Home Blog Page 247

Dayton Antlaşması Tarihi ve Günümüze Etkileri

Dayton Antlaşması Tarihi ve Günümüze Etkileri

“Bu adil bir barış olmayabilir; fakat süren bir savaştan daha iyidir.” Diyen Boşnak lider Aliya İzzetbegoviç savaşı sonlandırmak için Dayton’a ayaklarını sürüyerek gitmiştir. Peki bunun nedeni nedir, neler olmuştur Dayton’da, neler kazanılıp neler kaybedilmiştir? Şimdi gözlerimizi Dayton’dan öncesine de çevirerek Dayton’da yapılan anlaşmayı ve günümüze etkilerini anlamaya çalışacağız.

Bosna-Hersek, Avrupa’nın Doğusunda Balkanların Batısında yer alan bir ülkedir. Ülkenin yazgısı coğrafyasından ve nüfusundan açığa çıkar. Avrupa’nın Doğusu’ndan Adriyatik’e ve Ege’ye inen hat; tarih boyunca göçlerin, istilaların, büyük devletlerin mücadelesinin, etnik ve dini renkliliğin görülebileceği yerlerdir. Ortaçağda nerdeyse günümüzü andıran, sınırlarında krallığı ve bağımsız Bosna kilisesi ile oluşan Bosna Devleti uzun ömürlü olamamış ve büyük devletlere bağlı olarak 20. yüzyıla kadar gelmiştir. Bu devletler sırasıyla Macar krallığı, Osmanlı Devleti ve Avusturya-Macaristan’dır. Ulus devletlerin çok büyük bir oranda homojenleştirilmiş olduğu Avrupa, Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Balkanlar dörtgeninde Bosna, Katolik, Ortodoks ve Müslüman halkının kısa dönemler hariç yüzyıllardır tanınmış entiteler olarak yaşadığı bir ülkedir. Fakat son yüzyılda Bosna’yı ön plana getiren, kurucu ve yıkıcı iradelere potansiyel haline getiren etnik ve folklorik özelliklerinden ziyade çok çeşitli aktörlerin içinde yer aldığı krizlerin düğüm veya çözülüş odağı olmasıdır.

Avrupa Diplomasisi’nde Doğu Sorunu olarak adlandırılan topraklar Bosna’dan başlıyor kabul edilir. Bosna ve Makedonya krizlerine büyük güçler o denli ilintili olmuşlardır ki I. Dünya Savaşı’nı patlatan bahane de Bosna’nın başkenti Saraybosna’dan çıkmıştır.[1] Bu imparatorluğun I. Dünya Savaşı sonunda yıkılması ile birlikte Sırbistan Krallığı Sırplardan, Hırvatlardan ve Slovenlerden oluşan bir krallık kurmak için eski Avusturya-Macaristan topraklarına katılma kararı almıştır. Bu topraklar üzerinde 1918 yılında kurulan devlete Yugoslavya adı verilmiştir. İkinci Dünya Savaşı öncesi son çok partili seçimler 1938 yılında yapılmıştır. 1939 yılında kabul edilen ortak bir federal anayasa çoğunluğu teşkil eden Sırplar ile Hırvat ve Slovenler arasındaki anlaşmazlığı sona erdirmeye çalışmıştır. İkinci Dünya savaşı esnasında ise Yugoslavya Alman, İtalyan, Macar ve Bulgar orduları tarafından işgal edilmiştir. Savaşın hemen sonrasında komünist partinin savaş dönemindeki partizan lideri Josip Broz Tito yönetimi ele geçirmiştir. 1946 yılında kabul edilen Anayasayla da 6 Cumhuriyetten oluşan Bosna ve Hersek, Hırvatistan, Makedonya, Karadağ, Sırbistan ve Slovenya’dan oluşan bildiğimiz Yugoslavya kurulmuştur. [2] Her ulusa tek devlet değil, tek devlette tüm halklar parolasıyla federal Yugoslavya’nın çekirdeği işgal altında Orta ve Kuzey Bosna’daki gizli konferanslarda belirlenmiştir.[3] Hükümet Başkanlığı’na Tito getirilmiştir. Tito, devlet yönetiminde komünist rejiminin ideolojisini kabullenmekle birlikte Komünist Sovyet Rusya karşısında bağımsız bir tutum içine girmiş ve yönetimi boyunca Sovyet lider Stalin’den farklı bir sosyalist siyaset takip etmiştir. 1953’te Tito Yugoslavya Devlet Başkanı seçilmiş ve Yugoslavya’yı Sosyalist Federal Cumhuriyet hâline getirmiştir. Tito, 1968’de Rusya’nın Çekoslovakya işgalini kınamış ve bundan dolayı Batılı ülkelerle yakınlaşmış ve ticari münasebetler içine girmiştir. 1972 yılında Hırvatistan Cumhuriyetinde olaylar çıktıysa da kısa sürede bastırılmıştır. Tito, 3-9 Eylül 1979’da Havana’da yapılan “Altıncı Bağlantısızlar Zirve Toplantısı” neticesinde Küba Devlet Başkanı Fidel Castro ile girdiği ve ”Üçüncü Dünya” diye bilinen “Bağlantısızlar Teşkilatı”nı Rusya’nın nüfuzundan kurtarma mücadelesini kazanmıştır.

1974 yılında ömür boyu başkan seçilen Tito, 1980 yılında ölünce Kollektif Başkanlık İdaresi sistemine geçilmiştir. 1989’da görülen ekonomik ve siyasal bunalım, Hırvatistan ve Slovenya Cumhuriyetler arasındaki ilişkilerin bozulmasına sebep olmuştur. Aynı yıl Doğu Bloğunda görülen yenileşme hareketleri Yugoslavya’ya yansımış ve 1990’da çok partili düzene geçilmiştir. Tito’nun ölümünden sonra bir türlü toparlanamayan ülke, 1991’de başlayan cumhuriyetler arasındaki iç savaş sonucu aynı yılın sonlarında parçalanmıştır. [4]

Doğu Bloğunun dağılması ile beraber Federal Sosyalist Yugoslavya’nın da farklı etnik grupları bir arada tutma ihtimali ortadan kalkmıştır. Federal çatı altındaki cumhuriyetler 25 Haziran 1991’de Slovenya ve Hırvatistan ile Eylül 1991’de ise Makedonya bağımsızlığını ilan etmiştir. 29 Şubat-1 Mart 1992’de ise Bosnalı Hırvatlar ve Bosnalı Müslümanlar bir bağımsızlık referandumu düzenlemişler ve %100’e yakın bir oy oranı ile bağımsızlık yönünde karar vermişlerdir. Referandumda çıkan bu kararın ardından 5 Nisan’da Bosna-Hersek bağımsızlığını ilan etmiştir. 7 Nisan 1992’de Bosna-Hersek Avrupa Topluluğu ve ABD tarafından bağımsız bir devlet olarak tanınmıştır. Sırplar ise tüm güneydeki Slavları, Sırp önderliği altında toplayıp Büyük Sırbistan’ı kurmayı hedeflediği için Slovenler ve Hırvatlar tarafından yürütülen bağımsızlık hareketine şiddetle karşı çıkmışlar ve referandumu boykot etmişlerdir.[5] Bosna-Hersek’in bağımsızlığının tanınması, beklenen barış ortamı ümitlerini yerine getirememiştir. Tam tersine Avrupa’nın 1949’da Yunan iç savaşının sona ermesinden sonra ilk defa yaşadığı ve sonuçları itibariyle hiç öngörülemeyen bir anlaşmazlığa dönüşmüştür.

Eski Yugoslavya federasyonundan ayrılan ve Müslüman Boşnakların %44, Sırpların %33 ve Hırvatların %18 oranında nüfusundan oluşan Bosna-Hersek, etnik bakımından oldukça karışık bir yapı arz etmiştir. Bu üç kitle de Sırp ve Hırvatça konuşmakta olduğundan, kesin bir etnik özelliğe dayalı sınır çizmek mümkün olmamıştır. 1992 yılında savaşın patlak vermesinin hemen öncesinde Bosna üç etnik/milli politik parti etrafında bölünmüştür; Müslüman Demokratik Hareket Partisi (SDA), Sırp Demokratik Partisi (SDS) ve Hırvat Demokratik Birliği (HDZ). Üç parti de Bosna-Hersek’in geleceği ile ilgili farklı vizyonlara sahip olmuştur. Bosnalı Müslümanların (Boşnakların) sayıca göreceli çoğunluğu Bosnalı Sırp ve Hırvat toplumları arasında bunun politik üstünlüğe yol açacağı kaygısını doğurmuştur. Bu yüzden Bosnalı Sırplar, Sırp yoğunluklu yerleşim bölgelerinde kontrolü ele geçirmeyi hedeflemişlerdir. Daha sonra bu hedef ileride Sırbistan’a bağlanabilecek bağımsız bir devlet kurma amacına dönüşmüştür. Bu durum karşısında Bosnalı Hırvatlar da Hırvat bölgelerinin ayrılıp Hırvatistan’la birleşmesini istemişlerdir. Bosna’da silahlı çatışma referandumla aynı gün başlamıştır. Kısa sürede tüm ülkeye şiddetlenerek yayılan savaşta yüz binlerce insan öldürülmüştür. 1992–1995 yılları arasında süren Bosna Savaşı, Bosna’daki tüm toplumlar için trajedi oluştururken, özellikle Boşnaklar açısından ağır sonuçlara neden olmuştur. Bu savaş etnik temizlik ve soykırım kavramlarını üretmiştir.

Ölen yaklaşık 200 bin kişinin 160 bini Boşnaklardan oluşmuştur (Boşnak nüfusun yaklaşık % 10’u). Boşnak nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan bir milyon Boşnak evini terk etmek zorunda kalmıştır. Bu savaşta tecavüz, özellikle Sırp milis ve askerleri tarafından, Boşnak kadınlarına karşı kitlesel ve sistematik bir etnik temizlik aracı olarak kullanılmıştır. Tecavüz sadece bireylere karşı değil, grubun tümüne yönelik grup üyelerinde kalıcı ve ciddi bedensel ve ruhsal zararlar yaratacak şekilde işlenmiştir. Bu savaşta Sırbistan’dan gelen yarı askeri gruplar hem önemli rol üstlenmişler hem de Yugoslavya’nın düzenli ordu birliklerinden destek almışlardır. Savaş süresince karşıt taraflar gibi hedefler de değişmişti. Bu yüzden savaş üç döneme ayırılabilmiştir. Birincisi Müslüman-Hırvat Koalisyonu’nun 1992–1993 yılları arasında Sırp güçlerine karşı savaşı, ikinci dönem 1993-1994 yılları arasında Müslüman-Hırvat ve bazı bölgelerdeki Müslüman-Müslüman savaşı, üçüncü ve Bosna’da savaşı sona erdiren dönemse Müslüman-Hırvat saldırılarını takip eden NATO-Müslüman-Hırvat güçlerinin Mart-Ekim 1995 yılındaki Sırplara karşı yapılan savaşıdır.[6]  Bu savaşta başta ABD ve AB (Avrupa Birliği) olmak üzere uluslararası toplumun Sırplara karşı etkili ve caydırıcı önlemlere başvurmaktan çekinmeleri Sırpları cesaretlendirmiş ve BM (Birleşmiş Milletler) tarafından güvenli bölge ilan edilen Srebrenitsa’da binlerce masum insanın Barış gücü askerlerinin gözetiminde Sırp milisleri tarafından öldürülmesiyle Boşnaklara karşı yürütülen etnik temizlik zirve noktasına gelmiştir. O dönemde Bosna Hersek’in Sırbıstan’ın soykırım yaptığıyla ilgili başvurusunu değerlendiren Uluslararası Adalet Divanı, verdiği kararla BM Güvenlik Konseyi ve Genel Sekreterliği Bosna’da Sırplar tarafından soykırım amaçlı girişilen faaliyetlerin önlenmesini istemiştir. Ne var ki Divan’ın bu emri Güvenlik Konseyi üzerinde etkili olmamıştır.

Dikkati çeken önemli bir nokta da Konseyin Bosna halkına karşı işlenen insanlık suçlarını “etnik temizlik” olarak nitelemesi olmuştur. Bu durum Konseyi, Soykırım Sözleşmesi uyarınca harekete geçmek zorunda bırakmayan bir tanım olmuştur. “Soykırım” terimi kullanılmış olsaydı Konsey bu sözleşmeye göre tepki göstermek zorunda kalacaktı. Bu olaylar Bosna-Hersek’i Dayton Antlaşması sürecine götürmesinde önemli faktör olmuştur. Savaş suçluları listesinin başında yer alan, Bosna Sırplarının lideri Radovan Karadziç’in hedefi, ülkeyi Bosna Hersek Federasyonu ve Bosna Sırp Cumhuriyeti olmak üzere ikiye bölmektir. Ayrıca bu konuda ABD ile AB arasında tam bir uyuşma olduğu da söylenemez. Özellikle bağımsız olduklarında Hırvatistan ve Bosna-Hersek’e uygulanan ambargo konusunda AB, ABD’yi İran ve diğer Müslüman ülkelerin Bosna-Hersek’e silah yardımı yaparak ambargoyu deldiklerini göz ardı etmekle suçlamıştır. AB, yapılacak bir barış antlaşmasının Sırp isteklerine daha yakın olmasını istemiştir. ABD ise Sırp saldırganlarını Sırp Cumhuriyeti gibi bir entiteyle ödüllendirecek Dayton Antlaşması’nın Bosnalılar aleyhine oldukça dezavantajlar oluşturacağının bilincindedir. Bu dezavantajları telafi edecek bir girişimde bulunmak durumundadır. Aliya İzzetbegoviç, ABD’den Bosna güçlerini silahlandırıp eğitimlerini üstlenmesi konusunda bir söz almadıkça Dayton Antlaşmasını imzalamayacağını bildirmiştir. Bosna Müslümanlarının İran gibi Müslüman devletlerden yardım taleplerinin engellenmesi için ABD’nin bu konuda söz verdiği ve ancak bu şekilde Aliya İzzetbegoviç’in antlaşmayı imzalamasına razı edildiği belirtilmektedir. ABD’nin girişimiyle sonuçlandırılan ve Karadziç’in taleplerini karşılayan Dayton Antlaşması, koşulları ne kadar kötü olsa bile, Sırpların soykırım eylemlerinin engellenmesi ve barışın kurulması için geçici de olsa bir çare olarak değerlendirilmiştir. [7]

Dayton Barış Antlaşması, tarafların Amerika’nın Dayton şehrinde, haksız ve dengesiz bir savaştan kurtulmak amacıyla imzaladıkları ve 1992-1995 arasında süren Bosna Savaşı’nı resmen sonlandıran antlaşmadır. ABD’nin Ohio eyaletindeki Dayton Hava Üssü’nde 1-21 Kasım 1995 tarihlerinde yapılan bir konferansın ardından paraf edilen anlaşma, bölgeyi yeni baştan dizayn eden bir hukuki metin olarak 14 Aralık’ta Fransa’nın başkenti Paris’te imzalanmıştır. Müzakereler, Richard Holbrooke tarafından ABD Dışişleri Bakanı Warren Christopher, eski ABD Başkanı Bill Clinton ve Temas Grubu’nun yüksek temsilcileri nezaretinde tamamlanmıştır. Bosna Hersek Devletinin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı ‘Bilge Kral’ Aliya İzzetbegoviç, Sırbistan Devlet Başkanı Slobodan Miloseviç ve Hırvatistan Devlet Başkanı Franjo Tudjman tarafından imzalanmıştır. Aliya İzzetbegoviç’e, kendisine Dayton Antlaşmasına neden razı olduğu sorulduğunda, “bunun adil bir barış olmadığını fakat zulüm dolu savaşın devam etmesine kıyasla daha adil olacağını ve mevcut şartlarda ve böylesi bir dünyada daha iyi bir barış antlaşması yapma imkanlarının olmadığını” söylemiştir. Aslında onun bu sözleri, dönemin şartlarını özetlemeye yetecek kadar nettir.

Dayton Barış Anlaşması’nın biri kısa, diğeri de uzun vadeli olmak üzere, iki temel amacı vardır. Kısa vadede savaşın durdurulması, ölümlerin ve yıkımların önüne geçilmesi hedeflenmiştir. Daha uzun vadedeyse, kalıcı barış ve istikrar için gerekli ortamın yaratılması amaçlanmıştır. Dayton Barış Anlaşması’nın Bosna açısından diğer bir önemi de bu anlaşma sayesinde Bosna-Hersek, uluslararası alanda tanınmış sınırları ve toprak bütünlüğü ile bağımsız bir devlet olarak ayakta kalmayı başarmıştır. Diğer taraftan, Tito Yugoslavyası içinde 1969’da “Müslümanlar” adı altında kurucu unsur olarak tanınan Boşnaklar, Dayton Barış Anlaşması’nın eki niteliğinde olan Bosna-Hersek Anayasası’nda gerçek isimleriyle (Boşnaklar) ayrı bir millet olarak sayılmışlardır. Bunların dışında, Dayton Barış Anlaşması Bosna-Hersek devletinin ve toplumunun yeniden bütünleşmesi için gerekli temeli de atmıştır.

Dayton Barış Anlaşması’nın olumlu tarafları yadsınamaz. Ancak bu antlaşma ülkeye bir takım sıkıntıları da beraberinde getirmiştir. Her şeyden evvel, Dayton Bosnası artık normal bir devlet sayılamamaktadır. Nedeni ise, savaş yıllarının geride Boşnakların, Bosnalı Sırpların ve Bosnalı Hırvatların kendi kontrollerinde ve etnik açıdan homojen olan bölgeler bırakmış olmasıydı. Dayton Barış Anlaşması ise böyle bir etnik bölünmüşlüğü yasallaştırdığı için, ülke toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına ciddi ve sürekli bir tehdidi beraberinde getirmiştir. Bosna-Hersek’i oluşturan “Bosna ve Hersek Federasyonu (FBiH)”  ile “Sırp Cumhuriyeti (RS)”, kendilerine has siyasi kurumlarıyla, polisleriyle, yargı mekanizmalarıyla, eğitim sistemleriyle, medyalarıyla ve bağımsız devletlere özgü diğer kurumlarıyla, adeta aynı devlet içinde “iki küçük devlet” haline gelmiştir. Diğer taraftan, FBiH on kantona bölünmüş, Hırvatların kontrolündeki kantonlarda ise Hırvatlar neredeyse bağımsız bir yönetim oluşturmuştur. Bütün bunların dışında, bir de özel statüye sahip, yaklaşık 80 bin nüfuslu Brçko Bölgesi bulunmaktadır. Karma nüfusa sahip Brçko, herhangi bir entiteye bağlı değildir ve Mart 2000’den beri özerk hükümete, özerk yürütme ve yargı gibi organlara, ayrıca özerk polis teşkilatına sahiptir. Bosna-Hersek’in bu yöndeki idari yapılanması, bir devlet hakkında alışılmamış rakamların duyulmasına yol açmaktadır. Nitekim, nüfusunun 4 milyon altında olduğu tahmin edilen Bosna-Hersek’te aynı anda 1.200 yargıç ve savcı, 760 milletvekili, 180 bakan, 14 başbakan, 5 cumhurbaşkanı görev yapmaktadır. Böyle bir idari yapı yüzünden ise, Bosna’daki harcamaların yüzde 40’ından fazlası, devlet mekanizmasının finansmanına gitmektedir. Genel olarak Bosna-Hersek’teki entite kurumlarının, devlet düzeyindeki kurumlardan daha güçlü oldukları söylenmektedir. Geçmişte entitelerden devlet düzeyindeki kurumlara daha çok yetkinin devredilmesini, özellikle RS yetkilileri engellemiştir. 1992-1995 yıllarında silah yoluyla Bosna-Hersek’in yıkılması üzerinde çalışan Bosnalı Sırplar, savaş sonrası dönemde devlet düzeyindeki kurumların güçlenmesini ve gerekli kanunların alınmasını engellemekle, savaş dönemine ait hedeflerini bir bakımdan siyasi araçlarla sürdürmüş oldukları söylenebilir. [8]

Dayton Barış Anlaşması’na yönelik çeşitli eleştiriler mevcuttur: “Dayton Barış Anlaşması’ndan sonra Bosna-Hersek devleti hala kendi sınır egemenliğini tümüyle sağlayabilir bir iç bütünlük kazanamamıştır. Bu durumun temel sebebi büyük ölçüde Dayton Anlaşmasının taraflar arasında yol açtığı statü eşitsizliğidir. Etnik temizlik suçlusu işgalci Sırplar, 1992 Nisanı’ndan Dayton Anlaşması’na kadar geçen süreç içinde önce Bosnalı Sırplar olarak meşrulaştırılmışlar, daha sonrada Bosna Sırp Cumhuriyeti tanımlamasıyla devlet kurucu unsuru olarak takdim edilmişlerdir. Bir tarafta Sırp tarafı Cumhuriyet tanımlaması ile konsolide olurken diğer tarafta Müslüman Hırvat tarafı bir federasyon olmanın bütün çelişkilerini barındıran bir nitelik arz etmektedir. Böylece Sırplar kendilerine ait bölgede tam bir otonom statü temin ederken Müslümanların diplomatik ve askeri pozisyonu Hırvat faktörü ile denetim altına alınmıştır. Dayton Anlaşması’nı takip eden aylarda Müslümanlar ile Hırvatlar arasında özellikle Mostar’da yaşanan gerginlik anlaşmanın yumuşak karnını ortaya koymuştur. Savaş öncesinde hemen hemen tamamıyla Müslüman olan ve Birleşmiş Milletler temsilcileri önünde tarihin gördüğü en acımasız etnik kıyımın yapıldığı Srebrenica ve civarındaki bölgede hala tek bir Boşnak’ın bulunmaması Dayton Anlaşması’nın sağladığı statünün meşruiyetini tartışmaya açmaktadır. Bu, Dayton Anlaşması’ndaki etik-reel politik dengesizliğinin tipik bir göstergesidir. Srebrenica ve Zepa gibi Birleşmiş Milletler’in gözetimi altındaki kitlesel katliamların yapıldığı güvenlik bölgelerinin eldeki açık savaş suçu delillerine rağmen Sırplara verilmiş olması hiç bir uluslararası hukuk değeri ile bağdaştırılamaz. Evrensel insanlık ve uluslararası hukuk değerlerinden çok reel politiğin diplomatik izlerini taşıyan Dayton Anlaşması bu yönüyle uluslararası sistemik dengelerin ortaya çıkardığı konjonktürel bir anlaşmadır. Konjonktürel kaygılar anlaşmada herkesi memnun etmeye çalışan muğlak ifadelerin hakim olmasına yol açmış görülmektedir. Bu da tarafların anlaşmayı kesin bir çözüm şekli olmaktan çok nihai hesaplaşmayı erteleyen taktik bir adım olarak değerlendirmeleri sonucunu beraberinde getirmektedir. Uluslararası kamuoyunda etnik kıyım suçunun yükünü taşıyan Sırplar bu anlaşma ile üzerlerindeki psikolojik baskıyı atarken, Hırvatlar Hırvatistan’ın iç konsolidasyonunu sağlayan uygun konjonktörü Bosna’daki Hırvatların eşit statüsü ile daha da güçlendirme imkanı kazanmıştır. Bir varoluş mücadelesini bütün imkansızlıklara rağmen sürdüren Boşnaklar ise Dayton’u etnik kıyımın bütün yükünü taşıyan yorgun halkın kendini toparlamasına imkan tanıyan ve ülkenin uluslarararası hukuk açısından iç bütünlüğünü nominalde olsa tescil eden bir metin olarak kabullenmişlerdir. Bosna-Hersek devletinin kendi iç bütünlüğünü sağlayarak yaşayabilirliğinin jeopolitik şartlarını gerçekleştirmekten uzak görünen Dayton Anlaşması gerek anayasal çerçeve gerekse reel askeri ve stratejik durum açısından ciddi boşluklar barındırmaktadır. Bosna devletinin sınır bütünlüğü zikredilmekte fakat ne bunu koruyacak olan Bosna ordusunun alacağı yapı ortaya konmakta, ne de cumhuriyet statüsü tanınan Sırpların tek taraflı kararının uluslararası müeyyidesi belirtilmektedir. Bu anlaşma ile Sırbistan ve Hırvatistan kendi bölgelerinde üniter konumlarını güçlendirirken, Müslümanların çoğunlukta olduğu Bosna-Hersek Cumhuriyeti eski Yugoslavya’nın bütün iç çelişkilerini barındıran ve yeni bunalımlara açık bir çatışma alanı haline getirilmiş ve geleceği, muhtevası muğlak bir anlaşmanın getireceği barışa bağlanmıştır. Bu durum genelde Balkanlardaki Müslüman topluluklar için özelde Boşnaklar için yeni tehdit unsurları barındırmaktadır.” [9]

Bosna Hersek‘in siyasal düzeni, DBA‘nın 4. Eki ile belirlenmişti. Siyasal güç ise yetki paylaşım sistemi üzerinde kurulmuştur. Dayton Anayasasına göre Bosna Hersek‘in siyasal yapısı yetki paylaşım konsepti üzerine kurulmuştur. Uluslararası toplum, Bosna Hersek‘te yetki paylaşım özelliğini taşıyan kurumları inşa ederek, devlet içindeki toplumun etnik düzeydeki ayrımcılığını aşmaya çalışmıştır. Fakat gerçekte, uzun savaşın sonrasında üç etnik grubu fonksiyonel bir siyasal platformda bir araya getirmek çok zordur. Yugoslavya‘nın dağılmasından sonra milliyetçi siyasal partiler, Yugoslav Komünist Partisi’nin yerini almışlardır. Savaş sürecinde bu milliyetçi partiler şiddet ve kara ekonomi üzerinde tekel kurmuşlardır. Böyle bir ortamda, yetki paylaşım özelliğini taşıyan kurumlar Bosna Hersek‘te inşa edilmişti. Yeni siyasal yapı Bosna Hersek‘te genel olarak iki düzeyden oluşmaktadır, devlet ve devletçik. Bosna Hersek Devleti ile iki devletçik arasındaki ilişkileri Bosna Hersek Anayasası’nın üçüncü maddesinde düzenlenmiştir. Ağırlıklı olarak Boşnak ve Hırvatlardan oluşan devletçik Bosna Hersek Federasyonu adını taşıyor ve ağırlıklı olarak Sırplardan oluşan devletçik Sırp Cumhuriyeti adını taşımaktadır. Bosna Hersek Federasyonu on kantondan oluşmaktadır. Bu kantonlar kendi yasama ve yürütme organlarına sahiptirler. Her iki devletçikte olan en alt birimler belediyelerdir.

Dayton sonrası Bosna Hersek‘in siyasal düzeninde uluslararası aktörler aktif bir rol almışlardır. Uluslararası aktörler Bosna Hersek‘in siyasal hayatında etkisini doğrudan göstermiştir. DBA‘a göre devletin her organında uluslararası toplumun temsilcileri de yer almaktadır. Anayasa, ordu, polis, insan hakları gibi alanlarındaki çalışma biçimi Dayton‘da imzalanan barış antlaşmasına göre belirlenmiştir. Buna göre her alanda uluslararası örgütlere katılım garantilenmiş, AGİT Bosna Hersek‘teki seçimlerden sorumlu olmuş, Bosna Hersek Anayasa Mahkemesinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden üç üye bulunması kararlaştırılmış, merkez bankasının başkanı Uluslararası Para Fonu tarafından seçilmiştir. Bütün bu örgütlerin üzerinde de Yüksek Temsilci Ofisi (OHR) bulunmaktadır ve Bosna‘daki uluslararası toplumun faaliyetlerin koordine etmektedir. OHR Bosna Hersek‘in bütün organlarının üstünde yer alır ve karar alma mekanizmasında en yüksek otoriteyi temsil eder. OHR uluslararası örgütlerle milliyetçi olan siyasal liderler üzerine baskı yaparak, onların yerine daha ılımlı siyasetçilerin siyasal arenada başarılı olmalarını sağlamaya çalışmıştır. Böyle bir yaklaşımla uluslararası aktörler Bosna Hersek‘i demokratik bir Avrupa devletine dönüştürmeye çalışmışlardır. Bu anlamda Bosna Hersek‘te en etkili uluslararası aktörler olan Yüksek Temsilci Ofisi ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı öne çıkmıştır.

Dayton Anayasası, Bosna Hersek‘te yaşayan üç etnik grup arasındaki birlik ve ayrımcılık politikalarını ortak bir siyasal noktaya getirmek için çaba göstermektedir. Anayasa, iki devletçik olan Bosna Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti anayasaları için bir kaynak özelliğini taşımaktadır. Dayton Anayasası’na göre Bosna Hersek Devleti’nin yetkileri; dış ilişkileri, dış ticaret politikası, vergi politikası, para politikası, göç politikası, göçmen politikası, İnterpol‘le ilişkileri, ulaştırma ilişkileri ve hava kontrolü ile sınırlı kalmıştır. Bu alanlarda karar alabilmek için devlet düzeyinde iki ana kurum sorumludur: Bakanlar Konseyi ve Cumhurbaşkanlığı. Aynı zamanda bu kurumlarda üç etnik grup arasında yetki paylaşım sistemi oluşturulmuştur. Devlet düzeyinde olan bütün organlarda üç etnik grup arasındaki güç dağılım dengeleri Bosna Hersek Anayasası ile garanti altına alınmıştır. Meclis Konseyi, Temsilciler Meclisi ve Milletler Meclisi olarak ikiye ayrılmıştır. Cumhurbaşkanlığı ise üç etnik grubun birer üyesinden oluşmaktadır (Boşnak, Sırp ve Hırvat) ve Bakanlar Konseyi dokuz bakandan oluşmaktadır. Bosna Hersek Anayasası, devlet düzeyindeki organlarda hiçbir etnik grubun bir başka etnik grup üzerinde baskı kurmasını ve üstünlük sağlanmasını engellemiştir.

Bosna Hersek Devleti’nin organları yetki paylaşım sisteminin özelliklerini taşımaktadırlar. Yani, yetki paylaşım sisteminin özellikleri olan yetki paylaşım özelliğini taşıyan hükümet, veto hakkı ve orantılı temsil etme hakkı gibi hususları, uluslararası toplum tarafından Bosna Hersek devlet organlarında oturtulmuştur. Bu sistemle uluslararası toplum Bosna Hersek‘te etnik gerilimleri azaltarak, yetki paylaşım yönetimi ile devlet organlarının yürütülmesini sağlamaya çalışmıştır.[10]

Bosna Savaşı‘nın sona ermesinde uluslararası kuruluşların rolü büyüktür. Dayton sonrası Bosna Hersek‘te düzenin kurulmasında Yüksek Temsilcisi Ofisi ve AGİT önemli yer almaktadır. Bu iki örgütün temel amacı, savaş sonrasındaki Bosna Hersek‘in siyasal arenada milliyetçi ve radikal parti ve siyasetçileri kontrol altına alınması veya dışlanmasıydı. Bu partilerin yerine, Yüksek Temsilci Ofisi ve AGİT daha ılımlı partileri getirmeye çalışmışlardır. AGİT ve OHR demokratik bir siyasal sistemi oturtmak için demokrasiyi tercih etmişlerdir.

Uluslararası örgütler farklı biçim ve formatlarda Bosna Hersek‘in siyasal yaşamında faaliyet göstermektedir. Onların katılımı hem anayasayla hem de sözleşmelerle garanti altına alınmıştır. Yerli siyasal aktörler herhangi bir konuda karar alacakları zaman, uluslararası örgütler revizyon ve karar öncesi kontrol merkezleri olarak işlemektedirler. Uluslararası örgütler, adeta Bosna Hersek‘teki halkların birbirini katletmesini önleme görevini yürütmektelerdir. Uluslararası aktörler doğrudan Bosna Hersek‘in anayasal düzenini etkilemektedirler. Bunu üçlü mekanizma sistemi ile yapmaktadırlar: askeri mekanizma (IFOR/SFOR/EUFOR), sivil mekanizma (PIC, OHR) ve uluslararası insan haklarını koruma mekanizması. Uluslararası toplumun Bosna Hersek‘te vazgeçilmez bir aktör olmasının bir nedeni de, yerli siyasetçilerin ülkedeki sistemin bağımsız bir şekilde işlemeyeceğini düşünmesidir. Anayasal prosedürlerle yapılamayan işler, uluslararası toplumun müdahalesi sonucu yapılmaktadır. Mesela uluslararası toplumun temsilcilerden birisi olan Bosna Hersek Yüksek Temsilcisi Paddy Ashdow, görev yaptığı 2002-2006 yıllarında, Bosna Hersek Anayasası’na göre mümkün olamayan bir şekilde, sadece uluslararası baskıyı temel alarak birçok yerli siyasetçiyi görevden almış ve bu kişilerin Bosna Hersek siyasal arenasında faaliyet göstermelerini yasaklayabilmiştir. Uluslararası toplumun Dayton sonrası Bosna Hersek‘in anayasal düzeninde aktif rol aldığının bir örneği de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanı tarafından Bosna Hersek Anayasa Mahkemesi üyelerinin göreve atanmasıdır.

Bosna Hersek‘te uluslararası toplumun etki alanı insani yardımı ve insan haklarının korunması alanlarını da kapsamaktadır. Dayton Anayasası, uluslararası toplumun kurumlarına, Bosna Hersek‘in anayasal sisteminde en kritik yeri vermiştir. Bu sonuçlardan yola çıkarak, Bosna Hersek‘in anayasal sistemini doğrudan dış faktörle ilişkili olduğunu görebiliriz.

Dayton Anayasası‘nın barındırdığı sorunlardan birisi de devletin egemenlik konusudur. Devlet organlarının yetkilerinin ne kadar geniş olduğu doğrudan devletin egemenliği ile ilişkilidir. Bosna Hersek Devleti anayasal düzenine baktığımız zaman, devlet organlarının yetkileri sınırlıdır çünkü yetkilerin çoğu devletçiklere aktarılmıştır. Yüksek Temsilcilik Ofisi hariç, Bosna Hersek‘teki hiçbir devlet organı tam yetkiye ve egemenliğe sahip değildir. Cumhurbaşkanlığı, Parlamenter Meclisi ve Bakanlar Konseyi birbirine bağımlıdırlar ve yetkileri sınırlıdır. Dayton‘un yarattığı egemenlik tartışmasının içerisinde devlet ve devletçikler arasındaki yetki paylaşımına bakarsak; devlet ve devletçik arasında yetki konusunda çatışması olduğunda Dayton Anayasası’nın hiçbir yerinde devletin yetkisinin devletçiklerin (BHF ve Sırp Cumhuriyeti) yetkilerinden daha güçlü olduğu görülmemektedir. Bosna Hersek Anayasa Mahkemesi, devletçiklerin devlet yetkilerine sahip olmadıklarını belirtilerek, Bosna Hersek Anayasası’nın devletçiklerin anayasaları üzerinde olduğunu karara bağlamıştır. Anayasa Mahkemesi’ne göre böyle bir kararın hukuksal açıdan geçerli olabilmesi için, Dayton Anayasası’nda geçerli bir düzenleme olması şarttır, fakat böyle bir düzenleme bulunmamaktadır. Şayet Bosna Hersek Devleti ile devletçikler arasında yetki konusunda anlaşmazlık çıkarsa, böyle bir anlaşmazlığın çözülmesi için Dayton Anayasası’nda cevap bulunmamaktadır. Devlet ve devletçikler arasında yetki paylaşımındaki belirsizlikler Bosna Hersek Devleti’nin egemenliği için sürekli bir tehdit oluşmaktadır çünkü ülkedeki milliyetçi partilerin ayrılıkçı politikaları bu belirsizlikleri kullanarak devletin egemenliğini tehdit etmektedirler.

Dayton Anayasasının yarattığı sorunlardan birisi de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi‘nin ihlali ile ilgilidir. Bosna Hersek Anayasası devletçik düzeyinde oy kullanma sistemi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ihlal etmektedir. DBA‘nın sonuçlardan birisi olan Dayton Anayasası, devletçik düzeyinde oy kullanma sistemi ile doğrudan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 14. maddesini ihlal etmektedir. Dayton Anayasasında düzenlenen seçim sistemi, Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 1. maddesinde olan ayrımcılık yasağına da aykırıdır.

Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi 2006 yılında Bosna Hersek Hükümeti’nden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ihlal eden anayasal düzenlemelerin değiştirilmesi talebinde bulunmuştur, fakat bu konuda herhangi değişiklik yapılmamıştır. Aynı zamanda, Bosna Hersek yetkililerinden etnik kimlik düzeyinde temsile ilişkin yasalarının değiştirilmesi de talep edilmişti. Fakat 2006 yılında düzenlenen, Üçlü Cumhurbaşkanlığı ve Milletler Meclisi seçimleri Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olarak yapılmıştır. Böyle bir eylemin sonuçlardan biri de, biri Boşnak, biri Yahudi ve biri de Roman olan Bosna Hersek vatandaşları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde etnik ayrımcılık yapılmasından dolayı Bosna Hersek Devleti’ne karşı dava açmışlardır. Bu davaya ilişkin AİHM kararını açıklarken, Bosna Hersek Devleti açısından negatif bir sonuç çıkmıştır ve etnik ayrımcılığın Bosna Hersek‘in seçim prosedürlerden kaldırılmasını kararlaştırmıştır. Bu dava Sejdiç-Finci adını taşımaktadır ve AİHM‘nin kararının yerine getirmesinin, AB‘ye aday ülke olabilmek için Bosna Hersek‘e şart olarak konulmuştur.[11]

Genel olarak Dayton Anayasası’nı incelediğimiz zaman şu özellikler dikkati çekmektedir; etnik düzeydeki demokrasinin ve etnik determinizm, dış baskı ve devlet egemenliğinin kaybı, insan hakları ihlalleri ve anayasal düzenlemelerde hukuksal antinomilerin (çelişki) yaratılması. Bu hususlara baktığımız zaman Dayton Anayasası hakkında olumsuz sonuçlar çıkarmak mümkündür. Bosna Hersek‘te barışın sağlanması hariç, Dayton Anayasası modern anayasa modeli özelliklerinin çoğundan yoksundur.

Böyle bir anayasa Bosna Hersek‘in egemenliğine zarar verme, devamlı insan haklarının ihlali ve en büyük suçların anayasal düzenlemelerle savunulması gibi negatif sonuçlar yaratmaktadır. Bosna Hersek Anayasası sosyal gelişmeyi engellemektedir. Dayton Anayasası’na göre devlet organlarındaki iş yerlerine kadro alma prosedürlerinde eğitim ve uzmanlık ilk şart olarak konulmamaktadır, ilk ve en önemli şart etnik kimliktir. Anayasal antinomilerin sonucu olarak bazı düzenlemelerin uygulanmasında hem sosyal hem de siyasal karışıklık yaratmaktadır. Bu özellikleri taşıyan Bosna Hersek Anayasası’nda değişiklikler yapılması şarttır. Anayasa reformu öncelikle hukuk devleti ve toplum için acil ve zorunlu bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacı karşılarken, devlet organlarının yetkilerinin artması ve egemenliklerinin güçlendirilmesi şarttır. Gerçek bir çözüm için anayasa reformunda kolektif ve bireysel hakları kurumsal ve hukuksal olarak devlet düzeyinde koruma altına alınması zorunludur. Başarılı bir anayasa reformun yapılabilmesi için etnik kimlik bazındaki yönetim biçiminin kaldırılması gereklidir. “Sırp Cumhuriyeti” adının değiştirilmesi gerekmektedir çünkü bu isim sadece bir etnik grubun diğer etnik gruplar üzerindeki üstünlüğünü göstermektedir. Devlet ve devletçikler arasındaki yetki paylaşımının yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Devletin fonksiyonlu olabilmesi için devletçik düzeyinde olan yetkilerin devlet düzeyine aktarılması şarttır. Ancak derin ve temelli bir anayasa reformu ile Bosna Hersek işlevsiz Dayton Anayasası’ndan kurtulabilecek ve geleceğe fonksiyonlu bir anayasa ile adımları atabilecektir.

Bosna Hersek Anayasası, DBA‘nın parçası olarak savaş sonrası dönemde barışı koruyarak, devlet organlarının işler hale gelmelerinin sağlanmasını ve devlet egemenliğinin güçlendirilmesini amaçlamıştır. Böyle bir amaca rağmen, Dayton Anayasası’nın modern bir anayasa modelinden ne kadar uzak olduğu görülmektedir. DBA‘nın imzalamasından sonra ilk yıllarda Dayton Anayasası’nın siyasal süreçlerdeki işlevsizlikten dolayı anayasa reformuna ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır. Uluslararası toplum, yerel siyasetçilerin anayasa reformu konusunda anlaşmaları gerektiği düşüncesine sahiptir. Yüksek Temsilci ve uluslararası toplumunun diğer temsilcileri Bosna Hersek‘te anayasal reformun yapılması gerektiğini çok açık bir şekilde belirtmişlerdir. Eski Yüksek Temsilcisi olan Paddy Ashdown herhangi bir anayasa değişikliğinin, ancak Bosna Hersek‘te yaşayan üç etnik grubun temsilcilerinin anlaşması sonucu ile mümkün olabileceğini söylemiştir. Dayton Barış Antlaşması’nın babası olarak bilinen ABD diplomatı Richard Holbrooke, Bosna Hersek‘e 2003 yılında yaptığı ziyaretinde şöyle demiştir: “Dayton, savaşı durdurmak için sadece bir araçtı. Mevcut Dayton Anayasası’nı geliştirmek isteyenler bunu deneyebilirler. Ancak üç etnik grubun anlaşması sonucu olarak Dayton Anayasası’ndaki değişiklikler bizim için de uygundur.”

Anayasa reformu konusunda ilk önemli adım 2005 yılında atıldı. Dayton Anayasası’nın değiştirilmesini amaçlayan Nisan 2005 yılında hazırlanan anayasa reform paketi Bosna Hersek Parlamentosunda reddedildi. Bu paket Bosna Hersek Anayasası’nın değiştirilmesi için en önemli çabaydı. 2006 yılında yapılan genel seçimlerden sonra siyasal liderler artık milliyetçi politikayı sürdürmeye başlamışlardı. O dönemde Sırp Cumhuriyetinin Başbakanı olan Milorad Dodik, uluslararası toplumun baskısı altında olan anayasa değişikliklerinin mümkün olmayacağını duyurdu.

Nisan Paketinden sonra, anayasa değişikliği konusunda yapılan en önemli çabalardan birisi de Prud Antlaşması’dır. Prud‘daki anayasa değişikliği müzakereleri Mart 2009‘dan Kasım 2009‘a kadar sürmüştür. Müzakereler, üç siyasi parti tarafından yürütüldü; Boşnak partisi SDA, Hırvat partisi HDZBİH ve Sırp partisi SNSD. SDA Partisinin Başkanı olan Suleyman Tihiç, HDZBİH Partisinin Başkanı Dragan Çoviç ve SNSD Partisinin Başkanı Milorad Dodik, 8 Kasım 2008 tarihinde düzenledikleri basın toplantısında, Prud‘da tarihi bir anlaşmaya imza attıklarını duyurmuşlardır. Duyurdukları anlaşmanın ismi “Prud Antlaşması” olarak meşhur olmuştur. Fakat bu üç siyasi parti arasında önemli bir anlaşma sağlanamamıştır.

Bosna Hersek Anayasasında değişiklikler yapmak için en son deney Ekim 2009‘da Butmir‘de yapılmıştır. Avrupanın lider diplomatları olan Carl Bildt (AB Konseyi Başkanı), Olli Rehn (AB Genişlemeden Sorumlu için Komiseri) ve James Steinberg (ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı), Bosna Hersek‘teki üç etnik grubun lideri olan siyasetçileri Butmir‘de toplanmışlardır ve onlarla beraber anayasa değişikliği müzakerelerini sürdürmüşlerdir. Butmir‘de böyle bir toplantının yapılmasın nedeni de Nisan Paketinden sonra Bosna Hersek siyasetinde tansiyonun yükselmesidir. Bir başka nedeni ise, Sırp Cumhuriyeti Başbakanı olan Milorad Dodik ile Yüksek Temsilci olan Valentin İnzko arasındaki anlaşmazlıktır. Avrupalı ve ABD‘li diplomatlar yerli siyasetçilere yeni bir anayasa değişikliği paketi sunmuşlardır.

Butmir Paketine göre, devlet düzeyine aktarılan (savunma reformu gibi) yetkilerin Bosna Hersek Anayasası’na girmesinin sağlanacak, Milletler Meclisinin üyeleri, devletçik parlamentosundan değil, Temsilciler Meclisinden seçilecektir. Temsilciler Meclisinin üye sayısı 42‘den 87‘ye yükseltilmesi önerilir. Dış politika alanındaki bazı yetkileri Bakanlar Konseyine verilecekti. Butmir Paketine destek veren tek parti Boşnak SDA partisiydi. Diğer partiler, Butmir Paketini hemen reddetmişlerdi. Medyada “Küçük Dayton” olarak da bilinen Butmir Paketi tamamen başarısızlıkla sonuçlandı. Böylece uluslararası toplum Bosna Hersek‘te bir yenilgi daha yaşamıştı. Böyle bir sonuçla uluslararası toplum otoriteyi kaybederken, sonraki dönemlerde milliyetçi Sırp partilerin ufku daha da genişledi.

Bu andan itibaren Sırp Cumhuriyetinin bağımsızlığı hakkındaki söylemleri yoğunlaştı. Butmir Paket‘in başarısızlık nedenlerden biri de, 2006 yılında düzenlenen genel seçimlerden dolayı Nisan Paketi de başarısızlıkla sonuçlanmışken, yenisinde aynı hataya düşülmesi ve 2010 genel seçimlerinden sadece birkaç hafta önce anayasa değişikliği konusunda toplanılmasıydı. Butmir‘deki askeri merkezin toplantı yeri olarak seçilmesi de Sırp siyasetçilerde negatif tepkilerin ortaya çıkmasına neden olmuştu. Butmir askeri merkezinde düzenlenen bu toplantı, Wright-Peterson askeri üssünde düzenlenen ve Dayton sonrası Bosna Hersek‘in düzenini belirleyen toplantıya benzemekteydi ve Sırpların tepkisini çekmişti.

Dayton Anayasası konusunda Bosna Hersek‘te yaşayan üç kurucu halk arasında fikir birliği yoktur. Sırplar mevcut anayasal düzenin devam etmesinden yana olurken, diğer tarafta Boşnaklar anayasa değişikliği yapılmasının zorunlu olduğunu düşünmektedirler. Bu kadar farklı görüşlerin olması mevcut durumda, anayasa değişikliği konusunda anlaşma sağlamak çok zordur.

Olağanüstü koşulların ürünü olan Dayton Antlaşması, savaşın engellenmesi ve barışın kurulması açısından başarılı olmuştur. Buna karşın getirdiği karmaşık devlet yapısı, daha fazla uluslararası güce dayanması, etnisiteler arasında entegrasyon sağlayacak mekanizmalarının yetersizliği, antlaşmanın karşı karşıya olduğu önemli sorunlardandır. Antlaşmanın yapılışından uzun bir süre geçmesine rağmen değiştirilmemiş olması, barışın ve istikrarın geleceğiyle ilgili endişeleri haklı kılmaktadır. Ülkede iç barış ve istikrarın oluşturulması için savaş suçlularının yakalanarak yargılanması hayati önem arz etmektedir. Bunların yargılanarak gerekli yaptırımların uygulanmaması halinde Bosnalıların batıya güvensizliklerini artıracağı gibi etnik ayrışmaları da derinleştirecektir. AB ile entegrasyon süreci Bosna Hersek’in istikrarlı ve merkezi bir yapıya kavuşmasına hizmet edecektir. Geç de olsa Radovan Karadziç’in yakalanıp yargıya teslim edilmesi olumlu bir gelişme olmuştur. Sırp Cumhuriyeti entitesinin soykırımdan dolayı özür dilemesi önemli bir gelişme olup bu davranış, toplumların yakınlaşmasına yönelik umutları ve diğer savaş suçluların da yakalanması için gereken hassasiyeti artırmıştır. Esasen antlaşmanın değişimi antlaşmanın kayıtlandırdığı iç koşullardan ziyade antlaşmanın yürütülmesini ve gözetlenmesini üstlenen uluslararası güçlerin konjonktürel koşullardaki değişiklik çerçevesindeki girişimleriyle mümkün olabilmektedir.  Bu anlamda BM ve AB gibi uluslararası kuruluşların Bosna Hersek’e olumlu yaklaşımları ve antlaşmanın değiştirilmesi konusunda verecekleri destek, Bosnalıların uluslararası topluma güven duymalarını sağlayacağının yanı sıra toplumlar arasındaki etnik milliyetçiliği ve ayrışmayı da ortadan kaldırmasına yardımcı olacaktır.[12]

Dayton Barışı’nın olduğu gibi yürürlükten kaldırılmasını savunan bazı çevreler bulunsa da, dünya kamuoyu henüz böyle bir gelişme için uygun bir zemine sahip bulunmuyor. Bu görüşü dillendiren çevreler radikal olarak nitelendirilmekte ve alternatif sunamamak eleştirisine maruz kalmaktalar. Ülkede yaşanan siyasi istikrarsızlık orta vadede ancak Dayton Barışı’nın revize edilmesi doğrultusunda dindirilebilecek, revizyonun hemen akabinde ise halkın ekonomik sorunlarına çözmeye yönelik yeni hamlelerin hayata geçirilebileceği evrensel liberalizm temelli bir hoşgörü iklimi oluşturulabilecektir. Özellikle 2000’li yıllar sonrasında Bosna savaş acılarını önemli ölçüde sarmış olsa da, ekonomik, sosyal ve kültürel pek çok alanda adeta derin bir çözümsüzlük içerisinde yer almaktadır. Bu sorunların temelinde ise Dayton Barışı’nın getirmiş olduğu tarafların birbirine güvensizliğini simgeleyen köhne siyasi yapı bulunmaktadır. Ülkede şu an demokrasi teamülleri açısından sıklıkla tartışma konusu olan, kimi çevrelerce barış ve istikrarı korumakla görevli olduğu iddia edilen ve lüzumu görüldüğü takdirde Cumhurbaşkanı’nı bile görevden almak gibi güçlü yetkilerle donatılmış bir “Yüksek Temsilcilik” makamı bulunmaktadır. Ayrıca üç kurucu halk olarak kabul edilen; Boşnak, Hırvat ve Sırpların ortak karar almasını öngören Dayton sisteminin, bu unsurların her birisine ayrı ayrı veto hakkı tanıyan siyasi yapısı da sistemin işlemesinin önündeki ciddi engellerden birisidir. Ülkedeki bu derin siyasi çözümsüzlük durumu ekonomik hayatı da etkilemektedir. Yaşanan tüm bu gelişmeler ışığında Dayton Barışı’nın günün gerekleri doğrultusunda tekrar revize edilmesi ve işleviz kalan yahut sistemi işlevsiz kılan çeşitli maddelerin yeniden değerlendirilmeye tabi tutulmasının dışında başka bir köklü çıkış yolu görünmemektedir.

 Balkan Araştırmaları Merkezi Stajyeri

 Nimet CEYLAN

[1] Yasin ŞAFAK, Bosna Savaşı ve Yugoslavya’nın Parçalanması Yüksek Lisans Tezi, 2010, İstanbul, s.3-4.

[2] Yrd. Doç. Dr. Hüseyin BAĞCI, Bosna-Hersek-Soğuk Savaş Öncesi Anlaşmazlıklara Giriş, s.257-258.

[3] Yasin ŞAFAK, a.g.e., s.14.

[4] Giray Saynur BOZKURT, Tito Sonrası Dönemde Eski Yugoslavya Bölgesindeki Türkler Ve Müslümanlar, 2010, s.54

[5] Merve İrem YAPICI, Bosna Hersek’te Gerçekleştirilen Askeri Müdahalenin Uluslararası Hukuktaki Yeri, 2007, s.3

[6] Mehmet DALAR, Dayton Barış Antlaşması ve Bosna-Hersek’in Geleceği, Sosyal Bilimler Dergisi, cilt 1, sayı 16, 2008, s.95-96.

[7] Mehmet DALAR, a.g.e., s.98.

[8] Dr. Erhan TÜRBEDAR, Barışının 15. Yıldönümünde Bosna-Hersek: Dayton Barış Anlaşması’nın Neticelerinin Değerlendirmesi, TEPAV, Aralık 2010.

[9] Ahmet DAVUTOĞLU, Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu, Küre Yayınları, 2001.

[10] Amin NUMANOVİÇ, Dayton Sonrası Bosna Hersek ve Avrupa-Atlantik Entegrasyonu, Ankara, 2011, s.7-10

[11] Amin NUMANOVİÇ, a.g.e., s.40-42.

[12] Amin NUMANOVİÇ, a.g.e.

 

 KAYNAKÇA

[1]http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/18/22/104.pdf

[2]http://www.dunyabulteni.net/haber/238864/srebrenica-soykirimi-ve-sonrasinda-bosna-hersek

[3]http://sites.khas.edu.tr/tez/YasinSafak_izinli.pdf

[4]http://www.usak.org.tr/dosyalar/dergi/lVX0gdgQDy56Q9Sf4MlZJsv2ek48RL.pdf

[5]https://www.researchgate.net/publication/260984291_Bosna-Hersek_Bati’nin_Guvenini_Kaybettigi_Medeniye

[6]http://tdid.ege.edu.tr/files/giraysaynurbozkurt.pdf file:///C:/Users/asus/Downloads/5000072213-5000096683-1-PB%20(2).pdf

[7]http://www.tepav.org.tr/upload/files/1292831752-6.Barisinin_15._Yildonumunde_Bosna_Hersek.pdf

[8]http://www.dunyabulteni.net/dubam/349503/20-yilinda-dayton-antlasmasina-nasil-bakilmali

[9]http://akademikperspektif.com/2014/07/27/srebrenitsa-katliami-ve-dayton-anlasmasi-analizi/

[10]http://politikaakademisi.org/2012/03/27/dayton-baris-antlasmasinin-revize-edilmesinin-zamani-gelmistir/

[11]https://igirit.wordpress.com/2015/09/22/yirmi-yil-sonra-bosna-hersekte-dayton-anlasmasi-kalintilar-ve-firsatlar/

 

Ekonomik Kriz Öncesi ve Sonrası: Yunanistan Ekonomisi

0

2000’li yılların başında gıda, altın, petrol gibi piyasalarda fiyatlar yükselirken Amerikan doları önemli bir düşüşe geçmiştir. Buna paralel olarak Amerika Birleşik Devletleri (ABD) konut piyasasında subprime mortgage denilen kredi piyasası çökmüş, bu kredilerden faydalanan aileler iflas etmiş ve konutlarına el konulmuştur. 2008 yılı sonlarına doğru bu krizin yalnızca belli bir kesimi değil bütün ABD mali sistemini etkilediği anlaşılmış, kriz kısa bir süre içinde Avrupa’ya da sıçramıştır. Avrupa içerisinde krizden en fazla etkilenen ülke Yunanistan olmuştur. 2009 yılının Ekim ayında iktidara gelen Papandreou hükümeti, kendisinden önceki yönetimlerin ekonomik göstergeleri farklı gösterdiği iddiasında bulunmuş, ülkenin gerçek ekonomik verilerini açıklayarak ekonomideki sorunların gün yüzüne çıkmasını sağlamıştır. Bu gelişme Yunanistan ekonomik krizinin başlangıcı sayılır. Çalışmamızda üzerinde duracağımız nokta, Yunanistan ekonomik krizinin yalnızca 2008 yılında dünya ekonomisinde yaşanan dalgalanmalardan kaynaklanmadığını, ülke ekonomisinin tarihi boyunca birçok yapısal eksikliği de bünyesinde barındırdığını ortaya koymaktır.

Kriz Öncesi Yunanistan Ekonomisi ve Krizin Dinamikleri

Yunanistan’ın içinde bulunduğu ekonomik krizin dinamiklerini ortaya koymak için Avrupa Birliği’ne (AB) üyelik aşamasından itibaren yaşanılan gelişmeleri göz önünde bulundurmakta fayda vardır. Yunanistan’ın Avrupa Birliği yolculuğu 1 Ocak 1981 yılında, 1979’da imzalanan topluluk katılım anlaşmasının üye devletlerce onanmasıyla başlamış; böylece Yunanistan topluluğa üye olan 10. devlet olmuştur.1 Bu dönemde Yunanistan, üye ülkeler ile kıyaslandığında kişi başına düşen milli gelirin (GSYH) %68’lik AB ortalamasına göre en az olduğu ikinci ülke konumundadır. 1992 yılında AB ülkeleri Maastricht Anlaşması’yla ekonomik ve parasal birlik oluşumu üzerinde anlaşmaya varmışlardır. ‘’Birliğe üye olmak isteyen ülkeler için zorunlu birtakım kriterler öngörülmüştür. Bunlar:

•Her üyenin yıllık ortalama enflasyon oranı, fiyat artışını en düşük üç üye devletin yıllık enflasyon oranı ortalamasını en fazla 1.5 puan geçebilecektir.

•Üye devletlerin planlanan ya da fiili kamu açıklarının gayri safi yurt içi hasılalarına oranının yüzde 3’ü aşmaması gerekmektedir.

•Üye devletlerin planlanan ya da fiili kamu borç stoklarının, gayri safi yurt içi hasılalarına oranlarının yüzde 60’ı geçmemesi zorunludur.

•Her üye devlet fiyat istikrarı bakımından en iyi sonucu sağlayan üç üye devletin ortalama nominal uzun vadeli faiz oranını en fazla 2 puan aşabileceklerdir.

•Üye devletlerin ulusal paraları, Avrupa Döviz Kuru Mekanizması’nın izin verdiği normal dalgalanma marjı içinde kalmalıdır.’’2

Bu kriterlerin getirdiği yükümlülükler Yunanistan ekonomisini içinden çıkılmaz bir sürecin içine sürüklemiştir. 1 Ocak 2002 itibariyle ekonomik birliktelik bağlamında ortak para birimi Euro’nun kullanılması krizin derinleşmesinde önemli bir paya sahiptir. Bu durumun sebebi, Euro’yu kullanan ülkelerin para politikalarının Avrupa Merkez Bankası tarafından yönetilmesi bu ülkeleri birbirlerine ekonomi anlamında bağımlı hale getirmiş olmasıdır. Dolayısıyla 2009 yılında Yunanistan’da baş gösteren kriz diğer Avrupa ülkelerini de etkisi altına almış, parasal birliklerinin geleceği ise büyük bir tehdit altına girmiştir.3 Bununla birlikte Euro alanına dahil olunabilmesi için ülke ekonomisinin yukarıda değinmiş olduğumuz kriterlere uyumlu olması gerekmekteydi. Fakat yüksek borçlanma faizleri ve enflasyon oranları söz konusuyken ülkenin reel büyüme oranları da istenilen düzeyde değildi. 2001 yılına gelindiğinde ülkenin kamu borç yükünün Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’ya (GSYH) oranı da %103,4 düzeyindeydi. Bu nedenle 1999 yılında Euro alanına girilememişti.1999 ve 2001 yılları arasında sıkı para politikaları uygulanmış; istenilen oranların yakalanamamasına rağmen Yunanistan, 1 Ocak 2002 tarihinde parasal birliğe kabul edilmiştir.4

AB mali yardımlarından en çok destek alan ülkeler arasında ikinci sırada yer alan Yunanistan’da 2000-2007 yılları arasında ülkeye giren yoğun yabancı sermayenin de katkısıyla ekonomi %4,2 civarında büyüme göstermiş, devlet tahvillerinin faizlerinin de düşmesiyle beraber yüksek oranlı yapısal borçların dönüştürülmesi mümkün olabilmiştir. Fakat 1993’ten beri kamu sektörü ücretleri, emeklilik ve diğer sosyal güvenlik katkıları sebebiyle kamu borcunun GSYH’ye oranı %100’ün üzerinde seyretmiştir. Ayrıca Yunanistan ekonomisinin en temel sorunlarından biri büyüme ve kamu maliyesinin genel olarak dış borçlarla finanse edilmesidir. Bu yolla sağlanan kaynaklar ile piyasalardaki rekabet gücünü artırmaya yönelik gerekli reformlar için de kullanılmamıştır.

                Yunanistan’ın 1980,1990 ve 2009 Yıllarında Kamu Borcunun GSMH’ye Oranı
Yunanistan'ın 1980,1990 ve 2009 Yıllarında Kamu Borcunun GSMH'ye Oranı
Yunanistan’ın 1980,1990 ve 2009 Yıllarında Kamu Borcunun GSMH’ye Oranı
2009 verileri itibariyle ülkenin toplam dış borcu 594,5 milyar dolar olarak açıklanmıştır.5

Yunanistan’ın 1980,1990 ve 2009 Yıllarında Kamu Borcunun GSMH’ye Oranı

Yunanistan'ın 1980,1990 ve 2009 Yıllarında Vergi Gelirlerinin GSMH'ye Oranı
Yunanistan’ın 1980,1990 ve 2009 Yıllarında Vergi Gelirlerinin GSMH’ye Oranı

Yunanistan’ın bütçe açığında meydana gelen bu sapmanın 3 önemli nedeni vardır:

•Ekonomik gerileme ve reel GSYH’nin beklenenden daha fazla bir düşüş göstermesinden kaynaklanan ekonomik döngü etkisi,

•Gelir toplama mekanizmalarının düzensizliği ve mevcut harcamaların fazlalığından kaynaklanan politik döngü etkisi,

•Vergi toplama, harcama kontrolü yapma ve ilgili verileri kaydetmeye ilişkin yapısal yetersizlikten kaynaklanan yapısal etki.6

Ekonomik dinamiklerin yanında ülkenin ekonomisine zarar veren siyasal ve sosyal dinamikler de mevcuttur. Bunların başında Yunanistan’ın geçmişten günümüze kadar olan süreç boyunca Türkiye’yi tehdit olarak görmesinden kaynaklı yaptığı savunma harcamaları gelmektedir. Yunanistan’ın Türk askeri gücünü dengelemeye yönelik yaptığı yatırımların ekonomide belirgin nitelikte bir ağırlığı vardır. Savunmaya ayrılan bütçenin GSYH’ye oranına bakacak olursak Yunanistan; AB ve NATO ülkeleri arasında en çok silahlanan ülke konumundadır.7 2008 yılı için Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsünün verilerine bakacak olursak Yunanistan dünya genelinde askeri harcamalara en çok bütçeyi ayıran 18. ülkedir.8 Diğer etmenler ise yolsuzluk, rüşvet, kamu sektöründe meydana gelen kadrolaşma ve sektörel reformların uygulanamamasıdır. Etkinliklerini ABD’de yürüten Brookings Enstitüsü’nün yaptığı bir araştırma neticesinde, Yunanistan milli ekonomisinin %8’i yolsuzluk ve rüşvete kaynak olarak aktarılmaktadır.9 Yunanistan yargısı 1990-2000 yılları arasında Savunma Bakanlığı’nın hayata geçirdiği fazla silahlanma programı karşılığında üst düzey ordu mensuplarının rüşvet olaylarına karıştığını tespit etmiştir.10 Ayrıca Şubat 2014 tarihinde, 2000-2004 yılları arasında yurtdışında mayın temizleme faaliyetleriyle ilgilenen ‘Uluslararası Mayın Temizleme Merkezi’ isimli sivil toplum kuruluşunun (STK) kamuyu 9 milyon dolar değerinde dolandırdığı gerekçesiyle dava açılmış; olayın ardından yolsuzluk yaptığından şüphe duyulan 140 STK ise incelemeye alınmıştır. 11 Bu verilerin sonucunda Yunanistan AB içinde yolsuzluğun en fazla söz konusu olduğu ülke konumundadır.12 Bu durumun devlet ekonomisine verdiği zararın yanında, vergi yükünde en fazla paya sahip orta sınıfın da kayba uğramasına sebep olmuş, halkın yolsuzluğa bulaştığını düşündüğü siyasetçilere ve banka sahiplerine duyduğu öfke gittikçe büyümüştür. Ülkenin içinde bulunduğu bu ekonomik çıkmazdan kurtulmanın yolu yine Avrupa Birliği tarafından sağlanacak olan kurtarma paketleridir. Ekonomik anlamda dışa bağımlı olan Yunanistan konuyla ilgili Avrupa Komisyonu ile kapsamlı görüşmeler yürütmüştür.

Kriz Sonrası Yunanistan Ekonomisi

2009 yılı Yunanistan ekonomisi için belirleyici bir yıl olmuş, göreve başlayan hükümet başta bütçe açığı olmak üzere, ekonomik verileri revize etmiştir.13 Bu gelişmeyle ülkede kriz dönemi başlamış bulunmaktadır. Yunanistan hükümeti tarafından Avrupa Komisyonu’na sunulan İstikrar Programı Krizle ilgili çeşitli önlemlerden oluşan paketi içermektedir. Buna göre nihai hedef, 2013 yılına kadar bütçe açığının kademeli olarak %2’ye çekilmesi, bu bağlamda kamu harcamalarındaki kısıntıyla beraber vergi gelirlerinde artırıma gidilmesi önlemler dahilinde belirtilen hususlardandır.14 Kriz için alınabilecek en hızlı önlem kemer sıkma politikaları olarak düşünülmüştür. Ekonomi üzerinde enflasyonist baskı oluşturmadan GSYH’de artış sağlanmalı ve durgunluğa neden olmadan kamu harcamaları kısıtlanmalıdır. Ancak ne yazık ki, içinde bulunulan krizin boyutu bu önlemlerle çözüm sağlanabilecek nitelikte değildir.15

Krizden kurtuluş için hazırlanan Yunanistan Ekonomik Programının ise başlıca üç hedefi vardır:

•Güvenin ve mali istikrarın sağlanması

•Rekabetçiliğin tekrar sağlanması (özellikle şeffaflığın artırılıp devletin ekonomideki rolünün indirgenmesini amaçlamaktadır.)

•Finansal sektör istikrarının güvenceye alınması

Uygulanacak ekonomik tedbirler sonucunda 2008-2015 yılları arasında ortaya çıkacak temel ekonomik veri tahminleri GSYH’nin yüzdesi olarak şöyle belirlenmiştir: 16
Yunanistan İçin 2008-2015 Yılları Arası Temel Ekonomik Veriler ve Tahminler
Yunanistan İçin 2008-2015 Yılları Arası Temel Ekonomik Veriler ve Tahminler

AB, krizin olumsuz etkilerinin hafifletmek için yukarıda bahsettiğimiz amaçlar doğrultusunda çeşitli mekanizmalar oluşturmuştur. Bu mekanizmaların amacı, ülkelerin borçlanma maliyetlerinin düşürülmesidir. Bu amaçla oluşturulan mekanizmalar;

•Ödemeler Dengesi Fonu

•Kredi Havuzu

•Avrupa Finansal İstikrar Mekanizması (EFSM)

•Avrupa Finansal İstikrar Fonu (EFSF)

•Rekabet Paktı

AB ve IMF’nin katkılarıyla 3 yıl vadeli 110 milyar Euro tutarındaki ilk kurtarma paketi Yunanistan’a finanse edilmiş oldu.17 Mali yardım paketi bağlamında öngörülen tedbirler; harcama tedbirleri, gelir tedbirleri ve yapısal mali reformlar olmak üzere 3 temel başlığa ayrılabilir. Harcama tedbirleri çerçevesinde; ücretler ve emekli maaşları program süresinde nominal olarak dondurulacak, yüksek tutarlı emekli maaşlarından kesintiler olacak, özel günlerdeki ikramiyeler kaldırılacak, kamuda istihdam azaltılacak, belediyeler ve yerel idareler birleştirilecek ve sağlanan bu fonların mümkün olduğu kadar etkin kullanımı sağlanacaktı. Gelir tedbirleri genel olarak KDV oranlarının artırılmasına yönelik düzenlemeler içermekle birlikte toplanan vergilere de yönelik bazı hususlar içermekteydi. Yapısal reformlar ise gelirler ve harcamalar üzerindeki kontrolü güçlendirmeyi amaçlamaktaydı. Bu bağlamda emeklilik ve sağlık reformları çerçevesinde yapılacak düzenlemeleri bünyesinde barındırmaktaydı.

Yunanistan hükümeti mali yardım paketi bağlamında alınan tedbirlerle beraber; gelecekte verilerin yanıltıcı olarak sunulmasını önlemek üzere de harekete geçmiştir. Parlamento güvenilir ve bağımsız bir istatistik kurumu kurmak için, bu kurumun yasal statüsünü değiştiren bir kanun kabul etmiştir. Daha önce Maliye Bakanlığı’na bağlı olarak çalışan İstatistik Kurumu tamamen bağımsız hale getirilmiş, başkanı ve yönetim kurulu bir Parlamento Kurulu’nun beşte dört çoğunluğuyla atanan bir otoriteye çevrilmiştir.18

Siyasi istikrarsızlık, toplumsal muhalefet ve tahmin edilenden daha derin ve uzun süren bir ekonomik daralma nedeniyle AB-IMF mali yardımlarında ön koşul niteliğinde ortaya konan program hedeflerini yakalayamayan Yunanistan, her bir kredi diliminin serbest bırakılması için ilave tedbirler almak durumunda kalmıştır. Bu yolla gelinen noktada 2009 yılında GSYH’ye oranı yüzde 15,75 olan bütçe açığı 2011 yılında yüzde 9,25 seviyesine gerilemiştir.19 13 Haziran 2011’de uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu S&P Yunanistan’ın kredi notunu dünyanın en düşük seviyesine indirerek krizin büyüklüğünü ortaya koymuştur.20

Yunanistan'a Sağlanan Krediler
Yunanistan’a Sağlanan Krediler

Ön koşul niteliğinde olan bu yapılandırmanın ardından Yunanistan için uyum programı çerçevesinde sağlanan ikinci mali yardım paketi Euro Bölgesi Ekonomi ve Maliye Bakanları tarafından 14 Mart 2012 tarihinde onaylanmıştır. Bu yardım bağlamında ilk ödenekten kalan tutarla beraber 28 milyar euroluk kısım IMF’ye ait olmak üzere, 130 milyar miktarında ek kaynak sağlanması kararı alınmıştır. Mali anlamda ulaşılmak istenen hedef ise 2020’ye kadar kamu borcunun %117 dolaylarına düşürülmesidir.21 Bu da kemer sıkma politikaları yoluyla mümkün olabilmektedir. Yunanistan halkı bu politikalara grev, iş yavaşlatma, gösteri düzenleme gibi tepkiler vererek karşı çıkmaktadır. 2013 yılında yapılan bir araştırmaya göre işsizlik ve geçim sıkıntılarının neden olduğu bunalım dolayısıyla uyuşturucu bağımlılığı oranı artmış, son 4 yılda intihar vakalarında %45 bir artış meydana gelmiştir.22 2015 yılına gelindiğinde işsizlik oranı %25’i aşmıştır.

Yunanistan’da kemer sıkma politikaları neticesinde uygulanan maaş ve emeklilik fonu kesintileri ile uzun süren resesyonun yarattığı etkiler deflasyona neden olmuştu. 2015 Aralık ayında 86 milyar euroluk 3. Kurtarma paketinin de etksiyle 33 aylık bir deflasyon döneminin ardından aylık enflasyonun AB standartlarına göre %0,4 yükselmesiyle beraber pozitif alana çıkılmış oldu. Ülkenin 2010-2015 yıllarına ait temel ekonomik verilerine aşağıdaki tabloda göz atabiliriz:

Yıllara Göre Yunanistan'ın Ekonomik verileri
Yıllara Göre Yunanistan’ın Ekonomik verileri
Kaynak: T.C. Ekonomi Bakanlığı

2016 Ocak ayında S&P Yunanistan’ın CCC+ olan kredi notunu B-‘ye yükselterek durağan not görünümünü korudu.23 Mayıs ayında Brüksel’de gerçekleşen Eurogroup toplantısında ise Yunanistan için 10,3 milyar euroluk kurtarma paketinin iki taksit halinde verilmesi ve Yunanistan’ın borcunun yeniden yapılandırılması kararı alındı.24 Toplantıda maliye bakanları Yunanistan’ın uygulamış olduğu kemer sıkma politikalarını memnuniyetle karşıladıklarını belirtti.

AB ülkeleri Yunanistan krizi problemi üzerinde ciddiyetle durmaktadırlar. Yunanistan’ın çok zor durumda kalması ile kendi para politikasını belirlemek üzere euro bölgesinden çıkma ihtimali tüm AB üyelerini endişelendirmektedir. Bu durumun kendi para politikalarını denetleyememekten şikayet eden diğer AB ülkeleri için örnek teşkil etmesinden çekince duyulmaktadır. Başta Yunanistan olmak üzere birkaç AB üyesi devletin birlikten ayrılma kararı ‘tek Avrupa’ hayaline darbe indirmiş olacaktır.25

SONUÇ

2007 yılında ABD’de başlayan kriz, sağlam bir temele oturtulamayan ve istikrarsızlıklarla dolu Yunanistan ekonomisindeki sorunları tetikleyen önemli bir etmen olmuştur. 2009’da göreve yeni başlayan hükümetin ise ülkenin genel ekonomik verilerinin doğru yansıtılmadığını açıklaması, Yunanistan’ı uluslararası boyutlara ulaşan bir kriz durumunun içine sokmuştur. Bu gelişme Yunanistan ekonomisindeki sorunları gün yüzüne çıkarmak suretiyle ülke için önemli bir dönemin başlangıcı sayılır. Yunanistan’ın ekonomik ve parasal birlikteliğe üye olması, ülkenin ekonomik politikalarını kendisinin belirleyememesi sonucunu doğurmuştur. Avrupa Birliği’ne üyelik tarihinden itibaren, birliğin diğer ülkelerine nazaran ekonomik veriler anlamında durumu parlak olmayan Yunanistan’ın, kriterleri sağlayamaması dahi göz ardı edilmiş ve ekonomik yardımlarla ülke dik tutulmaya çalışılmıştır. Bu durum ülkenin dışa bağımlılığını artırmış ve kriz döneminde içinden çıkılamayacak bir durumun içine sürüklemiştir. Dolayısıyla ülkeyi bu kaostan kurtarmak yine AB’den sağlanacak fonlara kalmıştır. AB fonlarının da yeterli olmaması durumunda IMF’nin kapısı çalınmıştır.

Mali yardım paketi kapsamında Yunanistan’a 3 ayrı ödenek temin edilmiştir. Bu fonların sağlanması Yunanistan’ın ekonomik anlamda birtakım reformlar yapmasını zorunlu kılmış, bu anlamda kemer sıkma politikaları uygulanmıştır. Ekonomik iyileştirme yapılmaya çalışılırken sosyal anlamda bozulmalar başlamış, halkın üzerindeki vergi yükü ve işsizlik dolayısıyla hükümete tepkiler gün geçtikçe artmıştır. Son olarak Yunanistan’ı etkisi altına alan kriz, Avrupa Birliği politikalarının sorgulanmasına ve krizin diğer ülkelere yayılma riski de göz önüne alınarak birliğin sürdürülebilirliğinin tartışılmasına neden olmuştur.

Balkan Araştırmaları Merkezi Stajyeri
Dilan AKKAN

1.Ahmet Tezel, Yunanistan’ın AB Üyeliği, http://uik.blogcu.com/yunanistan-in-ab-uyeligi/1361379, e.t. (20.05.2016)

2.http://abmerkezi.istanbul.edu.tr/wp-content/uploads/2012/08/maastrichtkriterleri.pdf, e.t. (20.05.16)

3.Aslı Fatma Burulday, ‘’Yunanistan Ekonomik Krizi’’, http://www.bilgesam.org/incele/143/-yunanistan-ekonomik-krizi/#.V216pfmLTIU, e.t. (27.04.2016)

4.İlhan Dağdelen, ‘’Avrupa Bütünleşme Sürecinde Yunanistan’ın Borç Krizi’’, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt:10, Sayı:2, s. 1-26, 2011

5.Burulday, op.cit.

6.Yaşar Köse, Hakan Karabacak, Yunanistan Ekonomik Krizi: Nedenleri, Etkileri ve Alınan Tedbirlere İlişkin Bir Değerlendirme, Maliye Dergisi, Sayı:160, s. 289-306, 2011

7.Burulday, loc.cit, s. 3

8.Savunma Harcamalarına Göre Ülkeler Listesi, https://tr.wikipedia.org/wiki/Savunma_harcamalar%C4%B1na_g%C3%B6re_%C3%BClkeler_listesi, e.t. (23.06.16)

9.Burulday, loc.cit., s. 4

10.Yunanistan’da Rüşvet Ve Yolsuzluk Orduya Uzandı, (03.01.2014),http://www.ensonhaber.com/yunanistanda-rusvet-ve-yolsuzluk-orduya-uzandi-2014-01-03.html, e.t. (23.06.16)

11.Yunanistan’da 9 Milyon Euro Yolsuzluk Yapan STK’ya Dava Açıldı, (18.02.2014), http://www.haberler.com/yunanistan-da-9-milyon-euro-yolsuzluk-yapan-stk-ya-5683426-haberi/, e.t. (23.06.16)

12. Barış Hasan, Yunanistan’ın Ekonomik Durumu, http://www.batitrakya.org/yazar/baris-hasan/yunanistanin-ekonomik-durumu.html, e.t. (23.06.16)

13.Aytekin Keleş, Yunanistan Ekonomik Krizine Genel Bir Bakış, 2013, http://www.finanskulup.org.tr/assets/makale/AytekinKeles-YunanistanEkonomikKrizineBakis.pdf, e.t. (27.04.16)

14. Burulday, loc.cit. , s.5

15.Rezzan Neslihan Vural, Yunan Krizinin Dinamikleri ve Olası Sonuçları, 21. YÜZYIL, Sayı:36, s.80-88, 2011

16.Köse, Karabacak, loc.cit. , s.297

17.Cansu Çeliker, Ekonomik Kriz Sarmalındaki Yunanistan, http://blog.radikal.com.tr/dunya/ekonomik-kriz-sarmalindaki-yunanistan-33927, e.t. (27.04.2016)

18.Köse, Karabacak, loc.cit., s. 299

19.Özgür Uçar, Yunanistan’ın Euro Bölgesinden Ayrılmasının Olası Ekonomik Etkileri, 2012, http://www.ab.gov.tr/files/EMPB/grexit_impact_on_turkey_print_version.pdf, e.t. (27.04.2016)

20.Vural, loc.cit., s.88

21.İbid.

22.Yunanistan’da Kriz Sürecinde İntiharla %45 Arttı,(12.09.2013), http://www.aksam.com.tr/ekonomi/yunanistanda-kriz-surecinde-intiharlar-yuzde45-artti/haber-243989, e.t. (26.06.2016)

23.S&P, Yunanistan’ın Notunu Yükseltti, (23.01.16), http://www.milliyet.com.tr/s-p-yunanistan-in-notunu-yukseltti/ekonomi/detay/2183165/default.htm, e.t. (29.01.2016)

24 Euro Grup Yunanistan Konusunda Anlaştı, (25.05.2016), http://www.azinlikca.net/bati-trakya-haber/eurogrup-yunanistan-konusunda-anlasti-5252016.html, e.t. (02.06.2016)

25 Keleş, op.cit.

KAYNAKÇA

•Burulday, A.F. (20 Ekim 2011) , ‘’Yunanistan Ekonomik Krizi’’, http://www.bilgesam.org/incele/143/-yunanistan-ekonomik-krizi/#.V216pfmLTIU, e.t. (27.04.2016)

•Çeliker,C. (21 Eylül 2013) , Ekonomik Kriz Sarmalındaki Yunanistan, e.t.(27.04.2016) http://blog.radikal.com.tr/dunya/ekonomik-kriz-sarmalindaki-yunanistan-33927

•Dağdelen, İ. (2011), ‘’Avrupa Bütünleşme Sürecinde Yunanistan’ın Borç Krizi’’, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt:10, Sayı:2, s. 1-26

•Euro Grup Yunanistan Konusunda Anlaştı, (25.05.2016), e.t. (02.06.2016), http://www.azinlikca.net/bati-trakya-haber/eurogrup-yunanistan-konusunda-anlasti-5252016.html

•Hasan, B. (20 Şubat 2010) , Yunanistan’ın Ekonomik Durumu, e.t.(23.06.2016) http://www.batitrakya.org/yazar/baris-hasan/yunanistanin-ekonomik-durumu.html

•Karabacak, H. , Köse Y.(2011), Yunanistan Ekonomik Krizi: Nedenleri, Etkileri ve Alınan Tedbirlere İlişkin Bir Değerlendirme, Maliye Dergisi, Sayı:160, s. 289-306

•Keleş, A. (Mart 2013), Yunanistan Ekonomik Krizine Genel Bir Bakış, e.t. (27.04.2016) http://www.finanskulup.org.tr/assets/makale/AytekinKeles-YunanistanEkonomikKrizineBakis.pdf

•Savunma Harcamalarına Göre Ülkeler Listesi, e.t.(23.06.2016), https://tr.wikipedia.org/wiki/Savunma_harcamalar%C4%B1na_g%C3%B6re_%C3%BClkeler_listesi

•S&P, Yunanistan’ın Notunu Yükseltti, (23.01.16), e.t. (20.01.2016), http://www.milliyet.com.tr/s-p-yunanistan-in-notunu-yukseltti/ekonomi/detay/2183165/default.htm

•Tezel, A.(2007) , Yunanistan’ın AB Üyeliği, e.t. (20.05.2016) http://uik.blogcu.com/yunanistan-in-ab-uyeligi/1361379

•Uçar, Ö. (2012), Yunanistan’ın Euro Bölgesinden Ayrılmasının Olası Ekonomik Etkileri, http://www.ab.gov.tr/files/EMPB/grexit_impact_on_turkey_print_version.pdf, e.t. (27.04.2016)

•Vural, R. N. (2011), Yunan Krizinin Dinamikleri ve Olası Sonuçları, 21. YÜZYIL, Sayı:36, S.80-88

•Yunanistan’da Kriz Sürecinde İntiharla %45 Arttı ,(12.09.2013), e.t. (26.06.2016), http://www.aksam.com.tr/ekonomi/yunanistanda-kriz-surecinde-intiharlar-yuzde45-artti/haber-243989

•Yunanistan’da 9 Milyon Euro Yolsuzluk Yapan STK’ya Dava Açıldı, (18.02.2014), e.t. (23.06.2016), http://www.haberler.com/yunanistan-da-9-milyon-euro-yolsuzluk-yapan-stk-ya-5683426-haberi/

•Yunanistan’da Rüşvet Ve Yolsuzluk Orduya Uzandı, (03.01.2014), e.t. (23.06.2016), http://www.ensonhaber.com/yunanistanda-rusvet-ve-yolsuzluk-orduya-uzandi-2014-01-03.html

Önceki AB Krizleri Işığında “BREXIT”

     Önceki AB Krizleri Işığında “BREXIT”

23 Haziran 2016 tarihinde Birleşik Krallık (İngiltere, Kuzey İrlanda, Galler ve İskoçya) halkları, AB’den çıkıp çıkmama konusunda tarihi bir referanduma gitti ve ‘AB’den ayrılma’ (Brexit) yönünde bir karar verildi. Seçmenin yaklaşık %48’i Birlik içinde kalmak istediğini belirtti ve  Birlik’ten yana oy verenlerin çoğunluğunu gençler, üniversite öğrencileri ve büyük şehirlerde yaşayanlar oluşturdu. Kesin olan şu ki, Birlik’ten çıkma yönünde oy veren çoğunluğun kararının sonucunu tüm Birleşik Krallık, tüm Avrupa, hatta tüm dünya yaşayacak.

Kurulması kolay olmamış bu 40 yıllık ekonomik, siyasi ve sosyal ortaklığın sonlandırılması da elbette Birleşik Krallık ve AB arasındaki antlaşmalar yüzünden hemen gerçekleşemeyecek, süreç gerektirecektir. Süreç içinde de Birleşik Krallık, AB hukukuna bağlı olmaya devam edecektir.

AB Hukukunun Süpranasyonel Özelliği

Her şeyden önce AB hukuku bağımsız ve özerk bir hukuk düzenidir; bu da onu özel ve özgün kılmaktadır. Bu durum, AB hukuk sisteminin üye devletlerin ulusal hukukları ile ilişki kuramayacağı şeklinde yorumlanamaz. Aksine Birlik hukuku, üye devletlerin anayasalarıyla işbirliği içinde olmalıdır. AB hukuku, ulusüstü/süpranasyonel özelliğini  üye devletlerin iradeleri sonucunda oluşan yetki devrine borçludur. “Süpranasyonel hukuk, kaynağını birden fazla devletin taraf olduğu milletlerarası antlaşmalardan alır. Fakat kendisini oluşturan devletlerin ülkelerinde doğrudan uygulama alanı bulan, bu devletlerin milli hukuklarından daha üstün olan ve onlardan önce gelen hukuktur.”[1] Kısaca, AB hukukunun uygulama alanı bizzat üye devletlerin ülkeleridir.

AB Kurucu Antlaşmaları, AB hukuk düzeninde en üst sırada yer alıp anayasal nitelik arz eder. Fakat, “AB Kurucu Antlaşmaları’nda AB’nin ulusüstü bir yapıya veya yetkilere sahip olduğuna dair açık bir düzenleme bulunmamaktadır. Böyle olmakla birlikte, Kurucu Antlaşmaların bazı düzenlemelerinin veya türeme normların yapısı ve özellikle üye devletlerin ulusal hukuklarında yarattığı sonuçlar, AB’nin süpranasyonel bir özelliğe veya karaktere sahip olduğunu göstermektedir.”[2]

 Önceki AB Krizleri Işığında BREXIT

Birliğin Bütünleşme Sürecinde Yaşanan Diğer Siyasi Krizler

             Avrupa Birliği’nin, kuruluşundan günümüze kadar genişleme ve derinleşme sürecinde ilk karşılaştığı siyasi kriz elbette ‘Brexit’ değildir. Aynı zamanda, Birlik açısından bakıldığında kriz sözcüğünü olumsuz anlamda kullanmak da çok doğru olmayacaktır; zira birçok Avrupalı devletin egemenlik yetkilerinin devriyle oluşmuş süpranasyonel bir kurumun, bütünleşme ve genişleme süreçlerinin sorunsuz ve krizsiz bir şekilde devam edebilmesi oldukça zordur. Sonuçta ‘AB’nin babası’ olarak anılan Jean Monnet’ye göre, Avrupa krizlere bulacağı çözümlerle Avrupa olacaktır.

Birliğin tarihi boyunca karşılaştığı dönüm noktası olan krizleri bilmek, Brexit’in yorumlanması konusunda faydalı olacaktır. Hikayenin en başına dönecek olursak, “1948’deki Berlin ambargosuyla ve 1950’deki Kore Savaşı’yla kötüye giden savaş karşısında kimileri (Fransa’da Jean Monnet ya da Robert Schuman) gibi Washington’un Sovyetler konusunda temkinli ve ılımlı olmasını sağlamak amacıyla Batı Avrupa’nın gerçek bir kişilik kazanmasını istiyordu.”[3] Bu noktadan hareketle Birliğin temelleri, 9 Mayıs 1950 yılında dönemin Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman’ın, Eski Milletler Cemiyeti Genel Sekreteri Jean Monnet’in tasarısına dayanan ve Schuman Planı olarak tarihe geçen bildiriyi okumasıyla atılmıştır. Bu doğrultuda, Federal Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya tarafından 1951’de Avrupa Kömür Çelik Topluluğu’nu (AKÇT) kuran Paris Antlaşması ve 1957’de Avrupa Ekonomik Topluluğu ile Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’nu kuran Roma Antlaşması imzalanmıştır. Önce ekonomik bir işbirliğinin kurulması, ve buradan hareketle siyasal entegrasyonun tamamlanması hedeflenmiştir.

Dünya tarihinde ilk kez devletlerin, kendi iradeleriyle, ulusal egemenlik yetkilerinin bir kısmını uluslarüstü bir kuruma devretmeleriyle AKÇT oluşmuştur. Bu gelişmeden hemen sonraki yılllarda, Schuman Planı’nı temel alan Pleven Planı ile, Fransa Başbakanı  Rene Pleven’in Avrupa Savunma Topluluğu’nun oluşturulması üzerine verdiği teklif ve girişimler, sonuçsuz kalmıştır. Bu kriz, henüz ekonomik bütünleşmesini tam olarak tamamlayamayan Topluluğun, siyasi ve askeri bir bütünleşme için henüz hazır olmadığı şeklinde yorumlanmıştır.

            Sonraki dönemlerde Avrupa bütünleşmesi çeşitli genişleme ve derinleşme süreçlerinden geçerek uluslararası sistemdeki etkinliğini durmaksızın artırmıştır. İlk genişleme süreci İngiltere, İrlanda ve Danimarka’nın 1961 yılında yapmış oldukları üyelik başvurusu ile başlamıştır. Ancak, Fransa Devlet Başkanı Charles De Gaul’un başvuruları çeşitli siyasi kaygılarla reddedilmesini sağlaması nedeniyle bir kriz yaşanmıştır; yetmezmiş gibi ikinci üyelik başvuruları da 1969 yılında yine Charles De Gaul engeline takılmıştır. Ancak Fransız Devlet Başkanı De Gaul’ün istifasından sonra, 1 Ocak 1973’te  İngiltere, İrlanda ve Danimarka Birliğe üye olabilmişlerdir. Yani, Birleşik Krallık’ın tüm Avrupalı devletlerin katılımına açık olarak oluşturulan Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyeliğinin, sorunsuz bir şekilde gerçekleşememiş olması da başlı başına bir siyasi kriz olarak nitelendirilmektedir.

1965 yılının Temmuz ayında ise Birliğin atlattığı başlıca krizlerden biri olan ‘Boş Sandalye Krizi’ patlamıştır. Ortak Tarım Politikasını’nın finansmanı konusundaki bazı anlaşmazlıklar ve De Gaul’ün nitelikli oy çoğunluğuna yönelik aleyhtarlığı yüzünden Fransa, 7 ay gibi uzun bir süre boyunca, Topluluk kurumlarında yer almayarak karar alma süreçlerinin işlemesine engel olmuştur. Kriz, 1966’da ‘Lüksemburg Uzlaşısı’ ile son bulmuştur.

“AB’nin yıllar içinde gelişimine bakıldığında değişik dönemlerde kurucu metinlerin revizyona uğradığı görülür. 1986 tarihli Avrupa Tek Senedi ile başlayan bu süreç Maastricht, Amsterdam, Nice  Antlaşmalarıyla devam etmiştir. Lizbon Antlaşması ise bu çerçevedeki son halkayı oluşturmaktadır.”[4] 7 Şubat 1992 tarihinde imzalanan Maastricht Antlaşması ile bir takım köklü değişiklikler ile birliğin siyasi bütünleşmesinin temelleri oluşturuldu. (Avrupa Topluluklarından oluşan ekonomik bütünleşme alanına, ‘Ortak Dış ve Güvenlik Politikası’ ve ‘Adalet ve İçişlerinde İşbirliği’ alanları eklenerek sistem üç sütunlu bir hale getirildi, bu yapı bundan sonra ‘Birlik’ olarak anılacaktı. Tüm bunlara ek olarak Maastricht Antlaşması ile ulusal vatandaşlıklara ek olarak onları tamamlayıcı nitelikte bir  ‘AB vatandaşlığı’ kavramı getirildi.) Fakat, 2 Haziran 1992 yılında Danimarka, Maastricht Antlaşmasını %50.7 gibi bir oy oranıyla, ulusal egemenliğe ilişkin kaygılar nedeniyle reddetti. Bu kriz, Danimarka’nın Euro, savunma, adalet ve iç işlerinde işbirliği konularında bazı ayrıcalıklar elde etmesiyle, 18 Mayıs 1993 yılındaki ikinci referandumda antlaşmayı onaylamalarıyla aşılmıştır.

            1999 yılında Birliği ciddi bir kriz daha bekliyordu: 16 Mart 1999’da yolsuzluk iddiaları üzerine  Jacques Santer başkanlığındaki Avrupa Komisyonu üyeleri topluca istifa etti. Bu kez  Birlik, üye devletlerle değil, kurumları arasındaki güç dengesi nedeniyle bir kriz yaşamıştır.

            2000 senesinin Aralık ayına gelindiğinde, ekonomik entegrasyon temelinden yola çıkan Topluluk 15 üyeli bir Birlik haline gelmişti. Sonraki dönemde, genişlemeyi hazmedebilmesi  için Birliğin kurumsal yapısının ve karar alma mekanizmalarının yeniden düzenlenmesi gerekiyordu. 2003 yılında yürürlüğe giren Nice Antlaşması ile bu amaç üzerine çalışmalar yapıldı. Fakat Nice Antlaşması’nın üye ülkelerdeki onaylanma sürecinde birtakım aksaklıklar yaşandı. 8 Haziran 2001’de yapılan referandumu İrlanda vatandaşları ortak savunma alanında bazı itirazlar öne sürerek reddetti; İrlandalılar bu konudaki istekleri sağlanınca antlaşmayı 19 Ekim 2002’de yapılan ikinci referandumla kabul ettiler. Böylece bu kriz de aşılmış oldu.

2003 yılında patlak veren Irak Savaşı konusunda Birlik tek ses olarak hakeret edememekle ilgili ciddi eleştiriler aldı. Bu durum savunma, siyaset, sosyal alanda bir bütünleşmenin, dış ilişkilerde ulusal politikaların gölgesinden çıkıp tek ses olarak hareket edebilmenin ekonomik entegrasyon kadar kolay olamayacağını göstermiştir.

            Nice ve Leaken Zirveleri Sonuç Bildirgelerinde belirlenen hedefler doğrultusunda hazırlanan ve 29 Ekim 2004 yılında Roma’da, tüm üye devletler tarafından imzalanan ‘Avrupa için bir Anayasa Öngören Antlaşma’nın yürürlüğe girebilmesi için üye ülkelerin tamamında ve Avrupa Parlamentosu’nda 2 yıl içinde onaylanması gerekiyordu. Birlik bütünleşmesinde büyük rol oynayan Fransa’da 29 Mayıs 2005 tarihinde yapılan halk oylamasında hayır oyunun çıkması, tüm Avrupa’da büyük bir yankı uyandırmıştır ve henüz oylama yapılmamış diğer üye devletleri de şüpheye düşürerek bir krize neden olmuştur. Avrupa’da, Fransa şoku henüz atlatılamamışken, anayasa taslağına bir hayır da Hollanda’dan gelmiştir ve böylece ‘anayasa krizi’ başlamıştır. Birlik üyeleri, anayasanın bir an önce onaylanması için çalışanlar ve anayasa taslağının yerini daha dar kapsamlı bir antlaşmanın alması gerektiğini savunanlar olarak kısmen ikiye ayrılmıştır.

Avrupa’da yoğun tartışmalardan sonra, 1 Aralık 2009 yılında yürürlüğe giren ve Anayasal Antlaşmanın bir çok hükmünü içeren ama sadece bir tadil niteliği taşıyan, içinde ulusal egemenlik kaygılarına yol açabilecek ifadelerin temizlenmesi ile oluştururan Lizbon Antlaşması sayesinde bu kriz de aşılmıştır.

Aşılan tüm bu büyük siyasi krizlerden sonra Birlik, Brexit ile karşı karşıya kalmıştır. AB liderleri, bu çıkış işleminin en kısa sürede gerçekleşmesi için gerekenlerin yapılacağını açıklamalarına ve Birleşik Krallık’ın Schengen ile Euro bölgelerinin dışında olması, AB Temel Haklar Şartı’ndan muaf olması gibi etkenlerin çıkışı kolaylaştıracağının sinyallerini vermesine rağmen, bu kadar karmaşık yapıdaki Birlik’ten çıkış prosedürü çok yüzeysel olmayacaktır. Antlaşmalarda AB’den çıkış maddesi olmasına rağmen bu durum ilk kez somutlaşacak; ve sonuçları hepimizi etkileyecektir.

Sonuç olarak, tüm bu gelişmelerden yola çıkıldığından kriz, Avrupa Birliği’nde olağan bir süreçtir; çünkü Avrupa bütünleşme fikri bizzat krizden doğmuştur. Jean Monnet’ye göre ‘Avrupa krizlere bulacağı çözümlerle Avrupa olacaktır’, yani kriz AB için bir strateji olarak bile nitelendirilebilir. Fakat Brexit, AB’nin ilk kez deneyimleyeceği bir krizdir ve sonuçlarını hep birlikte göreceğiz.

Kaynakça:

  1.  Ercüment Tezcan, Başlangıçtan Günümüze Avrupa Birliği Kurumları, Hayat Akademi, İstanbul, 2013, s.14.
  2.  Georges-Henri Soutou, Avrupa Birliği Tarihi:1815’ten Günümüze, Bilge Kültür Sanat, İstanbul, 2014,s.310.
  3.  Kamuran Reçber, Avrupa Birliği Hukuku ve Temel Metinleri, Dora Yayınları (2. Baskı), Bursa, 2013, s.69.
  4.  Aslan Gündüz, Milletlerarası Hukuk, Beta Yayınları(7. Baskı), İstanbul,2014, s.7.
  5. Bomberg, E.- J.Peterson and R. Corbett, The Eurupean Union How Does It Work: How Did We Get Here?, Oxford University Press,2012.
  6. Cini,M.- N. Peres and S. Borrogan, Eurupean Union Politics: From The Constitutional Treaty to the Treaty of Lisbon and Beyond, Oxford University Press, 4th Edition
  7. Doğan, İ. Devletler Hukuku, Astana Yayınları(2.Baskı),2013.
  8. Gündüz, A.Milletlerarası Hukuk, Beta Yayınları(7.Baskı), İstanbul, 2014.
  9. Reçber, K. Avrupa Birliği Hukuku ve Temel Metinler, Dora Yayınları, Bursa, 2013.
  10. Soutou, G., Avrupa Birliği Tarihi: 1815’ten Günümüze, Bilge Kültür Sanat,2014.
  11. Tezcan, E. Başlangıçtan Günümüze Avrupa Birliği Kurumları, Hayat Yayınları,Ankara Strateji Enstitüsü, İstanbul, 2013.
  12. http://www.bbc.com/news/politics/eu_referendum
    http://www.aljazeera.com/news/2016/06/brexit-eu-push-uk-leave-160625050523764.html

Ulus İnşası Sürecinde Latin Amerika’da Kimlik Oluşturma Çabaları – 2

Latin Amerika’da Kimlik Oluşturma Çabaları

Latin Amerika’da, ulus inşası sürecinde  kimlik oluşturma çabaları bir hayli zaman almıştır. Uzun ve karmaşık bir geçmişe sahip Latin Amerika ülkeleri pek çok farklı düşünce akımı ve periyottan geçerek bu günlere gelmişlerdir. Kıtaya Avrupalıların ayak basması ile ilk sömürgecilik dönemi başlanmış ve yerli iş gücü çeşitli alanlarda kullanılmıştır. Ardından doğan iş gücü ihtiyacını karşılamak için Afrika’dan köleler getirilmiştir.

Latin Amerika’nın neredeyse tamamı öncelikle altın arayışları, daha sonra elmas, kahve, muz, kakao ve kauçuk gibi maden ve ham maddelerin furyasına yakalanmışlardır. İngiltere ve Birleşik Devletlerin ham madde üretiminden çok ham maddeyi alan aracı ve işleyip satan olarak daha fazla kar elde edebileceğini görmesi ve de Latin Amerika’yı kendi mallarının serbestçe dolaşabileceği bir pazar  olarak değerlendirmesi pek çok ekonomik dalgalanmaya ve her dalgalanmanın ardından da farklı görüşlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Makalemizin ikinci kısmında ise ekonomik hareketliliğe göre gelişen yeni fikirler, sanayi devrimi ve İkinci Dünya Savaşı’na kadar olan kısım ele alınacaktır. Karma ırkın kabullenilmesi ve toplum çapında benimsenmesi bu döneme kadar temelini tamamlamıştır.

Bağımsızlık, Muhafazakârlık ve Mestizolar’ın Yükselişi

Latin Amerika bağımsızlık hareketlerinin başlangıcına bir önceki makalede de özet olarak değinilmişti. Bağımsızlık İspanya Krallığına son derece bağlı görünen koloniler de nasıl başladı ve yerliler, köleler, kreoller nasıl aynı saflarda İspanya’ya karşı savaşabildi ve de yeni özgün bir kimlik yaratma fikri nasıl doğdu?

Kıtanın keşfinden beri Amerika’da yerleşik hayat süren ve de kolonial düzeni büyük ölçüde yöneten (Amerika’da ki yerleşik İspanyollar)Kreoller yönetimde daha fazla söz sahibi olmaları gerektiğini düşünmeye başlamışlardı. İspanya’dan gelen görevliler en üst düzeyde görevlere atanıyor, daha fazla güç ve söz sahibi oluyor ve de tabi ki de daha fazla kazanıyorlardı. Sosyal hiyerarşi de Amerika doğumlu İspanyollar, görevle İspanya’dan atanan İspanyollarla karşılaştırıldıklarında bir altta yer alıyorlardı. Sosyal hiyerarşide ki bu alt sınıf olma utancı, kreollerin kıtanın çıkarlarını daha iyi koruyabilecekleri inancını da benimsemelerine sebep olmuştu.

Kıta sürekli olarak Avrupa etkisi altında olduğu için her açıdan Avrupa’yı takip ediyor giyim,  sanat ve felsefi düşünceleri hızla benimseyerek Avrupalı olanı daha da yüceltiyordu. Doğal olarak Avrupa’da Fransız ihtilali ile son raddeye ulaşan özgürlük ve liberal düşünce de İspanyol Amerika’sında kendisine çok sayıda elit taraftar buldu. Zaten Avrupa’dan gelen yetkililer tarafından yönetilmekten rahatsız olan Kreoller kendilerini yönetici olma fikrine alıştırmışlardı. Liberal düşünceler ise buna alenen hak tanıyordu. Bağımsızlık düşüncesi yavaş yavaş Kreoller tarafından kanıksanmış fakat harekete geçme konusunda kimse cesaret edememişti. Bağımsızlık hareketlerinin başlaması, fikrin olgunlaşması ile karşılaştırıldığında plansız ve bir anda olan bir olay gözü ile bakılabilir.

Ulus İnşası Sürecinde Latin Amerika’da Kimlik Oluşturma Çabaları

Bağımsızlık Hareketlerinin Başlama Sebepleri

İspanya Kralı IV. Carlos’un ve ondan önce gelen kralların yüzyıllık kötü yönetimi sonucu İspanya Krallığı’nın iflasın eşiğine gelmesi, zaten kötü durumda olan ekonominin üzerine İngiltere ile İspanyol donanmasına zarar veren savaşların yaşanması, Napolyon savaşları ve 1808’de İspanya Kralının ve tahtın varisinin Napolyon tarafından esir alınması ve de Napolyon’un kardeşi Joseph’in tahta geçmesi[1] İspanyol Amerika’sında çöküşlerin birden başlamasına sebep oldu.

Kreoller artık yönetimde daha fazla söz sahibi olmaları gerektiğini açıkça dile getirmetye başlamışlardı. Bununla birlikte bir takım hesaplarda yapıyorlardı. İspanya’dan ayrılmak isteyenler kreollerdi ve azınlık olduklarının bilincindeydiler. İspanya’ya karşı yerli ve köleler olmadan bir savaşın kazanılması mümkün değildi. Yerliler ve köleler ise Kreollerdense İspanya’dan gelen bürokratları tercih ederlerdi. Sonuçta fetihten bu yana esas olarak Kreollerle yüz yüze gelmişler, onlar tarafından köleleştirilmiş ve onlar tarafından aşağılanmışlardı. İspanya’ya karşı canlarını ortaya koyup bir savaşa girişmek alt sınıf için bir anlam ifade etmiyordu. Zaten bu güç savaşında en ufak bir yerleri bile yoktu.

Bolivar, Nativism ve Latin Amerika Kimliğinin İlk Adımları

Kolonyal eyaletlerin hemen hepsi yerli ve köle ayaklanmalarına daha önceden şahit olmuştu.  Özellikle Meksika ve Peru eyaletleri yerli ve köleleri ayaklandırmaktan korkuyor o yüzden de bağımsızlık konusunda biraz çekimser kalıyorlardı.

Simon Bolivar’ın ise kendine göre daha farklı düşünceleri vardı ve de ortaya koyduğu fikir bir müddet sonra bütün eyalet elitleri tarafından kullanılan bir kampanyaya dönüşecekti. Bolivar kendisini kolonizmin doğurduğu eşitsizliklere karşı savaşan biri olarak tanımlıyor ve de kolonizmin getirdiği her türlü ayrıcalığa karşı olduğunu vurguluyordu. Nativism’in doğuşu böyle başladı. Amaç aynı topraklar üzerinde doğma olgusunu birleştirici güç olarak kullanmak ve bu konu üzerinden kimlik oluşturmaya çalışmaktı. Başarılı bir hamle ile “Biz- Latin Amerikalılar” ve “ötekiler- Kolonici İspanyollar/bu topraklara esas eşitsizliği getirenler” yaratıldı. Nativism zaten doğasında ötekilere karşı öfke de taşıyordu ve de ötekilere karşı birliği savunuyordu. Yani herhangi bir kast ayrımı olmaksızın Latin Amerika’lı erkeklerin eşit birliğine ve de liberalizm anlayışına dayanıyordu.[2]

Bu etki bağımsızlığa kadar çok güzel işledi. Kitleleri harekete geçirdi, iş birliği sağlandı, kadın erkek her kasttan insanlar İspanya’ya karşı beraber savaştı. Ülkeler yavaş yavaş bağımsızlıklarını ilan ettiler ama bağımsızlıktan sonraki ilk çeyrek yüzyılda her şey aynen devam etti ve sosyal eşitsizlikte küçük bir iki değişiklik dışında herhangi bir gelişme yaşanmadı. Böylelikle Nativism’i oluşturan liberal düşünceler yavaş yavaş muhafazakârlık karşısında gücünü yitirmeye başladı ve büyük bir hayal kırıklığı yaşandı. Sanayi devrimine kadar da liberalizmin yenilikçi düşünceleri rafa kaldırıldı ve de insanlar bildikleri gibi yaşamaya devam ettiler.[3]

Sanayi Devrimi ve Yeniden Canlanan Dış Ticaret

1850’li yıllara gelindiğinde Latin Amerika ülkelerini canlandıran yeni bir döneme girildi. Sanayi devrimi ve bununla birlikte gelen teknolojik gelişme kıtanın her yerinde yenilenme ve teknolojiye ayak uydurma hareketleri başlamasına sebep oldu. Alt yapının genel anlamda bu dönemde temeli oturtuldu. Telgraf hatları, tren rayları ve limanlar bu dönemde ya inşa edildi ya da üst teknolojiye geçiş yaptı.

Daha fazla hammadde ve tüketim ürünü almak isteyen ülkeler Latin Amerika’daki bu teknolojik gelişmeleri destekliyor, bu destek beraberinde ilerleme ve liberal görüşleri tekrar uyandırıyor ve liberal düşünceler daha fazla teknolojik ilerlemeye yatırım yapılmasına yol açıyordu. Sonuç olarak Latin Amerika’da tekrar bir hammadde ihracat artışı yaşanmaya başladı. Liberalizmin özgürlükçü yapısı; bilim, sanat, felsefe ve sosyoloji gibi pek çok alanda Avrupa menşeli düşünür ve sanatçının fikirlerinin ve çalışmalarının da Latin Amerika’da yayılmasına olanak sağlıyor ve Latin Amerika’yı Avrupa üstünlüğünü benimsemeye ve onları takip etmeye zorluyordu. Latin Amerika ülkeleri tekrar hammadde kaynağı ülke haline geldiler. İlk sömürgecilik döneminin farklı bir versiyonu yaşanmaya başladı.[4]

İlk dönem sömürgeciliğinde olduğu gibi yine bir üretim çılgınlığı yaşanmaya başlandı. Ormanlar ve doğal kaynaklar talan edildi, işçi gereksinimi arttı. Bu atılım pek çok Avrupalı göçmeni de Latin Amerika topraklarına çekmeye başladı. Başta İtalya, İspanya ve Portekiz olmak üzere pek çok ülkeden göçmenler geliyor, kendilerine yeni bir hayat ve iş arıyorlardı. Pek çoğu tarla işlerinde çalışmaya başladı, kendi tarlalarını ekip biçmek peşindeydiler. Bir kısmı da şehirlere yerleşti.

Hammadde üretiminin artması beraberinde ekonomik refahı getiriyor bu da sürekli olarak ilerleme ve istikrar sağlama isteğini artırıyordu. Önüne geçilemeyen ilerleme isteği beraberinde ilk dönem sömürgeciliğine benzer çalışma ve yaşam koşulları yaratıyordu. Zor şartlar bütün işçileri yıldırdı ve de grevler görülmeye başlandı. Hükümetler ilerleme ve dış ticaretin devamına o kadar odaklanmışlardı ki bunu bozan her şeye karşı sert tedbirler aldılar. Kısa bir süre sonra da Latin Amerika diktatörlükleri sıra ile ülkelerin yönetimlerine geçmeye başladılar.

Avrupa’yı Sorgulamak ve Nativizin Yeni Yorumu

1800’lerin sonu ve 1900’lerin başında Latin Amerika; Avrupa ve Birleşik Devletlerin tavrını sorgular hale geldi. Fikirlerinden esinlendikleri Avrupa, Latin Amerika’yı kendi isteklerine göre şekillendirmeye çalışıyor, kendi kaderlerini belirlemelerini engelliyordu. Birleşik Devletler diktatörlüklere destekler vererek birbiri ardına ülkelere çıkartma yapıyordu. Liberalizmi savunan bu ülkeler onların liberal davranışlarını kısıtlıyor ve de Latin Amerika’da ki özgürlüğü engelleyerek ırkçılığı geri getiriyordu. Birinci Dünya Savaşı ile birlikte ekonomi istikrarsızlaşmış ve de dikkatler Avrupa’ya kaymıştı.[5]

Birinci Dünya Savaşı ile İngiltere Latin Amerika’daki üstünlüğünü bir daha geri alamamak üzere Birleşik Devletlere kaptırmıştı. Birleşik Devletler de İngiltere’den daha iyi değildi ve daha çok yönetime birebir karışma arzuları vardı. Özenilen ve üstünlüğü kabul görmüş Avrupa ve Birleşik Devletlerin yaptıkları onay görmez ve sorgulanır hale gelmişti. Bu sorgulama açık açık akademisyenler ve yazarlar tarafından dile getiriliyordu. Latin Amerika’ya göçler devam ediyordu ve sanayileşme hala gerçekleşmemişti. Halk yeni arayışlar içerisine girmişti.

Nativism ve kimlik sorunu tekrar ortaya çıkmış ve de ilerlemeden yararlanamayan milyonlar daha farklı bir çözüm arayışındaydılar. 1930’lara gelindiğinde Avrupa’dan gelen büyük göç dalgaları durulmuştu. Bu arada Latin Amerika ülkeleri yavaş yavaş diktatörlüklere veda ediyor ve de ardından sanayileşme hareketini başlatıyorlardı.

Milliyetçi Hükümetler ve Bugünkü Kimlik Anlayışı

Milliyetçi hükümetlerin başa geçmesi Latin Amerika’da kimlik oluşumunun hız kazandığı dönemi oluşturur. Fetihten bu yana süren kültür alışverişi ve ırkların karışımı bu dönemde daha da desteklenmiştir. Latin Amerikalı olmaktan gurur duymak, ülke ekonomisini düzeltmek için birlik olmak ve de sanayileşme hareketi başlatmak bu dönemin esas noktalarını oluşturur.

Bu dönemin ortaya çıkması en çok son dönem göçleri ile Avrupa’dan çok büyük umutlarla  gelip aradıklarını bulamayan tarım işçileri ve gelişmeden daha fazla yararlanmak isteyen orta sınıf tarafından gerçekleştirilmiştir.[6]  Hammadde ve tarımsal ürünlerin ihraç edilmesi ülkelerin dalgalanan ekonomilere sahip olmasına sebep oluyor, Avrupa ve Birleşik Devletlerin kendilerine belirledikleri kaderle yaşamak zorunda kalıyor ve de kayda değer, istikrarlı bir gelişmeden yararlanamıyorlardı. Bu amaçla beyazların üstünlüğünü reddetme ve kamu çıkarı için çalışmanın daha önemli olduğunu savunuyor ve de toplumun her tabakasından destek görüyorlardı.

Sağlık alanındaki teknolojik gelişmeler, göçler ve gelişen sosyal konumlar, liderlerin daha fazla oy gereksinimi duymasına yol açtı. Bu da mümkün olduğunca fazla kesime hitap etmeyi beraberinde getiriyordu. Bu dönem popüler liderlerin yönetime geçtikleri bir dönem oldu.

Avrupa ve Avrupa ile ilgili her şeyin üstünlüğüne karşı bir dışlama başladı. Sanat, felsefe, sinema Latin Amerika topraklarını övüyor ve de karma kültürü yansıtıyorlardı. Toplum her alanda kendisini gözden geçiriyor ve yerli-etnik unsurları öne çıkararak düzenlemeler gerçekleştiriyordu. Edebiyat, felsefe, müzik, sinema hatta din bile kültür farklılıklarını birleştirerek Afrika ve yerli geleneklerine kucak açıyordu. Karma kültür oluşumu toplumun her katmanı tarafından destekleniyordu.[7]

Bu gelişmeler İkinci Dünya Savaşına kadar hızla devam etti. İkinci Dünya Savaşı ile tekrar dalgalanmalar ve farklı konular gündeme gelse bile Latin Amerika’nın karma kimlik oluşturma temelleri bu dönemde atılmış oldu.

Sonuç

Latin Amerika’nın kendi kimliğini yaratma süreci son derece uzun ve karmaşık olmuştur. Her ne kadar zaman zaman öze dönüş eylemleri yaşanmış olsa da toplumun en alt tabakasının dağlarda- amazon ormanlarında yaşayan yerlilerin sosyal konumu hala tartışmalıdır. Yerlilerin modern devlet yönetiminde yer alması ise uzun zaman almıştır. Bazı ülkelerde ise hala daha zamana ihtiyacı vardır. Tüm bunlara rağmen Latin Amerika ülkeleri genel olarak ulus inşası sürecinde kimlik oluşum sürecini başarı ile tamamlamıştır.

Aslıhan BAŞER

KAYNAKÇA

[1]https://www.onwar.com/aced/chrono/c1700s/yr90/anglospanishwar1796.htm
[2]http://www.historytoday.com/john-lynch/simon-bolivar-and-spanish-revolutions
[3]http://www.nottingham.ac.uk/genderlatam/documents/historical-background-of-the-latin-american-wars-of-independence.pdf
[4]http://goo.gl/5FLOuu
[5]http://www.iep.utm.edu/latin-am/
[6]http://adels.blog.lemonde.fr/files/UE4b.pdf
[7]Chasteen, John Charles, Latin Amerika Tarihi, Say Yayınları, 2012, İstanbul, sf:392

Emine Şeçeroviç Kaşlı ile Bosna Üzerine Röportaj

EMİNE ŞEÇEROVİÇ KAŞLI İLE BOSNA ÜZERİNE RÖPORTAJ
Emine Şeçeroviç
Emine Şeçeroviç kimdir?

Asıl adı Amina olan Emine Şeçeroviç Kaşlı, 1985 doğumludur. Türkiye’ye 2004’te geldi ve İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nden 2008 yılında mezun oldu. Şuan Bosna’daki STAV dergisinin genel yayın yönetmeni yardımcısı olarak görev yapmaktadır.

İlk olarak merak edilen bir soruyla başlayalım. Kitabınız “Kurşunların da Rengi Var”da, biz sizi yedi yaşında, savaşı yaşayan bir çocuk olarak tanıyoruz. Kitabın sonunda babanızı geride bırakarak (Bu tabir ne kadar doğru bilemiyorum.) Türkiye’ye doğru yol aldınız. Ben oradan sonraki Emine’nin hayatını çok merak ediyorum. Neler yaşadınız, babanızla nasıl buluştunuz, ülkenize ne zaman geri döndünüz, bu durumda neler hissettiniz? Savaş sonrası yaşamınızı da bir kitap olarak görecek miyiz?

Türkiye’de yaklaşık iki yıl kadar mülteci olarak kaldık. Babam Bosna’daydı bu süre içerisinde… Zaten ben annemle Türkiye’ye geldikten birkaç ay sonra savaş bitmişti. Bu yüzden babamla da ara sıra telefonda görüşebiliyorduk. Mülteci olmak da apayrı bir hayat mücadelesiydi. Bugün de Türkiye’de neredeyse iki milyon mülteci var. Türkiye aslında çok büyük bir şey yapıyor. İnanın, kimse kendi yatağını yorganını bırakıp başka bir ülkede yardımdan gelecek yabancı bir yastığı tercih etmez. İnsanları zorunlu bırakıyorlar vatanlarını… Hiçbir şey kendi evlerinin yerini tutamaz. Ben de öyleydim mülteciliğe alışmaya çalışıyordum, savaştan sonra başka bir hayat vardı. İçimde tabii savaşın korkusu geçmiyordu. Bir kamyon geçtiğinde kendimi yere atıyordum. Türkiye’de ilkokul 4 ve 5’i bitirdim. Bir kaç ay önce “Kurşunlarin da Rengi Var” kitabımı o yıllardaki ilkokul öğretmenim okudu. Ve bana dedi ki: “O yıllarda bize neden öyle korkulu gözlerle bakıyordun kızım, şimdi daha iyi anladım”. İki yıl kaldıktan sonra Bosna’ya döndük. Hayatımın bu dönemini de kısmet olursa bir gün kitaplaştırmayı düşünüyorum.

Benim yaşım yetmiyor fakat çevremde benden büyük insanların da söylediği bir durum olarak “savaşı izlemek”, bunu hem gerçek hem mecazi anlamda ifade edebiliriz. Suriye’yi düşündüğümüzde, şu an da biz televizyonlardan hem izleyip hem de bir şey yap(a)mayıp seyirci kalmıyor muyuz? Bu durum size neler hissettiriyor?

Bugün beni en çok acıtan olaylardan biri de seyirci olmam. Daha doğrusu zorunlu seyirci olmam. Çünkü istesem de bir şey yapamıyorum. Daha düne kadar ben yardım bekleyen bir çocuktum, şimdi ise Suriye’de, Gazze’de yardım bekleyen çocukları izliyorum. Bu beni acıtıyor, yıpratıyor, eski günlere geri götürüyor. Kızgın, sinirli oluyorum. Bağırasım var, anlatmak istiyorum… Ama öbür tarafta da batı dünyasının ne kadar yalancı olduğunu bildiğim için şaşırmıyorum. Güya Bosna savaşından ders almışlardı ama tekrar aynı acıların yaşanmasına izin veriyorlar. İsteselerdi Bosna savaşını da değil 4 yıl sonra, 4 ay sonra bitirebilirlerdi. Aynı şekilde de bugün Suriye. Ama istemiyorlar, sadece “kınama” görüşleri geliyor, o kadar. Tüm bunları yaşayan biri olarak da günümüzde olan acıları da çok derinden hissediyorum.

Son dönemde benim de yakından takip ettiğim Karaciç durumu vardı. Davanın sonucunu nasıl yorumluyorsunuz?

Bu dava savaşı yaşayan bizler için önemli olduğu kadar da sinir bozucu. Çünkü bizler; tüm yaşadıklarımızdan sonra, tüm görüntüler, videolar, rakamlar, argümanlardan sonra, hala öldürüldüğümüzü, katledildiğimizi ispat etmek zorundayız. Ve bu dava yıllarca sürdü. Öyle açık bir dava aslında, kimin ne yaptığı çok belli, ama yıllarca bizler bunu ispatlamak zorundaydık. Karaciç, davadaki ilk kategoriden suçlu bulunmadı ki Priyedor, Zvornik, Bratunac ve diğer yerlerde yaşanılanlar soykırım gibiydi adeta açık bir etnik temizlemeydi. Ama en acı şey ise ceza olarak aldığı yıllar. Toplam 40 yıl hapis cezası aldı ve bugüne kadar yattığı yıllar da bunun içinde sayılacak. Mesele burada yıl sayısı değil, 100 yıl denilseydi de aynı olurdu. Biliyoruz ki bu 40 yılı da hayattayken doldurmayacak. Burada önemli olan tarihte ne yazacak? Müebbet hapis cezası en ağır suç, en ağır ceza demekti ve Karaciç bunu hak ediyordu. Gelecek nesillerin de bunu böyle öğrenmesi lazım. Bu karar diğer bir açıdan daha saçma. Örneğin savaşta Sırp komutanı olan Zdravko Tolimir, Srebrenitsa soykırımı için 2012 yılında müebbet hapis cezası almıştı. E. Tolimir’in de üstünde olan biri nasıl oluyor da ondan daha az ceza alıyor? Fakat ne olursa olsun, davanın sonuçlanması ve Karaciç’in soykırım için suçlu bulunması da Bosna Hersek açısından önemli. Bunları bile inkar ediyorlardı. Şimdi artık kanunen belirlenmiş bir şey olarak yazılı kalacaktır.

Bosna Hersek-Türkiye kardeşliği hakkında neler söyleyebilirsiniz? Özellikle Türkiye’nin son zamanlarda yaşadığı hain olaylar sonucunda Saraybosna’daki Viyecnitsa Kütüphanesinin Türk bayrağı ile kaplanması kardeşlik duygusunu daha da ortaya çıkarmıştı. Eski Başbakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu da sosyal medya hesabından paylaşımda bulunmuştu.

Bosna Hersek ve Türkiye kardeşliği her geçen gün daha da artıyor. Bizler arasında kopamayacak bir bağ var. Sadece günden güne güçlenebilecek bir bağdır bu. Ama daha çok birbirimizi tanımamızın gerektiğini düşünüyorum. Türkiye sadece döner, Antalya, Tarkan değil. Bosna da sadece börek, Mostar köprüsü değil. Birbirimizi yeterince tanımadığımız için bazen de yanlış işler yapabiliyoruz. Bosna’da Türkiye tarafından organize edilen bazı olaylar yanlış tepkilere, eleştirilere yol açabiliyor. Bunu organize edenler aslında kötü niyetle yapmıyorlar. Sadece yeterince tanımıyorlar ve maalesef danışmadan yapıyorlar. O yüzden bir takım işler yaparken Bosna’da olsun Türkiye’de olsun, daha dikkatli olmakta fayda var diye düşünüyorum. Maalesef yarar sağlayacağız derken zarara uğratabiliyoruz. Bosna’da okuyan Türk öğrencileri, Türkiye’de okuyan Bosna öğrencilerine bu konuda iş düşüyor. Onlar diğer ülkeyi daha iyi tanıma fırsatlarını yakaladılar ve bunu iki ülke arasında daha güçlü ve daha doğru bağ için değerlendirmeleri gerekiyor. Gençlerin yapabileceği çok şey vardır diye inanıyorum.

İçinde Türkiye’nin de bulunduğu gelecek planlarınız nelerdir?

Ben Türkiye’den hiçbir zaman kopamam, nerede olursam olayım. Mesela şu an Kayserili bir Boşnak evlat yetiştiriyorum. Oğlum İsmail… Eşim zaten Kayserili ama daha yoğun olarak Bosna’da yaşıyoruz. Şu an Bosna’daki STAV dergisinin genel yayın yönetmeni yardımcısıyım ama mesleki olarak da Türkiye ile hala bağlantım sürüyor. Mesleğim gereği de Türk medyasıyla da iç içeyim. Yani hem gönül bağım hem de mesleki bağım kopamayacak kadar güçlü. Bir lafım vardır benim; ”İki vatan, iki bayrak, iki dil, ben tek insan”. Öyledir hayatım… Türkiye de benim vatanım, Boşnak olduğum kadar da Türküm ve bunu çocuklarıma da aktaracağım inşallah.

Son olarak, eklemek istediğiniz ya da bizlere tavsiye olarak sunabileceğiniz bir şey var mı?

 

Bosna’dan kopmayın. Bosna’yı okuyun, araştırın… Bosna’ya yardım etmeyin, destek olun. Yardıma muhtaç olarak bakmayın bizlere. Gelin, görün şehirlerimizi, dağlarımızı, nehir ve göllerimizi. İş yapın, yatırım yapın, bizlere iş olanağı sunun. Beraber durmaya devam edelim.

Balkan Araştırmaları Merkezi Stajyeri

Mahbube GÜNDOĞAN

Devlet Ötesi Bir Güç Olan Küreselleşme ve Bu Bağlamda Türkiye

Küreselleşme son zamanlarda duyduğumuz, birçok konu ile bağdaştırılan, olaylar arasında neden sonuç ilişkisi tanımlaması yaparken adından sıkça söz ettiren bir kavramdır. Küreselleşmenin herkes tarafından kabul edilmiş bir tanımının olmaması, konunun ne kadar geniş ve ucu açık olduğunun göstergesidir.

Küreselleşme; değişen ve gelişen uluslararası toplumların birbirleri ile etkileşim kurması, birleşerek büyümesini kapsar. Sınırı olmayan bu kavramın ekonomik, sosyal, kültürel, iktisadi ve hatta psikolojik boyutları vardır. Devletlerin 19. yüzyılda izlemiş oldukları ekonomik politikalar, küreselleşmenin daha çok ekonomik boyutta olduğunu gösterir. 1989’da Soğuk Savaşın sona ermesi ile sanayi toplumunun ivme kazanmasının ardından küreselleşmenin bu boyutunun kontrolü, devletlerden çok ekonomide daha çok söz sahibi olmaya başlayan çokuluslu şirketlere geçmiştir. Ulusların bu noktada gelişmekte olan sanayiye yetişebilmek için uyguladıkları her yöntem ya da yaptırım küreselleşmenin günümüze en yakın başlangıç noktası olarak alınabilmektedir.

Ekonomik boyutun küreselleşme alanında edindiği yer büyük olsa da, günümüzde küreselleşme ekonomiyle sınırlı kalmamış diğer boyutları devamında getirmiştir. Gelişen teknolojinin insanlar üzerinde yadsınamaz bir etkisi vardır. Teknolojinin gelişmesi aynı zamanda ekonominin ve şirketlerin vazgeçilmezi haline gelmektedir. İletişimin artması, maliyetinin düşmesi, ve kolay bulunabilir olması bu noktada kültürel ve sosyal boyutu doğurmaktadır. Küreselleşmenin, her boyuta olduğu gibi sosyal ve kültürel boyuta da olumlu ve olumsuz etkileri vardır. Kolay iletişim; insanlar ve toplumlar arasında yabancılaşmayı azalttığı gibi, kültür açısından aşırı farklılaşmayı, zıtlaşmayı da tetikleyici olabilir.

Joseph S. Nye küreselleşmenin bir de çevresel boyutunu incelemiştir. Buna örnek olarak, ilk Mısır’da görülen, oradan Çin’e daha sonra Avrupa, Amerika Kıtası ve Avustralya’ya sıçrayan çiçek salgınını vermiştir. 1973’ten beri 30 bilinmeyen hastalığın, göç olgusunun tetiklemesi ile coğrafi olarak yayılmasını kaydeden Nye çevresel boyutun her zaman olumsuz sonuç doğurmadığını ve gelecekte de doğurmayacağının üstünde durmuştur. ‘Yeni bitki türlerinin ithalatından hem Asya hem Avrupa yararlanmıştır’ diyerek ‘Yeşil Devrim’ tarım teknolojisine değinmiştir.

Küreselleşmenin belirli boyutlarına değinmenin ardından küreselleşen bu ortamda Türkiye’nin etkisi, rolü ve etkilenme derecesi konu açısından oldukça önemlidir. Gelişen ve değişen bu dünyada Türkiye’de bu değişimden diğer ülkeler gibi nasibini almıştır. Ancak burada önemli olan gelişmenin ve değişmenin boyutları ve gidişatıdır.

Türkiye öncelikle coğrafi konumu, ekonomik kaynakları, kültürel bağları ve toplumsal yapısı ile küreselleşme kapsamındaki birçok konuya öncülük edecek kapasiteye sahiptir. Türkiye’nin Avrupa, Orta Asya, Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’nun kesişim noktasında yer alması özellikle küreselleşmenin siyasi ve güvenlik konuları açısında önem arz etmektedir. Türkiye jeostratejik konumu ile değişime ayak uydurmak yerine değişime yön verme amacını taşımalıdır. Küreselleşmenin her zaman iyi sonuçlar doğurmadığına değinmiştik. Bu nedenle ulus olarak öncelikler belirlenmeli, değişim ve küreselleşme uğruna ulusal kimlik kaybedilmemelidir. Küreselleşmenin uluslararası boyutu gerçektir, ancak evrensel değildir. Küreselleşmenin boyutu her ülke açısından bağlayıcı olmamalıdır.

Siyasi açıdan değerlendirildiğinde, Türkiye’nin küreselleşen dünyaya ayak uydurması konusunda çeşitli çabaları görülmektedir. Özellikle uluslararası terör konusunda son zamanlarda ortaya atılan çözümler dikkat çekmektedir. Küreselleşen dünyanın Türkiye’ye kazandırması istenen diğer konulardan biride, bireylerin uluslararası serbest dolaşım hakkıdır. Bu çerçevede Avrupa Birliği çalışmaları önem kazanmaktadır. Bu çalışmalar yapılırken, küreselleşmeye uyum sürecinde siyasi istikrar sağlanmalıdır. Devlet, ekonomik büyüme ve kalkınma kapsamındaki görev ve yetkilerini bu istikrar çerçevesinde düzenlemelidir.

Küreselleşme Türkiye’de sosyal ve kültürel alanda da etkiye sahiptir. Sosyal hayatın vazgeçilmezi haline gelen iletişim araçlarının kullanımının sıklaşması, insanların yaşam biçimlerini bazen olumlu bazen olumsuz yönde etkilemiştir. Özellikle sosyal medya kullanımına değinmek gerekirse, bir iletişim güvenliği kurumu olan Clear Swift yetkilileri tarafından yapılan bir araştırmaya göre; Türkiye Avrupa’nın internette en çok zaman geçiren ülkesi konumundadır. Bu vaziyette Türkiye’de internet kullanımına uzak kalmak kaçınılmaz olmaktadır. Küreselleşmenin psikolojik boyutu bu aşamada incelenebilir. Toplumda bölünmüş iki görüş ortaya çıkmaktadır. Birincisi; iletişim araçlarına uzak durmayı savunan kitledir. İkincisi ise; iletişim araçlarını sıkça kullanan kitledir. Oluşan iki görüş birbirleri üzerinde zaman zaman baskı oluşturmaktadır. Ancak günümüz koşullarında, hızlı haber akışı, hızlı haberleşme açısından teknolojinin önemi azımsanmayacak kadar büyüktür.

Sonuç olarak, küreselleşmenin engellenemeyeceği bu dünyada Türkiye olarak durulan nokta iyi belirlenmeli ve bu noktada atılan her adımın bilime, üretime yatırım yapması gerektiği unutulmamalıdır. Ancak bu sayede tüketen değil, üreten bilgi toplumu olma yönünde ilerleme kaydedilecektir.

Kaynakça:

Fırat Bayar, ‘Uluslararası Ekonomik Sorunlar’ ,Küreselleşme Kavramı ve Küreselleşme Sürecinde Türkiye ‘ 32. Sayı, http://www.mfa.gov.tr/

Joseph S. Nye, Jr. & David A. Welch, 2010, İstanbul,‘Küresel Çatışmayı ve İşbirliğini Anlamak’

Ortadoğu’daki Saflaşmada İsrail’in Yeri

Birkaç hafta önce imzalanan İsrail-Türkiye anlaşması, İsrail’in nasıl bir dış politika izlediği hakkında ipucu verir gibiydi: Ortadoğu’da güçlü ilişkiler kurup meşruiyetini sağlamlaştırmak ve 1967’den beri işgal ettiği toprakları ne pahasına olursa olsun korumak. Bu yüzden Ortadoğu ülkelerinin arasındaki karmaşık ilişkilerden yararlanan İsrail, ikili anlaşmalar ve ortaklıklarla bölge devletlerinden gelebilecek her türlü tehdidi minimuma indirmeyi hedefliyor. Bunun yanında Evimiz İsrail gibi aşırı milliyetçi partinin bulunduğu koalisyon hükümeti oldukça sağa kaymış durumda. Bu ideolojik kaymaya örnek olarak ultra-nasyonalist Avigdor Lieberman’ın, Moshe Yaalon’un yerine Savunma Bakanlığı görevine getirilmesini gösterebiliriz. Zira, İsrail’in ulusal güvenliğinin korunması hükümetin birinci amacı. Dolayısıyla Ortadoğu’daki artan şiddet ve saflaşma ortamında, İsrail’in siyasi konumu kendisi için hayati bir önem taşıyor.

İsrail’in bölgedeki ortaklık arayışını en zorunlu kılan Hizbullah-Hamas-İran yakınlaşmasıdır. İsrail için her zaman güçlü bir tehdit olan İran, İsrail’in bölgedeki politikasında belirleyici bir rol oynamaktadır. L’Express’in ifadesiyle, “dünyanın en iyi düşmanları”1 olan bu iki ülkenin tarihte her ne kadar destekleyici ve olumlu ilişkileri olduysa da günümüzde İran, Hamas ve Hizbullah’la birlikte, İsrail’e yönelik en büyük tehdidi oluşturmakta. İran’ın İsrail’le tarihsel ilişkilerini koparması, ortak düşman Irak’ın zayıflamasıyla daha da hızlandı. Amerika ve İran arasındaki gerginlikler, özellikle Amerika’nın İran’ı yalnızlaştırma politikası, İran’ın İsrail karşıtı tavırlarını cesaretlendirdi ve İsrail karşıtı Hizbullah gibi güçlerle ortaklık etmeye itti. Hizbullah ise kuruluşundan beri Lübnan’ı İsrail işgaline karşı koruma amacı taşıyan bir örgüt. İran’ın ise İsrail düşmanı Hizbullah ve Hamas’ı finanse etmesi, İran ve İsrail ilişkilerinin uzun bir süre daha iyileşmeyeceğini göstermektedir. Bu yüzden 2015’te İran ile 5+1 arasında yapılan nükleer anlaşma İsrail tarafından veto ettirilmeye çalışılmış, Netanyahu tarafından  “şaşırtıcı ve tarihi bir hata” olarak eleştirilmiştir.2 Diğer taraftan Hamas, Mısır’daki 3 Temmuz darbesinden sonra yalnızlaşmış, bu da İran’a yönelmesini kolaylaştırmıştır. Bu üçlü yakınlaşma hakkında 2014’te Lübnan’da Hamas’ı temsil eden Oussama Hamdan, Siyonist bir düşmanın varlığından söz ettikten sonra şöyle ekliyor: “Hamas, Hizbullah ve İran ilişkileri bugün bazılarının hayal ettiğinden daha iyi.” 3

Ortadoğu’daki Saflaşmada İsrail’in Yeri

İsrail, kendisi aleyhine olan bu üçlü ortaklığa karşı bölgedeki diğer ülkelerle birlikler kurup bir denge yaratmaya çalışıyor. Bu bağlamda iki ülke önemli rol oynuyor: Mısır ve Suudi Arabistan. Mısır’daki Sisi yönetiminin Tiran ve Sanafir adalarının Suudi Arabistan’a ait olduğunu açıklayan belgeler yayınlaması, Suudi Arabistan’ın Sisi yönetimindeki Mısır’ı ekonomik olarak desteklemesi bu ikili arasındaki ortak çıkarları pekiştiriyor. O zamanki İsrail Savunma Bakanı Moshe Yaalon’un da adaların Suudi Arabistan’a verilmesi durumuyla ilgili kendilerinin bilgilendirildiğini açıklaması, hatta iki adanın bulunduğu Tiran boğazındaki İsrail seferlerine izin verilmesi bu üç yönetim arasındaki ortaklığın oldukça geliştiğini gösteriyor.4 Üstelik İsrailli Orgeneral Herzy Halevy uluslararası bir güvenlik toplantısında İran’a karşı olan tavrından dolayı Suudi Arabistan’a övgüler yağdırmıştı.5 Böylelikle Suudi Arabistan ve İran gerilimi bölgedeki saflaşmayı keskinleştirirken, İsrail yalnız kalmamak için yerini çoktan almış durumda.

Ortadoğu’daki söz konusu saflaşmada İsrail’in uyguladığı belli bir stratejisi olmuşsa da Suriye konusunda daha muğlak bir siyaset izlediğini görüyoruz. Bir yandan Hizbullah ve Suriye’nin güçlenmesini istemeyen İsrail, diğer yandan Suriye’deki savaşın toprağına sıçramasından ve özellikle İŞİD saldırılarından endişe ediyor. Fakat savaşın devam ettiği Suriye, İran ve Hizbullah’ı meşgul etmekte. Üstelik, İsrail’in Altı Gün Savaşı’nda işgal ettiği Suriye’nin Golan Tepeleri hâlâ İsrail denetiminde. Netanyahu ise Golan Tepelerini Suriye’ye iade etmeyi tamamen reddetmekte.6 Her ne kadar savaşın nereye sürükleneceği ve nelere mâl olacağını kestirmek zor olsa da, İsrail’in Suriye’deki durumdan faydalandığını söylemek yanlış olmaz.

Özet olarak İsrail, Ortadoğu’daki siyasi çalkantıların durulmadığı bir ortamda ortaklıklarla ve anlaşmalarla Ortadoğu’daki yerini sağlamlaştırmaya çalışıyor. Bu nedenle, Türkiye’nin Ortadoğu’da yalnızlaşması sonucu imzalanan Türkiye-İsrail anlaşması da İsrail için diplomatik bir başarı. Ortadoğu’daki tehditlerine karşın bölgede olabildiğince ortaklık arayışında olan İsrail, bu doğrultuda başarılı ve pragmatik bir şekilde yol alıyor.

 

KAYNAKÇA:

  1. Israël-Iran: les meilleurs ennemis du monde http://www.lexpress.fr/actualite/monde/proche-moyen-orient/israel-iran-les-meilleurs-ennemis-du-monde_740617.html
  2. İran’la tarihi antlaşma http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/07/150714_iran_anlasma
  3. Gaza: comment Israël est tombé dans le piège de l’Iran, via le Hamas, Jacques Benillouche http://www.slate.fr/story/89899/comment-israel-est-tombe-piege-de-iran-hamas
  4. Egypt Informed Israel in Advance of Plan to Hand Over Red Sea Islands to Saudis http://www.haaretz.com/middle-east-news/1.7138705.
  1. İsrailli generalden Suudi Arabistan’a övgü http://www.salom.com.tr/haber-99615-Israilli_generalden_suudi_arabistana_ovgu.html
  1. Netanyahu: “Golan Tepeleri İsrail’de kalacak.” http://www.salom.com.tr/haber-98918-netanyahu_golan_tepeleri_Israilde_kalacak.html

Görselin Kaynağı: http://deathd0g101.deviantart.com/art/Israel-Flag-Cubes-536757561

Analiz: Türkiye-İsrail Mutabakatı

Her şeyden önce Türkiye-İsrail Mutabakatı, yapılmasını gerektirecek tarihsel arka planda ele alınmalı. Bu bağlamda neler olduğunu kısa bir şekilde hatırlamak gerekirse;

  • 2010 yılında sivil toplum örgütleri vasıtasıyla organize edilen Gazze’ye yardım filosu Akdeniz’de uluslararası sularda İsrail Savunma Kuvvetleri’nin yaptığı uluslararası hukuka aykırı müdahale ile durdurulmuş ve bu müdahalede 9 aktivist İsrailli askerler tarafından öldürülmüştür. Hatırlanacağı üzere vefat edenlerden 8’i Türk vatandaşı birisi ise Türk asıllı ABD vatandaşıdır. Askeri harekat sonucu ağır yaralanan bir Türk vatandaşı ise daha sonradan hayatını kaybetmiş ve böylece hayatını kaybedenlerin sayısı 10’a yükselmiştir.

Bu vahim olayın akabinde gerçekleşen olaylar ise şöyle seyretmiştir;

  • Türkiye Cumhuriyeti saldırıyı derhal sert bir dille eleştirmiştir. Dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan yaptığı ilk açıklamada “Bu saldırı gerekçesi ne olursa olsun uluslararası hukuka aykırı bir devlet terörüdür” olarak olayı yorumlamıştır
  • Türkiye Tel Aviv Büyükelçisini ülkeye derhal geri çağırmış ve İsrail’den derhal özür dilemesini, hayatlarını kaybedenlerin yakınlarına tazminat ödemesini ve Gazze’deki ablukayı kaldırmasını istemiştir.
  • İsrail’in yapıcı bir adım atmaması üzerine ise Türkiye, İsrail ile olan ilişkilerini en düşük seviyeye indirmiştir.

Mavi Marmara saldırısı üzerine biri İsrail tarafından diğeri Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu tarafından olmak üzere iki soruşturma açılmıştır. İsrail Ordusu Soruşturma Komisyonu’nun olayın yaşanmasından iki ay sonrasında açıklanan raporunda müdahale “kısmen başarısız” olarak değerlendirilmiştir. BM tarafından yayınlanan raporda ise İsrail Ordusu’nun uluslararası hukuku ihlal ettiğinin altı çizilirken İsrail askerlerinin yaptığı müdahalede orantısız güç kullandığı, insanlık dışı muamele ve kasti acı çektirmeye yönelik eylemlerde bulundukları vurgulanmıştır.

2013 yılında ABD Başkanı Barack Hussein Obama’nın Ortadoğu turu dahilinde İsrail’i ziyaretinin ardından İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu mevkidaşı dönemin başbakanı R.Tayyip Erdoğan’ı telefonla arayıp resmi özür dilemiş ve Türkiye’nin 3 yıl öncesinde şart koştuğu üzere hayatını kaybedenlerin ailelerine de tazminat ödemeyi kabul ettiğini bildirmiştir.

Mavi Marmara Karşılama_main

2013 yılından 2016 yılına değin karşılıklı müzakereler aracılığı ile Türkiye – İsrail ilişkilerini normalleştirecek adımlar görüşülmeye devam etmiş ve 27 Haziran 2016 tarihinde iki ülkenin başbakanlarının yaptığı açıklamalar bu karşılıklı görüşmelerin iki ülkeyi ortak bir tabanda birleştirecek şekilde noktalandığını ifade etmiştir. Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin ilişkileri normalleştirebilmek için 2010 yılında öne sürdüğü resmi özür dileme şartı 2013 yılında İsrail başbakanı tarafından yerine getirilmiş, 2016 yılında ise hayatını kaybedenlerin yakınlarına 20 milyon Amerikan doları tutarında tazminat ödenmesi karara bağlandığı açıklanmıştır. Fakat şartlardan üçüncüsü olan Gazze ablukasının kaldırılması anlaşıldığı üzere iki tarafın bu konu üzerinde karşılıklı taviz vermesi ile bir orta noktada çözümlenmiştir. Bu bağlamda Gazze ablukası kaldırılmamış ancak Türkiye lehine esnetilmiştir. Buna istinaden Türkiye Gazze’ye insani yardım götürme konusunda ayrıcalıklı bir statü elde etmiş ancak aynı zamanda da İsrail’in Gazze’ye yönelik uyguladığı ablukayı bir anlamda resmi olarak tanımış veya başka bir deyiş ile İsrail’in Gazze üzerinde uyguladığı yaptırımlardaki siyasi otoritesini kabul etmiştir.

Diğer bir yandan İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun 27 Haziran açıklamalarında dikkati çeken iki hususun da altını çizmek gerekmektedir. Bunlardan birincisi; “Bu anlaşma Türkiye’den İsrail’i hedef alan herhangi bir terörist eylemi engelleyecektir” açıklamasıdır. Bu bağlamda daha önceki yıllarda İsrail’in Türkiye’den Hamas liderlerini ağırlamamasını talep ettiğini hatırlamak gerekir. Başka bir açıdan bakılırsa İsrail bu güne değin Hamas ile doğrudan bir temasa girmemiştir. Buna istinaden, anlaşma metni henüz açıklanmış olmasa da, konuya ilişkin uzmanlar Türkiye’nin, İsrail ile Hamas arasında bir arabuluculuk pozisyonu alma sözü vermiş olabilme ihtimalinden bahsetmektedirler.

Açıklamalarda dikkati çeken bir başka husus ise doğalgaz meselesidir. Bilindiği üzere Rusya Federasyonu ile yaşanan düşen uçak krizi ve akabinde Rusya’nın Türk Akımı projesini askıya alması Türkiye’yi enerji bağımlılığında alternatifler arama yoluna itmiştir. Bu bağlamda İsrail doğalgazı güçlü bir alternatif olarak karşımıza çıkmaktadır. Anlaşmanın yapılacağının haberinin yayılmasını takiben Rusya enerji devi GAZPROM’un “Türk Akımı için her zaman olduğu gibi bugün de diyaloğa açığız” açıklamasını da bu bilgiler ışığında değerlendirmek gerekmektedir.

Sonuç olarak Türkiye tarihsel bağları ve insani yardım konusundaki hassasiyeti bağlamında Gazze’ye altyapı ve hastane yatırımları gerçekleştirecek ayrıca on bin tonu aşan bir insani yardımı Başbakan Binali Yıldırım’ın aktardığı üzere önümüzdeki cuma mersin limanından kalkacak bir gemi ile ulaştıracaktır. Bölge istikrarı için en önemli ülkelerin başında gelen iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in ilişkilerini normalleştirmesi siyasi kriz ve çatışmalarla çalkalanan Ortadoğu’nun da normalleşmesi adına atılmış önemli bir adımdır. Bu bağlamda Ortadoğu’nun hak ettiği istikrara ulaşmasına bir adım daha yaklaştıran bu gelişme gelecekte de siyasi krizleri aşmak isteyen ülkelerin incelemek isteyebileceği önemli bir örnek teşkil edecektir.

Mehmet Oğuzcan İSTANBULLU

Mehmet Bülent Uludağ ile Türkiye’de Anayasa ve Sistem Tartışmaları Üzerine Söyleşi

Doç. Dr. Mehmet Bülent Uludağ Kimdir?

Lisansını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde tamamlayan Mehmet Bülent Uludağ, yüksek lisans ve doktorasını yine aynı üniversitede “Rusya ve Sovyetler Birliği’nde Gürcüler ve Gürcistan” ile “Avrasya’nın Uluslararası Sisteme Açılmasına Etkileri Yönüyle SSCB ve Sonrası Dönemde Kafkasya’daki Ulusçu-Ayrılıkçı Akımlar” tez konuları ile tamamladı. Araştırma bursu ile doktora sonrasında Kırgızistan Celalabad Ekonomi ve Girişimcilik Üniversitesi’ne giderek saha çalışmalarına katılan Uludağ, İletişim Yayınları-Tarih ve Toplum Dergisi’nce düzenlenen, “1999 ve 2000 Yıllarında Türkiye Üniversitelerinde Tarih Konusunda Yazılmış En İyi Doktora Tezi Yarışması” Jüri Özel Ödülü’nün de sahibi oldu. Uluslararası Örgütler ve Dünya Siyasi Tarihi kitaplarının yazarı Bülent Uludağ, şu anda İzmir Katip Çelebi Üniversitesi ve Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde ders vermektedir.

Esra Yılmaz ve Samet Ersan

Türkiye’de Anayasa ve Sistem tartışmaları üzerine konuştuğumuzda, ‘’laiklik’’ üzerine konuşmamak olmaz. Bu bağlamda egemen devlet sistemlerindeki laiklik anlayışları bizlere anlatabilir misiniz?

Şimdi günümüzde bir de laiklik tartışmaları var, bu biraz da zamansız bir şey tabi. Laiklik ilkesini de anayasaya dahil etmek de gerekti. Çünkü öteden beridir tartışılan bir konuydu. Laikliği ayrı incelemek gerekir ancak şunu belirtebiliriz: Amerikan ve Sosyalist sistemde laikliğin şöyle bir tanımı vardır; ‘’Amerikan Sistemin uygulamalarından devlet hiçbir dini, mezhep ya da felsefi topluluğun yanında veya karşısında olamaz.’’ Böyle net bir tanımı vardır. Sovyet sistemi şuan yürürlükte değil ancak başka sosyalist ülkelerde bunu hala görüyoruz. Çin gibi… Ülke hudutları içindeki herkes Sovyet vatandaşı olsun ya da olmasın herkes belli bir dine inanmak ya da inanmamak hakkına sahiptir. Bu ikisinden anlamamız gereken şey şudur: Amerikan sistemi, devlet herhangi bir dini topluluğun yanında veya karşısında olamayacağını söylüyor. Sovyet sisteminde ise herhangi bir dine inanıp inanmama konusunda tamamen özgürdürler. Sovyet sisteminde eksik olan nokta devlettir. Devlet ne olacak? Orada devlet Ateizmin tarafındadır. Zaten Amerikan ve Sovyet krizinin temeli buradan geliyordu. Bir de Fransız modeli var ki Türkiye’ye de bu getirilmiştir. Burada devletin yasaları ve uygulamalarında herhangi bir dinin rolü olmamalıdır. Fransız modeli budur ve tartışılan da budur. Dinden kastedilen İslamiyet ve İslamiyetin hiçbir yerde esamesinin okunmaması gerekiyor. İşte bu nokta tartışılıyor. Bu yüzden de laiklik dokunulmaz bir ilkedir. Bu da birilerini rahatsız etmekte o yüzden buna açıklık getirilmesi gerekmektedir. Amerika’da ise bu uygulama kimseyi rahatsız etmez.

Amerika’da bu uygulama neden kimseyi rahatsız etmiyor? Bu durumu sistemle nasıl ilişkilendiriyorsunuz?

Çünkü orası bir göçmen ülkesiydi ve herkes azınlıktı. Giden herkes yabancı bir ülkeye yerleşmek amacıyla gittiği için Amerikan Anayasası da bağımsızlık üzerine kurulmuştur. Nitekim Amerika bağımsızlık savaşı vermiş bir ülkedir. Bizden farkı da buydu. Türkiye bir sömürge ülkesi olmadığı için hiçbir zaman sömürgeye karşı bağımsızlık savaşı da vermedi. Bir Cezayir, Vietnam Angola gibi bir durum olmadı ama Amerika, İngiltere’nin kolonisiydi. Amerika çok büyük bir ülke ve burayı da doldurmak için kapılarını açmıştır hala da kapıları açıktır. Fakat Amerika’nın kapısı, Amerikan ekonomisine katkı sağlayacak kişilere açıktır. Amerikalılar için anayasaları kutsal bir metindir ve oraya giden herkes bunu bilerek gider. Sadakat, Amerikan Anayasası üzerinedir ve onun üstüne yemin ederler. Tarihin en eski ve kısa anayasasıdır. Bununla iftihar ederler ve değiştirilmesi de çok zordur. Değiştirilmesi için ise 2/3 öneri gelecek ve eyaletlerin ¾ bunu onaylaması gerekecektir. Şimdiye kadar 26-27 kez değişiklik olmuştur. Bunların da 10-15 tanesi ilk yıllarda yapılmıştır. Kadınlara ve siyahlara seçim hakkı verilmiştir. Kölelik kaldırılmıştır. Anayasa değişikliği son dönemlerde çok ender gözüken bir durumdur.
Bu anayasada, federal kurumlar ve yetkileri sayılmıştır. “Bu yetkilerin dışında kalan bütün devlet yetkileri eyaletlerce kullanılır.” diye net bir ayrım yapılmıştır. Federal yetkiler savunma, dış işleri, para basma, maliyet, federal bütçe ve anayasal kurumların yetkileri yani başkanın yetkileri hem yüksek mahkemenin hem federal mahkemelerin yetkileri, federal kurumların yetkileri, Amerikan kongresinin oluşumu bunlar sayılmıştır. Eğitim, çevre, ekonomi, yerel kanunlar, medeni kanun, ticari kanunlar, para basma yetkisinin dışındaki bütün ekonomik yetkiler federe devletlerin yetkisi altındadır. Ama dış işleri federe bir bölgeye gidip büyükelçilik açamaz. Bu federal bir yetkidir.
Bizde bu Amerikan hayranlığı Amerikan mandacılarıyla başlar. Halide Edip o kadar ümitsizdi ki Amerikan mandacılığını savunacak kadar ileri gitmiştir. Mustafa Kemal’in de tabi Amerikan generalleriyle ilişkileri oldu. Örneğin MacArthur Mustafa Kemal’in hayranıydı. Fakat bu başkanlık sistemini esas gündeme getirenler 50’lerin o kraldan çok kralcı, NATO’dan çok NATO’cu Türk politikaları ortamında Demokrat Parti ve daha sonra hep sağ politikacılar (Demirel gibi, Özal gibi), bir de Besim Tibuk arada Liberal Demokrat Parti diye bir parti kurdu. O da Amerikan Sistemini savunuyordu. Ama onun politik hayatı kısa oldu. Bunu istememelerinin nedeni siyasal istikrarı öne sürmeleridir. Burada başkanlık sisteminin parlamenter sistemden farkı; örneğin Amerika başkanlık sisteminde Amerikan hükümeti demek bile doğru değildir. Amerika’da ‘’government’’ kullanılmaz, ‘’administration’’ kullanılır. Başkan ve yardımcısı federal düzeyde seçilir. Bunların yaptığı atamalar federal atamalardır. Çeşitli bölgelere federal savcı atarlar, federal hakim atarlar, Yüksek Mahkemeye hakim atarlar ama bunun için kongrenin de onayı gerekir. Büyükelçinin atamasında da senatonun onayı gerekir. Bu ikili bir mekanizmadır. Mesela federal mahkeme, yüksek mahkemeye atama yapıyor. Ancak federal mahkemenin 9 üyesi vardır. Mahkeme üyeleri emekli olmazlar, ömür boyu görev yaparlar. Bu yüzden Amerika’da şöyle bir söz vardır; ‘’Federal yargıçlar hiç emekli olmazlar, nadiren ölürler.’’
Yüksek Mahkeme dediğimizde ise, Yüksek Mahkeme yargı organının en tepesindedir. Ancak bizdeki Anayasa Mahkemesi’ne denk değildir. Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerinin yanında Danıştay ve Yargıtayı da içeren bir mahkemedir. Bu yüzden ismi Anayasa Mahkemesi değil, Yüksek Mahkemedir. Özel hukuk ilişkilerinin son noktası Yargıtay’dır. Devlet yetkilerinde en üst yetki Danıştaydadır, o da Yüksek Mahkemenin görev alanı çünkü Amerikan sistemi parlamenter değildir. Parlamenter sistemin beşiği İngiltere olmakla birlikte hukuk olarak da Anglo Saxson hukukudur. Yani kamu-özel hukuk ayrımı yoktur. Bu Fransız-Alman hukukuna has bir şeydir ve biz de onu almışız. Bizde kamu-özel hukuku ayrımı var o yüzden mahkemeler farklı farklıdır. Bu arada devleti ilgilendiren bir dava ile özel hukukla alakalı bir dava aynı mahkemede görülür. Devletle alakalı ayrı bir mahkeme yoktur. Bir idare mahkemesi yoktur Amerika’da. Hepsi sabit mahkemelerdir. O yüzden ‘’Supreme Court of the United States’’ yani ABD Yüce Mahkemesin’de Yargıtay, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi gibi bir gücü vardır. Hukuk tektir. Ayrım Kıta Avrupa Sistemi denilen Fransız-Alman sistemindedir. Şimdi bu kadar farklılık var aramızda ama işte başkanlık davasıdır gidiyor…

Konuyu bu eksende değerlendirirsek, sizin söyleminizle Türkiye ne zamandan beri Amerikan Sistemini benimsiyor?

Mithat Paşa’dan, İngiliz Sisteminden beridir, Avrupa Sistem ithalinin ve kendi sistemimizi üretemememizi utanç verici bir şey olarak görüyorum. Mithat Paşa’yla birlikte 1876 da Kanun-i Esasi Kabul edildi. Meclisin 2 kanadı vardı; Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan. Meclis-i Ayan, Lordlar Kamarası demek oluyordu. Meclis-i Mebusan ise Avam Kamarası idi. Mithat Paşa, sende lordlar da yok, burjuva da yok ne alaka bu? Böyle bir sınıfsal bakış olmadığı için işin sırrının meclis açmada olduğunu düşünen Mithat Paşa zavallı bir Osmanlı münevveridir. Aynı zavallılığı Mithat Paşa’dan sonraki dönemde Jön Türkler de devam ettirmiştir. İstiklal Harbi ve ilk 2 anayasaya baktığımızda, Mustafa Kemal ile bir Fransız İhtilali havası geliyor.
1921 Anayasası ihtilalci meclis hükümetidir. Çok da kısadır. Meclis başkanı aynı zamanda hükümetin doğal başkanıdır. Kendi içinde de bakanları da belirler. Meclis, başkana yetki veriyor. Bir ihtilal hükümetidir. Kuvvetler birliği söz konusudur. Sovyet sistemi de buydu. Sovyet komiteler vardı. Bu komiteler birleşip Yüksek Sovyeti oluşturuyordu. Hükümet de bunun içinden çıkıyordu. Hükümet de bir Sovyetti.
Yönetici ekip, temsilciler mekanizmasının son noktasıdır. Bundan farklı olarak bir de parti vardır. Başlangıçta bizde parti yoktu. 1924 Anayasasında da parti yok ve 1924 Anayasası detaylı bir anayasadır. Cumhurbaşkanının tarafsız ve partiler dışı olmasına dair bir hüküm de yok ve Cumhuriyetin ilk 3 cumhurbaşkanı da partiliydi. Partili cumhurbaşkanı ile bu ülke 1923’den 1960’a kadar yönetildi. 1961 Anayasasından sonra gelen darbe sonucunda, cumhurbaşkanlığı makamı, genelkurmay başkanlarının ya da darbeyi yapanların son terfi makamı haline geldi. Bu bonapartist bir anlayıştır. Yani bütün partiler bizimdir. Böyle icat edilmiştir düşüncesidir. Özal’ın cumhurbaşkanlığı seçimiyle tartışılmaya başlandı. Çünkü öbürlerinin partisi yoktu. Generalin partisi mi olur? Özal’dan beri bu tarafsızlık tepkiler aldı. Ancak Anayasaya uygun olarak seçildiğinden meşruiyeti tartışılmadı.

Türkiye’de yeni bir sistem niçin isteniyor?

Başkanlık sistemi aslında Türkiye’de uygulanıyor. Belediyelerdeki sistem başkanlık sistemidir. Belediye meclisi kararını başkan veto edebilir. Bu başkanın önemli bir gücüdür. Amerika’da parti disiplini yoktur. Bir başkanla bir senatör ters düşebilir. Bizdeki sistemle kıyasladığımızda Amerikan sisteminden taban tabana bir farklılık bulunuyor. Bir başkan kongreyi dolaylı yoldan etkileyip yasa tasarıları çıkartır, bir kongre de başkanı hiçe sayıp yasa çıkartamaz ve vetoyu yer o yasa. Bu veto bizdeki Cumhurbaşkanlığı vetosu ya da Birleşmiş Milletler’deki Güvenlik Konseyi vetosu gibi değildir. Bizdeki Cumhurbaşkanlığı vetosu 15 gün geciktirme vetosudur. Sonra yayınlanmak zorundadır. Bizim sistemimizde anayasa değişikliğini referanduma götürme hakkı vardır. Amerikan sistemindeki veto da 2/3 oranı bulmak zorundadır. İki partili sistemde de 2/3’ü bulmak zordur ve nadirdir. Kongre, başkanı hiçe sayıp yasa çıkartamaz, kendine göre bütçe hazırlayamaz. Şimdi bütün bu farklılıklar dikkate alındığında bizdeki sağ politikacıların başkanlığı istemesinin temel nedeni; sağın politik hayatta bir egemenliğinin olmasıdır. Türkiye’de özellikle sağ bölündüğü için solun koalisyonlarla iktidara gelme şansı oldu. Başkanlık sistemi, ebediyen solun yok olması ve sağın sandıkta birleşmesidir. Bu nedenlerle savunulmuştur. Demokrat Parti bir istisnadır, o dönemde başkanlık sistemi doğrudan savunulmadı. Sadece Küçük Amerika yapacağız esprisi vardı. Soğuk Savaşın da etkisi vardır, sonradan Demirel ve özellikle Özal döneminde, Özal’ın da istediği bu yönde oldu.
Ayrıca, Türk halkı partiyi, ideolojiyi bilmez. Türk halkı, liderin söylemine ve eylemine bakar. Lidere oy verir ve hatta partilerin isimlerini bile çoğu kişi bilmez. Ecevit’in partisi, Demirel’in partisi, Özal’ın, Erbakan’ın partisi olarak bilinir. Fiiliyatta da zaten kişi öne çıktığı için Başkanlık Sistemi Türk toplumuna uygun pratik bir yoldur. Çünkü Türk toplumu parti ve kitle hareketine alışkın bir toplum değil; kırsal, arabesk ve lidere alışkın bir toplumdur. Seçmen genelinde sağ ağırlığın olması da bunu çekici hale getiriyor. Günümüzde de yine aynı gerekçeler mevcut. Üstüne bir de siyasal istikrar gerekçesini koyuyorlar. Buraya kadar anlattıklarımız başkanlık sisteminin Türkiye’de niçin istendiğidir.

Mehmet Bülent Uludağ ile Türkiye’de Anayasa ve Sistem Tartışmaları Üzerine Söyleşi

Tüm bunlar bir araya getirildiğinde, Başkanlık Sistemi Türkiye’deki sistem tartışmalarını çözecek midir?

Sağı birleştirmek, siyasal istikrar sağlamak, koalisyona meydan vermemek ve kuvvetler ayrımı isteniyor ama Amerikan sistemindeki mutlak ve yargı bağımsızlığını istiyor musun? Amerikan sistemi kendi içinde bir bütündür. Sindirim veya sinir sistemini ayrı ayrı alamazsınız hepsi bir bütün olarak oluşur. Amerikan sisteminde de bu böyledir. Başkanlık sistemi lafı bile yanlıştır. Amerikan sistemi denilmelidir. Böyle denildiği zaman Amerikan mandacılığı şeklinde tepkiyle karşılaşılacağı için Amerikan sistemi denmemektedir. Bu yüzden ”başkanlık sistemi” lafı kullanılıyor.

Siz “Amerikan mandacılığı şeklinde bir tepki alınmasından dolayı Amerikan sistemi denilmiyor, başkanlık sistemi olarak adlandırılıyor.” diyorsunuz¸Peki bu neden başkanlık sistemi olarak ifade ediliyor?

Çünkü bu sistemin belki en belirgin özgünlüğü başkanlıktır ama başka özellikleri de vardır. Gruplar ayrımı, federasyon, büyük federal yetkiler, yargının mutlak yetkileri, kongrenin gücü gibi. Kongrenin yargılama gücü de vardır. Yani kongre bir Amerikan Savunma Bakanını yargılayabiliyor, CIA Başkanını sorguya çekebiliyor. Bunlara razı mısınız? Senatonun yargı yetkisi var, ceza verme yetkisi var. Üstelik bunlar kamuoyuna da açıktır. Dürüst davranılmalı. Amerikan Sistemi sadece bir başkandan ibaretmiş gibi gösteriliyor.
Bir de hukukçular bu konuda pek konuşmuyorlar. Politize olmaktan çekiniyorlar, hukuk tarafsızdır deniliyor. Bilgilendirme adına bile bir tartışma yapılmadı şu ana dek. Partiler zaten kara cahil. O yüzden sağlıklı bir tartışma olmayınca vatandaşın da bir fikri olmuyor. Bir de şöyle bir kolaylık var. Bütün Türkiye, bir İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak görülüyor. Bu da sağlıklı değil. Çünkü belediyelerde bir başkanın başarısızlığı orayı etkiler. Burada birini başkan seçtiğinizde bütün Türkiye’yi etkiler.
Türkiye’de hep futbol ve alışılmışlıklar yapılıyor. Amerika’da da millet beyzbol, basket izliyorlar fakat orada millet hayatından memnun. Zaten formalitedir orada seçimler. Bu toplum bir politize toplum. Amerika’da politik bir sınıf kavgası yok. Sınıflar var, evet ama bu sistemin üzerinde uzlaşmış olan sınıfların hareketidir. Sendikaların bile cumhuriyetçileri ve demokratları vardır. Sınıf sendikacılığı değildir bu. Sendikanın ismi bile tuhaftır; Trade Union (Ticaret Birliği). Emek desene şuna. Amerika’da emek lafı adeta yasaktır. Ticaret birliğidir sendika. Amerika’da emek de bir metadır.
Belediye başkanlığı mantığı, son dönemlerde en çok istenme nedenidir. Hükümeti kendisinin oluşturmasıdır. Aynı İETT Genel Müdür’ü atar gibi Dışişleri Bakanı ataması gibi.

Türkiye’deki sistem tartışmalarına çözüm olarak gösterilen Başkanlık Sistemi size göre yanlış yorumlanıyor. Bu bağlamda sizce Türkiye için en uygun sistem modeli nedir ve nasıl olmalıdır?

Bir güçlü Cumhurbaşkanı değil de belki güçlü bir Başbakan olabilir. İşte o zaman Fransız modeline yaklaşırız. Türkiye’de gidilebilecek en ileri nokta ‘Amerikan Başkanlığı’ olmaz. Çünkü çok ciddi farklılıklar var. Bence Fransız modeli olabilir. Zaten 1982 Anayasa’sının pek çok hükmü Fransız Anayasasından bile ötedir. Sadece 2 farklılık vardır. Üst düzey yetkilileri komutanları cumhurbaşkanı atar. Ne Amerika’da ne Fransa’da Askeri Şura diye bir şey yoktur. Bir de partilidir cumhurbaşkanı. Bir partinin içindedir. O partinin içindeki görevi önemli değildir. Genel başkan veya üye de olabilir.
Tarafsızlık zaten askeri darbelerin ürettiği bir mekanizmadır. İki anayasada bu var ama öncekilerde yoktu. Cumhurbaşkanı tarafsız olacak diye bir hüküm de yoktu. Çok partililiğe göre yapılmış anayasalar da değildiler. Çok partililiğe de geçmek hataydı zaten. Böyle bir anayasa yapılacaksa 1961’de darbeyle değil 1945’de yapılmalıydı. Çok partililiğe geçerken ciddi bir seçim kanunu ve ciddi bir anayasayla geçilmeliydi. Onu da bırakın Ceza Kanunu da değiştirilmeliydi, fikir suçları olmamalıydı. Terör suçu ayrı bir şeydir, fikir suçu ayrı bir şeydir. Terörü desteklemek ve teşvik etmek de fikir suçu değildir. Bu konuda da Avrupalıların aklına uyacak değiliz. O terör suçudur. Terör suçunun fikirle alakası yoktur. Türkiye’nin bu mekanizmada en ileri gidebileceği yer Fransız modelidir.

Fransız modelinin uygulandığı ülkeler nereleridir? Bu model Türkiye’deki sistem tartışmalarında talep edilenlere cevap verebilir mi? Muhalefet nasıl bir yol izlemelidir?

Bu Fransız modeli alan Rusya gibi, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri gibi ülkeler var oralarda tabi liderler öne çıkmakta, Putin, Aliyev gibi… Ama sonuçta bir parti ve başbakandan oluşmaktadır. Bu model belki Türkiye’nin bazı meselelerini aşmasına yol açabilir. Muhalefetin bu konuda mevcutu savunma ötesinde bir tavrı yok. Mevcut da zaten berbattı. 2010 referandumunda da gördük bunu. Muhalefet, 2010 referandumunda 12 Eylül Anayasasını savunan bir çizgiye düşmüştü. Bu işi mecliste halletmeye bakılmalıdır. Cumhurbaşkanına evet sen partili mi olmak istiyorsun? Tamam, ama şu zırhını da çıkarman gerekiyor. Hem zırh giyeceksin hem istediğime istediğimi söylerim; ben partiliyim, ben istediğim gibi korunurum gibi. Partili olacaksan zaten bu olmaz. Bir de bu askeri anayasaların tarafsızlığı getirme nedeni cumhurbaşkanı makamını da tartışmalardan korumak istemeleriydi. Şimdi eğer buna gerek duymuyorsan cumhurbaşkanının hedef olmasını istiyorsan o zaman bir karikatür yüzünden dava açma gibi şeylerden de vazgeçmen gerekir. Muhalefet en azından bunu isteyebilir. Ve artık bu işin referanduma götürülmemesi. Çünkü iki referandum oldu ve ikisinde de bozguna uğradılar. Yani hatayı üçüncü kez yapmamalılar.
İktidarın stratejisi olarak, iktidarın gelişi bile bir krizin üstüneydi. Siyaset kriz çıkarıp da karambolden gol atma değildir. Sayın Baykal bunun üstadıydı. En sonunda da seçmeni bezdirdi ve bu iktidarı ortaya çıkardı. Bunu görmemek ve objektif bir şekilde değerlendirmemek olmaz. Bu alışkanlık devam ediyor. Yani kriz hükümetin devrilmesi için lazım. Böyle bir siyaset olmaz. Böyle bir siyaset yapan da bedelini öder.
13 senedir krizleri fırsata dönüştüren bir iktidar anlayışı görüyoruz. 2007 cumhurbaşkanlığı seçimlerini doğrudan bir kriz haline sokan muhalefetti. Muhalefeti ve solu birleştireceklerine sağı birleştirdiler. Çünkü ortada büyük bir korku havası hakimdi.

Sizinde belirttiğiniz gibi 2007 yılı ve öncesinde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimleri Türkiye’de her zaman bir kriz ortamı oluşturmuş. Burada biraz bu krizlere değinebilir misiniz?

Her cumhurbaşkanlığı seçimi Türkiye’de bir krize dönüşmüştü. Celal Bayar’ın cumhurbaşkanı seçilmesi de böyle oldu. 1924 Anayasasında her parlamento dönemi sonunda yeni parlamento yeni meclis oluştuğunda o seçerdi cumhurbaşkanını. Cumhurbaşkanı bir nevi meclis başkanı seçilir gibi seçiliyordu. 1961 Anayasası zaten ve bir darbenin ürünüydü. 1966’da yeni cumhurbaşkanı seçilirken Kontenjan Senatörlüğü icat edildi. Bu Meclisi-Ayandır. Resmen Ayan Meclisinin uzantısıdır. Osmanlı kafası bir tutumdur. Bir senatör istifa ettirildi. 1966’da ki Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay, Genel Kurmay Başkanlığından istifa etti aynı zamanda ne tesadüftür ki bütün partiler onu aday gösterdi ve Cumhurbaşkanı seçildi. Genel Kurmay Başkanlığından başka da o dönemde aday olabilecek birisi yoktu. Bu Türkiye demokrasisinde bir rezalettir. Yöntemin komik olmasına üzülüyorum. 1973’de görev dönemi biterken bu defa Kara Kuvvetleri Komutanı çıktı ve “Ben Cumhurbaşkanı olacağım gerekirse darbe yaparım.” gibi meclisi tehdit etti. Tehditle Faruk Gürler krizini yaşadı bu ülke. Seni seçmeyeceğiz dendi. Rezil oldu. Daha sonra bir denge olarak Amiral Fahri Korutürk yapıldı ama mecliste cumhurbaşkanı seçilememesi durumunda belirsiz olduğu için 1979-1980 de Türkiye, cumhurbaşkanını seçemedi ve bu aylarca darbe nedeni oldu. 1961 Anayasası çok özgürlükçü falan, onu 1946’da getirecektiniz. İş işten geçmiş toplum bölünmüş ondan sonra siyasal uzlaşı gösteriliyor. Vaktinde yapılacaktı. Özal’ın seçilmesi 1989’da yine krizle sancılı geçti. Çünkü oyları %21’e düşmüş azınlık durumundaki bir parti Cumhurbaşkanı seçiyor. Ama yasal. Anayasa veriyor bu hakkı. Böyle bir ortamda Demirel, Özal öldüğü için Cumhurbaşkanı seçilmiştir.

Mehmet Bülent Uludağ ile Türkiye’de Anayasa ve Sistem Tartışmaları Üzerine Söyleşi
İlle tarafsız cumhurbaşkanı seçeceksen yabancı bir ülke vatandaşını getirmen gerekir. 2007 cumhurbaşkanlığı seçimi krize dönüştü. O kriz erken seçimle aşıldı. 1982 Anayasasının krizi önlemede iki önemli katkısı vardır: Erken seçim 3 durumda mümkün olur. Ya meclis karar alır ya 45 gün içinde hükümet kurulamazsa cumhurbaşkanı seçilemezse ve üçüncü durum, 45 gün içinde otomatik olarak hiç kimsenin karar vermesi gerekmez. Erken seçime gidilir. Bu mesela 1961 Anayasasında yoktu. 2 örnekte uygulandı. 2007’de cumhurbaşkanı seçilemedi. Bu ülkede 367 diye dillere destan bir hokkabazlık yapıldı. O zaman seçilmiş bütün cumhurbaşkanları gayrimeşruydu demiş oluyorsunuz. Özal da gayrimeşru! Demirel de gayrimeşru! Ama bunu Anayasa Mahkemesi onayladı.
Bundan sonra Cumhurbaşkanı halk referandunmu ile seçilmesiyle kriz aşıldı. Her cumhurbaşkanlığı seçimini krize dönüştüren bir meclis gördük biz 50 senedir. Bu bir çocuğun elindeki oyuncak değildir. Ekonomi var, kriz var, enflasyon var. Bu halkın, meclise attığı bir tokattır. O yüzden fiilen biz başkanlık sistemine geçtik diyebiliyorlar. Ha Amerikan sistemi fiilen 4+4, bizde de 5+5 bunu diyebiliyorlar.
Yani referandum krizlerin sonucunda gerçekleşiyor ve krizin çözümü olarak değerlendiriliyor. Yani referandumları krizleri çözüm olarak gösteren iktidar var. O yüzden akıllı bir muhalefetin bu iktidar karşısında 3. defa aynı hatayı yapmaması gerekir. Bu meseleyi mecliste çözmesi gerekir. Ve en çok da satrancı Obama sistemiyle açıyorlar; ”Ama ben Yarı Başkanlık Sistemini öneriyorum” şeklinde. En azından bu yönde bir uzlaşı getirilmelidir. Çünkü 2 referandumda da krizi tetikleyen referandumlar oldu. Bunu yapmazlarsa 2019’da 3 tane seçim var. İlk Mali İdare seçimi yani belediye seçimi, ikincisi Cumhurbaşkanlığı seçimi, üçüncüsü de milletvekili seçimi. Ardı ardına olacak bu seçimler. Bu seçimlerin hepsini iktidar referandum havasına sokacaktır. Başkanlık referandumu ve bununla ilgili bütün suçu muhalefete yükleyecektir.

Yani yıl boyu seçim olacak öyle mi? Bu üç seçimi aynı gün yapmak daha masrafsız olmaz mı?

Bu 3 seçim aynı gün olmaz. Türkiye tarihinde 1 kere oldu. 1999 yılında. Çok abuk subuk bir seçimdi. Böyle bir tuhaflığın tekrarını hiçbir siyasi parti bir daha istemez. Tarihleri belli zaten hepsi ayrı ayrı olacak Mart’ta yerel yönetimler, Ağustosta Cumhurbaşkanlığı, Kasımda da milletvekilliği seçimleri olacak.
Bu eğer bu şekilde değişmezse gündemde devam edecek 2019 seçimlerini referandum havasıyla girecek bir iktidar havası olacaktır. Muhalefet referanduma götürmeden 2 defa aynı hatayı yaptı. 3. defa aynı hatayı yapmamalıdır.

Anayasa değişikliği konusunda sizce karar alıcılar nasıl bir yol izlemelidirler?

Mecliste,anayasa komisyonunda bu partiler doğrudan anayasa değişikliği konusunda anlaşmalılar. Mevcut anayasada Başlangıç Hükmü, Geçici Maddeler ve YÖK dâhil olmak üzere 12 Eylül ve diğer askeri darbelerin bütün izleri kadırılmalı, Milli Güvenlik Kurulu dahi anayasal bir kurum olmaktan çıkarılmalı veya önemsiz bir kurum olmalıdır. Hükümetin sorguya çekildiği hükümet içi hükümet olmamalı ya da temelli ayrı bir kurum olmalı “Devlet Su İşleri” gibi.
Cumhurbaşkanının üst kademe atamaları yapması şu anda 3’lü imzayla oluyor. Bir de tek başına yaptığı atamalar var. Rektör atamaları gibi Cumhurbaşkanının onursal bir yetki olarak düşünülüyor. İmzalamam diye bir seçeneği de var. Kimse de niye imzalamadın diye soramaz, sorumsuzdur. Fransız modelinde bu daha geniştir. Fakat siyasette şöyle bir düstur var; bir şeye karşıysanız alternatifini de söylemeniz gerekir. Bir anayasaya karşıysanız benim anayasam da bu demelisiniz. Ben şu ana kadar muhalefetini, benim anayasam budur, diye bir anayasa önerisi görmedim. Sadece mevcut devam etsin diyorlar, mevcut da Kenan Evren’e göre dikilmiş bir anayasadır. Partilerimizin artık bu kısırlıktan kurtulması gerekiyor. İktidarın kolaycılığını görmemiz lazım. Siyasi kriz var. Çözüm referandum.. Hükümet istikrarsız oluştu, gelsin başkanlık sistemi. Bu ezberciliktir. İngiltere’de 3 asırdır takır takır işleyen istikrarlı bir sistem var. İngiltere’de savaş dönemleri hariç koalisyon yoktur. Savaşta da zaten bütün ulus omuz omuza verir. Bu basit çoğunluk ve dar bölgeli sistemle ortaya çıkıyor. Bu şekilde sağlanıyor. Ve parlamenter sistemin beşiği. Buyrun… Demek ki krizin nedeni parlamenter sistem değil, seçim sistemi.

Son olarak bahsetmek gerekirse, sistem tartışmalarında krizinin nedeni “Parlamenter Sistem” değil, “Seçim Sistemi” dediniz, peki sizin öneriniz nedir?

Evet krizin nedendi, parlamenter sistem değil seçim sistemi ve benim bu konudaki önerim şöyle:
Parlamentonun üye sayısı artırılmalı, çünkü Türkiye kalabalık bir ülke. Avrupa kontenjanı veya Dış Türk vatandaşları kontenjanı ayrıca belirlenmelidir. Onların oyları içeri serpiştirilmeli değil, dışarı için 50 tane milletvekili koyacaksın nüfusa göre. Amerika’daki Türkler için 10 tane, Almanya veya Avrupa için 40 tane. Diğer ülkeler için nüfus oranına göre bir dış kontenjan koyacaksın.
Ondan ayrı olarak 800 üyeli parlamento 400+400 biçiminde, ben bu 800 lafını ettiğimde bir takım gazeteciler ya 550 tanesini zor besliyoruz 800 tanesini mi besleyeceğiz diyorlar. Bunun adına demagoji derler ve halk dalkavukluğudur bunun öteki adı. 800 ün yarısı İngiltere’deki gibi dar bölgeli çoğunluk sistemiyle seçilecek. Zaten bakın Artvin, Iğdır, Tunceli, Bayburt, Kilis, Gümüşhane, Hakkari.. Buralarda 2 tane milletvekili var ve 10 bin oyla, 7 bin oyla milletvekili seçiliyor buralarda. Istanbul’da 100 bin oyla seçiliyor ama. İzmir’de 80 bin oyla seçiliyor. Buraların hakkı yenmemeli ve buralara dar bölgeli çoğunluk sistemiyle milletvekili gelmelidir. 2’ye ayrılmış bir dar bölge; il genelinde %40’ı aşan bir parti 1 tane alacak mesela. Öbür partilerden hiçbiri aşamazsa 2’sinide alacak. %40’ı 2 parti aşarsa sonuç 1-1 olacak. Dar bölge sisteminin özelliği budur. Yani 2 tane milletvekili çıkaran illerde %40 rakamını koyacaksın. Veya 15 gün sonar ikinci tur getireceksin. İkisi de aşarsa 1-1. Biri aşar diğeri aşamazsa biri 39 diğeri 61’de kalırsa ikisini de o alır. Böylece oylar dağılmayacak geri kalan 400 tanesi de Istanbul, izmir’de 2 milletvekilinden oluşan bölgelere ayrılacak. Geri kalan 400 milletvekili fazla nüfuslu iller için ekstra milletvekili olacak. Bu zaten var. Artvin’de 2 tane, İstanbul’da 90 tane. Bu 90 tanenin yarısı bu şekilde dar bölgelerle oluşacak, geri kalan yarısı ise basit çoğunluğa göre seçilecek. Nispi temsile göre seçilecek. Baraj düşürülebilir. Azaltılırsa küçük partilerin de temsili sağlanır ve büyük partilerin de şımarmaması sağlanır. Küçük partilerin zamanla yükselme imkanı böyle bir seçim sistemi ile oluşabilir. Bence bu tartışılmalı. Eğer parlamenter sisteme devam etmek istiyorsanız bunun tartışılması lazım.
Parlamenter sistem istikrarsızlık sağlıyor, gelsin başkanlık sistemi. İktidar bu kolaycılığı yapıyor. Buna bir cevap vermek gerekir. Bakın İngiltere buyrun parlamenter sistemi. İstikrarsızlık var mı İngiltere’de? İngiltere’de istikrarı Seçim Kanunu sağlıyor . Bunu düzeltmeye bakmamız lazım. Bizim muhalefet partilerimizden acaba İngiltere’yi inceleyen bakan var mıdır? İnşallah vardır fakat olsaydı bu lafları eden biri çıkardı herhalde. Bunu söyleyebilecek bir muhalefet şu anda yok. Onu diyecek kişinin o seçim kanunu kabul etmeye hazır olması gerekir. En azından bunu gündemde tutabiliriz. Olabilececek olan Fransız modelidir. Siyasal partiler ve seçim kanunu anayasadan ayrı düşünülmemelidir. Bu 2 kanunda ciddi sorunlar var ve bu kanunlar anayasaya eklenmelidir. Önüne gelen sürekli değiştirememelidir. Siyasal Partiler Kanunu 1983’de darbecilerin yaptığı bir kanundur. Partilere seçimlerde iş birliği yapma olanağı getirilmeli. Seçim barajının ötesinde 800’lük 400+400 ve buna ek 50 ya da 100 tane yurt dışı kontenjanının ötesinde, partiler ittifak yapabilmeli ve seçimlerde bu oylar ortak sayılmalıdır. Tek bir blok gibi… Bu bizde yok mesela. Bunu uygulayan ülkeler var. Doğu Avrupa ülkeleri İtalya, Fransa buralarda var. Biz bu seçime blok olarak giriyoruz diyorlar. Bizim oylarımızı ortak hesaplayın, aday listemiz de 1’dir. Adaylarımızı da ona göre seçin diyorlar. Bu getirilmeli mesela. Yıllardır konuşuluyor bu. Bütün partiler aralarında oturur konuşurlar, ortak listeyle çıkarlar seçime. Bu mümkün, bunun uygulaması vardır.

Esra YILMAZ – Samet ERSAN
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi TUİÇ Temsilcisi

Brexit: Bir Tarihsel Kırılma Noktası

       Brexit: Bir Tarihsel Kırılma Noktası

İngiltere’nin 24 Haziran 2016 tarihinde yapmış olduğu referandum meydana getirdiği ve getireceği sonuçlar açısından bir tarihsel kırılma noktasıdır. Referandumdan çıkan ayrılma kararı aslında birçok noktada duygusal olarak alınmış bir karar olarak gözükmektedir. Ayrılma yönünde propaganda yürüten siyasetçilere ve referandum öncesi hazırlıklarına bakıldığında çok büyük çoğunlukla sağ kanat mensubu kişiler olduğunu görmek mümkündür. Bu bağlamda Avrupa Birliği’nden ayrılma taraftarlarının referandum propagandaları süresince kullandıkları “Let’s Take Control Back” (Kontrolü tekrar geri alalım) ise milliyetçi İngilizlerin gönüllerini çelmiş gözükmektedir. 2 yıl içerisinde ayrılma işlemlerinin biteceğini ön gören siyasetçiler bu dönem içerisinde özellikle İngiltere’nin Avrupa Gümrük Birliği’nden ayrılmasından kaynaklanacak finansal krizlere dikkatleri çekmektedir. Referandum sonuçlarını takip eden ilk 12 saat içerisinde sterlinin dolar ve Euro karşısındaki düşüşü de bunu kanıtlar niteliktedir. İngiltere’nin ayrılma kararı ile birlikte eurozone ülkeleri de finansal olarak yakın gelecekte hassaslaşacaklardır.

İngiltere’nin “Brexit” referandumu her şeyden önce bir hükûmet krizine de meydan hazırlamaktadır. Referandum sonuçları ile halkın Avrupa Birliği karşıtlığı gün yüzüne çıkmıştır. Diğer taraftan ise Muhafazakâr parti bundan cesaretle daha anti AB yöneliminde söylemlerde bulunmaya başlamıştır. Tüm bu noktalardan hareketle İngiltere Başbakanı David Cameron istifasını sunmuş ve yerini kendi deyimi ile “ gemiyi, yeni rotasına götürebilecek özelliklerde olan yeni bir kaptana” bırakmak istediğini dile getirmiştir. Diğer bir yandan referandum, İngiltere yapısında da fikir ayrılıklarını gün yüzüne çıkarmıştır. Alınan sonuçlarda İskoçya büyük oranda AB’de kalma oyu vermiştir. İskoçyalı siyasetçiler bu bağlamda yeni bir İngiltere’den ayrılma referandumunun yapılabileceğini dile getirmişlerdir. Ayrıca Kuzey İrlanda da İrlanda ile birleşebileceğinin sinyallerini vermiştir.

Uzun bir süre daha gündemden inmeyeceği belli olan bu politik değişim geniş bir perspektiften bakıldığında eğer dikkatli bir şekilde yürütülüp sürdürülemez ise İngiltere’nin diğer Avrupa Birliği üyesi ülkelerle ilişkilerine de zarar vereceği aşikârdır. Hali hazırda birçok tepki alan İngiltere’nin ayrılma kararı Avrupa Birliği üye ülkelerinde yükselişte olan sağ kanat siyasi partilerinin sesini yükseltmesine de yol açmıştır. Bu ülkelerden biri olan Fransa’daki sağ partiler söz konusu ayrılık referandumunun kendileri tarafından da yapılmasını gündeme getirmişlerdir.

İngiltere’de alınan bu kararın bir bakıma Avrupa’da yıllardır yükselişte olan muhafazakâr ve radikal sağ akımın etkisinde alınmış olması da gelecek adına ayrı bir soru işareti oluşturmaktadır. Yunanistan’ın ekonomik olarak çökme noktasına gelmesi ve ona yardımcı olmak amacıyla kurtarma paketleri oluşturma ile başlayan, göçmen krizi ile birlikte Schengen Bölgesi ülkelerinin sınır savunmalarında gittikleri değişimler çok daha öncelerden Avrupa Birliği bünyesinde fikir ayrılıklarının olduğunu gün yüzüne çıkartmıştır. Şimdi ise fiilen gözlemlenmeye başlanmıştır. Ayrılma kararından sonra en büyük soru işaretlerinden birisi de İngiltere’nin mevcut göçmen krizi ile ilgili tutumunun ne olacağıdır. Şimdilik elle tutulan bir açıklama olmasa da İngiltere’nin yakın gelecekte Avrupa Birliği ile paralel siyasalar geliştirmeyeceği tahmin edilmektedir.

Sorun teşkil edecek olan ve soru işareti olarak kalan başlıkları şu şekilde sıralayabiliriz;

  • Avrupa Birliği’nin içerisinde ayrılık taraftarlarının sesini daha fazla yükseltmeye başlaması,
  • İngiltere’nin içerisinde ayrılık taraftarlarının (İskoçya, Kuzey İrlanda, Londra) bu referandum sonucunu bir fırsat olarak görmeye başlaması,
  • İngiltere’nin kurulu olan ekonomik düzenden çıkmasını takiben yapması gerekecek olan serbest ticaret antlaşmalarının daha önceki düzeni sağlayıp sağlayamayacağı,
  • Avrupa Birliği’nin sağladığı kolaylıklar vasıtasıyla merkezlerini İngiltere’de kurmuş olan ekonomik girişimlerin merkezlerini taşımak isteyip istemeyecekleri,
  • İngiltere’nin Avrupa Birliği dâhilinde katıldığı Rusya’ya karşı uygulanan ekonomik yaptırımlara devam edip etmeyeceği,
  • Mevcut göçmen krizi ile ilgili olarak İngiltere’nin ne yönde bir karar alacağı
  • İngiltere’de hali hazırda bulunan 3 milyon Avrupalının geleceklerinin ne olacağı (aynı şekilde 1.2 milyon Avrupa’da bulunan İngiliz’in)
  • Avrupa Birliği’nin, İngiltere’ye nasıl bir tepki vereceği.

Daha nicelerinin eklenebileceği bu listede ki cevaplarını bekleyen sorular önümüzdeki günlerde de gündemden düşmeyeceklerdir. Sonuç olarak Avrupa Birliği’nin itibarının zedelendiği bu durum şüphesiz ki İngiltere ve Avrupa Birliği ülkelerinin etkin iş birliği ile sonuçlanacaktır. Ancak bu işbirliğine giden süreçte yaşanacak krizler tüm dünya ülkelerini etkileyecek ve bu krizlerin çözümleri de aynı şekilde tüm dünya ülkelerinin etkin koordinasyonu ile mümkün olabilecektir.