Home Blog Page 245

Kosova’nın NATO Süreci ve Ülkenin Güvenlik Eksenli Dış Politikası

Kosova’nın NATO Süreci ve Ülkenin Güvenlik Eksenli Dış PolitikasıKosova'nın NATO süreci

İnsanlık, tarih boyunca birçok savaşa şahit olmuştur. Baktığımızda iki büyük dünya savaşının başlangıç yeri olarak ise Balkanlar coğrafyasını görmekteyiz. Balkanlar ayrıca kendi içinde de birçok etnik, kültürel ve dinsel farklılıklar barındırması sebebiyle savaşlar yaşamıştır.

Sırp ve Arnavutların yaşamakta olduğu Kosova toprakları da bu savaşların kanlı bir şekilde yaşandığı yerlerden biridir. [1] Yaklaşık 2 milyon nüfusun %92’sini Arnavutlar’ın oluşturduğu Kosova’da Sırplar günümüzde çok az bir Hristiyan kısmı temsil etmektedir.[2] Durum böyle olmasına karşın Arnavutlar ve Sırplar tarih boyunca sürekli karşı karşıya gelmişlerdir. Her ne kadar Kosova’daki gerilimler çok eskiye dayandırılabilse de, 2008’de bağımsızlığı getiren olaylar bütünü Mart 1989’da Sırbistan’ın askeri ve polis gücüyle Kosova’ya girerek özerkliğini elinden almaya çalışmasıyla başlamıştır diyebiliriz.[3] 1989 yılında Kosova’nın özerkliği, Sırbistan’da yapılan bir referandum ile kaldırılmıştır. Arnavutça yasaklanmış, Priştine Üniversitesi’nde de Arnavutça eğitime son verilmiştir. Eğitim sistemi, ekonomi, mahkemeler Sırp Hükümeti tarafından kontrol edilmeye başlanmıştır. Temmuz 1990’da ise Kosova Parlamentosu anayasaya aykırı bir şekilde toplanarak Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmiştir.

Ardından radikal milliyetçi Arnavutlardan oluşan Kosova Kurtuluş Ordusu (KKO) adlı örgüt kurulmuştur. İlk eylemlerine 1993’te başlayan KKO, üç Sırp polisin ölümüne sebep olmuştur. 1990’ların sonuna kadar KKO’nun eylemleri devam etmiş, halktan da destek bulmuştur. [4] Karşılığında Sırplar tarafından Arnavutlara yönelik etnik temizlik başlatılmıştır.[5] Bu olaylar, çatışmaların hat safhaya ulaştığı Haziran 1998’de savaş halini almıştır. Birleşmiş Milletler (BM) ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT)’nın ve bireysel devletlerin çağrılarına rağmen durdurulamayan savaşa Mart 1999’da NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) dahil oldu. [6]

NATO müdahalesi ile fiili olarak Kosova Sırp yönetiminden ayrılmış; Kosova’nın sivil yönetimi UNMIK (UN Misssion in Kosovo) ile BM kontrolüne, güvenliği ise KFOR (Kosova’daki Barışı Koruma Gücü) ile NATO kontrolüne alınmıştı.[7] NATO’nun olaya dahil olması birçok tartışmayı da beraberinde getirmiştir. İnsani gerekçelerle yapıldığı savunulan müdahale, uluslararası toplumun bazı kesimlerince, BMGK (Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi) kararı olmadan başlaması nedeniyle hukuki açıdan meşru kabul edilmedi. Ayrıca sivil kayıpların çok olması nedeniyle de insani açıdan başarılı kabul edilmedi.[8] NATO, BM Güvenlik Konseyi’nde BM Antlaşması VII. Bölümü kapsamında askeri güç kullanımına ilişkin bir kararın oylanmasında Konseyin daimi üyelerinin vetosu ile karşılaşma riskini almak istememiştir.

Kosova krizinin, Bosna krizinden sonra NATO için ikinci bir test olduğu belirtilmiştir. Bu bağlamda Bosna krizinde müdahale için geç kalınması ve NATO’nun devreye geç sokulması, bir insani felaketin yaşanmasına sebep olması nedeniyle aynı şeylerin tekrar yaşanmaması için Kosova krizinde NATO, krizin başlangıcından itibaren etkin bir şekilde krizin yönetim sürecinde yer almıştır.[9] 1999’daki NATO müdahalesi ile Sırbistan idaresinden kurtulan Kosova, Sırbistan ve Karadağ’ın 2006’da bağımsızlıklarını ilan etmesinden sonra 17 Şubat 2008’de bağımsızlığını ilan etmiş ve ilk etapta Yunanistan, Güney Kıbrıs ve Rusya’nın aksine; Türkiye ve ABD başta olmak üzere birçok ülke tarafından tanınmıştır.[10]

Arnavutlarla Sırplar arasında çatışmaların devam ettiği dönemde Kosova’nın bağımsızlığıyla ilgili temkinli bir tutum takınan Türkiye, Kosova’nın ayrılmasıyla ilgili uluslararası hukuka aykırılık tartışmaları devam etmesine rağmen, bu ülkeyi bağımsızlık ilan etmesinden sadece bir gün sonra tanımıştır.[11] Uluslararası kurumlar ile öncelikle güvenlik esaslı ilişki kuran Kosova, doğal olarak NATO ile daha yakın işbirliği imkanları elde etmiştir. Kosova’da NATO, savaş boyunca ve sonrasında barış ve istikrarı yeniden inşa için önemli aktörlerden biri olmuştur. Kosova’nın bağımsızlığından sonra da NATO, ülkede Kosova Barış Gücü (KFOR) ismiyle varlığını sürdürmüştür. Kosova’nın en önemli dış politika hedeflerinden birinin de NATO üyesi olmak olduğunu belitmiştik. Fakat Kosova, Birleşmiş Milletler üyesi olmaması sebebiyle henüz NATO üyeliğine başvuramamaktadır.

Şu aşamada Kosova’yı tanımayan dört NATO üyesi İspanya, Yunanistan, Romanya ve Slovakya da Kosova’nın NATO üyeliği önünde bir engel olarak durmaktadır.[12] ABD’nin, Kosova’nın NATO üyeliğine tam desteği olmasına rağmen, Kosova şimdiye dek sadece Mayıs 2014’te NATO meclisinde “gözlemci” statüsü alabilmiştir.[13] Yine, AB üyesi 5 ülkenin Kosova’nın bağımsızlığını tanımaması, Kosova’nın AB üyelik hedefini de olumsuz etkilemiştir. Kosova, tanınma sorunundan dolayı vize muafiyetinden yararlanamayan tek Balkan ülkesidir.[14]

AB, Kosova’da varlığını EULEX (AB Kosova Misyonu), AB Özel Temsilcisi ve AB üye devlet temsilcilikleri ile sürdürmektedir. EULEX; BM Genel Kurulu 1244 sayılı kararı şemsiyesi altında, Şubat 2008’de kurulmuş olup, en büyük AB misyonu olma özelliğini taşımaktadır. 2016 yılı itibarıyla görev süresi iki yıl daha uzaltılmıştır. [15] AB ayrıca Kosova ve Sırbistan’ın ilişkilerinin normalleşmesini sağlamak maksadıyla 2012-2013 yılları arasında yürütülen diyalog sürecinde arabuluculuk yaparak çok kritik bir rol oynamıştır. Kosova’nın NATO ile ilişkileri AB’den daha farklı bir düzlemde olmuştur.

NATO destekli bir yöntemle bağımsızlığına kavuşan Kosova’nın dış politikası da batı eksenli şekillenmiş, komşu devletlerle sorunsuz, işbirliğine açık, barışçıl bir anlayış benimsenmişken, batılı devletlerin arasında siyasi, ekonomik ve askeri alanlarda yer alma hedefi ile ittifaklar sistemine katılarak varlığını sürdürme ile öncelikle BM nezdindeki ülkeler tarafından tanınmayı sağlamak, NATO’ya ve AB’ye katılım temel hedefler olarak belirlenmiştir.[16]

 

Balkan Araştırmaları Merkezi Stajyeri

Mahbube Gündoğan

 

Notlar

Kosova’nın yeni dış politika yol haritası için; http://www.mfa-ks.net/?page=2,98

Kosova’yı tanıyan ülkelerin listesi için; http://www.kosovothanksyou.com/

 

KAYNAKÇA

  1. ACAR, Zeynep Selin, Doktrinleşme Sürecindeki İnsani Müdahale: Nato’nun Kosova Müdahalesi ve Koruma Sorumluluğu Kavramı, Ege Stratejik Araştırmalar Dergisi, 2015, s. 113-131

2. ADIYAMAN, Şeyma , KOSOVA’NIN BAĞIMSIZLIK SÜRECİ VE AB İLE İLİŞKİLERİ, www.bilgesam.org , 2011

3. ATASOY, İlknur, Uluslararası Adalet Divanı’nın Kosova Kararı Üzerine Bir Değerlendirme, Orta ve Doğu Avrupa Stratejik Araştırmalar Grubu, 2013

4. AYATA, Ali , “KOSOVA: SONUN BAŞLANGICI”, Akademik Hassasiyetler Dergisi, 2015, s.136

5. COŞKUN, Birgül Demirtaş, Kosova’nın Bağımsızlığı ve Türk Dış Politikası (1990-2008), Uluslararası İlişkiler, 2010,  s. 51-86.

6. ÇEVİKBAŞ, Ahmet, Müttefik Güç Harekâtı İnsani Müdahalelerin Bir İstisnası mıdır? NATO’nun Kosova’ya Yönelik Harekâtının Uluslararası Hukuk ve Askeri Bakış AçılarındanDeğerlendirilmesi, Savunma Bilimleri Dergisi, 2011,  s. 18-57.

7. Metin AKSOY, Armand POLİSİ, Mehmet BÜYÜKÇİÇEK, ”Kosova: Kimin Barışı?”, BarışıKonuşmak: Teoride ve Pratikte Çatışma Yönetimi, Odtü Yayıncılık, Ocak 2013, s.s. 261-270

8. https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/kv.html

9. http://file.setav.org/Files/Pdf/20141017111147_42_kosova_web.pdf

10. http://www.dunyabulteni.net/haber/294655/kosova-natoda-gozlemci-oldu

11. http://www.aljazeera.com.tr/haber/kosovanin-hedefi-abden-vize-serbestisi

12. http://www.dunyabulteni.net/balkanlar/367667/eulex-iki-yil-daha-kosovada

[1] Ali AYATA, “KOSOVA: SONUN BAŞLANGICI”, Akademik Hassasiyetler Dergisi, 2015, s.136

[2] https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/kv.html

[3] Ali AYATA, “KOSOVA: SONUN BAŞLANGICI”, Akademik Hassasiyetler Dergisi, 2015, s.137

[4] Metin AKSOY, Armand POLİSİ, Mehmet BÜYÜKÇİÇEK, ”Kosova: Kimin Barışı?”, BarışıKonuşmak: Teoride ve Pratikte Çatışma Yönetimi, Odtü Yayıncılık, Ocak 2013, s.s. 261-270

[5] Şeyma ADIYAMAN, KOSOVA’NIN BAĞIMSIZLIK SÜRECİ VE AB İLE İLİŞKİLERİ, www.bilgesam.org , 2011

[6] Zeynep Selin ACAR, Doktrşnleşme Sürecindeki İnsani Müdahale: Nato’nun Kosova Müdahalesi ve Koruma Sorumluluğu Kavramı, Ege Stratejik Araştırmalar Dergisi, 2015, s. 113-131

[7] İlknur ATASOY, Uluslararası Adalet Divanı’nın Kosova Kararı Üzerine Bir Değerlendirme, Orta ve Doğu Avrupa Stratejik Araştırmalar Grubu, 2013

[8] Zeynep Selin ACAR, Doktrinleşme Sürecindeki İnsani Müdahale: Nato’nun Kosova Müdahalesi ve Koruma Sorumluluğu Kavramı, Ege Stratejik Araştırmalar Dergisi, 2015, s. 113-131

[9] Ahmet ÇEVİKBAŞ, Müttefik Güç Harekâtı İnsani Müdahalelerin Bir İstisnası mıdır? NATO’nun Kosova’ya Yönelik Harekâtının Uluslararası Hukuk ve Askeri Bakış Açılarından Değerlendirilmesi, Savunma Bilimleri Dergisi, 2011,  s. 18-57.

[10] Şeyma ADIYAMAN, KOSOVA’NIN BAĞIMSIZLIK SÜRECİ VE AB İLE İLİŞKİLERİ, www.bilgesam.org , 2011

[11] Birgül Demirtaş COŞKUN, Kosova’nın Bağımsızlığı ve Türk Dış Politikası (1990-2008), Uluslararası İlişkiler, 2010,  s. 51-86.

[12] http://file.setav.org/Files/Pdf/20141017111147_42_kosova_web.pdf

[13] http://www.dunyabulteni.net/haber/294655/kosova-natoda-gozlemci-oldu

[14] http://www.aljazeera.com.tr/haber/kosovanin-hedefi-abden-vize-serbestisi

[15] http://www.dunyabulteni.net/balkanlar/367667/eulex-iki-yil-daha-kosovada

[16] Metin AKSOY, Armand POLİSİ, Mehmet BÜYÜKÇİÇEK, ”Kosova: Kimin Barışı?”, BarışıKonuşmak: Teoride ve Pratikte Çatışma Yönetimi, Odtü Yayıncılık, Ocak 2013, s.s. 261-270

 

Kafkasya’da Etnik Grupların Boru Hatları Üzerindeki Etkisi

Onlarca etnik grubun yaşadığı Kafkasya bölgesi, kabaca Karadeniz ile Hazar Denizi arasında, İran, Türkiye ve Rusya’nın kesiştiği bir noktada yer almaktadır. Bu bölge Ortadoğu ile Avrupa’nın karadan bağlandığı en önemli geçiş bölgelerinden birisidir. Bölge, enerji kaynaklarını arz-talep eden bölgeler arasında yer alması, bu bölgeler arasında en kısa yoldan geçiş güzergâhı üzerinde bulunması, Kafkas Sıradağları’nın devletler arasında doğal sınır teşkil etmesi ve bu sınırlar arasında geçiş yollarının kısıtlı olmasından dolayı stratejik bir öneme sahiptir.

Aynı coğrafya üzerinde yaşayan Kafkas halkları arasında yüzyıllar boyunca tarihsel ve sosyo-kültürel etkileşimler olmuştur. Bu etkileşimler sonucu Kafkas toplulukları, akraba topluluğu haline gelmiştir.[1] Kafkas Dağları ve Kafkasya coğrafyası, toplumların kaderini belirlemiştir. Kafkas Dağları ve çevresi İbn-i Haldun’un “coğrafya kaderdir” özdeyişinin vücut bulmuş halidir.

Kafkasya Siyasi Haritasi
Kafkasya Siyasi Haritasi

Bölgenin dağlık olması, derin vadilerden ve düzlüklerden meydana gelmesi toplumsal oluşumu belli bir dereceye kadar etkilediyse de bu coğrafi koşullardan dolayı birbirinden ayrılan halklar, birçok etnik grubun ortaya çıkmasına neden olmuştur.[2] Bu durum, bölgeyi dünyanın en fazla etnik grubunu barındıran bölgeler arasına sokmuş, ayrıca bölgeyi diğer bölgelerden soyutlaştırmıştır. Bölgenin coğrafyası bu etnik toplulukların kapalı bir toplum olmalarına da neden olmuştur.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB), dağılmasının ardından gelen bağımsızlık talepleri, bölgedeki etnik gruplar arasında çatışmalara neden olmuştur. Bu etnik çatışmaların yaşanmasının en büyük sebebi, Çarlık Rusya’sı tarafından başlatılan ve SSCB ile Rusya Federasyonu (RF) tarafından devam ettirilen “böl ve yönet” siyasetidir.[3] Etnik gruplar arasında yaşanan gerilimler bazen uluslararası kamuoyunu meşgul etmiş, bazen de devletleri birbirleri ile savaşmaya sevk etmiştir. Örneğin Gürcistan ile Güney Osetya arasında yaşanan gerilime RF müdahale ederek, Güney Osetya’nın Gürcistan’dan ayrılmasına neden olmuştur. Burada kazanan taraf RF olurken, Çeçenler ile Ruslar arasında yaşanan savaşta RF kaybeden taraf olmuştur. Bu gruplar arasında yaşanan gerilimler uluslararası gündemi meşgul eden öneme sahiptir.

Çeçenistan’ın bağımsızlık savaşı sonucu binlerce kişi hayatını kaybederken, binlercesi de yurtlarından kaçmak zorunda kaldı. RF, bu savaşın içerisinde yer alan diğer cumhuriyetlere sıçrama ihtimaliden ötürü çatışmaya tüm askeri unsurlarla müdahale ederek son vermiştir. Bölgedeki ayrılıkçı fraksiyonları şimdilik bastırmıştır. Eğer RF bu ayrılıkçı olaylara müdahale etmeseydi, cumhuriyetler içinde yaşayan Slavlar ile diğer etnik gruplar arasında gelecekte oluşabilecek etnik çatışmaların önüne geçemezdi. RF, bu müdahale ile Çarlık Rusya’sı ve sonrasında ki Sovyetlerin mirasını da korumayı amaçlamıştır.

SSCB dağılmadan önce Hazar Havzası’ndan çıkarılan doğal kaynaklar, SSCB içerisinde kullanılıp bir bölümü Doğu Bloku ülkelerine hibe, yardım ve ihraç yoluyla gönderilmiştir. 1991 yılında SSCB dağıldıktan sonra doğal kaynakların tasarruf hakkı yeni bağımsız olan devletlere geçmiş ve ardından bu doğal kaynaklar, bölgesel ve küresel güçlerin bölgeye girmesi ile dünya piyasasına sunulmuştur.

Hazar Havzası’ndaki doğal kaynakların dünya pazarına sunulurken boru hatlarının geçtiği yer olan Kafkasya bölgesinde karşılaşılan en önemli sorunları,  etnik gerilim ve bu gerilimin boru hatlarına olan zararını en aza indirmek için uygulanan enerji güvenliğidir. RF için enerji güvenliği, stratejik kaynaklar üzerinde yeniden kontrol sağlamak[4] ve boru hatlarının geçeceği bölgeleri kendisinin belirlemek istemesi yönündedir.

Hazar Havzası’nda petrol ve doğalgazın çıkarıldığı bölgeler kadar taşınması için yapılan boru hatlarının geçtiği ve geçeceği güzergahlar stratejik bir konum arz etmektedir. Bu nedenle, doğal kaynakları taşıyacak olan boru hatlarının geçeceği güzergah sorunu da gündeme gelmiştir.

Kafkasya bölgesi, Hazar Havzası’ndan çıkarılan petrolün ve doğalgazın taşınmasında büyük bir öneme sahiptir. Özellikle Bakü-Novorossisk Petrol Boru Hattı’nın RF’nin Kafkasya bölgesinde bulunan cumhuriyetlerinden geçmesi Kafkasya’ya büyük önem arz etmektedir. Bu cumhuriyetler içinde etnik bir bütünlüğün olmaması, etnik gerilimlere her an açık olması ve etnik gerilimlerin yaşanması, Bakü-Novorossisk Petrol Boru Hattı’nın geçtiği güzergah için büyük bir sorun teşkil etmektedir. I. Rus-Çeçen Savaşı buna en iyi örnek olarak gösterilebilir.

Aynı şekilde, Türkiye’nin Ermenistan politikası sonucu Ermenistan’ın saf dışı kalması ve ABD’nin İran’a uyguladığı ambargo sonucu İran’ın da saf dışı kalmasıyla BTC Boru Hattı’nın Gürcistan üzerinden geçmesine karar verilmiştir.

Kafkasya Bölgesinden Geçen Boru Hatlari
Kafkasya Bölgesinden Geçen Boru Hatlari

Hazar Havzası’ndan çıkarılan doğalgaz ve petrolün taşınması için yapılacak boru hatları, etnik çatışmaların fazlasıyla yaşandığı Kafkasya bölgesinden geçmesi nedeniyle tehlikeli bir konumda yer almaktadır. Örneğin, Bakü-Novorossisk Boru Hattı Bakü’den kuzeye,  Azerbaycan’dan bağımsızlık talebinde bulunan Lezgilerin yaşadıkları bölgeden ve RF toprakları olan Dağıstan’dan geçmektedir. Buradan RF ile savaşmış olan Çeçenistan’a geçip, İnguş Cumhuriyeti topraklarında İnguş-Oset etnik çatışma sahasına girmektedir. Ardından Kabardin-Balkar Cumhuriyeti’nin kuzey bölgesinden geçip, Karaçaylılar ile Çerkesler arasındaki mevcut etnik gerilimin tam ortasında olan Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti’ne yönelmektedir.[5]

Bu durumlar sadece Bakü-Novorossisk Boru Hattı ve BTC Boru Hattı için değil bölgeden geçen diğer boru hatları içinde geçerlidir. Kafkasya bölgesinden Bakü-Tiflis Ceyhan (BTC) Boru Hattı, Bakü-Supsa Boru Hattı, Tengiz-Novorossisk Boru Hattı, Güney Kafkasya Boru Hattı etnik çatışmaların yaşandığı veya yaşanma ihtimali yüksek olan bölgelerden geçmektedir. Aslında Kafkasya bölgesinden geçen boru hatları mevcut etnik yapı sebebiyle etnik bir barut fıçısının içinden geçmektedir.

Örneğin, BTC Boru Hattı’nın geçtiği noktalardan biri olan Ahıska bölgesi de Gürcistan sınırları içinde yer almaktadır. Fakat buranın nüfusunun büyük bir kısmının Ermenistan’a bağlanmak isteyen Ermenilerden oluşması, üzerinde durulması gereken başka bir konudur. Ayrıca, bu bölgede RF’nin Gürcistan’daki tek askeri üssü bulunmaktadır. Bu askeri üs de Ermeni yanlısı bir tutum izlemektedir. Türkiye, Ahıska Türkleri’nin 1944 yılında yaptığı zorunlu göçünden sonra nüfus çoğunluğunu Ermenilerin oluşturduğu bölgeden BTC Boru Hattı’nın geçmesine göz yummuştur.

Ahıska Bölgesi, çok eski bir Türk yurdudur. 1944 yılında Stalin tarafından yapılan sürgünde buranın yerli halkını oluşturan Ahıska Türkleri zorla Sibirya ve Orta Asya’ya gönderilmiştir. Ahıska Türkeri’nin geride bıraktıkları yerlere Ermeniler yerleşmiştir. Zorla göçe tabi tutulanlar yalnızca Ahıska Türkleri olmayıp SSCB döneminde Kafkasya bölgesinde birçok etnik grup sürgün edilmiştir. Stalin’in ölümünün ardından bazı etnik gruplar geri dönerken, Ahıska ve Kırım Türkleri ile Almanların geri dönüşüne izin verilmemiştir.

Yapılan bu sürgünden sonra ve SSCB’nin diğer yerlerinden buralara yerleştirilen Slav nüfusun etkisiyle Kafkasya bölgesinin demografik yapısında önemli değişmeler yaşanmıştır.[6] Bu değişiklikler neticesinde, ismini cumhuriyete veren etnik gruplardan fazla Slav nüfusunun bu cumhuriyetlerde yaşamasına neden olmuştur. Yaşanan etnik çatışmalarda bu durumun büyük bir etkisi vardır.

Kafkasya Bölgesine yönelik küresel güçler buradaki siyasi duruma göre politikalarını değiştirmişlerdir. Örneğin, ABD SSCB’nin dağılmasından sonra kısa bir dönem için, Moskova merkezli politika izlerken daha sonra ise bağımsız cumhuriyetlere öncelik vermiştir. 11 Eylül’den sonra ise daha aktif bir politika izlemiştir.[7] AB ise, bağımsız olan Kafkasya ülkelerini hemen tanımış, kendilerini yönetebilir hale gelmeleri için ekonomik yardımlarda bulunmuştur. Fakat, AB’nin ortak bir dış politikası olmadığından, üye ülkelerin kendi çıkarları doğrultusunda izledikleri politikaların etkili olduğu söylenemez. Bu da Kafkasya halklarının AB’ye güven duymamalarına neden olmaktadır.[8]

Kafkasya Bölgesinde yaşanan ve yaşanacak her türlü etnik olay, RF, AB, ABD, İran ve Türkiye ilişkilerini etkileyecektir. RF,  olası etnik çatışmaları boru hatlarının geçtiği/geçeceği güzergahlar üzerinde kontrolünü arttırmak için kullanmaya çalışacaktır.

Boru hatlarının geçeceği güzergahlardaki avantajlardan yararlanmak isteyen RF bunun boru hatlarının kendi istediği yerlerden geçmesiyle mümkün olacağını görmektedir.[9] Küresel güçlerin kontrolü altındaki bir ülkeden geçecek olan herhangi bir boru hattı ülkeye siyasi ve ekonomik avantajlar sağlayacaktır. Boru hatlarının güzergahları RF’nin istediği yerlerden geçmez ise RF bu avantajlardan mahrum kalacaktır. Fakat RF kendi istediği bölgelerden geçirirse bu sefer yaşanan etnik gerilimler ve çatışmalar RF için büyük bir sorun teşkil edecektir. Özellikle, I. Rus-Çeçen Savaşını, Rus tarafının kaybetmesi RF’nin uluslararası arenada itibarını kaybetmesine neden olmuştur. Bu savaş esnasında Grozni’den geçen boru hattına yapılan saldırıda Rus petrolü bir süre ihraç edilememiş ve RF bir kriz yaşamıştır. RF, boru hattının geçmesi için başka alternatifler üzerinde çalışmış ve bu durum da ek bir maliyet oluşturmuştur.

Mehmet Ali AÇIKGÖZ

KAYNAKÇA:

  1. Ufuk Tavkul, Etnik Çatışmalar Gölgesinde Kafkasya, İstanbul: Ötüken Yay, 2002, s.12.
  2. Ufuk Tavkul, Etnik Çatışmalar Gölgesinde Kafkasya, s.13.
  3.  Ufuk Tavkul, Etnik Çatışmalar Gölgesinde Kafkasya, s.60.
  4. Tamer Çetin, “Orta Asya ve Kafkaslar’da Enerjinin Politik Ekonomisi”, Enerji, Piyasa ve Düzenleme, C.1, S.1, 2010, s.82.
  5. Ufuk Tavkul, Etnik Çatışmalar Gölgesinde Kafkasya, s.123-124.
  6. Halil Kurt, “Güney Kafkasya’da Değişen Demografik Yapının Siyasi Coğrafya’ya Etkileri”, Yeni Türkiye, Yıl 21, Sayı 75(2015), s.8.
  7.  http://www.politikadergisi.com/konuk-yazar/abdnin-kafkasya-politikasi Erişim Tarihi 26/07/2016
  8. http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-47-201403242128-avrupabirligininkafkasyapolitikasi.pdf Erişim Tarihi 26/07/2016
  9. Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar Balkanlar, Kafkasya ve Orta-Doğu, Şerin Tekeli, Çev., İstanbul: İletişim Yay, 1994, s.491.

TUİÇ Üyeleri 7. Yerel Yönetimler Akademisi’ne ücretsiz katılıyor!

1

Başvurular sona ermiştir ilginiz için teşekkür ederiz.

Bahçeşehir Üniversitesi bünyesinde kurulmuş olan Hükümet Liderlik Okulu, düzenlediği programlar ve bunların yanı sıra hazırladığı projeler ve seminerler vasıtasıyla geleceğin liderlerini yetiştirmeyi, katılımcılarını günümüz dünyasındaki önemli konular hakkında bilgilendirmeyi amaçlamaktadır. Siyasetin ve karar alma mekanizmalarının her kademesine nitelikli bireyler kazandırmayı kendine misyon edinen Hükümet Liderlik Okulu Yerel Yönetimler Akademisi sertifika programı ile çalışma sahasına yerel yönetimler alanını da eklemiştir. Yerel Yönetimler Akademisi sertifika programının 2010-2011 Akademik Yılı itibariyle her akademik yıl düzenli olarak gerçekleştirilmesi planlanmaktadır. 2016-2017 Akademik Yılında Yerel Yönetimler Akademisi programımız 15-22 Ekim -5-12-19 Kasım 2016 Cumartesi günleri gerçekleşecektir.

TUİÇ TARAFINDAN SAĞLANAN ÜCRETSİZ KATILIM SADECE TUİÇ DERNEĞİ ÜYELERİNE ÖZELDİR.

ÜYELİK İÇİN TIKLAYINIZ

Yerel Yönetimler Afiş

Programın Amacı:
Son yıllarda ülkemizde Kamu Yönetimi anlayışında olumlu yönde ilerlemeler olmaktadır ve yeni anlayış yapısal değişiklikler ile desteklenmektedir. Hükümet Liderlik Okulu bu değişimi memnuniyetle karşılamakta, ulusal kalkınmanın ana damarı olan yerel yönetimlerin verimliliği hususuna çok önem vermektedir. Değişimi yakalamanın en etkin yolunun eğitim olduğu bir gerçektir. Bilginin hızlı şekilde değişime uğradığı ve üretildiği günümüzde sürekli eğitimin şart olduğu düşüncesiyle bu sertifika programı her akademik yılda düzenli bir şekilde hayata geçirilmek istenmektedir.

Yerel Yönetimler Akademisi sertifika programının düzenleniş amacı yerel yönetimlerde görevli kadroların ve yerel yönetimlerde görev almak isteyen öğrenci ve bireylerin verilen eğitimlerle donanım kazanmasını sağlamak; katılımcıların bireysel ve mesleki birikimlerini artırmaktır.

Program Özellikleri:
Yerel Yönetimler Akademisi sertifika programı beş hafta boyunca her cumartesi 10:00-16:45 saatleri arasında gerçekleştirilen bir programdır. Program dili Türkçe’dir. Program dahilinde her hafta yerel yönetimlerin üst kademelerinde görev almış bürokratların, akademisyenlerin ve belediye başkanlarının konuk olduğu dört farklı oturum gerçekleşmektedir. Her oturum sonrasında işlenilen konu ile ilgili katılımcıların soru ve görüşlerine yer verilmekte, konuklar tarafından katılımcıların soruları değerlendirilmektedir. Programı başarıyla tamamlayan katılımcılara sertifika verilmektedir. Program katılımcılarının sertifika almaya hak kazanmaları için programa %80 oranında katılım göstermeleri gerekmektedir. Program Bahçeşehir Üniversitesi Beşiktaş ana yerleşkesinde gerçekleşmektedir.

Program İçeriği:
Yerel Yönetimler Akademisi sertifika programının içeriği akademisyen ve bürokratlar danışmanlığında ana hatlarıyla aşağıda belirtilen konu başlıklarını kapsamaktadır.

  • Belediyelerde Liderlik
  • Yerel Seçimlerde Farklı İletişim Stratejileri
  • Yerel Yönetimler ve Demokrasi
  • Siyasette Yerel Yönetimlerin Önemi
  • Belediyelerde Yönetişim
  • Sürdürülebilir Kent Ulaşımı
  • Kentleşme ve Çevre Sorunları
  • Belediyelerde Kültür Sanat
  • Belediyelerin Görev, Yetki ve Sorumlulukları
  • Kentsel Dönüşüm
  • Yerel Yönetimler ve Kadın
  • Yerel Yönetimlerin Toplumsal Politikalara Etkileri
  • Yerel Yönetim – STK İlişkileri
  • Belediyelerde Bütçe Yönetimi

*** TUİÇ Bursu kontenjanla sınırlıdır!

2000’li Yıllarda Kuzey Kore ve Rusya İlişkileri

2000’li Yıllarda  Kuzey Kore ve Rusya İlişkilerine Bir Bakış

Kısaca Kuzey Kore Rejimi

Günümüzde Kuzey Kore, 1980’li yıllardan beri egemen olan “Juche” düşüncesiyle yönetilmeye devam etmektedir. Bu düşüncenin üç temel prensibi vardır: siyasette bağımsız olmak, meşru müdafaa, ekonomide kendi kendine yetebilme. Çin ile ekonomik ilişkiler yürütülmeye devam edildiğinde son prensip tam anlamıyla yerine getirilememektedir. Çin’in ekonomik partner olarak kabul edilmesi ise her iki devletin komünist rejim söyleminin paralelliğiyle bağlantılıdır. Meşru müdafaada ise 2011’de devlet başkanlığı görevine gelen Kim Jong-Un ’un liderliğini yürüttüğü ordu ile ön plana çıkmaktadır. Komünist bir rejime sahip olunmasına rağmen Songun*[1] anlayışının temelinde ‘’silahın orak ve çekiçten önce gelmesi’’ düşüncesi yatmaktadır.[2] Bu bağlamda Kuzey Kore, ülke sınırlarına herhangi bir dış tehdit algıladığı takdirde meşru müdafaa prensibini kullanacağını belirtmekten hiç çekinmemektedir. Tüm bunların dışında Kuzey Kore’nin ilk lideri ve kurucusu olarak kabul edilen Kim İl-Sung, “ebedi lider” olarak kabul edilmektedir.

Kuzey Kore’de Yer Alan Dış Temsilcilikler

Bilindiği üzere Kuzey Kore dünyaya kapalı bir ülkedir. İnternet erişiminin bile liderleri ve etrafındakiler haricinde yasak olduğu bu ülkede açılan büyükelçilik sayısı da oldukça sınırlıdır. Kuzey Kore’de dış temsilcilik bulundurabilen ülkeler arasında Çin Halk Cumhuriyeti, İran, Vietnam, İsveç, Birleşik Krallık gibileri yer alırken Rusya da bunlardan bir tanesidir. Amerika Birleşik Devletleri’nin ve Kanada’nın elçilikleri bulunmamakta, ilişkilerini İsveç temsilciliği aracılığıyla yürütmektedirler. Buradan anlaşıldığı üzere Kuzey Kore’nin Rusya ile ABD’ye kıyasla daha ılımlı ilişkileri vardır. Asya Pasifik bölgesinde söz sahibi olmak isteyen ABD’nin Kuzey Kore ile diplomatik ilişki kuramayıp Rusya’nın kurabilmesi, Rusya açısından bölgede bir nevi nüfuza sahip olabilmesi anlamına gelmektedir.

 Kuzey Kore ve Rusya İlişkileri

Putin Rusya’sının Kuzey Kore ile Diplomatik İlişki Çabaları

 Her ne kadar Rusya Kuzey Kore’de elçilik bulundurabilse de iki ülke arasında tam anlamıyla istikrarlı bir ilişkiden bahsetmek oldukça zordur. SSCB döneminde komünizm rejiminden ötürü iyi olan ilişkiler, Rusya Fedarasyonu’nun kurulup Yeltsin’in devlet başkanlığına gelmesi ve Batı ile( özellikle de Güney Kore ile) ilişkilere başlaması iki devlet arasındaki ilişkileri kopma noktasına getirmiştir. Buna rağmen Putin Rusya’sı, Kuzey Kore’ye oranla daha yapıcı olmuş ve ilişkilerin sürdürülmesi için önemli çabalar göstermiştir.

Rusya’nın İkinci Dünya Savaşı’nın 70.yılında Moskova’da yapılacak anma törenlerine Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Xi Jinping’in yanı sıra Kuzey Kore lideri Kim Jong-Un’un da davet edilmesi bu çabalardan bir tanesidir. Bu ziyaretin bir sonucu olarak Rusya ve Kuzey Kore, 2015 yılını her iki ülke için dostluk yılı[3] ilan etmiştir. Bu ziyaretin bir başka göz önünde bulundurulması gereken noktası ise Kuzey Kore lideri Kim Jong-Un’un ilk dış ülke ziyareti olmasıdır. Ukrayna’daki çatışmalardan ve Kırım’ın ilhakından sonra uluslararası yaptırımlara maruz kalan Moskova yüzünü doğuya dönüp, Çin ile ilişkilerini güçlendirirken Kuzey Kore’nin stratejik önemini bölgesel dengeler bağlamında (Amerikan, Çin, Güney Kore ve Japonya çıkarları odaklı) yeniden keşfetmiştir.[4]

İlişkilerin Gerilmesi, Nükleer Silah ve Hidrojen Bombası

 Oluşan bu iyimser hava, Kuzey Kore’nin saldırgan tutumlarıyla çok çabuk bozulmuştur. 2015’teki ilk gerilim Aralık ayında kültürel bir alanda, Rusya’dan dolayı olmuştur. Bir Rus film yapımcısının Kuzey Kore halkının yaşamıyla ilgili bir belgesel (Under the Sun) çekmesi ve burada Kuzey Kore devletinin dünya kamuoyuna ifşa etmek istemediği bazı gerçeklere yer vermesi iki ülkenin arasına soğukluk girmesine neden olmuştur. Filmin yapımcısı Vitaly Mansky bir gazeteye verdiği demeçte “Kuzey Kore’de yaşananların gerçek yüzünü vermek istiyorum. Yetkililer, gerçek yaşamın çarpıtılmış bir versiyonunu bize sunuyor. Dolayısıyla Kuzey Kore’ye dair gerçekleri ifşa etmek istedik”[5] ifadelerini kullanmıştır. Bu demeç iki ülke arasındaki gerilimi tırmandırdığından ötürü Rus Hükümeti bu belgesele verdiği desteği çekmek istemiştir.

  Film konusu her ne kadar kısa süre de kapansa da 2016’da iki ülke arasındaki gerilim tırmanarak devam etmiştir. Fakat bu sefer gerilimin kaynağı Rusya değil Kuzey Kore olmuştur. Kuzey Kore’nin nükleer silah edinmedeki uluslararası hukuku (NPT-Treaty of the Non-Proliferation of Nuclear Weapons) ihlal eden politikaları ve buna ek olarak da hidrojen bombası edinip test etmesi Rusya’da güvensizliğe ve tepkilere yol açmıştır. Nitekim bu gerilimin sadece 2016 yılının başında Kuzey Kore’nin yaptığı hidrojen bombası denemesinden kaynaklandığını söylemek doğru olmayacaktır.

Dolayısıyla bu gerilimin temeline inmekte fayda vardır. Aralık 2002’de nükleer programını başlattığını ve Ocak 2003’te Nükleer Silahlarının Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’ndan (NPT) çekildiğini duyuran Kuzey Kore’yi Nisan 2003’teki Birlemiş Milletler toplantısında Çin’le beraber Rusya korumuştur. Buna rağmen Kuzey Kore, 2006’da ilk denemesini gerçekleştirmiştir. 2 Eylül 2007’de ise nükleer tesislerini yok etmeyi kabul etmiştir.[6] Bunu kabul etmesi de 2009 ve 2013 yıllarında nükleer deneme yapmasının önüne geçmemiş üstüne üstlük Ocak 2016’da nükleer silahlardan da tehlikeli olarak nitelendirilen hidrojen bombasının ilk testini yaptığını ve başarılı olduğunu uluslararası topluma duyurmakta hiçbir sakınca görmemiştir.

Bahsi geçen üç nükleer denemede büyük bir tepki vermeyen Rusya, hidrojen bombası için oldukça sert tepkiler vermiştir ki bunlar Rusya Hükümetinin önemli isimleri ve kurumları tarafından dile getirilmiştir. Rusya Dışişleri Bakanlığı, Kuzey Kore’nin bu denemesini uluslararası hukukun net bir şekilde ihlali olarak tanımlamıştır. Rusya Federasyon Konseyi Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Konstantin Kosaçev de bir önceki tepkiyle paralel olarak hidrojen bombası üretiminin ve denemesinin Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun onayladığı Kapsamlı Nükleer Deneme Yasağı Anlaşması’nı (CTBT) ihlal ettiğini belirterek tepkisini dile getirmiştir. Buna ilave olarak da iki ülkenin sınır komşusu olduğunu hatırlatmıştır. Bunu da şu sözlerle Kuzey Kore hükümetine hatırlatmıştır: “Pyonyang ile Vladivostok kenti arasındaki mesafe 700 kilometreden az.

Bu sebeple Kuzey Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin bu bölgedeki faaliyetleri Rusya’nın ulusal güvenliğini doğrudan etkiler.”[7] Nitekim iki ülke arasındaki gerilim Mayıs ayında Kuzey Kore’nin 5 Rus atletinin bulunduğu yatı alıkoymasıyla devam etmiştir. Rusya, Kuzey Kore’ye bu olaydan ve bilgi alabilmek istediğinden ötürü nota göndermiştir. Nota gönderilmesi aslında ilk kez değildir. Çünkü Haziran 2006’da da Rusya, Kuzey Kore’nin uzun menzilli balistik füzeleri denemeyi hazırlandığını bildirmesinden ötürü nota göndermiştir.

Sonuç

Kuzey Kore’nin nükleer silah ve hidrojen bombası edinmede meşru müdafaa hakkını iddia ederek kararlı bir tutum gösterdiğinden ötürü gerilimler olsa da iki ülkenin ilişkilerinin tam anlamıyla kopması mümkün değildir. Bunun en temel nedeni olarak da Asya-Pasifik bölgesinde ABD hegemonyasının iki ülke tarafından engellenmek istenmesi olarak gösterilebilir. Bununla beraber Güney Kore’nin Soğuk Savaş’tan beri ABD’nin müttefiki olması ve Çin’in gittikçe dünya piyasalarına entegre olması her iki tarafı da rahatsız etmekte ve birbirine yaklaştırmaktadır. Yine de Çin, hem Rusya hem de Kuzey Kore için uluslararası arenada müttefik olmaya devam etmekte ve üç devlet özellikle Uzakdoğu’da ABD’nin yanında yer alan Güney Kore ve Japonya karşısında işbirliği yapmaya özen göstermektedir.

NOT: Songun: Kore Halk Ordusu’nu Kuzey Kore içerisinde kurum ve devlet organı olarak yükselterek ülkedeki sistem ve toplum nezdinde en önemli konuma yükseltmektedir. Ordu, iç siyasette ve uluslararası ilişkilerde belirleyicidir. Hükümetin yapısını tayin etmekte ve iktidarın şekillendiği yer olarak orduya vurgu yapılmaktadır. Kuzey Kore Hükümeti orduya ekonomik alanda en yüksek önemi vermekte, kaynak kullanımında öncelik tanımakta ve topluma örnek bir hiyerarşi olarak gösterilmektedir. Songun, 1994 yılından itibaren askeri yapılanmaya kamusal ve toplumsal alanda verilen önemin ideolojik olarak teorileştirilmiş halidir.

Gözde ÖNEŞ

 30 Temmuz 2016

KAYNAKÇA:

  1. https://tr.wikipedia.org/wiki/Songun
  2. Mustafa Güven, “Kuzey Kore ve Dünya”, 5 Mayıs 2013, http://akademikperspektif.com/2013/05/05/kuzey-kore-ve-dunya/
  3.  “Bu ay, Kuzey Kore ve Rusya 2015’i iki ülke arasında dostluk yılı ilan etti.” , Kuzey Kore lideri Moskova’ya gidiyor, 18 Mart 2015, http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/03/150318_rusya_kore_cin
  4.  « Contré à l’ouest par les sanctions internationales à la suite du conflit en Ukraine et de l’annexion de la Crimée, Moscou se tourne vers l’est, renforce ses relations avec la Chine et redécouvre le poids stratégique de la RPDC dans les équilibres régionaux (point de convergence des intérêts américains, chinois, sud-coréens et japonais) », La Russie appelée à la rescousse, Mars 2015, pages 10 et 11, http://www.monde-diplomatique.fr/2015/03/PONS/52700
  5.  “Rusya ile Kuzey Kore’nin arası açıldı”, 12.03.2015, http://m.sabah.com.tr/dunya/2015/12/03/rusya-ile-kuzey-korenin-arasi-acildi
  6.  « 2 septembre 2007 : la Corée du Nord accepte de détruire ses installations nucléaires », Les dates clés du programme nucléaire nord-coréen, 06.01.2016, http://mobile.lemonde.fr/asie-pasifique/article/2016/01/06/un-seisme-en-coree-du-nord-fait-craindre-un-nouvel-essai-nucleaire_4842201_3216.html
  7.  “Rusya’dan Kuzey Kore’ye Sert Tepki”, 6 Ocak 2016, http://m.haber7.com/haberDetay.php?id=1739626

İdeoloji: Tarihsel Arka Plan

İdeoloji günlük yaşantımızda anlamını bilerek ya da söylenegelişi itibariyle çok kez kullandığımız bir sözcük olarak yer etmektedir. Sözcük olarak geçtiği yer fark etmeksizin çoğu kez bir tedirginliğe sebep olup, olumsuz bir hava oluşturmaktadır.

Sözün ya da düşüncenin içine “ideoloji” katıldığı zaman toplum tarafından algılanan durum, herhangi bir suçun temeli atıldığıdır. Bu tedirginliğin başlıca nedenleri arasında kavramın son iki yüzyılda hayatımıza girmiş olması ve kavramın içeriği ve tanımı bakımından sosyal bilimler çevresinde ve toplumsal olarak da genel bir kanıya varılmamış olmasıdır.

Tarih sahnesinde ortaya çıkışı 18. yüzyılın sonlarına denk gelmiş olan siyasal, sosyal, kültürel ve iktisadi olguları ve olayları yalnızca sosyal bilimlerde değil günlük yaşamda da anlamlandırma görevini üstlenen “ideoloji” kavramı yapısı dolayısıyla önemli ve çok kapsamlı bir terim olarak kullanılmaktadır.

18.yüzyıl Batı’da Fransız, Amerikan ve İngiliz Sanayi Devrimi’ne sahne olmuş ve gelecek yüzyıllar için farklılaşmanın başlayacağının işaretini vermiştir. Bu üç devrim Batı toplumlarında bir dönüşmeye neden olmuştur. Toplumlarda başlayan bu dönüşme düşünce hayatına da etkilerde bulunmuştur. Gelişen düşünce düzeyi ile birlikte insanların düşünsel olarak özgürleşmeye başlaması, dünyayı anlamada daha farklı ihtiyaçlarının olduğunu ortaya koymuştur.  Bu dönüşüm, 19.yüzyılı önceki dönemlerden farklı olarak geniş kitlelerin katılım gösterdiği “İdeolojiler Çağı” olarak nitelendirilmesine neden olmuştur.

Fransız, Amerikan ve İngiliz Sanayi Devrimleri ile vurgulanan temalar toplumda yöneten ve yönetilen arasındaki ilişkinin sorgulanmasına neden olmuştur. Bu devrimlerle açığa çıkan hürriyet, özgürlük, adalet gibi kavramlar bireylerin kendilerini fark etmelerini sağlamıştır.

Aydınlanma dönemiyle birlikte siyasal yönetim ve yönetilen ilişkisinin ve bağının dini değerlere dayandırılmasının doğru olmadığı kabul edilmeye başlanmıştır. Bu doğrultuda bireyin tüm haklarını dini değerler ve gelenekler uğruna iktidara devrettiği yönetim olgusu yerine bireyin doğuştan sahip olduğu “doğal hakları” ve bireyi korumaya yönelik bir mekanizma olduğuna dair düşünceler gelişmeye başlamıştır.

Yüzyıllardan beri devam eden bu düzeni değiştirmeye çalışanlar, düzenin değişmesinden yana olmayanlar tarafından düzeni, sistemi yok etme heveslileri olarak adlandırılmıştır ve böylelikle “ideoloji” ile ilgili olarak siyasal düşünce dünyasında da toplum içinde de akla ilk gelenin olumsuz çağrışımlar olmasına neden olmuştur.

İdeoloji Nedir?

İdeoloji tüm tanımlarından önce pratik olarak açıklamak gerekirse dünyayı anlamak için kullanılan ve dünyanın nasıl bir yer olduğunu bize anlatan bir görüştür. Her birey bir ideolojiye tutunarak dünyada kendisine bir yol çizmeye çalışır.

Etimolojik olarak incelersek; Fransızca idéologie (idée+ologie) kelimesinden türemiştir. Sözlük tanımında; “siyasal veya toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükûmetin, bir partinin, bir grubun davranışlarına yön veren politik, hukuki, bilimsel, felsefi, dinî, moral, estetik düşünceler bütünü” olarak belirtilmektedir.

İdeoloji kavramı ilk kez Fransız düşünür Destutt de Tracy tarafından kullanılmıştır. Tracy ideoloji için önyargılardan arınarak düşünceleri inceleyen ve tartışan sosyal bir hareket olarak tanımını yapmıştır. Tracy’e göre ideoloji tüm bilimlerin ve düşüncelerin arasındaki ilişkilerin ürünüdür ve bütün bilimlerden üstün konumdadır. Zamanla kavram siyasal ve sosyal fikirlerin bir grup tarafından benimsenmeleri ve savunulması anlamını kazanmıştır.

Sosyal bilimciler tarafından üzerine tanım olarak bir uzlaşma sağlanamamış olması “ideoloji”nin farklı yorumlamalarını görmemize neden olmaktadır. Belirsiz bir kavram olması ve her fikrin kendine göre içeriğini belirtmesi “ideoloji”nin düşünsel düzeyde anlaşılırlığını da etkilemiştir.

Marx ve İdeoloji

İlk olarak Marx’a göre ideoloji anlayışını inceleyebiliriz. Marx kavramın ortaya çıkışından yıllar sonra tekrar kullandığında anlamını daha farklı şekilde yorumlamıştı. Bu doğrultuda ideoloji bireylerin ya da ortak bir kitlenin bağlı olduğu bir düşünce sistemi olmuştu. Toplumdaki sosyal ve ekonomik ilişki bağlamında ideoloji kavramını ana hatlarıyla açıklayabilmek zaman almıştı. Marx’ta ideoloji kavramı iki farklı anlamda kullanılagelmiştir. İlk anlam olarak Marx ideolojiyi, toplumsal ve sosyal gerçekliklerin insanın bilincindeki ve anlayışındaki yansıma olarak görmüştür. Bu tanımlamaya göre ideoloji bir üstyapı unsuru olarak görülmüştür. Bu durum da modern düşünce akımlarının oluşumlarını açıklamaktadır. İkinci anlamda ise Marx ideolojiyi “mistifikasyon” olarak açıklar. Öğretide daha çok kullanılan anlamı ikinci olanıdır. Mistifikasyon toplumsal ve sosyal gerçeklerin çarpıtılmasıdır. Öğretide ideolojiler ve toplumsal sınıflar birbirleriyle ilişkilidir. Buna göre egemen sınıflarda ideoloji, tutucu, yükselen sınıflarda ideoloji; olan düzeni değiştirmeye istekli, devrimci,  çökmüş sınıflarda ise ideoloji; mevcut olayları geçmişin gözleriyle gören gerici bir niteliktedir. Bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere Marx’ta ideoloji toplumsa gerçeğin sosyal sınıflar tarafından çarpıtılma halidir ve bu sebeple de gerçekle ilişki yoktur. Marx’ın ideolojiye dair yorumları Batı düşünce tarihinde önemli bir yer etmiştir.

Althusser ve İdeoloji

Louis Althusser de ideoloji kavramına ve kavramın gelişimine büyük katkıda bulunmuştur.  Althusser, genel ideoloji kuramını “bireylerin gerçek varoluş koşulları ile kurdukları imgesel ilişkinin tasarımlanması” üzerine oluşturmuştur. Althusser ideolojinin yalnızca bir yanılsama olmadığını gerçek olayları da açığa çıkardığını açıklar. Althusser’de ideolojinin hayali kavramının gerçekliğin kurulması düzeyinde tanımlanması önemli bir dönüm noktasıdır. Toplumun gerçek ve imgesel algılayışının birbiriyle uyum sağlaması önemlidir. Althusser’e göre ideoloji toplumsal birlikteliğin ve bütünlüğün vazgeçilmez bir parçasıdır. Devletin ideolojik aygıtları teorisiyle de ön plana çıkmıştır. Althusser’e göre devletin ideolojik aygıtları baskı amacında değildir. Devletin baskı amacıyla kullandığı araç tek olmakla beraber ideolojik aygıtlarında sayıda oldukça fazladır. İdeolojik aygıtlarını genellikle özel alanlarda kullanmaktadır. Eğer bir sınıf, devlet iktidarını elinde tutma hedefinde ise devletin kullandığı ideolojik aygıtlar üzerinde dominant bir sistem kurarak devletin ideolojik aygıtları ile baskı aygıtlarını birlikte kullanıp sistemine işlerlik kazandırabilir.

Sonuç

İdeoloji denilince her bireyin algılayışında bir yansımasının olmasıyla beraber “ideoloji” ile ilgili farklı tanım, tutum ve yorumların olması kaçınılmazdır.

1950-1960 döneminde gelişmiş ülkelerin sınıflı toplumsal yapısındaki farklılıkların azalması ideolojilerin sonunun geldiği tezinin doğmasına neden olmuştur. Tarihsel çerçevede incelediğimizde belli bir kırılma noktasında kavramın geliştirilmesine başlandığı görülse de aslında ideoloji tarihin içinde insanın olduğu her yerde ve her noktada kendisini var edebilmiştir.

Toplumsal yaşayış içinde önemli bir noktada olan ideolojiler, Liberalizm, Feminizm, Marksizm Milliyetçilik ve benzerleri gibi farklı isimlerle günümüzde de kendisini farklı kitleler ve bireyler üzerinde gerçekleştirmeye devam etmektedir.

Kaynakça:

Althusser, L. (2006). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları. İthaki Yayınları.

Ertuğrul, K. (2004). Sosyal Teoride İdeolojik Kapanımları Kıra Arayışları ve Doğu/Batı Ayırımı, Doğu Batı Düşünce Dergisi, 7(28).

Etimoloji Türkçe. (t.y.). İdeoloji. Erişim Adresi: www.etimolojiturkce.com/kelime/ideoloji

http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&kelime=%C4%B0DEOLOJ%C4%B0; Erişim Tarihi: 28.8.2016.

Karpat, K. (2004). Türkiye’de Bugün İdeoloji Durumu. Doğu Batı Düşünce Dergisi, 8(30).

Maclellan, D. (2005). İdeoloji. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Mardin, Ş. (2007). İdeoloji. İletişim Yayınları.

Onay, D. (2006). Louis Althusser’de İdeoloji ve Bilinç İlişkisi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Felsefe (Sistematik Felsefe ve Mantık) Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi.

Örs, H. B. (2007). İdeoloji: Karmaşık Dünyayı Anlaşılır Kılmak. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Örs, H. B. (der.). (2009). 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Yılmaz, S. (2008). Şerif Mardin’e Göre Din ve İdeoloji, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Felsefe ve Din Anabilim Dalı Sin Sosyolojisi Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi.

AB Vatandaşlığı Kavramının Hukuki Süreci

AB Vatandaşlığı Kavramının Hukuki Süreci ve Birlik Bütünleşmesindeki Yeri

 1951 yılında, Schuman Planı* kapsamında Belçika, Batı Almanya, İtalya, Fransa, Luxemburg ve Hollanda Paris Antlaşması’nı imzalamış, böylelikle dünya tarihinde ilk kez devletler kendi iradeleriyle egemenliklerinin bir kısmını uluşuştu bir kuruma devretmiş, ve Avrupa Kömür Çelik Topluluğu kurulmuştu. İlk başta, ekonomik bütünleşme temeline dayanan Avrupa Birliği düşüncesi, siyasal bütünleşmesini de tamamlama yönelimi içinde olduğundan, zamanla ‘birey’ ekonomik aktör olmaktan çıkıp, vatandaşlık kavramı içinde değerlendirilmeye başlamıştır. Yani, vatandaşlık kavramının AB içindeki gelişimini değerlendirdiğimizde ekonomik entegrasyonun zamanla zorunlu kıldığı siyasal ve sosyal entegrasyona doğru giden sürece de net bir şekilde tanık oluruz.

Avrupa Birliği’nde vatandaşlık kavramının tarihsel sürecine bakıldığında,  Maastricht Antlaşması ‘AB vatandaşlığı’ kavramının ilan edilmesinde bir dönüm noktası niteliğindedir. Birlik içinde vatandaşlık kavramının aldığı yolu, Maastricht öncesi ve sonrası olarak değerlendirmek, AB’nin siyasal ve ekonomik bütünleşme sürecine ışık tutacaktır.

Avrupa Kömür Çelik Topluluğu’ndan AB Vatandaşlığı’na

1951 yılında, 6 üye devlet tarafından imzalanarak Avrupa Kömür Çelik Topluluğu’nu kuran Paris Antlaşması, Avrupa Birliği’nin Kurucu Antlaşmaların’dan ilkidir. Bu antlaşma ile, kömür çelik sektöründeki işçilerin Birlik içinde serbest dolaşımı sağlanmıştır; böylelikle birey ekonomik çerçevede ele alınmış ve bu anlamda iç sınırlar kısmi olarak kaldırılmıştır. “1957 Roma Antlaşması’yla Avrupa Ekonomik Topluluğu kurulmuş  ve vatandaşlık bağlamında ‘ortak pazar’  nosyonuyla ilişkilendirilebilecek birtakım haklar sağlanmıştır. Buna mukabil, Roma Antlaşması tüm işçilerin ve hizmet sektörünün üye ülkeler arasında serbest dolaşımını sağlamıştır.”[1]

Vatandaşlık kavramının AB bütünleşmesi içindeki rolüne bakıldığında, Maastricht Antlaşması öncesi önemli belgelerden biri de, Belçika Başbakanı Leo Tindemans tarafından hazırlanan rapordur. “AB kurum ve mekanizmalarının yeterince şeffaf ve anlaşılabilir olmadığı, dolayısıyla “vatandaşlara yakın” işlemediği eleştirisi AB entegrasyon süreci içerisinde çeşitli kereler (1975 tarihli Tindemans Raporu, 1984 tarihli Adonino Komitesi raporu vb.) gündeme gelmiştir. Ancak AB’nin ortak politikalarının hangi mekanizmalara göre yürütüldüğünün vatandaşlara açıklanmasını hedefleyen ‘Vatandaşlar Avrupası’ kavramı, Maastricht Antlaşması’yla oluşturulmuştur.

Maastricht Antlaşması’yla Kurucu Antlaşmalar kapsamına alınan yetki ikamesi (subsidiarite), Avrupa Vatandaşlığı, Avrupa Uzlaştırıcısı (Ombudsman), diplomaların karşılıklı olarak tanınması, iş kurma ve ikamet etme serbestisi gibi kavramlar, Vatandaşlar Avrupası’nın önemli unsurlarını oluşturmaktadır. Tüm bu girişimler, vatandaşların kendilerini AB ile özdeşleştirmelerine katkıda bulunmayı hedeflemektedir.”[2] Raporda yer alan ‘Vatandaşlar Avrupası’ başlığı, kısaca Birliğin politikalarının vatandaşlara daha yakın kılınmasına yöneliktir.

1985 tarihli Schengen Antlaşması da Birlik vatandaşlığı açısından önemlidir; zira iç sınırlar kaldırılarak üye devlet vatandaşlarının aynı ülkedeymiş gibi serbest hareket edebilmeleri aidiyet ve ortaklık kavramları açısından, Maastricht süreci öncesi için, önemli bir gelişme olmuştur.

AB Vatandaşlığı Kavramının Hukuki Süreci

Maastricht Antlaşması  ve Birlik Vatandaşlığı Kavramı

Üye devlet vatandaşlığına ek ve tamamlayıcı nitelikte olan Birlik vatandaşlığı, 1992 Maastricht Antlaşması ile resmen oluşturulmuştur. “AB vatandaşlığını hukuk dünyasına kazandıran 1992 tarihli Maastricht Antlaşması, ikamet hakkına ilişkin o güne kadar yürürlükte bulunan hukuk kurallarını tekrarlamanın ötesine geçerek, AB vatandaşlarına, ikamet ettikleri üye devletlerde yerel seçimlere ve Avrupa Parlamentosu seçimlerine katılma hakkı da verdi. Buna ek olarak, AB vatandaşı olarak, üçüncü devletlerde, vatandaşı oldukları devletin konsolosluk ve elçiliğinin bulunmaması durumunda, diğer üye devletlerin diplomatik korumasından yararlanma hakkı da tanındı.”[3] Birlik vatandaşlığı ile kazanılan haklar, bireylere aidiyet duygusu ve birlik imajı vermiş olması bakımından siyasal entegrasyon sürecinde büyük rol üstlenmiştir.

AB vatandaşlığını oluşturan Maastricht Antlaşması ile, AB’ye üye devletlerin vatandaşlarının aynı zamanda Birlik vatandaşı da olacağı ilkesi getirildi. Yani AB vatandaşlığının statüsü uluslarüstüdür. Ulus devlet vatandaşlığına ek niteliktedir. Yani, Birlik vatandaşı olmanın koşulu, öncelikle üye devlet vatandaşı olmaktan geçer.

“1997 yılında imzalanan Amsterdam Antlaşması ile  Avrupa Birliği vatandaşlığının ulusal vatandaşlığın yerini almadığı ibaresi getirilmiş olup, bu durum adeta vatandaşlık kavramının Avrupa Birliği içinde ne kadar hassas olarak ele alındığının da bir kanıtı gibidir.”[4] Bu durumun üye devletlerin ulusal egemenlik kaygılarını zaman zaman arttırdığını, ve yetki devriyle oluşan Birliğin sık sık bu duruma yönelik çeşitli düzenlemeler yapma yoluna gittiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

7 Aralık 2001 tarihli Nice Zirvesi’nde kabul edilen AB Temel Haklar Şartı ile temel hakların formüle edilmesi amaçlanmıştır. “Temel Haklar Şartı’nın kabulü, Avrupa Birliği’nin meşruiyetini güçlendirmekte, temel hakları Birlik vatandaşları için “görünür kılmakta” ve temel hak korumasının düzeyini yükseltmektedir. Ayrıca Şart, Avrupa Birliği Anayasası yönünde atılmış önemli bir adım teşkil etmekte ve AB vatandaşlarının ortak kimliği açısından büyük önem taşımaktadır.”[5] AB Temel Haklar Şartının 5. Bölümü direkt olarak vatandaşlık hakları ile ilgili düzenlemeler yapmaktadır: Avrupa Parlamentosu seçimlerinde oy kullanma ve aday olma hakkı, yerel seçimlerde oy kullanma ve aday olma hakkı, iyi irade hakkı, belgelere erişme hakkı, kamu denetçisi, dilekçe ile başvurma hakkı, dolaşım ve ikamet özgürlüğü, diplomatik ve konsolosluk koruması olarak sıralanabilir.

2007 yılında Avrupa Birliği üyesi ülkelerin devlet ve hükümet başkanları tarafından imzalanan ve 2009’da resmen yürürlüğe giren Lizbon Antlaşması AB bütünleşme süreci açısından oldukça önemlidir. “Lizbon Antlaşması kesinlikle bir anayasa değildir ancak bununla birlikte, şu an için AB’nin sahip olduğu; bir anayasa niteliğine en yakın hukuki metindir.”[6] Lizbon Antlaşması ile AB kurumlarının işleyişinde ve hukuki mekanizmalarında kayda değer birçok düzenleme yapılmıştır, bunlardan biri de  Temel Haklar Şartı’na yapılan bir atıfla hukuki bağlayıcılık kazandırılmasıdır.

Bunların yanı sıra Lizbon Antlaşması ile oluşturulan Avrupa Birliği Vatandaşlığı İnisiyatifi sistemi sayesinde bir milyon imza ile Avrupa Birliği Komisyonu’na vatandaşlar tarafından yasa taslağı hazırlama çağrısı yapma imkanı tanınmıştır. Birlik tarafından, yasama yetkisinin içine vatandaşların da dahil edilmesi sosyal ve siyasal entegrasyon açısından son derece önemli bir gelişmedir.

 “Vatandaşlık kavramı, Avrupa Birliği hukuk sistemi içinde tartışmaya en çok sebep olan konulardan biridir. Genellikle, Birlik vatandaşlığı kavramının temelde ekonomik niteliğinin ağır olması, vatandaşlık başlığı altında sunulan hakların zayıf ve göstermelik olması, hatta vatandaşlığın aslında sembolik olmasıyla eleştirilir.”[7] Ancak, Avrupa Birliği geleneksel ulus devlet yapılanmasının çok uzağında süpranasyonel bir örgüttür ve üye devletlerin yetki devriyle oluşmuştur. Bu nedenden, AB vatandaşlığının geleneksel vatandaşlık anlayışının getirdiği tüm unsurları içinde barındırması beklenemez.

AB hukukunda anayasal nitelik arz eden Kurucu Antlaşmaların, Birlik vatandaşlığı için yaptığı somut düzenlemeler dışında, Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın (ABAD) içtihatlarının rolü de vatandaşlık kavramının gelişiminde çok önemli bir yer teşkil eder. “AB vatandaşlığı kavramı, üye devletlerin tepkisini çekmemek adına, antlaşmalarda çok genel hatlarıyla düzenlenmiş, içeriği ABAD kararlarıyla doldurulmuştur. ABAD aldığı kararlarda her ne kadar  AB Vatandaşlığı kavramının unsurlarını belirtmiş olsa da yine vatandaşlığın net bir betimlemesini yapmaktan ve kesin sınırlarını çizmekten kaçınmıştır.”[8] ABAD’ın bu ihtiyatlı tutumunun, üye devletlerin ulusal egemenlik kaygılarına yönelik olduğunu söyleyebiliriz.

Sonuç olarak, AB Vatandaşlığı Maastricht Antlaşması’yla AB üyesi ülkelerin vatandaşlarının ulusal vatandaşlıklarına tanınmış ek bir statüdür ve bazı özel haklar sağlar. Kısaca, kural olarak bir üye devletin vatandaşlığına sahip olan kişi aynı zamanda Birlik vatandaşıdır. Aynı zamanda, AB vatandaşlığı ekonomik bütünleşme temelinden yola çıkan Birliğin siyasal bütünleşme sürecinde hız veren en önemli etkenlerden biridir. AB vatandaşlığının tarihsel gelişimini değerlendirmek, Birliğin siyasal entegrasyon sürecine de şahitlik etmek bakımından önemlidir.

NOT: Robert Schuman (Fransa Dışişleri Bakanı), Eski Milletler Cemiyeti Genel Sekreteri Jean Monnet’in tasarısına dayanarak, 9 Mayıs 1950 tarihinde, Avrupa Devletlerini, kömür ve çelik üretiminde alınan kararları bağımsız ve uluslarüstü bir kuruma devretmeye davet etti. Schuman Planına göre, Avrupa’da bir barışın kurulabilmesi için Fransa ve Almanya arasında yüzyıllardır süregelen çekişmenin son bulması gerekiyordu. Bunun yolu ise, söz konusu kurumun gözetiminde, ortak kömür ve çelik üretimini sağlamak ve bu örgütlenmeyi tüm Avrupa devletlerinin katılımına açık tutmaktı.

Eda KARAİBRAHİM

KAYNAKÇA:

  1.  Gerçek Şahin Yücel,  ABAD’ın AB Vatandaşlığı ile İlgili Son Yaklaşımları, Marmara Avrupa Araştırmaları Dergisi, Cilt:21,  Sayı:2, 2013.
  2.  http://oldweb.ikv.org.tr/print.asp?id=1040&baslik=AB%20KAVRAMLARI%20S%D6ZL%DC%D0%DC
  3.   Ulaş Gündüzler, AB Vatandaşlığının Avrupa Bütünleşmesindeki Yeri,
  4.  Gerçek Şahin Yücel,  ABAD’ın AB Vatandaşlığı ile İlgili Son Yaklaşımları, Marmara Avrupa Araştırmaları Dergisi, Cilt:21,  Sayı:2, 2013
  5.  Yüksel Metin, Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi,57-4
  6.  Erman Akıllı, Leaken Zirvesi’nden Lizbon Antlaşması’na: Anayasallaşamayan Anayasallaşma Süreci, Uluslararası Hukukve Politika, Cilt:6, Sayı:24,2010.
  7.  Paul Craig and Grainne de Burca, EU Law Text, Cases and Materials, Oxford University Press, p.852.
  8. Gerçek Şahin Yücel,  ABAD’ın AB Vatandaşlığı ile İlgili Son Yaklaşımları, Marmara Avrupa Araştırmaları Dergisi, Cilt:21,  Sayı:2, 2013
  9.  http://www.ab.gov.tr/index.php?p=105
  10. Akıllı, E., “Leaken Zirvesi’nden Lizbon Antlaşması’na: Anayasallaşamayan Anayasallaşma Süreci, Uluslararası Hukukve Politika”, Cilt:6, Sayı:24,2010
  11. Craig,P. and Burca,G., EU Law Text, Cases and Materials, Oxford University Press.
  12. Karluk, R., Avrupa Birliği, Beta Yayınları, İstanbul,2011.
  13. Metin, Y., “Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi,57-4
  14. Reçber,K.,  Avrupa Birliği Hukuku ve Temel Metinleri, Dora Yayınevi, Bursa, 2013.
  15. Yücel, Şahin, G.,  “ABAD’ın AB Vatandaşlığı ile İlgili Son Yaklaşımları”, Marmara Avrupa Araştırmaları Dergisi, Cilt:21,  Sayı:2, 2013
  16. http://ec.europa.eu/justice/citizen/
  17. http://oldweb.ikv.org.tr/print.asp?id=1040&baslik=AB%20KAVRAMLARI%20S%D6ZL%DC%D0%DC
  18. http://www.independent.co.uk/news/uk/politics/how-to-keep-your-eu-citizenship-after-brexit-a7081186.html

Uluslararası İlişkiler Çalışmaları Derneği (TUİÇ) Online Üyelik Altyapısı Hazır

3

Uluslararası İlişkiler Çalışamaları Derneği (TUİÇ) bütün diğer Sivil Toplum Kuruluşları gibi kâr amacı gütmeyen, üyelerinin ve bağışçılarının destekleriyle faaliyetlerini sürdüren bir akademik platformdur. 2016 yılı itibariyle dernek bazında üyelik altyapımızı “Raklet” altyapısında düzenledik. TUİÇ’in ağına katıldığınızda hem TUİÇ fırsatlarından yararlanma hem de Uluslararası İlişkiler Çalışmaları Derneği’ne katkıda bulunabilirsiniz. Üyelik ile ilgili ayrıntılar aşağıdaki gibidir:ÜYELİK İŞLEMLERİ İÇİN LÜTFEN TIKLAYINIZ

  • Üyelik ücretimiz 50 TL ve aylık aidatımız 10 TL’dir.
  • Aylık aidatlar hesabınıza bir yıllık toplam 120 TL olarak yansıtılır, isterseniz bir defada isterseniz parçalar halinde ödeyebilirsiniz.
  • Ödemelerinizi kredi kartı ile peşin ya da taksitli olarak yapabilir, otomatik ödeme talimatı verebilirsiniz.

TUİÇ’e üye olmak için uyelik.tuicakademi.org linkine tıklatabilir veya aşağıdaki görsele tıklatarak bu linki gidebilirsiniz.

Sorularınız ve sorunlarınız için: [email protected]

Bölgeselleşme ve Bölgeselleşme Örneği: NAFTA

Uluslararası politikada bölgeyi tanımlamada 2 farklı ölçüt vardır. Birincisi, coğrafi anlamda yani kara parçası ya da denizdeki belli bir alana ilişkindir. İkincisi ise normatif tanımdır.1 Aynı bölgede yer alan devletlerarasında ekonomi, ticaret, güvenlik alanlarında sürekli ve benzer ilişkiler bulunmasıdır. Bunların yanında etnik, dini ve kültürel unsurlarda bölge tanımının yapılmasında yardımcı konumdadır. Bölgeler, devletlerin kendilerine yakın sınırları olan ülkelerle ilişki kurma çabalarından ortaya çıkar. Kurulan ilişkiler bölgesel politikaları,  bölgesel politikaların sentezi olarak da uluslararası politikaları oluşturur.  Uluslararası politikada bölgelerin kesin bir sınıra sahip olup olmaması tartışmaya açık bir konudur. Örnek olarak Fas’ın Avrupa Ekonomik Topluluğuna üyelik başvurusunun Avrupa dışında kalması sebebiyle reddedilmesi gösterilebilir.   

Bölgeselleşme girişimleri 2 aşamada değerlendirilebilir: İlk aşama 1950-1980 yılları arasındaki dönemi kapsar.2 Bu dönemde bölgeselleşme girişimleri sonraki yıllara göre daha çekimserdir, çünkü devlet egemenliği ve karşıtlığı daha ön plandadır. Bu dönemde Soğuk Savaş gibi etkenlerden dolayı devletlerin birinci önceliği güvenliktir. Bu öncelik yerini zamanla ekonomik bütünleşme hareketlerine bırakmıştır. İkinci aşama 1980 yılının sonundan günümüze gelen süreçtir. Bu aşamada Soğuk Savaş’ın güvenlik odaklı bakış açısı ortadan kalkmış uluslararası ticarette rekabet artmıştır. Bölgeselleşme ve küreselleşme birbirini tamamlayan ve destekleyen bir yapbozun parçaları gibidir.

Bölgeselleşme zamanla bölgesel örgütlere kapı açar. Bölgesel örgütler 3 farklı şekilde sınıflandırılır; Siyasal, Güvenlik ve Ekonomi Örgütleri. Bölgesel ekonomik örgütlere örnek olarak NAFTA’yı ele alacağız:

Kuzey Amerika Serbest Ticari Antlaşmasının(NAFTA) yapılmasını iki farklı şekilde yorumlayabiliriz. Geçmişe göre yorumladığımızda Amerika’nın bölgesel örgütlenme geleneği devletin kuruluşuna dayanmaktadır. Bildiğimiz üzere Amerika koloniler tarafından kurulmuştur, koordinasyon amaçlı bir araya gelen koloniler kıtadaki ilk bölgesel örgütlenmeyi başlatmışlardır. Geçmişe dayalı ikinci ana sebep ise Amerika halklarını bir araya getirmeyi hedefleyen, Monroe Doktrini ile temellerini sağlamlaştıran Pan-Amerikanizm ülküsüdür.3 Bu bölgesel örgütlenmeler geçmişten günümüze etkisini sürdürerek bölgesel ticari antlaşmaları tetiklemiştir. Günümüze göre yorumladığımızda bu ekonomik örgütün asıl kurulma sebebi ise dış borçları azaltma ve ihracatı arttırma isteğiydi.

Belirttiğim sebeplerden ötürü ortak amaçlar doğrultusunda Amerika, Kanada ve Meksika bir araya gelerek 4 yıl süren müzakereler sonucunda NAFTA’yı imzaladı. 4 Ülkeler arasında ikili antlaşmaların kökeni geçmişe dayanmaktadır: ABD-Kanada 1989 yılında serbest ticaret antlaşması imzalamıştır. Meksika ve ABD arasında 1985-1989 yılları arasında 3 antlaşma imzalanmıştır ve son olarak Kanada ve Meksika arasında 1990 yılında 10 antlaşma imzalanmıştır.

NAFTA’nın amaçlarını şöyle sıralayabiliriz;

  • Tarım ürünlerinin antlaşma tarafı ülkeler tarafından gümrük vergisi olmadan alınması
  • Ekonomik uçurumların kapatılarak ülkelerin iç ve dış ilişkilerinde toplumsal ve ekonomik istikrar sağlanmasıdır.5

NAFTA günümüzde dünyanın en büyük ticaret bloğunu temsil etmektedir. AB’nin ekonomik büyüklüğü 8,4 trilyon dolar iken 11,4 trilyon dolarlık büyüklüğüyle NAFTA’nın bir hayli gerisindedir.  NAFTA üyesi bir ülkenin hükümetinin gerçekleştir­diği politika değişikliğinin çalışma ve karlılık koşullarını kapsamlı ve olumsuz bir şekilde etkilemesi halinde, yatırımcılara ilgili hükümeti mahkemeye verme hakkı tanımaktadır. Bu nedenle, firmalar yasal olarak kendilerini güvende hissetmektedir. 6 Kanada’nın özellikle zengin doğal kaynakları da ülkeyi yatırımcı­lar açısından cazip kılmaktadır. Zengin petrol, doğal gaz, kömür, altın ve elmas madenleri gibi kaynaklara özellikle ABD firmaları ilgi göster­mekte ve bu çerçevede, Kanada’da firma almak yoluyla yatırıma yö­nelmektedir. 2000-2001 yılında Kanada’ya yapılan yabancı yatırımların önemli bir kısmı enerji sektörüne yapılmıştır. Ayrıca, zengin doğal kaynaklar girdi maliyetini azaltarak, ciddi bir avantaj sağlamaktadır.

NAFTA ‘yı imzalayan ülkelerin gelişme oranlarına bakarsak;

NAFTA sayesinde Kanada’nın 1994-1998 yılları arasında ABD ve Meksika’ya yaptığı ihracat sırasıyla %80 ve %65 oranında artarak, 271,5 milyar ve 1,4 milyar Dolara ulaşmıştır.

NAFTA’nın ilk on yılında ABD’nin Kanada ve Meksika’ya yönelik ihracatı 142 milyar Dolardan 263 milyar Dolara çıkmıştır. Meksika’nın sadece ABD’ye yönelik ihracatı %242 artmıştır.

Meksika, NAFTA ortaklarına 2000 yılında yaklaşık 151 milyar Dolarlık ihracat yapmıştır. Bu rakam, 1993’deki duruma göre % 240’lık bir artış anlamına gelmektedir. Bu artış aynı zamanda Meksika’nın diğer ülkelerle yaptığı ihracattaki artışın iki katıdır. 1993-2001 yıllarında Meksika’nın ihracatındaki bu artış, Meksika milli gelirindeki artışın yarısından fazlasını oluşturmuştur. Nitekim Meksika’da işgücünün 1/5’i ihracat için üretim yapmaktadır. 1995 – 2000 yılları arasında yaratılan 3,5 milyon dolarlık istihdamın yarısı NAFTA sayesinde ortaya çıkmıştır.

NAFTA hakkında olumsuz düşünceler;

  • NAFTA’nın en çok işçileri olumsuz etkilediği düşünülüyor sebebi ise işçi ücretlerinin gerçekte %13;5 oranında azalması ve yatırımcılara tanınan mahkeme hakkının tanınmaması
  • ABD ve Kanada’nın Meksika’dan işçi alarak ucuz iş gücü yaratması kendi ülke vatandaşlarının tepkilerine yol açmıştır.7
  • Meksika’nın tarım konusundaki yanlış politikaları yoksulluk seviyesinin artmasına sebep olmuştur.

 Sonuç olarak; NAFTA ticari açıdan değerlendirildiğinde üye ülkelerin ekonomik gelişmelerine ve dolayısıyla ulusal güç unsurlarınabelirgin şekilde katkıda bulunmuştur.

1993 yılında 306 milyar dolar olan NAFTA üyeleri arasındaki ticaret hacminin 2002 yılında iki kat artarak 621 milyar dolara yükseldiği gözlenmiştir.9 NAFTA ile 140.000’in üzerinde küçük ve orta-ölçekli işletme desteklenmiştir10 Kanada’nın Meksika’ya yaptığı yatırım NAFTA yürürlüğe girdiğinden beri çarpıcı biçimde artmıştır. 1993 yılında 530 milyon dolar iken 2015 yılında bu sayı 14.8 milyar dolara kadar çıkmıştır.11

Gümrük vergilerinin azaltılması ABD ve Kanada gibi ülkelere göre daha küçük ticaret hacmine sahip Meksika’nın gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Özellikle Meksika’nın gelişimi diğer küçük çaplı ülkelerin gelişimine örnek teşkil edebilir.

Gizem DAŞ

KAYNAKÇA:

  1.  Uluslararası Örgütler- Devletlerin Örgütlenme Mantığı Davut Ateş/ Dora Basın Yayın Dağıtım 2014
  2. Uluslararası Örgütler- Devletlerin Örgütlenme Mantığı’ Davut Ateş/ Dora Basın Yayın Dağıtım 2014
  3. Devletlerarası ve Hükümetler-Dışı Uluslararası Örgütler Mehmet Hasgüler- Mehmet B. Uludağ/Paradigma Kitabevi/Ekim 2014 s.241
  4. Gary Cylde Hufbauer and Jeffry J. Schott, Institute for International Economics, “North American Free Trade : Issues and Recommendations”, (Washington D.C. March 1992), s.3
  5. http://www.ekodialog.com/ekonomi_kurumlari/kuzey_amerika_serbest_ticaret_nafta.html
  6. http://www.ekodialog.com/ekonomi_kurumlari/kuzey_amerika_serbest_ticaret_nafta.html
  7. yunus.hacettepe.edu.tr/~uras02/Hacettepe/4.sinif/…/Nafta.doc
  8. Noam Chomsky, “Profit over People, Neoliberalism and Global Order”, (Seven Stories Press, NY, Toronto, London, 1999), s. 125.
  9. http://www.mfa.gov.tr/amerika-birlesik-devletleri_nin-dis-ticaret-politikasinda-serbest-ticaret-anlasmalarinin-yeri-___.tr.mfa/ VII. ABD’nin taraf olduğu veya oluşturmaya çalıştığı Bölgesel Serbest Ticaret Anlaşmaları
  10. https://ustr.gov/trade-agreements/free-trade-agreements/north-american-free-trade-agreement-nafta
  11. http://www.international.gc.ca/trade-agreements-accords-commerciaux/agr-acc/nafta-alena/facts.aspx?lang=eng
  12. Uluslar arası Örgütler Devletlerin Örgütlenme Mantığı Dora Basın Yayın Dağıtım/2014
  13.  Devletlerarası ve Hükümetler-Dışı Uluslar arası Örgütler’ Mehmet Hasgüler- Mehmet B. Uludağ/Paradigma Kitabevi/Ekim 2014
  14. http://www.mfa.gov.tr/Amerika Birleşik Devletleri’nin Dış Ticaret Politikasında Serbest Ticaret Anlaşmalarının Yeri
  15. https://ustr.gov/trade-agreements/free-trade-agreements/north-american-free-trade-agreement-nafta
  16. http://www.international.gc.ca/trade-agreements-accords-commerciaux/agr-acc/nafta-alena/facts.aspx?lang=eng

Halvetilik, Halvetiliğin Balkanlara Etkisi ve Kosova Halveti Tekkesi Tarihi ve Günümüz Üzerine

0

İslam’da Tasavvuf inancı Hz. Muhammed (s.a.v)’in Kur’an ışığında İslam dinini yayması ile başlamıştır. İslam medeniyetinde tasavvuf inancı Allah’ın dinine uygun bir hayat sürebilmek için günahlardan tevbe ederek Allah’a sığınmak, ihlasla devam etmek ve hakiki bir takvaya ulaşmak amacı güdülür.1

İslam tarihinde tasavvufi mistisizmi sürdüren çeşitli kurumsal yapılar ortaya çıkmıştır. Bu yapılar İslam dininin yeni coğrafyalara yayılmasını kolaylaştırmış ve kalıcı hale gelmesinde etkili olmuştur. Tasavvufun kurumsallaştığı yapılar olarak bilinen Tarikatlar zaman içerisinde çok büyük önem kazanmıştır.  

Tasavvufi hayat, Abbasiler döneminde oluşmasını, Selçuklu yıllarında kurumsallaşmasını, Osmanlı Hanedanı döneminde ise yayılmasını gerçekleşmiştir.2

Asıl konumuz olan Halvetilik/Halvetiyye tarikatına gelecek olursak tarikat, 14. yüzyılda Azerbaycan ve İran coğrafyasında ortaya çıkmıştır. Halvetiyye tarikatının temeli Harezm’de Ahi Muhammed tarafından atılmış ve kurucusu ise Ahi Muhammed’in yeğeni ve halifesi olan Ebu Abdullah Siraceddin Ömer Ekmeleddin Lahci Halveti’dir 3 (kısaca Ömer-ül Halveti olarak bilinir).4 Doğum tarihi net olarak bilinemeyen Şeyhin ölüm tarihi 1397-98 olarak düşünülmektedir. Halvet sıfatı ise dervişin veya müridlerin dar bir mekana, hücreye veya bir alana çekilip orada ibadet, murakabe, zikir, fikirle meşgul olmasına verilen isimdir. Tekkedeki halvethanelere çilehane denildiği bilinmektedir. Ömer-ül Halveti hazretlerinin 40 sene üst üste bir ağaç kovuğunda Halvet çıkardığı, halvethanesinden çıkıp dervişleriyle buluşmaya giderken ise halvet ağacının da arkasında yürüdüğü ve acıklı sesler çıkardığı anlatılan menkıbelerdendir.5 Halvetilik tarikatını bir diğer önemli ismi de tarikatı sistemleştirip geliştiren Pir Seyyid Yahya Şirvani’dir.6

13. yüzyılla beraber Balkanların Türkler tarafından peyderpey fethedilmesi ve bu topraklara Müslüman Türk ahalinin iskan edilmesiyle birlikte Müslüman nüfus artık gözle görünür bir biçimde artmıştır, Horosan Erenleri diye tabir edilen Hoca Ahmet Yesevi dervişleri, Anadolu’ya ve Balkanlara gelerek bu topraklarda manevi öncüler olmuş kurdukları kurumlarla insanların gönlünü kazanmıştır. Bu dervişlerin bazıları doğrudan fetih hareketlerine katılıp gaza ederken diğer dervişler de gittikleri topraklarda tekke ve zaviyeler kurmuşlar bölgenin sosyal, kültürel ve dini hayatı üzerinde doğrudan etkili olmuşlardır.7 İslam dininin yayılmasına gayret sarf eden dervişler, Nasreddin Hoca Efendi’nin deyimiyle göle maya çalmıştır. O maya tutmuş büyük bir İslam medeniyeti bu topraklarda yeşermiştir. Arnavutlar, Boşnaklar, Pomaklar gibi milletler İslam’ı kabul etmiştir.

Bu nedenlerle Balkanlara gerçekleştirilen fetihlerin sadece Türk ordularının yetenekli ve güçlü olmalarıyla açıklanamaz. Fetihlerin gerçekleşmesi ve Osmanlı idaresinin uzun soluklu bir idare kurmasının arka planında yatan gerçeklik Türkistan’dan Anadolu’ya oradan da Balkanlar’a gelmiş olan tasavvuf, tarikat ehlileridir. İrşad ve tebliğ faaliyetleri yürüten Erenler bölgenin İslamlaşmasında ve Türkleşmesinde en büyük altyapıyı ve maneviyatı hazırlamıştır.

Kosova, Makedonya ve Arnavutluk başta olmak üzere Rumeli Müslümanlarının gönlüne zühur eden tarikatların başında gelen Halvetilik bu topraklarda Ömer-ül Halveti’nin müridleri ve halifeleriyle yayılmış ve güçlü bir dini kurum haline gelmiştir. Kosova’ya Halvetilik, tarikatın Ahmediyye Şubesi’nin Ramazaniyye kolu vasıtasıyla sirayet etmiştir.8

Geçmişe bakıldığında Balkanlar’da en çok tekke ve zaviyeye sahip olan Halvetilik’in bugün maalesef tekke ve zaviye sayısının muazzam bir şekilde azaldığı görülmektedir.9 Bunun en önemli sebebi ise Osmanlı idaresinin getirdiği istikrar ve barış ortamının zayıflayarak yıkılması, din savaşlarının bölgede büyük acılara sebep olması görülebilir. Ancak Kosova gibi Müslüman nüfusun hakim olduğu bölgelerde yıkım ve savaşlara rağmen bu kültür korunmaya çalışılmıştır.

Halveti Ramazaniyye’nin Kosova’daki merkezi, Prizren şehrindeki Bistrica nehrinin yanında bulunan tekkedir. Şeyh Pir Osman Baba (ö. 1164/1747) tarafından 1712 yılında kurulmuştur. Şeyh Osman Baba’nın kurmuş olduğu bu tekke Arnavut bölgelerinde kurulan tekkelerin ilkidir ve merkezi konumuna oturmuştur.10

Prizren Saraçhane Halveti Tekkesine Şeyh Osman Baba’dan sonra Şeyhin oğullarından olan şu isimler Şeyhlik makamına oturmuşlardır: Şeyh Ahmed b. Şeyh Osman (ö. 18.yüzyılın ikinci yarısı), Şeyh Sinan b. Şeyh Osman (1808-09), Şeyh Hüseyin b. Şeyh Sinan (ö. 1803-04), Şeyh Cemaluddin, Şeyh Sihabuddin, Şeyh Alaüddin (ö.1918), Şeyh Hüseyin (ö.1926), Şeyh Hasan (ö. 1955),11 Şeyh Necati (ö. 2001) tekkenin şeyhlik makamında bugün Şeyh Necati’nin oğlu Şeyh Abidin Oturmaktadır.12

Kosova’nın diğer önemli tekkelerden birisi de Rahovça kasabasına Şeyh Süleyman Efendi tarafından kurulan 1732 yılında Halveti tekkesidir. Rahovça kasabasının en büyük ve en eski tekkesi olma özelliğine sahip olmakla birlikte zengin el yazmaları barındıran bir kütüphaneye sahiptir. Bu eşsiz kıymetlere sahip olan tekke devlet koruması altına alınmıştır. Şeyh Süleyman Efendi de Şeyh Osman Baba’dan icazet alarak bu makama sahip olmuştur. Alışılmış bir halveti tekkesinin bütün özelliklerini içinde barındıran bu tekke büyük bir semahaneye, halvet odalarına ve kahve ocağına sahiptir.13

Kosova’nın diğer Halveti tekkeleri şu şekildedir:14

Kosova Kameniçesi köylerinden Topanica’da 1754 yılında Şeyh Zeynelabidin, bir tekke açmıştır. Rakovça köyünde de Şeyh Begzad bir tekke açmıştır, bu tekkenin II. Dünya Savaşı’nda yıkıldığı bilinmektedir.

İpek şehrinde ise Şeyh Süleyman tarafından 1893 yılında bir Halveti tekkesi kurulmuştur. Pir Osman Baba’nın halifelerinden Şeyh İbrahim’de Damyan’da bir halveti tekkesi kurmuştur.

Mitroviça şehrinde bugün hala faal olduğu bilinen Halveti tekkesini 19.yy de Şeyh Muhammed açmıştır. Bir Halveti tekkesi de Yakovalı Şeyh Halid tarafından Deçan kasabası yakınlarındaki Nevrokoz köyünde açılmıştır.

Prizren yakınlarında Lukinje köyündeki Halveti tekkesini de Şeyh Bekir açmıştır. Şeyh Osman tarafından Yumnik’de de bir tekke kurulmuştur.

Kosova’da Halvetilik’in Ahmediye Kolunun Sinaniye şubesine ait bir tekke de Prizren’de 17.yüzyılın başlarında Horosanlı Kutub Şeyh Musa tarafından açılmış ve 19. Yüzyılın sonlarına kadar faaliyetlerini sürdürmüştür. Yine Prizren’de Sinaniye şubesine ait bir tekkede Şeyh Ali Recep Koro tarafından 1768 yılında inşa edilmiştir.15

Kosova’nın Halveti tekkeleri bu şekildedir. Bu tekkelerden işler halde olanların bugün dahi Kosova toplumu üzerinde hakim bir gücü vardır, manevi öncüler olarak bilinen bu kimseler halk arasında yeri geldiğinde bir kamu gücü, yeri geldiğinde ise bir sosyal vakıf gibi hareket edebilmektedir. Bu ilgi çekici özellikleri sebebiyle ünlü Alman düşünür ve sosyolog Max Weber’de derviş/tekke kültürünü incelemiştir.

Halvetiyye sosyal, dini ve kültürel hayatta olduğu gibi siyasal alanda da kendini göstermiştir. Öyle ki II. Bayezid’ı Cem Sultan’a karşı destekleyen Halvetiyye, Bayezid’in saltanatında saraydan büyük yardım görmüş, zengin vakıf ve tekkeler kurmuştur. Yine bu dönemde Osmanlı Sultanlarının ve yüksek dereceli idarecilerinin mensup olduğu gözde tarikatlar arasında olmuştur. Sultan ve saray eşrafından bir çok kimse bu tarikatlara bağlanmıştır.16 Halvetilik, bir dönem için tarihi doğrudan yönlendirmiş, kolonizatör dini, kültürel ve siyasal bir güç olmuştur.

Balkan Araştırmaları Merkezi Stajyeri
Cihan ÖZKAN
  1.  Dilaver Selvi, Kaynaklarıyla Tasavvuf 2, Semerkand Yayıncılık, İstanbul 2002, s. 20
  2.  Tuna, T. (2003). Halvetiyye Tarikatının Balkanlara Yayılması ve Günümüzde Halveti Tekkeleri. O. Söyelmez, A.İçli (Haz.). “Kafkasya’dan Anadolu’ya Kültür Köprülerimiz” Uluslararası Seyyid Yahya Şirvani ve HalvetilikSempozyumu: 21 – 22 Kasım 2013 Eskişehir, 24 – 26 Kasım 2013 Bakü – Eskişehir: Bildiriler(s.369-382).Eskişehir: Eskişehir Valiliği
  3.  Tuna, A.g.e., s. 370
  4.  Bu yazıda, Ömer-ül Halveti şeklindeki hali ile kullanılmıştır.
  5.  Tuna, A.g.e., s. 371
  6. Tuna, A.g.e., s. 371
  7. İdris Türk, “Kosova ve Makedonya’da Halvetilik,” İnternational Journal of Science Culture and Sport (IntJSCS)Dergisi, sy.11 (2015), s. 431
  8. Türk, a.g.e., s. 432
  9. Nedim Bakırcı, Hüseyin Kürşat Türkan, “Tekke ve Zaviyelerin Balkanlar’daki Rolü ve Önemi,” Dil, Edebiyat ve Halkbilimi Araştırmaları Dergisi (TÜRÜK), y.1, sy.1 (2013), s. 152
  10. Türk, a.g.e., s. 433
  11. Türk, a.g.e., s.433
  12. Eyüp Salih, “Balkanlarda Halvetiyye ve Halveti Tekkeleri,” http://www.balturk.org.tr/balkanlarda-halvetiyye-ve-halveti- tekkeleri/, e.t. 21.05.2016
  13. Türk, a.g.e., s. 433
  14. Nedim Bakırcı, Hüseyin Kürşat Türkan, “Tekke ve Zaviyelerin Balkanlar’daki Rolü ve Önemi,” Dil, Edebiyat ve Halkbilimi Araştırmaları Dergisi (TÜRÜK), y.1, sy.1 (2013), s.153-154
  15. Eyüp Salih, “Balkanlarda Halvetiyye ve Halveti Tekkeleri,” http://www.balturk.org.tr/balkanlarda-halvetiyye-ve-halveti- tekkeleri/, e.t. 21.05.2016
  16. Halil İnalcık , “Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet,” İş Bankası Yayınları, İstanbul 2016, s. 115.
Kaynakça
  • İnalcık, H. (2016). Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve  Devlet. İstanbul: İş Bankası Yayınları.
  • Selvi, D. (2002). Kaynaklarıyla Tasavvuf 2. İstanbul: Semerkand Yayıncılık
  • Tuna, T. (2003). Halvetiyye Tarikatının Balkanlara Yayılması ve Günümüzde Halveti Tekkeleri. O. Söyelmez, A.  İçli (Haz.).  “Kafkasya’dan Anadolu’ya Kültür Köprülerimiz” Uluslararası Seyyid Yahya Şirvani ve Halvetilik Sempozyumu: 21 – 22 Kasım 2013 Eskişehir, 24 – 26 Kasım 2013 Bakü – Eskişehir: Bildiriler(s.369-382). Eskişehir: Eskişehir Valiliği
  • Bakırcı, N. ve Kürşat Türkan, H. (2013). Tekke ve Zaviyelerin Balkanlarda Rolü ve Önemi. Dil, Edebiyet ve  Halkbilimi Araştırmaları Dergisi (TÜRÜK), 1, 145-160.
  • Türk, İ. (2015). Kosova ve Makedonya’da Halvetilik. İnternational Journal of Science Culture and Sport (IntJSCS), 11, 429-441.
  • Bal-Türk. Balkanlarda Halvetiyye ve Halveti Tekkeleri. http://www.balturk.org.tr/balkanlarda-halvetiyye-ve-halveti-tekkeleri/ adresinden erişildi. (E.T: 20.06.16)

Jivkov Dönemi ve Sonrası

Bulgaristan Göçmenleri için kadınlarının güzelliğinden çok, içinden geçilen zorlu ve çetin tarihin hiç de uzak olmayışı gözardı etmeyi/edilmeyi mümkün kılmıyor. Acı,umut,özlem,ayrılıkları barındıran bu sürecin tarih sahnesinde yer alışı da bir hayli çetin.

Bu tarih sahnesinin ilk sayfası II. Dünya Savaşı’nın ardından Balkanlar’da ilerleyen Sovyet Ordusu’nun da yardımıyla Georgi Dimitrov önderliğinde Sosyalist rejime geçilmesiyle açıldı. Bu rejime geçilirken Dimitrov kürsüden halka aynen şöyle seslendi:

“Ülkemizde artık emek bir namus, onur ve kahramanlık davası olmalıdır. Yeni Bulgaristan’da her birimizin yeri adına ve kökenine, konuştuklarına, kendisi hakkında ne düşünüldüğüne değil de başlıca emeğine, halkının ekonomik kültürel ve toplumsal ilerleyişine yaptığı yardıma bakılarak belirlenecektir.”

Jivkov DönemiKomünist rejim sayfası, Doğu Bloku çözülene dek yani 1989’a kadar kapanmadı. 1951’de politbüro üyesi olarak tarih sahnesine Todor Hristov Jivkov çıktı. Aynı zamanda 1954 Mart’ında Vulko Çervenkov’un yerine Merkez Komitesi Birinci Sekreterliği’ne getirildi ve sosyalist ülkeler arasında en genç parti lideri oldu. Jivkov iç ve dış politikada Sovyet çizgisine sıkı sıkıya bağlı kaldı. Onun yönetiminde Bulgaristan’da sanayileşme aksamadan ilerledi ve halkın yaşam düzeyi büyük ölçüde yükseldi. Buna karşılık BKP içerisindeki en etkili isimlerden Stanko Todorov’un çokça dillendirdiği gibi “Bulgaristan artık tarım değil endüstri toplumu olmalı ve bunu gerçekleştirebilmek için homojen bir toplum yapısına kavuşmalıdır.” görüşünün beraberinde getirdiği asimilasyon politikaları Jivkov yönetimi ile tarih sahnesinde boy göstermeye başladı. Aslına bakılırsa bu asimilasyon uygulamaları tarih boyunca boy gösterdi fakat Jivkov döneminde daha da sistemli ve planlı hale gelerek endamını arttırdı.

1947 yılında hiç sebep yokken Türk azınlığı ileri gelenleri kalburüstü aydınları toptan tutuklanmaya başlandı. Türk öğretmenlerinin, Türk din adamlarının, Türk esnaf ve sanatkârlarının ve hatta okul çocuklarının sistematik ve sürekli toplantılara çağrılması, kurslardan geçirilmeleri, bunlara Komünizm doktrininin aşılanmaya çalışılması, Türklerin endişelerini her geçen gün daha da arttırmaktaydı. 1950 yılına gelindiğinde ilk göç dalgası cereyan etti.

Aynı yıl içerisinde Türkiye’de de bir iktidar değişikliği olmuş demokrasi yolunda yeni adımlar atılmaya başlanmıştı. Bulgar Hükümeti Türkleri göçe zorlarken bu yeni durumu da hesaba katmıştı. Böylelikle hem yeni hükümeti zor duruma sokmak hem Türk ekonomisini ağır bir yükün altında bırakmak amaçlanıyordu. Bunların dışında Türklerin Türkiye’ye göçe zorlanmasını bir başka ve daha önemli bir sebebi de Bulgaristan kendi iç bünyesinde eritemediği Türk azınlığından böylelikle kurtulmuş olacaktır.

Bulgaristan Türkleri göç izni için Bulgar makamlarına başvurup pasaport isterken aynı zamanda Türkiye’ye dilekçe gönderiyorlardı. Artık Bulgaristan Türkleri için yeni bir göç dalgası resmiliğini göstermişti.

Jivkov Dönemi

1950-1951 yılındaki bu göç dalgası kış şartlarında başladığından oldukça güç şartlarda cereyan etmiştir. Bulgaristan’dan çıkarılan Türk göçmenleri Türkiye’ye çok perişan ve bitkin bir halde sığınmışlardır. 1950-1951 yılındaki Bulgaristan’dan gelen 154 bini aşkın göçmen arasında yapılan bir anket bu konusunda ilginç sonuçlar çıkarmıştır: Bulgaristan’ın çeşitli yörelerinden gelmiş olan 9446 aile reisinin anket sorularına verdiği cevaplara göre, göçmenlerin % 11.1 kendi arzularıyla göç etmiş, % 85.3 Bulgaristan’da yaşamanın imkansız olduğu için göç ettiklerini söylemişlerdir. Bulgarların göçe zorladıkları kimseler % 3 oranındadır. Demek oluyor ki göçmenlerin % 85.3’ü Bulgar rejiminden kaçmıştır. Ankete cevap veren aile reislerinden % 24 ü Bulgarlardan şahsen kötü muamele görmediklerini söylemişlerdir. Geri kalan % 74 kadarı ise şahsen kötü muamele görmüştür. Şöyle ki % 8 i Bulgarlardan dayak yemiş % 4.3 ü Bulgar makamlarında hapsedilmiş ve sürgüne gönderilmiş, % 62 si ise çeşitli kanunsuz ve haksız fiillere ve hareketlere maruz kalmıştır.

1962-1971 yılları arasında başbakan olarak olarak görev yapan Jivkov 1972’de Bulgaristan’ın yeni anayasasıyla oluşturulan Devlet Konseyi Başkanlığı’na seçildi. Bu tarihten itibaren Jivkov Bulgaristan yönetiminde en etkin kişi olmuş ve devlet politikaları onun istekleri doğrultusunda şekillenmiştir.

1968-1979 yılları arasında da “Türkiye-Bulgaristan Yakın Akraba Göçü Anlaşması” çerçevesinde 116.521 kişi Türkiye’ye göç etmiştir.

Mehmet Bey (53 yaşında,Televizyon Teknisyeni/ 1978 Göçmeni) Türkiye’ye göçmelerinin üzerine “Hor karşılananlar olmuş elbet,çok duyduk. Ama biz görmedik öyle şey,hısım akrabalarımızın yanına geldik zaten,160 hane idik Türkiye’de.” diyor.

Miyase Hanım (Eskişehir Balkan Göçmenleri Derneği Başkan Yardımcısı/ 1978 Göçmeni) ise

1989’da göçenlere göre daha şanslıydık diye bahsediyor: “Düğünlerimiz Türkçe müziklerle yapılırdı 1989’a değin,perşembeden başlardı düğünlerimiz 4 gün boyunca susmazdı çalgı çengi…”

Mehmet Bey gülerek sohbete atılıyor: “Düğünde para,altın neyin takılmazdı. Tabak,sandalye,kova hediye verilirdi. Bağırılırdı ulu orta ‘Gelinin Ayşe ablasından bir kova!’ diye.”

Miyase Hanım sözlerine şöyle devam ediyor: “Aslına bakarsan şehirde yaşayan biraz daha şanssızdı. Ben Varna’da doğup büyüdüm,sınıfımda tek Türk bendim. Zamanla onlara ayak uydurdum haliyle,hatta şöyle ki o zamanlar güzel Bulgarca konuşmak herkes tarafından önemli bir meziyet kabul ediliyordu.”

Mehmet Bey: “Kızları etkilemek için Bulgarca şiirler okurdum,Türk kızları dahi bundan etkilenirdi.”

1989’a kadar komünist rejimle yönetilen Bulgaristan, SSCB’nin yardımlarına göre şekillenmiştir 42 yıl boyunca. Fakat SSCB 1970 yılında ekonomik ve mali yardımlarını kesmiştir. Bunun üzerine Bulgaristan öncelikle duraklama ve daha sonra gerileme dönemine girmiştir. Bulgar yöneticiler de bunun faturasını Türkler’e kesmek istediler ve tek çareyi asimilede görmüşlerdir. Bu da göçün bir başka yüzünü bizlere göstermiş oluyor.

Selahattin Bey (Eskişehir Balkan Göçmenleri Derneği Başkanı/1978 Göçmeni): “Annem şalvarla bakkala ekmek almaya gittiğinde bile ekmek vermezlermiş zamanında,var git sen düşün gerisini göç zamanı neler ettiler.”

BKP’nin hedefinde Türk okulları da vardı elbette. 1973’ten itibaren Türkçe seçmeli derslerine bile izin verilmedi.

Selahattin Bey: “Ben Türkçe seçmeli derslerimizin olduğu zamana yetiştim. Türkçe edebiyat dersimiz vardı,şiirler okurduk. Nazım Hikmet,Sabahattin Ali…”

Tarih kitaplarının değiştirilmesi aslında yaklaşan fırtınanın habercisiydi. Bunun üzerine 1982 yılında dönemin cumhurbaşkanı Kenan Evren Sofya’yı ziyaret etti. Evren yaklaşan bu fırtınanın hızını kesebilecek miydi?

1954’ten beri Komünist Parti Genel Sekreterliği’ni yürüten Todor Jivkov, Sovyet lideri Gorbaçov’a Evren’le aralarında geçen konuşmadan sonraları şöyle bahsedecekti:

“Ben Evren’e kesin olarak şunu söyledim. Bu halk Müslüman…  O zaten Müslüman kalıyor, kendi ibadetlerini yerine getiriyor. Kendi ibadetini yerine getirebilmesi için biz finanse ediyoruz… Hocaları var, camileri var, her şeyleri var ama bu halk Türk halkının bir parçası değil ve onların nasıl yaşayacağı ve ne yapacağı sizi ilgilendirmez. Bu halk Bulgaristan’ın bir parçası…”

(24 Ekim 1985)

Jivkov asimilasyonun yeterince hızlı ilerlemediğini düşünüyordu ve 1984’te sert asimilasyon dönemini başlattı. Camiler ibadete kapatıldı.

Mehmet Bey: “Zamanında sadece Müslümanlar değil Hristiyanlar da ibadetlerini rahatça yapamaz,kiliselere rahatça gidip gelemezlerdi. Komünist rejim bunu gerektirirdi. Yasak yoktu ama kınama vardı. İbadethanelerde görülen insanlar alay konusu olurdu,etiketlenirlerdi.”

Yalnızca ihtiyarların camiye gitmesine izin veriliyordu. Hacca gitmek ve sünnet de yasaklanmıştı.

Sünnet edilen çocukların anne ve büyükanneleri 5 yıla kadar hapis cezasına çarptırılıyordu. Bulgaristan Türkleri cenazelerini bile diledikleri gibi kaldıramıyordu. Cenazenin yıkanma usulü yasaklanmış, Arapça ve Türkçe yazılı mezar taşları paramparça edilmişti.

Türkçe konuşma yasağı sert asimilasyon döneminin bir başka boyutuydu. Uymayanlar para cezasına çarptırılıyordu.

Bir diğer ağır asimilasyon darbesi isim değiştirme kampanyası oldu. Jivkov, isim değiştirme kampanyasına “Soya Dönüş Süreci” adını vermişti. Osmanlı Dönemi’nde zorla Türkleştirilmiş olan Bulgarların, Bulgar isimlerini gönüllü olarak geri aldıklarını iddia ediyordu.

İsim insanlarda onun etnik kimliğini ve bağlı olduğu kültürü yansıtmakta bir aracıdır.  İşte bundan dolayı “isim” koymak kişinin örf ve adetlerini, dini merasim ve mistik olarak ait olduğu etnik gruba bağlanmasını ifade eder. Bu açıdan bakıldığında zorla ismin değiştirilmesi T.Jivkov’un iddia ettiği gibi sıradan “hukuki bir mesele” olmayıp, hele toplu olarak yapılması kişilik ve kanuni haklarına saldırı ile insanın en özel ve mahrem alanına tecavüz teşkil etmektedir.

Miyase Hanım: “Benim adım Miryena’ydı Bulgaristan’da.”

Açıklanan resmi rakamlara göre (14 Ocak 1985) 14.000 kişinin Haskovo’da, 22.000 Plovdiv (Filibe), 5.000 Pazarcik, 3.500 Sliven, 11.000 Stara Zagora (Eski Zağra), 9.000 Burgaz ve 3.000 kişinin de Blagoevgrat vilayetşnden olmak üzere toplamda belirtilen kişilerin isimleri Bulgar ismi ile değiştirilmiştir.

Sonra bir akşam geldi onun adı İvan oldu,ötekinin adı Toço… Bundan böyle ne kız kardeşi Emine,abisi Mehmet idi…

Jivkov rejiminin Türklere yaptığı bu hakaret ve işkenceyi Şair Ömer Osman Erendoruk Üçüncü Mezar Destanı’nda şöyle ifade ediyordu:

Türkçe söylemek yasak, Türkçe yürümek yaya,

Türkçe işitmek yasak, Türkçe bakmak dünyaya, Türkçe sevinmeyecek, Türkçe gülmeyeceksin, Alnından akan teri Türkçe silmeyeceksin.

Türkçe bağlamak yasak ayakkabı bağını,

Türkçe ayırmak yasak solunu ve sağını, Sofrada ekmeğini Türkçe dilimlemeyeceksin,

Türkçe yaşamayacak, Türkçe ölmeyeceksin…

Belene Kampı… Slav kültürüne sahip homojen bir Bulgaristan yaratmayı arzulayan faşist ülküler artık boyut değiştirmeye başlamıştı. Kampa yerleştirilen kişiler; yargı kararları ile değil, keyfi uygulamalarla kampa yerleştirilmişlerdi. Kampa kapatılanlar Türkler; Türkçe konuşmak, sünnetli olmak, geleneklerini sürdürmekle suçlanıyorlardı. Kamp; Bulgaristan Türklerine, Türkiye’ye göçmeleri için baskı olarak kullanılıyor, göçmek istemeyen veya göçemeyenler kampa kapatılıyordu. Kampta Türklere uygulanan insan hakları ihlâlleri arasında dövme, tecavüz, psikolojik baskı gibi uygulamalar yer alıyordu.

Belene; yılan, çiyan dolu bataklık bir adaydı. Açlık, çıplaklık ve dayaktan öldürdükleri insanların araba araba cesetlerini domuzlara yediriyorlardı diye anlatıyordu o dönem Belena kampına alınan Embiya Çavuş.

Belene kampından sağ kurtulan Bulgar Vasil Lilov Kazanski, “Ölüm Kampı Belene” adlı kitabında, “Dışarıdan ne kadar mahkum gelirse o kadar mahkum öldürülecek.” emri gereği 110 bin kişinin öldürüldüğünü söylüyordu.

Artık soğuk savaşın da sonu yaklaşıyordu. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin yeni Genel Sekreteri, Komünizmin çöküşünü engellemeye çalışıyordu. Mihail Gorbaçov yeniden yapılanma için harekete geçti.

Gorbaçov’un Glasnost (şeffaflık) politikası Komünist rejimi çepe çevre saran sır perdesinin aralanmasını, basının özgürleştirilmesini ve vatandaşlara ülke içinde ve dışında serbest dolaşım imkânı sağlanmasını öngörüyordu. 9 Mayıs 1989’dan itibaren, başvuruda bulunan Bulgaristan vatandaşlarının çoğuna pasaport verilmeye başlandı. Türkler pasaport dairelerine akın etti. Aynı zamanda Bulgaristan Türkleri uluslararası serbest dolaşım hakkını da elde ettiler.

Devam eden açlık grevleri de Jivkov’u hem iç hem de dış baskıya maruz bırakıyordu. Jivkov asimilasyon politikasında bir değişikliğe gitmesi gerekliliğinin farkındaydı ve bu yeni yöntemin adı göçtü…

Bulgar medyasının “büyük gezinti” olarak adlandırdığı 1989 Göçü 6 Haziran’da başladı. Başbakan Özal, Brüksel’de katıldığı NATO toplantısının çıkışında “Sınırlarımı açıyorum.” dedi. Pasaportunu alan herkes yollara düştü. Genci, yaşlısı… Memuru, çiftçisi… Hatta geleceğin olimpiyat şampiyonu, haltercisi…

Fakat ne yazık ki Bulgaristan Türkleri iş bulamıyordu. Zorluklar içinde ışık olarak gördükleri Türkiye, hayallerinden oldukça uzaktı…

Yaklaşık 130 bin Bulgaristan Türkü yani 89 Göçmenlerinin yaklaşık üçte biri, bir sene içinde Bulgaristan’a geri döndü. Köylerine döndüklerinde farklı bir Bulgaristan’la karşılaştılar.

Jivkov Dönemi Bulgaristan’a dönen bu kişilerin bir bölümü, evlerine el konulması, eski işlerine geri dönememeleri gibi farklı nedenlerden dolayı Bulgaristan’da da yeni bir hayal kırıklığı yaşayarak yeniden Türkiye’ye gelme yollarını aramaya koyuldu.

İş, barınma ve farklı düzeylerde kültür uyuşmazlığı gibi sorunların yanı sıra, yerli Türklerin kendilerini ilk coşkulu karşılamadan sonra ‘Bulgar’ veya ‘gavur’ olarak adlandırmaları, dahası eski Bulgaristan göçmenlerinin dahi kendilerini dışlamaları göçmenlerin uyum sürecini zorlaştırmıştır.

89 Bulgaristan göçmenlerinin Türkiye’ye uyum sağlamalarını kolaylaştıran etkenler üzerinde duracak olursak eğer her şeyden önce büyük bir çoğunluğunun eğitimli ve iş sahibi olduğudur.

Mehmet Bey der ki: “Radyo Televizyon mezunuyum. Üniversiteye girerken Türk olman başlıca bir dezavantajdı ama 320 kişi arasından 6 Türk olarak bölüme yerleştik,2’si kızdı.”

Çalışma konusunda cinsiyetler arasında fark gözetilmeden çalışabilecek durumda olan tüm aile bireylerin çalıştığını da vurgulamak gerekiyor.

Mehmet Bey: “İş kaygımız yoktu,her işte çalışırdık. Çalışmayana ekmek yok. Çalışkandık.”

Miyase Hanım: “Bulgaristan’da da tahsil seviyemiz yüksekti ama Türkler okumuş olsa dahi güzel makamlara gelemezlerdi. Onca haksızlığa,zulme karşılık Türkiye’ye dört kolla sarıldık.”

Mehmet Bey: “Askerde maden ocağında çalıştım. Bizi fazladan 1 ay,2 ay tutarlardı. Hala rüyalarıma girer bir türlü terhis olamadığım…”

Bu sırada Türkiye’ye uyum sağlamaya çalışan Bulgaristan Türkleri için her iki ülkeye de bağlı olmalarına yasal zemin hazırlayan gelişmeler oldu. Bunlardan en önemlisi çifte vatandaşlık ve çift pasaport uygulaması oldu. Bu Bulgaristan Türkleri’ne Türkiye ve Bulgaristan vatandaşlığının ötesinde, Bulgaristan’ın AB üyesi olması nedeniyle, AB vatandaşlığını da kazandırmış olması demekti. Demokratik gelişmeler doğrultusunda orada çalışmış olanlar emeklilik maaşı alma, oradaki mülkiyetlerini geri alma, yeni mülk edinme gibi haklar edinmiş oldu.

21 Ağustos’ta Türkiye Bulgaristan sınırını kapattı. Artık yalnızca vizeli girişlere izin verilecekti. Bu önleme rağmen Haziran 1989-Temmuz 1990 döneminde Türkiye’ye giriş yapan göçmen sayısı 350 bini buldu.

Ve nihayet 10 Kasım 1989’da Jivkov devrilmişti. Jivkov, 13 Aralık günü, etnik gruplar arasında düşmanlık yaratma, görevini kötüye kullanma ve devlet kaynaklarını zimmetine geçirme suçlarından tutuklanarak ev hapsine mahkum edildi.

22 Aralık’tan itibaren Türk siyasi mahkumlar serbest bırakılmaya başlandı. Bir hafta sonra, Türklere isimlerinin geri verilmesi kararlaştırıldı. Ardından, asimilasyon sırasında hayatını kaybedenlerin yakınlarına tazminat verilmesi kanunlaştırıldı.

1990’ların başında muhalefete karşı tavrını yumuşatan Komünist Partisi haziranda serbest seçimleri yapma kararı aldı. Bu dönem, bölgedeki diğer ülkeler gibi zorlu ve sancılı oldu. 1992 ve 1994 yılları arasında yönetime gelen Demokratik Güçler Birliği özelleştirme atağı başlattı, ancak bu durum işsizlik ve yüksek suç oranlarını beraberinde getirdi. Reform girişimlerinin getirdiği olumsuz sonuçlar ülkenin siyasi atmosferini de etkiledi. Pazar ekonomisine geçişe karşı “yoksulların sesi” olma iddiasıyla yola çıkan sosyalistler 1995’teki parlamento seçimlerini kazandı.

Ancak kötü gidişat durdurulamadı. Ülke ekonomisi dibe vurdu. 1996’da hiperenflasyon ortaya çıktı ve bankaların tamamına yakını battı.

Eski Varşova paktı üyesi Bulgaristan 2007’de Avrupa Birliği’ne tam üye oldu.

1989 sonrası Bulgaristan’da Türk ve Müslüman azınlıkların konumu, 1989 olaylarının etkisiyle olumlu bir seyir izlemeye başlamıştır. Bulgaristan’daki azınlık haklarının gelişmesinde AB’nin payı büyüktür.

Ülkede yürütme; doğrudan seçimle işbaşına gelen cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanlar kurulundan oluşuyor. Cumhurbaşkanı beş yıllığına seçiliyor. Parlamento seçimleri dört yılda bir yapılıyor. Ülke, toplam 262 belediyenin yer aldığı 28 idari bölgeden oluşuyor.

Hükümetlerin hepsi, ekonomik reformlar ve mali planlamalara sadık kaldı, ancak dünya ekonomisindeki sıkıntılı dönem Bulgaristan’ın gidişatını da olumsuz etkiledi. Ekonomi 2009’da yüzde 5,5 küçüldü. Devlete ait kuruluşların yüzde 90’ından fazlası özelleştirildi. Büyüme ancak 2011’de yeniden başladı. 2012 yılında %0,8 büyüdü. Gayri Safi Yurt İçi Hasılası 39,7 milyar euroya ulaştı. Kişi başına milli gelir 5 bin 436 euro, enflasyon oranı % 3, işsizlik oranı % 12,4 oldu.

Bugün Bulgaristan ekonomisini kamuda yolsuzluk, adaletin hızlı işlememesi ve organize suçun önlenememesi tehdit ediyor. Bulgaristan, AB’nin yolsuzluk seviyesi en yüksek ikinci ülkesi konumunda.

Sağlık ve eğitim sistemi kötü durumda. Nüfusun yaş dağılımı göz önünde bulundurulduğundan emeklilik sigortasının çökmesinden kaygı duyuluyor.

Mehmet Bey: “Her şeye rağmen çok güzel günlerdi be! Eski sigaranın bile tadı yok şimdi.”

Miyase Hanım: “Çok özlüyoruz. Sınırdan geçer geçmez başka biri oluyorum,kendime geliyorum.”

Balkan Araştırmaları Merkezi Stajyeri

Gizem Karen