Home Blog Page 244

Avrupa’da İslamofobi

Özet

Avrupa’da aşırı sağın yükselişi özellikle son 20 yılda araştırmacıların dikkatini fazlasıyla çekmiştir. Almanya, İngiltere, Hollanda gibi önde gelen Avrupa ülkeleri de dahil olmak üzere, kıta genelinde pek çok ülkede aşırı sağ ideolojiye mensup siyasi parti ve hareketler ortaya çıkmıştır. Bunların çoğu, özellikle Müslüman göçmen karşıtlığı ile gündeme gelip ırkçı söylemlerle kendilerine sempatizan toplamaya çalışmışlardır. Almanya’nın Dresden bölgesinde bir dernek olarak kurulan PEGIDA (Patriotische Europäer Gegen die Islamisierung des Abendlandes), Türkçesiyle Batının İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar, da bu aşırı sağ söylemin ırkçılığına bir kılıf bulmuş hali olarak dikkatleri üzerine çekmektedir. Binaenaleyh, bu çalışmada, özellikle 11 Eylül saldırıları sonrası Batı dünyasında ivme kazanmış olan ırkçı saldırılar da göz önünde bulundurularak, PEGIDA örneğiyle Almanya ve Hollanda’da yükselen aşırı sağ hareketler analiz edilecektir.

Çalışmanın ana hatlarını, bahsi geçen ülkelerde yükselen aşırı sağ hareket ve buna binaen ortaya çıkan İslamofobik  PEGIDA oluşumunun incelenmesi oluşturacaktır. Bu bağlamda, “Hollanda ve Almanya’da aşırı sağ hareketlerin ve siyasi söylemlerin İslamofobik oluşumlara etkisi nedir?” sorusuna yanıt aranacaktır.

Abstract

The rise of the extreme right wing ideology in Europe for the last 20 years, attracted the attention of many researchers. In this context, the number of extremist political parties and movements increased in many European states such as England and Germany. Most of them openly oppose the existence of Muslim immigrants in their countries and pursue racist discourses. PEGIDA, formed in the Dresden region of Germany, is an example of a rightist extremist group. It seeks to regularize fascist discourse in Germany. In this article we would like to analyze the rise of radical right in Europe, with the example of PEGİDA, by taking into consideration the momentum that racist attacks gained in the West after the 9/11 attack.

Furthermore, the article will discuss the practical substructure which occasioned the theoretical substructure of Islamophobia. Concomitantly, studying the Islamophobic  PEGIDA movement, which rose with the increasing radical right movement, will form the basis of this study. In this manner, we will try to find an answer for the question of “What are the effects of radical right movements and political statements for the rise of Islamophobia?”

GİRİŞ

İslamiyet, 7. yüzyılda Allah’ın elçisi Hz. Muhammed aracılığıyla Arap yarımadasında yayılmaya başlanmıştır. Yeni bir din olarak ortaya çıktığı günden itibaren, getirdiği farklı din anlayışı ve tek tanrı inancıyla tepki toplamasına rağmen, ortaya çıktığı Mekke’de hızlı bir şekilde yayılmıştır. Özellikle Hz. Muhammed’in ölümünden sonraki 4 Halife Döneminde Arap yarımadasının dışına da yayılan İslam dini, etkisini Emeviler döneminde Avrupa’ya, bugünkü İspanya’nın ve Portekiz’in bulunduğu İber yarımadasına kadar hissettirmiştir. Daha sonra İslam Devleti’nin başına Abbasilerin gelmesiyle birlikte, Emeviler dönemi son bulmuştur ve İberya’daki topraklarda Endülüs Emevi devleti kurulmuştur.

Endülüs Emevi Devleti

İslam Devleti’nin bu kadar hızlı büyümesi ve dinin yayılması şüphesiz Avrupa’daki Hristiyan devletlerin dikkatini ve zamanla da tepkisini çekmişti. Müslümanların topraklarının daha fazla genişlemesini istemeyen Hristiyanlar, Papa II. Urban’ın önderliğinde sefer hazırlığına başlamışlardır. Yapılan seferin başarısızlıkla sonuçlanmasının ve özellikle 1187 yılında Selahaddin Eyyubi’nin üç din için kutsal toprak sayılan Kudüs’ü fethetmesinin[1] ardından Batılı devletlerin tepkisi büyük bir nefret, korku ve öfkeye dönüşmüştür. Bu tarihten itibaren defalarca yapılan Haçlı Seferleri Avrupa’da İslamofobi, yani İslam düşmanlığı düşüncesinin başladığını göstermektedir.   Keza İberya’daki Endülüs devletine son vermek ve o topraklardan Müslümanları sonsuza dek uzaklaştırmak için o bölgede bulunan krallıklar, Lord Ferdinand ve Aragon Kraliçesi Isabella öncülüğünde bir ordu oluşturup nihai hedeflerine ulaşmışlardır.

İslam dininin bu denli hızlı yayılmasına binaen, Orta Asya’da yaşayan Türklerin bir kısmı da İslam dinine geçip  cihat[2] anlayışını benimsemişlerdir. Bu bağlamda, yıllar önce Orta Asya bozkırlarından Anadolu’ya göç ettikten sonra, 1299’da kurulan Osmanlı Devleti’ne karşı da Haçlı Seferleri yapılmıştır. 1453 yılında İstanbul’un fethedilmesinden sonra Hıristiyanların bu seferleri, dolayısıyla da İslam’a karşı barındırdıkları nefret ve korku hisleri bir süreliğine kısmen duygusal boyutlarda yaşanmıştır.[3] Ta ki İslami terör örgütü El-Kaide,[4] 11 Eylül 2001 yılında ABD’de bir dizi terör saldırıları[5] gerçekleştirene kadar. Bu andan itibaren Batı’daki İslam düşmanlığının ciddi boyutlara ulaşmaya başladığı görülmektedir.

11 Eylül saldırısının yarattığı korku, kuşku, endişe ve rahatsızlık hissi zaten var olan hoşgörüsüzlüğün, ayrımcılığın ve ırkçı eğilimlerin yansımasına ve medya kanalıyla yaygınlaşmasına neden olmuştur. Böylece, Batı’nın İslam ve Araplar hakkında yüzyıllardır oluşturup inşa ettiği olumsuz tasavvur ve zihniyet, 11 Eylül sonrasının şartlarında kitle iletişim araçları tarafından yeniden üretilir ve aktarılır bir hale gelmiştir.[6]  Gerek yayın organları, gerekse siyasiler İslam dinine karşı karalama politikası yürütme eğilimi içerisine girmişlerdir. Bu yaymacalar da sık sık Müslümanların tepkisine neden olmuştur.

Bu çalışmada, Avrupa’da yükselmekte olan aşırı sağ hareket ve buna bağlı olarak Almanya’da ortaya çıkan PEGIDA hareketi ve Hollandalı aşırı sağ görüşlü siyasetçi Geert Wilders’ın söylemleri İslamofobi ile bağdaştırılarak incelenecektir.

KAVRAMSAL ÇERÇEVE

 AVRUPA’DA AŞIRI SAĞ

Bilindiği üzere, milliyetçilik[7] akımı 1789 Fransız İhtilali ile birlikte, dönemin yöneticilerinin baskı ve zulmüne karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Avrupa’da adeta bir virüs gibi yayılan bu akım pek çok milleti içinde barındıran Osmanlı Devleti sınırları içerisinde bulunan milletleri de etkilemiş, aynı zamanda devletin çöküş sürecini de hızlandırmıştır. Günümüzde sağ görüş olarak da adlandırılan milliyetçilik akımının, zamanla faşizm gibi aşırı derecede milliyetçilik ve ırkçılık içeren bir ideolojiye dönüşmesi önlenememiştir. Kendi ırkını diğer bütün ırklardan üstün gören bu anlayış, 10. yüzyılda İtalya’da ortaya çıkmasına rağmen, bütün aşırı milliyetçi ve anti-liberal hareketlerin radikal seçmenleri üzerinde etkili olmuştur.

Bu bağlamda kurulan ırkçılık temelli yer altı örgütleri, beyaz adamın üstünlüğünü savunan neo-ırkçı ideolojilerle Avrupa’nın uç sağında varlıklarını sürdürüp kendilerini şiddet ve terör eylemlerinde de gösterebiliyorlar. Bunun en trajik örneklerinden biri de Temmuz 2011’de Norveç’in başkenti Oslo’da yaşanan, Anders Breivik’in yapmış olduğu saldırıdır.[8] Avrupa’daki milliyetçi ulus-devlet anlayışı bir dönem etkisini kaybetmiş olsa da, bu anlayışın 21.yüzyılda yeniden güç kazanmaya başlamış olduğunu söylemek  pek de yanlış bir tespit olmayacaktır. Bu doğrultuda, Avrupa’da sadece göçmenlere, özellikle de Müslümanlara karşı, ırkçı söylemleriyle dikkat çeken pek çok aşırı sağ görüşe sahip siyasi parti kurulmuş olup, etkilerini kayda değer bir şekilde arttırmalarıyla dikkatleri çekmişlerdir.

Bu tarz oluşumların göçmenlere karşı olmasının temelinde, özellikle 1960’lı yıllarda Avrupa’nın Orta Doğu ve Kuzey Afrika’dan işçi ithal etmesi yatmaktadır. Örneğin, şu anda Almanya’da artan ırkçı söylemlerin temeli olarak, İkinci Dünya Savaşı sonrasında dışarıdan getirilen göçmenlerin ucuz iş gücü potansyeli yaratarak pek çok Almanın işsiz kalmasına sebebiyet vermesi gösterilebilir. Almanya’nın “ithal” ettiği göçmenler gerek iş hayatında, gerekse sosyal hayatta etkili bir konuma gelememişlerdir. Örneğin, Alman medyasındaki Türk yazar oranı %1 bile değildir.[9] Yani göçmenlerin büyük çoğunluğunun işçi sınıfından pek de yukarı çıkamadıkları düşünülecek olursa, ithal işçi argümanının doğruluğu tartışılabilir.

Aşırı sağcılar, Avrupa Birliği’ne son verilip üye ülkelerin ulusal egemenlik çerçevesi içinde işbirliğini savunmaktadırlar. Schengen serbest dolaşım anlaşmalarının da iptal edilmesini isteyen bu grup, aynı zamanda ortak para birimi Euro ve Avrupa Merkez Bankası’nın kaldırılmasını da talep etmektedirler. Gerek göçmen karşıtlığı, gerekse Avrupa Merkez Bankası’nın kaldırılmasını talep etmelerinden anlayacağımız üzere, sağcıların neredeyse her talebinin altında ekonomik sebeplerin yattığını görebilmekteyiz. Şöyle ki, günümüzde Yunanistan büyük bir ekonomik kriz ile karşı karşıya kalmış durumda. Onlara en büyük desteği ise verdiği borçlarla Alman hükümeti sağlamaktadır. Almanya’daki aşırı sağ görüşe sahip oluşumlar ise, Avrupa Birliği çatısı altında yapılan bu yardımların son bulmasını ve Atina yönetimine yapılacak yardımların kendi ülkelerine yatırım olarak değerlendirilmesini talep etmektedirler.

Aşırı sağcı partilerin ortaya çıkış sebebi ise Aristotle Kallis tarafından şöyle açıklanmıştır: “Radikal, aşırı milliyetçi ve ‘devrimci’ sağ, devrimci solun örgütsel ve eylemci örneklerinin sağcı fikirlere tahvil edilmesiyle oraya çıktı.”[10] Söz konusu radikal sağ partiler, genel olarak Avrupa Birliği’nin bazı politikalarına ve göçmenlere karşı olmaları ile dikkat çekmektedirler. Ayrıca İslam karşıtlıkları da onları bir araya getiren unsurlar arasında en başlarda yer almaktadır. Avrupa’da, bu aşırı sağ partilerin yükselişe geçtiğine dair bariz örnekler mevcuttur. Bu bağlamda, aşırı sağcılar Avrupa Parlamentosu’nda bile bir grup kurmuş durumdalar.[11] Uluslar ve Özgürlükler Avrupası isimli grup, Fransız aşırı sağcı lider Marine Le Pen’in uzun uğraşları sonucunda, 2 Polonyalı ve bir de İngiliz üye transfer ederek en az 7 AB ülkesinden 25 parlamenter şartını yerine getirerek, parlamentoda resmi olarak yer almaktadır.[12]

Avrupa Parlamentosu dışında, pek çok ülkede de radikal sağ partilerin oy oranlarında ciddi artışlar görülmektedir. Bu partiler gerekli meclis desteğini alarak iktidar koalisyonlarına katılmaya başlamış durumdalar. Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra ortaya çıkan güvensiz ortam, pek çok radikal sağ partinin kurulmasına sebebiyet verdi. Bu partilerden bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz: Hollanda Pim Fortuyn List (Geert Wilders liderliğinde 2005’te ortaya çıkan şimdiki Party for Freedom (Özgürlük Partisi)) [13]; Danish People’s Party (Danimarka Halk Partisi); Finns Party (Fin Partisi); yakın dönemde İngiltere’de UK Independence Party (UKIP) (Bağımsızlık Partisi) ile English Defence League (İngiliz Savunma Birliği); Platform for Catalunya (Katalonya Platformu); Macaristan’da Jobbik ve Yunanistan’da Golden Dawn (Altın Şafak).[14]

İSLAMOFOBİ NEDİR?

İslamofobi’yi anlamamız için, öncelikle kelime olarak kökeninin neyi ifade ettiğini anlamamız lazım. İslamofobi kelimesini kavramsal olarak incelediğimiz zaman, İslam kelimesinin phobia[15] kelimesi ile birleştirilmesi sonucu ortaya çıktığını görmekteyiz. Phobia, veya daha bilindik bir ifadeyle fobi, genel olarak korkuyu ifade etmek için kullanılır. Bilimsel açıdan baktığımız zaman ise, fobi, normal koşullarda korkulmayacak belli bir durum ya da nesne karşısında ortaya çıkan olağan dışı korku halini anlatmaktadır.[16] Bu çerçevede incelediğimiz zaman, İslamofobi, kelime anlamı olarak İslam korkusu anlamını ifade etmektedir.

Kamuoyunda ise İslamofobi’nin İslam karşıtlığını mı yoksa İslam korkusunu mu ifade ettiği somut olarak bir sonuca ulaşmamıştır. Bunu İslam düşmanlığı olarak mı betimlemek lazım yoksa anti-İslamizm olarak mı? Veya İslamofobi, örümcek korkusu gibi psikolojik bir korkuyu mu ifade ediyor? Bu konu hakkında çeşitli tartışmalar halen devam etmektedir fakat İslamofobi kavramı artık yerleşmiş bir kavramdır ve bunu değiştirmek de pek mümkün değildir.[17] Ancak bu korkunun düşmanlığa dönüşmüş olması pek çok uzman tarafından kabul görmektedir. “Bir şeye duyulan korku, özellikle temelsiz ise, sürekli olduğunda ve giderilemediğinde zamanla korkulan şeye karşı bir düşmanlığa dönüşebildiğinden İslamofobi kelimesi İslam düşmanlığı olarak da kullanılabilmektedir.”[18] Yani, İslamofobi aslında İslam korkusu olmaktan ziyade, yabancı düşmanlığı ifade eden xenophobia kavramının çerçevesinde şekillenmiş bir olgudur.

Günümüz Batı dünyasına baktığımız zaman, İslamofobi dendiğinde akla gelen İslam korkusu değil, bilakis, İslam düşmanlığıdır. Fakat bu düşmanlığı sadece bir dine karşı duyulan bir nefret olarak ifade etmek doğru olmaz. Çünkü İslam, bir din olmakla birlikte insanların sosyal hayatına da yön veren bir olgudur. İslam yalnızca bir din veya ideoloji olarak değil; aynı zamanda bir kültür ve medeniyet olarak da Batı’nın kendisine atfettiği evrensel kimlik karşısında bir antitez olarak kavramlaştırılmıştır.[19] Bu konu hakkında konuşan Dr. Enes Bayraklı[20] şu ifadeleri kullanmıştır: “Literatürde farklı manaları da olmasına rağmen, temelde İslamiyet’ten nedensiz olarak korkmak, İslam ve Müslümanlar hakkında korkulara, kaygılara sahip olmak, onlardan nefret etmek anlamlarını ifade ediyor. İslamiyet ve İslam kültürü ile ilgili şeylerden nefret etme olarak da genelleyebiliriz.“[21]

İslamofobi 1991 yılında Runnymede Güven Raporu’nda[22] ortaya atılan ve 1997 yılında yine aynı kuruluş tarafından açıklanan bir kavramdır. Rapor, İslamofobi’yi genel bir anlamı ile şu şekilde açıklamaktadır: “Müslümanlara karşı duyulan irrasyonel korku, nefret ve düşmanlık.” Runnymede raporu aynı zamanda İslam dinini yorumlayıp ona karşı gösterilen bazı genel tutum ve inançlara yer vermiştir. Bunlardan bazıları şu şekildedir:

  1. İslam monolitiktir ve yeni gerçekliklere adapte olamaz.
  2. İslam, diğer ana inanışlarla ortak değerler paylaşmıyor.
  3. Bir din olarak İslam, Batı’ya göre, eskimiş, barbarca ve irrasyoneldir. Hatta tabiri caizse “kalitesizdir”.
  4. İslam, terörizmi destekleyen bir şiddet dinidir.
  5. İslam, şiddet yanlısı bir siyasi ideolojidir.”[23]

2004 yılında Budapeşte’de yapılan Avrupa Gençlik Semineri sonuç raporunda ise İslamofobi’nin tanımı şu şekilde yapılmıştır:

“İslamofobi, İslam’a, Müslümanlara ve onlarla ilgili durumlara karşı duyulan korku ya da önyargılı görüştür. İster ırkçılık ve ayrımcılığın günlük formları şeklinde olsun, isterse daha saldırgan bir yapı alsın, İslamofobi, insan haklarının ihlali ve toplumsal birliğe bir tehdit olarak algılanmaya başlanmıştır.”[24]

Hollanda ve Almanya’da Aşırı Sağ Siyasi Söylemler ve Oluşumlar

Avrupa’da halen daha aşırı sağ görüşe sahip, nasyonal-sosyalistler ve neo-naziler gibi çeşitli yer altı örgütlerinin faaliyetlerine aktif bir şekilde devam ettiğinden daha önce bahsetmiştik. Bunlara örnek olarak da Almanya’daki National Socailist Underground (NSU), yani Nasyonel Sosyalist Yeraltı örgütünün cinayetlerini gösterebiliriz. Bu tarz oluşumlar temelde göçmen karşıtlığı ve sol görüşlü insanlara karşı olan karşıtlıkları ile bilinse de, son zamanlarda İslam düşmanlıkları ile seslerini duyurmaya başladılar. Almanya’daki PEGIDA adlı grup da bu oluşumların gün yüzüne çıkmış, masum görünmeye çalışan yasallaşmış halidir.

İşin siyasi boyutunda ise, birçoğumuzun aklına Geert Wilders yönetimindeki Hollanda’daki aşırı sağcı Partij van de Vrijheid (PVV), yani Özgürlük Partisi gelmektedir. PVV, tamamen Müslüman göçmen karşıtlığı ve İslam düşmanlığı ile ortaya çıkmış olup bu şekilde gündemde kalmaya çalışan bir siyasi partidir. Şu an Hollanda’daki 3. parti konumunda bulunan Özgürlük Partisi, özellikle lideri Geert Wilders nezdinde pek çok defa Müslümanlara karşı tahrik edici, ırkçı söylemlerde bulunmuştur.

pegida

Geert Wilders Söylemleri

Bütün bu anlatılanlardan sonra, insanların aklına “Acaba aşırı sağ hareket genel olarak bütün yabancılara mı karşıdır yoksa sadece Müslümanlara mı?” şeklinde bir soru geliyor olabilir. Bu konu hakkında yapılan çeşitli kamuoyu araştırmalarında, göçmenlere ve belli azınlık gruplarına (özellikle Müslüman ve Romanlar) karşı genel tutumun sertleştiği görülmektedir.[25] Bu durum da, genelde aşırı sağ partilerin daha fazla destekçi bulduğu ve bulacağının bizlere göstermektedir.

Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra pek çok Avrupalı medya organları, ifade özgürlüğü adı altında İslam dinini ve Müslümanları rencide edecek şekilde birçok yayına imza atmışlardır. Bazı sorumsuz, aşırı sağ ideolojiye sahip siyasiler ise devamlı olarak İslam karşıtı demeçler verip adeta Müslümanları tahrik etmişlerdir. Bu saldırılar bağlamında Hollanda’da en çok dikkat çeken isim ise Partij van de Vrijheid ( Hollanda Özgürlük Partisi) lideri Geert Wilders olmuştur. Özellikle son zamanlarda yapmış olduğu pek çok söylem ile İslam Dünya’sının tepkilerini toplamıştır.

PEGIDA’nın Nisan ayında yaptığı bir gösteriye Hollandalı aşırı sağcı İslam karşıtı siyasetçi Geert Wilders da katılmıştı.[26] Gösteriye katılımın 30 bin civarında olması beklenirken, polis raporlarına göre sadece 5000 kişilik katılım sağlamıştı. Burada konuşma yapan Wilders, Avrupa’nın İslamlaşmasına karşı önlemler alınması gerektiğini ifade etmişti. “Her Müslüman terörist değildir ama Müslümanların çoğu teröristtir” ifadesini kullanması kalabalık tarafından alkışlansa da, başta Almanya olmak üzere, kıta genelinde bu söylemlerine destek veren vatandaş sayısının çok fazla olduğunu söylemek doğru bir tespit olmayacaktır. Evet, belki Avrupa’da kapı eşiğinden yüzünü gösteren ekonomik kriz nedeniyle insanlar düşük maliyete çalışan göçmenlere karşı antipati ve ön yargı besliyor olabilirler. Fakat Hollandalı siyasetçi ve PEGIDA gibi bu oluşumların direkt olarak İslam düşmanlığı üzerinden siyaset gütmelerimin asıl sebebi nedir? Bunun temelinde ne gibi gerçekler yatıyor?

Hollanda Özgürlük Partisi lideri Geert Wilders daha önce de pek çok İslam karşıtı söylemlerde bulunmuştu. 27 Mart 2007’de Fitne adlı İslam’a hakaret eden kısa filmi internette yayınlayan Wilders, Kur’an-Kerim ayetlerini teröristlerin eylemleriyle bağdaştırıyordu. Filmin sonunda ise bir çağrı yaparak: “1945’te Avrupa’da Nazizm’i yendik. 1989’da Avrupa’da komünizmi yendik. Şimdi de İslami ideolojiyi yenmeliyiz. İslamlaşmayı durdur![27]” diyerek İslamlaşmanın önüne geçilmesi gerektiğini savunuyordu. Bu çağrıdan anlayacağımız üzere, Geert Wilders tamamen insanlara, doğruluk payı olmayacak şekilde Avrupa’nın İslamlaştığı fikrini empoze etmeye çalışmıştır.

Esasında Wilders’ın savunduğu görüş, aslında Avrupa’daki diğer aşırı sağ ve İslam karşıtı partilerin de savunduğu gibi, göçmenlerin entegre değil, asimile olması yönündedir. Yani bu insanlar dinlerinden, atalarından gelen bütün kültürel geçmişlerinden vazgeçip tam bir Avrupalı gibi yaşamalarını istemektedir. Fakat bu da AB’nin savunduğu çok kültürlülük görüşüne tamamen zıt bir anlayıştır.[28] Yine aynı Hollandalı siyasetçi, ABD’deki 11 Eylül saldırılarının 9.yıldönümünde yaptığı konuşmada, Kur’an-ı Kerim’i, Adolf Hitler’in Kavgam kitabına benzeterek yasaklanmasını talep etmişti. Bu konuşmada da açık bir şekilde Wilders’ın İslam karşıtı bir tavır sergilediği aşikardır. Peki bu söylemler acaba halkta ne oranda destekçi buluyor?

Eylül 2012’de Hollanda’da yapılan seçimlerde Geert Wilders’ın partisi %17 oy oranı ile ülkedeki en büyük üçüncü parti olmuştur. Böylelikle, daha önce mecliste 24 sandalyeye sahip olan Hollanda Özgürlük Partisi’nin koltuk sayısı da 15’e düşmüştür.[29] 2014 yılında Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ise daha önceki seçimlerde %17 oy almasına karşın bu sefer %12,2’de kalmıştır.[30] Bu sonuçlar bize Hollanda’daki İslam karşıtı partiye her on kişiden yalnızca birinin destek verdiğini göstermektedir ki, bu da aslında kısa vadede Müslümanlar için bir tehlike arz etmediğini işaret etmektedir.

Bir başka olayda ise, Avusturya’daki aşırı sağcı Özgürlük Partisi (FPÖ) lideri Heinz – Christian Strache’nin daveti üzerine Viyana’ya giden Wilders, Avrupa’da İslam tehdidi konulu bir konuşma yapmıştı. Burada, daha önce ABD’deki 11 Eylül saldırılarının 9.yıldönümünde yaptığı konuşmasını yineleyerek, Kur’an-ı Kerim’i Adolf Hitler’in kavgam adlı kitabına benzeterek yasaklanmasını talep etmiştir. Daha sonra Avusturya’daki Müslüman örgütlerin şikayeti sonrası hakkında dava açılmıştır.[31]

PEGIDA

Gerek sorumsuz siyasetçilerin söylemleri, gerekse medya vasıtasıyla ve bazı dış etmenler sebebiyle kimi Batı ülkelerinde aşırı sağ görüş ne yazık ki ırkçılık boyutlarına kadar ulaşmaktadır. Öte yandan, tekrar Almanya’daki duruma dönecek olursak, burada halen milliyetçi duyguların çok yoğun olduğunu görmekteyiz. Bunun yanında, pek ön plana çıkmasa da, Almanya’nın nasyonal-sosyalist bir geçmişi de vardır. Burada halen aşırı sağ görüşe sahip nasyonal-sosyalistler ve neo-naziler gibi çeşitli yer altı örgütlerinin faaliyetlerine aktif bir şekilde devam ettiği aşikardır. Bunlara örnek olarak Almanya’daki NSU cinayetlerini de gösterebiliriz.[32] Buradaki aşırı sağ oluşumlar temelde göçmen karşıtlığı ve sol karşıtlıkları ile bilinse de, son zamanlarda İslam düşmanlıkları ile de seslerini duyurmaya başladılar. Almanya’daki PEGIDA adlı grup da bu oluşumların gün yüzüne çıkmış, masum görünmeye çalışan, yasallaşmış halidir.

Temelinde dinsel ırkçılık yatan PEGIDA (Patriotische Europäer Gegen die Islamisierung des Abendlandes), yani Türkçesiyle Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Yurtsever Avrupalılar[33] oluşumu, İslam dininin Avrupa’da büyümesini tehlikeli olarak gören ve özellikle mülteci ve göçmen sayısının artmasından yakınmakla beraber Batı’nın kültürel yozlaşmaya doğru ilerlediğini iddia etmektedir. Liderliğini 41 yaşındaki Lutz Bachmann’ın üstlendiği grup, Ekim 2014’te Alman hükümetinin IŞİD’le savaşan PKK’ya silah yardımı yapma kararı almasının ardından kurulmuştur.[34] Bu duruma tepki gösteren PEGIDA, yardımların Ortadoğu’daki krizi arttırıp Almanya’ya daha fazla göçmen getireceğini iddia etmiştir. Adını ilk kez 20 Ekim 2014’te Dresden’de 300 kişiyle düzenlediği gösteriyle duyuran bu aşırı sağcı hareket, her pazartesi başta Dresden olmak üzere Almanya’nın kimi kentlerinde gösteriler düzenlemektedir.[35]

Kurulduğu günden bu yana PEGIDA, Alman iç siyasetinde çok fazla adından söz ettirmiştir. Kısa sayıda artan destekçi sayısının buna sebebiyet verdiğini söylemek yanlış bir tespit olmayacaktır. Rakamlardan bahsetmek gerekirse eğer; kurulmuş olduğu 20 Ekim 2014’te 300 kişiyle başladığı yolda, 27 Ekim’deki eylemine 500, 3 Kasım’dakine bin, 10 Kasım’dakine bin 700, 17 Kasım’dakine 3 bin 200, 24 Kasım’dakine 5 bin 500 destekçi buldu. Aralık ayında ise PEGIDA’ya verilen destek ciddi oranda arttı. Grubun 1 Aralık’taki eylemine 7 bin 500, 8 Aralık’takine 10 bin, 15 Aralık’takine 15 bin ve 22 Aralık’takine 17 bin 500 kişi iştirak etti.[36] 5 Ocak 2015’te ise Dresden’de 18 bin kişi İslamofobik söylemlerle yürüyüş düzenledi. Şüphesiz Almanya’da gittikçe artan göçmen sayısı da bu aşırı sağ hareketin destekçi bulmasına, tabiri caizse, referans olmuştur. 2008 yılında Almanya’da Müslümanların sayısı toplam nüfusun %4’ü iken, bu sayı 2011 yılında %5 olmuştur.

Arada çok büyük bir sıçrama olmasa da, PEGİDA Almanya’nın “İslamlaştığını” iddia edip bu duruma tepki göstermektedir. 12 kişilik bir yönetici kadrosuna sahip olan PEGİDA’nın ayrıca 19 maddeden oluşan bir manifestosu bulunmaktadır.[37] Oluşum ayrıca Kasım 2014’te, içinde Kanada’daki gibi kontrollü, puanlı bir göç politikası, sıkı bir sınır dışı uygulaması, sıkı denetlenen bir seyahat politikası, suç işlemiş göçmenlere karşı sert bir tutum ve Hristiyan-Yahudi Batı kültürünün ve Alman kimliğinin korunması yönünde taleplerin dile getirildiği bir bildiri dağıtmıştı.[38]

Özellikle son dönemlerde bu oluşumun da ciddi şekilde kan kaybettiğini, toplumdan beklediği desteği bulamadığını görmekteyiz. İngiltere’de de bir yürüyüş düzenlemeyi hedefleyen oluşumun beklediği desteği orada da bulamaması, bizlere aslında bu tarz oluşumlara halkın ne kadar destek verdiğini açık bir şekilde göstermektedir. Kurucusu Lutz Bachmann’ın sosyal medyada paylaşmış olduğu Hitler fotoğrafı ve göçmenlere yaptığı hakaretler sonucu istifa etmesi ve beraberinde bazı yöneticilerin de istifa etmesiyle birlikte PEGIDA fazlasıyla kan kaybedip Alman halkında eski etkisini dahi hissettiremedi. Almanya’da Dresden dışında bazı kentlerde de gösteri düzenleyen PEGIDA’nın yürüyüşlerine katılım devasa boyutlarda destek bulamadı.

Aşırı Sağ Söylemlere Yönelik Siyasi Tepkiler

Almanya’da kurulan ve çeşitli Avrupa ülkelerinde de faaliyet göstermek isteyen PEGIDA oluşumuna pek çok Alman siyasiden tepki gelmiştir. Gerek Yeşiller Partisi, gerekse hükümet görevini yerine getiren Angela Merkel’in partisi olmak üzere pek çok parti, Alman halkını benzeri aşırı sağ görüşe sahip örgütlere kulak asmamaları konusunda çağrılar yapmıştır. Çalışmamızda yer alacak tepkiler sırasıyla şu isimlerden oluşacaktır: Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck, Almanya Devlet Başkanı Angela Merkel ve Almanya Maliye Bakanı Wolfgang Schaubl.

Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck:

2014 Noel kutlamaları öncesi bir mesaj yayınlayan Cumhurbaşkanı Joachim Gauck, mülteci sorunu ile ilgili “Barışın sağlanması, acıların azaltılması için elimizden gelen her türlü çabayı göstermeliyiz” ifadelerini kullanarak dolaylı yoldan PEGIDA’yı eleştirdi. Gauck, “Büyük çoğunluğun, Almanya’yı izole etmek isteyenlerin çağrısına uymaması, bu yıl benim açımdan cesaretlendirici bir deneyim oldu” dedi. Gauck mesajına şu sözlerle devam etti: “Savaşlar, iç çatışmalar ve terör insanları kaygılandırıyor. Ancak değerlerimize, gücümüze ve her şeyden önce demokrasimize güvenmeliyiz. Bu tür yersiz korkular bakış açımızı da olumsuz etkileyecek, bizi cesaretten yoksun bırakacak, küçültecektir.”[39]

Almanya Devlet Başkanı Angela Merkel

31 Aralık 2014 günü ise Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar oluşuma bir tepki de Almanya Başbakanı Angela Merkel’den geldi. Oluşumun sempatizanlarını kalplerinde ön yargılar, soğukluk ve nefret barındırmakla tasvir eden Merkel, vatandaşlara bu tarz hareketlerin peşinden gitmemeleri konusunda uyarılarda bulundu.[40]

Maliye Bakanı Wolfgang Schäubl

Yabancı düşmanlığını eleştiren Schäubl, “Sloganlar gerçekleri değiştirmiyor. Almanya’nın göçmenlere ihtiyacı var” ifadelerini kullandı.

Almanya’daki bu üç siyasi de PEGIDA ve benzeri oluşumlara tepki göstermektedirler. Peki Almanya’yı yönetenlerin bu şekilde, İslam düşmanlığı yapmayıp, göçmenlere ve Müslümanlara daha ılımlı yaklaşmalarının sebebi nedir? Genel olarak baktığımızda, bu sorunun tek cevabı olduğunu görmekteyiz: ekonomi. Bu konuda da en açık ifadeyi maliye bakanı Wolfgang Schäubl kullanmıştır. Kendisi, Avrupa’nın göçmenlere ihtiyacı var derken, aslında ülkedeki işçi sınıfının büyük kayda değer bir kısmının göçmenlerden oluştuğuna işaret etmektedir.

Gerek Angela Merkel, gerekse Cumhurbaşkanı Joachim Gauk aynı sebepten dolayı, konuya çok hassas yaklaşıp toplumun genelini kapsayan dostluk mesajları vermişlerdir. Geert Wilders’ın savunduğu şekilde, Avrupa’da yaşayan bütün Müslüman göçmenlerin sınırdışı edilmesi durumunda, Avrupa’nın “lokomotif” ülkelerinden Almanya’da üretimin durma noktasına gelmesi ve ekonomik bir krizin baş göstermesi hiç de sürpriz olmayacaktır. Bu gerçeğin farkında olan Gauck, Merkel ve Schäubl’un bu şekilde ılımlı mesajlar veriyor olmalarının temel nedeni de bu şekilde özetlenebilir.[41]

Alman Musevileri Sözcüsü Josef Schuster

PEGIDA’ya karşı bir tepki de Alman Musevileri sözcüsünden geldi. Almanya Yahudiler Merkez Konseyi Başkanı Josef Schuster, bir dini topyekûn kötülemek için İslamcı terörün bahane edildiğini ifade etti. Birkaç İslamcı militandan ötürü Almanya’nın şeriat tehdidiyle yüz yüze olduğunu savunmanın saçmalık olduğunu belirten Schuster, bunun birkaç aşırı sağcının varlığından yola çıkarak Nazi diktatörlüğünün yeniden kurulacağını iddia etmeye benzediğini ifade ederek söz konusu yaklaşımın kabul edilemez olduğunu söyledi. Josef Schuster’in PEGİDA’ya açık bir şekilde tepki göstermesinin nedeni ise, daha önce Yahudi ve Yahudi kökenlilerin Almanya’da yaşamış olduğu sorunlar olarak düşünülebilir. Bilindiği üzere, bir dönem Avrupa ciddi anlamda anti-semitizm akımı ile karşı karşıyaydı. Özellikle Almanya’da insanlar yabancı düşmanlığı ve antisemitizm nedeniyle sokaklara çıkıyorlardı.

2000 yılında Düsseldorf’ta bir sinagogun kundaklanması, bu ırkçı yaklaşımın ulaşmış olduğu boyutu kamuoyuna gösterir nitelikteydi. İslamofobi konusunda uzmanlaşmış pek çok akademisyen ise, bugün benzer bir şekilde İslam karşıtlığının söz konusu olduğu görüşünde birleşmektedir. Bütün bunlara rağmen, yakın gelecekte Batı dünyasının İslamofobi ile ilgili, tıpkı antisemitizm örneğinde oluğu gibi, ciddi yasalar çıkartıp çıkarmayacağı konusu kamuoyunda bir muamma olarak kalmaya devam edecek gibi gözükmektedir.r.[42]

SONUÇ

Yakın zamanda PEGIDA isimli ortaya çıkan yeni bir grubun Dresden’de düzenlediği “Avrupa’nın İslamlaşmasına karşı” yürüyüşün, aslında bize radikal sağın savunduğu çoğu görüşün bir yere kadar toplumsal destek gördüğünü göstermektedir. Batılı toplumlarda yer alan milliyetçilik, kendi kültürünü diğer kültür ve medeniyetlerden üstün görme, yabancı düşmanlığı ve güvensizlik gibi tutumların aslında varsayılandan ne kadar ciddi olduğunu, nasıl radikalleşebileceklerini ve siyasi tartışmaların ön safına nasıl getirilebileceklerini göstermektedir.

Yukarıda anlatılanlardan hareketle, Avrupa’da aşırı sağ hareketlerin ve siyasi söylemlerin İslamofobi’nin oluşmasına etkisinin, 11 Eylül saldırıları ve diğer “İslami” olarak adlandırılan terör örgütlerinin etkisiyle kıyasen asgari derecede olduğunu görmekteyiz.  Elbette PEGIDA ve benzeri oluşumların, Geert Wilders ve onun gibi siyasetçilerin söylemleri halk tarafından dikkat çekici bulunabilir. Henüz daha siyasi ideolojisi kafasında oturmamış, ergenlik çağında olan bir genç bu söylemlerden etkilenebilir de. Özellikle ekonomik olarak alt seviyelerde olup, Wilders ve PEGIDA gibi oluşumların, bu ekonomik yetersizliğe göçmenlere ve bazı uç söylemlerle Müslümanlara bağlıyor olması onda ırkçı bir ideoloji de oturtabilir.

Fakat konuyu geniş bir şekilde ele aldığımız zaman, medya sayesinde geniş yankı uyandırmasına rağmen, aşırı sağ görüşün ve ırk odaklı siyaset güden politikacıların söylemlerinin geniş halk kitleleri tarafından benimsenmesi pek de mümkün gözükmemektedir. Yani kısacası, bu tarz siyasi söylemler ve aşırı sağ hareketlerin geniş halk kitlelerine ulaşamadığını ve bu kitlelerin hassas oldukları duygu, düşünce ve görüşlere pek fazla dokunamadıklarını söylersek yanılmış olmayız.

Gerek Geert Wilders’ın aşırı sağ görüşlü partisinin seçimlerde aldığı oy oranına, gerekse PEGIDA’nın eylemlerine olan katılım sayısına baktığımızda da bu tarz oluşumlara karşı halkın ne kadar destek verdiğini net bir şekilde görmekteyiz. Almanya’daki son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, Merkel’in yönetimindeki Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) partisi 29 sandalye ile birinci parti konumundaydı. Angela Merkel’in koalisyon ortağı Sosyal Demokrat Parti (SPD) ise oylarını 6,5 puan arttırarak milletvekili sayısını 23’ten 27’ye yükseltti. Almanya’da ilk kez bir aşırı sağ parti Milliyetçi Demokratik Partisi (NPD) Avrupa Parlamentosu’nda yer alacak. Bu, aşırı sağ harekette bir artış olarak gözükse de, aslında Almanya Anayasa Mahkemesi’nin %3’lük seçim barajının kalkmasının ardından meydana gelen bir durum olduğu aşikardır, çünkü aldığı oy oranı sadece %1.

Geert Wilders’ın partisinin oy oranı ise %17’den %12,2’ye düştü ve PVV partisinin milletvekili sayısı da 5’ten 4’e düşmüş oldu. Bütün bu durum aslında, her ne kadar hükümetlerin İslamofobi konusunda antisemitizm gibi ciddi önlemler alıp yasalar çıkarmasa da, ana akım partilerin bu konuda biraz daha ılımlı yaklaşmalarının sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda da, aşırı sağcı partiler toplumun genelinden destek bulamamaktadırlar.

Lakin İslam karşıtlığı ve korkusunun, özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra arttığı aşikardır. Son dönemlerde Orta Doğu’da süregelen ve bazı kesimlerce “İslami terörizm” olarak adlandırılan pek çok terör örgütleri aktif bir şekilde faaliyet göstermektedirler. Gerek Taliban, gerek IŞİD, gerekse El- Kaide, hatta Afrika’daki Boko Haram örgütü bile İslam-i cihad yaptıklarını iddia ederek İslam dininin terörizmle anılmasına sebebiyet vermektedirler. Özellikle IŞİD’in uyguladığı ve İslam tarihinde görülmemiş, Müslümanların da reddettiği şiddet ve vahşet, ne yazık ki günümüzde, Batı’daki Müslüman algısının terör odaklı hale gelmesine neden olmuştur.

Enes Erdem YERİNDE

     KAYNAKÇA:

  1. http://www.milliyet.com.tr/kudus-un-fethi/ilber-ortayli/pazar/yazardetay/10.07.2011/1412380/default.htm, Erişim Tarihi: 27.08.2015
  2. Din uğruna yapılan savaş.
  3. http://www.globalsecurity.org/military/world/para/al-qaida.htm, Erişim Tarihi: 14.08.2015
  4. http://www.1haber.com/video/11-eylul-saldirisi11-eylul-abd-ikiz-kuleler-saldirisi.html, 14.08.2015
  5. İslamofobi, Kolektif Bir Korkunun Anatomisi, s.103, İSAM Yayınları
  6. Milliyetçilik, Ulusçuluk ya da Nasyonalizm, kendilerini birleştiren dil, tarih veya kültür bağlarından bir üstyapı oluşturabilmiş sosyal birikimlerin adı olan millet veya ulus olarak tanımlanan bir topluluğun yaşama ve ilerleme ülküsünün toplumların ve insanlığın gelişmesini sağladığına inanan görüştür.
  7. http://www.milliyet.com.tr/norvec-teki-saldirida-olu-sayisi-91-e-yukseldi/dunya/dunyadetay/23.07.2011/1417914/default.htm , Erişim Tarihi: 27.08.2015
  8. https://www.tuicakademi.org/dr-enes-bayrakli-islamofobi-gelecekle-ilgili-kaygi-verici-bir-durum/, Erişim Tarihi: 26.01.2016
  9. Aristotle Kallis, Avrupa’da Radikal Sağın Yükselişi, Mart 2015
  10. http://www.incanews.com/dosya/15584/avrupada-asiri-sag-yukseliyor, Erişim Tarihi: 23.08.2015
  11.  http://www.hurriyet.com.tr/dunya/29307487.asp, Erişim Tarihi: 26.08.2015
  12. Çalışma kapsamında ele alacağımız parti.
  13. Aristotle Kallis, Avrupa’da Radikal Sağın Yükselişi, Mart 2015, SETA
  14. Yunan mitolojisinde dehşet ve korku tanrısı.
  15. Orhan Öztürk, Ruh Sağlığı ve Bozuklukları, Hekimler Yayın Birliği Ankara, 1992, s.241.
  16. https://www.tuicakademi.org/dr-enes-bayrakli-islamofobi-gelecekle-ilgili-kaygi-verici-bir-durum/, Erişim Tarihi: 26.01.2016
  17. Nihat Uzun, Avrupa’da İslamofobi: İngiltere Örneği, İstanbul, Pınar Yayınları, 2012, 1.Baskı, s.15
  18. İslamofobi, Kolektif Bir Korkunun Anatomisi, s.103, İSAM
  19. Türk Alman Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü öğretim üyesi
  20.  https://www.tuicakademi.org/dr-enes-bayrakli-islamofobi-gelecekle-ilgili-kaygi-verici-bir-durum/, Erişim Tarihi: 26.01.2016
  21. Büyük Britanya menşeili, bağımsız, ırk eşitliği tabanına sahip düşünce kuruluşu.
  22. http://crg.berkeley.edu/content/islamophobia/defining-islamophobia, Erişim Tarihi: 18.08.2015
  23. Sayar, Mustafa Kemal (2014) “Avrupa Birliği Ülkelerinde İslamofobi, Yüksek Lisans Tezi
  24. Aristotle Kallis, Avrupa’da Radikal Sağın Yükselişi, Mart 2015,SETA
  25. http://www.ntv.com.tr/galeri/dunya/irkci-lider-geert-wilderse-almanyada-soguk-dus,tPeNww628Uio99rtftz8fg/rGzRabm0ekuvN1t8DaJNuA, Erişim Tarihi:24.08.2015
  26. “Hollanda’yı karıştıran ‘Fitne’”, http://www.dw.de/hollanday%C4%B1-kar%C4%B1%C5%9Ft%C4%B1ran-fitne/a-3223064, Erişim tarihi: 08.06.2015
  27. www.tuicakademi.org/dr-enes-bayrakli-islamofobi-gelecekle-ilgili-kaygi-verici-bir-durum/, Erişim Tarihi: 25.01.2016
  28. http://www.bbc.com/news/world-europe-19566165, Erişim Tarihi: 15.08.2015
  29. http://www.hurriyet.com.tr/hollandada-wildersa-agir-darbe-26471021, Erişim Tarihi: 15.08.2015
  30. http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/07/150728_wilders_sorusturma, Erişim Tarihi: 17.08.2015
  31. https://www.tuicakademi.org/dr-enes-bayrakli-islamofobi-gelecekle-ilgili-kaygi-verici-bir-durum/, Erişim Tarihi: 20.01.2016
  32. http://www.ibtimes.co.uk/what-pegida-lutz-bachmanns-anti-muslim-protest-group-stomping-through-germany-1481947, Erişim Tarihi: 14.08.2015
  33.  http://www.nouse.co.uk/2015/01/26/what-is-pegida-and-why-should-i-care/, Erişim Tarihi: 15.08.2015
  34. http://www.diken.com.tr/9-soruda-pegida-son-alman-fenomeni-hakkinda-bilmeniz-gereken-sey/, Erişim Tarihi: 15.08.2015
  35. http://www.aa.com.tr/tr/haberler/440148–irkci-grup-quot-pegida-quot-gucleniyor, Erişim Tarihi: 26.08.2015
  36. http://tonyblairfaithfoundation.org/religion-geopolitics/commentaries/backgrounder/what-pegida, Erişim Tarihi: 15.08.2015
  37. http://www.diken.com.tr/9-soruda-pegida-son-alman-fenomeni-hakkinda-bilmeniz-gereken-sey/, Erişim Tarihi: 15.08.2015
  38. http://www.dw.com/tr/almanya-cumhurba%C5%9Fkan%C4%B1ndan-noel-mesaj%C4%B1/a-18149724, Erişim Tarihi: 22.08.2015
  39. http://www.aljazeera.com.tr/haber/merkelden-pegidaya-tepki, Erişim Tarihi: 22.08.2015
  40. http://www.dw.com/tr/iki-eski-ba%C5%9Fbakandan-pegidaya-tepki/a-18172219, Erişim Tarihi: 22.08.2015
  41. http://www.dw.com/tr/alman-musevilerinin-s%C3%B6zc%C3%BCs%C3%BC-m%C3%BCsl%C3%BCmanlara-sahip-%C3%A7%C4%B1kt%C4%B1/a-18143554, Erişim Tarihi: 22.08.2015

Türkiye ve Fas’ta Adalet ve Kalkınma Partisi

Adalet ve Kalkınma Partisi (Türkiye)
Adalet ve Kalkınma Partisi (Ak Parti) 14 Ağustos 2001’de Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde kuruldu. Parti kurulduktan bir yıl sonra Türkiye genel seçimini oy çoğunluğu ile kazanarak tek başına iktidar oldu. “Muhafazakâr demokrat” bir anlayışı benimseyen parti, mavi ve turuncu renklerle birlikte amblemine ampulü yerleştirdi. Partinin amblemindeki ampul ışığı, aydınlığı ve şeffaf yönetimi temsil etmektedir.

     Ak Parti, Necmettin Erbakan’ın liderliğini yaptığı Milli Selamet Partisi, (MSP) milli görüşçü Refah Partisi (RP) ve Fazilet Partisi’nin (FP) çizgisine gelenekselci ve yenilikçi yapısını yerleştirerek yol almıştır. Ayrıca partiye dinamizm kazandıran, içinde milli görüşün yenilikçi olanlarının yanı sıra merkez sağ ve Anavatan Partisi (ANAP) çıkışlı kişileri de barındırmasıdır (Adalet ve Kalkınma Partisi, 2016). Bu bağlamda parti ilk başarısını 2002 genel seçimlerinde yüzde 34,29 oyla tek başına iktidar olarak göstermiştir (Kasım 2002 parlamento seçim sonuçları).

     Ak Parti iktidarı ilk olarak 2001 ekonomik krizinin yarattığı aksaklıkları ortadan kaldırmaya çalışmıştır. İşsizlik ve enflasyon oranında zamanla yaşanan düşüş halkın ilerlemeye olan inancını artırmış olacak ki, AK Parti 2004 yerel seçimlerinde de başarısını devam ettirmiştir. Ancak parti 2007 genel seçimlerine hazırlanırken önüne çeşitli zorluklar çıkarılmıştır. Bunlardan biri de Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesini engelleyebilmek adına 27 Nisan’da yapılan müdahaledir. Bu nedenle Ak Parti hareketi, askeri vesayet rejiminin, alışılagelmiş demokratik alana müdahale girişimlerini aşmak adına büyük çaba göstermiştir. Neticede halkın genel iradesi sandığa yansımıştır. 2002 seçimlerine göre Ak Parti yüzde 46,5 oy oranıyla büyük bir başarı göstermiştir.

     Diğer bir gelişme dünyada yaşanan 2008 küresel mali krizinin yansımaları üzerinedir. Türkiye’yi teğet geçen kriz aşılarak yeni bir döneme girilmiştir. Ak Parti 2009 yerel seçimlerinde oyların yüzde 39’unu almıştır.

     Artık tarihler 2013 yılını gösterdiğinde gerçekleştirilen Gezi Parkı eylemlerinin ve Ak Parti hareketine yönelik komplo ve darbe girişimlerinin, halkın desteğini yanına alan hükümetin demokrasiyi daha etkin kılmasıyla önüne geçildiği görülmüştür. Ertesinde, Ak Parti 2014 yerel seçimlerinde yüzde 45 oyla birinci parti olmuştur.

     2014 yılı Ak Parti için önemli bir dönemin başlangıcı oldu. Çünkü partinin güçlü lideri, Genel Başkan ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 51,8 oyla Türkiye’nin halk tarafından seçilen ilk Cumhurbaşkanı olarak tarihe geçti. Akabinde alınan olağanüstü kongre kararının ardından Genel Başkan ve Başbakan adayı olarak Ahmet Davutoğlu seçildi. Davutoğlu olağanüstü kongreye tek aday olarak girdikten sonra Ak Parti’nin ikinci Genel Başkanı oldu.

     2015 seçimlerine kurucu lideri Erdoğan olmadan giren Ak Parti yüzde 41 oy aldı. Yüksek bir oy oranı yakalanmış olsa da Hükümet kurmak için bir koalisyon oluşturulması gerekiyordu. Ancak muhalefet partileri koalisyona yanaşmayınca, Cumhurbaşkanı Erdoğan doğrudan seçimlere gitme yetkisini kullandı. Sonuç yine değişmedi. 1 Kasım seçimleri yüzde 49’luk bir oyla Ak Parti’nin zaferini ilan etmiştir.

     Davutoğlu, bir ‘Restorasyon dönemi’ söyleminde bulundu ve hedeflerini toplayarak yeni Türkiye’nin gelişimine katkı sağladı. Bunlar kısaca “özgüven”, “çözüm süreci”, “özgürlükler”, “paralel yapıyla mücadele”, “yargı ve adalet” gibi ilkelerdi. Yeni Türkiye’nin Başbakanı Ahmet Davutoğlu, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan devraldığı başbakanlık görevini yaklaşık 21 ay yürüttü.

     Bunun bir bayrak yarışı ve kutlu bir yürüyüş olduğunu ifade eden Davutoğlu’nun, görevi terk etmesinin ardından Genel Başkanlığa Binali Yıldırım getirildi. Yeni Genel Başkanın üzerinde durduğu temel iki konu bulunuyordu: ‘başkanlık sistemi’ ve ‘yeni anayasa’

Adalet ve Kalkınma Partisi (Fas)
     Fas’taki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin temelleri 1960 ve 1970’lerdeki İslamcı hareketlerin olduğu dönemde vuku bulmuştur. Bu dönemde gerçekten Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da İslamcı hareketlere bir hayli sempati doğmuştur (Hamzawy, 2008). İlk aşamada Fas’taki Adalet ve Kalkınma Partisi Dr. Abdelkerim Al Kâtip tarafından MPDC adıyla 1967’de kurulmuştur. Partiye önemli bir hareket kazandıracak gelişme ise MUR partisinin kurucu öğeleri olan Chabiba Islamia adındaki gizli dernek üyelerinin partiye katılmaları ile sağlanacaktır. 1998 yılından itibaren ismi Fas PJD partisi olarak anılacak hareket, İslamcı ve İslami demokratik bir siyaseti tercih etmiştir. Partinin amblemindeki mum sembolünün bu aşamadaki bir duyguyu ve yeniliği temsil ettiği söylenilebilir.

Adalet ve Kalkınma Partisi bölgenin en istikrarlı ülkelerinden biri olarak görülen Fas’ta oy potansiyelini giderek arttırmıştır. 1997 yılında sadece sekiz sandalye kazandıktan sonra, 2002 seçimlerinde 42 koltuk kazanmıştır. Bu artış 2007 seçimlerine olumlu yansıyarak koltuk sayısı 47’ye yükselmiştir.

     Parti ilk olarak sosyal konular üzerine yönelmiştir. Örneğin, yazın düzenlenen müzik festivalleri ve alkol satışı karşısında hamleleri olacaktır. Ancak artan işsizlik sorunları karşısında geniş seçmen kitlesinin talepleri üzerine mücadelesini farklı alanlara kaydırmıştır. Bu bağlamda yoksullukla mücadele ve asgari ücretin yükseltilmesi hususunda halka vaatlerde bulunulmuştur.

     2008 yılına gelindiğinde Abdulilah Benkiran, görevi Saadettin Othmani’den (Osman) devralarak PJD lideri seçildi. Değişim Kasım 2011’de yapılan seçimlere olumlu yansıdı ve 107 sandalye ile seçim kazanıldı. Parti, önceki hükümetler gibi bir parçanın içinde kendine yer edindi ve üç partili koalisyon kuruldu. Benkiran, 29 Kasım 2011’de Fas’ın Başbakanı olarak tarihe geçti.

     Adalet ve Kalkınma Partisi (Türkiye/Fas) ve İkili İlişkiler

     a)Semboller ve isim benzerliği

     Siyasi partiler için sembol ve amblemler oldukça önemli bir yer tutar. Logo ve amblem gibi unsurlar sahneye çıkmadan önce bir ön hazırlık mahiyetindedir. Dahası birçok parti bu konuda iletişim bilimcilerden ve reklamcılardan faydalanabilir.

     Türkiye’deki Ak Parti’nin ambleminde yer alan ampul sembolünün devinim ve hareketi temsil ettiği ifade edilebilir. Burada yer alan yedi ışık ise, Türkiye coğrafyasındaki yedi bölge ve bu partiye bir Türkiye partisi olma özelliği kazandırmaktadır. Fas’taki Ak Parti’nin amblemi ise, yine aydınlık ve şeffaflığı temsil eden mum sembolüdür.

     Burada ayrıca bir isim benzerliğine de dikkat çekmek gerekebilir. Fas’taki Ak Parti yetkilileri, Türkiye’deki Adalet ve Kalkınma Partisi’nden etkilendiklerini ve esinlendiklerini gizlemiyor. Çünkü buradaki kişiler ve yapı da İslami geleneğin izlerini taşımaktadır. Sırf bu yüzden siyasetten dışlanmış ve meşruiyet sorunu yaşamışlardır. Bu bağlamda her iki partinin de bir çıkış noktası yakalamak adına gelenek ve yenilik senkronizasyonu yarattığı söylenebilir.

     b)Vizyon ve Demokrasi

     Türkiye’deki Adalet ve Kalkınma Partisi öncelikle gelişimini kadim bir anlayışa dayandırmıştır. Kadim anlayışın temelinde ortak kader bilinci yatmaktadır. Şeyh Edebali’nin “insanı yaşat ki devlet yaşasın” düsturu görüşe etki etmektedir. Bu açıdan bakıldığında insan onuru temel bir dayanak noktası haline getirilmiş, ortak yaşam vurgusu ile birlikte ekonomik, siyasi ve kültürel gelişmişliğin artarak süreceğine dikkat çekilmiştir. Ak Parti’nin programında yer alan temel haklar ve özgürlükler bildirgesinde etnisitenin, dini değerler ve laikliğin siyaset malzemesi haline getirilmesinin önüne geçilmesi bunu kanıtlar niteliktedir (Adalet ve Kalkınma Partisi, 2016).

     AK Parti’nin kadim bir kökten geldiği vurgulanmıştır. Burada çizilen medeniyet tasviri Selçuklu, Osmanlı ve günümüz Türkiye’sini içine alan “Yeni Türkiye” portresidir. Ayrıca hareketin insanlık tarihi içinde doğru bir çerçeveye oturtulduğu müddetçe kalıcı olacağı ifade edilmiştir. Nitekim parti hak, hukuk ve adaletin temsil edildiği bir gelenekten gelmektedir.

     Türkiye’deki Ak Parti bir milli demokrasi hareketi olarak değerlendirilir. Bu toprakların bir ürünü olarak milli ve yerli değerlere sahiptir. Yeni Türkiye’de devletin önceliği ise katılımcı, çoğulcu, özgürlükçü, demokratik ve sivil bir anayasayı hayata geçirmektir.

     Son olarak, Ak parti hareketinin mazlum milletlerin siyasi hareketi ve umut ışığı olduğudur. Filistin meselesindeki arabulucu rolü, Gazze ablukasına karşı duruşu, diğer Arap coğrafyası ve Afrika ülkeleri ile ilişkilerinde gösterdiği tutum, partiyi evrensel değerlere dayalı ve insan onurunu koruyan kutlu bir harekete dönüştürmüştür. Bununla beraber güçlü bir vizyon ve bakış açısına sahiptir. İktidarda kaldığı 12 yıllık süreçte devlet kendini eğitim, ulaştırma, sağlık, güvenlik, savunma sanayi, spor ve daha birçok alanda geliştirmiştir. 2023, 2071 gibi çeşitli periyotlara güçlü hedefler koyulması bunun bir göstergesidir.

     Diğer taraftan Fas’taki Adalet ve Kalkınma Partisi bir İslam geleneğine sahip olmasına rağmen bünyesinde birçok faktörü taşımaktadır. Böylece ülkesindeki diğer İslamcı partilerden ayrılmaktadır. Ayrıca kendisini Mısır ve Lübnan’da olduğu gibi mevcut rejimin bir alternatifi olarak konumlandırmaz. Fas Ak Partisi’nin mevcut monarşik yönetimle bir sorununun olduğu görülmez. Bu bağlamda amaçları, ülkelerinin demokratik kalkınmalarına katkı sağlamak, özgürlük alanlarını genişleterek ayrımcılığa son vermek olduğu söylenilebilir.

     PJD, sosyal hizmetleri hayata geçirmek adına İslami referansların temel alınabileceği inancını taşımaktadır. Başbakan Abdulilah Benkiran özellikle ülkesindeki dul kadınlar, engelli kişiler ve öğrenciler için yeni olanaklar sağlanması gerektiğini vurgulamaktadır.

     Fas’taki Ak Parti toplum üzerinde oldukça aktif bir role sahiptir. Bu, sadece genel seçimlerde değil aynı zamanda yerel bölgelerde de kendini göstermektedir. Kendi kadroları etkin olmakla beraber sivil toplum faaliyetleri de gelişmiştir. Parti, sosyal hizmetlerin yanı sıra ülkedeki yoksulluk ile mücadele etmiş ve adaleti temin etmek adına çaba göstermiştir.

     Arap Baharı sonrası ülkede yaşanan gelişmeler demokrasi ve anayasal düzlemde kendini göstermiştir. Daha önce anayasayı uzmanların yaptığı ve başbakanı kralın belirlediği yapı ilk kez değişime uğramış, yargıda ve adalet sisteminde ciddi değişimler yaşanmıştır. Yeni Fas’ta yeni anayasada başbakanı kazanan parti belirleyecektir.

     Parti gelecek hedeflerini belirlerken ekonomik ve teknolojik gelişmenin önemine dikkati çekmiş ve ülkede şehirleşmenin ve iletişimin yaygınlaştırılmasını istemiştir. Ayrıca Faslılar, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik sürecini merakla takip etmektedirler. Fas AK Partisi’nin AB ile iyi ilişkiler kurma bağlamında ülkesindeki diğer partilerden ayrıldığını ifade etmek yerinde olacaktır.

     c)İkili ilişkiler

     Aslında bakılırsa iki parti arasındaki ilişkilerin gelişimini etkileyen olay her ikisinin de aynı gelenekten geliyor olmaları ve benzer deneyimler yaşamalarıdır. Ak Parti’nin Fas’ta işbaşına gelmesine karşı çıkan bir muhalif cephe söz konusuydu. Bu dönemde sol partiler, AK Parti ile hiç bir şekilde işbirliği yapmayacaklarını ve koalisyonlara da katılmayacaklarını bildirmişlerdi. Dayanak noktaları güçlenen ve ülkeye yeni bir ivme kazandıracak olan partiye yönelik şeriatçı suçlamasıydı (Çalışlar, 2014). Nitekim buna benzer suçlamalarla hatta daha fazlasıyla Türkiye’deki Ak Parti iktidarı da karşılaşmıştı. Fakat Ak Parti döneminde görülen reformlar, demokraside ilerleme, AB ile ilişkiler muhalefetin tavırlarının bir kuruntudan ibaret olduğunu göstermişti.

     Zaten halk her iki partiye de olan güvenini seçimlerde ispat etmişti. Fas’ta 2007 ve 2011 seçimleri Türkiye’dekine benzer bir biçimde AK Parti’nin yükselişini, sol partilerin ise

gerilemesini beraberinde getirdi. Burada Türkiye’deki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, Fas AK Partisi’ne bir ilham kaynağı haline geldiğini belirtmekte fayda var. Çünkü Türkiye’nin hem ülke çapında izlediği politika ve reform süreci hem de dış dünya ile olan bağlantısı onlar için örnek teşkil etmektedir (Çalışlar, 2014).

     Türkiye’deki AK Parti özellikle Orta Doğu ülkeleriyle ilişkilerini arttırdı. Bu bağlamda Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu etkisi altına alan Arap Baharı ve sonuçlarını büyük bir titizlikle takip etti. Ayrıca Birleşmiş Milletler (BM) gibi uluslararası örgütlerin çalışmalarıyla bağlantılı olarak raporlar hazırladı (Adalet ve Kalkınma Partisi, 2016). Fas’ın Arap Baharı ile geçirdiği siyasal değişim süreci böylece iki ülke arasındaki ikili ilişkilere yansıdı.

     Fas’taki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Rabat’ta gerçekleşen 4. Olağan Kongresi’ne Türkiye’den AK Parti Genel Merkez Gençlik Kolları’nı temsilen Siyasi ve Hukuki İşler Başkanı İsmail Karaosmanoğlu ve MKYK Üyesi Enes Şişman’ın iştirak etmesi ile ilişkilerin güçlendiği söylenebilir. Ayrıca Kongrede Genel Başkan Recep Tayyip Erdoğan’ın selamlarının iletilmesi ve İsmail Karaosmanoğlu’nun yaptığı Arapça konuşma büyük ilgi görmüştür.

     2013 yılında Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Ekonomi İşleri Başkanı Prof. Dr. Numan Kurtulmuş, Fas’ın başkenti Rabat’taki Fas Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Merkezi’ne ziyaret gerçekleştirmiştir. Fas Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Merkezi’nde gerçekleşen görüşmede Başbakan ve Parti Genel Başkanı Abdulilah Benkiran adına Devlet Bakanı ve partinin önde gelen yöneticilerinden Abdullah Baha yer almışlardır. Buradaki toplantıda iki ülke arasındaki ekonomik, toplumsal ve kültürel ilişkilerle beraber, Türkiye, Fas ve Ortadoğu’daki değişim sürecinin ele alınmış olması stratejik açıdan iki tarafın da yakın konularda seyrettiklerini göstermektedir (Fas Adalet ve Kalkınma Partisi’ne ziyaret, 2013).

     Diğer taraftan iki yıl sonra, çeşitli programlar için Konya’da bulunan Fas İstiklal Partisi Genel Sekreteri ve Fas Belediye Başkanı Hamid Shabat ve beraberindeki iş adamları, Adalet ve Kalkınma Partisi Konya İl Teşkilatı’nı ziyaret ettiler. Konuklar AK Parti İl Başkan Yardımcısı ve Dış İlişkiler Birim Başkanı Zerrin Özel tarafından karşılandı. Yaşanan gelişmelerin iki ülke ilişkilerine pozitif yönde yansıyacağı ortadadır.

     SONUÇ

     Neticede iki partinin yaşadığı benzer tecrübeler yakınlaşmalarını sağlamış, Türkiye-Fas ilişkilerinin gelişimine ortam hazırlamıştır. Ekonomik konularda her iki partinin ortak noktası serbest piyasayı savunmaları, yabancı sermayeyi ülkelerine çekmek istemeleri ve turizmin teşvik edilmesidir. Bununla birlikte iki partinin yurtiçi deneyimleri ve siyaseti dış politikalarına sirayet etmiştir. Ak Parti iktidarı döneminde Türkiye’nin demokratikleşme ve sivil toplum konusunda kaydettiği gelişmeler Avrupa Birliği ile ilişkilerine pozitif yönde yansımıştır. Öte yandan, Fas’ta 2011 Anayasası ile birlikte demokratik atılımlar sağlanmıştır. Parlamentonun sivil haklar, seçimler ve uyrukluğun denetimi üzerinde daha fazla söz sahibi olması ve kadınların erkekler ile sivil ve sosyal açıdan eşit duruma gelmesi bunlardan bazılarıdır. Ancak Batı Sahra konusunda Fas’ın BM’nin kararını tanıyacağı ve bir referanduma gideceği düşüncesi sonuç vermemiştir. Fas, Batı Sahra’nın kendi toprağı olduğu iddiasını sürdürmekte ve soruna yeni aktörler eklenmektedir. Bu bağlamda Fas Hükümetinin Avrupa Birliği ilişkilerinde kopmalar yaşandığı sonucu çıkarılabilir.

Polat GÜNGÖR

KAYNAKÇA:

  1. Adalet ve Kalkınma Partisi (2016) (http://www.aljazeera.com.tr/dosya/adalet-ve-kalkinma-partisi, 11.06.2016 tarihinde erişildi).
  2. Ciddi, S. (2008) “The Republican People’s Party and the 2007 General Elections: Politics of Perpetual Decline?”, Turkish Studies, Vol. 9, No. 3, 437–455
  3. Çalışlar, O. (2014) Fas’taki AK Parti iktidarı, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/oral-calislar/fastaki-ak-parti-iktidari-1225794/, 10.06.2016 tarihinde erişildi).
  4. Düzgören, K. (2007) Askeri vesayet sadece Ankara’da değil (http://www.yenisafak.com/yazarlar/korayduzgoren/askeri-vesayet-sadece-ankarada-degil-6439, 11.06.2016 tarihinde erişildi).
  5. Fas Adalet ve Kalkınma Partisi’ne ziyaret (2013) https://www.akparti.org.tr/site/haberler/fas-adalet-ve-kalkinma-partisine-ziyaret/37522#1, 12.06.2016 tarihinde erişildi).
  6. Hamzawy, A. (2008) Party for Justice and Development in Morocco: Participation and Its Discontents, http://carnegieendowment.org/files/cp93_hamzawy_pjd_final.pdf, 11.06.2016 tarihinde erişildi).
  7. İpek, V. (2016) Arap Baharı’ndan Sonra Batı Sahra’nın Değişen Jeopolitiği ve Fas, Ortadoğu Analiz, Cilt: 8 Sayı: 72, s: 28-29
  8. Justice and Development Party: Morocco (2016) http://internationalrelations.org/justice-and-development-party-morocco/
  9. Kasım 2002 parlamento seçim sonuçları http://www.akparti.org.tr/site/secimler/2002-genel-secim
  10. Morocco, http://www.europeanforum.net/country/morocco, 12.06.2016 tarihinde erişildi).
  11. Pamuk, A. (2014) Yeni Türkiye’nin Yeni/Davutoğlu Dönemi, http://www.iktibasdergisi.com/yeni-yurkiyenin-yenidavutoglu-donemi/, 10.06.2016 tarihinde erişildi).
  12. Temelat, N. (2013) Fas: Arap Baharının İstisnası mı? Yasama Dergisi, Sayı:23, s: 80-100
  13. Yeni Türkiye, Yeni Davutoğlu dönemi (2016)http://www.trthaber.com/haber/gundem/davutoglunun-basbakanliktaki-21-ayi-nasil-gecti-252108.html, 30.05.2016 tarihinde erişildi)
  14. http://www.akparti.org.tr/upload/documents/2023-sozlesmesi-secim-2015.pdf, 01.06.2016 tarihinde erişildi.
  15. http://www.akparti.org.tr/site/haberler/fastaki-adalet-ve-kalknma-partisi-kongresi/47924#1, 14.06.2016 tarihinde erişildi.
  16. http://www.akpartikonya.com/haberler/3450_fastan-ak-parti-konyaya-ziyaret, 11.06.2016 tarihinde erişildi.
  17. http://www.egemeclisi.com/haber/20481/siyasi-partilerin-amblem-ve-logolari-ne-ifade-ediyor.html, 13.06.2016 tarihinde erişildi.
  18. http://www.haber3.com/ve-ak-partinin-yeni-baskani-binali-yildirim-3969689h.htm, 22.05.2016 tarihinde erişildi.
  19. http://www.haberturk.com/gundem/haber/1222597-basbakan-ahmet-davutoglundan-aciklamalar, 10.06.2016 tarihinde erişildi.
  20. http://www.milliyet.com.tr/Siyaset/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetayArsiv&KategoriID=4&ArticleID=80328&PAGE=1, 13.06.2016 tarihinde erişildi.
  21. http://blog.milliyet.com.tr/-magrib-kralligi–ve-bu-ulkedeki–adalet-ve-kalkinma-partisi–4-bolum-/Blog/?BlogNo=252582, 13.06.2016 tarihinde erişildi.
  22. http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/africaandindianocean/morocco/8917595/Islamists-in-Morocco-election-claim-historic-vote-breakthrough.html, 09.06.2016 tarihinde erişildi.
  23. http://www.turkcebilgi.com/adalet_ve_kalk%C4%B1nma_partisi_(fas), 12.06.2016 tarihinde erişildi.
  24. http://www.akpartikonya.com/haberler/3450_fastan-ak-parti-konyaya-ziyaret
  25. Justice and Development Party: Morocco http://internationalrelations.org/justice-and-development-party-morocco

Suriyelilerin Vatandaşlık Tartışması Üzerine

Suriyeli sığınmacılara vatandaşlık verileceği haberi, son günlerde ülkede yaşanan karışık ve üzücü günler öncesinde gündemde geniş yer tutan bir meseleydi. Suriye iç savaşı 15 Mart 2011’de başlamış ve Nisan 2011’de Suriyeliler komşu ülke topraklarına sığınmaya başlamışlardır. An itibariyle dünyada 4.5 milyondan fazla Suriyeli mülteci mevcut. Bunların 2.5 milyonundan fazlası Türkiye sınırları içerisindedir. Suriye’deki savaşta ümitsizlik hakimken Suriyelilerin ülkelerine dönmeleri uzun vadede mümkün görünmemektedir. Bu durum, Suriyelilere vatandaşlık verilmesi tartışmalarını başlatmıştır.

   Suriyeli sığınmacıların Türkiye vatandaşı olmaları üç boyutu olan bir meseledir. Birinci boyut, Suriyelilerin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olma konusundaki istekliliğidir. İkincisi, devletin kamu alanında Suriyeliler için planladığı entegrasyon sürecidir. Sonuncusu da halkın gözünde Suriyelilerin konumudur. Bu konuda yapılan araştırmaya göre[1],Türkiye’deki yabancıların çoğunun vatandaşlık istemeleri normatif sebeplere dayanmaktadır. Vatandaşlığın getireceği haklar ve günlük yaşamı kolaylaştıran pratik sebeplerdense ülkeye duyulan ilgi daha yoğundur. Bu durum, aidiyet eksikliği hisseden insanların, ait olacak bir topluluk arayışı olarak açıklanabilir. Sonuçlar, göçmenlerin bulundukları ülkenin değerlerini benimseme konusuna olumlu baktıklarını göstermektedir.

   Suriyelilerin uzun süre sığınmacı olarak kalmaları hem o insanların bir hayat kuramamaları hem de devletin yatırımlarına karşılık alamaması bakımından iki taraf için de olumsuz bir durumdur. Bu sebeple, Suriyelilerin vatandaşlığı ekonomik açıdan her iki taraf için karlı olacaktır. Ancak bunun getireceği siyasi ve toplumsal sorunların göz ardı edilmemesi gerekir. Suriyelilerin oy potansiyeli olmaları sebebiyle vatandaşlığa kabul edilecekleri iddiaları şimdiden Suriyelileri siyasi bir tartışmanın içine sokmuştur. Bu süreçte önemli olan, devletin sığınmacıları topluma nasıl entegre edeceğidir. Bunun için Avrupa’da değişik dönemlerde uygulanmış üç model bulunmaktadır.

Birinci model, ayrımcı (timid unity in diversity) modeldir.1990 yılına kadar Almanya’da uygulanan bu modelde göçmenler ekonomik ihtiyaçlar doğrultusunda gelen, kalıcı olmayan işçilerdir. Bu nedenle göçmenlerin topluma uyumu öncelikli değildir. İkinci model, asimilasyoncu cumhuriyetçi (unity over diversity) modeldir. Fransa’da uygulanan bu modelde göçmenler kalıcı kabul edilirler ve göçmenlere, çoğunluğun yaşam tarzını benimsemeyi kabul etmeleri durumunda vatandaşlık verilir. Üçüncü model, etnik azınlık (unity in diversity) modelidir. İngiltere, ABD ve Hollanda’da uygulanan bu model göçmenleri kalıcı kabul eder ancak cumhuriyetçi modelden farklı olarak göçmenleri etnik ve ulusal kökenlerine göre bir alt grup olarak tanımlar ve çoğunlukla uyum içinde yaşamasını hedefler. Cumhuriyetçi modelde göçmenlerin sorunu bireysel haklar çerçevesinde çözülürken, etnik azınlık modelinde grup hakları çerçevesinde çözülür.

Devletin entegrasyon için izleyeceği modeller Suriyelilerin toplum içindeki konumunu belirleyecektir. Günümüzde göçmenlerin uyumu genellikle kültürel ve dilsel olarak algılanmaktadır. Ancak toplumsal, ekonomik ve siyasi açıdan uyumları göz ardı edilmektedir. Bu da ırkçılığa, yabancı düşmanlığına, kurumsal ayrımcılığa sebep olmaktadır. Yapılan araştırmada, Avrupa’da göçmen olarak yaşayan kalifiye Müslümanların işsizlik oranı yerlilerin oranından daha fazladır. Bu oran Fransa’da %27’ye %5 olarak belirlenmiştir. Fransa’da son dönemde yaşanan terör olaylarından sonra Fransa’daki azınlıkların radikal eğilimler göstermesinde, azınlıklar ile çoğunluk arasındaki sosyal farklılıklar bir sebep olarak gösterilmektedir.[2]

   Devletler her ne kadar uyum yanlısı politikalar izlese de halkın farklı olanı kabul etmesi çok yaygın değildir. Burada “öteki” kavramı devreye girmektedir. Felsefi anlamda öteki, “ben” in dışında kalan her şeydir. Toplumsal anlamda öteki ise “biz” in dışında kalan her şeydir. Burada önemli olan “biz” duygusunun neye dayandığıdır. Ötekileştirme, ilkel formda, saldırı tehdidine karşı verilen reaksiyondur. Rasyonel düşünen birey var olabilmenin açlığıyla “öteki” nin yaşam alanını ve başkalığını kolonileştirmek adına ontolojik bir savaş verir. Öteki ile birlikte yaşamak yerine, onları ontolojik olarak ortadan kaldırmayı tercih edenler, ötekiyi uzaklaştırma (örn. 15. yy. Yahudilerin ve Müslümanların İspanya’dan uzaklaştırılması,17. yy. Katolik Fransa’dan Protestanların uzaklaştırılması, vb.) ve ötekiyi yok etme (örn. Holokost ve Ruanda’da Tutsilerin soykırımı, vb.) çözümlerine yönelmişlerdir.

Öte yandan ötekilerle yaşamayı deneyen ve ötekilere hoşgörü ve toleransla yaklaşan devletler de olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu kendi topraklarında yaşayan azınlıklara karşı hoşgörü ve koruma politikaları izlemiştir. Ancak azınlıklar toplumun çoğunluğuyla eşit görülmemiştir. İsyan eden veya direnen azınlık grupları sindirilmiş veya sürülmüştür. Bu da, aslında ne kadar hoşgörülü ve anlayışlı olunursa olunsun ötekinin asla tamamen anlaşılamayacağının bu sebeple de tamamen kabul görmeyeceğinin bir göstergesidir. Öteki anlaşılıp kabul gördüğü zaman artık öteki değildir. O “biz” olma sürecini tamamlamış bir bireydir.

   Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında “biz” duygusu genel olarak Sünni-Türk kimliği üzerine kurulmuştur. Bu kimliğin dışında kalanlar (Aleviler, Kürtler, Çerkezler ve diğer etnik ve dini azınlıklar) ötekileştirilmiştir. Bugüne kadar ötekileştirme süreci ayrıştırma, inkar ve asimilasyon yollarıyla gerçekleştirilmiştir. Alevi evlerinin işaretlenmesi, Kürtlerin devlet kadrolarında ve diğer alanlarda maruz kaldıkları ayrımcılıklar bunların göstergesidir[3].

Türkiye’deki tekçi kimlikçi anlayış ve dinsel açıdan farklı olanı tanımadaki sıkıntılar 2000’li yıllarda Avrupa Birliği entegrasyon süreci ile birlikte yumuşamaya başlamış ve demokratik bir zemin kazanmıştır. Son dönemlerde yaşanan gelişmeler sebebiyle tekrar yayılmaya başlayan milliyetçi söylemlerle birlikte öteki olmanın zorlaştığı bu topraklarda “biz” olabilmek Suriyeliler için de çok önemlidir. Suriyelilerin toplum tarafından kabulünü kolaylaştırmak için ümmet bilinci dayanak olarak kullanılmaktadır. Hicret döneminde Medineliler ve Mekkeliler arasındaki ensar-muhacir benzerliğine dayanılarak, halkın gelecek olan Müslümanları bir ensar hassasiyetiyle karşılayacağını beklemek, sadece insanların İslam ahlakına olan güvene dayanmasından dolayı risklidir.

   Türkiye’de yaşayan bütün Suriyeliler sığınmacı kabul edilse de birçoğu anayasal olarak sığınmacı statüsüne sahip değildir. Şu an ülkede misafir olarak tolere edilmekte olan bu kesim vatandaşlıkla birlikte statü kazanacak ve haklar elde edecektir. Suriyelilerin Türkiye Cumhuriyeti değerlerini benimsemesi, uygulanacak olan uyum politikası ve toplumda oluşan “biz” kimliğinin dayanağı vatandaşlık sürecini yönlendirecek gelişmelerdir.

Furkan ÇAKAR

KAYNAKÇA:

  1. Türkiye’de Göçmenlerin Vatandaş Olma Eğilimleri: Deneyimleri ve Algılar, Ahmet İçduygu ve Denim Korfalı
  2. http://www.telegraph.co.uk/news/2016/08/01/analysis-why-france-is-so-vulnerable-to-islamist-terrorism
  3. http://istanbul.mazlumder.org/fotograf/yayinresimleri/dokuman/etnik_ayrimcilik_raporu_2011.pdf
  4. http://www.telegraph.co.uk/news/2016/08/01/analysis-why-france-is-so-vulnerable-to-islamist-terrorism/
  5. http://istanbul.mazlumder.org/fotograf/yayinresimleri/dokuman/etnik_ayrimcilik_raporu_2011.pdf
  6. Prof. Dr. Ahmet Kaya, Farklılıkların birlikteliği Türkiye ve Avrupa’da bir arada yaşam tartışmaları, hiperlink yayınları ,2014
  7. http://data.unhcr.org/syrianrefugees/regional.php

TUİÇ Üniversite Temsilcisi Olun

1

Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmaları (TUİÇ) olarak 2008 yılında çalışmalarımıza başlarken en büyük hedefimiz ve motivasyonumuz olan Anadolu’daki Uluslararası İlişkiler öğrencilerine ulaşma yolundaki çalışmalarımızda bizimle beraber yürüyecek, gelişecek ve geliştirecek yeni yol arkadaşları arıyoruz.

TUİÇ Etkinliklerini Türkiye’nin her bir köşesine ulaştırmak için enerjisine ve ekibine güvenen aradığımız kriterlerin kendisine uygun olduğunu düşünen, bu topraklarda faydalı bir şeyler yapmak isteyen herkesin başvurularını bekliyoruz.

Temsilcilerimizde aranan özellikler:
– Uluslararası İlişkiler, Siyaset Bilimi, Kamu Yönetimi ya da Hukuk öğrencisi olması(2. 3. 4. Sınıf)
–Birlikte uyumlu çalışabileceği 2 ekip arkadaşının olması,
– Aktif ve girişken olması,
– Sosyal Medyayı etkin kullanması,
– Ekip çalışmalarına yatkın olması,
– Organizasyon ruhu ve yöneticilik vasfının olması,
– İletişiminin kuvvetli olması,
– Gündemi takip etmesi ve duyarlılık göstermesi.

TUİÇ Temsilciliği Size ne Kazandırır?
-TUİÇ ekibi ile çalışma ve TUİÇ ailesinden birisi olma fırsatı,
-TUİÇ’e ücretsiz üyeliği,
-Düzenlenen staj ve sertifika programlarına öncelikli katılım hakkı,
-Sene içinde yapılan Kamp ve Ankara Eğitim Gezilerine kontenjan ve indirimli katılım hakkı,
-Türkiye çapında birçok üniversitede TUİÇ gönüllüleri arasında tecrübe ve ağ paylaşımı,
-Temsilcilik süresinin sonunda Sertifika ve Referans mektubu.

TUİÇ’in Temsicilerden Beklentileri ve Temsilcilerimizin Yükümlülükleri:
-Üniversite ile TUİÇ arasında etkili ve verimli bir iletişim kurmak,
-Oluşturduğu ekiple 15 günde bir defa gündem toplantıları yapmak,
-Gerçekleştirdikleri toplantıların çıktılarını görsel ve yazılı olarak ilgili birime iletmek,
-Bölgesindeki diğer temsilcilerle iletişim içerisinde olmak ve beraber projeler ortaya çıkarmak,
-TUİÇ tarafından verilen e-mail adresini, proje takip sistemini ve açılan facebook grubunu etkin şekilde kullanmak.

*Başvuru için gerekenler:
–Başvuru formunun eksiksiz olarak doldurulması
-Motivasyon Mektubu ve CV’nin [email protected] adresine gönderilmesi
(Lütfen gönderdiğiniz dosyaları adlandırırken isminizi ekleyiniz. Hasan-Yilmaz-Motivasyon.docx, Hale-Cetin-CV.pdf vb. gibi)

**Konuyla ilgili sorularınız için, Temsilciliklerden Sorumlu Başkan Yardımcımız Memnune Akdeniz ile iletişime geçebilirsiniz.

Son Başvuru TarihiSeçilen Ekiplerin İlanı
15.10.201620.10.2016

 

Not: Başvuru formu haricindeki mecralardan, kişi veya kuruluşlardan gelen başvurular değerlendirilmeyecektir.

Yeni Muhafazakârların Doğuşu ve Soğuk Savaş Döneminde Yeni Muhafazakârlar

 Muhafazakârlık, Fransız Devrimi’nden sonra Jakoben hareketinin toplumun eski kurumlarına ve kurallarına karşı giriştikleri radikal ve devrimci mücadelelerine bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Muhafazakâr çevreler değişimi gördüğü halde, değişimin hızına ve kapsamına itiraz etmektedirler.[1] Muhafazakârlığın gelenekçi tutumu, onun ile birlikte milliyetçi ve dinci akımlar arasında da ortak bir zemin oluşturur. Muhafazakârlığı, mevcut sosyalizme ya da sosyal demokrasiye entelektüel ve politik sırt çevirme olarak gören Helmut Dubiel, bunun teoriden ziyade siyasi sorunların çözümüne yönelik geliştirilen bir toplum öğretisi olduğunu savunur.[2]

Yeni muhafazakârlık ise; Soğuk Savaş döneminin ikinci yarısında, sosyalist sisteme ve sınıf mücadeleleri ile Batı toplumlarında ortaya çıkan halkçı kazanımlara karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Geleneksel muhafazakârlığın eleştirilerine ek olarak Soğuk Savaş dönemindeki barış içinde bir arada yaşama ve detant gibi girişimlere de karşı çıkmıştır.[3]

Yeni muhafazakârların düşünsel anlamda referans kaynağı II. Dünya Savaşı öncesi ABD’ye göç eden Leo Strauss olmuştur. Liberal modernizme eleştirel bir tutum sergileyen Leo Strauss, çözümün klasik Yunan felsefesinde olduğu inancındadır.[4]

Strauss’da, kitlelere asil yalanlar söylemekten kaçınmayan elitler iktidarı fikri merkezi bir yer tutmaktadır. Siyasetçilerin başarıya ulaşmak için güç kullanmaya ve sahtekârlık yapmaya mecbur kalabileceklerini savunmaktadır. Sıradan halka siyasal katılma imkanı sunan katılımcı demokrasinin reddedilmesi fikrinden beslenen yeni muhafazakar anlayış da seçkinciliği güçlendirmiştir.[5] Ülke güvenliğini hedef alabilecek saldırganlık militan milliyetçi bir devlet yapısıyla engellenebilir. Bunun da gerçekleşmesi için bir dış tehdit gereklidir; bu yoksa yaratılmalıdır.[6]

Felsefenin genel ahlakı kuşku altında bıraktığından sıradan insanların ona maruz kalmasının önlenmesi gerektiğini savunan Strauss’a göre; Machiavelli, çağdaş siyaset felsefesinin yolunu açmış olmasına rağmen onun günahı batıni gerçekleri açıkça söylemiş olmasıdır.[7]

Strauss’a göre, modernite ahlaki değerleri reddettiği için dünyada iki tiranlık oluşmuştur. İyi ve kötü rejimler olarak yönetimleri ikiye ayıran Strauss’a göre, Amerikan yönetimi kötüler içinde en az kötü olandır.[8] Demokrasi ile yönetilenler, kendilerini diktatör rejimlerden korumalıdır, diktatörlükle yönetilenlere demokrasi dayatılmalıdır. ABD’nin ve dünyanın güvenliği için demokrasinin yaygınlaştırılması şarttır.[9]

1930 ve 1940’lı yılların Troçkist solundan gelişen, genellikle büyük çoğunluğu New York’lu ve Yahudi olan yeni muhafazakarlar, kendilerini Soğuk Savaş döneminde komünizm karşıtı liberaller olarak tanıtmışlardır.[10]

Amerikan siyasetinde 1970’lerden itibaren etkili olmaya başlayan yeni muhafazakârlar, ABD iç siyasetindeki liberal eğilimlere ve dış siyasette de yumuşamaya karşı çıkmışlardır. 1960’larda ABD nükleer doktrini üzerine çalışan muhafazakâr Albert Wholstetter, ABD’nin SSCB ile nükleer dengeyi sağlayacak anlaşmalardan uzak durması gerektiğini savunmuştur.[11]

Richard Nixon ve Jimmy Carter dönemlerinde hem SSCB ile yakınlaşma hem de Ortadoğu barış girişimlerine karşı çıkılmıştır. Henry Kissenger’ın görüşleri de dâhil olmak üzere iki kutuplu dünyanın değişmesi zor bir olgu olarak kabul eden realist politikalar reddedilmiştir.[12]

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile komünizm yenilgiye uğratılsa da yeni muhafazakarlar toplumun bir arada tutulması için bir düşmana ihtiyaç olduğu görüşünü savunmuşlardır.

Bu düşman eksikliği ise, 11 Eylül saldırılarının ardından radikal İslam ile doldurulmuştur. İlk olarak saldırıların sorumluluğunu üstlenen El-Kaide’ye karşı Afganistan’a, ardından 1991 Körfez Savaşı’ndan itibaren düşürülmesi taraftarı oldukları Irak yönetimini elinde tutan Saddam Hüseyin’e karşı askeri operasyon düzenlenmiştir.

Yeni muhafazakarlar her ne kadar radikalizmin demokratik rejimler yoluyla engellenebileceğini belirtse de ABD’nin Irak’ı işgali, Müslüman dünyası tarafından emperyalist bir proje olarak görülmüş ve Batı ve Amerikan karşıtlığı büyük bir hızla yükselmiştir.

Samet ŞEN 

KAYNAKÇA:

  1. Merdan Yanardağ, Yeni Muhafazakârlar (Neo-cons), Birinci Basım, Chiviyazıları Yayınevi, İstanbul 2004, s. 18–20.
  2.  Helmut Dubiel, Yeni Muhafazakarlık Nedir?, (çev. Erol Özbek), İletişim Yayınları, İstanbul 1998, s. 10–13.
  3. Merdan Yanardağ, Yeni Muhafazakârlar… s. 30–31.
  4.  Nazım İrem, Çınar Özen, “Yenimuhafazakar Amerikan Dış Politikasının Straussçu Temelleri”, (der. Çınar Özen, Hakan Taşdemir), Yenimuhafazakar Amerikan Dış Politikası ve Türkiye (içinde),  2006, s. 15–17.
  5. Çınar Özen, Hakan Taşdemir (der.), Yenimuhafazakar Amerikan Dış Politikası ve Türkiye, Birinci Basım, Odak Yayınevi, Ankara 2006, s. 27.
  6.  Gamze Erbil, Ali Şimşek (der.), Neo Con Yeni Muhafazakarlık Temel Belgeler ve Eleştiriler, Birinci Basım, Yenihayat Kütüphanesi, İstanbul 2004, s. 9.
  7. Gamze Erbil, Ali Şimşek, a.g.e. s. 76–77.
  8.  Çınar Özen, Hakan Taşdemir (der.), Yenimuhafazakar Amerikan Dış Politikası… s. 169–170.
  9. Erhan Akdemir, “Amerika’nın Ortadoğu Politikalarının Şekillenmesinde Düşünce Kuruluşlarının Rolü”, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, Cilt 2, No: 8, 2007, s. 61.
  10.  Ömer Kurtbağ, Amerikan Yeni Sağı ve Dış Politikası, Birinci Baskı, Usak Yayınları, Ankara 2010, s. 291.
  11.  Çınar Özen, Hakan Taşdemir (der.), Yenimuhafazakar Amerikan Dış Politikası… s. 31–32.
  12.  Merdan Yanardağ, Yeni Muhafazakarlık Neo-Conlar, 2. Basım, Destek Yayınları, İstanbul 2013, s. 77–78.
  13. Akdemir, Erhan. “Amerika’nın Ortadoğu Politikalarının Şekillenmesinde Düşünce Kuruluşlarının Rolü”, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, Cilt: 2, No: 8, 2007, 53–74.
  14. Dubiel, Helmut. Yeni Muhafazakarlık Nedir?, (çev. Erol Özbek), İletişim Yayınları, İstanbul 1998.
  15. Erbil, Gamze; Ali Şimşek. Neo Con Yeni Muhafazakarlık Temel Belgeler ve Eleştiriler, Birinci Basım, Yenihayat Kütüphanesi, İstanbul 2004.
  16. İrem, Nazım; Çınar Özen. “Yenimuhafazakar Amerikan Dış Politikasının Straussçu Temelleri”, (der. Çınar Özen, Hakan Taşdemir), Yenimuhafazakar Amerikan Dış Politikası ve Türkiye (içinde),  2006.
  17. Kurtbağ, Ömer. Amerikan Yeni Sağı ve Dış Politikası, Birinci Baskı, Usak Yayınları, Ankara 2010.
  18. Özen, Çınar; Hakan Taşdemir. Yenimuhafazakar Amerikan Dış Politikası ve Türkiye, Birinci Basım, Odak Yayınevi, Ankara 2006.
  19. Yanardağ, Merdan. Yeni Muhafazakarlar (Neo-cons), Birinci Basım, Chiviyazıları Yayınevi, İstanbul 2004.
  20. Merdan Yanardağ, Yeni Muhafazakarlık Neo-Conlar, 2. Basım, Destek Yayınları, İstanbul 2013.

İdeoloji-II: Ataerkil Düzende Var Olma Savaşı “Feminizm”

Toplumsal yaşamın varoluşundan beridir güçlü olanın önde olduğu bir sosyal düzen söz konusudur. Bu olagelişin en belirgin örneği ise kadınlar ile erkekler arasındaki ilişkidir. Salt kadın-erkek eşitsizliğinden bahsetmek feminizm konusunda dar bir pencereden bakmamıza neden olacaktır. Erkek egemen bir toplumsal yaşamda kadınların sosyal ve kültürel ortak alanda ve ekonomik ve politik kararda yok sayılması ikincil değerde ve önemde bir konuma taşınmalarına neden olmuştur. Günümüzde adından sıkça söz ettiğimiz ideoloji “feminizm” temel olarak bu durumdan ortaya çıkmıştır.

Feminizm Nedir?

Feminizm denince; kadınların kurtuluş, özgürlük, eşitlik çabası ve de kadın haklarına halef olmak için yürüttükleri mücadele anlaşılmaktadır.[1] Feminizm ile ilgili en genel tanımlama kadınların sosyal düzende kendilerine karşı kurulan bakı ve sunulan zor şartlar altında var olma mücadelesinfeminist-e877-7374-c262i siyasal anlamda gerçekleştirme hareketi olarak yapılabilir.[2]

Başlayan eşitlik hareketleriyle birlikte feminizmin bu alanda örgütlenmesi de gerçekleşti. Kadın hareketi olarak pek çok noktada kendi seslerini duyurmaya başlayan kadınlar modern dönemlerde pratikte örgütsel şekilde kampanya, şenlikler, festivaller düzenleyerek varlıklarını ortaya koydular. Ayrıca çeşitli kadın merkezleriyle günümüze kadar uzanmayı da başardılar. Kadın hareketinin ne yazık ki tek çıkmazı kadınların kendi içlerindeki gerçek olmayan hiyerarşi düzeni ve kişisel çatışmalar olmuştur bu durum bir yandan hareketteki kadınların birbirlerine üstünlük kurmalarında etkili olacak düşüncesiyle çalışma ve ilerleme duygusunu arttırırken diğer yandan da karşı mücadelesini verdikleri eşitsizlik, baskı gibi olguların batağına saplanıyorlardı. Yürütülen bazı projeler, kampanyalar bu yeğden askıda kalmaya mahkûm olmuştu.[3]

Bilimsel anlamda kadın hareketinin işlenmesi kadınların öncelikle erkek egemen bilim dünyasına girmesiyle başladı. 1970’li yılların başlarında geliştirilmeye başlanan kadın araştırmaları, üniversitelerde, araştırma merkezlerinde yüksekokullarda yer bulmuştur. Feminizmin bilim kanadında da bulması; kadın hakları adına gerçekleştirilenlerin yanı sıra erkeklerin de sosyal düzende kadınlara karşı olan tavırlarını ve bu duruma kaşı olan durumlarını sorgulamalarını sağlamıştı. Yine de feminizmin hareket ve bilim olarak aralarındaki pratik bağlantısızlık siyasal arenada zayıf kalmalarına neden olmuştur.[4]

 Tarihsel Arka Plan

Kadın haklarının dile getirilmesi ilk kez orta çağda olmuştur diyebiliriz. Bu mücadelenin ilk ismi Venedikli Christine de Pizan’dır. Dönemde kadın düşmanlığı içerikli Gül Romanı’na(Guillaume de Lorris) karşı yazdığı Aşk Tanrısı kitabı feminist hareketin başlangıç noktası sayılabilmektedir.[5]  Tarihi bu kadar gerilere gitmesine ve taleplerle ilgili seslerin yükselmesine rağmen destek bulup hareket haline gelmesi çok zaman almıştır.[6] 17. ve 18. Yüzyılda yaşanan kapitalist gelişmeler sosyal düzende kadınların ikinci plana atılmalarına neden olmuştur. Kapitalist sitemde erkek üretimin birincil varlığı haline gelirken kadın ise ev-ev işleri ile görevlendirilerek üretimin dışında bırakılmıştır. Bununla birlikte kadın-erkek arasında sosyal düzende hissedilen bir eşitsizlik meydana gelmiştir. Yine bu yüzyıllarda ortaya çıkan insan hakları karamı ise kadın bilincinde farkındalıklar oluşturmuştur. İnsan hakları kavramıyla birlikte söylemlerde yer bulan eşitlik, adalet ve özgürlük gibi olgular kadınların sistem ve hayat içinde ötekileştirildiklerini anlamalarını sağlamıştır.[7]

Birinci Dalga Feminizm

Batı toplumlarında Birinci Dünya Savaşı’ndan önce “Birinci Dalga” olarak adlandırılan feminist hareketten söz edebiliriz.[8] Birinci dalganın feminizmin kadın aktivistleri, eğitimli seçkinlerden oluşuyordu. Dayanışmaya dayalı kitlesel hareketin bir lideri yoktu. Toplumsal hayata ve siyasal düzene katılım birinci dalgada en önemli taleplerdi. [9] Bu dönemde zor şartlar altında olsa da mutlaka gerçekleştirilmesi gereken bir örgütlenmeye gidip eylemler ve kampanyalar yaparak haklarını arayan kadınlar Birinci Dünya Savaşı sonunda oy hakkı elde etmeleriyle sonuçlanmıştır.[10]

İkinci Dalga Feminizm

Birinci dalga feminizm belirli yenilikler elde etse de geniş kitlelere yayılamamıştı. 1960’lara gelindiğinde İkinci dalga feminizm daha farklı olarak ortaya çıkmıştır.[11]  Bu yıllarda Simone de Beauvoir eserleriyle feminizmin algılanışını ve amaçlarını dönüştürmeye başlamıştır. Feminist kadınlara feminizmi, kadınların baskı altında ezilmesini ve erkek temelli toplumun kadınlar üzerindeki etkisini açıklamıştır. Kadını ötekileştirilmesinden ziyade erkekten aşağı görülmesini, bunun nasıl gerçekleştiği bağlamında teorik olarak ve buna nasıl duracakları bağlamın pratik olarak açıklamalar getirmiştir.[12]

Belirlenen sorunlar ve ilgilenilmesi gereken konular doğrultusunda feminist hareket kendilerine sosyal, kültürel ve siyasal tavırlar geliştirip bu tutumu tüm kadınlar arasında yaygınlaştırmayı hedeflemiştir.[13]

İkinci dalga feminizm daha örgütsel hareket etmeye çalışmıştır ve hareketi yeniden programlamaya koyulmuştur. Kadın emeğinin yanında cinsel kimliği de erkek baskısı altında yok olmaktaydı ve bu durumu değiştirmek gerekmekteydi. Toplumsal düzeni bu şekilde devam ettiren ve ayakta tutan kişi, kurum ve kuruluşlarla mücadele içince olunması fikri ikinci dalga feminizmin hedefiydi.[14]

Feminist hareket 1968 sonrasında daha geniş bir kitleye yayılmıştır kitlesel olarak genişlemenin yanında liberalizm, radikalizm, sosyalizm gibi ideolojik olarak kendilerine farklı düşünülerin içinde de yer bulabilmişlerdir.[15]

Liberal Feminizm

Kadın haklarının gelişmesinde önemli bir yer tutan liberal anlayış kadının siyasal hayattaki yerinin yok edilmesine ve iş hayatında ötekileştirilmesine karşı çıkmıştır. Kadın varlığının erkek egemenliğinin gölgesinde kalmasını eleştirmiş ve kadının sosyal ve siyasal haklarının öncelikle gerçekleştirilmesini ardında da korunması adına önemli adımlar atmıştır. Liberal feminizmin düşünürleri arasından Mary Wollstonecraf öne çıkmaktadır. Yazdığı yazılarda ve kitaplarda kadınların erkeklerle eşit olduğunu ve kadınların eğitimleri ve kendilerini geliştirme adına yapacaklarını özgürce yapması gerektiğini dile getirmiştir.[16]

Radikal Feminizm

Radikal feminizm için feminizmin en saf hali denilebilmektedir.  Radikal feminizm sorunun köküne inerek haksızlıkları ve eşitsizliği ortadan kaldırmak yerine bu düzene neden olan kaynağı bulmanın peşinden gider. Bulduğu sonuç olarak ise “erkek egemenliği” ortaya çıkar.[17] Esnek gruplarla örgütlenen radikal feministlerde en önemli nokta kadınlardaki bilincin yükseltilmesi ve geliştirilmesidir. [18]

Sosyalist Feminizm

Sosyalizmin temelinden geldiği gibi devletin ve hiyerarşinin tüm kurum ve yapılarının parçalanması gerekir ki kadınların kurtuluşu gerçekleşebilsin.[19] Diğer düşünce yapılarıyla aynı sorunlar tespit edilmiş ve çözüm yolu olarak kökten bir değişim öngörülmüştür. Sosyalizmsiz feminizm feminizmsiz sosyalizmin hiçbir zaman tam anlamını bulamayacağı kabul edilmiştir.[20]

SONUÇ

Ortaya çıkışından itibaren hep aynı sorunun, haksızlığın ve eşitsizliğin düzeltilmesi ve yeni bir düzen oluşturmanın; kadın haklarının sosyal hayatın her alanında kadınlara adil bir şekilde sağlanmasının derdinde olan feminizm hareketi; zaman içinde farklı ideolojilerle de kaynaşarak her kitleye hitap ederek bir taban oluşturmuş olsa da kadın ve kadına ait sorunları –eskisi gibi ağır şekilde yaşanıyor olmasa da- ne acıdır ki yine de tam anlamıyla ortadan kaldıracak bilinç düzeyine kendi kitlesi de dâhil olmak üzere ulaşamamıştır.

Ümran GÜNEŞ

[1] Gisela Notz, Feminizm, Phoenix Yayınevi, Ankara 2012, s.13.

[2] Serpil Çakır, “Feminizm: Ataerkil İktidarın Eleştirisi”, 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler, H.Birsen Örs(der.), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2009, s.416.

[3] Gisela Notz, a.g.e., s.25-28.

[4] Gisela Notz, a.g.e., s.28-32.

[5] Gisela Notz, a.g.e., s.33-34.

[6] Andrew Heywood, Siyaset, Adres Yayınları, Ankara 2007, .s.86.

[7] Serpil Çakır, a.g.m., s.416-417.

[8] Şirin Tekeli, “Birinci ve İkinci Dalga Feminist Hareketlerinin Karşılaştırmalı İncelenmesi”, 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, Ayşe B. Hacımirazoğlu (der.), Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul 1998, s.338.

[9] Şirin Tekeli, a.g.m., s.339-341.

[10] Serpil Çakır, a.g.m., s.418; Şirin Tekeli, a.g.m., s.344.

[11] Andrew Heywood, a.g.e., s.86.

[12] Serpil Çakır, a.g.e., s.435-437.

[13] Gisela Notz, a.g.e., a.75.

[14] Şirin Tekeli, a.g.m., s.341.

[15] Dilek İmançer,”Feminizm ve Yeni Yöneimler”, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Yıl:6 Sayı: 19 (Mayıs-Haziran-Temmuz), Doğu Batı Yayınları, Ankara 2002, s.156.

[16] Dilek İmançer, a.g.m., s.156-157.

[17] Serpil Çakır, a.g.m., s.447-448.

[18] Serpil Çakır, a.g.m., s.454-457.

[19] Daniéle Kergoat (çev.Zeynep Kıvılcım), “Cinsiyete Dayalı İşbölüm ve Cinsiyetin Toplumsal İlişkileri”, Praksis Üç Aylık Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı:20(Maddeci Feminizm), Dipnot Yayınları, Ankara 2009, s.20.

[20] Gisela Notz, a.g.e., s.88-89.

Versay Antlaşması: Almanya’nın Sınırları ve Avrupa İçin Siyasi Hükümler

Versay Antlaşması – Almanya’nın Sınırları ve Avrupa İçin Siyasi Hükümler Çerçevesi Altında Bir İnceleme

Birinci Dünya Savaşı’nın Almanya ve tüm Avrupa için önemli kırılmalar oluşturan sonuçlarından biri de müttefik devletlerin mağlup devletler ile imzaladığı antlaşmalardır. Bunlardan bir tanesi Avrupa’daki dengeyi değiştiren Versay Antlaşmasıdır. Bilindiği gibi bu antlaşmanın getirdiği yükümlülükler özellikle Almanya için çok ağır olmakla birlikte, yürürlüğe girdiği an itibariyle İkinci Dünya Savaşı’na neden olan olaylar silsilesi yaratmıştır. Bu incelemede Almanya’nın savaş öncesi durumu, savaş sırasındaki tutumları ve savaş sonrası durumu ele alınacaktır.

Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı Öncesi Durumu

Alman Birliği kurulmadan önce bu birliğin oluşmasına etki eden olaylardan biri de Fransız İhtilalidir. Önce Fransa’da başlayıp sonra tüm Avrupa’ya yayılan bu milliyetçilik akımı, sanılanın aksine diğer devletler tarafından önemsenmiş bir hareket değildir. Fransa’nın kendi iç meseleleriyle ilgilenip dış politikaya yeterince eğilmemesi diğer devletler için bir fırsat olarak değerlendirilmiştir.  Ancak Fransız İhtilali’nden yankılanan eşitlik, cumhuriyet, adalet gibi söylemler bu durumun değişmesine neden olmuştur.

İlk etapta İngiltere, Prusya ve Avusturya, monarşiye dayalı yönetimin devam etmesi için Fransa’ya saldırmışlardır. 1793-1815 arası dönem Napolyon Savaşları olarak adlandırılmıştır. Napolyon’un Waterloo’da aldığı yenilgi ve sonrasında Nisan 1815’te St. Helen Adası’na sürgün edilmesi ile Fransa’nın saldırgan tutumu son bulmuştur. Sonrasında Viyana Kongresi çalışmalarına başlanılmıştır. Bu kongrenin en önemli sonucu Avrupa siyasi tarihinde bir kırılma meydana getirmiş olmasıdır. Örneğin, Avrupalı güçlerin kendilerini Avrupa’nın düzenleyicisi ve koruyucusu olarak görmeleri ve bunu kabullenerek hareket etmeye başlamalarıdır. Bunu dışında artık dini otoriteler yerine devletlerin tamamen kendi egemenlik ilişkilerinden kaynaklanan bir güç hiyerarşisi oluşmuştur. Artık safi diplomasiden söz etmek mümkündür. Kongrede alınan kararların yaptırımı ise özellikle Batı Avrupa’yı kapsayacak şekilde oluşturulmasından ileri gelen belki de şimdiye kadar siyasi tarihte Avrupa Birliği kararları gibi kapsayıcı bir şemsiye içine alması da önemli sonuçlardan biridir. Kongre ile birlikte egemenler ve egemenlerin alanları yani Birinci Dünya Savaşı’na kadar süregelecek  sınırlar da belirlenmiştir.

Viyana Kongresi sonrası Avrupa haritası
Viyana Kongresi sonrası Avrupa Haritası [1]

Kongrenin amacı Fransa’yı cezalandırmak değil, Avrupa’daki sistem içinde güç unsuru olarak kalmasını sağlamaktır. Bu nedenle de Fransa’nın tekrar hareketlenip saldırılarda bulunmasını önlemek için çember altına alınması ve tampon bölgeler oluşturulması gerekmektedir. Aslında buradaki durum, daha sonra görüleceği gibi Versay Antlaşması sonrası Almanya’sını yaralamak ve sinirlendirmek üzerine kurulmuş bir kongre değildir. Görece daha rehabilite edici bir düzen oluşturmak amacı vardır. Örneğin, haritada da görülebileceği gibi Prusya’ya Ren’in batısından topraklar verilmiştir ve böylece Ren Bölgesinde güçlü bir Prusya oluşturulmuştur. İsviçre ise en başarılı tampon bölge olmuştur. İsviçre’ye eyaletler eklenip tarafız bölge olarak kıtada yerini almıştır.

Kongre’de dikkat çeken önemli bir nokta ise herkesin eşit egemen olduğu kabul edilirken Avrupa’da büyük güçler olarak kabul edilen İngiltere, Fransa, Rusya, Prusya ve Avusturya’nın nihai karar verebilmeleridir. Kongreye davet edilen görece küçük güçler ise daha çok eşitliğin olduğunu göstermek içindir. Bu “Viyana Düzeni” içindeki küçük güçlerin sistemde başat olmalarının önüne geçilmiştir.

Viyana Kongresi’ne dair yapılacak çıkarımlardan bir tanesi uluslararası ilişkilerde oldukça sık kullanılan bir kavram olarak güç dengesi ile açıklanabilir. Bu kavramın pek çok tanımı ve alt başlıkları olmakla birlikte temelde güç hiyerarşisi içinde devletlerin birbirini dengelemeye çalışmasıdır. Bunu kendinden güçsüz gördüğü devlet ya da devletlerle ittifak halinde yapabilir ya da çok kutuplu sistem içinde birlik oluşturarak da yapabilir. Güç dengesi sistemi 18. ve 19. Yüzyıllarda Avrupa’da yaşanan klasik güç dengesi sisteminden esinlenilmiş bir sistemdir.[2] “Güç dengesi” kavramının yerine 1985 yılında Stephen M. Walt’ın ortaya çıkardığı “tehdit dengesi” kavramı getirilmiştir.[3]

Teoriye göre devletlerin davranışları, diğer devletlerden algılanan tehditlere göre değerlendirilir. Bu teori güç ve tehdit arasındaki farka dikkat çekmektedir.[4]Walt’a göre devletler iki nedenden dolayı dengeleme politikası izler: tehdit oluşturan potansiyel hegemonun çok güçlenmeden durdurulması ve tehdide karşı yardım gereksinimi duyan zayıf tarafa katılarak etkinlik alanının artırılmasıdır. Yani güvenlik sorununun merkezinde güç değil tehdit yatmaktadır.[5] Bu teori, devletlerin dengeli davranmaya eğilimli olduğunu savunmaktadır. Dengeleme sadece kapasiteye yani güce karşı değil, başka devletlerden gelen tehditleri de değerlendirmede dikkate alınan dört değişken vardır. Bunlar;

  • Devletlerin toplam gücü(askeri, ekonomik, teknik kapasiteleri)
  • Coğrafi yakınlık (yakındaki devletin uzaktakine göre daha fazla tehlike arz etmesi)
  • Saldırı yeteneği (devletin başka bir devletin egemenliğini tehdit etmesiyle ilişkili olan saldırı-savunma hesabı)
  • Algılanan niyet (saldırgan, revizyonist niyetleri olan devletin iyi niyetli olandan daha tehlikeli olması)

şeklinde sıralanabilir. [6]

Fransız İhtilali’nin oluşturduğu hareketlilik Viyana Düzeninden sonra Avrupa’da çeşitli yankılar oluşturmuştur. İhtilalden sonra dalgalanan liberalizm, nasyonalism, sanayi devrimi gibi devinimler, kilise,monarşi gibi eski otoriter başatlıklarla çatışma

haline girmiştir. Bunların gözle görülür etkilerinin oluşması ise 1830 ve 1848 ihtilallerine rastlamaktadır. Ancak konumuz ile bağlantılı olarak, 1871-1914 yılları arasında İtalyan ve Alman Birliklerinin kurulması ve özellikle Alman İmparatorluğu’nun bir kuvvet olarak sivrilmesi başlıca bir role sahiptir.[7]

Alman Birliğinin oluşturulduğu 1871 tarihine kadar sınırları içinde pek çok prenslik ve şehir devletleri mevcuttur. Bu düzen içinde ise Avusturya(1918’den önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğu olarak adlandırılıyordu) ve Prusya sivrilen iki güç olarak görülmektedir. Ancak Almanya da düşmanı olarak gördüğü Fransa’daki ihtilalden nasibini almıştır. İstenilen ve ele geçen şeyler arasında ne yazık ki büyük bir uçurum vardır. Sadece Almanya’nın güneyinde birkaç prens anayasal düzeni kabul etmek zorunda kalmıştır.[8]Bunun dışında birliğin kurulduğu tarihe gelene kadarki süreç içinde Almanya sanayi devriminin etkisiyle ekonomik ve teknolojik olarak oldukça büyük bir ilerleme kaydetmiştir.

Öyle ki Alman Gümrük Birliği (Zollverein) kurulmuş ve içinde pek çok Alman prensliğini de içine almıştır. Prenslikler ve şehir devletleri arasında gümrük olmayışı Prusya’nın etkili olmasına neden olmuştur. Alman Birliğinin sağlanmasındaki en önemli adım ise 1. Wilhelm’in Şansölye(Başbakan) olarak Bismark’ı getirmesidir. Almanya içinde en çok Prusya’yı güçlü gören ve birlik sağlanacaksa bunun Prusya liderliğinde olması gerektiğini düşündüğü için göreve geldikten kısa bir süre sonra silahlanmaya ve orduyu kuvvetlendirme çalışmalarına başlamışır.

Avusturya’nın rakip güç olarak ortaya çıkması ve sonrasında Avusturya tehlikesinin ortadan kaldırılması ile birlik önündeki önemli bir engel ortadan kalkmıştır. Şimdi tek sorun Almanya’nın güneydeki kısmının da birlik içine dahil olması için yapılması gerekenlerdir. Bu sorunun da Fransa ile aralarındaki olan yakın ilişkiyi kesmesiyle üstü çizilmiştir. İspanya’da patlak veren taht meselesi ile Fransa (3. Napoléon) ve Prusya (1. Wilhelm) Temmuz 1870’te savaşmaya başlamışlardır. Sédan muharebesinde Fransa’nın yenilgisi ile birlikte Prusya Alsas-Loren’i kendi topraklarına katmıştır. Fransa mağlup iken Prusya ise galip devlet olarak 10 Ocak 1871’de Versay Sarayı’nda 1. Wilhelm Kayzer olduğunu ilan etmiştir. Henüz Fransa ile anlaşma imzalanmadan böyle bir şeye girişmiştir. Aralarındaki anlaşma ise Mayıs ayında imzalanacak olmakla birlikte savaş yükü Fransa’ya devredilmiştir – üç yıl içinde 5 milyar Frank ödemeleri, Alsas-Loren’in Almanya’ya bırakılması ve savaş tazminatı ödenene kadar Almanya Fransa’nın kuzey sınırlarını işgal altında tutabilecektir.[9]

Ancak Bismarck Fransa’nın hem yenilgiye hem de havzanın kaybından beslenen öfke ile Prusya’ya saldıracağının farkındadır. Bismarck bu duruma hazırlıksız yakalanmamak için ise müttefik arayışları içinde olup Fransa’yı böylesi bir durumda yalnız bırakmak istemektedir. Bundaki temel amacı “Bismarck’ın korkusu/kabusu” olarak adlandırılan iki cepheye bölünmemek kaygısı vardır. Buna neden olacak durum ise Fransa’nın Rusya ile müttefik olmasından ileri gelmektedir.

Kayzer 1. Wilhelm’in vefatı ve Bismarck’ın istifasından sonra Almanya içinde hareketlenen taşlar gediğine henüz yerleşemeden 2. Wilhelm’in Kayzer oluşu hem iç hem de dış politikayı etkilemiştir. Örneğin 1.Wilhelm Almanya İmparatorluğu’nun hiçbir yen toprak talebi olmayacağını, bundan sonraki güçlerini içerideki kalkınmaya vereceklerini belirterek; “Yeni Almanya … Avrupa barışının güvenilir bir elemanıdır. Çünkü geniş topraklarda kendi düzenini kurması için fırsat yaratması gerektiğinin bilincinde ve kudretindedir.”[10]

1. Wilhelm döneminde Bismarck’ın Fransa’yı müttefiksiz bırakma politikası ilk olarak Avusturya ile başlamıştı. 1872 yılında Almanya, Rusya ve Avusturya arasında 1. Üç İmparatorlar Antlaşması yapılmıştır. 1873 yılında ise Almanya’nın Fransa’dan çekilmesi ile de Fransa’nın güçlenmeye başlaması yeni bir Almanya-Fransa savaşını doğuracaktır.  Almanya ise Fransa’nın militarist olarak güçlendiğinin farkındadır ve buna “önleyici savaş doktrini” ile hazırlanmaktadır. Önce kamuoyu tepkisini arkasına almak istemekte ve yayınladığı haberlerle Fransa’nın tepkisini ölçmektedir.

Fransa ise bunlara geri adım atmamıştır. Bunun üzerine de Bosna-Hersek’te ortaya çıkan kriz, Rusya ile ilişkilerin bozulması ile belki de 1. Dünya Savaşı’nın temellerinin atıldığı dönemece girilmiştir. Daha sonra yine aynı devletler arasında imzalanan  2. Üç İmparatorlar Antlaşması sonrasında yerini Üçlü İttifak’a bırakmıştır. Bismarck’ın temel amacı hala Fransa’yı izole ederek onu kendi köşesinde bırakmaktır.

2. Wilhelm ile Almanya’nın politikası daha saldırgan ve revizyonisttir. Oluşturulan sömürge politikaları, Afrika ve Pasifik pastalarından pay alma isteği ve bunlar için yapılan mücadeleler politikaları oluşturmaktadır. Bu politika içinde ise donanma önemli bir yere sahiptir. Ancak bu güçler içindeki sömürgelere dayalı çekişmeler ve Alman politikası Almanya’yı beklemediği bir duruma sokmaktadır.

Öncelikle İtalya ile Avusturya arasındaki sorunlar ve sonrasında İtalya’nın ittifaktan ayrılması; yıllarca sömürgeler için çeşitli tartışma ve çatışma içinde olan İngiltere-Fransa ilişkisinin görece normalleşmeye başlaması dengelerin Almanya aleyhine dönmesine neden olmuştur.

1.Dünya Savaşı öncesinde ise Almanya’nın donanma yarışması, Rusya ile Avusturya arasındaki Balkan çatışmaları, aşırı derecede silahlanma durumu ve savaşın başlangıç noktasını oluşturacak Sırp hareketi savaş atmosferini yaratan temel dönüm noktalarıdır.

I.Dünya Savaşı (1914-1918)

Savaş, 28 Haziran 1914’te Avusturya- Macaristan veliahtı Franz Ferdiand ve eşi Sophie’ye düzenlenmiş olan suikast ile başlamıştır. İtilaf devletleri ve İttifak devletleri arasında pek çok cephede 4 yıl süren bir savaştır. Savaşın beklenilenden uzun ve maliyetli olması savaşı çıkmaza sokarken, cephelerin genişlemesiyle içinden çıkılamaz düzeye gelmesine neden olmuştur. Muharebeler karada, denizde ve ilk defa havada gerçekleşmiştir. Nisan 1917’de ABD’nin savaşa girmesi durumu İtilaf devletleri lehine çevirmiştir.

Savaş yorgunu olmayan askeri birlikler ve daha atak olan askeri teçhizat bu yönde bir evrilmeye neden olmuştur. Bu durum çok uzun süremedi, çünkü Ekim 1917’de Rusya’da patlak veren ayaklanma ve bir süre sonra Bolşevikler ve Lenin ile Çarlık Rusya’sında Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin kurulması ile dikkatler Rus coğrafyasına kaymaya başlamıştır. 1918 yılına bakıldığında ise Almanya Bolşevik Rusyasında başarı elde ederken yaz aylarında da Paris’e girmiştir. Ancak Lenin’in Rusya’daki iç karışıklık ve sonrasında Mart 1918’de imzalanan Brest-Litovsk Antlaşması ve İtilaf devletlerinin Almanya’daki taarruzu bastırmasıyla Kasım 1918’de Almanya ile yapılan ateşkes itibariyle savaş son bulmuştur.

I.Dünya Savaşı Sonrası Almanya’nın Durumu

Almanya İmparatorluğunun 1914 sınırlarıAlmanya İmparatorluğunun 1914 sınırları [11]

Ateşkesin ilanından sonra 2. Wilhelm Kayzerlikten ayrılmıştır. Yerine 11 Şubat 1919’a kadar Friedrich Ebert geçici hükümeti kurulmuştur. Aslında kendisi Şansölye’dir ancak o sıfatla anlatılan bir dönem olmamıştır. Sonrasında ise devletin başkanı sıfatı ile Weimar Cumhuriyeti Dönemi olarak adlandırılan Şubat 1925’e kadarki kırılgan dönemin başkanı olmuştur. Yeni sistemin Almanya içinde yarattığı gerginlik ve oturmamışlık durumu, Versay Antlaşması’nın iyiden iyiye kendisini ülke içinde hissetmesi, artan işsizlik ve otoriteye olan özlem neticesinde milliyetçi sağa doğru meyillenen halk ve bu durumdan faydalanan Nazi ve Adolf Hitler ve onların ihtirasının bizi 2. Dünya Savaşına kadar götürecek olan yolda temel dinamikler olduğunu göz önüne almamız gerekmektedir.

Paris Barış Konferansı’nda bütün temel kararları alan “4 Büyükler” (soldan sağa, David Lloyd George, Vittorio Emanuele Orlando, Georges Clemenceau, Woodrow Wilson)
Paris Barış Konferansı’nda bütün temel kararları alan “4 Büyükler” (soldan sağa, David Lloyd George, Vittorio Emanuele Orlando, Georges Clemenceau, Woodrow Wilson) [12]

Yukarıda da bahsedildiği gibi ateşkesten sonra savaş bitmiş ve Barış Antlaşmaları için çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. Bu süreci oluşturan ilk adım Paris Barış Konferansı’dır. Bu konferans 32 devletin temsilcisinin katıldığı ve 18 Ocak 1919’da başlayan bir konferanstır. Konferansın nihai karar vericileri Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya’dır.[13] Bu devletlerin de içinde olduğu “Onlar Konseyi” ise İngiltere ve Fransa konseyin baskı unsuru ve karar-vericisi durumundadır.

1918’de ABD Başkanı W. Wilson ise yayımladığı 14 madde ile birlikte savaş sonrası kararların alınması, uygulanması gibi barışa giden aşamalarında oluşturulacak olan bir Milletler Cemiyeti tüzüğüne bağlı kalınmasını istemektedir. Milletler Cemiyeti’nin önemi sadece Avrupa’nın değil, dünyadaki diğer kıtalardaki devletlerin de içinde olduğu ve barış zamanında kurulan ilk uluslararası örgüt olmasından ileri gelmektedir. Ancak cemiyetin ömrü çok uzun olmamakla birlikte 1939 yılında 2. Dünya Savaşı başlamak üzereyken kimse cemiyete haber vermemiştir ve savaş sonrası da oluşturulan Bileşmiş Millet’e yetki devrini yapıp miadını tamamlamıştır.

Uluslararası ilişkileri kürsüye taşıyan ve liberalizmin kurucu olarak addedilen ve ABD’nin tek akademik temeli olan başkanı Wilson’ın oluşturduğu prensipler, Amerikan dış politikasının bir yansıması olmakla birlikte 14 maddeye ilişkin olarak dünya barışını sağlayacak bir Milletler Cemiyeti’nin kurulmasına ilişkindir. Ancak 1919’da galip devletler tarafından kurulan bu kuruluş uluslararası eşitliğin ve barışın gözetilmediği, Doğu toplumlarına karşı ise diplomatik baskı ve müdahalenin örgütlendiği bir merkeze dönüşmüştür. [14]

Wilson’ın Milletler Cemiyeti’ni oluşturmaya çalıştığı zaman diliminde Versay toplantılarında Avrupalı devlet başkanlarına göre daha pasif konumda olduğu bir gerçektir. Hatta toplantılara iştirak eden Çek lider Thomas Masaryk bile Wilson’un kurtlar sofrasında olduğunu ve Avrupalı liderlere dikkat etmesi gerektiğini söylemiştir.[15] Böyle bir durumda iken Wilson’ın çok önem verdiği Milletler Cemiyeti’nin etkili olmaması ve kendi dış politikasını dikte etmeye çalışması Wilson’ın başarısızlığı olarak görülmektedir. Kaldı ki, Wilson Amerika’ya döndükten sonra cemiyet içinde özellikle Fransız etkisinin hissedilmesi ise uluslararası eşitliği savunan bir organizasyonda iplerin herkese eşit oranda düşmediğini ve egemen devletlerin birkaç ufak manevra ve etkileyicilikle cemiyeti kendi politikalarına alet edebildikleri görülmektedir.

Milletler Cemiyetinin oluşumuna beklenmeyen bir destek ise Almanya’dan gelmiştir. Alman halkı da tıpkı hükümetleri gibi barış ve daha iyi yaşam şartları oluşturmak inancıyla, hür ve eşit milletlerin savaş sonrası adil bir barış için birleşmeleri fikrini kuvvetle desteklemiş ve Milletler Cemiyeti’ne katılmak için büyük bir çaba sarf etmiştir.[16] Ancak bu durum Avrupalı devletleri mutlu etmekten ziyade aksine rahatsız etmiştir.

Wilson’ın Amerika’ya dönmesinden sonra hem Senato içinde hem de kamuoyunda Milletler Cemiyeti ve genel olarak ABD politikasına dair olumsuzları gidermek için çalışmalara başlamıştır. Ancak Senatodan Milletler Cemiyeti sözleşmesi geçememiştir. Bunun nedeni ise Senato’daki tartışmalarda Milletler Cemiyeti kuruluş nizamnamesinin onuncu maddesi en fazla gündemi işgal eden konu olmuştur.[17] Neden olarak da Amerika hiçbir ülkenin toprak bütünlüğünü ve politik bağımsızlığını korumak ve kollamak için yükümlülük altına girmek istememektedir. Böylece Monroe Doktrini’ninden biraz kafasını çıkarmış bir ABD, her zamanki yerinde kalmayı tercih etmiştir. İlginçtir ki günümüzde hamiliğe soyunan bu devletin ve Birleşmiş Milletlerde aktif olup onu en çok kullanan devletlerden biri olarak, o dönemde Milletler Cemiyeti gibi kuruluş amacı sağlıklı olan bir sözleşmenin senatodan geçmemesi nasıl anlaşılmalıdır?

         Versay Antlaşması

Almanya’nın Versay Antlaşması sonucu iade ettiği yerler
Almanya’nın Versay Antlaşması sonucu iade ettiği yerler [18]
  1. Alsace-Lorreine: Fransa’ya verilmiştir.
  2. Saar Bölgesi: Fransa ve Almanya arasında yapılacak olan plebisitten sonra bölgenin kime ait olacağına karar verilecek ve bölgenin hakimiyeti 15 yıl süre için Milletler Cemiyeti’ne verilecek.  Bu süre boyunca bölgeden çıkarılan kömür Fransa’ya gönderilecektir.
  3. Eupen/Malmedy: Belçika’ya verilmiştir.
  4. Ruhr Bölgesi: Alman askerlerinin olmadığı alan. Ruhr’un batısı müttefik kuvvetler askerleri tarafından 15 yıl işgal altında kalacağı ve havzanın 50 mil doğu şeridinde Alman askeri birliklerinin ve kalelerinin konuşlanamayacağı bölge.
  5. Schleswig: Danimarka’ya iade etmiştir.
  6. Batı Prusya: Şimdiki adı Poznan olan Prusya vilayetlerinin çoğu ve Prusya,Polonya’nın bölüştürülmesinde(1772–1795)ilhak ettiği yerleri geri teslim etmiştir.
  7. Danzig: Baltık Denizindeki Vistula Nehri deltasında stratejik açıdan önemli olan Danzig Limanı FreieStadtDanzig olarak Almanya’dan ayrılmıştır.
  8. Doğu Prusya:  Doğu Prusya’nın kuzeydeki kısmı daha sonra Litvanya tarafından ilhak edildi.
  9. Silezya: Yukarı Silezya’nınHultschin bölgesi bir plebisit olmadan Çekoslovakya’ya devredildi.
  10. Avusturya’nın Almanya ile birleşmesi yasaklanmıştı.
  11. Almanya tüm kolonilerini kaybetti. [19]

Almanya, savaş sonrası mağlup olmuş bir güç olarak bu antlaşmayı imzalamaktan başka seçenek bırakmayan müttefik devletlerin baskısı ile antlaşmayı kabul etmek zorunda kalmıştır. Antlaşmanın maddeleri Almanya’nın kendisine olan güvenini, kolonilerini kaybetmesine; ekonomik krize girmelerine, onarım bedelini ödeyecek maddi durumunun olmamasına ve ekonomisini yeniden inşa edememesine neden oldu.

Böyle bir durum içinde ise Hitler’in açtığı ya da politik durumun Hitler’e açtığı yol, ekonomik kriz, hiperenflasyon, her yerde artan işsizlik, toprak hırsı, self determinasyonun vermiş olduğu bölünmüş milliyetçiliğin birleşmesi arzusu gibi 2. Dünya Savaşı’nı patlak vermesine neden olan düzensizliğin tohumlarının ekildiği bir dönemin sonucudur. Almanya üzerine bu kadar çok gidilmesi, Almanya’nın mağlup bir devlet olsa da rehabilite edilmesi gerekilirken onu yaralama ve intikam alma amacı sadece Almanya’yı değil tüm dünyayı etkileyen neden olaylar silsilesine ve en önemlisi yeniden topyekûn bir “Dünya” savaşına girilmesine neden olmuştur.

Fransız asker ve savaş teorisyeni olan Mareşal Ferdinand Foch, Almanya üzerindeki yaptırımları çok hoşgörülü bulduğunu söylemektedir: “ Bu barış değildir. 20 yıllık bir ateşkestir.” sözüyle düşüncesini deklare etmiştir. [20] Versay Antlaşması süresince Amerika, İngiltere ve Fransa’nın istekleri birbiriyle uymuyordu. Amerika daha yeni bir uluslararası düzen vizyonundayken İngiltere eskisi gibi denizlerde hâkim olan bir emperyal düzen ile devam etmek istiyor; Fransa ise Almanya’yı kendisinden aşağıda tutmayı hedefliyordu. Mağlup devletlere ve özellikle Almanya’ya karşı olan bakış açıları ise topraklarını genişletmek üzerinden olmuştur.

Barışın kısa süreli olmasına neden olan önemli bir kırılma etkeni ise self-determinasyon ilkesi ve etnik azınlıkların varlığıdır. Self-determinasyon ilkesi Fransız devrimin getirmiş olduğu bir ideoloji olması nedeniyle yeni olan bir durum değildir ancak Versay Antlaşması içinde Almanya’nın sınırları söz konusu olduğunda pek çok Alman milliyetinden olan kimseler yeni sınırlara sahip olan Almanya dışında kalmıştır.

Antlaşma maddelerinden en bilindik olan 321. Madde, Almanya’nın savaştan sorumlu tutulduğuna dair maddedir. Almanya ve Avusturya ağırlıklı olmak üzere dar diplomatik anlayış içinde açık bir şekilde Almanya Rusya’nın kapısını tıklattığı için, Avusturya ise Sırbistan’ın kapısını tıklattığı suçlanmışlardır. 235. Madde ise onarım ile ilgili olan maddedir. Almanya’nın ödemesi gereken tutar 132 milyon mark olarak belirlenmiştir. [21]Bunun dışında savaş süresince sivillerin ve askeri kayıpların bedelini de mal veya hizmetler karşılığında ödenmesi beklenmektedir.[22]Savaş mağlubiyeti, toprak kayıpları, ticaretinin yok edilmesi, halkının bir kısmının sınır dışında kalması, ödenmesi imkânsız onarım bedeli ve dayanılmaz baskı devamında pek çok sancılı süreci ortaya çıkarmıştır.

Almanya üzerine yapılan baskı iç politikada siyaset yapabilmek için önemli bir koz haline gelmiştir. Savaş yorgunu insanlar için Almanya’nın ödeyeceği onarım bedelinin herkesi refaha ulaştıracağı, savaş yaralarını daha kolay dinlendireceği üzerinden yapılan popülist siyaset öyle ya da böyle, Almanya’dan intikam almak isteyen Fransa ve İngiltere’de kamuoyunu da arkaya alması ve iç siyasetlerinde başarı anlamına gelmektedir. Bu yüzden de Almanya üzerinde baskıya devam etmişlerdir.

Savaş sonrasında ekonomik sıkıntı yaşayan tek ülke Almanya değildir. Galip devletlerin ticaret yapmaktan çekinmesi ekonomiyi olumsuz yönde etkilemiştir. Almanya ise sürekli para basma yoluna gidiyordu. 1923 yılına gelindiğinde ise Reicshbank’ın döviz kurları gibi şeyleri takip etmeyip sadece bankanın para likidite etmesi gerektiği yönündeki yaptırımları da enflasyonun hiperenflasyona dönme sebebini oluşturmaktadır. Bunun dışında İngiltere ve İngiltere’nin baskısıyla Fransa, uluslararası bir komitenin Almanya’nın tazminatları ödeme kapasitesini saptamasını ve savaş tazminatının buna göre yeniden düzenlenmesini kabul etmek zorunda kalmıştır. İlk olarak Dawes Ödeme Planı (1924) Almanya’ya 4 yıllık bir ödeme planıyken sonrasında işlevli olmamıştır. Daha sonrasında ise Young Planı oluşturuluyor ancak 1929 Buhranı yüzünden bu da işleyememiştir. 1932 yılında ise ABD Başkanı Hoover’ın Moratoryumu da fayda etmiyor. En sonunda ise Almanya’nın toplamda 750 milyon dolar ödemesi ile tüm borçlarının kapanacağı söylenmiştir. Yıllarca eziyet içinde bulunan durum böylelikle sona ermiş olmaktadır.

1925 yılında ise Almanya – Fransa ilişkilerini görece normal seviyeye ulaştıran Locarno Antlaşmaları imzalanmıştır. Bu antlaşmaların temeli Fransa’nın güvenliğini sağlama çabalarından ileri gelmektedir.

Locarno’da soldan sağa, Gustav Stresemann, Sir Austen Chamberlain, Aristide Briand
Locarno’da soldan sağa, Gustav Stresemann, Sir Austen Chamberlain, Aristide Briand [23]

Takvimler 1933 yılına geldiğinde ise barışın son kırıntılarının da ortadan kaybolacağı Hitler’in Başbakan seçilmesi ile Avrupa dengesi yine değişime uğrayacaktır.  Hitler’in revizyonist politikaları ise ona halk nezdinde özlemi duyulan bir otorite boşluğunun Hitler ile doldurulmasına ve sağ kanat milliyetçiliğinin artmasına neden olmuştur. Üstelik Hitler’in 1933-39 yılları arasında ekonomik olarak yaptığı atılımlar 1939 yılında mucizevi bir şekilde işsizliğin olabildiğince azalmış olmasına neden olmuştur.

Aylin ERDOĞAN

KAYNAKÇA:

  1. Serhat R. Saru, Viyana Düzeninin Kurulması: Tarihsel Olarak Uluslararası Sistemin Evrimi, Yüksek Lisans Siyasi Tarih Vize Projesi, İstanbul, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2003, s.12
  2.  Tayyar Arı, Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika, Bursa, MKM Yayıncılık, 2011, s.155
  3. Ainur Nogayeva, “Orta Asya’da ABD, Rusya ve Çin: Stratejik Denge Arayışları”, USAK Yayınları, Orta Asya ve Kafkasya Serisi, Sayı:7, s.39
  4. Thomas Gangale, “Alliance Theory: Balancing, Bandwagoning, and Détente”, http://ops-alaska.com/publications/2003/2003_AllianceTheory.pdf (Er Tarihi: 20.05.16)
  5. Ainur Nogayeva, “Orta Asya’da ABD, Rusya ve Çin: Stratejik Denge Arayışları”, s.39
  6. Stephen M. Walt, “Testing of AllienceFormation: The Case of SouthwestAsia”, International Organization, Cilt: 42, Sayı:2, 1988, s.282
  7. Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Genişletilmiş 11. Baskı, s.19
  8. Yunus Kobal, “Birinci Dünya Savaşı Öncesinde Almanya”, Ankara, Gece Kitaplığı, 2000, s. 32
  9. Uluslararası İlişkiler Tarihi (Diplomasi Tarihi), Çeviren: Atilla Tokatlı, Evrensel Basın-Yayın,2000, Cilt:1
  10. Yunus Kobal, Birinci Dünya Savaşı Öncesinde Almanya, s.32
  11. http://www.nzhistory.net.nz/files/documents/waw-maps/German_Empire_final.pdf (Er.Tarihi: 22.05.2016)
  12.  https://en.wikipedia.org/wiki/Paris_Peace_Conference,_1919 (Erişim Tarihi: 21.08.2016)
  13. Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, s.80
  14. Ufuk Özcan, “Wilson Prensipleri Üzerine”, http://tjs.istanbul.edu.tr/wp-content/uploads/2016/01/13326-29946-1-SM.pdf   Er. Tarihi: 19.06.2016)
  15. Vedat Gürbüz, “Bir İdeal, Bir Amerikan Başkanı ve Onun Başarısızlığı: Başkan WiIson ve Milletler Cemiyeti”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Mayıs-Kasım 2002, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/45/816/10349.pdf (Er. Tarihi:19.06.2016), s.93
  16. A.g.e  s.93
  17. A.g.e  s.94
  18. Paris Peace Conference 1919-1920: Results, http://www.ssag.sk/files/Paris-Peace-Conference.pdf (Er. Tarihi: 20.05.2016)
  19. A.g.e  s. 2-3
  20. A.g.e., s.3
  21. Vladimir Moss, “Versailles Treaty”, https://www.academia.edu/19284187/THE_VERSAILLES_TREATY (Er. Tarihi: 20.05.2016)  s.11
  22. Ken Oziah, “TheTreaty of Versailles and the Road the Hitler” https://www.academia.edu/1830319/Treaty_of_Versailles_The_Road_to_Hitler (Er. Tarihi:20.05.2016)  s.5
  23. https://global.britannica.com/event/Pact-of-Locarno  (Erişim Tarihi: 21.08.2016)
  24. Ainur Nogayeva, “Orta Asya’da ABD, Rusya ve Çin: Stratejik Denge Arayışları”, USAK Yayınları, Orta Asya ve Kafkasya Serisi, Sayı:7
  25. Fahir Armaoğlu, Yüzyıl Siyasi Tarihi, Genişletilmiş 11. Baskı
  26. Ken Oziah, “TheTreaty of Versailles and the Road the Hitler” https://www.academia.edu/1830319/Treaty_of_Versailles_The_Road_to_Hitler (Er. Tarihi:20.05.2016)
  27. Paris Peace Conference 1919-1920: Results, http://www.ssag.sk/files/Paris-Peace-Conference.pdf(Er. Tarihi: 20.05.2016)
  28. Stephen M. Walt, “Testing of AllienceFormation: The Case of SouthwestAsia”, International Organization, Cilt: 42, Sayı:2, 198
  29. Tayyar Arı, Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika, Bursa, MKM Yayıncılık, 2011

Lübnan ve İran Arasındaki İdeolojik Yakınlaşmanın Tarihsel Kökeni

Lübnan ve İran Arasındaki İdeolojik Yakınlaşmanın Tarihsel Kökeni

Lübnan ve İran arasındaki ilişkiler Şii ideolojisi çerçevesinde gelişme göstermiştir. Lübnanlı Şiilerin bir kısmı İran kökenlidir. Lübnan’da bulunan Şii ulemalar, birçok Sünni İranlının Şii olmasında etkili olmuştur. 16. yüzyılda İran’da başlayan Safevi hâkimiyeti sonrası, Şiiliğin resmi din olmasıyla birçok Lübnanlı Şii ulema Safevi Devleti’nde yüksek makamlara getirilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgeye hâkim olmasıyla Şiiler geri plana atılmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından istediği haklardan mahrum bırakılması Şiileri radikalleştirmiştir.

Lübnan topraklarında yaşayan Şiileri bir araya getiren isim İmam Musa el-Sadr olmuştur. 1928 yılında İran’ın Kum kentinde doğan el-Sadr, dini eğitiminin büyük bölümünü burada tamamlamış; ardından Irak’ın Necef kentine geçmiştir.[1] 1958 yılında İran’dan ayrılarak Lübnan’a giden Sadr, Lübnanlı bir kadınla evlenmiştir. 1963 yılında Şah’ın İran halkının ayaklanmasını eleştirdiği için vatandaşlıktan çıkarılmıştır. Sadr, aynı yıl Lübnan vatandaşı olmuştur.[2]

1967’de Yüksek Şii İslam Konseyi’ni kuran Sadr, daha sonra Mahrumlar Hareketi’ni kurmuştur. İsrail direnişini örgütlemek için Mahrumlar Hareketi’nin siyasal kanadı Lübnan Direniş Örgütleri’ni (EMEL) oluşturmuştur.[3] Hizbullah’ın kuruluşunda EMEL içinde yer alan kişilerin etkinliği vardır. Muammer Kaddafi tarafından Libya’ya davet edilen Sadr, 31 Ağustos 1978’de ortadan kaybolmuştur.

1979 İran İslam Devrimi’nin ardından Lübnanlı Şiiler, İran İslam Devrimi ile dayanışma komiteleri kurarak devrimi gerçekleştiren yönetici kadroyla iletişime geçmişlerdir. Üçü Bekaa bölgesindeki ulemadan, üçü İslami komitelerden, üçü EMEL Hareketi’nden olmak üzere dokuz kişi, üzerinde anlaştıkları metni İran’ın dini lideri Ayetullah Humeyni’ye iletmişlerdir. Belgenin onaylanmasıyla binden fazla devrim muhafızı, EMEL militanlarını eğitmek için Lübnan’a gönderilmiştir. Humeyni, Lübnan’ın kendilerinden farklı olmadığını söylemiş, Lübnan’ı İran’ın bir parçası olarak görmüştür.

Musa Sadr’ın kurduğu EMEL içinden ayrılarak ortaya çıkan Hizbullah’ın anlamı, Allah’ın partisi, taraftarları anlamına gelmektedir. Ülke içinde Hizbullah’ın destek görmesinin nedenleri arasında Şiilerin devletin imkânlarından mahrum bırakılması ve ülkedeki güvenlik zafiyeti gösterilebilir.[4]

Hizbullah’ın ortaya çıkmasındaki en önemli etkenler, İsrail’in Filistin’i işgali ve 1979 İran Devrimi’dir. Humeyni, İran’ın dış politikasını İsrail ve ABD karşıtlığı üzerine temellendirirken, devrim ihracı nedeniyle Irak ve Lübnan’daki Şiilerle ittifak kurulmasını kararlaştırmıştır.[5] İran, İsrail ile Lübnanlı Şiiler ve ABD ile Iraklı Şiiler kanallarıyla manevra alanı oluşturmaktadır. İran’ın 1979 devrimiyle ABD, İsrail ve Irak ile ilişkilerin bozulması, İsrail karşıtı politika izleyen Suriye ile ilişkilerine olumlu yansımış, İsrail’in Lübnan’ı işgali sırasında iki ülke arasında stratejik işbirliği oluşmuştur.[6] İran, güvenlik ve devrim ihracı nedeniyle Suriye ve Lübnan’ı içine alacak şekilde Şii bloğu oluşturmak istemektedir.[7]

6 Temmuz 1982’de İsrail’in Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) tehdidine karşı Lübnan’ı işgal etmesi, Şiilerin Lübnan’daki etkileri açısından bir dönüm noktası olmuştur. FKÖ güçlerinin baskısıyla yaşayan Şiiler, İsrail’in işgaline tepki göstermemişler, ancak İsrail’in Lübnan’da işgal bölgesi kurması Şiilerin saldırgan bir tutum izlemelerine yol açmıştır. 11 Kasım 1982’de İran devrimini referans alan Ahmed Kassir’in İsrail’in askeri karargahına düzenlediği saldırı Şii direnişinin başlangıcını oluşturmuştur.[8] Ardından EMEL’den ayrılarak kurulan EMEL İslam ve İslami Direniş gibi örgütler, İran’ın desteğiyle Hizbullah adı altında birleşmişlerdir.

Batılı devletlere karşı intihar saldırılarının artması üzerine önce İtalya, ardından Fransa ve İngiltere askerlerini çekmiştir. ABD’nin de askerlerini Lübnan’dan çekmesiyle Cumhurbaşkanı Emin Cemayel, Suriye ile ilişkilerini geliştirmeye başlamıştır. İsrail, asker sayısını arttırsa da, İran ve Suriye destekli Şii direnişi kontrol edilememiştir. 1985 yılında İsrail, işgal altında tuttuğu bazı bölgelerden çekilme planını kabul etmiştir. Bu geri çekilme, Hizbullah hareketinin başarısı olarak değerlendirilmiştir.

Hizbullah ile İran İslam Devrimi’ni yakınlaştıran sebeplerden biri; Velayet-i Fakih’tir. Şii literatürde Velayet, imamların iktidarda olmalarının ve toplum üzerinde hükümet kurma haklarının kabulüdür. Buna göre, İmam Humeyni rehber imam olarak kabul edilmiştir.

Dokuzlar Komitesi’nin önerdiği ilk isim Lübnan İslami Hareketi olurken, parti ismi önemsenmemiş ve “İslami Direniş” üzerinde karar kılınmıştır. 16 Şubat 1985’te “Açık Mektup” ile örgüt, siyasal bir kimliğe bürünmüş ve tüm Lübnan’ı kapsaması için ismi Hizbullah olarak değiştirilmiştir.[9]

Hizbullah isminin fikir babası, Molla Muhammed Gaffari’dir. İran’da şah rejimine karşı çıkan Gaffari, hapishanede kaldığı yıllarda yazdığı mektuplarda tek parti olduğunu, onun da Allah’ın partisi olduğunu savunmuştur.

Aynı bölgede faaliyette bulunan EMEL ve Hizbullah arasında, EMEL militanlarının Filistinli mülteci kamplarına saldırması nedeniyle sürtüşme başlamıştır. Güney Beyrut’ta faaliyet gösteren Hizbullah-EMEL arasındaki sürtüşme, 1988’de çatışmaya dönmüş, EMEL bölgeyi terk etmek zorunda kalmıştır.[10] Hizbullah ise, sadece silahlı bir direniş örgütü olmaktan çıkıp, siyasal bir kimlik oluşturarak 1992 yılında yapılacak parlamento seçimlerine katılma kararı almış, Velayet-i Fakih sıfatıyla İran’da bulunan dini lider Ali Hameney’den fetva alınmıştır. Hizbullah katıldığı ilk seçimde, on iki milletvekili çıkarmıştır.

Hizbullah’ın ülkede etkinlik kazanmasında Şiilerin sosyal, siyasi, finansal anlamda geri kalmışlıkları, Lübnan ordusunun etkisizliğinden kaynaklanan güvenlik zafiyeti ve Hizbullah’ın direniş örgütü olmasının yanında sivil toplum kuruluşu olarak da hareket etmesi rol oynamıştır. İran’ın Hizbullah’a askeri desteğin yanında yıllık 100 milyon dolarlık yardımının Güney Lübnan’da sosyal faaliyetler için kullanılması halk arasında popülerliğini arttırmıştır.

1988 yılında Cumhurbaşkanı Emin Cemayel’in Müslümanlara ayrılan başbakanlık makamını Maruni olan Michel Aoun’u ataması Müslümanlar ile Hıristiyanları karşı karşıya getirmiştir. Krizin derinleşmesi üzerine Suriye konuyu Arap Birliği’ne taşımış, 1989’da Suudi Arabistan’ın Taif şehrinde varılan mutabakat Müslümanlar lehine olmuş, Şiiler meclisteki konumlarını güçlendirmiştir.

Taif Anlaşması sonrasında Hizbullah ile İsrail askerleri arasındaki çatışmalar artmıştır. 1991 yılında Hizbullah Genel Sekreteri Abbas Musavi’nin İsrail saldırılarında öldürülmesi üzerine Hizbullah saldırılarını İsrail’deki yerleşim yerlerine yoğunlaştırmıştır. 1992 yılında ölen Musavi’nin yerine Hasan Nasrallah genel sekreter olmuştur.

1999 yılına kadar Lübnan’da asker bulunduran İsrail’e karşı, Lübnan Devleti Hizbullah desteğiyle birçok saldırı gerçekleştirmiş, üst düzey rütbeli birçok İsrail askeri öldürülmüştür. İsrail, Mayıs 2000’de Lübnan’dan çekilmiştir.

İsrail’in çekilmesinin ardından Suriye’nin de ülkedeki varlığı sorgulanmaya başlamıştır. 2005 yılında Suriye karşıtı olarak bilinen Refik Hariri’nin suikast sonucu hayatını kaybetmesi Suriye karşıtı gösterileri arttırmıştır. Suikastın ardından Lübnan, Suriye karşıtı 14 Mart koalisyonu ve Hizbullah’ın da yer aldığı Suriye yanlısı 8 Mart koalisyonu olarak ayrılmıştır. 2005 seçimleri yaklaşırken Suriye, baskılar sonucu Lübnan’dan çekilmiştir. 2005 seçimlerinde EMEL ve Hizbullah 35 milletvekili çıkartmışlardır.[11]

2006 yılında Hizbullah’ın İsrail sınırları içerisinde kalan yerlere saldırması ve üç İsrail askerini öldürüp iki askerini de rehin alması, İsrail’in Lübnan’a operasyon düzenlemesine neden olmuştur.[12] Hizbullah’ı yok etmek amacıyla başlayan savaştan sonuç alınamamıştır. 14 Ağustos’ta Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı ile savaş sona ermiştir.[13] Savaşın ardından Hizbullah’ın Lübnan’daki etkisi artmıştır. Nasrallah, bunu Arap tarihindeki ilahi bir zafer olarak değerlendirmiştir.[14]

Arap Baharı’nın Suriye’ye yayılması üzerine Hizbullah, Esad rejimini desteklemiştir. Bunun sebebi ise Şiilik faktörü olmamıştır. Hizbullah’a İran tarafından yapılan yardımda Suriye’nin transit ülke olması ve Esad rejiminin düşmesiyle İran’ın tehlikeye düşeceği endişesi, Hizbullah’ın Suriye rejimini desteklemesine neden olmuştur.

Samet ŞEN

KAYNAKÇA:

  1. Abdurrahim Ebuzeri, Lübnan’da Direnişin Mimarı İmam Musa Sadr (çev. Sedat Baran), Feta Yayıncılık, İstanbul 2012, s. 11- 14.
  2.  Joseph Alagha, Silahlı Mücadeleden İktidar Partisine Hizbullah (çev. Kadriye Göksel), Doğan Kitap, İstanbul 2007, s. 30.
  3. Naem Qassam, Hizbullah Bir Hareketin Anlatılmamış Öyküsü (çev. Muharrem Tan), Karma Kitaplar, İstanbul 2007,s. 17–18.
  4.  Abdülgani Bozkurt, “Hizbullah’ın Lübnan’da Kuruluşu ve Popülaritesinin Sebepleri”, Tarih Okulu Dergisi, Yıl:7, Sayı:17, 2014, s. 601.
  5. Veysel Ayhan, Özlem Tür, Lübnan Savaş, Barış, Direniş ve Türkiye ile İlişkiler, Dora Yayınları, Bursa 2009, s. 151–152.
  6.  Mehmet Şahin, “İran Dış Politikasının Dini Retoriği”, Akademik Ortadoğu Dergisi, Sayı: 4, s. 14.
  7. Pınar Arıkan, “Suriye’nin Nusayri Yüzü ve İran”, Ortadoğu Analiz, Cilt: 4, Sayı:43, 2012, s. 25–26.
  8. Joseph Alagha, Silahlı Mücadeleden İktidar Partisine…, s. 38- 39.
  9.  Yıldırım Boran,  Ortadoğu’da Direniş, Siyah Beyaz Kitap, İstanbul 2011, s. 247- 248.
  10.  Naem Qassam, Hizbullah Bir Hareketin…, s. 110- 111.
  11.  Tayyar Arı, Geçmişten Günümüze Orta Doğu Siyaset, Savaş ve Diplomasi, 5. Basım, MKM Yayınları, Bursa 2012, s. 126- 127.
  12.  Murat Yeşiltaş, Ali Balcı, “İkinci Lübnan Savaşı: Bir Yeniden Değerlendirme”, Akademik Ortadoğu, Cilt: 4, Sayı: 2, 2010, s. 74- 79
  13.  Abdülgani Bozkurt, “Hizbullah’ın Lübnan’da Kuruluşu…”, s. 611- 613.
  14.  Veysel Ayhan, Özlem Tür, Lübnan Savaş, Barış, Direniş…, s. 239- 243.
  15. Alagha, Joseph. Silahlı Mücadeleden İktidar Partisine Hizbullah (çev. Kadriye Göksel), Doğan Kitap, İstanbul 2007.
  16. Arı, Tayyar. Geçmişten Günümüze Orta Doğu Siyaset, Savaş ve Diplomasi, Marmara Kitap Merkezi Yayınları, Bursa 2012.
  17. Arıkan, Pınar. “Suriye’nin Nusayri Yüzü ve İran”, Ortadoğu Analiz, Cilt: 4, Sayı:43, 2012, 18- 29.
  18. Ayhan, Veysel; Özlem Tür. Lübnan (Savaş, Barış, Direniş ve Türkiye İle İlişkiler), Dora Yayıncılık, Bursa 2009.
  19. Boran, Yıldırım.  Ortadoğu’da Direniş, Siyah Beyaz Kitap, İstanbul 2011.
  20. Bozkurt, Abdülgani. “Hizbullah’ın Lübnan’da Kuruluşu ve Popülaritesinin Sebepleri”, Tarih Okulu Dergisi, Yıl:7, Sayı:17, 2014, 599- 627.
  21. Ebuzeri, Abdurrahim. Lübnan’da Direnişin Mimarı İmam Musa Sadr (çev. Sedat Baran), Feta Yayıncılık, İstanbul 2012
  22. Qassam, Naem. Hizbullah Bir Hareketin Anlatılmamış Öyküsü (çev. Muharrem Tan), Karma Kitaplar, İstanbul 2007.
  23. Şahin, Mehmet. “İran Dış Politikasının Dini Retoriği”, Akademik Ortadoğu Dergisi, Sayı: 4, 2007, 9- 19

Ortadoğu’nun Kadın Politikacıları

Ortadoğu’nun Kadın Politikacıları

Bugün birçok siyasi meseleyle çalkalanan Ortadoğu’da göz ardı edilen problemlerden birisi de kadının toplumdaki statüsüdür. Cinsiyet eşitsizliği, eğitim yetersizliğinin gibi problemlerin yanında kadınların siyasetteki yeri de bir başka sorunu oluşturmaktadır. Kadınların siyasette en az aktif olduğu, meclislerdeki kadın sayısının en düşük olduğu ülkeler Ortadoğu ülkeleri olmakla beraber Ortadoğu’nun her ülkesinde kadınların politik konumları birbirinden farklı koşullardan etkilenmektedir. Bu yazıda farklı Ortadoğu ülkelerinden kadın politikacıların siyasi yolculuklarına değinip, Ortadoğu’nun farklı bir yüzünü görmeye çalışacağız.

Masoumeh Ebtekar

Masoumeh EbtekarMasoumeh Ebtekar, İran’ın ilk kadın Başkan Yardımcısıdır. Ebtekar oldukça iyi bir eğitim geçmişine sahiptir. Üç yaşındayken babasının Pensilvanya’da doktora yapması üzerine ABD’ye taşınan Ebtekar, 6 yıl sonra İran’a döndü ve eğitimini Tahran Uluslararası Okulu’nda devam ettirdi. Ardından Tarbiat Modares Üniversitesi’nde immünoloji alanında doktora yapan Ebtekar, aynı üniversitede öğretim görevliliği yaptı ve 40’tan fazla bilimsel makale yayınladı. Ebtekar ilk olarak ABD karşıtı tavırlarıyla göze çarptı; 1979’da İran’daki ABD elçiliğini işgal eden öğrencilerin arasındaydı. Zira Ebtekar, “İmamın izindeki müslüman öğrencileri” adlı gruba katılmış, hatta bu grubun sözcüsü olmuştu. Ebtekar’ın Amerika-İran ilişkilerini oldukça olumsuz yönde etkileyen bu olaya karşı ilerleyen yıllarda herhangi bir özür açıklaması olmamıştır.

Görüşleri başlarda tutucu ve Batı karşıtı bir çizgide seyretse de, kadın hakları ve çevre konusunda dikkat çekici işler yaptı. 1991’de Institute for Women’s Studies and Research kurucuları arasında yer aldı. Başkan Yardımcılığı dönemi süresince İran Çevreyi Koruma Ajansı’nın başına geçti ve yapısında radikal değişiklikler yaptı. Ayrıca, 2005’te Barış ve Çevre Merkezi kurucuları arasında yer aldı. 2006’da Birleşmiş Milletler tarafından çevreye olan duyarlılığı sebebiyle Yeryüzü Şampiyonu ödülüne layık görüldü.

İlk Başkan Yardımcılığı dönemini 2005’te tamamladıktan iki yıl sonra, reformcu görüşlerini bir blogda yazıya aktardı. Özellikle kadın hakları, çevre ile ilgili konulara değindi ve Ahmedinejad yönetimi eleştirdi. Blog İran hükümetince sansürlendi. Ebtekar ise yazmaktan vazgeçmedi ve yeni bir blogda hükümetin hoşuna gitmeyen yazılarını devam ettirdi. Barışçıl protestolarda ölen insanların ailelerini ziyaret ettiğindeyse tutucu kesim tarafından provokatör olmakla suçlandı.

2013 seçimlerinde Hasan Ruhani’yi destekleyen Ebtekar, Ruhani kazanıp başkan olduğunda yeniden Başkan Yardımcılığı görevine getirildi. Görüşleri 1979’dekilere göre oldukça değişmiş olan Ebtekar, 2015’te İran ve 5+1 arasında yapılan nükleer programıyla ilgili anlaşmayı barış yolunda atılan bir adım olarak değerlendirmesiyle dikkat çekti.

Birçok Ortadoğu ülkesiyle kıyaslandığında, İran parlementosunun %5.9’luk kadın oranı çok düşük kalmaktadır. İran’da kadınlar için siyasette yer almak bu kadar zorken, Ebtekar 35 yıldır bu yolda başarıyla ilerlemektedir.

Toujan al-Faisal

Toujan al-Faisal

1993-1997 yılları arasında milletvekilliği yapan Toujan al-Faisal, Ürdün parlamentosuna giren ilk kadındır. Seçilirken hiçbir politik partiye üye değildi. Politik konuşmalarıyla popülaritesini yükselten al-Faisal, görevi boyunca yolsuzluklarla savaştı. Görevinden sonra da bu tavrını sürdürerek 2002’de Kral 2. Abdullah’a açık bir mektup yazdı. Mektupta dönemin Başbakanı Abu al-Ragheb’i ekonomik yolsuzlukla suçlayan al-Faisal’ın hayatı bundan sonra daha zorlu bir hal aldı.

16 Mayıs 2002’de 18 ay boyunca hapse mahkum edildi. Gerekçesi ise yazdığı mektup nedeniyle devletin itibarını zedeleyici bilgi vermesiydi. Mahkumiyet süresince açlık grevine giren Al-Faisal, Çerkes kökenliydi ve Çerkes topluluğunun talebi üzerine mahkumiyetinin 100.gününde Kral’ın affı ile hapisten çıktı.

2003’te Seçim Komitesi tarafından seçimlere katılması engellendi. Ürdün Krallığı Asliye Mahkemesine başvuran al-Faisal’ın itirazı reddedildi.

Politikacı Laith Shubeiat bir röportajında  al-Faisal’ın mahkum edilmesine sebep olan yolsuzluk olayını al-Faisal dışında hiç kimsenin konuşmaya cesaret edemediği bir olay olarak anlatmıştır.

Toujan al-Faisal’ın politik kariyeri yolsuzluk karşıtı aktivizmi nedeniyle engellerle tıkandı.

Hanin Zuabi

Hanin Zuabi

İsrail parlamentosuna bir Arap Partisinden seçilen ilk kadındır. İsrail’in Filistinli vatandaşlarının haklarını savunmasıyla dikkat çeken Hanin Zuabi, Filistin’deki İsrail işgalinin son bulmasını savunmaktadır. Arap nüfusunun fazla olduğu Nasıra’da doğan ve genç yaşından beri politikaya ilgi duyan Zuabi’nin İsrail’de Arap kökenli bir vatandaş olması ve Arapların İsrail’de ayrımcılığa uğraması, politikacı olmasında önemli rol oynamıştır. Zuabi, hem kadınların, hem de Filistinlilerin ayrımcılığa uğramasını eleştirmektedir.

1995’te kurulan Balad Parti’ye bir yıl sonra dahil olan Zuabi, 2009’dan beri İsrail Parlamentosunda milletvekilliği yapmaktadır. İsrail’deki Filistinlilerin İsrail vatandaşlarıyla aynı haklara sahip olmamasını “Ben bir göçmen değilim,  burası benim yurdum. Buranın yerli halkıyız ve İsrail’e göç etmedik, İsrail bize göç etti” sözleriyle eleştirmektedir.

2010 yılında Mavi Marmara yardım gemisine katılan Zuabi gemideki tek İsrail milletvekiliydi. Gemide bulunmasından dolayı Parlamento  üyeleri tarafından hainlikle suçlandı. O ise gemiye saldıran askerleri katil olarak nitelendirdi. Söz konusu Parlamento konuşması sırasında İsrail milletvekilleri tarafından üzerine yüründü. Bu olaylardan sonra Balad Partisi Zuabi’yi listesinde üçüncü sıradan ellinci sıraya düşürdü. Bu da onun bir dahaki seçimlerde parlamentoya girmesini engellemektedir. İsrail başbakanı Netanyahu da olaylardan sonra Zuabi hakkında parlamentodan çıkarılması için hukuk müsteşarlığına talimat vermiştir.

Nayla Tueni

Nayla Tueni

Lübnanlı politikacı ve gazeteci olan Nayla Tueni, 2009-2013 yılları arasında Lübnan parlamentosunun az sayıdaki kadın üyelerinden biriydi. Lübnan’ın Ortodoks Hristiyan kesiminden olan Nayla Tueni, Lübnan’ın sekülerleşmesini desteklediğini belirtmektedir. Politikaya atılmasının en önemli sebebi ise babasının öldürülmesidir. 2005’te öldürülen babası Gebran Tueni gazeteciydi ve Lübnan’da Suriye otoritesine tamamen karşı duruşuyla dikkat çekmekteydi. Parlamentoya seçildiğinde Nayla Tueni, misyonunun babasının hayalindeki Lübnan’a ulaşmak olduğunu belirtmiştir.

26 yaşında parlamentoya giren Tueni, meclisin en genç üyesiydi. Seçildiğinde hem milletvekilliği görevini sürdürdü hem de dedesinin kurucu, babasının çalışmış olduğu al-Nahar Gazetesini yönetti.

Lübnan’da düşünce özgürlüğünü destekleyen Tueni, özellikle gençlerin ve kadınların siyasi hayata katılımını oldukça önemli buluyor. Kendisi bir Müslümanla evlendiği ve Lübnan’da evlilik dini kurallara bağlı olduğu için Kıbrıs’ta evlenebilmiştir. 2014’te Fransa’dan onur ödülü almıştır.

Merve BİRDAL

KAYNAKÇA:

  1. 50 Iraniens Womens You Should Know: Masoumeh Ebtekar http://en.iranwire.com/features/7017/
  2. Jordan: Sentence against Toujan al-Faisal a blow to freedom of expressionhttps://www.amnesty.org.uk/press-releases/jordan-sentence-against-toujan-al-faisal-blow-freedom-expressionhttps://www.amnesty.org.uk/press-releases/jordan-sentence-against-toujan-al-faisal-blow-freedom-expression
  3.  Jordan: Toujan al Faisal vows to continue to fight corruption http://www.weldd.org/our-voices/jordan-toujan-al-faisal-vows-continue-fight-corruption
  4. The NS Interview: Haneen Zoabi  http://www.newstatesman.com/middle-east/2010/08/israel-interview-palestinianhttp://www.newstatesman.com/middle-east/2010/08/israel-interview-palestinian
  5. Hanin Zuabi’nin Konuşması Knesset’i Karıştırdı.  http://www.tasnimnews.com/tr/news/2016/07/01/1119219/hanin-zuabi-nin-konuşması-knesset-i-karıştırdı
  6. . Nayla Tueni Mixes Journalism and Politics in Lebanon’s Murky Waters http://www.huffingtonpost.com/magda-abufadil/nayla-tueni-mixes-journal_b_1172905.html