi anlamlara da sahiptir. “Roah” kelimesi ise; rüzgar, nefes, idrak ve iradenin bulunduğu yer, tabiat, can gibi anlamlara sahip olsa da insanın yaşayan halini belirtmek için kullanılır. Fikir ayrılıklarına sebep olan bir diğer kelime ise Yunancadaki “psyche” dir. Bu kelimenin de içbenlik, yaşam ,kişi gibi birçok anlamı vardır.

PLATON KİMDİR?

Platon
Platon

Asıl adı Aristokles olan Platon, siyaset felsefesinin kurucusudur. İsa’dan önce 427-347 yılları arasında yaşadığı düşünülmektedir. En soylu ailelerden birine mensup olup her alanda kendini yetkinleştirme imkânına sahip olmuştur. Ona göre toplumsal sorunların çözümü felsefeyle mümkün olacaktır. Akabinde, yapılması gereken ise akıl yoluyla tümel olanı yani Varlık’ı, iyiyi, doğruyu kavramak ve yaşamı buna göre şekillendirmektir. Bu yolla siyaset, değişimden etkilenmeyecek ve idealara koşullu olacaktır.

TAHLİL

İdea, us yoluyla kavranabilecek en üst aşamadır. Değişmez, özdür. Bilen insanın dışında yer alır, onun haricinde varolan bir gerçekliktir. İdealizm ise gerçeğin özünü cisimler dünyasında değil, maddi olmayan dünyada arayan yaklaşımdır. Burada görüldüğü üzere Platon 2 evrenden bahsetmektedir ve tek örneği bu değildir.

Platonik yöntemde kişi bilgisizliğinin farkına varır. Böylece ruhun arındırılması ve usun harekete geçmesi için bir kapı aralanır. Us ile ruh İdea’ya yönlenir. İdeayı gören insan evrensel söylemin sahibi olur. Varlığın seyrine yani idealar alemine çıkan ussal insan geriye yeryüzü alemine inecektir. Akıl yeryüzüne dönünce, idealar evreninde gördüğü düzeni burada da kurup 2 evren arasındaki çelişkiyi ortadan kaldıracaktır. Bu yöntemde de gördüğümüz gibi Platon iki ayrı alemden bahsetmiştir.

Tevrat’a göre; Ruh, ölüm bedeni işlevsiz kıldığında dahi var olan kısımdır. İnsan varlığının maddesel olmayan tarafı yani özüdür. Tevrat’ta Ruh’ un işleyişine değinilen bölüm ilk kitap olan Tekvin ile başlar. Rab, topraktan Adem’i yaratıp burnuna hayat nefesi üflediğinde Adem can bulur. Buradaki can ruhtur. Tora bunu sistematik olarak tanımlamasa da haham öğretileri konu hakkındaki çeşitli fikirler sunmaktadır. Klasik haham öğretimine göre ruh: bireyin heyecan, arzu ve düşünce kısmını oluşturur.

Kabala öğretisinin Zohar kitabına göre ruhun 3 unsuru vardır. Nephesh: Ölebilir, hisseder, yaşar. Fiziksel ve psikolojik özüdür. Ruach: Akıl ve mantığı yönetir. İyi ile kötüyü ayırt eder. Neshamah: Ruhun en yüksek kısmıdır. İnsanı diğer canlılardan ayırır. Ve Neshamah, ölüm gerçekleştikten sonra Platon’un belirttiği idealar dünyasına yani kaynağa döner. Zohar’dan çözümlenen bu kısım Platon’u 3 kolda doğrular. Birincisi, 2 evrenden söz etmesi ve bu 2 evrende de baki olanın ruh oluşudur. İkincisi, Platon’un dediği gibi doğal olan ilk olan değil son olandır ve bu neticede de Neshemah, idealar dünyasına döner çünkü burası kaynağıdır. Üçüncüsü ise, Ruh’ un 3 unsuru ile ilgilidir. Bunu idea ile ruh ilişkisi kurarak açıklamak en iyisi olacaktır.

İdealar ile insan arasındaki bağlantıyı ruh sağlamaktadır. İnsan ruhu hayatının bir kısmında ideaları görür ve doğumla unutur. Evrendeki mutlak düalizm doğumda da kendini gösterir. Buna göre doğum hem unutuluş hem de anımsamanın başlangıcıdır. Bu durumda öğrenme aslında bildiklerini hatırlama eylemidir. Ruha gelince, Zohar’da anlatıldığı gibi Platon’ a göre de Ruh 3 ayrı bölümden oluşur. Nephesh ile bağdaşan ve maddi arzuların olduğu iştahsal bölüm, Ruach’ın karşılığı olan ve soylu arzuların yer aldığı yürekli bölüm, son olarak da Neshemah ile benzeşen ve insanın tanrısal tarafını oluşturan ussal bölüm.

Platon’un kanatlı araba mitosunda açıkça görülmektedir ki: Arabacı, akılsal kısım; Yağız ve kötü at, maddi istekler kısmı; beyaz at, ruhun yürekli kısmını simgeler. Şimdi bu simgeleme yöntemini derinlemesine inceleyelim. Öncelikle insan ruhunun 3 bölümden oluşması “ her insan ruha sahiptir dolayısıyla eşittir” düşüncesini baştan saf dışı bırakır çünkü bölümler arası baskınlık farkı eşitsizliğin garantisidir. Tüm bunlardan yola çıkarsak eşitsizlik ruha bağlı kılınmış dolayısıyla kalıtım ve soy ile ilişkilendirilip doğallaştırılmıştır. Soya dayalı üstünlük söylemlerine gerek Rab’ın kullarına verdiği sözlerde “senin soyundan sultanlar doğacak…” şeklinde gerekse kullarına verdiği cezalar ile Tevrat’ta da rastlamaktayız.

Nuh soyunda var olup Ariler ve İbraniler‘de de devam eden ırkları dışında evlilik yapmama âdeti, Hindistan’ da kast sistemine dönüşmüştür. Bununla beraber Hitler’ in de temel hedeflerinden biri olan saf Alman ırkı hayali ile de bu ırk saflığı 2. Dünya Savaşı sonrası kilit bir konu olmuştur. Ek olarak, Platon’a göre reenkarne olup farklı bedenleri deneyimleyen ruh kendini çeşitlendirir. Yani her ruh melez ırktır.

Us’a gelince, tek kıstas olmasa da ideanın bilgisine ulaşmada ancak ussal kısmı baskın olanların meziyeti olacaktır. Bununla birlikte, us ruhun diğer bölümlerini denetim altına almalı ve nesneler dünyasının baştan çıkarıcılığına karşı koyup insan ruhunu kurtarmalıdır. Çünkü us, ruhun tanrısal kısmıdır. Kurtarabilirse ancak o kurtarabilir. Bir diğeri ise yürekli bölümdür. Soylu istekleri barındırır. İşte tam da bu nedenle beyaz at ile simgelenir ve içinde saflığı, ulaşılmazlığı barındırır. Aynı zamanda yetişkin bir beyaz at, asil ve saf beyaz annesinden kapkara bir tay olarak doğar. Acaba Platon bunu bilerek mi soylu istekleri beyaz at ile simgelemiştir diye bir soru sormak gerekir. Eğer öyleyse soylu isteklerin ya öncesinde ya arka planında ya da kaynağında karanlık, maddi, soylu olmayan birtakım unsurlar aramamız gerekir. Bu bilgilerin ışığında, atın rengi ata rağmen değişmiştir ama atlara at denmesinin ardındaki neden değişmemiştir.

Açıkça belirtildiği gibi, soylu ya da maddi, değişmeyen şeyin istemek olduğudur. İstemek, ussun görevine yardımcı/engel iken her an görevin engeline/ yardımcısına dönüşebilir. Bu da her hâlükârda değişebilen bir şey olduğundan ötürü; usa, kutsala, Tanrısal olana dolayısıyla Tanrı’ya aykırıdır. Burada Yahudi öğretisinde sıkça karşılaşılan çilecilik benzeri eğitim öğretim metotları sözü devralır. Esas olan ruhtur. Ruh tanrısal kısmı olan us ile bedeni denetim altına almalı, yönlendirmelidir. Bunu gerçekleştirmek ise bedenin arzularına olabildiğince karşı gelmekten ve çeşitli yollarla iştahsal kısmı yani Nephesh’i terbiye etmekten geçer. Bu çeşitli yollar bir tür çilecilik ile sıkı denetimi, disiplinli çalışmayı, bedene eziyeti, her türlü açlıkla terbiyeyi, acıyı da beraberinde getirmelidir ki Nephesh, Neshemah tarafından hâkimiyet altına alınabilsin.

Felsefenin merkezi Platon düşüncesine göre insandır. Burada Platon bir adım daha atar ve iyi bir siyasal örgütlenmeyi iyi bir insana bağlı kılarak, iyi toplumun özünü işaret eder. İyi toplum, iyi ahlakın yegâne şartıdır. Yani öncelikle iyi toplumun inşa edilmesi gerekir. Bunun için ise iyinin bilgisi lazımdır. Hocası Sokrates’in sessiz kaldığı bu noktada Platon devralır ve iyinin, iyi bir toplumun, iyi bir devletin bilgisinin peşine düşer. Devlet yapıtı ile tüm bunların birer örneğini sunar. Ütopyacı düşünceye kılavuzluk edecek bu tutum, ne olduğunu sorgularken, ne olması gerektiğini de ortaya koymaya çabalamaktadır.

Tevrat
Tevrat

Burada sözü Tevrat’a vermek gerekir. Yaratılış kısmında yazılanlara göre, Nuh Tufanı’ndan sonra, dünyadaki insanların tümü için tek bir dil varmış. Herkes o dilin sözcükleriyle konuşurmuş. Bu insanlar tek bir halk olmuşlar. Kendilerine kent kurmak istemişler. Bir de göğe uzanan bir kule inşa edip ün salarak, yeryüzüne dağılmalarını engellemeyi amaç edinmişler. Rab bunu fark edince onların dillerini karıştırıp kentin yapımını durdurmuş ve onları yeryüzüne dağıtmış. Burada bir topluluğun gerçek bir toplum olup amacına ulaşması için; iyi bir iletişim sağlamak için tek bir dil, tek bir halk ve ortak bir amaca sahip olmak şart gösterilmiştir. Bu da Platon’un yukarıda açıklanan iyi toplum inşası ile örtüşmektedir.

Bir diğer benzerlik ise Platon’un Atlantis’i ile Tevrat’taki Nuh Tufan’ı öncesi anlatılan dünyanın arasında görülmektedir. Atlantis’in ilk krallarından olan Atlas Yapetos’un oğludur. Yapetos aslında Nuh’ un 3 oğlundan biri olan Yafet ile aynı kişi olabilir. Tevrat yorumcularına göre Avrupalıların ve Türklerin atasıdır. Efsaneye göre Hesperos, yıldızları astronom olan babası Atlas gibi gözlemleyebilmek için Atlas dağına tırmanmış, rüzgâr onu göğe yükseltmiş. Bu bakımdan da Tevrat’ta anlatılan Enok ile Hesperos benzerler.

Milattan sonraki dönemde, Platon felsefesi çağın dinsel görüşlerine daha uygun olduğu için öne çıkmıştır. Beklendiği gibi, Avrupa, Bizans ve hatta İslam aleminde din adamları Platoncu görüşlerin safında durmuşlardır.

Buna karşın, İbn-ü Rüşt gibi Aristotelesçi, metafiziktense fiziği yani mantığı öne çıkaran yaklaşımlar sergileyen düşünürleri sapkın saymışlardır. Aristotelesçi öğretinin özümsemesi olan Skolastik felsefeye ise din adamları tarafından yıllarca karşı koyulmuştur. Platon, hocası Sokrates ve sofistler gibi mutlak ve değişmeyen olanı elde etmek için çabalardı.
Platona göre gerçek bilginin kaynağı duyumlar dünyası olan dünyanın dışında, idealar dünyasındaydı ve Platon İdea kavramını bölünmez, değişmez, öncesiz ve sonrasız, kendi kendine eşit ve hep aynı kalan bilgi olarak ele almaktadır. İdeaları insan doğuştan biliyordu. İdeanın bilgisi, insanda eskiden varolduğuna göre bu mutlak bilgiyi öğrenmek, bilinen bir şeyi hatırlamaktır. İnsanoğlunun ölümsüz ruhu, beden değiştirerek Tanrı’ya ulaşmayı çabalıyordu. Bu ölümsüz ruhun aradığı mutlak ve değişmez doğrular ile ruh mutlaka bir yerlerde karşılaşmıştı ki işte bu yüzden idea insanda mutlak varolmaktaydı. Bu ruh, Tevrattaki Tanrı’nın kutsal ruhu ile aynıdır.

Bunu Tevrat’ta geçen bir olayla açıklamak için Samson’un başına gelenlere bakmak gerekir. Çok güçlü bir aslan Samson’a saldırdığında ve Filistinliler Samson’u esir aldığında, Tanrı’nın kutsal ruhunun gücü ile kurtulabilmiştir. Bu kutsal ruhun yani ölümsüz ruhun mahiyeti Yaratılış’ın ilk cümlelerinden itibaren kendini göstermeye başlamıştır: “ Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın ruhu suların üzerinde hareket ediyordu. Tanrı ‘Işık olsun’ dedi ışık oldu…”(Tevrat, Yaratılış syf:1)

SONUÇ

Neticede, Yahudi öğretileri ile Platon’un felsefesi arasındaki benzerlikler açıkça belirtilmiştir. Bu benzerlikler bu kadarla sınırlı değildir. Makalede konuyu sınırlı tutma kaygısı, söz konusu dönem dersinde öğrenilen bilgileri kullanmaktır. Konu bu şekilde sınırlı tutularak derinlemesine inceleme fırsatı yakalanmıştır.

Beyza ALABAY

KAYNAKÇA:

KİTAP:

Tevrat: Tora, Neviim, Ketuvim
Devlet-Platon
Zohar-Kabala Öğretisi
Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyasal Düşünceler. Sokrates’ten Jakobenlere Yazar: Mehmet Ali Ağaoğulları. Yayınevi : İletişim Yayıncılık.

İNTERNET ADRESİ:

http://www.hermetics.org/atlan-3.html
http://www.historicalsense.com/Archive/Platon1_2.htm
http://www.metinbal.net/metin_yayinlar/Plotinus_yeni_platonculuk_platonizm_mistisizm_Metin_Bal.htm
http://blog.kavrakoglu.com/tag/platon/
http://www.hermetics.org/atlan-2.html

Asya Pasifik Araştırma Merkezi (APAM) Mart Ayı Haber Bülteni

0

http://issuu.com/nurbanuaktag/docs/apam_b__lteni_mart_6197cd8543301d?workerAddress=ec2-54-204-182-148.compute-1.amazonaws.com

APAM (Asya-Pasifik Araştırmaları Merkezi), TUİÇ bünyesinde, Kasım 2015’te faaliyetlerine başlamıştır. Asya’nın yükselen ekonomilerini ve bunun yarattığı siyasi ve ekonomi dengelerin değişimini başta olmak üzere bölgenin tarihini, kültürleri
ni, dinlerini, toplumsal dönüşümlerini ve gelişmelerini, coğrafyasını başta olmak üzere diğer bölgelere de etki eden tüm alanlarının sosyal bilimler çerçevesinde araştırmaktayız.