Home Blog Page 248

Brexit: Avrupa Birliği Yol Ayrımında

Brexit, yani İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden (AB) ayrılması olarak ifade edilen kavram, İngilizcede ‘’Britain (Britanya)’’ ve ‘’Exit (çıkış)’’ kelimelerinin birleştirilmesiyle oluşturulmuştur. Brexit kelimesi, aslında Birleşik Krallık’tan daha önce, Yunanistan’ın Birlik’ten veya Euro Bölgesi’nden çıkışını ifade eden Grexit’ten türetilen bir kavram olmuştur. 2008 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) başlayan Mortgage Krizinin, küresel bir hale gelerek başta Avrupa kıtası olmak üzere, tüm dünyaya yayılması sonrasında Avrupa Birliği de krizden etkilenmiştir. Bu etkilenmeyi Birlik içerisinde Yunanistan, İspanya, Portekiz ve İrlanda gibi ülkeler, diğer üye devletlere göre daha fazla hissetmişlerdir. Bu ortam içerisinde Citigroup yöneticileri Ebrahim Rahmani ve Williem Buiter tarafından Grexit (Yunanistan’ın Euro Bölgesinden çıkışı) kavramı ortaya atılmıştır. (6 Şubat 2012)1 Yunanistan’dan önce Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılmak için referanduma gitmesi, uluslararası sistemde yaşanacak köklü değişikliklere işaret olacaktır.

Birleşik Krallık’ta 23 Haziran 2016 tarihinde yapılan AB referandumunun sonuçlarının değerlendirilmesinin öncesinde, AB-Birleşik Krallık ilişkilerinin tarihsel sürecine bakmak yararlı olacaktır. Birleşik Krallık, 1964 ve 1967 yıllıarında o dönemki adı Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) olan yapıya üye olmak için başvuruda bulunmuştur. Bu başvuru, dönemin Fransa Cumhurbaşkanı olan Charles De Gaulle tarafından iki kez reddedilmiştir. De Gaulle’ün Avrupa entegrasyonuna olan olumsuz bakışı ve Topluluk içerisindeki güç dengelerini Birleşik Krallık’ın bozacağını düşüncesi Fransa’nın reddetme nedenleri arasında yer almıştır. Burada De Gaulle’ün Avrupa entegrasyonuna olumsuz bakışına değinmek yararlı olacaktır. De Gaulle, uluslararası sistemde ulus devletlerin temel aktör olduğuna inanıyor, ulusüstü veya uluslararası örgütlerin etkinliğinin ulus devletlerin gücünü engelleyeceğini düşünüyordu. Bu nedenle Avrupa entegrasyonu gibi ulusüstü bir yapının bir parçası olmak istemiyordu. Ancak uluslararası konjoktürünün getirdikleri nedeniyle, entegrasyon içerisinde kalmış, fakat Fransa ve Almanya’nın bulunduğu yapıya üçüncü bir güçlü ülkenin gelmesini istememiştir. Böylece Birleşik Krallık, Topluluk’a ancak De Gaulle’ün görevinden ayrılmasından sonra, 1973 yılında üye olabilmiştir.

Brexit İngiltere Avrupa Birliği İngiltere Avrupa Birliği Çıkışı

Yukarıda anlatılan Birleşik Krallık’ın Topluluk’a üye olmasından sonra, 23 Haziran 2016 tarihinde yapılan AB referandumunun bir benzeri 1975 yılında da yapılmıştır. O dönemki adı Avrupa Topluluğu olan yapıda ‘kalalım mı ayrılalım mı’ şeklinde sorudan oluşan referandumda, Birleşik Krallık seçmeninin %67’si Topluluk’ta kalmaya evet, %33’ü ise hayır cevabını vermiştir. 1975 yılında yapılan referandumun amacı, Birlik içerisinde Birleşik Krallık’ın özellikle tarım alanında aldığı paydaki azlıktan dolayı olmuştur.
Birleşik Krallık’ın Topluluk’a üye olduktan sonra, bazı konularda çekinceler koyduğu ve Topluluk/Birlik politikalarında yer almadığı görülmektedir. Örnek vermek gerekirse; Birleşik Krallık Euro kullanmamakta, Schengen Alanı içerisinde yer almamakta ve Sosyal Şart içerisinde yer alan işçilerin serbest dolaşımı konularına çekinceler koydurmuştur. Birleşik Krallık’ın bu ayrıcalıklı durumu, Birlik içerisinde de çoğu zaman sıkıntılar yaratmıştır. 23 Haziran tarihli referandum öncesinde diğer üye devletlerin Birleşik Krallık’ın çıkma tehdidine karşı somut adımlar atmamaları ve ortak bir politika oluşturmamaları, Birleşik Krallık’ın bu ayrılacaklı durumunun bir göstergesi olarak görülebilir.

23 Haziran Referandum Sonucuna Göre Birlişik Krallık ve AB (Brexit)

23 Haziran tarihinde yapılan referandumun sonucunda ortaya çıkan %52 oy oranı,Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılalım tercihini ortaya koymuştur. Bu tercih sonrasında AB ile Birleşik Krallık arasında yaşanacak süreç, AB tarihinde bir ilk olacaktır. Çünkü 2009 yılında yürürlüğe giren Lizbon Antlaşması’nın 50.maddesinde ilk defa bir üye devlete AB’den çıkma hakkı verilmiştir. Bu hakkın verilmesi, 2004 ve 2007 yılllarında yaşanan genişlemelerle 27 üyeye çıkan AB’nin, Hırvatistan’ın 2013 yılında üye olmasıyla günümüzde 28 üyeye ulaşan bir yapı haline gelmesine rağmen, hala küresel bir aktör olamamasından dolayıdır. Üye devletlerin uluslararası ortamdaki sorunlara ortak bir politika üretememeleri, yeni üye devletlerin Avrupa değerlerini yansıtmadığı düşüncesi nedeniyle ortaya çıkan yabancı düşmanlığı ve ırkçılık söylemleri, Lizbon Antlaşması’nın 50.maddesini ortaya çıkarmıştır. Ulus devlet ve milliyetçilik kavramlarının ön plana çıkması sonrasında, Birleşik Krallık başta olmak üzere Fransa, İtalya ve Hollanda’da Brexit’e benzer talepler ortaya çıkmıştır. Ancak Birleşik Krallık’ta 2015 yılında yapılan seçimler öncesinde Muhafazakar Parti lideri Cameron’ın seçmene AB referandumu sözü vermesi ve iktidar olduktan sonra bunu gerçekleştireceğini açıklaması, aşırı sağcıların fikirlerinin hayata geçmesini sağlamıştır. Sonuç olarak, 23 Haziran referandumundan çıkan sonuç, hem AB için hem de Birleşik Krallık için yeni bir dönemin kapısını açacaktır.
Lizbon Antlaşması’nın 50.maddesine baktığımızda; Birleşik Krallık, AB Konseyi’ne (AB Zirvesi) ayrılmak için başvuruda bulunacaktır. Bu başvurunun ardından, AB Konseyi ve Birleşik Krallık’ın görüşmeleri sonrasında bir çıkış antlaşması imzalanacaktır. Bu çıkış antlaşmasının Avrupa Parlementosu ve AB Konseyi (Bakanlar Konseyi) tarafından onaylanmasının ardından, Birleşik Krallık AB’den çıkacaktır. Onay işlemleri olmadığı takdirde, 2 yıllık bir süre belirlenecek ve bu belirlenen süre sonrasında Birleşik Krallık’ın çıkışı olacak ve tüm AB antlaşmalarından imzası kalkacaktır. Bu teorik anlatımın pratik hali ise oldukça zorlu bir süreci ifade etmektedir.

Birleşik Krallık’ı AB’den Ayrılırsa neler bekliyor?

Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılması sonrasında üçüncü ülke haline gelecek olması; ticari ilişkiler, vize gibi konularda her iki taraf arasında müzakereleri ortaya çıkaracaktır. Birleşik Krallık’ın, AB ile arasında Türkiye gibi Gümrük Birliği mi, yoksa Norveç gibi serbest ticaret anlaşması mı yapacağı konusu, yapılacak müzakerelerin ağır konuları arasında olacaktır. Bu bağlamda, malların, hizmetlerin, kişilerin ve sermayenin serbest dolaşımının nasıl olacağı gibi konular da çıkış antlaşması açısından önemli olacaktır. Ayrıca, Birleşik Krallık içerisinde olan İskoçya ve Kuzey İrlanda’nın referandumda ‘AB’de kalalım’ oyu kullanmaları, bu iki ülkenin bağımsızlık yönünde adımlar atmalarını sağlayabilir. (İskoçya açısından ikinci kez)
Bu adımlar, Britanya’nın bütünlüğü için büyük tehditlere işaret edebilir. Londra’nın küresel finans merkezi olması nedeniyle yatırımlar konusunda yaşayacağı sıkıntılar ve bunun sonucu ortaya çıkabilecek ekonomik küçülme durumu, Birleşik Krallık açısından önümüzdeki dönemde olumsuz sonuçlara sebep olabilir.

Referanduma Avrupa Birliği özelinden bakmak gerekirse; Brexit AB’nin prestijini zedelemiştir. Avrupa entegrasyonu açısından bir gerileme anlamı taşıyan Brexit, diğer üye devletlerdeki Birlik karşıtlarına güç vermiş ve kendi ülkelerinde Brexit tarzı referandumlar yapma yolunda adımlar atmalarına neden olacaktır. Bu durumun somut göstergeleri olarak; Fransa’da Le Pen’in Frexit yapılması çağrısı, Hollanda’da Özgürlük Patrisi lideri Geert Wilders’in AB referandumu yapılması gerektiğini açıklaması ve İtalya’da ise ‘5 Yıldız Partisi’nin AB’den çıkma açıklamaları görülebilir.
AB için Brexit’in olumlu tarafı Birlik’in bir reform süreci içerisine girerek; kurumsal, yapısal anlamdaki sorunları başta olmak üzere, tüm politikalarını gözden geçirmesi ve yeniden bir yönetişim sistemi oluşturması gerekliliği olabilir. Bu gereklilik ortaya konulamaz ise, II.Dünya Savaşı sonrası bir ‘barış projesi’ olarak kurulan entegrasyonun geleceğinin olması son gelişmeler ışığında zor görünmektedir.

Kaynakça:

[1] Apostolou, N., (2016), ‘’After Brexit, could there be Grexit’’, 24 Haziran 2016, http://www.aljazeera.com/indepth/features/2016/06/brexit-grexit-160624155122668.html, 25 Haziran 2016
[2] Aljazeera Turk, (2016), ‘’Şimdi ne olacak?’’, 24 Haziran 2016, http://www.aljazeera.com.tr/haber/simdi-ne-olacak-0, 25 Haziran 2016
[3] BBC Türkçe, (2016), ‘’Brexit: AB’de aşırı sağ liderler ülkelerinde referandum istiyor’’, 24 Haziran 2016, http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/06/160624_ab_sag_tepkiler, 25.06.2016.

Taraflar Bağlamında Ege Adalarının Silahlandırılması Problemi

Ege Adaları ile ilgili konular dönem dönem herkesin ilgisini bir şekilde cezbetmiştir. Uluslararası ilişkiler bölümü mensubu olsun olmasın herkes bu konu ile ilgili bir yargı sahibidir. Fakat sıkça düşülen yanlışlardan birisi Ege Adaları gibi tartışmalı ve tarihsel bir arka planı bulunan meseleleri sadece bir tarafın anlattıkları vasıtasıyla öğrenmek ve bu bilgi üzerine yargı kalıpları oluşturmaktır. Bu yazıda hem Yunanistan’ın hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin duruma ilişkin duruşlarına yer verilerek mukayeseli bir biçimde soruna yaklaşılacaktır.

 

Ege Adaları, yaklaşık 23.000 km2 alanı kaplayan 3000’e yakın ada ve kayalığın oluşturduğu stratejik bir odak noktasıdır. Bu adalar Ege ve Akdeniz’de bir hegemonya kurmak isteyen her devletin hedefinde olmuştur. Tarihten bir örnek vermek gerekirse Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul’u fethettikten sonra ilk iş olarak Akdeniz’de Türk egemenliğini pekiştirmek adına bir sonraki hedefini Ege Adaları olarak belirlemiştir. Bu kapsamda ilk başta Küçük Asya’ya yakın olan adaları fetheden Fatih Sultan Mehmet bugün de Türkiye Cumhuriyeti’nin serzenişlerini haklı çıkaracak bir şekilde ilk olarak anayurdun güvenliğini öncelikli olarak tehdit edebilecek adaları egemenliği altına almıştır. Bu bağlamda ana problem olarak ele alınacak olan Ege Adaları’nın silahlandırılması sorunu Türkiye Cumhuriyeti ve Yunanistan perspektifleri bağlamında açıklanmaya çalışılacaktır.

adalarin-silahlandirilmasi

Ege Denizi’ndeki adalar, coğrafi konumları ve statülerini tespit eden anlaşmaların düzenlenme şekilleri kapsamında 6 ayrı gruba ayrılmaktadır;

  • Boğazönü Adaları
  • Saruhanlar / Doğu Sporatlar
  • Kuzey Sporatlar
  • Kiklatlar
  • Oniki Ada / Menteşe Adaları ve Meis Adası
  • Güney Ege Adaları

 

Yunanistan’ın egemenliği altında bulunan adaların birçoğu uluslararası antlaşmalar ile silahsızlandırılmış statüsü koruma altına alınmıştır. Bunlar;

  • Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin 8. Maddesi ile Boğazönü Adaları (Limni ve Semadirek)
  • Lozan Barış Antlaşması’nın 13. maddesi ile Merkezi Doğu Ege Adaları (Midilli, Sakız, Sisam ve İkarya)
  • 1947 Paris Barış Antlaşması’nın 14. Maddesi’nin 2. Fıkrası uyarınca ile de Oniki Adalar

Silahsızlandırılmıştır.

Bu antlaşmalar ile adalarda kolluk kuvvetleri dışında bir silahlı kuvvet bulundurulmaması ve tahkimat yapılmaması hükme bağlanmıştır. Ana problem teşkil eden Ege Adaları’nın silahlandırılmasının kaynak noktası ise 1960’lı yıllara denk düşmektedir. Yunanistan bu yıllarda adaların bir kısmını gizlice silahlandırmaya başlamış bu bağlamda ilk atılımını 1952 yılında Oniki Ada’lardan Leros Adası’nda askeri amaçlarla da kullanılabilecek bir havaalanı kurarak yapmıştır. Türkiye Cumhuriyeti buna cevaben Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra karargahı İzmir’de olacak Ege Ordusu’nu kuruştur. Bu ve benzeri durumlar 1960’lı yıllardan itibaren Yunanistan ile Türkiye arasında Ege denizi merkezli bir güç çekişmesine dönüşmüş ve bu yıllardan sonra adalar alenen silahlandırılmaya başlanmıştır.

Yunanistan’a göre öncelikle Doğu Ege adalarının silahsızlandırılmasına ilişkin farklı rejimler vardır; bunlar, Lozan Boğazlar Sözleşmesi, Lozan Barış Antlaşması ve Paris Barış Antlaşması ile kurulan rejimlerdir. 20 Temmuz 1936 tarihli Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin başlangıç kısmında bu Sözleşme’nin Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin yerine geçmesi kararlaştırılmıştır. Yani açıkça ifade edildiğine göre ve lex posterior derogat priori ilkesi gereğince Montreux Boğazlar, Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ni ilga etmiş, yürürlükten kaldırmış ve bu bağlamda hükümsüz kılmıştır. Buna ek olarak Yunanistan’a göre, Montreux Antlaşması’nda silahsızlandırmaya ilişkin bir hüküm bulunmamaktadır. Dolayısıyla Yunanistan’ın Boğazönü Adalarını silahsızlandırma yükümlülüğü ortadan kalkmıştır.

 

Türkiye’nin, Montreux Antlaşması’nın kabulü için ortaya sürdüğü koşul olan rebus sic stantibus, Türk boğazları ve Boğazönü Adaları için olduğu kadar, Yunanistan’ın egemenliğindeki Ege adaları için de geçerlidir. Eğer Türkiye Montreux Antlaşması ile Boğazönü Adalarını silahlandırma hakkına sahip olmuşsa, bu durum ve koşullar, aynı bölgede olan ve aynı rejime tabi olan Yunanistan egemenliği altında bulunan adalar için de geçerlidir. Buna ilaven Türkiye, Montreux imzalandığında benzer bir görüşte olduğunu da açıkça belirtmiştir. Tevfik Rüştü Aras TBMM’de “1924 Lozan mukavelesi ile gayri askeri hale ifrağ edilmiş olan komşumuz ve dostumuz Yunanistan’a aid Limni ve Samotra adalarına dair olan hüküm de Montreux mukavelesile kalkmış oluyor demektir ki bundan da ayrıca memnunuz” demiştir. Yunanistan, iki ülke arasında 1930’larda iyi komşuluk ilişkileri kurulması ve II. Dünya Savaşı sonrasında iki ülkenin aynı uluslararası güvenlik sistemi içinde olmaları sonucu koşulların değiştiğini ve Yunanistan’ın söz konusu adaların silahlandırılması yükümlülüğünü ortadan kaldırdığını iddia etmektedir.

Merkezi Ege Adaları’nın, Türkiye’nin yıllardır devam eden tehditleri altında bulunduğunu* iddia eden Yunanistan, meşru savunma hakkının diğer bütün antlaşmalardan doğan yükümlülüklerin öncesinde geldiğini öne sürmektedir. Oniki Adalar konusunda ise, Oniki Adalar’ın 1947 tarihli Paris Barış Antlaşması ile İtalya’dan Yunanistan’a devredildiğini ve Türkiye’nin bu antlaşmaya taraf olmadığını hatırlatan Yunanistan, uluslararası hukukta geçerli olan res inter alios acta ilkesi gereği Türkiye’nin hiçbir hak iddiasında bulunamayacağını öne sürmektedir.

 

Yunanistan tarafının soruna yaklaşımı genel hatları ile bu seyirde devam etmektedir. Ancak Yunanistan’ın bu duruşuna karşı Türkiye’nin konuya ilişkin hukuksal argümanları daha detaylı ve güçlü durmaktadır. Öncelikle Türkiye, Montreux’nün başlangıç kısmındaki “serbest geçiş hakkını, Türkiye’nin güvenliğini koruyacak biçimde düzenlemek isteğiyle…” ifadesine dikkat çekerek, söz konusu Montreux Sözleşmesi’nin amacının Türkiye’nin güvenliğini korumak olduğunu belirtmekte ve Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin, Montreux ile çelişmeyen hükümlerinin geçerliliğini sürdürdüğünü savunmaktadır. Ayrıca Montreux, Türkiye’nin ilgili devletlere rebus sic stantibus ilkesi uyarınca başvurusunun sonucunda anlaşmayla kurulan bir düzeni ifade eder. Bu sözleşmedeki “yeniden silahlandırma” tüm Ege Adalarını ve ya tüm Boğazönü Adaları’nı değil, alenen yalnızca Türk egemenliğindeki Boğazlar Bölgesi’ni kapsamaktadır. Bununla birlikte Yunanistan Montreux’de imzacı bir taraf olmasına rağmen, taraf olan diğer devletlerden adaların silahlandırılmasına ilişkin herhangi bir talepte bulunmamıştır. Bunlara ilave olarak Montreux’de, Türk egemenliğindeki adaların aksine, Yunan egemenliği altında bulunan adaların tekrardan silahlandırılabileceğine ilişkin bir hüküm bulunmadığından dolayı Yunanistan’ın Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ndeki silahsızlandırma yükümlülüğü aynen devam etmektedir. Diğer bir şekilde ifade etmek gerekirse, Türkiye’ye göre, Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nde “aynı” olarak değerlendirilen Boğazönü adalarının statüsü, Türkiye’nin güvenliği gerekçesiyle, Montreux ile ayrılarak değiştirilmiştir ve bu sebepten ötürü Yunanistan’ın, Türkiye’nin Montreux ile elde ettiği silahlandırma hakkının, “kendiliğinden” Yunanistan egemenliğindeki Ege adaları için de geçerli olduğu yönündeki iddiası, hukuksal olarak geçersizdir. Ayrıca Montreux, Lozan Barış Antlaşması’nda değil Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nde değişiklik yapmıştır. Buna istinaden Yunanistan’ın Lozan Barış Antlaşması’nın Boğazönü Adaları’na ilişkin 12. Maddesinden ve Merkezi Ege adalarına ilişkin 13. Maddesinden doğan silahsızlandırma yükümlülükleri aynen devam etmektedir.

Dönemin dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras, Yunanistan’ın Boğazönü Adaları’nı yeniden silahlandırabileceği yönünde bir yorum yapsa da, tarafların daha sonraki yıllardaki tutum ve davranışları, bu beyanın hukuksal değerini zayıflatmıştır. Bu konuya somut bir örnek olay ile yaklaşmak gerekirse, Türkiye, Montreux’nün imzalanmasından hemen sonra Boğazönü adalarında askeri tahkimat oluşturmaya başlamıştır. Ancak Yunanistan söz konusu adaları 1960’lı yıllarda silahlandırmaya başlamıştır ve Türkiye’nin protesto amaçlı yayınladığı notalara verdiği yanıtlarda silahsızlandırılmış statünün geçersiz olduğunu belirtmiş ve söz konusu faaliyetleri sivil gerekçelere dayandırmıştır. Bu örnek teşkil eden olay Yunanistan’ın 1960’lı yıllara dek söz konusu adaların silahsızlandırılmış statüsünü kabul ettiğini göstermektedir. Türkiye, Yunanistan’ın “meşru savunma” iddiasını, bunun ancak fiili bir saldırı durumunda geçerli olabilecek bir ilke olduğunun altını çizerek yanıt vermektedir. Buna göre, bir tehdit durumunda kullanılamayacak olan bu ilke, bir antlaşmanın hükümlerinin geçerliliğine son vermek için de kullanılamaz. Bununla birlikte, Yunanistan’a göre tehdit oluşturduğu iddia edilen Ege Ordusu (kuruluş tarihi 1975), silahlandırma faaliyetlerinin başlamasından sonra kurulmuştur. Diğer taraftan Türkiye’nin askeri kuvvetlerini ülkenin herhangi bir yerinde konuşlandırmasını engelleyen bir uluslararası bağıt da bulunmamaktadır. Dolayısıyla Türkiye Yunanistan üzerinde tehdit oluşturduğu iddialarını da bu bağlamda reddetmektedir. Son olarak Yunanistan’ın res inter alios acta ilkesi gereği Türkiye’nin 1947 tarihli Paris Barış Antlaşması yükümlülüklerinde yetkisizliğini bildirmiştir. Bu bildiriye cevaben Türkiye, söz konusu barış antlaşmasına taraf olmasa da, bu antlaşmanın adaların silahsızlandırılması yönünde oluşturduğu pozitif bilinç ve objektif statü, bölgedeki her devletin bu bilince saygı gösterilmesini talep edebilmesine imkân sağlamaktadır görüşünü savunmaktadır.

tr-ege

 

Sonuçta  “Güvenlik” ve “Tehdit algısı” bir terazinin iki ayrı kefesinde bulunmaktadır. Bir tarafın güvenlik için yaptıkları ne kadar ağır basarsa diğer tarafın tehdit algısı bir o kadar yükselmektedir. Bu örnek dâhilinde Ege ilişkilerine yaklaştığımızda güvensizlik temelli Türk-Yunan ilişkileri, Ege adalarının silahlanmasına ilişkin sorunu öznel güvenliklerine bir saldırı temelinde incelemekte ve algılamakta bu da tam anlamıyla bir güven temeline oturtulamamış ilişkilerin güvensizlik yönünde daha da geriye gitmesine yol açmaktadır. Bu algı çerçevesinde Yunanistan bir taraftan uluslararası antlaşmaların silahsızlandırmaya ilişkin maddelerinin geçersizliğini ispata soyunmuş diğer taraftan ise çeşitli nedenlerle silahlandırmaya ilişkin hakkının bulunduğunu öne sürerek “olması beklenen” bir “Türk işgalini” önlemek adına adalarda hızla silahlanmıştır. Silahlanma projelerinde bir diğer stratejik adım olarak Yunanistan, Limni adasının NATO savunma planlarına dâhil edilmesini sağlayarak bu şekilde adalardaki silahlanma işlemlerine uluslararası bir destek ve meşruiyet sağlama çabasına girişmiştir. Diğer bir taraftan Türkiye ise, sorunu ulusal güvenlik ve toprak bütünlüğü açısından ele almaktadır. Çok sayıda ve dağınık durumda bulunan Ege adalarında, özellikle füze ve hava kuvvetleri ağırlıklı olarak oluşturulacak askeri tahkimatların kontrolünün mümkünsüzlüğü noktasından hareketle, adaların silahlandırılması yoluyla Ege’de mevcut güç dengesinin bozulmasına ve Yunanistan’ın stratejik üstünlük elde etme girişimlerine karşı çıkmaktadır.

Sonuç olarak tarihsel arka planı olan anlaşmazlıkların çözümlerinin çok zor olduğu kabul edilmekle birlikte, tarafların yapması gerekenlerin alenen ortada olduğunun da bilinmesi gerekmektedir. İnsanlık tarihi boyunca silahlanma hiçbir problemin çözümü olmamış bilakis birçok problemin sebebi ve kaynağı olmuştur ayrıca böyle olmaya da devam edecektir.

 

* Ege’de çıkarma gemileri konuşlandırılması, Ege adalarına yönelik açık bir tehdit olan Ege ordusunun kurulması vb.

 

TUİÇ Biga Söyleşileri: “Müzik Kültürü ve Dinletisi-3”

TUİÇ Biga Söyleşileri: “Müzik Kültürü ve Dinletisi-3”

Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmaları (TUİÇ) Biga Ekibi çalışmalarına ilk heyecanı ile devam ediyor.

Ekibimiz, TUİÇ Çanakkale Onsekiz Mart Üniversite Temsilcileri ve Uluslararası İlişkiler Topluluğu (UİT) bünyesinde bulunan, Şeyda Öcal, Abdullah Aksoy, Esra Yılmaz, Samet Ersan, Tugay Türkoğlu, Sefa Saygın, Aygül Aktaş, Semih Erol, Kübra Doğruyol, Yusuf Akkuş ve Makbule Yılmaz, Hakan Yahya Okay isimli kişilerden oluşmaktadır.

TUİÇ Biga Söyleşilerinin amacı; ulusal ve uluslararası gündem, edebiyat, sanat üzerine söyleşilerin gerçekleşebileceği ve geleceğin emanetçisi olan biz gençlerin, büyüklerimizin bilgi birikiminden ve tecrübelerinden yararlanabileceği okul ortamından uzak sıcak bir ortam oluşturmaktır.

TUİÇ Biga Ekibi olarak düzenlemiş olduğumuz “TUİÇ Biga Söyleşileri” adlı toplantılarımızın bu dönem son toplantısını “Müzik Kültürü ve Dinletisi-3 ” başlığı altında Doç. Dr. Mehmet Bülent Uludağ hocamızın eşliğinde 27 Mayıs 2016 tarihinde Biga’daki “Adres 17” isimli mekanda gerçekleştirdik.

Bu haftaki söyleşimizde “Dünya Pop Kültürü” üzerine konuştuk ve dinleti yaptık. Ayrıca son toplantımız olması hasebiyle ve final sınavları öncesi moral olması için bağlama eşliğinde türküler dinledik.

Değerli hocamız Mehmet Bülent Uludağ’a, kıymetli büyüklerimiz Rafet Bayram Elkasoviç’e, eşi Hatice Hanıma ve diğer öğrenci arkadaşlarımız Peri Gümüş’e, Melih Şah Sakallı’ya, Ilgaz Nur Usta’ya, Hasan Yıldız’a, Aslıhan Karadağ’a katılımları için teşekkür ederiz.

Bu hafta bizleri kırmayıp söyleşimize bağlamaları ve türküleri ile renk katan Yılmaz Bilenoğlu ve Selin Demir arkadaşlarımıza da ayrıca teşekkür ederiz.

 Mehmet NİZAM
 TUİÇ Organizasyondan Sorumlu Başkan Yardımcısı

TUİÇ Akademi Yenilendi!

TUİÇ Akademi yayın hayatına başlayalı 5 yıl oldu. Geçen yıllar boyunca teknoloji değişti – gelişti, Türkiye değişti, isimler değişti ama TUİÇ Akademi’nin “Türkiye’de bizim de söyleyeceklerimiz var.” mentalitesi değişmedi. TUİÇ’in yola çıkarken belirlediği Değerlerden asla ödün vermeden, Uluslararası İlişkiler alanındaki çalışmalarını çağın gerekliliklerine uygun hale getirmek için elimizden geleni yapıyoruz.

Geçen yıllar boyunca TUİÇ Akademi’nin içeriksel olarak zengin, görsel açıdan estetik ve verimli olması adına değişiklikler yapıldı ve yapılmaya da devam ediyor. Yenilenen logomuz, arayüzümüz ve altyapımız, okuyucu deneyimlerine dayanan, teknolojide ve kurum içinde meydana gelen değişiklikler dikkate alarak geliştirildi.

Dünyada meydana gelen gelişmeleri detaylı analizlerle incelemek isteyen, uzman görüşlerini takip etmeye önem veren, alana dair kitap ve film listeleri gibi özel arşivler oluşturmak isteyen her bir bireye kapılarımızı açıyoruz. TUİÇ 8 yıllık birikimi ve özgün içeriği ile, Türkiye’de hala yeni gelişmekte olan bir alan olan uluslararası ilişkiler dalında bireysel ve ekip çalışmaları yapmaya devam etmektedir.

İçeriklere daha rahat ve hızlı ulaşmanızı sağlayacak sade kategorizasyon, göz yormayan pantone renk seçimleri, tüm mobil cihazlara ve tabletlere duyarlı (responsive) arayüze sahip yeni sitemiz ile bu çalışmalarımızı ilgili olan herkese ulaştırmayı hedefliyoruz.

TUİÇ Biga Söyleşileri: “Müzik Kültürü ve Dinletisi-2”

TUİÇ Biga Söyleşileri: “Müzik Kültürü ve Dinletisi-2”

Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmaları (TUİÇ) Biga Ekibi çalışmalarına ilk heyecanı ile devam ediyor.

Ekibimiz, TUİÇ Çanakkale Onsekiz Mart Üniversite Temsilcileri ve Uluslararası İlişkiler Topluluğu (UİT) bünyesinde bulunan, Şeyda Öcal, Abdullah Aksoy, Esra Yılmaz, Samet Ersan, Tugay Türkoğlu, Sefa Saygın, Aygül Aktaş, Semih Erol, Kübra Doğruyol, Yusuf Akkuş ve Makbule Yılmaz isimli kişilerden oluşmaktadır.

TUİÇ Biga Söyleşileri’nin amacı; ulusal ve uluslararası gündem, edebiyat, sanat üzerine söyleşilerin gerçekleşebileceği ve geleceğin emanetçisi olan biz gençlerin, büyüklerimizin bilgi birikiminden ve tecrübelerinden yararlanabileceği okul ortamından uzak sıcak bir ortam oluşturmaktır.

TUİÇ Biga Ekibi olarak, “TUİÇ Biga Söyleşileri” adlı söyleşimizi bu hafta 20 Mayıs Cuma günü 21.00- 23.00 saatleri arası Biga Halim Bey Konağında değerli hocamız Doç. Dr. Mehmet Bülent Uludağ’ın katılımıyla “Müzik Kültürü ve Dinletisi-2” başlığı altında gerçekleştirdik.
Söyleşimizde bu hafta, Alman, Fransız, İtalyan ve Rus uluslarının ait Romantizm’den Modern Döneme geçiş aşamasındaki empresyonizm (izlenimcilik) akımının önemli temsilcileri ve eserlerinin künyesini üzerine konuştuk. Bu döneme ait sanatçıların belli başlı eserlerini dinledik.

27 Mayıs Cuma günü yine aynı mekânda ve saatte “Müzik Kültürü ve Dinletisi – 3” başlığı altında kaldığımız yerden devam edeceğiz.

Katılımlarından dolayı başta kıymetli hocalarımız Doç. Dr. Mehmet Bülent Uludağ’a, Muhammed Fatih Özkan’a, değerli büyüğümüz Rafet Bayram Elkasoviç’e ve diğer öğrenci arkadaşlarımız Melih Şah Sakallı, Ilgaz Usta’ya, Cengiz Türkan’a, Arzu Akgül’e teşekkür ederiz.

 Mehmet NİZAM

 TUİÇ BALKAM Koordinatörü 

Kitap Analizi: Sosyolojik Düşünmek

Kitabın;
Adı:
Sosyolojik Düşünmek
Yazarı: Zygmunt Bauman
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
Basım Tarihi: 1998
Türü: İnceleme
Sayfa: 265
İşlenen Konu: İnsanın kişisel günlük yaşantısından edindiği görüş, duyuş, davranış ve düşünüş biçimleri ile sosyolojik düşünmenin farkları anlatılmıştır.

Ana Fikir
Belli bir kitleye yani sadece sosyolojiyle ilgilenen kesime hitap etmek yerine daha günlük anlatımıyla herkese ulaşmayı başarabilmesi sayesinde geniş çerçevede duyarlılık ve farkındalık yaratmayı hedefleyen bir eser olmasından dolayı önemli bir kitap olduğunu düşünüyorum. Çünkü felsefik anlatımı olan kitaplar çok net anlaşılamadığı için her okuyucuya ulaşamaz ve beğenisini toplayamaz. Kitabın anlatmak istediği özgürlük arayışı, bu yolda gösterilen çaba ve dayanışma. Kitap bu durumu yalın dille anlatmasından dolayı elimizde değerli bir maden bulundurmuş oluyoruz.

Kurgu
Sosyolojiyi, yeni deneyimler karşısında kabul edilmiş anlatıların durmaksızın sınanması, biriktirilmiş bilgiye durmaksızın ekler yapılması ve bu süreç içinde bilginin değiştirilmesi olarak, kısaca bitmek bilmez bir faaliyet olarak düşünebiliriz. Sağduyu ise duyguların dışına çıkarak doğru yargılar ortaya koyma yetisidir. Sosyoloji ile sağduyu arasında özel bir ilişki olmasına karşın birbirinden bir o kadar da farklıdır.
Sosyolojik düşünme sanatının sağlayacağı temel hizmet hepimizi daha duyarlı kılmaktır. Şöyle ki; duygularımızı keskinleştirebilir, gözlerimizi daha fazla açabilir.
Sosyolojik düşünme sanatının senin ve benim özgürlüğümüzün alanını, cüretini ve pratikteki etkinliğini arttırmaya yakın olduğu söylenebilir. Bu sanatı öğrenip onda ustalaşan bir birey kuşkusuz daha az manipüle edilebilir, dışarıdan gelen baskı ve dayatmalar karşısında yıkılmaz hale gelebilir ve muhtemelen direnilmez olduğu iddia edilen güçler tarafından sabitlenmeye karşı direnebilir.

Olaylar

I. Özgürlük ve Bağımlılık
Seçme özgürlüğü kendi başına kişinin seçimlerini hayata geçirme özgürlüğünü garanti etmez, hele niyet edilen sonuçlara erişme özgürlüğünü hiç temin etmez, kısıtlamalar vardır. Bugünkü özgürlüğümüz dünkü özgürlüğümüz tarafından sınırlanmıştır. Bulunduğumuz ırk, ülke, aile bunların başlıca olanlarıdır. Özgürlüğü tam olarak bu “belirlenmişlik” içinde yaşayabiliriz. Ancak bu gruba dâhil olmak benim özgür seçimimin ürünü değil; aksine bağımlılığımı gösterir o gruba olan. Özgürlük, yaptığın işin sorumluluğunu üstlenmektir. Özgür davranabilmek için özgür iradeden başka kaynaklara da ihtiyacımız vardır.
Günümüzde tanımlanan özgürlük ise kaynaklarla ve hayat projeleri ile ilişkilidir ve bu anlamda da bir eşitsizlik vardır; yani herkes özgür değildir.
Bu bölümde özgürlük kavramının aslında ne olduğundan, bu yetiyle kararlara varıyor oluşumuzdan bahsedilmiştir. Hiç kimsenin sonsuz özgürlüğe sahip olamayacağı konusu üzerinde durulmuştur. Bunun sebebi ise mensup olduğumuz gruplardır. Aile, ırk, vatan gibi… Örneğin mensubu olduğumuz grubun sosyal yapısı amaçlarımızı şekillendirir.

II. Biz ve Onlar
Bauman, iç ve dış grubu tanımlar. Buna göre iç grup ait olduğumuz, dış grup ise ait olmadığımız ve olmak istemediğimiz gruptur.
“Biz” ait olduğumuz grup anlamına gelir. Bu grup içindekileri gayet iyi anlarız ve anladığımız için nasıl sürdüreceğimizi iyi biliriz, kendimizi güvende hissederiz, içinde olmaktan hoşlanırız.
“onlar” grubunun işleyişine dair ise pek bir bilgimiz yoktur. Bu yüzden bu grubun yaptığı her ne ise bizim için genelde kestirilemez ve korkutucu şeylerdir.
“biz” ve “onlar” ancak birlikte karşılıklı çatışma içinde anlaşabilirler.
İç grup bizdendir fakat dış gruba her zaman önyargıyla yaklaşılır. Irkçılık yaklaşımı gibi…
İç grup duygusu olmadan dış grup, dış grup duygusu olmadan da iç grup olamayacağını vurgulanır.
Dış grup, iç grubun hayali olarak zıddıdır ve iç grubun özkimliği, tutarlılığı, iç dayanışması, duygusal güvenliği için dış gruba ihtiyacı vardır. İçerinin değerini verebilmek için bir dışarısı olmalıdır. Bauman, ideal iç grup örneği olarak aileyi gösterir.

III. Yabancılar
Yabancılar ne “biz”im ne de “onlar”ın parçasıdır. Ne düşman ne dosttur. Yabancılarla ne yapacağımızı, neler bekleyeceğimizi, nasıl davranacağımızı bilemeyiz. Düşmanlarla savaşırız, dostları severiz ve yardım ederiz ama ne düşman ne dost olanlara ne deriz ya da hem dost hem düşman olanlara ?
Bu sebeple güvensizlik yaratırlar. Haliyle göze batar, huzursuz ederler. Yabancılardan kurtulmak için bir sürü yol deneriz. Soykırım gibi… Sivil dikkatsizlikte bu yollardan biridir. Görmezden gelmektir.

IV. Birlikte ve Ayrı
Kişi ne kadar yukarılara çıkarsa görüş alanı o kadar genişler: tepeden kontrole tabandan disiplinle karşılık verilmesi gerekir. Bu bölümde cemaat ve örgüt kavramları üzerinde durulmuştur.
Cemaat yoktur; eğer manevi birlik yoksa. Cemaatin en güçlü girişimleri ortak din, ırk, inanç olmaktadır. Herkesin sebebini nedenini sormadığı sadece inanç iradesi ile içinde bulunduğu gruptur bunlar. Örgütte ise belli uyulması gereken kurallar vardır. Hatta bunlar yazılı olarak herkesin onayına sunulup, uyulmayanın dışarıda kalacağı bir durumdur. Belirli rollerden ibarettir.

Okulda öğrencisindir ve okul yönetmeliğinin kurallarına uyman beklenir yalnızca. Başka bir yerdeki ironinin burasını ilgilendirmez. Cemaate örnek olarak aileyi verirsek, cemaat içinde tümüyle kişisel bağlantının söz konusu olduğunu görebiliriz. Örgütte ise belirli roller ilerledikçe kişilerin birbirleriyle bağlantı kurması söz konusu olabilir. Örgütlerde kuralları koyanlarla kurallara uyanlar arasında keskin bir bölünme söz konusudur. Cemaatte ise kuralları koyan genelde bilinmediğinden böyle bir kesinlik yoktur. Ancak bir hiyerarşi orada da mevcuttur. Her iki grup tipinde de rutin bir ilerleyişe sevk vardır. Biri belli baskıcı bir yöntemle diğeri içten gelen inançla sağlanır.

V.Armağan ve Mübadele
İnsani etkileşim çoğu kez birbiriyle çelişen iki ilkenin bakışma baskısına teslim olur; eşdeğerler mübadelesi ve armağan ilkeleri.
Bu bölümde armağanın ilkeleri ele alınıyor ve armağanla mübadelenin zıtlığı karşısında ortaya çıkan çıkarcılık vurgulanıyor.
Mübadele durumunda asıl olan özçıkardır. Armağanda ise alıcının niteliğine bakılmaksızın verilmesi durumu ön plandadır, çıkarsızdır yani. Sadece ihtiyacı olduğu için herhangi bir kişiye sunulur. Şu da bir gerçek ki eğer duyguların yargılara mübadelesine izin verilirse zararlı olabilirler. Mesela banka yetkilimiz acıdığı için ve çektiğimiz sıkıntıyı anladığı için borç vermeye karar verir ve bu nedenle bizim parasal savrukluğumuzu dikkate almazsa kolaylıkla temsil ettiği bankanın zarar görmesine neden olabilir. Duygu kişisel ilişkilerin vazgeçilmez bir parçası iken kişisel olmayan ilişkilerde böyle bir özelliği kalmamıştır.

VI. Güç ve Seçim
Hayatımızda yaptığımız her seçimin iyi veya kötü birer sonuçları vardır. Önemli olan yaptığımız seçimin arkasındaki neden ya da nedenlerdir. Bu bir güç de olabilir.
Alışılmış ve hissi eylemler irrasyonel eylemler olarak tanımlanır. Hayatımızda vazgeçilmez bir yer işgal ederler ve bizi düşünmeye harcadığımız onca zamandan kurtarırlar. Hareketlerimizi daha az zahmetli kılarken görevlerimizi yerine getirmemizi kolaylaştırırlar.
Rasyonel eylem; muhtemel birçok eylem biçimi arasından faalin bilinçli olarak eylemler vermeyi amaçladığı sonuca en uygun olduğunu düşündüğü bir eylemi seçmesine dayanır.
İnsan ne kadar fazla güç sahibi olursa seçim ufku o kadar geniş, gerçekçi olarak verebileceği karar miktarı o kadar fazla, makul olarak onların istediklerini yerine getireceğinden emin olurken gerçekçi olarak gözetebileceği sonuçların alanı o kadar geniş olur.

VII. Kendini Koruma ve Ahlaki Görev
İnsan doğası gereği sahip olma güdüsüyle yaşar. Mülkiyet sahibi, ün sahibi, evlat sahibi gibi…
Bunlar var olunca da rekabet ortaya çıkar. Rekabet doğrultusunda gerçekleştirilen eylemler bencilliğe ve acımasızlığa dayanır. Oysaki ahlaki göreve terstir. Bu durumda iki kavramda birbirine zıttır.
Kendini koruma, bir şeye sahip olmak ihtiyacının getirdiği bir tür zorunluluk ya da baskıdır. O şeyi ele geçirmek kendimizi korumamızın ve hata hayatta kalmamızın bir koşuludur. Bir şey ihtiyaç duyulduğundan iyidir, bir şey biz ona ihtiyaç duyuyorsak iyidir.
Bir şeye sahip olmak ötekilere ona ulaşma imkânı vermemek anlamına gelir. Bu nedenle sahip olma, her şeyden önce bir dışlama ilişkisidir. Sahip olan ile sahip olmayan arasında asimetrik bir ilişki kurulur; çünkü sahip olmayanı ihtiyaç halinde sahibe bağımlı kılar. Neticede bu tür bir ilişkide bağımlı kılan güç sahibidir. Burada özgürlük ve bağımlılığa gönderme yaparak güç sahibinin bağımlı olana göre daha özgür olduğunu hatırlatır.

VIII. Doğa ve Kültürü
Bauman’a göre insan tarafından değiştirilebilir ya da belirlenebilir şeyler kültürü, insanın gücünü aşan şeyler de doğayı referans verir. Bir şeyin doğal değil, kültürel olduğunu söylemek o şeyin manipüle edilebilir olduğunu söylemektir. Kültür en çok doğa kılığına büründüğünde etkilidir.

IX. Devlet ve Millet
Bauman, milletle devletin evliliği, hiçbir biçimde alınyazısı değildir; kendi rızalarıyla yapılmış bir evliliktir şeklinde devlet-millet kavramları arasındaki bağı irdelemiştir.
Bauman’ın çizdiği haliyle, devletin temel nitelikleri şunlardır;
– Belli bir güç odağı tarafından bir arada tutulan belli bir toprak parçası üzerinde kurulur.
– Egemenlik sürdüğü topraklarda şiddet tekelidir.
– Hem korunduğumuzu, hem de ezildiğimizi ve sömürüldüğümüzü hissettirir.
– Yasalara dayanarak cezalandırır.
– İçkin olarak çelişkilidir.
Bauman’ın çizdiği haliyle, milletin temel nitelikleri de şunlardır;
– Millet, hayali cemaatlerdendir.
– Takipçileri hiçbir zaman yüz yüze gelemeyecekleri kolektif bir bünye ile özdeşleştikleri müddetçe var olabilir.
– Ortak bir dil, kültür ve geçmiş söz konusudur, en azından öyle iddia edilir.
– Seçim olmaktan çok kader olduğunu vurgulayacak bir köken miti vardır, milletin tamamen doğal olduğunu kanıtlamaya çalışır.
– Bütün bu bileşenlerin bir araya gelmesiyle yaratılan milli ruh, aidiyet duygusu yaratır.
Bauman’a göre devlet hem korunduğumuzu hem ezildiğimizi hissettir. Cezalar verir. Millet ise hayali bir cemaattir. Millet, devlet gibi çıkarları kollamaz aksine çıkarlara anlam verir.
Devletin bir uyruğu olmanın hakların ve ödevlerin bir birleşimi olması, aynı zamanda hem korunduğumuz hem de ezildiğimizi hissetmemize neden olur. Eğer devletin koruyucu ilgisi bir şeyleri yapmamızı sağlıyorsa, devletin baskıcı işlevi daha çok acizlik duygusu verir; bu işlev yüzünden, birçok seçenek gerçekleşemez hale gelir.
Yurttaş olmak, uyruk olmaya ek olarak devlet politikasını belirlemede söz hakkına sahip olmaktır. Pratikte böyle bir etkide bulunmak için yurttaş, devlet düzeni karşısında bir oranda özerklik yaşamalıdır. Burada yine devlet faaliyetinin yetkinleştirici ve baskıcı özellikleri arasında çatışma ile yüz yüze geliyoruz.

X. Düzen ve Kaos
Kaos düzensiz olgular olarak tanımlanır. Düzen için ise kaos gereklidir. Olayların birbiri ardından akışının bozulacağı, kaosa meydan vereceği fikri toplumun korkularından biridir. Ancak kaos üzerinde düzenin zaferi hiçbir zaman mutlak değildir. Bunu daha önceki bölümlerde edindiğimiz bilgiler aracılığıyla yorumlayabiliriz. Yabancılar, yerleşik olanlara gelerek onları huzursuz kılar. Belli bir düzeni yok ederler. Harita üzerinde hayali bir çizgi çizilir ve buna sınır denir. Sonra bu çizginin öteki tarafında kalanlar bu sınırı geçmek istediğinde düşman olarak nitelendirilir.

Düzen kurmak belirsizlikle savaşa tutulmaktır. Bu sınır dediğimiz hayali çizginin bulunduğu coğrafyaya, eli silahlı insanlar yerleştirilir ve bir taraftan diğer tarafa geçiş bir otoriteye bağlanır. Bu otorite tüm otoritelerin yaptığını yapar: karşılıklı dışlayıcı biçimde olmayan, farklılaşan insanları keskin bir çizgi ile iki takıma ayırır.
Kaosa karşı mücadele görünür bir sonuca ulaşmadan sürüp gidecektir. Kaos, düzensiz olguların çoğu özellikle dar bir alana odaklanmış, hedefli, görev yönsemeli, tek sorun çözücü eylemlerden doğar. Düzen kaosu gerektirir; kaos da düzeni.

XI. Hayat Uğraşına Dalmak
Giderek teknolojik ile bütünleşen hayat içerisinde her daim tüketiciyizdir ve reklamlar tüketmemiz gereken ürün hakkında ikna amacıyla karşımıza çıkarlar.
Rutin olarak yorumladığımız hayatımıza bir göz atarsak içinden sosyolojik olarak birçok olgunun var olduğunu görürüz. Her sabah kalkıp elimizi sabunla yıkadığımız bir gerçektir. Bunu yapabilmek için öğreniyoruz ilk başta, daha sonra reklamlar önümüze geliyor. Bunlarda daha farklı sabunlar görüyoruz. Daha iyi bir hijyen için sabunlar alıyoruz.
Rutin hayatımızdan çıkarılacak ufak sonuç hepimizin birer tüketici olduğudur. Tüketici davranışı bir sorundan diğerine götürerek adım adım hayatın akışına bağlar ve bizi bir uzmanlık arayışı içine sokar.

XII. Sosyolojide Tarzlar ve Araçlar
Sosyoloji günlük hayatımıza yorumlar getirmelidir. Çünkü sosyoloji çıplak gözün tespit edemeyeceği bağlantıları açığa çıkarır. Emile Durkheim, sosyal olguların sadece sosyal olgularla açıklanabileceğini söyler. Sosyal fenomenler birey olarak insanın içinde değil dışındadır. Max Weber, sosyolojinin bir bilim olabilmesi için doğa bilimlerini taklit etmesi gerektiği savına şiddetle karşı çıkmaktadır. Doğa bilimleri genetiği, hayvanları inceleyen bir bilim dalıysa sosyoloji de kendi içinde doğa bilimlerinden ayrı bir bilim dalıdır.
İnsan eylemini açıklamak için onu anlamak, kavramak gerekmektedir. Onları anlamayı amaçlayan sosyolojinin nesnel bilgi olarak açıklanması gerektiğini düşünür Max Weber. Sosyoloji bilimden öteye gider, o üzerinde çalıştığı gerçekliğin anlamını yakalar. Sosyolojinin diğer bir stratejisi de pratik uygulamalara elverişli olmasıdır. Sosyoloji dünyanın “karmaşıklığının” bir parçası, bir çözüm olmak yerine bir sorundur. Sosyolojik düşünmek, özgürlük davasına hizmet eder.

Sonuç
Zygnunt Bauman, faydasız bir bilim, hatta bilimsel niteliği olmayan bir alan olarak görünen sosyolojiyi haklılaştırma çabası içindeki farklı sosyoloji düşünürlerinin çalışmalarıyla bu noktaya geldiğini belirtmektedir. Bauman için sosyoloji hizmet edebileceği ama etik olarak hizmet etmemesi gereken bir alandır. Bauman çalışmasında, sosyolojik düşünmenin özgürlük davasına hizmet ettiğini belirtir.
Bauman’ın, sade ve anlaşılır bir dille kaleme almış olmasından ya da belki de çevirinin bu denli anlaşılır bir şekilde çevrilmesinden dolayı “sosyolojik düşünmek” adlı bu eser akademik bir düşünce yapısına sahip olmasına karşın gündelik hayat mantığına göre düzenlenmiştir.

Kitap Yorumları

Kitabı ilk elime aldığımda ilk sayfalar, bana bu kitabın çok sıkıcı olduğunu hissettirmişti. Bu yüzden bir süre elimde süründü ne yazık ki. Ama kitabın ortalarına doğru ne anlatmak istediğini çözümlediğimde aslında hiç de düşündüğüm gibi bir eser olmadığının farkına vardım. Naçizane son söz olarak şunu söylemeliyim ki sosyolojik olarak nasıl düşünülmesi gerektiğini sağduyu ile sosyoloji arasındaki sıkı ilişkiyi ve bir o kadar da farklarını bu eser sayesinde öğrenmiş bulunmaktayım. (Nimet CEYLAN)

Sosyolojiye hep ilgi duymuşumdur fakat okuduğum ya da okumaya çalıştığım kitaplar her zaman bu ilgimi bir nebze azaltmıştır. Fakat bu kitap ilgimi daha da arttırdı diyebilirim. Sanırım şimdiye kadar okuduğum sosyoloji alanındaki en iyi kitap. Gündelik yaşamımıza boş gözlerle değil de sosyolojik açıdan bakabilmeyi güzel detaylarla anlatmıştır.(Gizem KAREN)

Düşüncelerini, aklına takılanları sosyoloji eşliğinde tartışma şeklinde sürdüren yazar bu işi sıkmadan yapmaya çok ciddi şekilde gayret ediyor, kitabın ilerleyişi ayrı konular halinde ilerliyor. Son bölümde okuma listesi ve tavsiyelerini aktarırken bunu kendi dünyamıza yaptığımız bir geziymiş gibi yorumluyor. Okuyucusuna kesinlikle birçok şey kazandıran kitap deneyimlere ve olaylara farklı bir şekilde yaklaşılabileceğini anlatmasıyla önemlidir. Eğer ilgi çekici bulduysanız üzerinde düşünmek için çok vakit harcamayın bu değerli aydın size önemli şeyler anlatıyor. (Cihan ÖZKAN)

Bence kitaptaki en önemli yer, “Devlet ve Millet” arasındaki bağın incelendiği kısımdı. Zira bu bölüm, Balkanların içinde bulunduğu karmaşayı, etnik, dinsel ve ırksal kültürlülük açısından görmeme yol açmıştır. Bauman, ikilik ve karşıtlıklar üzerinden ilerlettiği bu kitabıyla, birey olma ve toplum içinde var olma arasındaki bütünlük ve çatışmadan bahsetmiştir. İncelediği ikilikler ve çatışmalarla okuyucuya derin düşünceler ve okuyucuların kendi içlerin birtakım iç tartışmalar oluşturduğunu düşünüyorum. Fakat kitabı çevremdeki bazı kişilere tavsiye edebilirim. Sosyolojik düşünme boyutuna erişmek istemeyen ya da kalıplaşmış düşüncelerini irdelemek istemeyen insanların okuyabileceği türden bir kitap değil. (Merve AYAZ)

Sosyal bilimlerle ilgilenen her insanın okuması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum. Gündelik yaşantımıza bile uyarlayabileceğimiz bu kitabı, analiz ve sentez yetisini geliştirmek isteyen her bireye öneriyorum. (Şeyda ÖCAL)

TUİÇ Balkan Araştırmaları Merkezi Stajyerleri
Nimet CEYLAN – Gizem KAREN – Cihan ÖZKAN – Merve AYAZ – Şeyda ÖCAL

TUİÇ Biga Söyleşileri: “Müzik Kültürü ve Dinletisi-1”

TUİÇ Biga Söyleşileri: “Müzik Kültürü ve Dinletisi-1”

Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmaları (TUİÇ) Biga Ekibi çalışmalarına ilk heyecanı ile devam ediyor.

Ekibimiz, TUİÇ Çanakkale Onsekiz Mart Üniversite Temsilcileri ve Uluslararası İlişkiler Topluluğu (UİT) bünyesinde bulunan, Şeyda Öcal, Abdullah Aksoy, Esra Yılmaz, Samet Ersan, Tugay Türkoğlu, Sefa Saygın, Aygül Aktaş, Semih Erol, Kübra Doğruyol, Yusuf Akkuş ve Makbule Yılmaz isimli kişilerden oluşmaktadır.

TUİÇ Biga Söyleşilerinin amacı; ulusal ve uluslararası gündem, edebiyat, sanat üzerine söyleşilerin gerçekleşebileceği ve geleceğin emanetçisi olan biz gençlerin, büyüklerimizin bilgi birikiminden ve tecrübelerinden yararlanabileceği okul ortamından uzak sıcak bir ortam oluşturmaktır. TUİÇ Biga Ekibi olarak, “TUİÇ Biga Söyleşileri” adlı söyleşimizi bu hafta 13 Mayıs Cuma günü 21.00-23.00 saatleri arası Biga Halim Bey Konağında değerli hocamız Doç. Dr. Mehmet Bülent Uludağ’ın katılımıyla “Müzik Kültürü ve Dinletisi-1” başlığı altında gerçekleştirdik.

Söyleşimizde bu hafta, sırasıyla Barok (1600-1760), Klasik Dönem (1730-1820) ve Romantik Dönem (1815-1910) önemli temsilcileri ve eserlerinin künyesini üzerine konuştuk. Bu dönemlere ait sanatçıların belli başlı eserlerini dinledik.
20 Mayıs Cuma günü yine aynı mekânda ve saatte “Müzik Kültürü ve Dinletisi-2” başlığı altında bu haftaki kaldığımız yerden devam edeceğiz.

Katılımlarından dolayı bizlere zaman ayıran başta kıymetli hocamız Doç. Dr. Mehmet Bülent Uludağ’a, değerli büyüğümüz Rafet Bayram Elkasoviç’e ve diğer öğrenci arkadaşlarımız Melih Şah Sakallı’ya, Hilal Şenel’e, Hasan Yıldız’a, Günay Yalçın’a, Selin Demir’e, Peri Gümüş’e, Rıfat Çam’a, Dilara Akın’a, Filiz Kaya’ya, Arzu Akgül’e ve Gülce Ertanış’a teşekkür ederiz.

 Mehmet NİZAM
 TUİÇ BALKAM Koordinatörü


Saddam Hüseyin Sonrası Irak’ta Türkiye-İran Mücadelesi

Saddam Hüseyin Sonrası Irak’ta Türkiye-İran Mücadelesi

Özet

Türkiye ve İran; Ortadoğu’da devlet geleneğine sahip, birbirlerine komşu, rekabet halinde olan, farklı etnik yapıya sahip, aynı dinin farklı mezheplerine mensup, farklı siyasal rejimleri, dünya görüşü ve dış politika anlayışı olan bölgenin en kritik iki ülkesidir. Bölgede huzurun ve istikrarın iki sembolik örneği denilebilir. Türkiye ve İran birer jeopolitik oyuncu potansiyeline sahiptir: Çevresinde olup bitenlere sadece kulak vermez, aynı zamanda yönlendirir ve ulusal çıkarları doğrultusunda politikalarını şekillendirirler. Belirlenen politikalar zaman zaman uyuşmayabilir ama bu durum iki taraf için de ilişkilerin kopacağı anlamına gelmez ve savaş durumuna asla getirmez. Sebebi ise iki tarafında akılcı ve pragmatik olmasıdır. Çünkü bu iki aktör az sayılmayacak bir devlet geleneği tecrübesine sahiptir. Söz konusu Irak olunca bazı zaman yakınlaşma bazı zaman ise karşılıklı suçlamalar olmuştur. Hususiyetle tetkik edilecek olursa, Saddam Hüseyin’in İran ile yaptığı savaş sonrası aldığı ağır ekonomik darbesini Kuveyt’i işgal ederek telafi etmeye çalışması ve ardından uluslararası bir koalisyonla Kuveyt’ten çıkarılması, sonrasında ABD’nin sık sık eleştirilerine maruz kalması ve KİS üretmekle suçlanması, tüm bunların üstüne 11 Eylül 2001 terör saldırısının yaşanması, Irak’ın işgal edilmesini kaçınılmaz kılmıştır. 2003 Irak işgali ile hedeflenen bir Kürt devleti Irak’ı ikiye bölmüştür. Türkiye ve İran için yeni birer hayat sahası açılmıştır. İran, mevcut merkezi hükümeti kullanarak Türkiye etkisini yavaşlatmaya çalışırken, Türkiye ise bağımsız devlet olma hayali kuran ve yanı başında bulunan bölgesel yönetiminin İran etkisinde olmaması için kendine çekmektedir. Bütün bunlar, iki farklı devlet ve iki farklı dünya görüşü mücadelesinin yansımalarıdır.

İslam Devrimi Öncesi İran ve Cumhuriyet Dönemi Türkiye’sinin Benzer ve Farklı Yönleri

İran’ın dış politika anlayışı denilince iki süreç vardır: Bunlar, 1979 Devrimi öncesi ve sonrasıdır. Mazisi çok eskidir. İslamiyet ile tanışıklığı bakımından en önemli olan Sasani Devletidir. Sasaniler, Zerdüştlüğü benimsemişler, daha sonra ikinci İslam Halifesi Hz. Ömer’in ordusu, 636 Kadisiye Savaşı ile Sasanilerin sonunu hızlandırmış ve Zerdüşt Devleti 651’de tarihe karışmıştır. Şah İsmail’in öncülüğünde 1501’de Safevi devleti kurulmuş, ülke hızla Lübnan’ın Cebel Amil bölgesinden getirtilen ulema ile Şii anlayışı yaygınlaştırılmıştır. Safevi devletinin 1722’de yıkılmasının ardından Afşin ve Zend hanedanları arasında iktidar çekişmeleri olmuştur. Daha sonra bu çekişmelere son verecek olan Kaçarlar Devleti kurulmuştur. Kaçarlar devletinin zamanla zayıflamasını fırsat bilen 2500 kişilik Kazak Tugayı’nın Komutanı Rıza Han, Kaçarlar Hükümetine darbe düzenlemiştir. İlk önce başbakanlığını daha sonra ise 1926’da Şah olduğunu ilan etmiştir. Kaçarlar hükümdarı Ahmed Şah ise Avrupa’ya gitmiştir. Rıza Şah, laik, demokratik, milliyetçi ve anti koministtir. Ülkesinde çarşafı yasaklamış, kılık kıyafet düzenlemesi yapmış, medreseleri kapattırıp modern okullar açmıştır. Birçok yenileşme alanında muvaffak olmuştur. Rıza Han, birçok alanda yenilikler yapmış olmasına rağmen dil konusunda değişiklik ile ilgili bir düzenleme yapmamıştır.

Türkiye, Osmanlı varisi bir devlettir. Sadece isim olarak söylenmesi daha doğru olacaktır. Çünkü 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması ile kurulan yeni devlet birçok alanda yenilikler yapmıştır. Medreseler kapatılmış, modern okullar açılmış, tekke ve zaviyeler kapatılmış, kılık kıyafet kanunu, şapka kanunu, Tevhid-i Tedrisat kanunu, Medeni Hukuk Kanunu gibi Batı seviyesine ulaşılabilecek her türlü tanzimler yapılmıştır. Bu yenileşme hareketinin öncüsü Mustafa Kemal’in muvaffak olduğu kesindir. Yapılan yenileşmelerin yanında 1928’deki Harf inkılabı maalesef Türkiye Cumhuriyeti Devletinin yeni yetişen nesillerini geçmişten habersiz bırakmıştır. Artık tarihe Cumhuriyet ve sonrası olarak bakılmıştır, geçmişteki eserleri okuyamaz hale gelmiş ve tüm bunlar tarihi bağlarımızı zayıflatmıştır. Türkiye ve İran’ın, 20.yy’ın başlarında gerçekleştirdiği değişimler ve modern devlet oluşturma gayretleri birbirleriyle birçok mevzuda benzerlik göstermektedir.

İran İslam Devrimi Sonrası Dünyadaki Gelişmeler ve İran-Irak İlişkileri

İran’da, Ayetullah Humeyni öncülüğünde 1979’da gerçekleştirilen darbe ile Şah Muhammed Rıza Pehlevi devrilmiştir. İran’da daha önce var olan laik düzen yıkılmış yerine İslami rejim kurulmuştur. Türkiye ise 70’li yıllarda toplumda yaşanan ideolojik ayrışmalara ve sağ-sol kavgalarına tanık olmuş ve bunun devamı olarak 12 Eylül 1980’de Kenan Evren komutasında bir askeri darbe olmuştur. SSCB’nin Aralık 1979’da Afganistan’a müdahalesi, Saddam Hüseyin’in aynı yıllarda Irak’ta yönetimi ele alması ve Mısır ile İsrail arasındaki barış görüşmeleri ve buna mukabil İsrail’in Sina Yarımadasından çekilmeyi taahhüt etmesi gibi çok mühim gelişmeler cereyan etmiştir. Bu tarz gelişmelerin Soğuk Savaş döneminde görülen nadir hareketliliklerden olduğu muhakkaktır.

Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak devleti, Sosyalist-Arap milliyetçisidir ve laik bir devlet düzenine sahiptir. Yanı başındaki komşusu İran’ın, mezhepçi bir sistemi özümsemiş olması Irak’ı tedirgin etmiştir. İran’daki devrimden birkaç ay sonra yönetimi ele geçiren Saddam Hüseyin, ülkesinde ciddi bir iç muhalefetle karşı karşıya kalmıştır. Saddam Hüseyin’in iç muhalefeti bastırmak için bir bahane ile halkın dikkatini bir dış meseleye çekmek istediği muhakkaktır. Saddam’ın, İran’da gerçekleşen devrimin ertesi yılı savaşı başlatmış olması, İran’daki iç karışıklıktan faydalanmak istediğinin açık bir göstergesidir.1980-1988 yılları arasında gerçekleşen savaşta, başta Irak bayağı ilerlemiş olsa bile daha sonra İran beklenmedik bir direniş göstererek olayı kendi lehine çevirmekte muvaffak olmuştur. Humeyni, ciddi bir saygınlık kazanırken Saddam Hüseyin ise ciddi bir prestij kaybı yaşamıştır. Savaş sonucunda ise taraflar arasında herhangi bir toprak kaybı ve kazancı yaşanmamış; aksine iki Müslüman ülkenin enerjileri kendi aralarında harcanmıştır.

Irak, geçirmiş olduğu bu sancılı süreçte yoğun bir borçlanmaya gitmiştir. Suudi Arabistan ve Kuveyt’ten büyük borçlar alınmıştır. Saddam Hüseyin, Suudi Arabistan ve Kuveyt’ten borçları silmesini istemiştir. Gerekçe olarak bu savaşın Arap Dünyası için yapıldığını belirtmiştir. Suudiler olumlu yaklaşmış ancak Kuveyt bu duruma itiraz etmiştir. Irak, İran ile yaşadığı savaş döneminde Kuveyt’in Rümeyla denilen bölgede haksız petrol çıkardığı iddiasında bulunmuş ve tazminat talep etmiştir. Tazminatın ödenmesine itiraz eden Kuveyt, Irak tarafından 2 Ağustos 1990’da işgal edilmiştir. Saddam Hüseyin, Kuveyt’in Irak’ın bir parçası olduğunu ve Osmanlı Devleti zamanında da Kuveyt’in Basra’ya bağlı olduğunu söylemiştir. Saddam, daha sonra Uluslararası askeri koalisyonla Kuveyt’ten çıkartılmıştır. Saddam’ın KİS ürettiği, terörü desteklediği ve bölge barışına zarar verdiği gerekçesiyle 20 Mart 2003 yılında ABD tarafından ‘ Irak Halkına Özgürlük’ iddiası ile işgal edilmiştir. Saddam Hüseyin yakalandıktan sonra 30 Aralık 2006 da idam edilmiştir. Bu durum Sünnilerin tepkisini çekmiş ve ABD’ye karşı direniş hareketleri artmaya başlamıştır. ABD’nin 2003 yılındaki Irak operasyonu ve bu operasyona İran’ın destek vermiş olması bir gerçektir. Nitekim İran eski cumhurbaşkanı yardımcısı Muhammed Ali Abtahi 15 Ocak 2004’te yaptığı bir konuşmada “Eğer İran’ın desteği olmasaydı Kabil ve Bağdat bu kadar kolay bir şekilde düşmezdi.” açıklamasında bulunmuştur. Bu açıklamadan sonra ise anlaşılan tek şey İran’ın “şeytan” olarak gördüğü ABD ile ilişki kuracak kadar pragmatik politika izlediğidir.

Saddam Hüseyin Sonrası Irak’ta, İran-Türkiye Etkisi

Türkiye ve İran

Irak, 1979’dan İkinci Körfez Harbi’ne kadar Sünni azınlık Saddam Hüseyin tarafından idare edilmiştir. Saddam’ın mensup olduğu mezhep ve Türkiye’deki idarecilerin ve halkın büyük çoğunluğunun mensup olduğu mezhep aynıdır. Bundan mütevellit gerçekleşen iyi muhabbetler mevcuttur ancak Fırat ve Dicle nehrinin üzerinde Türkiye’nin bir takım tasarruflarda bulunmasının iki ülkeyi karşı karşıya getirdiği olmuştur. Öte yandan Irak ve Türkiye, sınırları içerisinde barındırdığı Kürt nüfusları itibariyle tedirginlerdir. Oluşabilecek tehlikeye karşı işbirliği içerisinde olmuşlardır. İran ise komşusunun, nüfusunun yarısından fazlası Şii mezhebine mensup olmasından mütevellit her zaman bölgeye ilgi duymuştur. İran, Irak’taki yönetimden rahatsız olmuş ve iki tarafta sekiz yıl süren bir savaş vermişlerdir. Daha sonra ise Birinci ve İkinci Körfez Harbi’nde tarafsız gibi gözükse de Batının yanında yer almış ve halkın büyük çoğunluğu Şii olan bir yönetimin iktidara geçmesini arzu etmiştir. İran, Irak için ABD’den sonra “ikinci işgal gücü ”olarak nitelenebilir. Çünkü ABD’den sonra Irak üzerinde en fazla etkiye sahip olan ülke konumunda İran vardır.

Saddam Hüseyin’in, yönetimden uzaklaştırılmasından sonra ABD güçleri tarafından Şii ve Kürtler yönetimde söz sahibiyken, Sünniler dışlanmıştır. Daha sonraki süreçlerde de görülmüştür ki dışlanan Sünni halk aynı zamanda merkezi idare tarafından da baskıya maruz kalmışlardır. 2006 yılında Başbakanlığa gelen Nuri El Maliki geldiği günden beri ülkedeki Sünnilere terörle mücadele bahanesiyle baskı yapmaktadır. Haziran 2014 yılında IŞİD terör örgütünün Musul’u işgal etmesi ve işgalden sonra örgütün hala Musul’da barınması şüphesiz halkın desteği ile olmuştur. Sünniler, kendilerine yapılan haksızlıklara daha fazla tahammül edememiştir. Irak Özel Kuvvetler Komutanı olan ’Maliki’nin Aslanı’ lakaplı Ebu Velid ve himayesindeki bazı askerler ise peşmergelere sığınmıştır.

Saddam Hüseyin dönemi, Irak- İran ilişkileri hep çekişmeli ve rekabet içerisinde olmuştur. Irak, toplum yapısı itibariyle de İran’ın her daim ilgi odağı olmuştur. İkinci Körfez Harbi ile Saddam’ın devrilmesi sonrası İran’a yeni bir hayat sahası açılmıştır. ABD müdahalesi sonrası Irak’ın federatif yapısı Türkiye ve İran’ı rahatsız etmiştir. Çünkü iki devlette Irak’ın toprak bütünlüğünden yanadır. İlerleyen yıllarda hususiyetle 2006 yılı ile başbakanlığa Maliki’nin gelmesi ve Şii mezhebini üstün tutup diğerlerini dışlayıcı tutumu Türkiye’nin tepkisine sebep olmuştur. Türkiye bu sebeplerden mütevellit Kuzey Irak yönetimi ile 2000 yılından sonraki gelişen iyi ilişkilerini arttırmaya gitmiştir. Aynı zamanda Irak’ın Sünni Başbakan yardımcısı Tarık Haşimi hakkında Aralık 2011’de, ‘Terör Faaliyetlerinde Bulunmak’ suçlamasıyla hakkında yakalama kararı çıkartmıştır. Haşimi ilk önce Kuzey Irak, daha sonra Kuveyt ve Suudi Arabistan’da sınırlı sürede kalmış ve ardından Türkiye’ye sığınmıştır. Ankara, Bağdat’ın taleplerine rağmen kırmızı bülten ile aranan Haşimi’yi iade etmemiştir.

Barzani Üzerindeki Bölgesel Etkiler ve Adım Adım Özerklikten Bağımsız Devlete

1991’deki Birinci Körfez Harbi ile Irak ordusu Kuveyt’ten çıkarıldı ve Irak’a ambargo getirildi. Savaş sonrası Saddam Hüseyin, ülkesinde Kürtlere yönelik baskılarından mütevellit binlerce Kürt, İran ve Türkiye başta olmak üzere komşu ülkelere sığındılar. Irak’ın Kuzeyi uçuşa yasak bölge ilan edildi ve Saddam’ın ordularının etkinliği kırıldı. Körfez Savaşı’ndan itibaren Irak’ın parçalanmasının engellenmesi ve Kürt sorununun yeni bir boyut kazanması ile ilgili ortak çıkarlar, Türkiye ile İran’ı uluslararası arenada işbirliğine itmiş ve tarafların konuyla ilgili devamlı görüş alışverişinde olmalarını sağlamıştır. Aynı zamanda Irak faktörü, Bağdat’ın kontrolü kaybettiği Irak’ın kuzeyinde iki ülkenin etki rekabeti içerisinde olmalarına neden olmuştur. İran, Kuzey Irak bölgesindeki Musul ve Kerkük’ün Türkiye kontrolünde olmasını değil Kürt kontrolünde olmasını tercih etmektedir. Çünkü bir grubu yönlendirmek, ikna etmek bir devlete göre daha kolaydır. İran’ın bu gerçekleri dikkate aldığı bir hakikattir. 2014 yılına gelindiğinde Türkiye ve İran’ı tedirgin eden iki olay gerçekleşmiştir. Haziran ayında çoğunlukla Sünnilerin yaşadığı yerleri IŞİD’in işgal etmesi ve Bölgesel Kürt yönetiminin bağımsızlık talebi gözlerin tekrar bu bölgeye dikilmesine sebep olmuştur.

ABD, bölgede bir Kürt devleti kurulması için en başından beri sistemli çalışmıştır. Birçok alanda hazır olan bölgesel yönetim şimdilik sadece Washington’dan gelecek olumlu bir cevap ile bağımsızlığını ilan etmeyi beklemektedir. Bölgesel yönetimin, bağımsız olmasını her türlü destekleyen İsrail’dir. İsrail, Ortadoğu’da Arap olmayan topluluklarla ilişkiler kurmak ve güvenlik politikalarını çeşitlendirmek istemektedir. Her şeyden önce Batı ve ABD ile uyumlu olan bir devlet istemektedirler. Türkiye’nin, 1990’lardan 2000’lere kadar İsrail ile “Stratejik Ortaklık” ilişkisi vardır. İsrail Devleti, Türkiye’nin zaman zaman uzlaşmaz tutumuna karşılık alternatif bir devlet istemektedir. Bundan mütevellit Irak Kürtlerine desteğini alenen yapmaktadır. Türkiye daha önce “kırmızı çizgimizdir” dediği bölgesel yönetim ile 2000 yılı sonrası hususiyetle AKP iktidarı ile ilişkiler gelişmiştir. Türkiye, dünya gerçeklerini ve bölgesini geç de olsa idrak edebilmiştir.

Sonuç

Irak, 2003 yılındaki Amerikan işgali ile üçe ayrılmıştır: Güney bölgesi Şii, Orta Irak yani Bağdat çevresi Sünni ve Kuzey Irak ise Türkmen ve Kürtlerden oluşmaktadır. Sünnilerin yönetimden uzaklaştırılması ile ülke Kürtlere ve Şiilere teslim edilmiştir. Irak’ın Kuzeyinde özerkliğe sahip olan Kürtler, Bağdat’tan ayrılmak istemektedir. Bu taleplerini en son 2014 yılında IŞİD’in Musul’u işgal etmesiyle dile getirmişlerdir. Kürt yönetiminin Bağımsızlık talepleri er ya da geç gerçekleşecektir. Gerçekleşecek bu hakikatin önüne set çekmeye çalışmak ileride büyük sıkıntıların yaşanmasına sebep olabilir. Türkiye ve İran bin yıllık devlet tecrübesi ile yanı başında gerçekleşen hadiselere sessiz kalmamaktadır. Barzani’nin, ABD ve Türkiye ile çalışması İran’ı gücendirmektedir. İran’da bu duruma mukabil Irak merkezi yönetim ile ilişkilerini geliştirmiştir. Başbakan Ahmet Davutoğlu daha önce söylediği ‘Dış Türkler de dış Kürtler de bizim himayemizdedir’ sözü bölge barışı için bölgesel yönetimin önemini belirtmektedir. Daha sonra bu açıklamasını ‘PKK, Barzani’ye saldırırsa bize saldırmış olarak kabul ederiz’ diyerek pekiştirmiştir. 2014 Haziran’ında IŞİD terör örgütünün Musul’u işgal etmesi sonrası Irak’ta var olan terör grupların yok edilmesi için Bağdat hükümeti tarafından Türk ordusu davet edilmiştir. Irak askerleri ve peşmergelerin eğitimi için Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), Musul’un 32 kilometre kuzeyindeki Başika’da peşmergeye eğitim verdiği kampa 2015 Aralık ayında takviye yapmıştır. Irak Başbakanı Haydar el-İbadi, “Türk askerî birliğinin ülke topraklarına izin almadan girmesi Irak’ın egemenliğine karşı riskli bir ihlaldir. Türkiye’den komşuluk ilişkisine saygı gösterip derhal Irak topraklarından çekilmesini talep ediyoruz” tepkisini göstermiştir. TSK, bir yıldan beri Musul’da vardı ancak Irak hükümetinin bir anda tepki vermesi hiç şüphesiz İran’ın nüfuzunu göstermektedir. Türkiye’nin Musul’a önem vermesinin iki sebebi vardır. İlk olarak IŞİD terör örgütünün lojistik desteğini kesmek istemesidir. Çünkü bölgenin Suriye bağlantısı olması stratejik önemini artırmaktadır. İkinci olarak ise tarihi bağlardır. Misak-ı Milli sınırları içerisinde olmasına rağmen cumhuriyetin ilk yıllarında dönemin şartları ve İngilizlerin etkisiyle Musul’u anavatana katamamıştır. Bu yaşananlardan mütevellit Türkiye’nin aklında her zaman Musul ve Kerkük kalmıştır. 1991 Körfez harbinde Türkiye hiç olmadığı kadar hayallerine yaklaşmıştır. Daha sonra yaşanan gelişmeler bu planın hayata geçmesini zorlaştırmıştır. Irak devletinin parçalı olması, ilk zamanlar her ne kadar Türkiye ve diğer bölge devletleri için tehlike arz etse de Türkiye’nin AKP iktidarı ile gelişen yeni politikası Irak üzerinde oynanan oyunlara direnip oyun kuranlardan tepki almaktansa oyuna dahil olup oyunu yönlendirmek istediği bir hakikattir. İran ise Türkiye’nin Musul ve Kerkük olmak üzere Kuzey Irak bölgesindeki etkinliğine engel olmak istemektedir. Bunun içindir ki Irak, merkezi yönetim üzerinden baskı yapmaktadır.

Geçmişten günümüze defalarca çıkarları doğrultusunda karşı karşıya gelen iki eski devlet, yaşanan yeni gelişmelerin etkisi ile tekrar karşı karşıya gelmiştir. İran, Afganistan ve Irak işgaline yardımcı olması, Suriye iç karışıklığında Esad’a her daim destek vermesi, Lübnan’da var olan Hizbullah ile İsrail’e karşı mücadele etmesi ve Yemen’de gerçekleşen iç karışıklıkta Şii Husilere destek vermesi ile adeta bölge barışını tehlikeye atmaktan çekinmeyen tavır takınmıştır. Türkiye’nin İsrail ile yakınlaşması ve Bölgesel Kürt Yönetimiyle yakın ilişkiler kurulması Tahran’ı rahatsız etmektedir. Tahran, Türkiye’yi bölgeye daha fazla yaklaştırmamak için elinden geleni yapacaktır; Kıbrıs Rumları, Yunanistan, Ermenistan ve Irak ile ilişkilerin geliştirilmesine ehemmiyet verecek ve Ankara’yı iç politikalar ile meşgul etmek isteyecektir. Ankara ise Tebriz Türklerine sahip çıkmak başta olmak üzere Azerbaycan ile ilişkilerini geliştirmek ve her daim yanında olduğunu hissettirmek ve Bölgesel Kürt Yönetimi ile yapılacak antlaşmalar başta olmak üzere her türlü İran’ın etkinliğini azaltmak için çaba sarf edecektir. Taraflar her ne kadar karşı karşıya gelse de aralarındaki enerji antlaşmaları ve ihracat-ithalat ilişkisi iki ülke için birbirinin vazgeçilmezi olmuştur. İki ülkenin de bulunmuş olduğu jeopolitik konum en azından ikili ilişkilere itmiş ve müşterek kararlar alınmasını bir nevi zorunlu kılmıştır. Bölge barışı için Türkiye ve İran münasebeti çok büyük önem arz etmektedir. Bin yıllık devlet tecrübesi, aynı dinin farklı mezhebine mensup olunması, çevresinde olup bitenlere farklı bir bakış açısıyla yaklaşmaları ve tüm bunlara rağmen ticaretin ve işbirliğinin arttığı gözlenmektedir. Ortadoğu’da yaşanan mezhep odaklı çatışmaların, terörün, darbelerin, suikastların son bulacağı ümidi, iki ülkenin ilişkilerinin var olması ile olacaktır. Türkiye ve İran’ı yakından incelediğimizde Ortadoğu’nun geçmişini ve bugününü görürüz, Ortadoğu’nun geleceğini görmek ise Ankara ve Tahran’ın politikalarına bağlıdır.

Selçuk Özçelik
Giresun Üniversitesi/ Uluslararası İlişkiler Bölümü

Kaynakça

Bir Medeniyetler Çatışması Örneği: Türkiye

0

Günümüz siyaseti ve toplumlarını anlarken kullandığımız kategorilerin analizini yapmayı ve Türkiye’den bölgeyi anlamaya dair çalışmalarda atılabilecek kuramsal adımları ve bunların sonuçlarını tartışmayı amaçlamaktadır. Öncelikle, Medeniyetler arası kültürel etkileşimleri kavram ve teorilerle ortaya koymakla birlikte, ortaya çıkışın noktasını tartışmakta, daha sonra bu çalışma alanının sosyal bilimler içinde gelişimiyle, Kültürler arası bu kimliksel oluşumun siyasal sistem analizine dönüşmesinin ilişkisini irdelemektedir. Bu tartışmayı müteakip daha isabetli sosyal bilimsel yaklaşımların kimlik sonrası gelişimini özetlemektedir. Kültürel kimlik, perspektifi dışında Medeniyetler arası yaklaşımların bir değerlendirmesini yapan makale, toplum ve siyasetine dair isabetli bir tahlil için gerekli asgari ve ampirik çerçevenin tasviri ile sonlanmaktadır.

Medeniyet Kimlikleri ile bağlantılı olarak kültür ve kültürel kimlikleri, soğuk savaş sonrasında dünya’daki uzlaşma, ayrışma ve çatışma kalıpları içerisinde tanımlayan ve Amerikan Kültür oluşumunu bireysel açıdan başarıyla gerçekleştirmiş kişileri devreye sokmuştur. Onlar; Japon kökenli; Francis Fukuyama, Hint asıllı, Samuel P. Huntington ve Polonya asıllı; Brzezinsky. Bu üç Pentagon mimarından biri olan, Samuel P. Huntington, soğuk savaş döneminden sonra, dünya sahnesinde ABD’nin kendi içerisinde uyguladığı yalnızcılık doktrinden sonra kırmızı olan tehlike algılaması rengini yeşile dönüştüren üç kişiden biri. Medeniyetler Çatışması Tezi ilk olarak Foreign Affairs dergisinin 1993 yaz sayısında yayınlanmış ve Batı liberalizminin, sosyalizme karşı nihai bir zafer kazandığını ve bunun küresel ilişkilerin yapısını de belirleyeceğini savunan Francis Fukuyama’nın Tarihin Sonu Tezi’ne bir cevap olarak ortaya çıkmıştır. Huntington’un Medeniyetler Çatışması kitabı medeniyetler ve kültürler, kültürün güç ilişkileri ve güç dengelerinin değişmesi üzerindeki etkileri, Batı evrenselciliği, Müslüman radikalizmi, Çin’in iddialı biçimde ortaya çıkışı ve kırılma hatlarındaki mücadelelerin alevlendirdiği uluslararası çatışmalar hakkında analizler içermektedir. Huntington’ın kitabının ilk bölümüne bakıldığında 21.yüzyılda uluslararası politik alanda neden kimlik ve medeniyet unsurlarının öne çıkacağı eylemine yönelik üç adet kültürel kimlik haritasını karşımıza çıkarmaktadır. 1920’lilerdeki gösterdiği haritada, Batı tarafından sömürge imparatorluklarına tabi tutulan bir dünya’yı bize göstermekle beraber, 1960’lara ait olan harita’da ise; Soğuk Savaş döneminde ABD ile Sovyetler Birliği’nin etrafında kümelenen, Morton A.Kaplan’ın da sistemler teorisindeki İki Kutuplu Sistem olarak adlandırdığı Gevşek İki Kutuplu Sistemin özelliklerini taşıyan bu sistemin en önemli belirleyici özelliği olan aktör sayısının az oluşudur. Bütün üyelerin bir bloğa dâhil olduğu bu sistemde bloksuz aktörlerin ve evrensel aktörün etkisi çok azlığını söylemekte ve yok sayılmaktadır.

Sovyetlerin 1989 yılında çökmesiyle beraber iki kutuplu sistemin çözülmesi, Samuel P.Huntington’ı 1990’ları resim eden bir üçüncü harita çizmeye sevk ediyor. Bu harita’nın temel taşlarına bakıldığında Huntington’un deyimiyle Medeniyetler Çatışması’na iten süreç tam da burada başlamakla beraber, Balkanlar üzerindeki Slav Kökenli milletlerin Yugoslavya süreci sonrasında dağılması ile bu coğrafya üzerinde çok farklı alt renklerin, üst kimlikler olarak çıkmasına vesile olmaktadır. Bu kimliklere bakıldığında, farklı inançlara mensup olan Sırpların, Hırvatların ve Boşnakların arasındaki savaş sürecinde ve savaştan sonra analiz edilmesi Batı’nın Boşnaklara yardım etmemesi ya da Sırpları kınayıp, Hırvatlar için herhangi bir siyasi söylev ya da yaptırımın söz konusu bile olmaması Huntington’ı doğrulamaktadır. Bölgedeki savaş sürecinde kültürel arası etkileşimlere bakıldığında Slav kökenli olan Sırplara yardımın Ruslardan gelmesi ve bunun karşısında Katolik Almanların Hırvatlara destek vermesi, Bosnalılara süreçte sadece Müslüman ülkelerden desteklerin gelmesi medeniyetler arası ittifak ve itilafların bu süreçte ne denli etkili olduğunu bizlere göstermektedir. Huntington’ın medeniyetler çatışması öngörüsü Arnold Toynbee’nin büyük uygarlıkların ancak bir meydan okumayla karsılaştıklarında ve buna karsı koyabildiklerinde geliştiklerini iddia ettiği, “Meydan Okuma ve Karsı Koyma” tezine dayanır. Ona göre Sovyetlerin yıkılmasıyla rakipsiz kalan Batı uygarlığı gevşeyip, çökme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Kendi ülkesi Amerika Birleşik Devletleri, sahip olduğu kültürel çeşitlilik ile bu tür bir tehlikenin içindedir. Huntington’ın bu şekilde düşünmesi, ülkesi Amerika’da edindiği gözlemleriyle ikna olunmuşluk taşır. “Biz Kimiz?” adlı eserinde farklı kültürel yapılardan gelen göçmen vatandaşların ABD ile tam olarak bütünleşemediklerini, ilk eklenim yerleri olan gettolar aracılığıyla geldikleri ülkelerin kültürel kimliklerini alt ulusçuluk biçimlerine dönüştürdüklerini belirtir.

Huntington için böylesi bir durumun tehlikesi açıktır. Ona göre ‘Amerikan ulusal kimliği, onu alttan çökertecek olan çok kültürlülük’ ile karsı karsıyadır. Huntington’ın böyle düşündüğü bir anda 11 Eylül saldırıları kurtarıcı vazifesi görür. Ernest Renan’ın dediği gibi ‘ortak acı, sevinçten daha birleştiricidir. Milli hatıralar arasında yaslar zaferlerden daha makbuldür. Zira yas görev yükler, ortak çabayı emreder’. Böylesi bir saldırıyla birlikte Amerikalıların ulusal kimlik duyguları ve Amerikalı olma üst kimliği canlanma imkânı bulur ve bu noktada Huntington can alıcı soruyu sorar: ‘Amerikalılar… tehdit altında olmadıkları zamanda aynı başarıyı sürdürebilecekler mi?’ sorunun, geleceğe dönük olarak ötekilerin de var olması gerektiği doğrultusundaki kararlılığı ve terörist eylemleri gerçekleştirenlerin Müslüman olmasından ötürü, İslam’ın Batı için komünizmden sonra yeni bir tehlike olarak hedeflendirilmesine neden olur. Soğuk Savaş Döneminde bilindiği üzere, ülkeler iki kutup arasında oluşuyordu. Sovyetler Birliği’nin dağılışıyla beraber özellikle Balkan ve Kafkaslar da bulunan topluluklar kimlik arayışına gitti. Bu kimlik arayışı, sayıdan çok Biz Kimiz? sorusunu soruyordu. İşte tam da bu noktada, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının hemen ardından bağımsızlıklarına kavuşan cumhuriyetlerin tavırlarına da değinen Huntington, Türki cumhuriyetler ile Türkiye arasındaki ilişkilere ve oraya yatırım yapan işadamlarının dil, din, tarih birliğine vurgu yapmasına da yer veriyor. Bağımsızlığına kavuşan ülkelerin Rus sömürüsüyle ilişkilendirdikleri Kiril alfabesini terk etmelerinin ardından Azerbaycan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Özbekistan’ın (Türkiye gibi) Batı alfabesine geçerken, Farsça konuşan Taciklerin, kendilerini İran’a yakın hissederek Arap harflerini kabul etmeleri de Huntington’ın vurguladığı diğer noktalar arasında yer almaktadır. Brzezinsky’nin söyleviyle, Türkiye’nin doğusunda bulunan Kafkaslar ve Orta Asya alanlarında Amerika’nın Avrasya üzerinde hegemonya sağlayabilmesinin yolu Avrupa’da Fransa veya Almanya liderliğinde birleşmiş bir Avrupa’nın varlığına ve buradan adım adım ilerleyerek Asya’ya doğru yaklaşmasına bağlıdır ki günümüzde bunun realist örneğini, Fransa ve Almanya ile bu bölgelerde enerji politikaları üzerine çeşitli ittifaklar içerisinde olduğunu görmekteyiz.

Bu noktada birliğin bütünleşmiş Konfederalizm modelinden ziyade federalizm gibi her türlü politika anlamında tam birlik ve ulus devletin ortadan kalkmasını ifade ederken, siyasal strateji ve çıkar doğrultusunda esas olan başat güç konumundaki devletlerin varlığıdır. İşte tam da bu esnada, Rusya’yı etkin güç olmaktan çıkarılmalı yani bu politikada pasifize edilmelidir, eğer bu mümkün olmazsa, Avrupa’da Fransa-Almanya liderliği desteklenecektir. (Avrupa’da Amerika’nın bir çok üs bölgesi mevcuttur.) Bu coğrafi ve ulus kimlik dağılımı Samuel P. Huntington’ı, medeniyetlerin bu çift kutuplu sistemden sonra diğer yakın hissettikleri uluslarla ülke sınırları kalmaması yine bu ulusları farklı etkileşim alanlarına doğru ittiği söylemekle beraber bu etkileşim alanını beş farklı şekilde açıklamaktadır. Bunlar; Merkez konumda olan ülkeler, Yalnız Ülkeler, Üye Ülkeler, Bölünmüş Ülkeler ve Kararsız Ülkeler’dir. Bu ülkelere bakıldığında batı da iki başlıklı bir merkez ülke tanımlaması görmekteyiz. Bu medeniyetler ABD ve Frenko-Germen milletleri, yine bölünmüş ülkeler tanımlamasında soğuk savaş yıllarının sona ermesiyle oluşan tek kutuplu sistemde kendilerinin Yugoslavya sürecinde sonra Balkanlar da slav kökenine bağlı kalacak bir dizi ülkeler oluşmaktadır. Onlar; Sırbistan, Hırvatistan, Letonya, Estonya, Litvanya gibi kendilerini slav kökenli gören topluluklardan oluşmaktaydı. Kararsız ülke tanımı diğerlerine nispeten daha da ilginçtir, bu kararsız ülkelere bakıldığında başta; Rusya, Türkiye ve Avustralya gelmektedir. Rusya’ya bakıldığında Huntington’ın, sıkça dillendirdiği Bolşevik Devrimi’nden bahsettiğini görmekteyiz.

Bu bağlamda, bakıldığında bu devrimle gelen süreçte Rusların kendi geleneklerine sahip çıktığı, bir kısmının ise batılı şekilde hareket ettiğini gözlemlemektedir. Avustralya’nın bu tanımını biraz daha farklı konumda incelemek yerinde olacaktır, Çünkü Dünya Hakimiyet Kıta Sahanlığı içerisinde Güney kısımda bir ada devleti olarak görülen Avustralyalılar kendilerini dengeleyici güçten, sürekliliğe giden güce doğru tanımlaması ve bu tanımlama içerisinde Asya veya Afrika gibi kara sahanlığı ve Dünya’nın diğer kıtalara nazaran Nüfus Yoğunluğu bakımından kalabalık kara parçalarınca kabul görmemesi Avustralya’yı burada yalnız ve kararsız ülkeler kategorisine sokmayı doğrulamıştır. Kararsız Ülkeler tanımlamasına giren Türkiye örneğine bakıldığında, Sovyetlerin dağılmasıyla özellikle 1990’lı yıllarda Türklerin Orta Asya’ya doğru kayması, tabir yerindeyse oradaki bağımsızlığını yeni elde eden Türki Cumhuriyetleri’ne bir manada liderlik öngörmesiyle gelen süreçte, 1920-1930 arasındaki bağımsızlık savaş’ının elde edilmesi ve devrimlerle batı’ya doğru şahlanan bir Türkiye imajı yine bu süreçte Türkiye’yi kararsız ülkeler tanımı içerisine sokmaktadır. Samuel P.Hungtinton Batılı olmayan toplumların bu süreçte ‘modern’ ve ‘Batı’ kavramı adı altında üç farklı yaklaşımdan yola çıkarak tepki verdiğini iddia etmekte. Bölünmüş Ülkeler kategorisinin baş tacı yaptığı Türkiye örneğinde konuyu farklı bir bakış açısından incelediğini görmekteyiz. Türkiye’nin geçmişten bu yana gelen süre içerisinde kültür birikimle Batı entegrasyonunu sağladığı süreci bu üç tepkisinden Modernleşme ve Batılaşmayı benimsemek olduğunu bunun ise; Kemalist bir yaklaşım ile gerçekleştirdiği yönünde bir açıklamasını görmekteyiz. Türkiye’de Mustafa Kemal tarafından hayata geçirilen bu modelin yapısını (Türk kültür mirasının özelliklerini de dikkate alarak) incelemek ile beraber, kitabında Türkiye’ye sıklıkla değinen Huntington, Kemalizm’in üç varsayıma sahip olduğunu belirtiyor:

• Modernleşme arzulanır ve gereklidir.

• Yerli kültür modernizasyonla uyumlu değildir ve bu nedenle terk edilmeli ya da ortadan kaldırılmalıdır.

• Bir toplumun başarılı bir şekilde modernize edilebilmesi için, tamamen Batılılaşması
gerekir.

Modernizasyon kavramını daha çok endüstriyelleşme çerçevesinde ele alan Huntington, Kemalizmin bu yaklaşımının, ‘Başarılı olmak için bizim gibi olmalısınız, çünkü bunun tek yolu bizim yolumuzdur’ anlayışında olan kimi Batılılar arasında popüler olmasının sürpriz olmadığını belirtiyor. Batılı olmayan toplumların dini değerlerinin, ahlaki varsayımlarının ve sosyal yapılarının, endüstriyelleşmenin gereklerine en iyi ihtimalle yabancı, zaman zaman da düşman olduğunu öngören bu anlayışa göre, ekonomik anlamda kalkınabilmek için, günlük hayatın ve toplumun radikal ve yıkıcı bir şekilde yeniden yapılandırılması ve hatta bu toplumlarda yaşayan insanların varlığı anlamlandırılma şekillerinin dahi değiştirilmesi gerekiyor. Huntington, bu noktada, medeniyetler çatışması ve Orta Doğu politikaları gibi konularla ilgili olanların yakından tanıdığı bir isim olan Daniel Pipes’ın ‘In the Path of God’ adlı kitabından bir alıntı yapıyor. Bu kitabında İslamın modernleşme adına herhangi bir alternatif sunmadığını belirten Pipes, laikliğin, Avrupa dillerinin ve Batı eğitim kurumlarının kaçınılmaz olduğunu, müslümanların ancak Batı modelini açıkça kabul etmeleri durumunda kalkınabileceklerini, ancak Batı kültüründen bir şeyler öğrenebilmek için, öncelikle onun üstünlüğünü kabul etmiş olmak gerektiğini söylüyor.

Bu noktada sözü Mustafa Kemal Atatürk’e getiren Huntington, Atatürk’ün bu sonuçlara Pipes’tan 60 yıl önce vardığını ve bu nedenle de Türkiye’yi Batılılaştırma ve modernleştirme adına büyük bir hamle başlattığını belirtiyor. Samuel P.Huntington, Atatürk’ün ülkenin İslami geçmişini reddettiğini ve diniyle, mirasıyla, kültürüyle ve kurumlarıyla Müslüman olan bir toplumu modern ve Batılı kılmaya kararlı olan yönetici elit sınıf ile birlikte hareket ederek, Türkiye’yi ‘Kararsız Ülke’(Torn Country) haline getirdiğini ifade ediyor. Bu noktada da, Kemalizmin yüzyıllardır var olan bir kültürü yok etmek ve yerine başka bir medeniyetten ithal edilmiş olan tamamen yeni bir kültür koymak gibi zor ve travmatik bir göreve sahip olduğu sonucuna varıyor. Huntington, kitabının bir başka bölümünde Türkiye’de 1920’li ve 1930’lu yıllarda gerçekleşen devrimleri de yine bu çerçevede açıklıyor. Bu noktada, halkı Osmanlı ve müslüman geçmişinden uzaklaştırma girişiminde bulunan Atatürk’ün, dini gelenekçiliğin bir sembolü olan fesi yasaklamasına ve insanları şapka giymeye teşvik etmesine değiniliyor. Bu amaç doğrultusunda yapılan onca değişikliği tek tek sayan Huntington, bütün bunlar arasında harf inkılâbının çok daha hayati bir önem arz ettiğini belirterek, daha önce yazdığı ‘Değişmekte Olan Toplumlarda Politik Düzen’ adlı kitapta yer alan konu ile ilgili bir kısmı alıntılıyor ve kendilerine Roma alfabesi öğretilen yeni nesillerin devasa boyuttaki geleneksel yazına erişimlerinin imkânsızlaşacağı konusunu vurguluyor. Roma harfleriyle eğitimin Avrupa dillerini öğrenmeyi teşvik edecek olması da Huntington’ın önemli bulduğu bir diğer nokta. Türkiye’de Fransızca bilenlerin Fransızlar, İngilizce bilenlerin ise Anglosaksonlar gibi düşündüğü hatırlanacak olursa, Huntington’ın bu vurgusunun, algılayışı dedelerinden çok farklı olan yeni bir neslin ‘üretilecek’olması konusuyla bire bir irtibatlı olduğu söylenebilir. Huntington’ın kitabında, Atatürk’ün, çok milletli bir imparatorluk fikrine karşı olması nedeniyle, homojen bir ulus devlet oluşturmaya niyetlenmesi ve bu süreç dâhilinde Ermeni ve Rumları öldürmesine yönelik konulara da değinilse de, asıl odak noktası, Batılılaştırılması hedeflenen bir toplumun geçmişine ve değerlerine yabancılaştırılarak Batılı kılınmaya çalışılmasında. Böyle bir şey dünyada Mustafa Kemal’den önce tecrübe edilmediği için de, konu medeniyetlerin çatışması olduğunda, Türkiye önemli bir çalışma konusu haline geliyor. Kemalizm’in (Huntington’ın ifadesiyle) nihayetinde başarısızlığa uğramış olduğu gerçeği de, Türkiye’nin incelemelere konu olma özelliğinin ortadan kalkacağı anlamına gelmiyor.

Bölünmüş ülkeler tanımlamasına geri dönüldüğünde ilgi çekici ve yazarın kırılma hattı kavramını bir ölçüde ele veren, farklı medeniyetlerin mensubu komşu ülkeler arasında çatışma çıkmasını açıklamaya gayret gösteren, tahmin eden ufuk açıcı bir analizdir. Bu çatışma Pakistan ile Hindistan, Türkiye ile Yunanistan, Ermenistan ile Azerbaycan, Filistin ile İsrail arasındaki çatışmaları analizde yardımcı olabilir. Kıbrıs, Keşmir, Nogorno-Karabağ ve İsrail gibi bu sorunların çoğunun sömürü sonrası tasarımlarından kaynaklandığı gerçeğini yazar dile getirmemiştir. Medeniyetler Çatışması Tezi, Bosna Savaşı’nda Avrupa’nın (özellikle Almanya’nın) Katolik Hırvatistan’a, Yunanistan ve Rusya’nın Ortodoks Sırplara ve Müslümanların Bosna’ya yardım etmesini açıklayabilir ama Hıristiyan Sırplara karşı Bosna’ya Amerikan desteğini açıklayamaz. Huntington’un Kosova Savaşı hakkındaki tahmini doğru çıkmıştır ama yine burada Dünya’nın çoğunun Sırp saldırganlığını karşı olduğunu ve Clinton Yönetiminin Kosova’ya yardım edeceğini de tahmin edememiştir. Ayrıca, yazar İslam’ı diğer medeniyetlerle Bosna, Kosova, Nogorno-Karabağ ve Çeçenistan gibi kanlı sınırlara sahip olmakla ve saldırgan bir medeniyet olmakla suçlamaktadır ama bu savaşların çıkış nedenleri hakkında yine sessiz kalmaktadır. Özellikle Batı’nın Orta Doğu’daki ekonomik çıkarları (yani, petrol, doğal gaz, zengin maden yatakları) konusuna önem vermemektedir ve bir anlamda da kurbanı suçlamaktadır. Ancak yazar İslam ülkelerinin kendi aralarında ve diğer medeniyetten ülkelerle olan çatışmalarını açıklayan önemli bir faktöre dikkat çekmektedir: Askeri ve ekonomik gücüyle çatışmayı önleyecek Müslüman merkez devletin bulunmayışı. Huntington’un dünya siyasetindeki bu ulus devletlerin daha aktif olacağı görüşü onun bizlere söylediği medeniyetler arası bütünleşme ile çelişen bir durum olarak ortaya çıkmaktadır. Bu anlamda bakıldığında Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği gibi ekonomik, siyasal ve kültürel ittifakların konfederal yapısını göz ardı etmekle beraber bu ulusların gelecek çıkarlarının kendi mensubu oldukları kültür ve medeniyetler içerisinde şekilleneceğinin altını çizmiştir. Bu nokta da yazar, Medeniyetler Çatışması’nın asıl fikir babası olarak gözüken, Arnold Joseph Toynbee ile çelişkiye düşmekte olduğunu görebiliriz. Toynbee’nin söylediği üzere; ‘Batı medeniyetinin yaşayabilmesi, kendini canlandırabilmesi için bir ihtimal var. Hristiyanlığın, İslam ve uzak doğu dinlerinin en iyi taraflarını alıp aşılanarak, yeni bir sentez meydana getirebilmesi, Batı ve dünya için bir umut kaynağıdır. Yoksa batı da tıpkı diğer dünya sahnesinde yok olmuş medeniyetler gibi olacaktır.’

Samuel P. Huntington ise, bunun tersi bir durum söylemekle beraber, Batı medeniyetinin çöküşte olduğu söylemekte ama bu çöküşün yavaş ve düz bir çizgide devam etmeyen bir süreç olduğuna inanmaktadır. Samuel bu olguyu, ekonomik anlamda liberalizmin rakipsiz kalmış olabileceğini, ancak bu sefer de kültürel olarak ülkeler veya coğrafyalar arasındaki farklılıklardan dolayı, şimdilik dinmiş gibi görünen çatısma(lar)ın gelecekteki kaçınılmazlığını vurgular. Ona göre “Batı’nın evrenselcilik taslaması, gittikçe artan ölçüde diğer medeniyetlerle, özellikle Çin ve İslam’la, çok ciddi çatışmalara neden olmaktadır.” Huntington, dâhil olduğu Batı uygarlığının ekonomik ve siyasal olarak daha başarılı olduğundan bahsederek, Müslüman toplumların geleceklerinin karanlık olduğu varsayımında bulunur. Dahası 20.yüzyıla gelindiğinde İslam ve Batı uygarlığı arasında bas gösterecek kültürel çatışmaların nedenlerini sıralar: Müslüman toplumların nüfus artısı, bunun sonucunda ortaya çıkan issizlik, issiz Müslümanların başarısızlıkla sonuçlanan Batı’da yeni bir hayat ve is kurma çabaları ve olumsuz sonuçlar neticesinde ötekini suçlayan bir tutum içerisinde aşırı cemaat yapılarına eklenmeleri. Bu çöküşü toprak, nüfus, ekonomik üretim ve askeri kapasite gibi görece somut faktörler açısından ele almaktadır ve bu göreceli çöküşün Avrupa’dan çok, Kafkaslardaki ve Doğu Asya’daki hızlı ekonomik büyümeden kaynaklandığını düşünmektedir. Ancak yine bu teziyle Ortodoks olan Yunanistan’ın Avrupa Entegrasyonu içerisinde nasıl girdiğine, yine bu mezhebe tabi olan Gürcülerin neden Rusya’dan yana değil de Türkiye’den yana politikalar içerisinde olduğuna, Rusya-Türkiye siyasal ve ekonomik (Enerji) İlişkilerine, Kafkaslarda gerçekleşen ve mikro yapılara doğru giden Karabağ sorununa, İran içerisinde yoğun nüfuslu olarak bulunan Şii nüfusun neden Azerbaycan devletini değil de Ortodoks olan Ermeni halkına destek verdiğini açıklamakta zorlanacaktır. Bu gibi örnekler uluslar arası Medeniyet ve Kültürel kimliklere ışık tutsa da, Huntington’un dediği gibi gelecekte medeniyetler ve kültürel arası diyaloglardan öte, ulusların kaderlerini siyasal ve ekonomik çıkarlar belirleyecektir. Huntington, Doğu Asya’daki ekonomik gelişmeyi onların kültürlerine ve İslami fundamentalizmi İslam kültürün doğasına bağlamaktadır. Ancak onun katı kültürel determinizmi, işçilik maliyetlerini yakından kontrol etmeyi ve ihracat temelli ekonomik yapıları nedeniyle işçilerin gücünü kontrol eden Asya ülkeleri ile merkez devletleri (özellikle ABD) arasındaki ilişkilerin ekonomik boyutunu açıklamakta yetersiz kalmıştır. İslam kültürün demokrasiye sahip olmadığı tezi konusunda ise, Batı ve özellikle ABD çıkarlarının 11 Eylül saldırılarına kadar Orta Doğu’da antidemokratik yönetimleri destekleyerek statükonun sürdürülmesine dayandığını göz ardı etmektedir. Bu anlayış 11 Eylül sonrasında biraz değişse ABD’nin dış politikasında ağırlığını büyük ölçüde korumaktadır. Örneğin, yerel hükümetler tarafından demokratik güçlerin bastırılması göz yumulan Suudi Arabistan, Mısır ve diğerlerinde muhalefete radikallikten başka yol bırakmamaktadır. Bu süreçte Huntington Batı’nın tarihsel süreçte şiddet unsuru kullanarak bazı değerleri aldığını belirtmekle beraber bu söylediklerini ABD’ne uygulamamıştır ve yine Birleşmiş Milletler gibi uluslar arası örgütler olarak nitelendirilen kurumların bu baskıcı hegemonya da olduğunu göz ardı etmekten kaçınmamıştır. Huntington, Doğu Asya ve Uzak Doğu’daki ekonomik gelişmeyi bu bölgelerde olan İslam unsuruna ve kültürüne bağlamaktadır. Ancak onun katı olarak söylev de bulunduğu kültürel determinist kavramı, işçilik ücretlerinin çok düşük olduğu ülkeler tanımlaması ile merkez ülke olarak tanımladığı Amerika için yetersiz kalmıştır. İslam unsuruna bağlı kalan ülkeler de demokrasi kavramının olmadığını savunan Huntington’un, 11 Eylül saldırılarına kadar Orta Doğu’da antidemokratik yönetimleri destekleyerek statükonun desteklenmesini sağlayarak mevcut durumun sürdürülmesini göz ardı etmiştir. Bu bağlamda, ABD’nin 11 Eylül sonrasında dış politikasının biraz sekteye uğrasa da, kuşkusuz sürdürüldüğü söylenebilir. 11 Eylül’e ilişkin Medeniyetler Çatışması tezinde Amerikan örgüt ve yapıları için ilginç iddialar vardır. Dindar milliyetçi bir yapıya sahip olan muhafazakârların (neo-conservative) ağırlıklı olduğu Bush yönetiminde, Usame Bin Ladin ile özleşen Radikal İslam ile mücadele söz konusu iken; Büyük Orta Doğu Projesi’nde ılımlı İslam’ın desteklenmesi, kendi ekonomik çıkarları gerektirdiği zaman demokrasi ihraç etme politikaları bir anlamda kültür ihracı olduğu için de Huntington’un kabul etmeyeceği bir kanıdır. Irak’ta petrolle ilgili ekonomik çıkarlarına dayanarak savaşa giren ve Saddam Hüseyin’i deviren Amerika, onunla işbirliği yapan diğer petrol ülkelerindeki rejimlerle iyi geçinmeye devam etmektedir. Petrolü olmadığı için Kırgızistan’daki demokrasi devrimine ABD tarafından verilen destek, ekonomik çıkarlarından daha çok stratejik çıkarlarıyla açıklanabilir. Yine bu da medeniyet ekseninde bir uygulama olmayacağı için Huntington’un öngörmeyeceği bir politikadır. Görüldüğü gibi Yeni Dünya Düzeni oluşurken Medeniyetler Çatışması tezi yeni olguları anlamamızda ve açıklamamızda yetersiz kalmaktadır. Genel olarak Medeniyetler Çatışması Tezi dünya düzeninin doğasını anlamada yararlı ve ufuk açıcıdır. Uluslararası politikada genel eğilimleri ile açıklayabilir ama bu gelişmelere ek katkı yapan faktörleri (ekonomik ilişkiler) içermez. Dolayısıyla bazı gelişmeleri de tahmin etme başarısı gösteremez. Kendi tezini başarıyla savunmaktadır fakat Batı’nın kendi medeniyetinin gereklerine göre hareket etmesi gerektiği yönündeki politika önerileri bazı riskleri de beraberinde getirmektedir. Örneğin, Amerikan siyaset yapıcıları İslam’ı kendilerine rakip olarak gördükleri takdirde İslam dünyasında Batı karşıtı radikal hareketlerine dolaylı olarak güç katacak bir etkiye sahip olabilir.

Emrah USTA

Kocaeli Üniversitesi

Uluslararası İlişkiler Bölümü

KAYNAKLAR

Georgeon, Françoiş, “Suyu Arayan Adamı Yeniden Okurken”, Çev: Tuvana Gülcan, Modern Türkiye’de Siyasi Düsünce, Milliyetçilik, Cilt:4, İletisim Yayınları, İstanbul, 2002, s.36.

Huntington, Samuel, Medeniyetler Çatısması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, Çev: Mehmet Turhan, Y.Z. Cem Soydemir, Okuyan Us Yayınları, İstanbul, 2006, s.23.

Halliday, Fred, The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order, Çev.Emrah Usta (The Kocaeli University ), New Statesman Press,1997, 126 (4328): 42-43.

Huntington, Samuel, ‘Biz Kimiz?’ Amerika’nın Ulusal Kimlik Arayışı, Çev: Aytül Özer, CSA Global Yayın Ajansı, İstanbul, 2004, s.5. Huntington, Samuel, “Sağlam Milliyetçilik”, Çev: Gaye Gökalp, Nurgün Oktik, 2007 Doğu Batı Dergisi Sayı:41, s.80.

Huntington, Samuel, ‘Political Order in Changing Societies’, Çev.Abdullah Onat (The Kocaeli University), New Haven: Yale University Press, 1997

Kaya, Serdar, ‘‘Medeniyetler Çatışması’’, www.derinsular.com/pdf.php, 11.12.2007

Kaplan, Morton A., Variants on Six Models of the International System, James N.Rasenau (ed) International Politics and Foreign Policy, A Reader in Research and Theory, New York: Free Press, s.291-303.

Kongar,Emre, Küresel Terör ve Türkiye “Küreselleşme, Huntington, 11 Eylül”, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2004, s.46.

Uysal, Ahmet, “Medeniyetler Çatışması ve Yeni Dünya Düzeninin Kurulması”, (The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order), By Samuel P. Huntington. New York: Simon and Schuster, http://sbe.dpu.edu.tr/12/165-171.pdf, 1996.

Pipes, Daniel, ‘In the Path of God: Islam and Political Power’, Çev.Zeynep Hekim (The Bogazici University Department of Translation), Transaction Publishers, New York: Basic Books, 1983.