Home Blog Page 246

1990 Sonrası Türkiye’nin Balkan Politikası: Bulgaristan Örneği

ÖZET

Coğrafi, ekonomik, kültürel, etnik ve tarihsel açıdan önemli bir bölge olan Balkanlar yüzyıllardan beri Asya ve Avrupa arasındaki en stratejik bölgelerden biri olma özelliğini korumaktadır. Balkan Yarımadası’nın, coğrafi konumu bakımından Avrupa’ya bitişik olması, doğudan Asya’ya ve Afrika’ya kolaylıkla geçit vermesi, tarihte daima çeşitli milletler arasında bir mücadele alanı olmasına yol açmıştır. Osmanlı yönetiminin Balkanlarda hakimiyetini kaybetmesiyle Türk halkı Balkanlarda çeşitli zulümler görmüştür. Baskılar neticesinde demokratik yönetimin Balkanlara gelmesi ile Türkler ile Balkan ülkeleri arasındaki sorunlar da yavaş yavaş çözülmüştür.

Balkanlardaki baskı döneminde Bulgaristan ile Türkiye’nin ilişkileri de gerilmiştir. 1984-1989 yılları arasında Bulgaristan Türkleri nedeniyle, Ankara-Sofya ilişkileri neredeyse kopma noktasına gelirken; Jivkov rejiminin ardından Türk azınlığın durumunda meydana gelen iyileşmeye paralel olarak ikili ilişkiler de düzelmiştir. Bulgaristan-Türkiye ilişkileri 1990 yılından sonra iyileşme göstermiş ve ekonomik ve sosyal anlamda iki ülkenin birbirine katkı sağlamıştır.

1. BÖLÜM: BALKANLARIN TARİHİ VE SOSYO-EKONOMİK YAPISI

 Balkanların Jeopolitiği

Balkanlar, dağlık bir bölge olup, Karadeniz, Ege ve Adriyatik Denizi ile çevrili, Avrupa kıtasının güneydoğusunda yer alan bir yarımadadır. Bölgenin adına neden “Balkanlar” dendiği ise, isminin anlamından anlaşılmaktadır. Çünkü bu ad XIX. Yüzyılın başlarından beri kullanılmakta olup, “sık ormanlarla kaplı sıradağ ya da çalılıklarla kaplı engebeli arazi” anlamlarına gelmektedir. Bölgenin sınırlarını tam olarak belirlemek imkansız gibi görünmektedir. Çünkü kabul gören üç görüşten biri kuzey sınırını, Tuna nehri ve onun kolu olan Sava ile sınırlı
tutarken; diğer görüş Eski Yugoslavya ve Romanya ülkelerinin kuzey sınırı olarak öngörmektedir. Sonuncusuna göre ise bölgeye adını veren Osmanlı Devleti‘nin Avrupa’daki Hristiyan dünyası ile çizdiği sınır olarak belirlenmekte olup, buna göre bölgenin yüzölçümü 1.000.000 km2’yi bulmaktadır. Balkan adının da Türkçe bir kelime olduğu göz önünde tutulursa, bu son sınırlandırmanın kabul edilebileceği söylenebilir (Berber, 2009: 6-7).
Bazı coğrafyacılar bölgenin kuzey sınırını Tuna ve Drava nehirleri olarak kabul ederken, bazı coğrafyacılar da bu sınırı Karpat dağlarının doğusundan geçirirler. Böylece bu ikinci sınırlamaya göre Balkan yarımadası 1.000.000. km2 kadar bir yüzölçümünü kaplamaktadır. Yarımadanın dikkati çeken ilk özelliği dağlık oluşudur.

Zor geçit veren dağlar çeşitli bölgeler arasında, bilhassa batıda irtibatı güçleştirerek kültür, dil ve geleneklerin çok farklı biçimde gelişmesine sebep olmuştur. Kuzeyde yarımadasının en büyük akarsuyu Tuna nehridir. Diğerleri Sava, Drava, Morava, Drina olup hepsi de Tuna’ya katılır. Olt ile Prut nehri ve kısmen de Tiza ise kuzeyden eklenerek Tuna’yı dünyanın sayılı suyu bol nehirlerinden biri haline getirirler. Güneyde Ege denizine dökülen nehirlerin en önemlileri Vardar, Struma- Karasu, Mesta-Karasu ve Meriç’tir. Bunların yanında Adriya denizine dökülen Drin gibi küçük nehirler de vardır (Gökyer, 2011: 1).

Balkanlar geçmişte ve günümüzde Avrupa ile Asya arasında önemli bir geçiş yolu olmuştur. Bölgeyi kontrol eden güç diğer bölgelere kolayca nüfuz edebilmiştir. Bölgenin güçlü bir devletin kontrolüne girmesi, o gücün Balkanlardan yola çıkıp Avrupa ve Asya için etkili olması fırsatı doğuracaktır. Bölge gerek Avrupa içlerine geçit niteliğinde oluşu, gerekse Asya ve Afrika ile yakınlığı sebebiyle devletler için sürekli mücadele mekanı konumunu korumuştur ve bu sebepten sayısız istilalara uğramıştır (Akman, 2006: 191).

Balkanlar, siyasi tarihin siyasi coğrafyayı sürekli olarak yeniden şekillendirdiği bir bölgedir. Önemli bir geçiş alanı olması, güçlü deniz bağlantıları ve coğrafi derinlik nedeniyle çoğu zaman kendi içindeki siyasal merkezlerin ötesinde bölgesel ve küresel hakimiyet mücadelelerine sahne olan sorunlu bir coğrafyadır. Balkanlar, Antik Yunan, Roma, Bizans, Osmanlı ve Habsburgların hakimiyet alanlarına dahil oldu. Asya, Avrupa ve hatta Afrika’nın kesişme noktasında tarih boyunca siyasal ve kültürel sınırların üzerinde durdu. Batı ve Doğu Roma (Bizans), Ortodoksluk ve Katoliklik, İslam dünyası ve Hristiyan dünyası, modern zamanlarda ise Batı (NATO) ve Doğu (Varşova Paktı) arasındaki sınırlar hep Balkan coğrafyasının üzerinden geçti (Oruç, 2011: 13).

Coğrafî konumu itibariyle büyük önem arz eden Balkanlar, tarih boyunca büyük güçlerin geliştiği coğrafyaların arasında yer alması nedeniyle hep bir çekişme alanı olduğunu ve bölgedeki büyük güçlerin Anadolu, Orta ve Batı Avrupa’da kurulup geliştiğini görürüz. Dünyanın en büyük iki imparatorluğundan birincisi olan Roma’nın kurulduğu İtalya, Balkanlar’ın batısında; ikinci büyük imparatorluk olan Osmanlı’nın kurulduğu Anadolu ise doğusundadır. Tarih boyunca kurulan büyük devletlerin hareketleri hep birbirleri üzerine, doğu-batı, kuzey-güney doğrultusunda gerçekleşmiş ve bu hareketleri sırasında geçiş noktası Balkanlar üzerinden olmuştur. Bu da Balkanlar’ın önemini arttırmıştır (Gökyer, 2011: 3).

1990’larda Balkanların Genel Görünümü

Doğu Avrupa’daki sosyalist rejimlerin 1989 sonuna doğru teker teker yıkılmaya başlaması, Türkiye ve Yunanistan dışında, bu rejimleri benimsemiş olan Balkan ülkelerinde de etkisini göstermiştir. Bulgaristan’da 35 yıldır iktidarda olan Todor Jivkov istifa etmiş, yerine Dışişleri Bakanı Petar Mladenov gelmiştir. Bulgaristan böylece daha liberal bir sisteme yumuşak geçiş yapmıştır. Zaten kısa bir süre sonra Mladenov da görevden ayrılacak; yerine Jelu Jelev gelecek ve Demokratik Güçler Birliği hükümeti kurulacaktır (Uzgel,2004:481). Romanya’da ise Nicolae Cavuşescu bir ayaklanma neticesinde devrilerek kurşuna dizilmiştir. Sonrasında sol eğilimli Ulusal Selamet Partisi iktidara geçmiştir.

Arnavutluk’ta da Enver Hoca’nın 1985’te ölümünden sonra başa geçen Ramiz Alia 1990 başından itibaren bir dizi ekonomik-siyasal önlemler alarak bu değişmelerden etkilendiğini göstermiştir. Bu ülkede de Nisan 1990’da başlayan gösteri ayaklanmalar sonucu dış politikada SSCB ve ABD’yle ilişkiler kurulmaya başlanmış, iç politikada ise çok partili düzen benimsenmiştir (Uzgel, 2004: 482).

Bu ülkelerin içindeki gelişmelerin yanında hepsinde ortak olarak bulunan özellikleri şöyle sıralanabilir (Yıldız, 2006: 17-18):

  1. Bütün Balkan ülkelerinin iç ve dış politikalarını etkileyen en temel ve yaygın olgu, bugün de halen devam eden, milliyetçiliğin yükselişe geçişiydi. Milliyetçilik 19. yüzyılda kaldığı yerden devam ettiği görüntüsünü verirken, Balkanların çatışma ve etnik anlaşmazlıklarla anılan ününü 1990’larda pekiştirdi. Gerek bölge ülkeleri gerekse bölge dışı güçler, Balkanların yarattığı bu çağrışımdan uzaklaşmak amacıyla yeni bir bölgesel tanım olarak Güney Doğu Avrupa terimini geliştirmeye çalıştılar. Bu aynı zamanda Batılı ülkelerin Balkanları Avrupa’nın bir parçası olarak görmeye başladıkları anlamına geliyordu. Türkçe olan Balkan kelimesi yerine bu tür bir coğrafi terimin geçirilmeye çalışılması Türkiye’de rahatsızlık yarattıysa da bu dönemde ortaya atılan tüm bölgesel girişim ve projeler bu adı taşıyacaktır. Bunun yanında Batı Balkanlar kelimesi de kullanılmaya başlandı.
  2. Birçok Balkan ülkesinde eski komünist parti ileri gelenleri, partilerinin adını ”sosyalist parti” olarak değiştirip milliyetçi temalara ağırlık vererek iktidarlarına meşruiyet sağlamaya çalıştılar. Bu ülkelerde, geçmişte örgütlü siyasal muhalefetin bulunmaması nedeniyle liberal programları savunan partiler iktidara geldilerse de deneyimsizlik ve koşulların güçlüğü nedeniyle başarısız olup iktidarı tekrar yeni sosyalist partilere bırakmışlardır. Bu türden gelişmeler Bulgaristan’da, Romanya’da ve Arnavutluk’ta görülebildi. Yugoslavya’da ise eski Sırbistan komünist partisi lideri Slobodan Miloseviç bütün Balkanlarda her iki dönemde de liderlik konusunda süreklilik gösterebilen tek lider olmuştur.
  3. 1990’larda Balkanlardaki dönüşümün ortaya çıkardığı bir diğer gelişme, bölge üzerindeki uluslararası nüfuz mücadelesinin oluşan yeni koşullar altında hız kazanması olmuştur. Bu dönemde öncelikle Sovyet-Rus etkisi, daha önceki döneme göre azalma gösterdi. Rusya, yeni Yugoslavya ve Yunanistan’la bölgedeki etkinliğini sürdürmeye çalışırken, Almanya ve bir ölçüde İtalya, ABD ve Türkiye bu bölgede etkinliklerini arttıran ülkeler olmuşlardır.
  4. Yugoslavya’nın dağılması sonucu bölgedeki devlet sayısında bir artış yaşanmıştır. Eski devletlerin yanında Slovenya, Hırvatistan, Bosna-Hersek ve Makedonya, Moldovya yeni bağımsızlıklarını kazanan ülkeler olmuşlardır.
  5. Bir önceki dönemde yaşanan siyasal ve ideolojik çeşitliliğin yerini ise gerek iç yapıda, gerekse dış politikada tek boyutluluk almıştır. Yugoslavya dışında bu ülkelerin hepsinde liberalleşme, özelleştirme ve batı kurum ve kuruluşlarında yer alma başlıca hedef olmuştur.
  6. Bu ülkelerin hepsi geçiş döneminin sıkıntı ve sorunlarını yaşamışlardır. Eskisinin tersine devlet yapılarının yeterince güçlü olmaması, gelen dış yardımların önemli kısmının iktidara yakın kesimler tarafından paylaşılması, girişimci sınıfın bulunmaması, siyasal sürecin etnik temeller ve rant paylaşımı üzerinde gelişmesi; bu siyasal yapının rüşvet, kayırma ve organize suç için uygun ortam yaratması bu dönemin ortak sorunları olarak ortaya çıkmıştır.

Yugoslavya’nın Dağılma Süreci

            Yugoslavya’nın dağılışı, modern dünyanın birçok sıcak bölgesinde görülmekte olan Balkanlaşma sürecinin, bu sürece adını veren coğrafyada yaşanan şiddetli bir örneğini temsil etmesi sebebiyle önemlidir. Yugoslavya’nın yıkılışı toplumların bir arada geçirdiği yüzyılların, birbirlerinden ayrı ve izole olmalarını engellemek bir yana birbirlerini tamamen farklı hatta düşman görmelerine yol açabileceğini göstermesi açısından da önemlidir. Bulgaristan’ın Türk hakimiyetinde geçirdiği beş yüzyılın iki toplum arasında hiçbir ortak değer yaratamamış olmasını, bu toplumlar arasında çok az ve önemsiz kültürel etkileşime yol açmasını bir örnek olarak gösterebiliriz.

Yugoslavya’nın dağılışı süreci İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en kanlı savaş sürecidir. Günümüz dünyasının en medeni olduğu düşünülen kısmında meydana gelen böylesine kanlı bir savaş süreci dünya üzerinde barış, insanlığın birliği ve birleşmesi fikrinin uzun vadede somut olarak belirmesine yol açacak bir tarihi süreç olarak da görülebilir. Fakat dünyanın gruplaşmalar sonucu farklı parçalara bölünebilme ihtimalinin ne kadar kanlı sonuçlara yol açabileceğinin küçük çaplı bir örneği olarak da kabul edilebilir (Abaz, 2007: 1).

Soğuk savaş döneminin sona ermesiyle birlikte Yugoslavya’nın dağılması sadece Balkan coğrafyasının siyasi tarih dinamikleriyle açıklanamayacak sistematik bir dönüşüm ve değişimin sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Uluslararası sistemin Soğuk Savaş’ın sona erdiği dönemde yaşadığı değişim Yugoslavya’yı da derinden etkilemiş, iki kutuplu dünyadan yenidünya düzeni olarak adlandırılan yeniden yapılanma sürecine geçiş iddiasından birçok bölge ve ülke gibi Yugoslavya’da etkilenmiş ve adeta küresel sistemin bölgesel rekabet alanlarından birisi olmuştur (Davutoğlu, 2001: 292).

Yakın Dönemdeki Son Gelişmeler

Balkanlarda yakın dönemde yaşanan en önemli gelişme, kuşkusuz, Yugoslavya Federal Cumhuriyeti (YFC)’de yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Yugoslav halkının tercihini gerilim ve çatışmadan değil, değişimden yana kullanmış olmasıdır. YFC, Miloseviç’in iktidardan ayrılmasının ardından, uluslararası toplumla bütünleşme yolunda önemli adımlar atmaya başlamış ve Miloseviç’i, Bosna ve Kosova’da yaptığı eylemlerden dolayı yargılanmak üzere uluslararası insan hakları mahkemesine teslim etmiştir. Balkanlarda yakın dönemde yaşanan en önemli gelişme 14 Mart 2002 tarihinde Yugoslavya’nın yerini “Sırbistan-Karadağ” devletine bırakarak tarihe karışmasıdır. Balkan tarihi açısından çok önemli bu gelişmenin diğer önemli bir yönü de Yugoslavya’nın adının değişmesi ile birlikte, aynı zamanda belki de Balkanlarda on yıldır devam eden parçalanma sürecinin bittiği anlamına gelecek şekilde, Karadağ’ın bağımsızlık isteğinden şimdilik vazgeçmesiydi. Böylece bir zamanlar Adriyatik kıyılarını zorlayan Belgrad, şimdilerde toprak bütünlüğünü kısa vadeli anlaşmalarda korumaya çalışmaktadır. Karadağ’ın Sırbistan’la eşitlendiği anlaşma, bölgedeki krizleri bitirmemiş, şu ana kadar on yıldır yaşandığı gibi, sadece üzerini örtmüştür (Yıldız, 2006: 25).

12 Aralık Perşembe günü Arnavutluk Dışişleri Bakanı İlir Meta ve Romanya Cumhurbaşkanı İon İliescu tarafından yayımlanan ortak açıklamada, Arnavutluk ve Romanya’nın NATO ve AB yapıları ile bütünleşme konusunda aynı görüşte olduğu belirtildi. Aynı gün içinde, Arnavutluk Kabinesi, Meclis Komisyonu’nun endüstri üzerine gerçekleştirdiği bir toplantıda bölgesel işbirliğini siyasi öncelik olarak belirlenmiştir. Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’nın dağılması ile ortaya çıkan yeni devletler arasındaki uyuşmazlıklar, savunma amaçlı askeri bir örgüt olan NATO’yu belki ileride yeni düzenlemelerle bu tür uyuşmazlıklarda görev verilmek üzere yarı askeri, yarı siyasi uluslar arası bir örgüt haline de getirebilecektir (Öztekin, 2000: 313). Bu gelişmeler ile Balkan coğrafyası çatışmanın merkezi olmaktan çıkmış ve demokratik bir görünüme kavuşmuştur

2.BÖLÜM: 1990 SONRASI TÜRKİYE’NİN BALKAN POLİTİKASI VE BULGARİSTAN’A KARŞI TUTUMU

 Türkiye’nin 1990’dan İtibaren Balkan Politikasına Genel Bir Bakış

Bölgeye Yapılan Yardımlar

Türkiye, Balkan ülkelerinin savaş ve yokluk içinde olduğu, halkının ızdırap çektiği zor günlerinde askeri, politik ve kültürel alanlarda önemli yardımlarda bulunmuş, bölgeye tahsis edilen her barışı koruyucu misyonda, özellikle Bosna-Hersek’te, Türk askeri daima yer almıştır. Türkiye’nin bölge ülkelerine yaptığı katkıların bazıları şunlardır;

  1. Doğrudan hibe yardımları ile bölgedeki tarihi ve kültürel varlıkların imarı ve restorasyonu sağlanmıştır.
  2. Türk şirketlerinin özellikle Bosna-Hersek, Makedonya ve Arnavutluk’ta yaptıkları yatırımlar ile (fabrika inşaatı, tersane ve ev yapımı vs) bu ülkelerin gelişmelerine katkıda bulunulmuştur.
  3. Uzun vadeli ve düşük faizli Eximbank kredileri ile özellikle Arnavutluk ve Bosna-Hersek’te küçük ve orta ölçekli iş yerlerine eğitim yardımı şeklinde kredi kullandırılmıştır.

4.İnsani yardımlar kapsamında bölgedeki savaşlardan kaçanlara ev sahipliği yapılmış, Türk Kızılay’ı tarafından mülteci kampları kurulmuş, gıda, tıbbi malzeme ve diğer yardımlarda bulunulmuştur.

  1. Eğitim ve kültürel alanda, Türk üniversiteleri tarafından Arnavutluk, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Hırvatistan, Makedonya ve Romanya öğrencilerine burs sağlanmış, Makedonya’da tarihi binaların ve milli kütüphanenin tamiri gerçekleştirilmiş, pazar ekonomisi, bankacılık ve sigortacılık alanlarında teknik yardımlarda bulunulmuş, sağlık ve güvenlik alanında eleman yetiştirilmesine ve gerekli sağlık müesseselerinin kurulmasına yardım edilmiştir (Online Erişim: www.mfa.gov.tr )

Bazı Balkan Ülkeleriyle Olan Ekonomik ve Siyasi İlişkiler

1990 öncesi Komünizmle idare edilen Romanya ve Türkiye farklı kutuplarda olduklarından karşılıklı ilişkileri fazla olmamıştır. Fakat 1990 sonrasında Komünizmin yıkılmasıyla, serbest piyasa ekonomisine geçen Romanya, yakınında komşusu olan Türkiye ile iyi ilişkilere girmiştir. 1990 sonrası özellikle ekonomik alanda ikili ilişkiler yoğunlaşmıştır. Romanya pazarına açılan Türk işadamları önemli miktarda yatırımlar yapmışlardır. Romanya’daki Türk azınlık sayıca çok fazla değildir. Fakat Türkiye’nin ilgisi sadece Türk azınlığa değil, Hristiyan Ortodoks Türk olan Gagavuzlar ve Tatarlara karşı da mevcuttur. Fakat bu ilgi Romanya devletince bir tehdit olarak değil, ilişkileri arttırıcı bir unsur olarak görüldüğü bildirilmektedir (Akman, 2006: 230).

Balkanlar’da Türkiye’nin uzak komşusu olan Slovenya ile doğrudan bir bağ olmadığından ilişkiler diğer Balkan ülkeleriyle olduğu kadar yoğun olmamıştır. Slovenya ile 1992’de diplomatik ilişki kurup, 1993’te büyükelçilik açan Türkiye, bu tarihten sonra Slovenya ile ilişkilerine önem vermiştir. NATO üyesi olan Türkiye, Slovenya’nın NATO’ya üyeliği için önemli bir kapı olmuştur ve bu yolda destek istenmiştir. Slovenya, bulunduğu konum itibariyle Türkiye için ayrı bir önem arz etmektedir. Türkiye’nin Avrupa’ya yaptığı ihracatta geçiş yolu üzerindedir (Özdağ, 2011: 233-234).

İki ülke arasında, 1995 yılına kadar sürekli artan sıcak ilişkiler görülmektedir. Bu tarihe kadar, otuza yakın ikili anlaşmalar yapılmıştır. Askeri anlaşmalar, işbirliği anlaşmaları, komşuluk ve iyi ilişkiler anlaşmaları yapılmıştır. Fakat 1995 yılından sonra Makedonya ve Yunanistan ilişkilerinin yakınlaşması ile, Türk-Makedon ilişkileri eski düzeyinde olmamıştır. Yunanistan Makedonya’yı “Former Yugoslav Republic of Makedonia” olarak tanımıştır. 1999 Nisanında 200.000’den fazla Kosovalının Makedonya’ya sığınması ile Makedonya’nın istikrarını tehdit etmesiyle, Türkiye’nin, 20.000 mülteci almayı önermesi ile iki ülke ilişkileri açısından diğer olumlu bir dönemi oluşturmuştur. Makedonya’da 77.000 Türkün varlığı ise iki ülke ilişkileri açısından önemli bir durumdur. Ülkedeki Türklerin durumu diğer ülkelerdekilerin durumundan daha da iyi olmasına rağmen, istikrarsızlık döneminde ciddi problem yaşayacakları muhtemeldir. Türkiye açısından istikrarlı bir Makedonya, Balkan barışı için büyük önem taşımaktadır (Özdağ, 2011: 234).

1990 Sonrası Türkiye-Bulgaristan İlişkileri

            1990 Sonrası Türkiye-Bulgaristan İlişkilerini Etkileyen İç ve Dış Faktörler

            İlk olarak belirtmek gerekirse, 1989 sonrası Bulgaristan-Türkiye ilişkilerini belirleyen başlıca uluslararası değişimin iki kutuplu sistemin çökmesiyle ortaya çıktığı ve ardından; Blok ilişkilerinin ortadan kalkması, çok kutuplu sistemin biçimlenmesi, devletlerin blok dışında nispeten bağımsız birer aktör olarak uluslararası sisteme girmesi veya devlet iradesinin daha belirleyici konuma geçmesi, ideolojik şablonların belirleyiciliğinin azalması, alt-sistemlerin önem kazanması, uluslararası entegrasyon eğiliminin ön plana geçmesi, evrensel ilişkilerin globalleşmesi, demokrasi, çoğulculuk, piyasa ekonomisi gibi değerlerin globalleşmesi, ulus-devlet ilişkisinin yeniden yorumlanma ve düzenlenme gereğinin ortaya çıkması ve benzer birçok yeniliği sürüklediği söylenebilir (Sönmezoğlu, 1996: 345).

Varşova Paktı’nın dağılması, Yugoslavya savaşı, SSCB faktörünün ve Doğu Bloğunun çatırdaması ile bölge devletinin siyasal, ekonomik, askeri, jeopolitik güçlerin dağılımında oluşan dengesizlik, Balkanlar’da yeni bir siyasal ortama neden olmuştur. Bölge ülkelerin dış politikalarının belirleyici faktörlerinde değişimler meydana gelmiştir. Bu çerçeve içinde Bulgaristan ve Türkiye’nin dış politikalarını etkileyen bu yeni faktörler göz önüne alındığında bazı özellikleri vurgulamak gerekmektedir. Balkanlarda devlet sayısı artmıştır bu durum yeni ittifakların, çok yönlü ilişkilerin doğmasına neden olmuştur.

Yeni dönemler, Balkan ülkelerinde yaşanan reformlar, demokratikleşme sorunları ve ekonomik krizler bölgede gerilimi kronik hale getirmişlerdir. Yugoslavya’da başlayan savaş bölgedeki istikrarı engellemiş, gerilimi gündemde tutmuştur. Buna bağlı olarak Balkan ülkelerinde bir güvensizlik hakim olmuş bölge dışından güvence kaynakları aramalarına neden olmuştur. Balkanlar’da tekrar “Balkanlaşma” ve “Avrupalaşma” süreçlerinin bir arada gelişmesi bölgenin temel sorununu oluşturmuştur. Bir yandan bölge ülkeleri Avro atlantik örgütlere (NATO, AB, AGIT, BAB) entegre olma mücadelesi sürdürürken, diğer yandan Kosova, Makedonya, Transilvanya, “Slav Birliği” gibi etnik çatışma odakları tekrar gündemde tehdit ve gerilim kaynağı yaratmıştır (Atalan, 2008: 68).

Türkiye ve Bulgaristan’ın Balkanlar’daki konum ve rolleri böyle bir ortamda genel hatlarıyla belirlendiğini söyleyebiliriz. Her iki devlet için bölgesel güvenlik öncelikli olmuş, Bulgaristan bir taraftan siyasal ve ekonomik iç etnik sorunları ile diğer taraftan tarihsel sorunları olan komşu ülkelerle barış dengesini kurmak amacındadır. Türkiye’ye baktığımızda Yunanistan ve PKK’la devam eden sorunlarının yanında Kafkasya ve Orta Asya ilişkilerini düzenlemek zorunda kalmıştır (Atalan, 2008: 68).

Bulgaristan ile olan ilişkilerde Todor Jivkov’un istifa etmesi ile demokrasiye geçiş aşaması başlamıştır. 1991 yılında Türklere uygulanan asimilasyon işleminin yasal dayanakları yok edilmiştir. Bu dönemde Bulgaristan Türklüğüne karşı bütün medeni dünyanın gözleri önünde uygulanan çok yönlü eritme-yok etme ameliyesinin, bu soykırımın Sovyetler Birliği’ndeki Türk-İslam toplumlarının kaderiyle de yakından ilgili bulunduğu, Rusların Bulgaristan’ı bir deney alanı olarak kullandıkları açıktır (Özdağ, 2001: 341).

Jivkov Sonrasında Bulgaristan hükümetinin Türklere karşı uyguladığı siyasette yumuşama olmuştur. Asimle politikasına son veren Bulgaristan aynı zamanda Türkiye ile ilişkileri de geliştirme yoluna gitmiştir. Haziran 1990’da yapılan ilk demokratik seçimlere, çoğunluğu Türklerden oluşan Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH) de katılmış ve parlamentoda 23 koltuk kazanmıştır. Doğu Bloğunun çökmesiyle Balkanlarda yaşanan rejim ve anlayış değişikliği ya da Doğu Bloğunda yer alan devletlerde iktidarların değişmesi, Türkiye’nin Balkan devletleriyle ve dolayısıyla Bulgaristan’la ilişkilerini doğrudan etkilemiştir (Türkeş, 1997: 323).

İki ülke arasında artan siyasi, ekonomik ve askeri ziyaretler ile güven artırıcı işbirliği görüşmeleri yapılmıştır. Aralık 1990’da Güven arttırıcı önlemler konusunda anlaşmaya varılmıştır. Türk askeri yetkililer Bulgaristan askeri birlik ve tesisleri ziyaret etmişlerdir. 1991 Aralığında askeri yetkililer arasında büyük tatbikatlardan haberdar edilme konusunda bir pakt imzalanmıştır. Ekim 1991’de yapılan erken seçimlerde HÖH 24 koltuk kazanmıştır. Ardından Türk Dışişleri Bakanı 1992’de ülkeyi ziyaret etmiştir (Akman, 2006: 208).

Mart 1990’da bir yasa çıkarılarak, isteyen Bulgar vatandaşlarının Türkçe isimler taşıyabilecekleri kabul edildi (Uzgel,2004:488). Zorla göç ettirilenlerin ülkeye geri dönmesine izin verildi. Ülke nüfusunun yüzde onunu oluşturan Türklerin Hak ve Özgürlükler Hareketini kurması bu dönemin önemli olaylarından biridir. 1997 yılında yapılan seçimlerde içinde HÖH’ün de bulunduğu Demokratik Güçler birliğinin ezici çoğunlukla birinci parti olarak iktidara gelmesi ülkenin gelişmesini hızlandırmıştır. Fakat Türkler için hala Türkçe yayın yapan TV ve radyo istasyonu bulunmamaktadır. Ülkede Türklere karşı aşırı milliyetçi gurupların varlığı halen devam etmektedir. Askeri alanda ise, 1991 yılında Genelkurmay Başkanlarının karşılıklı ziyaretleri neticesinde, önce “Sofya Belgesi” ardından “Edirne Belgesi” , 6 Mayıs 1992’de de iki ülke arasında Dostluk, İşbirliği ve Güvenlik Anlaşması imzalandı (Yıldız, 2006: 71).

Bulgaristan’da, tüm siyasi partilerin destek verdikleri AB’ye üyelik konusu çerçevesinde, Meclis’ten geçirilmesi gerekecek uyum yasalarına ilişkin yasama sürecini uzlaşma yoluyla hızlandırmak amacıyla, Parlamento bünyesinde, her partinin eşit şekilde temsil edildiği bir Avrupa İşleri Konseyi kurulması, Bulgaristan’daki siyasi uzlaşı arayışını kuvvetlendiren bir unsur olmuştur. Bulgaristan, Balkanlarda 1990’larda oluşan kamplaşmanın dışından kalmaya çalıştı. Halkın büyük çoğunluğu Ortodoks olmasına ve tarihsel olarak SSCB/Rusya ile çok yakın ilişkileri bulunmasına rağmen, Bulgaristan Bosna’daki savaşta ve bunun sonrasında yeni Yugoslavya ve Yunanistan’la birlikte hareket etmemiştir. Yine, Yunanistan’ın ülkeyi Atina-Belgrad eksenine çekme çabalarına karşılık vermemiş ve genelde Türkiye ve Yunanistan’a “eşit mesafe” politikasına bağlı kalmıştır. NATO ve AB üyeliği Bulgaristan için temel dış politika hedefleri haline gelmiş ve parlamento 1993’te aldığı bir kararla NATO’ya üye olmak istediğini açıklamıştır. Bu hedef doğrultusunda azınlık haklarının korunmasına önem vermiş, idam cezasını kaldırmıştır (Uzgel,2004:485).

İki ülke arasındaki ekonomik gelişme ilişkilerde de belli iyileşmeler görülmüştür. Türkiye Bulgaristan’ın ihracatında üçüncü sırayı alırken, ithalatında sekizinci sırada yer almıştır. 2000 yılına gelindiğinde iki ülke arasındaki toplam ticaret 710.000.000 dolara ulaşmıştır. Türkiye 251.000.000 dolarlık ihracat yaparken, 460.000.000 dolarlık ithalat yapmıştır. Ticaretin artışında Türkiye’nin Romanya ile birlikte Bulgaristan’dan gelen sanayi ürünlerinde, gümrük vergisini indirmeyi öngören anlaşma, imzalamasının rolü olmuştur (Yıldız, 2006: 71-72).

1990’larda Türk-Bulgar ilişkileri, Balkanlar gibi anlaşmazlık ve çatışmalarla dolu bir bölgede örnek oluşturacak bir nitelik göstermiştir (Uzgel,2004:490). Bulgaristan’ın azınlıklar konusunda gösterdiği gelişmeler Balkan ülkeleri için model teşkil etmiştir. Yaşadığı bütün sıkıntılara rağmen bölge ülkeleri içinde halkının beklentilerini en üst seviyede karşılayabilen ve akılcı politikaları ile istikrarını sağlamayı başaran Bulgaristan için sürecin en başarılı devletlerinden biri olduğu söylenebilir.

                                                           SONUÇ

Balkanlar’ın etnik yapısı, Balkan siyasi coğrafyasına yansımış ve her ülkenin içinde yer alan bir azınlık tarih boyunca sorun oluşturmuştur. Üstelik her etnik grubun arkasında aynı din ya da aynı soydan gelen bir devletin varoluşu bu coğrafyada kavgaların, çekişmelerin ve müdahalelerin nihayet bulamamasında büyük bir etken olmuştur. Balkan Yarımadası’nın Osmanlı Devleti’nden kopuş sürecinde bağımsız küçük devletler oluşturulurken bunların siyasi sınırları gayr-i tabii bir özellik arz etmiş, bu husus ise Avrupa’nın büyük devletleri tarafından bilhassa oluşturulmuştur. Çünkü bu şekliyle Balkanlar, sürekli olarak “müdahaleye açık bir alan” olarak kalacak; büyük devletler menfaatleri tehlikeye düştüğü zamanlarda bölgenin işlerine karışma sansını her daim ellerinde bulunduracaklardı.

Balkanlar 550 yıl Osmanlı hakimiyetinde kaldı. Osmanlı’nın gerileme ve çöküş dönemlerinde Sırbistan 1829, Yunanistan 1830, Romanya 1878, Bosna-Hersek 1878, Bulgaristan 1878, Arnavutluk 1912, Makedonya 1913 tarihinde kaybedildi. Bu süreçte Türklerin Balkanlar’dan sürülme harekatı başladı. 1878 Osmanlı-Rus savaşı sonrası yüz binlerce Türk Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldı. Savaşlarda kılıçtan geçirilen Türkler, savaş sonrasında bulunduğu ülkede çok zor şartlar altında yaşamak zorunda kaldılar.

Türkiye, bir Balkan ülkesi olması, bölgeyle tarihi, kültürel ve stratejik bağlarının olması sebebiyle bölgeyle daha da ilgilidir. Özellikle Soğuk Savaş sonrası şartların itim kuvvetiyle, Bosna ve Kosova savaşlarında aktif rol oynamış, Balkan gerçeğini yeniden keşfetmiştir. Bulgaristan ve Türkiye ilişkileri her dönemde iyi olmamıştır ancak son yıllardaki gelişmelerle ilişkiler düzeltilmiştir.

Bulgaristan’da Türklere karşı gerçekleştirilen asimilasyon politikası sonucu 1984-1985 yıllarında isimlerin değiştirilmesiyle baskılar arttırılmıştır. Bu dönemde yaşanan olaylar sonucunda, 1989 yılında “Büyük Göç Olayı” olarak adlandırılan zorunlu göç gerçekleşmiştir. Kopma noktasına gelen ilişkiler 1989 yılından sonra düzelmeye başlamıştır.

 Fatma Melike DUYAR

 Balkan Araştırmaları Merkezi Stajyeri

 

KAYNAKÇA

ABAZİ B., “Yugoslavya Siyasal Sisteminin Yıkılışı”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2007.

AKMAN H., “Türkiye, Yunanistan ve Arnavutluk’un Balkan Ülkeleri ve Etnik Yapısı Üzerine Stratejik Hedefleri”, Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Gebze, 2006.

ATALAN V., “Uluslararası Sistemin Türkiye ve Bulgaristan Dış Politikaları Üzerine Etkisi”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İzmir, 2008.

BERBER O., “Rusya’nın Balkan Politikası (1696-1840)” Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2009.

DAVUTOĞLU A., Stratejik Derinlik Türkiye’nin Uluslararası Konumu, Küre Yayınları, Nisan, 2001, İstanbul.

GÖKYER U., “XIX Yüzyıl’da Avrupa Devletlerinin Balkan Politikaları”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Elazığ, 2011.

Online Erişim: www.mfa.gov.tr, Erişim Tarihi: 14.04.2016.

ORUÇ Z., “Balkanlarda Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk Çerçevesinde Balkan Türklerinin Kimlik ve Yönetim Sorunları: Kosova ve Makedonya Örneği”, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Sakarya, 2011.

ÖZDAĞ M., “Türkiye ve Türk Dünyası Jeopolitiği Üzerine”; ASAM Yayınları, Ankara, 2001.

ÖZTEKİN A., “Siyaset Bilimine Giriş”; Siyasal Kitabevi, Ankara, 2000.

SÖNMEZOĞLU ., Değişen Dünya ve Türkiye, Bağlam Yayınları, İstanbul, 1996.

TÜRKEŞ M., “Türkiye-Avrupa İlişkilerinde Balkanlar Faktörü ve Yeni Eğilimler” Türkiye ve Avrupa, İmge Kitabevi, Ankara, 1997.

UZGEL İ., “Balkanlarla İlişkiler”, Baskın Oran (Editör) Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşında Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, İletişim Yayınları Cilt 1, İstanbul, 2004.

YILDIZ A., “Türkiye’nin Balkanlarda Etkin Bir Politika İzlemesinin Avrupa Birliği İle Olan İlişkilerine Etkileri”, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Edirne, 2006.

Karadağ’ın NATO Üyelik Süreci ve Güvenlik Eksenli Dış Politikası

0

Katiline aşık olmak gibi, 1999 yılında NATO bombaları Balkanların en küçük ülkesi Karadağ üzerine düşerken Karadağ, Sırbistan ile beraber Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin parçasıydı. Aradan yıllar geçtikten sonra görünen o ki; Karadağ’ın NATO üyeliğine adım adım yaklaştığı şu günlerde her şey değişmiş bulunuyor. Son zamanlarda NATO birimleri ve Podgorica yönetimi arasında gerçekleşen üst düzey ziyaretler, NATO donanmasının Karadağ limanlarına yaptığı seferler ve İttifakın önde gelen ülke liderlerinin açıklamaları Karadağ’ın 02 Aralık 2015’de Brüksel’de yapılan NATO Dışişleri Bakanları toplantısında NATO üyeliğine daveti alması, bunun sonucudur. Mayıs 2016 itibariyle müzakereler sona ermiş olup, üye ülkelerin ve Karadağ parlamentosunun onaylarından sonra, katılımın 2017’nin bahar aylarında gerçekleşmesi beklenmektedir.

Karadağ’ın 2006 yılında Sırbistan’dan bağımsızlığını kazanmasının ardından Karadağ Hükümeti NATO üyeliğini, öncelikli dış politika hedeflerinden biri olarak belirlemiştir. Araştırma yazımızın konusu olan Karadağ’ın NATO üyelik süreci ve Karadağ’ın NATO’ya bakışı; NATO’nun Karadağ’ı ittifak içerisinde görmek istemesinin nedenleri ve Karadağ’ın NATO üyeliği sürecine verilen tepkiler, Karadağ’ın bağımsızlığından sonraki siyasi atmosferi çerçevesinde incelenecektir.

Karadağ’ın Güvenlik İhtiyacı ve NATO

Karadağ’ın 2006 yılında elde ettiği bağımsızlıktan sonra hükümetin alması gereken kararlar arasında bir silahlı kuvvetlerin kurulup kurulmayacağı konusu da vardı. Henüz emekleyen ama giderek gelişen bir ekonomisi olan ve herhangi bir dış tehditle karşı karşıya olmayan bu küçük ülkenin silahlı kuvvetlere ne kadar ihtiyaç duyacağı ve bunun maliyeti konusunda haklı endişeler söz konusuydu. Öte yandan, bölgesinde güvenlik ve istikrarın bir hayli hassas olduğu, ancak bu unsurları sağlamanın mümkün olduğu konusunda da bir fikir birliği oluşmuştu.

Bu konu başlı başına soru işaretleri barındırmasına rağmen Karadağ için en olası seçenek NATO’ydu. Gerek Karadağ Hükümeti üyeleri, gerekse hükümet dışındakiler, Karadağ’ın güvenlik konusunda sadece alıcı konumunda olmasının doğru olmayacağını, bir ülkenin kendi bölgesi içinde ve dışında güvenlik ve istikrara katkıda bulunmasının gerekli olduğuna inanmaktaydılar. (Eğer toplu savunmadan yararlanıyorsanız, buna katkıda bulunmanız gereklidir. Kira veya bakım masraflarını ödemeden bir evde oturamazsınız da denilebilir…) Neticede Karadağ’ın savunma kuruluşunun sadece ulusal savunma ve kriz durumlarının mukabele alanına değil; bölgedeki (ve bölge dışındaki) savunma işbirliğine de katkıda bulunacağına yönünde bir karara varıldı.

İlk adım olarak Karadağ Silahlı Kuvvetleri’nin oluşturulma sürecine girildi. Mütevazı bir savunma kuruluşu (ortalama 2,400 kişilik bir silahlı kuvvetler) kurma kararı alındı. Bu çaptaki bir güç ile güvenlik ve istikrarın korunmasının zor olduğunun bilincinde olan Karadağ, NATO’ya üyelik seçeneğini temel dış politika hedeflerinden biri haline getirdi. NATO’ya üye ülkelerde ekonomik kalkınma için gereken platformun oluşması, dış ve iç yatırımların artması ve toplumsal refah düzeyinin devam etmesi için gereken ortamın sağlandığının görülmesi, Karadağ için de bunun önemli bir seçenek olduğunu gösterdi. Bu süreç, Karadağ’ın toplu savunmasını, güvenliğini ve aynı zamanda gelecekte uygulanacak dış politikasının güvenlik ekseninin oluşturulmasının temel taşıdır.[1]

Karadağlıların NATO Üyeliğine Bakışı

Bugün itibariyle üyeliğe kabul sürecinde olan Karadağ’ın, NATO üyeliği ülke içerisinde çok sert şekilde tartışılmaya devam ediyor. Çoğunluğu, ülke nüfusunun neredeyse yüzde 30’unu oluşturan Sırpları temsil eden partilerden olmak üzere, pek çok muhalefet mensubu siyasi NATO üyeliğine keskin bir dille karşı çıkıyor. Bu karşı çıkışta, şüphesiz ki en büyük nedenler NATO’nun 1990’lı yıllarda Sırbistan’ın Kosova’dan çekilmesini sağlaması ve hâlâ acısı ve öfkesi taze tutulan NATO bombardımanları…

En son gerçekleşen NATO ziyareti sırasında muhalefet mensubu siyasiler NATO karşıtı düzenlenen protestolara geniş bir katılım gösterdiler. NATO karşıtı kalabalık hep birlikte meşhur Rus şarkılarını söyleyip üzerinde “Kosova Sırbistan’ın kalbidir” yazılı dövizler taşıdı. Protesto sonunda ise Sırp yanlısı siyasiler, hükümete NATO bombardımanları sırasında hayatını kaybeden masumları unutmamaları yönünde çağrıda bulundu ve NATO üyeliğinden vazgeçilmesini talep etti. Bu karşı çıkışın varlığına rağmen ülkenin Sırp toplumu dışındaki diğer kesimleri NATO üyeliğini destekliyor ve ülkenin geleceğini Avro-Atlantik entegrasyonunda görmeye devam ediyor. Milo Djukanovic hükümeti de NATO üyeliği için gerekli olan birçok reformu şu zamana kadar başarıyla gerçekleştirmiş bulunuyor. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in başkent Podgorica’da dile getirdiği “Karadağ, gerekli reformları başarıyla uygulamaya devam ederse yılsonunda hak ettiği nihai sonuca varacaktır.” açıklaması da bunu doğrular niteliktedir.[2]

Karadağ’ın NATO Üyelik Süreci

Karadağ, bağımsızlığını kazanmadan önce her ne kadar Sırbistan-Karadağ adıyla 2003 yılında NATO’nun “Barış İçin Ortaklık” programına dahil olduysa da; Karadağ’ın NATO macerasının başlangıcı Sırbistan ile olan devlet birliğinin bozulmasının hemen ertesine denk geliyor. Bağımsızlığın 2006 yılının Temmuz ayında kazanılması sonrasında, aynı yılın Aralık ayında Karadağ bağımsız olarak Riga Zirvesi ertesi “Barış İçin Ortaklık” (BİO) programına başladı.

Bunun akabinde, 2007 yılında NATO birliklerinin ülkeden serbestçe geçmelerine olanak veren transit geçiş antlaşması imzalandı. Nihayetinde, 2009 yılında ise Karadağ, “NATO Üye Eylem Planı”na davet edildi. Olumlu devam eden müzakere sürecinde 2014 yılına geldiğimizde ise, Karadağlı liderler NATO’nun Galler Zirvesi’nde üyelik daveti alma beklentisi içindeydiler. Ancak NATO, Ukrayna’daki savaşın ve Rusya’ya uygulanan yaptırımların oluşturduğu gergin ortamda bu daveti yapamadı. Bunun yerine İttifak, Karadağ ile işbirliğini artırmayı ve derinleştirmeyi tercih etti. Üyelik için davet kararını ise 2 Aralık 2015’de Brüksel’de yapılan NATO Dışişleri Bakanları toplantısında verdi.[3] Karadağ, Galler Zirvesi’nde bugüne kadar İttifak’a katılmak için gösterdiği çaba ve NATO önderliğinde 2010-2014 yılları arasında devam eden operasyona sağladığı destek için de övüldü. Sürecin sağlıklı bir şekilde ilerlediğini söylemek mümkün; zira Karadağ askerleri halen NATO misyonu kapsamında Afgan güvenlik güçlerine eğitim, ekipman ve danışmanlık hizmeti vermeye devam ediyor.[4]

Rusya’nın Karadağ’ın NATO Üyeliğine Bakışı

Tarihi Ortodoks-Slav bağlantısı nedeniyle Karadağ ile yakın kültürel ve ekonomik bağları bulunan, 2006 sonrasındaki özelleştirmelerle emlak sektörüne önemli finansman aktaran ve Karadağ’ın turizm geliri itibarı ile de birinci kaynak ülkesi olan Rusya’nın, NATO’nun davetini Avrupa güvenliğine ve Rusya-NATO ilişkilerine bir darbe olarak görmesi ve provokasyon olarak niteleyerek buna misillemede bulunacağı tehdidinde bulunması da, önümüzdeki zaman içinde Rusya’nın karşı hamleleri konusunda ipucu vermektedir.[5] Rusya’nın Podgorica’nın üyelik kararı sonrası kendini ihanete uğramış hissetmesi beklenebilir bir durum. Zira Moskova, NATO’nun ve de AB’nin herhangi bir doğu genişlemesini agresif bir tutum olarak kabul edeceğini açıklamıştı.[6]

Bu süreçte özellikle ABD, NATO genişlemesi kartını Karadağ vakasında çok açık şekilde oynuyor denilebilir. Bu kararın ardında ise Rusya karşısında Ukrayna ve Suriye’de Batı’nın uğradığı imaj kaybının olduğu söylenebilir. Tüm bunlara ek olarak, Washington diğer Doğu Avrupa genişlemelerinin sonucunda vuku bulan açıklamalarının aksine, muhtemel Karadağ genişlemesinin Moskova’ya karşı alınmış bir hamle olmadığı yönünde herhangi bir açıklama yapmış değil. Bu iddiaların yanı sıra, önemli bir kısım araştırmacı ise Karadağ’ın muhtemel NATO üyeliğinin Rusya karşısında bir zafer ya da Batı’nın Ukrayna’da Rusya karşısında uğradığı imaj kaybını düzeltici bir motif olarak görülmemesi gerektiğini savunuyor. Bu görüşlere göre Rusya, Karadağ ile müttefik olmaktan vazgeçeli çok uzun zaman oldu ve Karadağ’ın NATO üyeliği Rusya’nın dış politika ajandasında önemli bir yer tutmuyor.[7]

Bugün Karadağ’ı yöneten siyasal kadrolar yaklaşık 25 yıldır iktidardalar… Yugoslavya’nın kanlı parçalanma sürecini yakından yaşayan ve Milosevic’in milliyetçi-yayılmacı politikalarının ağır sonuçlarını gören bu yönetici elit; zaman içinde, çatışmaya meydan vermeden Sırbistan ile barışçı bir şekilde yollarını ayırmayı ve akabinde ülkeyi bağımsızlığa taşımayı başarmıştı. Karadağ’ın NATO’ya üyelik davetini de bu yönetici elitin uzun erimli mücadelesinde önemli bir aşamanın geçilmesi olarak görmek doğru olacaktır. Bu anlayış dış politikaya da tüm komşuları ile barışçı ve dostane ilişkiler içinde olma şeklinde yansımıştır. Henüz hafızalarda taze olan Yugoslavya’nın kanlı parçalanma sürecinin de yansıttığı bölgenin etnik ve dini çatışma potansiyelini dikkate aldığımızda, NATO üyeliğinin Karadağ açısından yaşamsal önemini daha iyi anlayabiliriz. Bu bağlamda üyeliğin sadece Karadağ’ın değil bölgenin de güvenlik ve istikrarı açısından büyük önem taşıdığı görülmektedir.[8]

Sonuç olarak, Balkanlarda barış ve istikrarın kalıcı hale gelmesi açısından, Karadağ’ın NATO üyesi olmakla politik-stratejik hedeflerinden birine ulaşma konusunda önemli bir başarıyı yakalamak üzere olduğu söylenebilir. Karadağ yönetiminin -ve NATO destekçilerinin- Sırbistan ile birleşme umudunda olan ülke içindeki Sırp milliyetçisi kesimi devre dışı bırakmış olduğu, etnik ve dini kimlik temelli bölgesel çatışma risklerine karşı da kendisine güçlü bir güvenlik şemsiyesi sağlamış olduğu söylenebilir. Bunun yanında, kuvvetle olası üyelik ile NATO, Kırım’ın ilhakı ve Ukrayna krizinden sonra Rusya’ya karşı önemli bir hamle gerçekleştirerek açık kapı politikasına devam edeceği ve çıkarları gerektirdikçe genişlemekte engel tanımayacağı mesajını vermiştir.

 Sezer BOZACI

 TUİÇ Balkan Araştırmaları Merkezi Stajyeri

KAYNAKÇA

[1]http://www.nato.int/docu/review/2008/08/MONTENEGRO_STATE_SECURITY/TR/index.htm

[2]http://www.analistdergisi.com/sayi/2015/12/karadag-in-yaklasan-nato-uyeligi-bati-ve-rusya-arasinda-yeni-bir-gerilim

[3]http://www.aljazeera.com.tr/gorus/nato-neden-karadagi-uyelige-davet-etti

[4]http://www.analistdergisi.com/sayi/2015/12/karadag-in-yaklasan-nato-uyeligi-bati-ve-rusya-arasinda-yeni-bir-gerilim

[5]http://www.aljazeera.com.tr/gorus/nato-neden-karadagi-uyelige-davet-etti

[6]http://www.analistdergisi.com/sayi/2015/12/karadag-in-yaklasan-nato-uyeligi-bati-ve-rusya-arasinda-yeni-bir-gerilim

[7]http://www.analistdergisi.com/sayi/2015/12/karadag-in-yaklasan-nato-uyeligi-bati-ve-rusya-arasinda-yeni-bir-gerilim

[8]http://www.aljazeera.com.tr/gorus/nato-neden-karadagi-uyelige-davet-etti

Hükümet Dışı Uluslararası Örgütler ve İnsan Hakları

Hükümet Dışı Uluslararası Örgütler ve İnsan Hakları

Uluslararası ilişkilerde devletlerden sonra ikinci önemli rolü uluslararası örgütler oynamaktadır. Küreselleşme uluslararası örgütlerin yerini sağlamlaştırmış ve varlıklarına olan ihtiyacı da arttırmıştır. Uluslararası konjonktür kapsamında vazgeçilmez hale gelen uluslararası örgütler amaç, yöntem, kuruluş ve oluşumlarına göre farklılık göstermektedirler. Bu yazıda, devletler tarafından kurulan ve desteklenen uluslararası örgütlerin yanı sıra, sivil toplum kuruluşları niteliğinde çalışan hükümet dışı uluslararası örgütlerin son yıllarda insan haklarının korunması ve korunmasının teşvik edilmesiyle ilgili olan ilişkisi analiz edilecektir.

Uluslararası Örgüt Nedir?

Uluslararası örgütler zaman içinde devletlerle benzer rolleri paylaşır konuma gelmiş olsalar da uygulamada devletler kadar geniş yetkileri ve katı yaptırımları yoktur. Örgütler ve devletler arasında bazı farklılıklar vardır. Öncelikle örgütlerin devletler gibi kendilerine ait toprak parçaları ya da kendilerine bağlı olan bir nüfusu ve vatandaşları yoktur. Bir başka fark ise örgütlerin devletler gibi yaptırım güçleri veya buyruk niteliğinde etkileri bulunmamaktadır. Son olarak, devletlerin örgütlerden daha kısıtlı bir alana sahip olduklarını söyleyebiliriz; çünkü örgütler amaçları doğrultusunda hareket edip küresel boyutta faaliyete geçebilirken, devletler sadece kendi uyruğundaki vatandaşlarıyla ilgili kararlar almaya yetkilidirler. Bu açıklamalardan yola çıkılarak “XIX. yüzyıl başlarından itibaren ortaya çıkmaya başlayan ve birden çok devlet ya da devlet vatandaşları arasında kurulan örgütler”[1]  ifadesiyle dar kapsamda uluslararası örgütler tanımı yapılabilmektedir.

Uluslararası Örgütlerin Sınıflandırılması

Uluslararası örgütler için detaylı bir tanım yapmamız gerekirse; “bağımsız ve egemen devletlerin veya hükümetler -dışı kuruluşların kültürel ya da bölgesel ölçekte, genel ya da özel amaçlara ulaşma doğrultusunda işbirliğini sağlamak için kuruldukları yapılar, mekanizmalar ve süreçler”[2]   şeklinde ifade edebiliriz.

Uluslararası örgütler sınıflandırılırken genellikle ikili bir ayrıma tabii tutulur. Hükümetler arası ve hükümetler -dışı olarak sınıflandırılan uluslararası örgütler, amaçlarına yönelik olarak ise siyasal, sosyal ve ekonomik olarak ayrılmaktadır. Yukarıdaki gruplandırmalara ek olarak, örgütlerin değerlendirilmesinde uluslararası hukuk çerçevesinde de üç ölçüt karşımıza çıkmaktadır:

  1. evrensel ya da bölgesel olma,
  2. genel kapsamlı ya da belirli bir konu ile ilgili olma,
  3. eşgüdüm (koordinasyon) sağlayıcı ya da ulus üstü nitelikte olma.[3]

                Bu çalışmanın inceleme konusu kapsamında temel alacağımız ölçütler hükümetler arası ve hükümetler dışı sınıflandırmaları olacaktır. Hükümetler arası uluslararası örgütler, devletlerin aralarında resmi yollara başvurarak belirli bir anlaşma imzalayarak oluşturdukları örgütlenmelerdir. “Hükümetler-arası örgütler yalnızca bir tek amaca yönelik olarak kurulabileceği gibi birden çok amacı da kapsayabilmekte, bunun dışında küresel-bölgesel,  yeni üyeliklere açık-yeni üyeliklere kapalı, ekonomik nitelikli- ekonomik nitelikli olmayan gibi birçok farklı ayrımlara tabi tutulabilir.”[4]  Ayrıca hükümetler arası uluslararası örgütler uluslararası hukukun bir süjesidir ve uluslararası yetkiye de sahiptirler.[5]  Hükümetler arası örgütlerin ilk örneği, 1815 Viyana Kongresi sonrası kurulan Ren Nehri üzerindeki ulaşımı düzenlemek için oluşturulan Ren Nehri Komisyonu’dur.[6]  Bu örgütten sonra günümüze kadar kurulan hükümetler arası uluslararası örgütlerin sayısı ise yaklaşık olarak 450’ye ulaşmaktadır. Bu şekilde kurulan örgütlerin sayısı giderek artmaktadır.

Hükümet-Dışı Uluslararası Örgüt Nedir?

 Hükümet dışı uluslararası örgütler, uluslararası sistem içinde giderek önemli bir yere sahip olmuşlardır. “Günümüz dünyasında devletlerin çok fazla etkisi altında kalmadan kurulan ve faaliyette bulunan on binlerce örgütün varlığından söz etmek mümkündür.”[7]  Hükümet-dışı uluslararası örgüt denildiğinde genellikle bir devletle doğrudan ya da onun kuruluşu şeklinde bağlantısı olmayan ve kâr amacı gütmeden çalışan örgütler anlaşılmaktadır. Herhangi bir uluslararası kuruluşun hükümetler-dışı özelliğe sahip olabilmesi için, taraflardan en az birisi ülkesinin yönetiminin temsilcisi durumunda olmamalıdır.”[8]

     Özetle siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel ve dini alanlarda kâr amacı gütmeden, gönüllülük esasına dayanan bağımsız oluşumlara hükümet dışı uluslararası örgütler denilmektedir.[9]

Hükümet-dışı örgütler kendi aralarında üç kategoriye ayrılmaktadırlar:

a) hakiki hükümetler -dışı örgütler (ki bunlar Dünya Kiliseler Konseyi gibi yalnızca hükümetler -dışı aktörlerden oluşmaktadırlar)

b) melez hükümetler dışı örgütler (ki bunlar Uluslararası Bilimsel Birlikler Konseyi gibi hem hükümetsel hem de hükümetler-dışı temsil söz konusudur),

c) hükümetler arası örgütler (ki bunlar Interpol, Parlamenterler arası Birlik gibi örgütler hükümetler arasında bir anlaşma ile kurulmakla birlikte hükümetlerin merkezi dış politika organlarınca kontrol edilememektedirler) bulunmaktadır.[10]

      “Hükümet-dışı örgütlerle ilgili olarak, uluslararası meşruiyetten söz etmek doğru olmayacaktır; çünkü bu meşruiyet hiçbir zaman nihai olarak kazanılmış değildir.”[11]  Buna rağmen hükümet dışı örgütler zamanla profesyonel yapılar ve kuruluşlar haline gelerek devletler arasında söz sahibi olmuşlardır. Bu şekilde tam bir meşruiyet olmasa da kendilerine uluslararası sistem içerisinde sağlam bir yer elde etmişlerdir.

Hükümet dışı uluslararası örgütler pek çok amaçla kurulup faaliyet gösterirlerken bu yazıda sadece insan hakları alanında çalışan hükümet dışı uluslararası örgütler incelenecektir.

İnsan Hakları ve Tarihsel Arka Plan    

İnsan haklarının hükümet dışı uluslararası örgütlerle ilişkisinden söz etmeden önce insan haklarının nasıl geliştiğini ve uluslararası sistemde nasıl algılandığını incelemek yararlı olacaktır.

“İnsan hakları deyimi ile kimi kez tüm insanlara tanınması gereken haklar anlatılmak istenir. Buna “soyut anlamda insan hakları” da denir. Bu anlamda insan hakları “olanı” değil, “olması gerekeni” gösterir. Soyut anlamdaki insan haklarının bir bölümünün, hukuksal güvenceye kavuşturulması, pozitif hukukun bir parçasını oluşturması durumunda ise “somut insan hakları”ndan söz edilir .”[12] 

İnsan hakları konusunda en önemli belgelerden birisi, Fransız İhtilali’ nden sonra ilan edilen İnsan ve Yurttaşlık Hakları Beyannamesi’dir. Ek olarak birlikte dünya savaşlarından sonra kalıcı barışın sağlanması hedefi doğrultusunda insan hakları teması en önemli alan haline gelmeye başlamıştır. II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan Birleşmiş Milletler (BM), 10 Aralık 1948’de BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni, BM Genel Kurulu’nda kabul etmiştir. Bildirgenin ilanından sonra ise öncelikli hedefler olarak devletlerin bu bildirgenin hukuken bağlayıcılığı konusunda sözleşmeler yapmaları ve bu hakların hukuki kabulüyle birlikte fiili korumasının da sağlanabilmesi için gerekli mekanizmaların oluşturmaları gerektiği belirlendi.

BM Antlaşması’nın ilk maddeleriyle* insan haklarının uluslararası hukukun temeli olarak kabul edildiği ortaya konulmuştur. BM Antlaşması’na göre insan hakları üç aşamalı bir planla koruma altına alınacaktır. Öncelikle insan haklarının çerçevesi belirlenip, bir bildiriyle yayınlanacaktır. Daha sonra ise BM taraflarına bu bildiri sözleşme olarak imzalatılacaktır. Son olarak da bu sözleşmenin korunmasını fiilen gerçekleştirecek bir mekanizma oluşturulacaktır.[13]

1952 yılında ise Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi yürürlüğe girerek, insan haklarının uluslararası düzeyde korunması alanında yeni bir anlayış getirmiştir. . İç hukuk birincil güvenlik sağlayıcı konumda olmasına rağmen, sözleşmeye göre bireyler de uluslararası hukukta söz sahibi konuma getirilmiştir. Vatandaşların bireysel başvuru hakkının devletlerin güvencesi altına alınması zorunlu hale getirilmiştir. Bu sözleşme kapsamında ve Avrupa Konseyi’ne bağlı olarak 1959 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kurulmuştur.[14]

Uluslararası sistemde insan haklarının temeli bu önemli adımlarla atılmıştır. Bu adımları atanlar hükümet dışı örgütler olmasalar da, günümüz sistemi içerisinde insan haklarının gelişiminin devam etmesi ve korunmasının sağlanabilmesi için büyük çabalar harcamaktadırlar. “Bu örgütlerin konuya yaklaşımları kapsayıcıdır. Hükümet-dışı örgütler genellikle kendilerini bu hakların bölünemeyeceği ve bunların iç içe girmiş bulundukları düşüncesine dayandırırlar.”[15]

Hükümet-Dışı Uluslararası Örgütler ve İnsan Hakları

Hükümet dışı örgütler uluslararası sistemin pek çok noktasında önemli bir yer elde etmiştir. Bu noktalardan en önemlisi insan haklarının geliştirilmesi ve korunması olmuştur. Hükümet dışı örgütler insan hakları konusunda etkin bir şekilde faaliyet göstermektedir. Uluslararası sistemde kabul edilen önemli belgelerle insan haklarının korunması adına önemli mekanizmalar oluşturulmuş olsa da bu konudaki ihlallerin önüne tam olarak hiçbir yerde geçilememiştir. Bu ihlaller özellikle iç savaş veya askeri darbelerin olduğu dönemlerde daha da yaygınlaşmaktadır.[16]

Hükümet dışı örgütler, BM ve Avrupa Konseyi gibi örgütlerin meydana getirdiği temel insan hakları belgelerine ek olarak bu hakların kadınlar ve çocuklarla ilgili ek bildirgelerin kabul edilmesinde önemli rol oynamışlardır. İnsan haklarının ihlallerinin engellenmesi için hükümet dışı uluslararası örgütlere önemli bir görev düşmektedir. Kamuoyunu harekete geçirerek, kampanyalar yürüterek ve bu durumlarda yetkili ve ilgili kurumların dikkatini çekerek uluslararası düzeyde baskı yoluyla insan hakları korumak ve geliştirmek için mücadelelerini sürdürmektedirler. Aynı zamanda devletleri imzaladıkları insan hakları anlaşmalarına uyum sağlayıp sağlamadıklarını inceleyerek takip etmektedirler.

             Hükümet-dışı uluslararası örgütler insan hakları standartlarını geliştirmeye çalışırken dünyanın pek çok yerindeki uygulamaları takip etmektedir. Sivil örgütlenmenin bu yeni şekli insan hakları konusunda önemli roller üstlenmeye günümüzde olduğu gibi gelecekte de devam edecektir.

İnsan Hakları ile İlgili Çalışan Hükümet-Dışı Uluslararası Örgütler

İnsan Hakları ile İlgili Çalışan Hükümet-Dışı Uluslararası Örgütler

Bu alanda pek çok hükümet dışı uluslararası örgüt faaliyet göstermektedir. Buradaki amacımız belli başlı örgütlerden söz ederek çalışmalarının geliştirici ve koruyucu yanlarını analiz etmektir.

a. Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International)

“1961 yılında kurulan örgütün amacı, tüm dünyada düşüncelerinden dolayı mahkum edilmiş olanların serbest bırakılmasını, tüm siyasal tutukluların açık ve adil bir biçimde yargılanmasını, işkence ve ölüm cezasının kaldırılmasını sağlamaktadır.”[17]  Örgüt kâr amacı gütmeden veya herhangi bir dini inancın ya da siyasi görüşün taraftarlığını yapmamaktadır. Örgüt, insan hakları ihlallerine karşı toplumların farkındalığını arttırmak adına birçok kampanya başlatmıştır. Darfur’daki ihlallere dikkat çekmek için John Lennon şarkılarından bir albüm hazırlamış ve satıştan 2.5 milyon USD gelir elde etmiştir. 2007 yılında Guantanamo’da yaklaşık 5 yıldır süren hukuka aykırı gözaltılar için eylemler başlatmıştır. 2008 Pekin Olimpiyatları Çin’deki insan hakları uygulamalarının

gözlenmesi için iyi bir fırsat olmuştur. Mülteci hakları, inanca dayalı ayrımcılık, işçi hakları ve silah ticareti anlaşmaları konularında çeşitli kampanya metodları ve sosyal medya kanalları sayesinde önemli çalışmalar gerçekleştirmektedir.[18]

b. İnsan Hakları Eylem Merkezi (Human Rights Action Center)

İnsan Hakları Eylem Merkezi, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ndeki konular üzerine çalışır. Amacı ise insan hakları ihlallerini durdurmaktır. Bu konudaki faaliyetlerinde sanat ve teknolojiyi kullanarak yeni stratejiler oluşturup geliştirir. Ayrıca diğer insan hakları gruplarının gelişimlerini ve büyümelerini de destekleyerek ihlallerin önüne geçmek için sağlam adımların atılmasına yardımcı olmaktadır.[19]

c. İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch)

İnsan Hakları İzleme Örgütü dünyanın her yerindeki insanların haklarını korumak üzere kurulmuştur. Örgüt, ihlalleri araştırıp ortaya çıkararak bu olaylardan sorumlu kişileri veya kurumları ihlallerden sorumlu tutar. İhlallere sebep olan devletlere karşı durarak kötü niyetli uygulamaları sona erdirmeye çalışmaktadırlar. İnsan Hakları İzleme Örgütü daha ayrıntılı ve titiz olarak kampanyalarını yürütmektedir. Genel olarak çocukların cinsel istismarı ve küçük yaşta evlilik konusunda kamuoyunun bilinçlendirilmesi yolunda adımlar atmaktadırlar. Bununla birlikte, göçmenler ve mülteciler üzerine yapılan çalışmaları yönlendirmektedir ve ülkelerdeki kültür farklılıkları sebebiyle ortaya çıkan ihlaller alanında yoğunlaşmaktadır. Bölgesel katliamlar da örgütün dikkatini çeken ayrı bir konudur.[20]

 d. Sınırları Olmayan İnsan Hakları Örgütü (Human Rights Without Frontiers)

Sınırları Olmayan İnsan Hakları Örgütü, insan hakları alanında analiz, izleme ve araştırma yapmaktadır. Ulusal ve uluslararası düzeylerde hukukun üstünlüğünü ve demokrasiyi teşvik etmeyi amaç edinmiştir. Pek çok insan hakları savunucusu örgüt gibi, yaptığı faaliyetlerle insan haklarının temel alınarak tüm dünya insanları için güvenilir adil ve eşit bir yaşam sağlamaktır.[21]

SONUÇ

Hükümet dışı uluslararası örgütler insan haklarının geliştirilmesi ve korunması adına faaliyetler yürütmektedirler göstermektedirler. Bu örgütlerin genel olarak temel amacı dünyanın her yerindeki insan hakları ihlallerinin engellenmesi ve insan haklarının korunmasının teşvik edilmesidir.

Örgütler insan haklarının korunması ve yapılan ihlallerin karşısında durulması için önemli kampanyalar ve projeler yürütmektedirler. Genellikle kamuoyunu harekete geçiren imza kampanyaları, toplu gösteriler ya da uluslararası eylemler gibi yöntemler kullanırlar.

Her örgüt kendi çalışma sistemi içinde farklı yollar kullanarak etkinlik göstermektedir. Bu etkinlikler için örgütler şubelerini kullanırlar ve dünya üzerinde bölge ayırmaksızın etkili bir şekilde çalışmalarını devam ettirirler. Bölge ayrımı yapılmaması insan haklarının evrensel ve objektif olmasıyla ilişkilendirilmektedir. Örgütler, dünya üzerindeki her insanın eşit haklara sahip olduğunu ve hak ihlallerinden doğacak olan yaptırımların herkese eşit şekilde uygulanması gerektiğini vurgularlar.

Hükümet dışı uluslararası örgütlerin ilgilendiği temel konuların başında insan haklarının güvenliğinin sağlanması ve bu hakların genişletilmesi, idam cezasının kaldırılması, ifade ve düşünce özgürlüğünün korunması, silahlanmanın kontrol edilmesi ve insan haklarının devletler ve hükümetler tarafından nasıl uygulandığını gözlemek ve raporlamak gelmektedir.

Hükümet dışı uluslararası örgütler, insan haklarının ihlali sonrasında devlet, kurum ya da kuruluş ayrımı yapmadan, kamuoyunun dikkatini çekerek ve gerekli girişimleri başlatıp yönlendirerek insan haklarının korunması ve teşvik edilmesi konusunda başarılı sonuçlar elde etmişler ve böylelikle engelleyici bir faktör haline gelmişlerdir.

Ümran GÜNEŞ

KAYNAKÇA:

  1.  Faruk Sönmezoğlu (der.), Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, Der Yayınları, İstanbul 2005, sf.673.
  2.  Mehmet Hasgüler, Mehmet B. Uludağ, Devletlerarası ve Hükümetler Dışı Uluslararası Örgütler, Alfa Yayınları, İstanbul 2012, sf.1.
  3.  http://www.belgeler.com/blg/6gt/uluslararasi-rgtler, Erişim Tarihi: 01.05.2013, sf.2.
  4.  Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası İlişkilere Giriş, Der Yayınları, İstanbul 2005, sf.141.
  5. http://web.hitit.edu.tr/dosyalar/materyaller/[email protected], Erişim Tarihi: 06.07.2016.
  6.  http://docplayer.biz.tr/1044024-Uluslararasi-orgutler.html, Erişim Tarihi: 24.7.2016.
  7. Abdülkadir Baharçiçek, Hükümet-dışı Örgütler(NGO’s) ve Demokratikleşme, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:18, Sayı:2, 2008, sf.298.
  8.  Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası İlişkilere…, sf.142.
  9.  http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-81-2015010947hukumet-disi-uluslararasi-orgutler.pptx, Erişim Tarihi: 06.06.2016.
  10. Faruk Sönmezoğlu(der.), Uluslararası İlişkiler…, sf.673-674.
  11.  http://www.belgeler.com/blg/d4/hkmet-dii-rgtler-nedir, Erişim Tarihi: 01.05.2013, sf.1
  12.   A. Şeref Gözübüyük, Feyyaz Gölcüklü, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, Turhan Yayınevi, 11. Ek Protokola Göre Hazırlanıp Genişletilmiş 8. Bası, Ankara 2009, sf.3.
  13. A. Şeref Gözübüyük, Feyyaz Gölcüklü, a.g.e., s.4-6.
  14. A. Şeref Gözübüyük, Feyyaz Gölcüklü, a.g.e., s.13-15.
  15.  Abdülkadir Baharçiçek, a.g.m., sf. 302.
  16.  Aynı yerde.
  17. Faruk Sönmezoğlu(der.), Uluslararası İlişkiler…, sf.664.
  18.  www.amnesty.org, Erişim Tarihi: 06.07.2016.
  19.  www.humanrightsactioncenter.org, Erişim Tarihi: 06.07.2016.
  20.  www.hrw.org, Erişim Tarihi: 06.07.2016.
  21.  www.hrwf.net, Erişim Tarihi: 06.07.2016.
  22. Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası İlişkilere Giriş, Der Yayınları, İstanbul 2005.
  23. Faruk Sönmezoğlu (der.), Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, Der Yayınları, İstanbul 2005.
  24. Mehmet Hasgüler, Mehmet B. Uludağ, Devletlerarası ve Hükümetler Dışı Uluslararası Örgütler, Alfa Yayınları, İstanbul 2012.
  25. Şeref Gözübüyük, Feyyaz Gölcüklü, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, 11. Ek Protokola Göre Hazırlanıp Genişletilmiş 8. Bası, Ankara 2009.
  26. Abdülkadir Baharçiçek, Hükümet-dışı Örgütler(NGO’s) ve Demokratikleşme, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:18, Sayı:2, 2008.
  27. www.amnesty.org
  28. www.humanrightsactioncenter.org
  29. www.hrw.org
  30. www.hrwf.net
  31. http://web.hitit.edu.tr/dosyalar/materyaller/[email protected]
  32. http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-81-2015010947hukumet-disi-uluslararasi-orgutler.pptx
  33. http://docplayer.biz.tr/1044024-Uluslararasi-orgutler.html.
  34. *http://www.ombudsman.gov.tr/contents/files/6535501-Birlesmis-Milletler-Antlasmasi.pdf. Erişim Tarihi: 12.08.2016, s.5

TUİÇ 2016 Yaz Eğitim Kampı “Küreselleşme ve Güvenlik” Sertifika Programı

2

TUİÇ 2016 Yaz Kampı “Küreselleşme ve Gü venlik” Sertifika Programı başvurularımız tamamlanmıştır. Sonuçlar en yakın zamanda ilgililerin adreslerine  Son Başvuru: 01 Eylül 2016 Saat: 23:59.

TUİÇ 2016 Yaz Eğitim Kampı: Küreselleşme ve Güvenlik

(21-24 Eylül 2016)

Programın Amacı: Uluslararası İlişkiler Çalışmaları Derneği (TUİÇ) Yaz ve Kış Kamplarında, Uluslararası İlişkiler, Siyaset Bilimi, Tarih, İktisat, İşletme bölümlerinde eğitim alan öğrencileri bir araya getirmektedir. Yaz ve Kış Kamplarında katılımcılara ulusal-uluslararası konularda eğitim vererek analiz ve sentez yetilerini arttırabilecekleri ortamı sağlarken oluşan eğlence ortamında da stres atmalarını kolaylaştırmaktadır.
Programın İçeriği: TUİÇ’in gerçekleştireceği 2016 Yaz Eğitim Kampı’nda katılımcılar, “Küreselleşme ve Güvenlik” genel başlığı altında Küresel Dünya’da değişen güç dengesi ve Türkiye’ye etkilerini ele alarak Türkiye’nin ulusaşırı problemleri hakkında bilgi edinecek ve kampın son günü rehber eşliği ile Çanakkale Şehitlik gezisine katılacaklardır.
Programa Katılacak Ekip: Uluslararası İlişkiler, Siyaset Bilimi, Hukuk, Tarih, İktisat, İşletme bölümlerinde eğitim alan öğrenciler ve bu bölüme ilgi duyan ve başvuru aşamasının ardından katılıma hak kazanan adaylar TUİÇ Yaz Eğitim Kampı’na katılabilecektir.
Program Tarihi: 21 Eylül – 24 Eylül
Program Süresi: 4 Gün – 3 Gece
Program Yeri: Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Çınarlı Mevkii Dardanos Yerleşkesi Çanakkale/Türkiye
Program Ücreti: 250TL (3 gece konaklama, 3 kahvaltı, 3 akşam yemeği, Çanakkale Şehitlik Gezisi)
İletişim: Mehmet Nizam 0 (506) 026 09 59 / [email protected]

*** Kampa sadece ön lisans, lisans ve yüksek lisans öğrencileri katılabilir.
*** Katılım kontenjanla sınırlıdır.

Geçmişten Günümüze Nükleer Silahlanma Sorunu

Geçmişten Günümüze Çözüm Önerileri ve Gelişmeleri ile Nükleer Silahlanma Sorunu

 Nükleer silah kullanımı fikri 1930’lu yıllara dayanmaktadır. Madde atomlarının parçalanması ya da atomların birleştirilmesi ile ortaya çıkan enerjinin kuvvetli bir yıkım gücü yaratması, bu gücün silahlarda kullanılması fikrini akla getirmiştir. Nükleer silah kavramı bu şekilde ortaya çıkmış ve günümüze kadar süregelmiştir. Günümüzde hali hazırda nükleer silah bulunduran ülkeler vardır.

İkinci Dünya Savaşı itibariyle ülkeler bu silah kullanımını güç unsuru olarak görmüş, adeta yarışa girmişlerdir. Özellikle ABD, İkinci Dünya Savaşı esnasında bu gücünü ortaya koyma çabasındaydı. Nitekim nükleer silah ilk defa ABD tarafından kullanıldı. ABD, İkinci Dünya Savaşının seyrini değiştirmek amacıyla Kanada ve İngiltere ile birlikte Manhattan adıyla bir proje başlattı. Amacı atom bombası üretmek olan bu proje, amacına ulaştı ve 1945 tarihinde ‘Trinity’ adıyla bir nükleer deneme gerçekleştirdi. Bu patlama 19 bin ton patlayıcı seviyesinde, hafife alınmayacak bir patlamaydı. İkinci Dünya Savaşı devam ederken ABD savaşı sonlandırma ve Japonya’ ya silah bıraktırma isteği ile 6 ve 9 Ağustos 1946 tarihlerinde Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerinde çok büyük bir nükleer patlama gerçekleştirdi. Binlerce insanın hayatını kaybettiği bu patlama, nükleer silah kullanımı konusunda tartışmalara yol açsa da, sırasıyla 1949 tarihinde Sovyet, 1957 tarihinde İngiltere, 1961 tarihinde Fransa, 1964 ve 1967 tarihlerinde Çin tarafından nükleer denemeleri başlamış ve yıllar boyunca devam etmiştir.

1960‘lı ve 1980‘li yıllar silahlanma çalışmalarının en yoğun yaşandığı dönemdi. Büyük güçler arasında yaşanan bu yarış aslında bütün dünyayı etkileyecek bir tehlikeydi. Bu nedenle; 1965 yılında, nükleer silah bulunduran ABD, Sovyetler Birliği, İngiltere, Fransa ve Çin tarafından silahlanmayı sınırlandırabilmek adına çabalar başladı. Bu beş ülke yeni güvenlik denetim kurma konusunda önemli yollar kat etti. Özellikle ABD ve Sovyetler Birliği arasında büyüyen silahlanma yarışı, bu yarışa bir son vermek amacıyla iki devlet arasında anlaşma yapma yoluna gidilmesine yol açmıştır. ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki gerginliği azaltma görüşmeleri 1969 yılından itibaren başlamış ve Salt Anlaşmalarını oluşturmuştur. Bu anlaşmalardan ilki ‘Salt I Görüşmeleri’ iki buçuk yıl sürmüştür. 16 maddeden oluşan Salt I füzeler konusunu kapsamaktadır. Bu anlaşmanın ikinci evresi olan ‘Salt-2’ 1972’de Cenevre’de başlayıp 18 Haziran 1979’da imzalanmıştır. Salt-1 görüşmelerinin devamı niteliğinde olan bu anlaşmada füzelere ek olarak stratejik uçaklar da konu alınmıştır. Ancak bu sırada Sovyetler tarafından gerçekleştirilen Afganistan işgali bu anlaşmanın yürürlüğe giremeden sonlanmasına sebep olmuştur.

En çok katılım sağlanan ve başarıya ulaşan antlaşma ‘Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması (NPT)’dır. 1 Temmuz 1968 ‘de başta ABD, İngiltere, Sovyetler Birliği katılımıyla elli ülke tarafından imzalanmıştır. 5 Mart 1970 ‘de ise bu üç ülke dahil olmak üzere kırk ülke tarafından onaylanarak yürürlüğe girmiştir. Bu antlaşmanın temel prensipleri nükleer silahların yayılmasının önlenmesi, nükleer enerjinin barış için kullanılmasının teşviki idi. Fakat Rusya’nın Kırım işgali gibi güçlü devlet krizleri, bu süreci yavaşlattı.

 2009 yılında ABD başkanı Barack Obama Prag’da nükleer sıfır politikasını anlatan bir konuşma yaparak silahsızlanma konusu ile ilgili ABD hassasiyetini yansıtmıştır. Bu konuşmanın ardından ‘NPT gözden geçirme konferansı’ gerçekleştirilmiş ve barışa engel konular tartışılmıştır. 2010 yılında bu konferans sonucu 12 ülkenin katılımıyla NPDI kurulmuştur. Bu girişim; NPT gözden geçirme konferansında elde edilen analizleri ileriye götürme ve silahlanmanın yayılmasını önleme gündemini ilerletme amacı taşımaktadır. NPDI (Nükleer Yayılmanın Önlenmesi ve Silahsızlanma Girişimi), yıllardır silahsızlanmaya tam olarak ikna edilemeyen bazı güçlerin engellediği barışçıl nükleer enerji kullanımına yeniden bir umut niteliğindedir.

NPDI Gelişmeleri

NPDI Gelişmeleri

 2012 yılında NPDI üyesi ülkeler Ahmet Davutoğlu ev sahipliğinde İstanbul’da bir araya geldi. 10 ülkenin katılımında gerçekleşen bu toplantıda Davutoğlu; Türkiye olarak silahsızlanma konusunda sorumluluğun bilincinde olunduğunu yansıtmış, insanlığı nükleer tehditten kurtarmak için bütün devletlerin uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmesi gerektiğini vurgulamıştır. Yapılan bu toplantının ikincisi New York da gerçekleşmiştir. New York toplantısında ise katılımcı ülkeler tarafından (Türkiye, Almanya, Avustralya, Hollanda, Japonya, Kanada, Meksika, Polonya, Şili, Birleşik Arap Emirlikleri) ortak bir bildiri yayınlandı. Bu bildiriden bir kesit şu şekildedir; “Bakanlar, nükleer silahlardan arındırılmış bir dünya hedefi etrafında birleşen ve kuruluşundan bu yana geçen iki yıllık süre içinde ortaya koyduğu somut işbirliği önerileriyle nükleer silahsızlanma ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesi alanında etkin bir oluşum olarak kendini kanıtlayan NPDI’ın bu alandaki çabalarını önümüzdeki dönemde de aktif bir biçimde sürdürmesini kararlaştırmışlardır’’.

2015 yılında NPT gözden geçirme konferansı tekrar toplanmış ve konferans sonrası katılımcılar beklentilerinin oldukça yüksek olduğunu bildirmiştir. Ayrıca bu yıl NPT kuruluşunun 45. Yılı olması sebebi ile de önem arz etmekteydi.

2016 yılı Ocak ayında ortak bir bildiri yayınlanmış ve Kuzey Kore nükleer denemesi kınanmıştır.

Sonuç

Özetle; nükleer enerjinin kötüye kullanılması sorunu bütün dünyayı ilgilendiren ciddi bir tehlike haline gelmiştir. Bu tehlikenin yayılmasını önlemek için bazı devletler çalışmalarını sürdürse de, çıkar ve güç çatışmalarının olduğu bir dünyada bu fikrin tamamen ortadan kalkması beklenilemez.

Tuğçe ACU

KAYNAKÇA:

  1. http://www.icanw.org/
  2. http://www.kgm.gov.tr/
  3. http://www.aljazeera.com.tr/
  4. Prof. Dr. Nurşin ATEŞOĞLU GÜNEY “NPT’nin Belirsiz Geleceği: NPDI çare olabilir mi? http://www.bilgesam.org/

TUİÇ Akademi Sosyal Medya ve SEO Ekibini Arıyor!

0

Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmaları (TUİÇ) bünyesinde birlikte çalışabileceğimiz, “Sosyal Medya ve SEO” olarak görev alacak gönüllü arkadaşlar arıyoruz.

Aradığımız nitelikler;
-Gönüllü,
-İstanbul ve çevresinde ikamet eden,
-Güncel, ekonomik ve siyasi konuları takip eden,
-Gelişmelere açık olan, yenilikleri seven,
-Takım çalışmasına yatkın, herkesi bekliyoruz.

Sosyal Medya Ekibi için;
-Facebook, Twitter, Instagram vs en az birini aktif olarak takip eden,
-Sosyal medya üzerinde görsel vb paylaşımı.

SEO Ekibi içi;
-Güncel SEO bilgileri,
-Wordpress’i azda olsa kullanmış olan,
-İmleme çalışmaları (Reddit, Tumblr vb.).

Ekiplerimiz çalışmalarını internet üzerinden yapacakları için ofisimize gelme şartları yoktur. Yalnızca belli eğitimlere ve toplantılara katılım zorunludur.
Belirtilen niteliklere sahip olan ve aramıza katılmak için can atan arkadaşların 1 Eylül Perşembe Akşamı Saat 22:00‘a kadar aşağıdaki formu doldurmaları gerekmektedir.

Başvuru süresini takiben, seçilen arkadaşlarımıza geri dönüş sağlanacaktır.
Sorularınız için: [email protected]

BAŞVURULAR SONA ERMİŞTİR!

Politik Bir Mücadele Yöntemi Olarak Sivil İtaatsizlik


Politik Bir Mücadele Yöntemi Olarak sivil itaatsizlik

Sivil itaatsizlik; demokratik hukuk düzeni içinde haksızlığa uğrayan bireylerin, söz konusu haksızlığa karşı şiddete başvurmadan, tamamen barışçıl yöntemlerle kamuoyu oluşturarak hukuki sonuç yaratma  girişimidir. Dünyanın birçok yerindeki sivil itaatsizlik eylemleri haksızlığa sadece kan ve şiddetle değil; barışçıl ve aklî yöntemlerle de direnilebileceğini göstermiştir.

İlk kez 19. yüzyılda Amerikalı natüralist yazar Henry David Thoreau tarafından  ‘Resistance to Civil Government’ başlıklı manifestoyla dünya literatürüne kazandırılan bu kavram; Gandhi, Martin Luther King, Rosa Parks gibi bir çok kişiye ilham vermiştir.

POLİTİK BİR MÜCADELE YÖNTEMİ OLARAK SİVİL İTAATSİZLİK

Sivil İtaatsizlik Kavramının Ortaya Çıkışı, Temel Unsurları ve Dünyadan Örnekler

Eylem tarzı ve hedeflediği amaç bakımından terörizmden, düşünsel çerçevesi bakımından ise anarşizmden tamamen  farklı olan ”sivil itaatsizlik” tabiri, ilk kez 1849 yılında Amerika’da Henry David Thoreau (1817-1862) tarafından kullanılmıştır.”[1] 1817’de Massachusetts eyaletine bağlı Concord’da doğan ve Harvard Üniversitesi’nden 1837 yılında mezun olan Henry David Thoreau, hayatı boyunca siyasal iktidarın kölelik, insan hakları ihlalleri ve savaşla ilgili tüm icraatlarına karşı mücadele etmiştir. Henry David Thoreau, yeni bir bölgeye yayılmak adına savaşan hükümete mali destek için hispaniklerin ve siyahilerin köleleştirilmesine karşı çıkarak vergi ödemeyi reddettiği için hapse girmiştir. Thoreu, hapisten çıktıktan sonra halka verdiği konferanslarda anlattıklarını ‘Resistance to Civil Government’ başlıklı bir manifestoya dönüştürmüştür. Bu manifesto “En iyi yönetim en az yönetimdir.”[2] söylemiyle başlamaktadır; siyasi yönetimin aslında bireyin taleplerine cevap vermeyerek gücü zamanla kötüye kullandığını ve bireylerin de bu durum karşısında direnme hakkı olduğunu savunmaktadır.

20.yy’da siyaset felsefesi üzerine önemli çalışmalar yapan John Rawls’a göre sivil itaatsizlik “Yasaların ya da hükûmet politikasının değiştirilmesini hedefleyen, kamuoyu önünde icra edilen, şiddete dayanmayan, vicdani ancak yasal olmayan politik eylemdir.”[3] Üzerinde çokça tartışılan bir kavram olan sivil itaatsizliğin pek çok tanımı olmuştur.

“Jürgen Habermas’ın tanımına göre sivil itaatsizlik, yalnızca kişiye özgü inançların ve çıkarların temel alınamayacağı ahlaki bir protestodur. Kural olarak önceden bildirilmiş ve polisçe akışının hesaplanabilir olduğu kamuya açık bir eylemdir; hukuk düzeninin bütününe olan itaati etkilemeksizin, tekil normların kasıtlı olarak çiğnenmesini içerir; normun çiğnenmesinin hukuki sonuçlarından sorumlu olmaya hazır bulunmak tutumunu gerektirir; sivil itaatsizliğin gerçekleştiği norm ihlali sembolik bir karaktere sahiptir. Buradan da zaten protesto araçlarının şiddetten uzak bulunması gerektiği sınırlaması doğmaktadır.”[4]

Dünya tarihinde sivil itaatsizlik denince akla gelen ilk isimlerden biri de yaşadığı dönemde Hindistan’ı İngiliz egemenliğinden kurtarmak için çabalayan ve sosyal haksızlıklar karşısında halkın dikkatini çekmeyi başaran Mohandas K. Gandhi (1869-1948)  olmuştur. “Kazançlı bir tekel oluşturmak isteyen İngiliz yönetimi tuz yapımını yasaklayınca Gandhi arkadaşlarıyla deniz suyunu buharlaştırma sonucunda tuz elde etti ve yasayı simgesel anlamda çiğnedi. Tam da umduğu gibi hapse atıldı. Gandhi’yi yüzlerce, binlerce kişi izledi. Hapishaneler tıka basa doldu. İngiliz yönetimi cezaevinde açlık grevi başlatan Gandhi’nin kendi ellerinde ölmesini göze alamayarak onu serbest bıraktılar. Ancak Gandhi yasayı tekrar çiğnedi ve tekrar hapse girdi. Neticede iş bir kedi fare oyununa döndü ve yönetim yasayı kaldırmak zorunda kaldı. Sonunda Hindistan Gandhi’nin önderliğinde sivil itaatsizlik yöntemlerini kullanarak bağımsızlığına kavuştu.”[5] Hindistan’ın 1947’de bağımsızlığına kavuştuğu tarihe kadar bir çok açlık grevi yapan Gandhi, Thoreau makalesinde geçen ve kendisini etkileyen görüşleri eski bir Hint geleneği olan ve koşulsuz şiddetsizlik, sevgi içeren Ahimsa  ile harmanlamıştır.

Amerika’da ırkçılık karşıtı fikir ve eylemleri ile sivil itaatsizlik kavramına katkı sağlamış önemli isimlerden biri de  Martin Luther King (1929-1968) olmuştur. “Martin Luther King, ‘İş ve Özgürlük İçin Washington’a Yürüyüş’ eylemi dolayısıyla 28 Ağustos 1963’te Lincoln Anıtı’nın önünde toplanan 250 bin kişiye (60 bini beyazdı), ‘Bir rüyam var’ diye başlayan ünlü konuşmasında, “Gün gelecek bu ulus ayağa kalkıp kendi inancını gerçek anlamıyla yaşayacak. Şunu kendinden menkul bir gerçek kabul ederiz ki, bütün insanlar eşit yaratılmıştır. Bir rüyam var. Gün gelecek, eski kölelerin evlatlarıyla eski köle sahiplerinin evlatları, Georgia’nın kızıl tepelerinde kardeşlik sofrasına birlikte oturacaklar. Bir rüyam var. Gün gelecek, Mississippi Eyaleti bile, adaletsizliğin ve baskıların sıcağıyla bunalıp çölleşmiş olan o eyalet bile, bir özgürlük ve adalet vahasına dönüşecek. Bir rüyam var. Gün gelecek dört küçük çocuğum derilerinin renklerine göre değil karakterlerine göre değerlendirilecekleri bir ülkede yaşayacaklar!” diye haykırdıktan iki yıl sonra siyahlar, siyasal haklarına kavuştular.[6]

Özetlemek gerekirse, farklı toplumlarda kabul gören sivil itaatsizlik anlayışında şiddet unsuruna yer olmaması, kamuya açık olarak icra edilmesi ve ortak bir adalet arayışına dayanması önemli olmuştur. “Genel bir bakışla sivil itaatsizlik eylemlerinin temel niteliklerini şu şekilde sıralayabiliriz: Yasaya aykırılık, şiddetsizlik, kamuya açıklık ve çiğnenen pozitif hukuk normundan doğacak yaptırıma katlanma.”[7]

Dünya tarihinde bu niteliklere sahip bir direnişin toplumu etkileyerek başarılı sonuçlar doğurabileceği ve tarihte bir anlık değişikliğin gelecekte milyonlarca kişiyi etkileyecek güce sahip olduğunu gösteren isimlerden biri de 1913 Alabama  doğumlu  Rosa Parks olmuştur. Amerika’da Jim Crow Yasaları* sayesinde güneydeki ırk ayrımcılığı  halk otobüslerinde bile kendini gösteriyordu; Montgomery otobüslerinin ilk sıraları beyazlara aitti ve siyahiler için otobüsün arka tarafında belirlenmiş koltuklar bulunuyordu. Hatta beyaz yolculara belirlenen yerler dolduğunda zenciler onlara yer vermek, ve  gerekirse otobüsten inmek zorundaydı. Bu ayrımcılığa ses çıkararak binlerce insanı harekete geçiren Rosa Parks’ın eşitlik için başlattığı pasif direniş bu ırkçı uygulamaların kaldırılmasıyla sonuçlanmıştır. “Montgomery otobüs boykotu umulmadık bir başarı getirdi, siyahlar sabahları işlerine yürüyerek bisikletlerle kimi zaman topluca taksi kullanarak gidiyorlardı. Otobüsler sadece beyaz yolcu taşıyordu, önceleri boykota aldırış etmeyen otobüs şirketleri sonra zarar etmeye başladıklarında şiddet olayları da baş göstermişti. Boykot, terörist eylem olarak nitelendiriliyordu ; ancak yolcularının % 75 ini kaybetmiş olan şirketler daha fazla direnemedi ve 382 gün sonra otobüslerin ırkçı uygulamaları kaldırıldı.”[8] Rosa Parks’ın kimliğinden ırkından, cinsiyetinden utanç duymayarak verdiği eşitlik mücadelesi onu tarihe damga vuran kadın figürlerinden biri haline getirmiştir.

Aslında direnmenin tarihi iktidar kavramının ortaya çıkışı kadar eskidir. “Fransa’da 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi ile direnme hakkı pozitif hukuktaki yerini sağlamlaştırır. Bu bildiriye göre devletin amacı insanın tabii haklarını korumaktır. Bu haklar ise hürriyet, güvenlik, mülkiyet ve baskıya karşı direnme haklarıdır. 1945 tarihli Evrensel İnsan Hakları Bildirisi’nde de insan haklarını güvenlik altına alma görevi iktidara yüklenmekte ve bu görevin yerine getirilmemesi halinde insanların direnme hakkına sahip olduğu belirtilmektedir.”[9] Sivil itaatsizlik, Sokrates’in çarptırıldığı ölüm cezasına kendini kurtarma imkanlarını reddederek katlanmasından ırkçılığa karşı çeşitli eşitlik mücadelelerine, nükleer silahlanmaya karşı imdat freninin çekilerek şiddetsiz direnişten ağaçların kesilmesini engelleme amacıyla ağaçlara sarılmaya, açlık grevlerinden oturma eylemlerine ve imza toplayarak kamuoyu oluşturmaya kadar farklı toplumlarda farklı konulardaki adalet arayışını amaçlayan bir çok örneği içine almıştır.

Türkiye’de ise 1969 yılında  Türkiye Öğretmenler Sendikası tarafından örgütlenen öğretmen boykotu ilk sivil itaatsizlik eylemi olarak kaynaklara geçmiştir. Arjantin’de Plaza Del Mayo Meydanı’nda toplanan annelerden esinlenerek, 27 Mayıs 1995 tarihinden itibaren her Cumartesi günü faili meçhul siyasi cinayetlere kurban giden ve kaybolan yakınlarının fotoğraflarıyla kamuoyu oluşturma amacıyla Galatasaray meydanında oturma eylemi yapan grup Cumartesi Anneleri olarak anılmaya başlamıştır. Türkiye tarihinin en önemli skandallarından olan Susurluk kazasından sonra kamuoyunun dikkatini çekmek için oluşturulan ‘’Sürekli Aydınlık için Bir Dakika Karanlık’’ eylemi ve Gezi Parkı eylemleri sırasında Taksim Meydanı’nda belki de Türkiye’nin en dikkat çekici  pasifist barışçıl eylemine imza atan, ‘’Duran Adam’’ lakaplı Erdem Gündüz ülkemizdeki ilk akla gelen sivil itaatsizlik örnekleri arasındaki yerini almıştır.

Sonuç olarak, sivil itaatsizlik olgusunun tüm dünyadaki örneklerine baktığımızda şiddetsizlik, siyasi ve hukuki sorumluluğun üstlenilmesi, mevcut yasaya aykırılık, ortak adalet anlayışına ve kamu vicdanına çağrı paydalarında buluşulduğu görülür. Sivil itaatsizlik, demokratik hukuk düzeni içinde oluşabilecek adaletsizliklere karşı bireyin kendisini barışçıl yöntemlerle savunma ve korunma yöntemidir. Bu eylemler sayesinde haksızlık, eşitsizlik ve adaletsizlikten kaynaklanan problemlerin barışçıl ve rasyonel yöntemlerle çözülebileceğine ülkeler defalarca şahit olmuştur.

NOT: Jim Crow Yasaları: 1880s-1960s arasında Amerika’nın büyük bölümünde uygulanmış olan ve siyahlar ile beyazların aynı sosyal ortamları paylaşmalarını yasaklayan kanunlardır. “Demir yolları ve tramvaylarda ırk ayrımını benimseyen ilk yasa 1875’de Tennessee’de kabul edildikten hemen sonra, tüm Güney eyaletlerinde birden demir yollarında ırk ayrımı uygulamasına gidildi. Her yere Sadece Beyazlar İçin ve Siyahlar tabelaları asıldı. Aslında bunların hepsi mevcut durumun resmiyet kazanması anlamına geliyordu. Uygulamada ise bu, otelleri, tiyatroları, kütüphaneleri ve hatta asansör ve kiliseleri de kapsıyordu. Ayrımın en ağır biçimde hissedildiği alan ise okullardı.” Jim Crow dönemin popüler bir tiyatro oyunundaki siyahi  İngiliz komedyen olan Thomas Rice’ın 1828’de yarattığı bir karakterdir ve o dönem beyazların zencilere olan bakışını yansıtır; pejoratif bir anlam içerir.

Eda KARAİBRAHİM

KAYNAKÇA:

  1. https://tr.wikipedia.org/wiki/Jim_Crow_yasalar%C4%B1
  2. Orhan Arslan,Sivil İtaatsizlik Bağlamında Vicdani Ret Türkiye Örneği,İstanvul Bilgi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Hukuk Yüksek Lisans Programı.
  3. Sinem Demirci, Rosa Parks ve Montgomery Otobüsü (http://www.iekaum.hacettepe.edu.tr/Rosa_Parks_ve_Montgomery.pdf)
  4. Şeniz Anbarlı, Bir Pasif Direnme Modeli Olarak Sivil İtaatsizlik, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi
  5. Ayşe Hür, Sokrates, Thoreau, Gandhi, Martin Luther King, (http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/sokrates-thoreau-gandhi-martin-luther-king-1138746/)
  6. Burçin Belge, Sivil İtaatsizliğin Kısa Tarihi, Bianet, 2011,(http://bianet.org/bianet/siyaset/4243-sivil-itaatsizligin-kisa-tarihi)
  7. Kadir Candan, Murat Bilgin, Sivil İtaatsizlik, TBMM Araştırma Hizmetleri Başkanlığı, 2011, sayı 19
  8. John Rawls, Sivil İtaatsizliğin Tanımı ve Haklılığı, Kamu Vicdanına Çağrı, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları,İstanbul, 2011,s.56.
  9. Henry David Thoreau, Sivil İtaatsizlik ve Pasif Direniş, Vadi Yayınları,2015.
  10. Mesude Altunel, Sivil İtaatsizlik ve Mohandas K. Gandhi, TBB Dergisi, 2011,sayı.93, s.446.
  11. Altunel, M.,Sivil İtaatsizlik ve Mohandas K. Gandhi, TBB Dergisi, 2011,sayı.93
  12. Anbarlı,Ş.,Bir Pasif Direnme Modeli Olarak Sivil İtaatsizlik, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi
  13. Belge,B., Sivil İtaatsizliğin Kısa Tarihi,Bianet, 2011
  14. Candan,K. ve  Bilgin,M.,Sivil İtaatsizlik, TBMM Araştırma Hizmetleri Başkanlığı, 2011, sayı 19.
  15. Kabaoğlu, İ.,Özgürlükler Hukuku, Baskı, Afa Yayınları, İstanbul.
  16. Rawls, J.,Sivil İtaatsizliğin Tanımı ve Haklılığı, “Kamu Vicdanına Çağrı Sivil İtaatsizlik,2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2001.
  17. Ökçesiz, H.,Sivil İtaatsizlik, 2. Baskı, Afa Yayınları, İstanbul.

Ulusal ve Uluslararası Arenada Kadının Siyasi Statüsü

Ulusal ve Uluslararası Arenada Kadının Siyasi Statüsü

Kadınların insan olarak sayılmadığı kanunu değiştiren Kanada’nın ilk kadın yargıcı Emily Murphy, Uluslararası İnsan Hakları Bildirgesi’ni Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na sunan ve kabul edilmesinde büyük katkısı olan dünyanın ilk first lady’si Eleanor Roosevelt, Amerika’da siyahilere ayrımcılığa karşı tavır koyarak tarihi  bir direnişin sembolü haline gelen Rosa Parks, 20. yüzyılın hümanizm ikonlarından biri olan Prenses Diana, soğuk savaş boyunca dünyanın ve ülkesinin kaderinde rol oynayan İngiltere’nin ‘Demir Lady’si Margeret Thacther, kadın sporcuların erkeklerle eşit haklarda yarışabilmesi için mücadele eden Billie Jean King, Hindistan’ın ilk kadın başbakanı Indira Gandhi, ülkesi Pakistan’ın diktatörlükten demokrasiye geçişi için savaşan başbakanı Benazir Butto, Birleşik Krallık’ta kadınların oy hakkı kazanabilmesi için mücadele eden kadın hakları savunucusu Emmeline Pankhurst, kadın hareketinin öncülerinden Simone de Beauvoir…

Ulusal ve Uluslararası Alanda Kadının Siyasi Statüsü

Kadın; hakkettiği sosyal, ekonomik ve siyasi konuma gelebilmek için dünya sahnesinde daima mücadele içinde olmak zorunda kalmıştır. “Kadın ve erkek arasındaki toplumsal cinsiyet ayrımının biyolojik etkenlerden ziyade, tarih boyunca toplumları etkileyen düşünsel, dinsel, siyasal ve ekonomik akımlar ile birlikte incelenmesi çok daha faydalı olacaktır. Yerleşik düzene geçiş ve kentlileşme süreci, paranın icadı, aydınlanma süreci, sanayi devrimi ve son olarak modernleşme süreci toplumsal değerleri, dolayısıyla kadının toplumdaki yerini belirlemiştir.”[1] Dünyada yaşanan sosyal, siyasal, ekonomik gelişmeler sonucu, eşitlik ve özgürlük mücadelesinden beslenen kadın hareketleri doğmuştur. “Kadın hareketi İngiltere’de orta sınıfın önderliğinde oy hakkı talebine bürünürken, Fransa ve Almanya’da işçi sınıfı kadınlarının talepleri olarak ortaya çıkmıştır.”[2] 1912 Londra’sında, çalışan bir grup kadının oy hakkı mücadelesine katılış öyküsünün anlatıldığı, Sarah Gavron yönetmenliğindeki Suffragette filmi dünya tarihinin belki de en önemli eşitlik mücadelelerinden birini konu almıştır. Dönemin oy hakkı savunucusu Emmeline Pankhurst’un yapmış olduğu sivil itaatsizlik ve ulusal kampanya çağrısının sonunda, kadın hakları mücadelesine olan ilgi dünya çapında artmıştır, fakat bu mücadele binden fazla Britanyalı kadının hapsine yol açmıştır. Nihayetinde 1918 yılında 30 yaşın üstündeki bazı kadınlara oy hakkı tanınmıştır. Ardından 1925 yılında bir kadın ilk kez çocukları üzerinden hak iddia edebilmiştir, ve nihayet 1928 yılında  kadınlar da erkeklerle aynı oy hakkına sahip olabilmiştir.

Türkiye’de de kadının özgürleşme süreci kolay olmamıştır. Türkiyeli kadınların da siyasal hak elde ediş süreci diğer dünya ülkelerindeki gibi köklü bir mücadele ve örgütlenme nihayetinde gerçekleşmemiştir. “I. Meşrutiyet ile başlayan II. Meşrutiyet’te büyük bir ivme kazanan kadınların siyasal hak mücadelesinin, kadın hareketini Cumhuriyet’e taşıdığı söylenebilir”[3] Türk siyaset tarihinde kadının rolünden bahsederken de Milli Mücadele yıllarında kadının toplumsal rolündeki değişimleri ve fiili anlamda savaşa katılmak zorunda kalan kadınları hatırlatmak gerekir. Türkiye’de kadın, mili mücadele yılları sonrasında da oy hakkı kazanmak adına ciddi bir çalışma içine girmemiş olmasına rağmen; 1934 yılında bir çok Avrupa  ülkesinden önce,  milletvekili seçme ve seçilme hakkına sahip olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllarda kadına oy hakkı veren ülkelere Fransa, Çin, İtalya gibi ülkeler de katılmıştır. İsviçreli kadınlar ise bu hakka ancak 1972’de kavuşabilmiştir. Aralık 2015’te Suudi Arabistanlı kadınlar ilk kez belirli şartlar altında oy kullanarak siyasete katılabilmişlerdir.

80’lerde ve 90’larda kadının toplumsal rolünün artmasına bağlı olarak, kadın örgütlerinin sayısı da çoğalmaya başladı. Türkiye’de Mor Çatı, AÇEV, Kamer Vakfı, Kadın Adayları Destekleme Derneği gibi platformlar kadının sosyal ve siyasal alanlarda varlığı için mücadeleye hala devam etmektedirler. 1993 yılında Türkiye Cumhuriyet tarihinin ilk kadın Başbakanı olan Tansu Çiller seçilmiştir. 2004 yılında Anayasanın 10. maddesine ”Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir, devlet bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.” hükmü eklenmiştir. 25 Şubat 2009’da ‘’TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’’ kurulmuştur. Fakat bugün ise Bakanlar Kurulunda sadece bir kadın bakan vardır. İstatistikler, kadının eğitim seviyesi ve ekonomik bağımsızlığına paralel olarak siyasi arenadaki varlığının da güçlendiğini göstermektedir.

Kadının siyasal ve sosyal alandaki temsili yalnız Türkiyeli kadınların değil; tüm dünya kadınlarının ortak sorunudur. Bugün, kadın haklarına ilişkin Türkiye’nin de taraf olduğu bir çok uluslararası hukuk düzenlemesi bulunmaktadır. 7 Mayıs 2004 tarihinde Anayasa’nın 90. maddesinde yapılan değişiklikle ulusal düzenlemeler ve uluslararası düzenlemelerin çatıştığı durumlar güvence altına alınmıştır buna göre: ‘Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır’. Bu çerçevede, CEDAW(Convention on the Elimination of All Forms of Discrimination Against Women) ve İstanbul Sözleşmesi de ulusal düzenlemeler karşısında üstün konuma getirilmiştir. Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW), 1979 yılında Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilmiştir ve Türkiye tarafından 1985’te imzalanmıştır.

“Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi 7 Nisan 2011 tarihinde ‘Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ni kabul etmiş ve Sözleşme üye ülkelerin imza ve onayına sunulmuştur. Kadına yönelik şiddet alanında yasal çerçeve oluşturması ve bu alanda uluslararası bağlayıcılığa sahip ilk düzenleme olması açısından sözleşme oldukça önemlidir. Sözleşme ile; fiziksel, cinsel, psikolojik şiddetin yanı sıra zorla evlendirme, ısrarlı takip gibi farklı şiddet türleri tanımlanmakta ve bunlara ilişkin yaptırımlar getirilmektedir.”[4] 2011 yılı Mayıs ayında Türkiye tarafından İstanbul’da imzalanan bu sözleşme, İstanbul Sözleşmesi olarak da anılmaktadır.

19. ve 20. yüzyıllarda dünyanın çeşitli bölgelerinde farklı şekillerde gelişmeye başlayan kadın hareketleri, bir çok ülkede zorlu mücadeleler sonucu kadınların yasal haklarını kazanmalarına neden olmuştur. Fakat, günümüzde hala kadının siyasal ve sosyal bir özne olabilmesi birçok engelin aşılması gerekiyor. Dünyadaki diğer ataerkil toplumlarda olduğu gibi Türkiye’de de kadın, toplumun kendisine biçtiği rolün dışına çıkmaya çalışırken ve bunu sorgularken problemler yaşamaya devam ediyor. Toplumsal baskıların şekillendirdiği beklentiler, kadını sosyal ve siyasal hayatın dışına büyük bir kuvvetle itmeye devam ediyor.

Eda KARAİBRAHİM

KAYNAKÇA:

[1] Meltem Ünal Erzen, Kadın Gözüyle Kadın Siyasetçiler, Derin Yayınları, İstanbul, 2011,s.10.

[2] Semra Gökçimen, Ülkemizde Kadınların Siyasal Hayata Katılım Mücadelesi.

[3] Semra Gökçimen, Ülkemizde Kadınların Siyasal Hayata Katılım Mücadelesi.

[4] http://kadininstatusu.aile.gov.tr/uygulamalar/turkiyede-kadin

[5] https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/mevzuat_TIHB.

[6] htmhttp://www.mfa.gov.tr/turkiye_de-kadin-haklari-alaninda-kaydedilen-gelismeler.tr.mfa

[7] http://kadininstatusu.aile.gov.tr/uygulamalar/turkiyede-kadin

[8] http://www.un.org/womenwatch/daw/cedaw/

[9] http://www.kadinininsanhaklari.org/

[10] https://www.weforum.org/agenda/2015/08/where-are-the-women-leaders/

Devam Eden Sorun: Makedonya-Yunanistan İsim Anlaşmazlığı

Makedonya Cumhuriyeti, eski Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’ni meydana getiren altı federe cumhuriyetten en hassası olmasına rağmen, eski Yugoslavya bünyesinden ayrılma sürecini sorunsuz tamamlayan tek ülkeydi. Makedonya’da 8 Eylül 1991 tarihinde yapılan referandumdan, yüzde 95,4 gibi yüksek bir oranla, bağımsızlığa “Evet” kararı çıktı. Parlamento’nun 17 Eylül 1991 tarihinde aldığı kararla, “Makedonya Cumhuriyeti” isimli yeni bir devletin kurulduğunu tüm dünyaya ilan etti. Komşuları ise farklı farklı nedenlerle ilk dönemde Makedonya Cumhuriyeti’ni tanımadılar. Sebebi ise Makedonya’nın, Yunanistan ile isim; Bulgaristan ile dil; Sırbistan ile sınır ve haleflik ve Arnavutluk ile bu ülkedeki Arnavutların talepleri sebebiyle anlaşmazlıkları bulunuyordu.

Makedonya, kendisini tanımayan komşularının birçoğuyla ilerleyen yıllarda iletişim kurmayı başardı. Ancak güneydeki komşusu Yunanistan, bağımsızlığını ilan ettiği günden beri Makedonya Cumhuriyeti’ni anayasal ismiyle tanımayı reddetti. Yunanistan’ın, Makedonya Cumhuriyeti’nin bayrağı, anayasası ve adı hakkındaki yaklaşımı, bu ülkenin diğer ülkeler ve İMF, Dünya Bankası, Avrupa Birliği ve NATO gibi uluslararası kurumlarca tanınmasını birkaç yıl geciktirdi.

İlk olarak basit ve sembolik bir isim meselesinden ibaret gibi görünen bu tanımama kararı, çok daha köklü ve tarihi bir anlaşmazlığı temsil ediyor. İki ülke arasındaki temel mesele; Makedonya’nın ismi, anayasası, bayrağı ve parasındaki simgelerden ziyade, Makedon ulusunun varlığıdır. Bu meselenin kökeni ise milattan önce dördüncü yüzyıla kadar uzanıyor.

Yunanistan’a göre, “Slav kavimleri Balkan yarımadasına altıncı ve yedinci yüzyıllarda geldiklerine göre, bugünkü Makedonlar, eski Makedonlardan gelmiyorlar. Bu sebeple bugünkü Makedonların, Makedon ve Makedonya isimlendirmelerini kullanma hakları yok.” Ayrıca; “Üç bin yıldan beri Yunanistan’ın bir parçası olan Makedonya’nın, Büyük İskender’e kadar uzanan bir Helen geçmişi bulunuyor. Antik Çağdaki Makedonlar, Yunanca konuşan ve Yunan kültürüne sahip Kuzey Yunanistan halkıdır.” deniyor. Bu görüşlere karşılık Makedonlar da, “milattan önce 700 ve 800’lü yıllarda Ege Makedonya’sında ortaya çıkan Makedonlar, Yunanca konuşmadıkları gibi, Yunan kültürünün de bir parçası değildir.” tezini savunuyor. Ayrıca Üsküp yönetimine göre, “Bugün, Vardar Makedonya’sında yaşayan ve tarihin etkileri sebebiyle Slav Makedoncası konuşan halkın önemli bir kısmı ile Ege Makedonyası’nda yaşayan ve aynı etkiler sebebiyle Yunanca konuşan halkın bir kısmı Antik Çağdaki Makedon Krallığı halkına mensup Makedonlardır.”

Bu görüşler doğrultusunda, Makedon ve Yunanlıların birbirinden farklı tezleri olduğu görülüyor. Bu tezlerden hangisinin doğru olduğu, tarihi gerçekliklere bakılarak, rahatlıkla tespit edilebilir. Ancak bir devletin isim ve sınırlarını binlerce yıl önce yaşanmış olaylara göre belirlemek ne kadar doğru bir yaklaşım, tartışılır. Bu yaklaşımdan yola çıkacak olursak, Yunanlıların, Helenlerden gelip gelmediğini sorgulayan birçok çalışmaya da rastlanabilir. Ayrıca, Yunanistan’ın, “Greece” veya “Grece” ismini bir Boiotia kavminden aldığını hatırlatmakta fayda var. Günümüzde bu kavmin mensuplarından kimsenin hayatta olmayışı, Yunanlıların, Makedonlar gibi isim tartışmalarıyla mücadele etmek zorunda kalmamaları adına büyük bir şanstır.

1995 yılında Makedonya ile Yunanistan arasında yapılan anlaşma gereği, Yunanistan’ın Makedonya Cumhuriyeti’nin uluslararası anlaşmalarda ve üyeliklerde “Eski Yugoslavya Cumhuriyeti Makedonya” ismi ile kabul edildiğinde veto etmeyeceğini belirtmesine rağmen yapılan bu anlaşmaya uymayarak konu Uluslararası Adalet Divanı’na taşınmıştır. Lahey’de verilen karar Yunanistan’da büyük şok yaratmış ve Makedonya Cumhuriyeti’nin haklılığı konusunda karara varmıştır. Verilen bu karar Makedonya için çok büyük öneme sahiptir. Çünkü bu kararın Avrupa Birliği ve NATO’ya yapılacak başvurularda göz önünde bulundurulması gerekiyor. Fakat günümüzde Makedonya’nın üyeliğini engelleyen temel neden olarak Yunanistan ile yaşanan isim anlaşmazlığı maalesef ki önemini korumaktadır. Makedonya’nın içine düştüğü bu çıkmazın farkında olan Yunanistan, özellikle 2007 yılının ikinci yarısından itibaren, isim meselesini bu ülkenin olası NATO ve AB üyeliklerinde koz olarak kullanarak çözmek için güçlü bir kampanya yürütüyor. Aynı zamanda Makedonya, AB’ye aday ülke statüsü aldığı Aralık 2005’den beri, Brüksel ile üyelik müzakerelerini başlatma tarihi bekliyor. Hem AB, hem de NATO üyesi olan Yunanistan ise, kuzey komşusu ile arasındaki isim anlaşmazlığı çözülmediği takdirde, Nisan 2008’de Bükreş’te yapılan NATO zirvesinde olduğu gibi, bu ülkenin NATO ve AB üyeliğini engellemekle tehdit ediyor. Ayrıca Yunan ve Makedon kamuoyu ve partileri isim sorununda son derece katı bir tutum izlemekteler. Bununla birlikte 2011 yılında başlayan Yunanistan’daki borç krizinin isim anlaşmazlığında Atina’nın elini zayıflattığı görülüyor. Makedonya-Yunanistan arasındaki isim meselesinin iki ülke arasındaki müzakerelerden ziyade, önde gelen AB ve NATO üyesi devletlerin etkisiyle aşılması bekleniyor.

Mevcut duruma bakıldığında, Makedonya’nın NATO ittifakı ve Avrupa Birliği’ne üyeliğinin, yalnızca bu ülke için değil, tüm bölgenin genel istikrarı için son derece önemli olduğu anlaşılıyor. Eğer Yunanistan’ın bu isim istismarı engellenmezse, Atina’nın veya başka bir başkentin farklı adımlar atması da mümkün hale gelebilir. NATO üyesi bir ülkenin, bir başka ülkenin katılımını sadece adını beğenmediği için engellemeye çalışması ve karar mekanizmalarını sekteye uğratması, gelecek adına soru işaretlerinin oluşmasına sebep olmaktadır.

Bahsi geçen isim sorunuyla ilgili Birleşmiş Milletler arabulucusu tarafından bazı çözüm önerileri sunulmuştur. Sunulan çözüm önerileri sorunun ortadan kaldırılması için çok önemli olmasına rağmen Yunanistan tarafından reddedilmiştir. Bugün Balkanlardaki barışı sağlama ve sürdürme konusunda kilit ülke konumunda olan Makedonya’nın Yunanistan’la olan bu isim sorununu çözmesiyle geleceğe daha güvenle bakılabilecektir. Makedonya’da oluşacak huzur ortamı hem balkanları hem de Avrupa ve dünyayı rahatlatacaktır.

 

Balkan Araştırmaları Merkezi Stajyeri

Merve AYAZ

 

KAYNAKÇA

  • Balkanlar El Kitabı, Cilt I-II, KaraM-Vadi Yayınları, Ankara, Mart 2007.
  • Balkanlar, Hugh Poulton, Sarmal Yayınevi, İstanbul, Nisan 1993.
  • Makedonya Sorunu Dünden Bugüne, ASAM Yayınları, Ankara, 2002.
  • Osmanlı Devleti’nin Makedonya Meselesi, Süleyman Kani İrtem, Temel Yayınları, İstanbul, 1999.
  • Tarihin İzinde Balkanlar ve ABD, Öncü Kitap, Yusuf Küpeli, Ankara, Nisan 2000.
  • Makedonya-Yunanistan isim kavgası: Buzdağının görünen kısmı, Can Karpat, AIA Türkiye ve Balkanlar Masası, Şubat 2006.
  • Seçim Sonrası Makedonya, Süleyman Baki, Temmuz 2008
  • Makedonya’nın Makroekonomik Durumu ve AB Üyeliği Açısından Bir İnceleme, Esfer Ali, Kasım 2006.
  • Makedonya Ekonomisinde Sirtaki, TÜRKSAM, Esfer Ali, Mart 2008.
  • Makedonya ile İlgili İsim Anlaşmazlığını Çözmenin Zamanı Geldi, Zoran Nikolovski, Southeast European Times, Kasım 2008.
  • Yunanistan’ın Makedonya büyükelçisi geri çağrıldı, Southeast European Times, Temmuz 2007

Kitap Analizi; Balkanlar’ı Tahayyül Etmek

Kitabın Adı: Balkanlar’ı Tahayyül Etmek

Yazarı: Maria TODOROVA

Yayın evi: İletişim Yayınları

Basım Tarihi: 2003

Türü: İnceleme

İşlenen Konu: “Balkan” ve “Balkanlı” kavramlarının irdelenmesi

Tercüme: Dilek ŞENDİL

Sayfa Sayısı: 440 Sayfa

Balkanlar’ı Tahayyül Etmek

Gelişme

Ana Fikir: Balkanlar’ın farklı görüşler çerçevesinde zaman ve mekan içinde nasıl kurgulandığını oluşturulan emperyalist proje çerçevesinde Batı’da üretilen stereotip ve Batı’nın önyargılı tutumunun açığa çıkması.

Kurgu: Balkan bölgesi diye adlandırılan toprakların oryantalizm bakış açısı altında kimlerin ve neden “balkan” diye hitap ettikleri, “oryantalizm” ve “balkanizm” kavramlarının çatışması ve kesişmesi, kastedilen toprakların doğuya mı ait yoksa batı içerisinde mi olduğu, bu bölgede yaşayan farklı etnik gruplar ve gerek coğrafya sınırları içerisinde yaşayan gerek coğrafya sınırları dışında yaşayan insanlar tarafından “balkanlı” olarak kastedilen kavramın ne olduğu incelenmektedir.

Olaylar: Doğunun tabiriyle oksidentalist güçler balkan ve balkanlıları yok etmek istedi. Zaten oluşturulan kutsal ittifaklar da bu amaca el ayak olmuştu. Bu süreçte elbette meşru yollar seçilmiş, istikrarlı ve yutturulmaya çalışılan projeler üretilmişti. Balkanlar için bir de Avrupa’nın ötekisi olarak tanımlama yapılmıştı. Zafer ve toprakları genişletme düşleri daha düne dek pek çok başarılar ile gerçekleştiriliyor olsa da Balkan irredantizmi (yayılmacı milliyetçilik) ile birdenbire nerede duracaklarını bilmeleri güçleşmişti. Balkanlar’daki yeni türedi devletlerin, çoğu Alman küçük prenslerin ılımlı kılavuzluğu altında Batı Avrupalı modellerin emperyal davranışlarına öykünmüşlerdi. Bu çerçevede de bir kurgu yaratılmaya çalışıldığını anlamak çok da güç değildi.

ABD’nin SSCB’yi çevreleme politikasının mimarı olan George Kennan’ın hazırlamış olduğu raporun en büyük değeri, günümüzün insanlarına bugünkü sorunun ne kadarının derin kökleri olduğunu, ne kadarının olmadığını ortaya koymasıdır. Yine bu raporda geçen “Karşı karşıya bulunduğumuz acı gerçek şu ki: eski çağlardaki gelişmelerin, yalnızca Türk egemenliği dönemindeki değil, ondan daha önceki gelişmelerin sonucu, Avrupa kıtasının güneydoğusuna, Avrupalı olmayan ve bugüne dek Avrupalı olmama niteliğini büyük ölçüde koruyan bir medeniyetin hakim olmasıdır.” Sözleri kitapta anlatılmak isteneni az çok özetler niteliktedir.

Doğu ile Batı bölünmesi ortaçağda dar olarak Katoliklik ile Ortodoksluk, geniş olarak ise İslam ve Hristiyanlık arasındaki çekişmeyi betimlemekteydi. Her durumda doğu-batı diye ikiye bölünme, düpedüz mekânsal boyutları tanımlamıştı: Bir arada yaşayan, ancak siyasal, dinsel ya da kültürel nedenlerle birbirine karşı olan toplulukları yan yana koymaktaydı. Doğu her zaman bu karşı oluşun küçültücü bileşeni değildi. Roma’nın çöküşünden sonra yüzyıllar boyu uygar Avrupa dünyasının rakipsiz merkezi olan Bizans açısından, Batı, barbarlık ve kabalıkla eş anlamlıydı. Ancak 1453’te Konstantinopolis düşüp Ortodoks kilisesinin yıldızı sönünce, özellikle de Batı Avrupa’nın ekonomik yönden eşsiz yükselişiyle birlikte doğu, Ortodoks dünyasında da ikiliği karşıtlığın daha az ayrıcalıklı tarafı olarak içselleştirildi.

Balkan adının öyküsüne gelecek olursak Bulgaristan’ı doğudan batıya kesen ve Tuna boyunca yükselen sıradağlar, İngiliz dilinin gezi edebiyatına ilk kez “balkanlar” adıyla girdiği söylenmiştir. Balkan adı daha sonra 1582 yılında Martin Grünberg tarafından bu coğrafyada yaptığı gezileri sonrasında kullanır. Ancak bahsettiği bölge Rodop Adaları’dır. Bu terim görüldüğü üzere gezilerde görülen dağ silsilelerinden türetmeler yapılmıştır. Artık onlara zorlu dağlar anlamına gelen Balkan denilmeye başlanmıştı. Osmanlılar ise balkan sözünü ilk önce Rumeli’de Rumeli’de genel olarak dağ anlamında kullanılmış, kesin coğrafi yapıyı belirlemek için de yanına ek adlar ya da sıfatlar koymuşlardır. Balkan sıradağlarının Karadeniz’e doğru alçalan doğu uçtaki kısmına Emine Balkan (Haimos Dağı’nın Osmanlıca’daki karşılığı), ana silsilesine Koca Balkan, Şumen’in kuzeyine doğru düzlüğe uzanan dağ burnuna Küçük Balkan, Karpatlar’a da Ungaru (Macar) Balkan denilmiştir.

Güneydoğu Avrupa olarak da kapsamlı bir tanımlama getirilmiş yarımadanın içine aldığı bölgeler Slovakya (çek toprakları hariç), Macaristan, Romanya, Eski Yugoslavya, Arnavutluk, Bulgaristan, Yunanistan ve Avrupa Türkiye’sidir. Ayrıca Tuna ve Sava ırmaklarını Balkan Yarımadası’nın kuzey sınırları olarak görülmektedir. Bunun anlamı ise Romanya’yı Balkanlar’ın dışında bırakılmasıdır. Diğer yandan Güney Slavları ele alırken siyasal ve antropolojik ölçütleri de işin içine katarak Balkan Uygarlığı adı verilen oluşuma Hırvatlar ve Slovenler de sokulur. II. Balkan Savaşı’ndan sonra ise Balkan kavramı Romanya da dahil olmak üzere bütün yarımadayı içine almıştır. I. Dünya Savaşı’nın ardından küçük devletlerin çoğalmasının nedeni ise Habsburg ve Romonov İmparatorlukları’nın parçalanmasıdır. Polonya, Avusturya, Çekoslovakya, Letonya, Estonya, Litvanya kurulmuştur. Bu mirasa bir de tabi ki Yugoslavya’yı da eklemek gerekir. “Balkanlaşma” nosyonunun hakim batılı devletlerin küçük ülkeleri kendi nüfuzunda tutma pratiğini rasyonalize ederek, yeryüzünün talihsiz insanlarına silinmez bir damga vurmak, onlarda utanç ve değersizlik duyguları yaratmak için kullanıldığı da belirtilmiştir. Özel adlandırma da ise bu küçük devletlerden bazıları balkan devleti olduklarını bizzat kendileri kabul etmez. Mesela Romanya’nın “bizi yarı vahşi Yunanlılar ile Slavlar ile nasıl karıştırırsınız, biz Latin’iz” şeklinde ülkenin balkanların bir parçası olduğuna karşı çıkmaktadır. Ancak iki dünya savaşı arasında lekelenmiş coğrafi terime gösterdiği aşırı politik hassasiyeti azaltmış ve “Balkan Paktı” ’na imza atmıştır. Öte yandan Arnavutluk ise kendisinin salt bir şekilde balkan kavramını karşıladığını belirtse ve diğer bazı balkan devletlerinin batısında bile yer alsa da hem coğrafya içinde hem coğrafya dışında Arnavutluk doğu olarak görülmüştür.

20.yy başlarken artık Avrupa literatüründe Balkan imgesi çoktan şekillenmişti. Avrupalılar, Balkanları sadece coğrafi olarak değil fikir olarak da “doğu” olarak görmüşlerdir. Balkanlar, söylenegeldiği gibi yolu büyük devletlerin kötü niyetleriyle döşenmis bir cehennemdir. Alman filozof Hermann Graf Keyserling ise Edward Said’den çok çok önce ve Said’e benzer bir yaklaşımla “Balkanlar mevcut olmasaydı, icat edilmesi gerekirdi” demiştir.

I. Dünya Savaşı’nın başlamasından önce Balkanlardan ayrı olarak bahsedilmemekle birlikte Doğu Avrupa, doğu-orta Avrupa ve Güneydoğu Avrupa tabirleri kullanılmıştır. Burada Doğu-Orta Avrupa: Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya; Güneydoğu Avrupa: güney Yugoslavya, Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya ve Moldova; Doğu Avrupa ise Rusya için kullanılmıştır. Aslına bakılırsa Doğu Avrupa’nın Rusya olarak algılanması gelecek için korkunç senaryonun bir parçasıydı. Daha sonraki tartışmalar ise Doğu Avrupa’nın yani Rusya’nın haricinde kalan bölgeleri Orta Avrupa olarak nitelenmesine sebep olmuştur. Ve Orta Avrupa bir inanç eylemi, bir proje hatta bir ütopya diye nitelendirilirken Rusya’ya yönelik tutum ise belirsizliğini korumuştur.

Tüm bu kadar kurgunun üzerine Balkanlar’ın Osmanlı mirası olduğunu söylemek hiç de abartı olmayacaktır. Nitekim günümüz balkanlar stereotipinde bahsi geçenler ne kadar Bizans unsurlarını içerse de Osmanlı unsurlarıdır ya da Osmanlı olarak algılanan unsurlardır. Siyasal alanda Osmanlı mirası kronolojik olarak Balkanlarda otonom veya bağımsız devletlerin kuruluşundan Osmanlı’nın yarımadadaki siyasal varlığına son veren I. Dünya Savaşı’na dek uzanır. Otonom ve bağımsız balkan devletlerinin kurulması, siyasal geçmişle yalnızca bir kopuş değil aynı zamanda bu geçmişin reddi anlamına geliyordu. Bu durum Osmanlı devlet kurumlarının ve yerel özyönetim biçimlerinin yerine yeni Avrupalı kurumlar kurma girişiminde açıkça kendisini göstermiştir.

Sonuç

Kitap Yorumları:

Çok dilli, çok dinli, çok uluslu bir toplumu oluşturmak, bir arada istikrarı sağlamak başarıldığı takdirde çok büyük bir yetenektir. Çünkü her daim içeriden sorunlar patlak verdiği için dışarıdan müdahale etmesi, içeridekileri bir görüşe, bir düşünüşe kaydırması çok daha kolaylaşmaktadır. Nitekim Balkan coğrafyası da bu durumun kurbanıdır. Maria Todorova, okuduğum bu kitabında durumu ayrıntılarıyla açıklamıştır. Kitabı bitirdiğimde bir kere okumanın yetmeyeceği kanısına vardım. Çünkü yarımada geçmişten günümüze çok karmaşık ve hareketli bir tarihe sahiptir. Bu durum da olayları kavramak açısından çok fazla detaya inmeyi ve irdelemeyi istiyor. Birkaç kez okunduğu takdirde balkan coğrafyası ile ilgilenenlerin çok detaylı ve kaliteli bilgilere sahip olacağını ve bu kişilerin ezber klişelerden ziyade derinlemesine bilgi sahip olmak istiyorlarsa kesinlikle okumaları gereken sayılı kitaplardan biri olduğunu düşünüyorum. (Nimet CEYLAN)

Maria Todorova’nın Balkanlar’ı Tahayyül Etmek kitabı çarpıcı bir giriş cümlesiyle başlar. Batı kültüründe bir hayalet geziniyor: Balkanlar hayaleti. Bütün güçler bu hayaletten kurtulmak için kutsal bir ittifak oluşturdular: Politikacılar, gazeteciler, tutucu akademisyenlerle radikal aydınlar, her türden, cinsiyetten ve akımdan ahlakçılar.” Bu girizgaha bakıldığında bile kitabın neyle alakalı olduğunu, hangi düşünceleri aslında bir nevi zorladığını anlamak pek de güç değil. (Ceren ÇEVİK)

Maria Todorova’nın bu kitabı Balkan coğrafyası, Balkan halkları hakkında içerden ve dışardan olan gözlemleri ile bizlere Balkan tarihi hakkında geniş bilgiler sunuyor. Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra yedi devletin ortaya çıktığını düşünürsek balkan coğrafyasının karmaşıklığı, çok kültürlülüğü, din ve dil konusundaki zenginliği avantaj unsuru olabilmesini umut ettiğimiz lakin bunun bu zamana kadar diğer güçlü devletler nezdinde balkanları istikrarsızlaştırmak için kullanılması balkan coğrafyasının dezavantajı olarak durmaktadır. Ayrıca yakın gelecekte Balkanlarda Balkanlaşma kelimesinin yeniden o eski küçültücü anlamıyla karşımıza çıkmayacağının garantisini kimse veremez. Çünkü balkanların etnik yapısı, çeşitliliği, tarihi tecrübeleri bize hala Balkanların yeni krizlere gebe olduğunun habercisidir. Ayrıca bu kitap bize aynı zamanda tarih okumalarında ki en önemli unsurun olayların tarafsız ve doğru bir şekilde aktarılmasının önemini göstermektedir. (Sezer BOZACI)

Kitabı kesinlikle tavsiye ederim, zira içerdiği bilgiler ve farklı bakış açısı sayesinde Balkan konseptine bakış açımı değiştirdi. En önemli yeri olarak tabir edebileceğim kısmı ise kitabın içinde yer alan bölümlerden değil, ilk sayfasında yazan: ‘Bana Balkanları bir gurur veya utanç kaynağı yapmadan sevmeyi öğreten anneme ve babama…’ kısmı oldu. Todorova’nın anlatmak istediği de tam olarak bu bence kitabında. (Merve AYAZ)

TUİÇ Balkan Araştırmaları Merkezi Stajyerleri

Nimet CEYLAN – Ceren ÇEVİK – Seren BOZACI – Merve AYAZ