Home Blog Page 243

Devletler Arası İlişkilerin Gelişimi ve Diplomasi Tarihi

Özet

Uluslararası ilişkilerin gelişimi sürecinde diplomasinin ve çatışmaların devletler arasında çok uzun süredir devam ettiğini görmekteyiz.  Diplomasi uluslararası ilişkilerin barışçıl yollarla çözüldüğü görüşme sanatıdır. Bu araştırmada diplomasinin ne olduğu ve ne zaman başladığı, diplomasi çeşitleri, diplomatik faaliyetler, diplomasiye yön veren kişiler ve anlaşmalar araştırılmıştır. Diplomasinin birçok tanıma sahip olduğu ve kullanılan diplomasinin zamandan zamana değiştiği gözlemlendi. Değişen dünya düzeninde ihtiyaçlara yönelik olarak diplomasinin şekillendiği söylenebilir. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce eski diplomasi kullanılırken sonrasında yeni diplomasi yöntemi kullanılmış 21. yüzyıla geldiğimizde ise Küresel ve Önleyici Diplomasi yöntemleri kullanılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Diplomasi, Eski Diplomasi, Yeni Diplomasi, Küresel Diplomasi, Önleyici Diplomasi, İletişim, Demokrasi.

 Abstract

Many conflicts and diplomatic processes have been seen among states in the world with the development of international relations also even today they are continued. Diplomacy is the art of negotiation to solve problems of the international system in peaceful ways. In this study I have searched these basic points: what is diplomacy, when is it started, types of diplomacy, diplomatic activities, who especially affects diplomacy, and which agreements are important for diplomacy. It was seen that diplomacy has many definitions. States, international organizations, and multinational cooperations use diplomacy depending on which time they are in. It can be used in different diplomatic ways. We can say that diplomacy is changed according to our necessities. It used Old Diplomacy before World War I (WW1) but after that New Diplomacy was used and in the 21th-century Global Diplomacy and Preventive Diplomacy are used.

Key Words: Diplomacy, Old Diplomacy, New Diplomacy, Global Diplomacy, Preventive Diplomacy, Communication, Democracy.

Giriş

Devletler arası ilişkilerin geçmişten bugüne var olduğu ve giderek de bu ilişkilerin daha aktif bir hal aldığını görmekteyiz. Özellikle de küreselleşen dünyada devletler arası ilişkilerin geçmişe nazaran çok daha rahat kurulduğu bilinmektedir. Devletlerarasında oluşan sorunların ve krizlerin diplomasi yöntemi ile çözüldüğü çözülmediği takdirde diplomasinin yetersiz kalışı sonucu çeşitli çatışma ve savaşların ortaya çıktığını görmekteyiz. Diplomasi kavramını inceleyecek olursak diplomasinin ırk, cinsiyet, dil demeden bütün devletler arası ilişkilerde etkin bir rol aldığını söyleyebiliriz. Diplomasi bir uzlaşı yoludur. Diplomasi geniş anlamda uluslararası ilişkiler, dar anlamında ise dışişleri bakanlığı ve ona bağlı olarak kişi ve kurumlar aracılığıyla yürütülen ilişkilerdir.

Diplomasi kelimesinin etimolojisine baktığımızda ise diplomasi kelimesinin Eski Yunanlılardan diploö kelimesinden geldiğini görürüz. Diplomasi kavramı ikiye katlanmak anlamında kullanılırdı. Ernest Satow diplomasiyi egemen devletlerin hükümetleri arasındaki resmi (formel) ilişkilerin yürütülmesinde uygulanan zeka ve inceliğin olduğunu söyler. Headley Bull’da diplomasiyi dünya politikasında ki düzenin doğası olarak tanımlar. Martin Hollis ve Steven Smith’te uluslararası ilişkilerin anlaşılmasında ki ve açıklamasında ki gelişmeler disiplini olarak tanımlar. Ve Henry Kissinger diplomasiyi yeni dünya düzeni olarak açıklar. Henry Kissinger modern diplomasinin, savaş ve barış güçleri arasındaki güç dengesinde yaşanan deneyim ve çabalardan doğduğunu söyler. Diplomasinin aynı zamanda çeşitli alt başlıkları da vardır. Örnek vermek gerekirse bunlar: Ad-hoc diplomasi, kamu diplomasisi, dijital(e-diplomasi)…

Bu çalışmanın amacı devletler arasında tarihten beri varolan diplomatik ilişkiler hakkında detaylı açıklamalar yaparak, diplomasi kavramsal çerçevesine değinmek, savaşlar ve çatışmalar yerine diplomasinin önemini vurgulamak ve diplomasi çeşitleri hakkında gerekli bilgileri ortaya çıkarmaktır. Bu amaçla çalışmada Eski Diplomasi, Sürekli Diplomasi Uygulamaları, Yeni Diplomasi, Küresel (post-modern) Diplomasi ve Önleyici Diplomasi hakkında bilgiler verilmiştir.

Eski Diplomasi

Eski diplomasi çerçevesinde Ad-hoc Diplomasi, Hititlerde ve Eski Mısır’da diplomasi, Eski Yunan’da diplomasi, Roma’da diplomasi ve Bizans’ta diplomasi hakkında bilgiler verilmiştir.

 Ad Hoc Diplomasi

Diplomasi, 15. yüzyıla kadar ad hoc(geçici) nitelik göstermiştir. Ad hoc diplomasi tek taraflı ve geçici nitelik taşıyan bir diplomasi türüdür.. Bu diplomasi anlayışı çerçevesinde, bir devlet tarafından gönderilen elçilerin diplomatik eylem ve davranışları sadece belirli konu ya da konuları ihtiva etmekte, elçiler görevlerini ve amaçlarını yerine getirdikten sonra ülkelerine dönmektedirler (Erdem, 2008:8). Ad-hoc diplomasinin ilk örneklerini İtalyan şehir devletlerinde görmekteyiz. İtalyanlar diplomasiyi geçici bir süreç olarak gördüğü için diplomasiyi yalana, hileye, aldatmacaya ve kurnazlığa dayandırmıştı. Bu süreçte diplomatların amacı kendi aldanmadan başkalarını aldatmak oluyordu.

Hititler’de ve Eski Mısır’da Diplomasi

Eski çağın devletler hukuku perspektifinden ilk temellerini koyan MÖ 1278 yılında Mısırlılar ve Eski Hititler arasında yapılan Kadeş Antlaşmasıdır. MÖ 13. yüzyılın en önemli kaynakları arasındadır. Bunun sebebi ise yarım yüzyıla yakın bir süre boyunca barışı ve istikrarı sağlamasıdır. Diplomasinin çok daha öncesine dayanmasına rağmen bu belge diplomasinin MÖ 13. yy’de de diplomasinin varlığını kanıtlar.

 Eski Yunan’da Diplomasi

Yunanlılar uluslararası ilişkiler literatürüne diplomasi kelimesini katmışlardır. Açık Diplomasiyi geliştirenler de aynı zamanda Eski Yunanlılardı. Açık Diplomasi diplomatik faaliyetlerin kamuoyu önünde yapılması ve halka açıklanmasıdır. Diplomatik dokunmazlıklara saygıyı önemsemiş ve konsolosluk (proxenos) kurumunun başlangıcını ve çok yanlı diplomasinin ilk örneklerini de Eski Yunanlılar vermiştir. Açık diplomasi geliştiği için diplomatlarda aranan nitelik gür bir sesti ve diplomatlar haberci niteliğini taşıyorlardı.

Yunanlılar döneminde çok aktörlü sistem çerçevesinde devletler arasında en basit anlamda da olsa egemen devletler eşitliğin ortaya çıkması ve kabul edilmesi, diplomasinin gelişimi açısından olumlu oldu. Bu çerçevede devletler arasında ilk örgütlenmeler de ortaya çıktı. “Amphictyonic Lig” olarak adlandırılan ve Yunan dünyasında ortaya çıkan kimi sorunların görüşüldüğü bu birlikler, Yunan devletleri arasında genel ve sürekli olmasa da örgütlenme ve kurallaşmanın yolunu açtı. Eski Yunanda o zamana kadar süregelen dar kabile çıkarları yerine ortak devletlerarası çıkarlar yer aldı. Eski Yunan diplomasinin olumsuz yönleri ise kısaca şunlardır: diplomatlara güven yoktu bunun için genelde bir yerde iki diplomat kullanılırdı. Farklı siyasi görüşlere sahip olan iki kişi elçi olarak seçiliyordu. Eski Yunan’da elçilerin kendi halkları ve hükümetlerini aldatmalara olağan karşılanıyordu.

Roma’da Diplomasi

Roma da hukuk olarak o zamanlar için olumlu gelişmeler olsa da diplomasi alanında o kadar çok gelişme sağlayamamıştır. Roma kendi vatandaşları için ”civitasgentium” denen hukuk sistemi uygularken yabancı vatandaşlar için ”iusgentium” hukunu uygulamıştır.

Diplomasi alanında bakacak olursak Romalılara Roma’nın diplomasiye katkıları, Yunanlıların diplomasiye katkıları kadar olmamıştır. Bunun da bazı nedenleri şunlardır: Romalıların, diğer ülkelerle ilişkilerde diplomasiyi çok az kullanmasındaki temel etmen, askeri açıdan güçlü olmalarıdır. Roma’nın emperyal doktrini diğer ülkeleri kendi kontrol alanına koyma düşüncesinin kendilerinin bir görevi olarak görmesi ve bunun olma gerekçesini de bir Pax Romana kaderi olarak düşünmesiydi.

Başka bir etmen ise Roma ekonomisinin tarıma dayandığı görülmektedir. Bunun sonucunda Romalılar ticarete çok önem vermemiş ve diplomatik faaliyetler çok gelişmemiştir. Son etmen ise Roma büyüyüp yayıldıkça kendi dilini ve kültürünü içindeki tüm halklara dayatmıştır. Bunun sonucunda bölgedeki diğer benzer kültür ve dile sahip uygarlıkların önünü kapamış ve onları Roma’nın bir parçası haline getirmiştir. Dolayısıyla diplomasinin gelişimi baltalanmıştır. Bütün bu nedenlere rağmen Roma’nın, bugünkü Dış İşleri Bakanlığı Antlaşma Şubesi diyebileceğimiz “Fetialler Koleji” (Anlaşmalar Şubesi) ile antlaşmaların saklanıp, diplomatik arşivlerin korunmasında büyük katkıları olmuştur (Kodaman ve Akçay, 2010:78). Ayrıca Romalıların diplomasi alanına getirdiği bir yenilikte bir tür Hakemlik Mahkemesi’ni (Court of Recuperatores) oluşturmalarıydı. Son olarak Romalılar elçilere, bayramlarda, törenlerde ve şenliklerde senatörler düzeyinde önem verilmiştir.

Bizans’ta Diplomasi

Roma’nın tarihi mirasçısı Bizans İmparatorluğu, savaş yerine diplomasiye önem veren bir güçtü. Bizans, Roma’nın aksine diplomasiyi kurumsal ve üslup boyutlarında geliştirmiştir. Bunun temel sebebi, Bizans’ın, Roma’nın sahip olduğu güce sahip olmaması ve reel-politik şartlarının diplomasinin kullanılmasını zorunlu hale getirmesidir (Kodaman ve Akçay, 2010:78). Bizans İmparatorluğu bir açıdan bakıldığında diplomatik temelde dini de kullandığını görmekteyiz (Hamilton ve Langhorne, 2005:16). Bizans’ta, Ortodoks Hıristiyanlık söz konusu söylemin kurgulanmasında ve meşrulaştırılmasında aşırı bir şekilde kullanıldı. Bu söylem esas olarak şöyle açıklanabilir: Roma imparatorluğu Hz. İsa’nın dünyada yeniden zuhuruna kadar sürecektir. Ayrıca, Tanrı takdir ettiği için Batı’da kaybedilen topraklar, kaçınılmaz olarak imparatorluğa geri dönecektir. Tek bir imparator vardır, o da Konstantinapolis’te oturan Roma imparatorudur (Erdem, 2008: 21).

Bizans o zamana kadar kullanılan hatip-diplomat anlayışı yerine gözlemci-diplomat anlayışını getirmiştir. Bizans ilk kez, dış ilişkileri düzenlemekle yükümlü hükümete bağlı özel bir şube kurmuştu. Elçilerin eğitimini ilk kez uygulayanlarda Bizanslılardı. Ayrıca protokol kurallarına aşırı önem verildi. Yabancı elçilerin kabul törenleri, büyük bir gösteriş merakı ile yapılırdı. Bizans İmparatorluğu’nda önde-gelme elçilerin temsil ettikleri ülkelerin, imparatorluk gözünde sahip olduğu öneme göre yapılırdı. Tüm bu olumlu gelişmelere karşın Bizans’ta diplomasinin rüşvet kurumuna oldukça yasal yeri olması Bizans’ta ki diplomasinin olumsuz özelliklerinden bir tanesidir.

“Sürekli diplomasi yöntemi” ilk kez 15. yy’da İtalyan şehir-devletleri tarafından uygulandı. Bizanslılar Venediklilere diplomasiyi öğretmiş, onlarda İtalyan şehir devletlerine öğreterek bu durum adım adım tüm Avrupa’ya yayılmıştır. İlk sürekli elçi 1450 yılında Milano Dükü tarafından Cosomodei Mecidi Nezdine atanmıştı. İlk temsilcilere büyükelçi yerine mukim hatipler denilmekteydi. Yeniden doğuşu simgeleyen Rönesans akımı ile birlikte de gelişen sosyal, ekonomik ve siyasal hayatın sonucunda da sürekli diplomasinin doğduğu söylenebilir.  Hititler ve Eski Mısırlılar arasındaki yazışmalarla başlayan diplomasi, Yunan kültürü ile kurumsal temellerini oluşturmuş, Roma ve Bizans’ta ki uygulamalarla gelişmiş ve 15. yy’da İtalyan şehir-devletleri ile süreklilik arz eden bir yapı olmuştur.

Sürekli Diplomasi Uygulamaları

Sürekli diplomasi uygulamaları çerçevesinde 15. ve 16. yy’de diplomasi uygulamaları, Machiavelli’nin diplomasi anlayışı, 17. ve 18. yy’de diplomasi, Richelieu’nun Diplomasiye Katkısı ve çok yanlı diplomasi uygulamalarına değinilmiştir.

15. ve 16. Yüzyılda Diplomasi Uygulamaları

15. yüzyılın temel diplomatik kurallarını İtalyan-şehir devletleri tarafından uygulandı. Bunun temel nedeni aralarında sürekli rekabet, savaş ve çatışma tehlikesi bulunan çok sayıdaki İtalyan kent devletlerinin yöneticilerinin, bu sürekli istikrarsızlık durumunu (unstable) giderecek temel yolun kalıcı diplomatik kuralları bulunan sürekli diplomasinin olduğuna inanmalarıdır. Bu güçsüz ve istikrarsız devletler güven temeline dayanan bir diplomasi anlayışını geliştirememiştir. 15. yüzyılda protokol sorunlarına aşırı önem verilirdi. Ayrıca önde gelme (precedence) sorunu bu yüzyıllar diğer bir önemli sorunudur. Devlet başının temsilcisi olduğu için büyükelçiler hiçbir devlet protokolde kendi ülkesinin elçisinin arkada olmasını ve uluslararası anlaşmalarda kendi elçisinin imzasının kağıtta alt tarafta yer almasını istemiyordu. Ayrıca 15. yy’da doruk diplomasi anlayışı ortaya çıktı elçilerin yanı sıra devlet başkanları da ikili görüşmelere başladı.

Machiavelli’nin Diplomasi Anlayışı

Rönesans döneminin ünlü düşünürü Niccolodi Bernardo Machiavelli (1469-1527) 15 yıl  boyunca Floransa Cumhuriyeti’nde  diplomat görevini yapmıştır. Machiavelli iç işlerini ve savaşta dahil olmak üzere güvenlik sorunlarını kapsayan sekreterlik görevin yanı sıra Onlar Kurulu’nun sekreterliğini de üstlendi. (Onlar Kurulu, bir tür Bakanlar kurulu, Signoria adını taşıyor ve dış işleri hizmetleri ile uğraşıyordu.) Fransa ile ortaya çıkan sorunlar yüzünden dönemin Fransız lideri XII. Louis’le görüşmeler yaptı. En ünlü yapıtı Prens adlı kitabında gününün diplomasi anlayışını aldatma, iki yüzlülük ve hile olarak nitelendirdi. Bu yüzden diplomasi yıllarca kötü bir üne sahip olmuştur. Devletlerin varlığını silahlara ve güce bağlayan Machiavelli uluslararası ilişkilerde var olan Realizmin temel özelliklerini ortaya koymuş ve Realizm akımının temsilcisi olmuştur.

17. ve 18. Yüzyılda Diplomasi

Bu yıllarda diplomasiye yön veren ve diplomasiyi biçimlendirenler temel olarak Fransızlardı. 1789 Fransız İhtilali’ne kadar Fransızların benimsediği diplomasi yolu tüm Avrupa’da yayılmıştır. Bunun oluşumuna en büyük katkıyı Hugo Grotius ve Kardinal Richeliu yapmıştır. Hugo Grotius Savaş ve Barış hukuku kitabının yazarıdır. Uluslararası hukukun korucusu ve doğa yasasına dikkat çeken ilk kişidir.

Richelieu’nun Diplomasiye Katkısı

Richelieu, modern devlet sisteminin babasıdır. Raison d’état (Devlet Aklı) kavramını o yarattı ve kendi ülkesinin çıkarı için acımasızca kullandı. Onun gözetimi altında, raisond’état Fransız politikasının temel ilkesi olarak Ortaçağ’ın evrensel moral değerlerinin yerini aldı. Başlangıçta, Habsburgların Avrupa’ya egemen olmasını önlemeye çalıştı. Fakat bıraktığı miras, bundan sonraki iki yüzyıl boyunca haleflerinde, Avrupa’da Fransız üstünlüğünü kurma isteği uyandıran bir mirastı. Bu isteklerin başarısızlığından önce yaşamın bir gerçeği, sonra da uluslararası ilişkileri örgütleme sistemi olarak bir güç dengesi kavramı ortaya çıktı. Kardinal Richelieu’nün diplomasi yönteminin gelişmesine katkısı çok olmuştur. Getirdiği en önemli yenilik, dış politikanın yürütülmesinin tek bir bakanlığın eline verilmesiydi. Kamuoyunun yürütülen diplomasiden haberli kılınması gerektiğine inanıyordu ve bu bir ilkti.  Diplomasinin Ad-hoc bir yönetim olmadığı  sürekli bir etkinlik olduğu  görüşünü savunuyor ve bunun amacının tesadüfî ya da fırsatçı düzenlemelere gitmek değil, sağlam ve sürekli ilişkiler kurmak olduğunu düşünüyordu.

Çok Yanlı Diplomasi

17. yüzyıl diplomasinin belki de en önemli özelliği çok taraflı diplomasinin bu dönemde ortaya çıkmasıdır. 17. ve 18. yüzyılın önemli kongreleri ise detayları ile birlikte şöyle açıklanabilir;

Westphelia Kongresi

1648 Westphalia Kongresi İngiltere, Polonya, Danimarka ve Rus Çarlığı dışında bütün Avrupa devletlerinin 1618-1648 30 Yıl Savaşları sürerken düzenlenen çok aktörlü uluslararası anlaşmaların düzenlediği ilk büyük toplantı olmuştur. Barış antlaşması niteliğini taşır. 2 ayrı şehirde yapılan Westphalia Kongeresi önde-gelme sorununa güzel bir çözüm getirmiştir. Protestan ve Katolik temsilciler farklı şehirlerde buluşmuşlardır. En önemli özelliklerinden biride Avrupa’da daha önceki uluslararası toplantılar dini nitelikteyken, Westphalia ise devlet, savaş ve iktidar sorunlarının tartışıldığı laik bir konferanstır.

Karlofça  Kongresi

Westphalia Barış Antlaşmaları’ndan sonra uluslararası sistemin yapısını etkileyen en önemli gelişme Karlofça Antlaşması olmuştur. Amacı Osmanlı İmparatorluğu ile Venedik, Polonya (Lehistan), Avusturya ve Rusya arasındaki savaşa son vermekti. Karlofça Antlaşması, başarısızlıkla sonuçlanan Osmanlı’nın “Hıristiyan” Avrupa’ya karşı başlattığı son büyük “Müslüman” seferi olan 2. Viyana Kuşatması neticesinde 1699’da imzalanmıştır. Karlofça ile Osmanlı, Avrupa karşısında sadece askeri açıdan değil, diplomatik açıdan da duraklamaya başlamıştır. Zira Osmanlı Karlofça Antlaşması’yla ilk kez müzakere ederek bir antlaşma imzalamış, Avrupa’ya karşı diplomatik üstünlüğünü kaybetmiştir. Ayrıca Rus Çarlığı ve Osmanlı İmparatorluğu ilk kez genel bir Avrupa Kongresine katılmıştır.

Utrecht Kongresi

1712 Utrech Kongresi 18. Yüzyılın diğer bir önemli kongresidir. Bu kongrede de barış çalışmaları yapılmıştır. Fransa, İngiltere, Hollanda, Prusya, Portekiz ve Sovyet Dukalığı’nın temsilcileri arasında toplanmıştır.

20. Yüzyıla Kadar Uygulanan Diplomasinin Özellikleri

20. yüzyıla kadar devletler arasındaki güç dengesizliği diplomaside de kendini belli ediyordu. Diplomasi bu zamana kadar Avrupa Diplomasisi olarak algılanıyordu. Bu döneme kadar Gizli Diplomaside varlığını sürekli hissettirmektedir. Tüm bunlar o zamana kadar ki en önemli özelliklerdir. Devlet büyükleri hiç kimseye haber vermeden istediklerini yapabilmekteydi. Hatta Birinci Dünya Savaşı’na giden yolun nedenlerini, önemli ölçüde güçlü devletler arasındaki yapılan gizli ittifaklar ve anlaşmalar ağında aramak gerekir.

Kongreler Dönemi

17. yüzyılda başlayan çok taraflı kongreler 19. yüzyılda daha sıkı görülmeye başlandı. Artık kongreler sadece savaşlardan sonra barış görüşmeleri için değil ortak devletlerin sıkıntıları görüşmek için de yapıldı.

Viyana Kongresi (1814-1815)

Avrupa tarihinde diplomatik esasları, milletlerarası ilişkilerin düzenlenmesini tayin eden unsurlardan biri 1815’te cereyan eden Viyana Kongresi’dir. Viyana Kongresi ile Napolyon’un darmadağın ettiği Avrupa sınırları yeniden çizilmiştir. Viyana Kongresi sadece devlet temsilcileri yer almadı. Gazete gibi özel kurumların temsilcileri de yer adı. Uluslararası dayanışmaya ilham veren Viyana Kongresi daha sonra birçok organizasyon içinde ilham kaynağı oldu. Milletler Cemiyeti ve Birleşmiş Millletler gibi. Kongereye katılan tüm devletler ilk kez diplomasinin belirli bir yasal statüsü olduğunu ve kuralları olan bir meslek olduğunu kabul etmiştir. Kongrede diplomatik temsilcilikler üç sınıfa ayrıldı bunlar ilk olarak Büyükelçiler (legatus) ikinci olarak hükümdar nezdinde gönderilen orta elçiler ve son olarak ta dış işleri bakanlığı nezdinde maslahatgüzarlardır (Charged’affaires ad interim).

Avrupa Uyumu (Le Concert European)

Avrupa Uyumu, Viyana Kongresi’nden sonra yapılan konferansların genel adıdır. Viyana Kongresi’nden sonra yapılan Kongrelerin ilki 1818 Aix-La-Chapelle Kongresidir.  1815 Viyana Konferansı Tüzüğü’nün regülasyonundan üç yıl sonra, 21 Kasım 1818’de, Avusturya, İngiltere, Fransa, Prusya ve Rusya tarafından, orta elçi ve maslahatgüzarın arasına mukim elçi sınıfını dahil eden düzenlemeyi içeren, Aix-la-Chapelle Protokolü imzalanmıştır. Sonuç olarak diplomasi temsilcisi sınıfları; Büyükelçiler, legalar ve nonslar, hükümdarların nezdinde gönderilen orta elçiler ve diğer temsilciler,  mukim elçiler, dışişleri bakanı nezdinde gönderilen maslahatgüzarlar şeklini almıştır.

Aix-La-Chapelle Kongresinden sonra Avrupa Uyumu sistemi içinde 1820’de Troppau, 1821’de Laibach, 1822’de Verona, 1856’da Paris, 1878’de Berlin, 1906’da Algesiras, 1912’de Londra ve 1913’te Bükreş Kongre’si gerçekleşmiştir. Paris Kongresi Avrupa Devletler Topluluğunun evrenselleşmesi yönünde atılmış önemli bir adımdır. Osmanlı Devleti ilk kez Avrupalı devletlerle eşit statüde bir uluslararası toplantıya katılmıştır. Osmanlı devleti bu kongreyle Avrupa Hukuku içinde yer aldı. Berlin Kongresi de konferans tekniğine yönelik birçok yenilik getirmiştir. Birden fazla ülkenin uyruğunda yer alan kongre sekreterleri uygulaması gibi.

La Haye Barış Konferansları (1899-1907)

La Haye Barış Konferansları Avrupa Uyumundan farklı bir yapıdadır. La Haye Barış Konferansları diplomasinin Avrupa ile sınırlı kalışını kabul etmeyip, evrensel olmasını dile getirmiş ayrıca büyük devlet küçük devlet ayrımına gitmeden uluslararası sistemin devam etmesini dile getirmiştir. Ad hoc diplomasi yerine de sürekli diplomasi anlayışını ilk defa benimsemiştir. Uluslararası Soruşturma Komisyonları ilk kez 1899 tarihli La Haye Sözleşmesi’nde düzenlenmiş ve 1907 tarihli La Haye Sözleşmesi ile geliştirilmiştir. 20. yüzyılın başlarında, insan hakları ihlallerinin önüne geçilebilmek amacıyla La Haye Barış Görüşmeleri yapılmış olumlu gelişmeler sağlanmışsa da denetim mekanizmasının kurulamamış olması nedeniyle, bu çalışmaların ardından gelen I. ve II. Dünya Savaşlarında görülen vahşet engellenememiştir.

Yeni Diplomasi

Birinci Dünya Savaşı eski diplomasi ile yeni diplomasiyi birbirinden ayıran en temel olaydır. Yeni diplomasi de Birinci Dünya Savaşı’nın en önemli sebebi olarak görülen gizli diplomasinin yerine açık diplomasi tercih edilir. Yeni diplomasinin önemli özellikleri politikacıların eliyle yürütülmesi, diplomasinin propagandaya dönüşmesi, basının diplomaside ki rolü ve diplomaside artan sosyal ve ekonomik sorunların öneminin kavranmasıdır. Yeni Diplomasinin en önemli aktörleri Wilson ve Lenin olmuştur.

Wilson’un Açık Diplomasi İlkesi

Woodrow Wilson Atlantik’i geçerek Avrupa’yı ziyaret eden ikinci Amerikan başkanıdır. Özellikle Woodrow Wilson’ın 14 İlkesi’nin ilk maddesi ile beraber diplomasi tekrar açık bir hal almaya başlamıştır. Aslında “yeni diplomasi” olarak anılmaya başlayan bu açık diplomasi türü birazda eski diplomasi olarak lanse edilen gizli diplomasiye tepki olarak doğmuştur. Lakin bu yeni diplomasi açık sözleşmelerle beraber kamuoyuna açıklanmayan gizli maddeleri de içermekteydi. Bu açıdan, aslında “açık diplomasi, geçmişini anımsatan ama söz konusu geçmişi bir türlü tam olarak yaşatamayan” bir masal gibiydi. Wilson açık diplomasinin gelişimi için de Milletler Cemiyetine öncülük etti. Wilson Milletler Cemiyetinin kolektif güvenlik anlayışına dayanacağını ve bir daha savaş olmayacağına inanıyordu. Wilson’un düşüncelerinin aksine Uluslararası ortamda gerçekleşen çatışmalar yüzünden Milletler Cemiyeti’nin ömrü uzun sürmedi ve yerini Birleşmiş Milletlere bıraktı.

İletişimin ve Demokrasinin Gelişimi

19. yüzyılın sonlarında bulunan telgraf ve daha sonraları bulunan radyo ve telefon iletişim alanında çok büyük değişiklikler yarattı. Artık diplomatlar hemen kendi ülke büyükleri ile ikili görüşme sağlayabiliyordu. Ancak bu gelişmeler diplomatların sorumluluğunu azaltmamıştır. Ayrıca 18. yüzyılın sonu ve on dokuzuncu yüzyılın başları bu anlamda “ideolojiler çağı” olarak, işaretlendi: Fransız ve Amerika devrimleri, sosyalizm, komünizm, liberalizm, tutuculuk, milliyetçilik gibi siyasal doktrinlerin veya “izmlerin” yaygınlaşması vs. Bu “izm”lerin yayılmasında artan gazete endüstrisinin ve okuma yazmanın belli bir etkisi olmuştur.

Vatandaşların oy hakkını kazanması, yasama organlarının gücünün artması, basının hükümet yetkililerin politikalarını eleştirmede daha fazla özgürlük elde etmesi diplomasiyi önemli ölçüde etkilemiştir. Diplomasinin gelişimi Milletler Cemiyeti’nin kurulması ve uluslararası anlaşmaların yasama organlarında onaylaması gerektiği diplomasiyi şekillendiren demokratik hareketlerdir. Ayrıca çok büyük yıkım gücüne sahip olan silahların üretilmesi de savaş olgusunu değiştirmiş ve toptan yok etme savaşlarının önüne geçilmiştir.

Sosyalist Diplomasi

Sosyalist Diplomasi’nin kurucusu Lenin’dir. O da Wilson gibi açık diplomasiyi savunmuştur. Lenin Çarlık Rusya’sı tarafından yapılan gizli anlaşmaları kamuoyuna bildirtmiş. Bu eski dünyanın eski diplomasisi, açık ve dürüst konuşmanın mümkün olmadığına inanır.  Sözünü söylemiştir. Lenin ve Wilson yeni güç dengesinin Avrupa sınırları dışına çıkmasını gerektiğine inanmışlardır.  Lenin barışın çözümünü devrimde görmüş Wilson ise benimsediği 14 ilkede görmüştür. Sosyalist diplomasi dünya da ki düzenin komünist bir hal alması için diplomasiye önem vermiş ve diplomasiyi bir propaganda aracı olarak görmüştür.

Parlamenter (Çok-yanlı) Diplomasi

Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın kurulmasından sonra oluşan yeni “örgütlü sistem” perspektifinden, milletlerarası sorunların bazı uluslararası kuruluşlar aracılığıyla görüşülmesi “Parlamenter Diplomasi” olarak adlandırılmıştır. Genel olarak Parlamenter Diplomasi’nin üç büyük kategorisi vardır. Bunlar parlamenterler, siyasi partiler ve yerel, ulusal ve uluslararası olabilen parlamentolardır. Tabi ki de parlamenterlerin seçimi ülkeye ve siyasi siteme göre şekillenir.  Özellikle de II. Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan BM’ye bağlı kuruluşlar ile Avrupa Birliği gibi teşkilatları, bu diplomaside etkin bir konuma yükselmiştir. Diplomasi kitle iletişim araçlarıyla kamuya açık yürütülür, önceden saptanmış yöntemler kullanılır ve kararlar oy çokluğuyla alınır.

Parlamenter Diplomasi’nin en önemli özelliklerden bir tanesi devletlerarası sorunların taraflarının bir den çok devlet olmasıdır. Parlamenter Diplomasi’nin uygulanış biçimleri uluslararası örgütlerde yer alan sürekli temsilcilikler ve devletler tarafından uluslararası örgütlere atanan delegasyonlar tarafından gerçekleşir. Bu kişilerin kendi ülkesinin ulusal politikaların belirlenmesinde, kendi ülkesine karşı güzel etki uyandırarak kamuoyu yaratmada ve bilgi toplamanın yanında ülkesini iyi temsil etme gibi görevleri vardır.

Küresel (Post-Modern) Diplomasi

Küreselleşme son zamanlarda sık kullanılan fakat küreselleşme kavramını kullananların bile anlamı hala tam olarak belirlemediği bir terimdir. Küreselleşme terimi İngilizceden gelmiştir. Küreselleşme terimi oluşan ekonomik ve sosyal sistemin uluslararası ağını ifade eder.

Küreselleşen dünya ile birlikte hükümetler baskı ve çıkar gruplarının baskılarına açık olmuş ve bu sayede insan hakları, cinsiyet eşitliği ve yoksulluk gibi konular daha çok yer alacaktır. Dünyada hızla yayılan teknoloji, eski dünyanın diplomasi anlayışında siyasal ve sosyal çerçevesinin değişimine neden olmuştur. Küresel diplomasi yani 21. yüzyıl diplomasisi, yalnızca devletler ya da hükümetler arası bir diplomasi yöntemi olmaktan çıkmıştır. Eski diplomasi metodundan farklı olarak; çok daha kapsamlı açıdan kullanılan ve uygulanan bir tür ‘sivil toplum diplomasisi’ niteliğine kavuşmuştur.  Kısacası Küreselleşme ile birlikte iç ve dış politikadaki farklılığın ortadan kaldırılması, devletler arasındaki sınırların aşılması, uluslararası hukuk kurallarının benimsenmesi, sömürgeciliğin yerine karşılıklı bağımlılık olgusu çerçevesinde sürekli iletişimin ve etkileşimin olması inanılmaz bir duruma gelmiştir. Küresel Diplomasi de basının artan önemini ve gelişen bilgi ağını da göz ardı etmemek gerekir.

Küresel Diplomasi’nin aktörleri hükümet dışı kuruluşlar, bölgesel kuruluşlar ve çok uluslu şirketlerdir. Küresel Diplomasi’nin en önemli özellikleri kişisel diplomasiyi, ekonominin önemini ve ekonomik bağımlılığının bilincini vurgulayıp diplomasinin kamuoyunun tutum ve davranışlarına göre hareket edilmesini, sömürgeciliğin ortadan kaldırılması gerektiği ve insan hakları gibi sorunlara da sessiz kalmayışıdır.

Önleyici Diplomasi

Önleyici diplomasi (preventive diplomacy) terimi ilk kez, BM genel sekreteri Dag Hammarskjod’un 16 Haziran 1959 tarihli “Yıllık Raporu”un da yer aldı. Birleşmiş Milletler Güvenlik konseyi tarafından “önleyici diplomasi” yoluyla barış ve güvenliği sağlamak ve Birleşmiş Milletler ile daha çok işbirliği halinde çalışmak amacıyla nükleer silahlarını yaklaşık olarak yarıya indirmek konusunda anlaşan ABD ve Rusya’ya ve başka ülkelere yönelik olarak 31 Ocak 1992′de ortaya atılan bir gündem ilkesidir. Önleyici diplomasi barışı gerçekleştirme, barışı koruma ve insancıl amaçlar için kullanılır. Görüşmelerde, iyi niyet, uzlaşı, hakemlik ve uzlaşı gibi yöntemler kullanılır.

 Aktif-önleme kısmen sorunludur, çünkü varsayım niteliğinde bir önermeye dayanır (çatışmanın çıkacağı varsayımına). Çatışma hiç çıkmazsa, bu pozitif kalınacak bir durum değildir. Öte yandan önleme daha fazla ilgi çeker, çünkü herkes çatışma erkenden bastırıldığında çıkacak maddi harcamalar ve çekilen eziyetin miktarı ile tamamen büyümüş bir çatışmanın masrafları arasındaki farkı bilir, bir de üstelik ikincide çatışma sonrası yeniden yapılanma masrafları vardır. Buna resmen önleme bile genel olarak çok geç yapılır, çünkü yükselmekte olan çatışmalara erken müdahale etme mekanizmaları henüz olgunlaşmamıştır.

SONUÇ

Devletler arasında gelişen diplomatik ilişkilerin çok eskilere dayandığını MÖ. 1278’e kadar gittiğini hatta daha da eskilerde bile diplomatik ilişkilerin var olduğunu gördük. Diplomasinin tarih boyunca bir gelişim içinde olduğunu ve her geçen gün aktör sayısını arttırarak günümüzde önemli yer aldığını da şahit olduk Diplomasi eskiden sadece devlet temsilcileri tarafından uygulanırken günümüzde hükümetler arası örgütler, hükümet dışı örgütler ve çok uluslu şirketlerin de bu temsilci grubuna dahil olduğunu söyledik.

Açık diplomasi örnekleri Antik Yunan’da görülmesine rağmen daha sonraları Birinci Dünya Savaşı’na kadar gizli diplomasi yürütülmüştür. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Wilson ve Lenin sayesinde açık diplomasi tekrar önem kazansa da bu yeteri bir seviye de değildir. Eski çağlarda olan Ad-hoc (geçici) diplomasi yöntemi de çok taraflı yani Parlamenter Diplomasi’nin gelişimi ile yerini daha kalıcı temsilciliklere ve sürekli konferanslara bırakmıştır. Diplomasinin sürekli bir hal almasında şüphesiz ki yukarda bilgi verdiğimiz tüm konferansların çok önemli etkileri vardır.

Diplomasi eskiden sadece barış amacıyla ve genellikle savaş sonraları yapılırken zamanla bu sistem de yerini sadece barış odaklı olmayan ve uluslararası ilişkilerde devletlerin ilişkilerini arttırmayı amaçlayan, savaşların önceden öngörülüp önlenmesi, ekonomik ve sosyal ilişkilerin gelişmesi gibi amaçlarla hareket eden diplomatik faaliyetlere bırakmıştır. Günümüzün küresel bir köy haline dönüşmesi ve ihtiyaç ve insan dış görünümünün hemen hemen her yerde aynı olması da Küresel Diplomasi’nin etkin bir şekilde kullanıldığını göstermektedir. 21. yüz yılda Küresel Diplomasi’nin yanında Önleyici Diplomasi’de özellikle uluslararası kuruluşlar tarafından her ne kadar etkin bir şekilde kullanılmaya çalışılsa da günümüzde oluşan çatışma ve savaşların önüne geçmediği için eksikliklerini görmek çok zor değil. Diplomasi’nin bu uzun sürede ki bu değişimi, insan hayatının değişimi, teknolojinin gelişimi, demokratik sistemler, basının rolünün güçlenmesi gibi olaylarda aramak gerekir.

Yusuf AVAR

Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü 

Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi

Kaynakça:

  1. Acar, D. Ş., (2006). Küreselleşen Dünyada Diplomasi. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu Dergisi, 9(1-2), 417-439.
  2. Alganer, Y. ve  Çetin, M., Ö. (2007). Avrupa’da Birlik ve Bütünleşme Hareketleri. Marmara Üniversitesi İ.İ.B.F Dergisi, 2(XXIII) 285-309.
  3. Arı, T. (2001). Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika. Alfa Yayınları.
  4. Aytürk, N. (2015). Protokol Bilgisi. Nobel Yayınları.
  5. Bell, D. (2007). The End of Ideology. İletişim, Kurum ve Araştırma Dergisi, (24), 281-293.
  6. Beyazıt, Ö. (2011). La Haye Uluslararası Ceza Mahkemesine Giden Süreçte Uluslar arası Ceza Yargılaması. Taad, 5(1), 309-338.
  7. Campbell, D. (2015). Congress of Vienna: European Territories and Swiss Neutrality. Detrick, Congress of Vienna, 1815, The 2015 Greater Washington Conference on International Affairs.
  8. Cuterela, S. (2012). Globalization: Definition, Processes and Concepts. National Defense University, Revista Română de Statistică. ss. 137-146.
  9. Çatal, B. (2015). Küresel Diplomasi: Prexenos’tan Dijital Diplomasiye. Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.
  10. Erdem, G. (2008). Osmanlı İmparatorluğu’nda Sürekli Diplomasi’ye Geçiş Süreci. Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.
  11. Ergüven, N., S. (2016). Uluslararası Hukukun Tarihsel boyutuyla Diplomasinin Kurumsal Gelişim Süreci. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 7(1), ss. 111-141.
  12. Erkan, S. (2010). Savaş ve Barış Bağlamında XIX. Yüzyıl Uluslar arası İlişkileri’nin Özellikleri. Sosyal Bilimler Dergisi, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi, (22) ss. 93-115.
  13. Fiott, D. (2011). On the Value of Parliamentary Diplomacy. Madariaga College of Europe Foundation, 7(4) ss. 1-6.
  14. Gürbüz, M., V. (2002). Bir ideal, Bir Amerikan Başkanı ve Onun Başarısızlığı: Başkan Wilson ve Milletler Cemiyeti. Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, 8(29) ss. 87-99.
  15. Hamilton, K., Langhorne, R. (2011). The Practice of Diplomacy. Routledge.
  16. Hetne, B. (2008). Teoride ve Pratikte Güvenliğin Bölgeselleşmesi. Uluslararası İlişkiler Akademik Dergi, 18(5) ss. 87-106.
  17. Kissinger, H. (1994). Diplomasi. (Çev: İ. H. Kurt). Kültür Yayınları.
  18. Kodaman, T.,  Akçay, E., Y. (2010). Kuruluştan Yıkılışa Kadar Osmanlı Diplomasi Tarihi ve Türkiye’ye Bıraktığı Miras. SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, (22), ss. 75-92.
  19. Leira, H. (2016). A Conceptual History of Diplomacy. The SAGE Handbook of Diplomacy içinde. SAGE.
  20. Machiavelli, N. (2008). Prens. 1532. (Çev: K. Atakay) Can Sanat Yayınları.
  21. Nicolson, H. (2001). The Evolution of Diplomatic Method. Printed at Great Britain, Diplomatic Studies Programme Centre for the Study of Diplomacy, University of Leicester.
  22. Orallı, L. E. (2014). Uluslar arası Krizler ve Bağımsız Soruşturma Komisyonları. Güvenlik Bilimleri Dergisi, 3(2), ss. 91-118.
  23. Özdal, B. ve Jane, M. (2014). La Ders Ders’in Uluslararası Sistemin Yapısına Etkileri. Akademik Bakış, 14(7), ss. 215-245.
  24. Reich, S. (1998). What is Globalization?. Kellogg Institue, The Helen Kellogg Institue for International Students, Working Paper 261.
  25. Ronit K., Schneider, V. (Ed.) (2000). Private Organizations in Global Politics. Routledge/ECPR Studies in European Political Science, London.
  26. Tuncer, H. (1995). Eski ve Yeni Diplomasi. Ümit Yayınları.
  27. Tuncer, H. (2009). Diplomasinin Evrimi, Gizli Diplomasi’den Küresel Diplomasiye. Kaynak Yayınları.
  28. Uğrasız, B. (2003). Uluslararası İlişkilerde İki Farklı Yaklaşım: İdealizm ve Realizm. Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2(5) ss. 139-145.
  29. Uygunlar, A. (2007). Osmanlı İmparatorluğu’nda Modern Diplomasi ve Murahhaslık Kurumu. Yüksek Lisans Tezi, Osman Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.
  30. Ünal, U. (2003). Devletler Hukukuna Giriş. Yetkin Yayınları.
  31. Yiğit, V. (2005). 1648 Vestefalya Barışından 1815 Viyana Kongresine Kadarki Dönemde Uluslararası Sistemin Dönüşümü. Yüksek Lisans Tezi, Kadir Has Üniversitesi.
  32. Avşar, B. (2014). Önleyici Diplomasi. Erişim Adresi: https://www.tuicakademi.org/onleyici-diplomasi/ (Erişim Tarihi: 03.11.2016).
  33. Ortaylı, İ. (2013). 200. Yılına doğru Viyana Kongresi. Erişim Adresi: http://www.milliyet.com.tr/200-yilina-dogru-viyana-kongresi/ilber- ortayli/pazar/yazardetay/15.09.2013/1763688/default.html (Erişim Tarihi: 08.11.2016).
  34. Tören, D. (2011). Diplomasi ve Tarih Boyunca Geçirdiği Evrimi. Erişim Adresi: https://www.tuicakademi.org/diplomasi-ve-tarih-boyunca-gecirdigi-evrim/ (Erişim Tarihi: 31.10.2016)

TUİÇ Biga Söyleşileri: “ABD Seçim Sonuçları”

TUİÇ Biga Söyleşileri: “ ABD Seçim Sonuçları ve Gelecekte Nasıl Bir Dünya Olur?” 

Uluslararası İlişkiler Çalışmaları Derneği – TUİÇ Biga Ekibi çalışmalarına son hızı ile devam ediyor. Ekibimiz, TUİÇ Çanakkale Onsekiz Mart Üniversite Temsilcileri bünyesinde bulunan Şeyda Öcal, Abdullah Aksoy, Esra Yılmaz, Samet Ersan, Günay Yalçın, Merziye Gök, Kübra Doğruyol, Sefa Saygın, Dilek Yapar, Makbule Yılmaz, Yusuf Akkuş, Hakan Yahya Okay, Aygül Aktaş, Melih Şah Sakallı, Semih Erol ve Mehmet Nizam isimli kişilerden oluşmaktadır.

TUİÇ Biga Söyleşilerinin amacı; ulusal ve uluslararası gündem, edebiyat, sanat üzerine söyleşilerin gerçekleşebileceği ve geleceğin emanetçisi olan biz gençlerin, büyüklerimizin bilgi birikiminden ve tecrübelerinden yararlanabileceği okul ortamından uzak sıcak bir ortam oluşturmaktır.

TUİÇ Biga Ekibi olarak, “TUİÇ Biga Söyleşileri” adlı söyleşimizi bu hafta 11 Kasım Cuma günü 21.00-23.00 saatleri arası Biga Halim Bey Konağında değerli hocamız Prof. Dr. Mehmet Bülent Uludağ’ın katılımıyla “ABD Seçim Sonuçları ve Gelecekte Nasıl Bir Dünya Olur?”  başlığı altında gerçekleştirdik.

Söyleşimizde bu hafta, “ABD Seçim sonuçları Ortadoğu’yu ve Türkiye’yi nasıl etkiler? Trump döneminde nasıl bir politika izlenir? Bu yeni dönemde büyük güçler arasındaki rekabet nasıl bir şekil alır? gibi sorulara 28 kişinin katılımıyla cevap arandı.

2 Aralık 2016 Cuma günü yine aynı saatte ve yerde ”Osmanlının Son Dönemi” başlıklı söyleşimizi gerçekleştireceğiz.

Katılımlarından dolayı bizlere zaman ayıran başta kıymetli hocalarımız Prof. Dr. Mehmet Bülent Uludağ’a,   değerli büyüğümüz Rafet Bayram Elkasoviç’e ve diğer öğrenci arkadaşlarımıza teşekkür ederiz.

TUİÇ Biga Söyleşileri

TUİÇ Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Temsilcisi
Yunus KARAYAMA

TUİÇ Kırklareli Üniversitesi Temsilcileri İlk Toplantısını Gerçekleştirdi!

TUİÇ Kırklareli Üniversitesi Temsilcileri  İlk Toplantısını Gerçekleştirdi!

TUİÇ’i oluşturan değerlerden “Anadolu Hareketi” kapsamında gerçekleştirilen temsilcilik seçimlerinin ardından, kurumumuzu Kırklareli Üniversitesi’nde temsil etme ve çalışmalarımızı yaygınlaştırmaya gönüllü olarak seçilen arkadaşlarımız ilk toplantılarını gerçekleştirdiler.

Uluslararası İlişkiler bölümü öğrencileri ile bir araya gelen temsilcilik ekibimiz derneğimizin ve akademimizin yaptığı çalışmaları ilgili arkadaşlara anlatarak büyük bir aile olma yolunda ilk adımı attılar.
Uluslararası ilişkiler öğrencileri ve ilgilileri olarak okulda alınandan daha fazlasını öğrenmek ve öğretmek adına yapılabilecek çalışmaları değerlendirdiler. Birlikte çalışma planlarını yapan ekibimiz, aynı zamanda Bahçeşehir Üniversitesi’nde gerçekleşecek olan Diplomat Okulu ile ilgili de yol gösterici olup toplantı sonunda bir sonraki toplantı ile ilgili ayrıntıları kararlaştırdılar.

TUİÇ Ailesi olarak yurdun dört bir yanında sivil topluma, bilgiye ve akademiye gönül veren tüm takipçilerimiz ve yol arkadaşlarımız adına kendilerine teşekkür ediyor ve başarılar diliyoruz.

Kolombiya: En Uzun Süreli Çatışma ve Barış Antlaşmasına Kısa Bir Bakış

Kolombiya: En Uzun Süreli Çatışma ve Barış Antlaşmasına Kısa Bir Bakış

Bundan 52 yıl önce silahlı devrimci bir hareket olarak FARC(Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri/ Revolutionary Armed Forces of Colombia) kurulduğunda dünyanın en uzun süreli çatışmalarından birine Kolombiya’nın ev sahipliği yapacağı belki de hiç tahmin edilmiyordu.  Fakat geçtiğimiz aylarda 4 yıllık bir çalışma sonunda tamamlanan 297 sayfa ve 6 ana konu başlıklı anlaşma imzalandı ve de halk oylamasına sunuldu[1].

Çatışmanın Özet Sebepleri

Kolombiya yaklaşık 200 yıldır bağımsız bir cumhuriyet olarak varlığını sürdürmektedir.  Çevredeki pek çok Latin Amerika ülkesi ile ortak paylaştığı bazı sorunlar vardır.  Bunlardan en önemlisi ortak bir yönetim anlayışına sahip olunamamasıdır. Bu ülke yönetimi üzerinde ki konsensüs yokluğu pek çok farklı fikrin ve de siyasi gücün, yönetimde söz sahibi olmak istemesine ve de her güçlü aktörün kendi yönetim anlayışını başa getirmek istemesine sebep olmuştur. Ülkenin nasıl yönetileceği konusunda ki ortak anlayış yokluğu, ülkenin siyasi yapısının dengesizleşmesine ve de güçsüzleşmesine yol açmıştır.

Ülkenin sağ-sol veya ekstremist bir tavırla mı yönetilmesi gerektiği hala tartışmalı bir konudur. Sağlam ve de köklü bir siyaset yokluğu, her gelen yönetimin yeni bir tavır takınmasına ve de herhangi bir konuda düzgün bir siyasi geleneğin oluşmamasına sebep olmuştur. FARC’ın kuruluş sebebini anlamak için de Kolombiya tarihine bakmak son derece yararlı olacaktır.

1964’de FARC ilk kurulduğunda da Kolombiya’nın durumu böyleydi. Bir çok defa anayasa değişikliği yapan ülke, kırsal alanlar, toprak sorunları, etnik sorunlar gibi bazı önemli konuları yok sayıyor veya konu üzerine eğilmiyordu. Ülke içerisinde süregelen çiftçi ve toprak sahibi tartışmaları Liberal ve Muhafazakar partiler arasında ki gerilimin artmasına ve de 1940’ların ortasında şiddet dolu bir dönemin yaşanmasına sebep oldu. 9 Nisan 1948’de Liberal Parti liderinin suikaste kurban gitmesi bu şiddet döneminin patlak vermesine sebep olmuştur[2]. 1964’e kadar olan dönemde bazı gerilla örgütleri kurulmuş ve de ileri dönem ki uzun soluklu çatışma için alt yapı oluşturmuşlardır.

Bazı farklı aşamalardan geçerek bugün bilinen halini alan FARC Marksist-Leninist bir çizgide, adaletsizlik üzerinde durarak işçinin ve ezilenlerin hakkını savunmuştur. Bu görüş ve tutum, kırsal alanlardan gerillaların gruba katılmasını sağlamıştır.[3] Zamanla grup büyüyerek örgütün temelleri sağlamlaştırdı. Yapılan eylemlerle adını duyurarak örgütün devamlılığı sağlayacak olan para kaynakları bulundu. Adam kaçırarak fidye isteme, uyuşturucu ticareti, kaçak madencilik örgütün gelir kaynaklarını oluşturan eylemler arasında sayılabilir. FARC’ın bu eylemleri, Kolombiya hükümetinin teröre karşı mücadele politikalarıyla birleştiğinde pek çok farklı alanda insanların zarar görmesine ve yerlerinden edilmesine sebep olmuştur.

Çatışmanın Kolombiya’ya Maliyeti

Bir akademik uzmanlık alanı olarak çatışma ele alındığında, çatışma süresinin uzaması istenmeyen bir durumdur. Çatışma süresi uzadıkça sağlıklı bir şekilde çatışmadan geri dönülmesi zor ve de çok masraflıdır. Masraftan kasıt para, maddi ve manevi kayıplar olduğu gibi aynı zamanda büyük bir zaman kaybının da ifadesidir. Çünkü çözülemeyen çatışmanın uzaması, çatışmanın köklerinin derinleşmesine sebep olur ve de mantıklı bir çözüm yolunun uygulanmasını zorlaştırır. Taraflar arasında ki kutuplaşma ve nefret artar ve de zarardan dönmek çok zorlaşır.

Çatışmanın Kolombiya’ya olan maliyeti 1964’den bu yana insan ölümleri, kayıp vakaları, yerlerinden edilen insanlar, yok edilen tarım alanları, ekonomik zarar ve enflasyon, mayın döşenmiş topraklar, adam kaçırma, suikastler ve de cinsel suçlar başlıkları altında gruplanabilir. Farklı kaynaklarda farklı rakamlar bulunmakla birlikte çatışma boyunca 8 milyona yakın insanın çatışmanın kurbanı olduğu, 260 bin civarında insan ölümlerinin yaşandığı, 6.7 milyon civarında insanın topraklarından edildiği, 25-45 bin arasında insanın kaybolduğu, 11418 insanın ülke topraklarının %63 ünü kaplayan mayınlar yüzünden öldüğünü ifade eden raporlar bulunmaktadır.[4]

Yine pek çok ulusal ve uluslararası çalışan ve görevlinin suikaste kurban gitmesi, binlerce kadının cinsel saldırı ve şiddet görmesi, topluca yerinden edilmeler, ordu eliyle yaşanılan sivil ölümleri ülkeye zarar verdiği gibi çatışmanın derinleşerek uzamasına da sebep olmuştur.[5]

Barış Anlaşması Ajandası

FARC ve Kolombiya barış görüşmeleri 2012 yılında Küba’da, Norveç ve Küba’nın garantörlüğü altında başlamıştır. Dört yıl süren görüşmelerde altı maddelik bir ajanda belirlenmiştir. Ajandanın oluşturulması için beş farklı delegasyon oluşturulmuş ve de her bir delegasyon konusunda uzman yaklaşık otuz kişi tarafından kurulmuştur. Üzerinde tartışılan ve de çatışmanın çözülmesi gereken hayati kısımlarını oluşturan bu altı madde şöyledir; toprak reformu, siyasi katılım, uyuşturucu ile mücadele, kurbanlar, çatışmanın sonlandırılması ve uyum. Bu maddeler çatışmayı çözme konusunda izlenecek yolların detaylı bir taslağını oluşturur.[6] Kısaca bu maddelere göz atmak gerekirse;

Toprak reformu; FARC’ın kurulma sebepleri arasında da ilk sıralarda bulunan toprak reformu, anlaşmanın ilk maddesini oluşturmakta. Konu başlığı genel itibari ile kırsal alanda yoksulluğu azaltma ve toprakların eşitsizliğinin giderilmesi temelleri üzerinde duruyor. Kolombiya dünya üzerinde en yüksek düzeyde toprak eşitsizliğine sahip ülkelerden biri ve de 6 milyondan fazla insanın toprakları üzerinden sürüldüğü biliniyor. Ülke kurulduğundan bu yana bu soruna ciddi bir şekilde eğilinmedi. Barış anlaşmasında geçen toprak reformu başlığı aslında kırsal alanın tamamen kalkındırılmasına yönelik bir madde. Genel itibari ile toprak reformu üzerinde durulsa da kırsal alanlara alt yapı sağlanması, eğitim-sağlık gibi konularında devletin bu alanlara ulaştırması gerektiği doğrultusunda maddeler bulunmakta[7].

Siyasi katılım; Gerilla örgütü olarak etkinliğine son verecek olan FARC politikada aktif olarak varlığını sürdürmek ve toplumun dezavantajlı kesimini savunmak istemektedir. Siyasi katılım başlığı, 2018’den itibaren iki seçim dönemi boyunca FARC’ın, temsilciler meclisi ve genel meclis de beşer üyesi olmasının garantilenmesi konusunu içerir. Gelecek seçim dönemine(2018) kadar da her iki mecliste de oy hakkı olmayan, sessiz katılımcı, olarak üçer temsilcisini bulundurabilecek. Bu yeni politik oluşum on yıl boyunca devlet desteği alması da şartlar arasında. Ayrıca bu madde sadece FARC’ın siyasi katılımda ki yerini korumayı içermekle kalmayıp, on altı bağımsız adayın temsilciler meclisinde bulunmasını da öngörüyor.[8]

Yasa dışı uyuşturucu; Kolombiya’nın en büyük sorunlarından biri olan yasa dışı uyuşturucu ticareti de barış anlaşmasının bir diğer unsuru. Bu konuda alınacak önlemlerin başında çiftçilerle anlaşma geliyor. Koka bitkisinin üretiminden vazgeçip bunu garantileyen çiftçilere ekonomik sübvansiyon uygulanması en önemli maddeler arasında. Ayrıca ek olarak uyuşturucu kullanımını önleyecek ve halk sağlığı konusunda çalışacak programların uygulanmaya konulması da düşünülüyor.

Kurbanlar; 52 yıllık çatışmanın sonuçları arasında 7-8 milyon civarında doğrudan veya dolaylı insan kaybı da bulunmaktadır. Bu kayıpların belirlenmesi, sorumlularının cezalandırılması ve savaş suçlarının ortaya çıkarılması için geçici adalet komisyonları ile doğruluk komitelerinin kurulması öngörülmektedir. Hükümetle işbirliği yapan ve de suçlu bulunan üyelerin en fazla sekiz yıl olmak üzere sınırlı ev hapsine tutulması, işbirliğine yanaşmayanların ise suçların karşılığına göre yirmi yıla kadar hapis cezasına çarptırılması maddeleri bulunmaktadır.

Çatışmanın Sonlandırılması; Anlaşmanın imzalanması ve halk oylamasından geçmesi durumunda FARC’ın kendisini sonlandırması ve de tasviye ederek çatışmanın tamamen bitirilmesinin ve de tasfiye- silahsızlandırma ve yeniden topluma entegre etme programlarının uygulanması öngörülmektedir. Tasfiye ve silahsızlandırma için örgütün bütün gerillaları 8 geçici kamp altında, 23 ayrı bölge de  toplanacak gerillalar için silah bırakma ve de uyum süreci başlayacak.[9]

Uyum Süreci; Anlaşmanın taraflar nezdinde uyulması ve de uygulanması, bunun içinde gözlem ve doğrulama mekanizmalarının kurulması, yine diğer maddelerde geçen kurum ve kuruluşların oluşturularak bunlar için gereken maddi alt yapının hazırlanması ile anlaşmanın bölgesel takibini içeren maddeleri barındırmaktadır.[10]

Sonuç

İlk görüşmelerin başlamasından bu yana sürecin zorlu geçeceği bilinmekteydi. Arada ateşkes ve de barış için görüşmeler yaşansa da her biri başarısızlıkla sonuçlandı. Köklü bir çatışma olması da barış anlaşmasının hazırlanmasını 4 yıl gibi bir sürece yayılmasına sebep oldu. Hazırlanan Barış anlaşması halk oylamasına sunulup, yarıdan fazla evet oyu alması durumunda yürürlüğe girecekti. 2 Ekimde yapılan oylamayla az bir farkla barış anlaşması reddedilmiştir. Kolombiya’nın barış sürecine bu kadar yaklaşmış olması aslında çok önemli bir durumdur. Diğer ülkelerden barış sürecine geçilmesi durumunda maddi ve de manevi destek de sunulmuştur. Sadece anlaşmanın evet olarak oylanması bile hızlı bir şekilde ülke ekonomisi üzerinde olumlu bir etki oynayacaktı. Tarafların neden evet neden hayır dediği başka bir makalenin konusu olacaktır.

Aslıhan BAŞER

KAYNAKÇA:

  1. https://www.theguardian.com/world/2016/jun/23/colombia-farc-rebel-ceasefire-agreement-havana
  2. http://www.as-coa.org/articles/explainer-farc-and-colombias-50-year-civil-conflict
  3.  http://colombiareports.com/colombia-news/peace-talks/
  4. http://www.as-coa.org/articles/weekly-chart-colombias-peace-process-numbers
  5.  http://www.lawg.org/storage/documents/Col_Costs_fnl.pdf
  6. https://www.theguardian.com/world/2016/jun/23/colombia-farc-rebel-ceasefire-agreement-havana
  7. http://colombiareports.com/colombia-peace-talks-fact-sheet/
  8. http://farc-epeace.org/peace-process/news/item/1674-brief-guide-to-understand-peace-agreements-in-colombia.html
  9. http://www.cctv-america.com/2016/08/15/major-challenges-remain-in-colombia-farc-peace-talks
  10.  http://farc-epeace.org/peace-process/timeline.html

İdeoloji: Liberalizm

İdeolojinin kesin bir tanımını yapmak oldukça zordur. Zamana, duruma ve kişiye- kuruma göre gösterdiği tutum değişebilir olduğu için kendi içinde dahi kesin bir fikir birliği gerçekleşememiştir. Fakat liberalizm için genel olarak bir hat belirmek gerekirse öncelikle bireyin ve teşebbüslerin özgürlüğünün toplumun refahıyla orantılı olacağına inanan bir ideoloji ifade edilebilir.

Etimolojik olarak ise liberal sözcüğü Latince ‘liber’ sözcüğünden türer ve 18. yüzyılın sonlarına dek “özgür insana yaraşan” anlamında kullanılarak kişilere anlayışlı, hoşgörülü ve bağımsız gibi nitelikler kazandırmıştır. Bu bağlamda liberalizm ise devlet otoritesine karşı olan bir eğilimle ortaya çıkıyordu.

Genel olarak liberalizm, bireyin önceliğini, teşebbüs özgürlüğünü, insan haklarını, serbest piyasayı ve ticareti, akılcılığı, seküler ahlakı ve devlet müdahalesinin sınırlı olmasını temel alır. En önemli temsilcileri ise; John Locke, Adam Smith, Montesquieu, Thomas Jefferson, John Stuart Mill, John Dewey ve John Rawls’tır.

Kökleri Avrupa Aydınlanmasından gelmesinerağmen ideolojinin gelişimi ve yayılması Soğuk Savaş’ın bitmesi ve hızlı bir ekonomik küreselleşmenin içine girilmesiyle gerçekleşmiştir. Liberalizm üç asır boyuna zamanla farklı gelişmeler göstermiştir. Erken dönem liberalizminde feodalizm yıkılmış ve onun yerine orta sınıf bir sanayi toplumu geçmiştir. Bu geçiş liberalizm ve kapitalizm arasında bir köprü olmuştur. 19. yüzyılın başından itibaren liberalizme özgü iktisadi düşünce gelişmiştir. “Laissez-faire laissez-passer” (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) düşüncesiyle devlet müdahalesini en aza indirgeyen bir iktisat anlayışı ideolojiye hâkim olmuştur. Bu yüzyılın sonlarında ise birey önceliğinin ve toplum refahının ön planda olduğu sosyal liberalizm ortaya çıkmıştır.

Klasik liberalizm; devlet müdahalesinden hoşlanmayan, bireyselciliğin ön planda olduğu bir anlayıştır. Bireyler kendi kendine yeterli olan ve devlete bir borcu olmayan varlıklar olarak kabul edilmiştir. Devletin müdahalesinin olduğu tek konu düzen ve güvenliğin sağlanması hususunda olması kabul edilmiştir. Kurgulanan minimal devlet algısı ile klasik liberal anlayışı kendisini düzenleyebilen serbest piyasa düşüncesi olan iktisadi liberalizmi de kendisine eklemlemiştir.

Modern liberalizm; klasik liberalizmdeki hoş karşılanmayan devlet müdahalesi yerini devlet müdahalesiyle bireyin özgürlüğünü genişletecek ve geliştirecek bir sosyal refah ortamı oluşturabileceğini savunur. Tamamen serbest bir piyasa yerine ise piyasadaki kapitalist oluşumun devlet sorumluluğu altında da gerçekleşebileceğini düşünürler.

Liberalizm serbest piyasa ve minimal devlet bağlamında liberalizm devletin kendi çıkarları için bireyleri araç olarak kullandığı şeklinde bir eleştiri almıştır. Liberalizme yönetilen bir diğer eleştiri ise feminist görüştendir.  Feministler liberalizmin toplum sözleşmesinden serbest piyasa anlayışına kadar ataerkil düzen oluştuğunu ifade eder ve liberalizmin bedensiz bir algıya erişmesi gerektiğini açıklar. Tüm eleştirilere rağmen liberalizm; bugünün çağdaş toplum uyarlamasına en yakın düşünce akımlarından biri olarak görülmektedir.

Ümran GÜNEŞ

Kaynakça:

Berktay, F. (2009). Liberalizm: Tek Bir Pozisyona İndirgenmesi Olanaksız Bir İdeoloji. 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler içinde, H. Birsen Örs (der.). İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Burchill, S. (2015). Liberalizm. Uluslararası İlişkiler Teorileri içinde. Küre Yayınları.

Heywood, A. (2007). Siyaset. Adres Yayınları.

Ryan A. (2013). Liberalizm. Liberalizmin El Kitabı içinde, Cennet Uslu (çev.). Kadim Yayınları.

Oğuzlu, T. (2015). Liberalizm. Uluslararası İlişkilere Giriş içinde, Şaban Kardaş- Ali Balcı (der.). Küre Yayınları.

Tek Kutuplu Dünya Düzeni ve Küreşelleşmenin Birlikteliği

    Sovyetler Birliği’nin dağılması, akademik çevrelerin büyük kısmında, ABD’yle beraber İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda kurulan çift kutuplu dünya düzeninin yıkılması anlamını taşımaktaydı. Çoğunluğun böyle düşünmesine rağmen bu görüşün daha çok realist perspektifle paralellik taşıdığını unutmamak gerekir. Realist perspektif açısından Soğuk Savaş, yalnızca bir süper gücün diğeri tarafından askeri anlamda yenilmesi veya süper güçlerden birinin veya her ikisinin göreceli gücünün azalarak iki kutupluluğun dağılmasına yol açmasıyla son bulabilirdi.[1]

Sovyetler Birliği’nin yıkılması da Soğuk Savaş’ın bitmesi için realist ekolün ileri sürdüğü koşulu sağlamaktaydı. Bu durum bir süper gücün dünya siyasi sahnesinden çekilmesine neden olurken birinin – ABD’nin – bir süper güç olarak konumunu oturtması için ilk basamak olmuştur. Dolayısıyla, 20.yüzyılın sonundan özellikle de 21.yüzyılın başından itibaren süper güç kavramı sadece ABD için kullanılmaya başlanmıştır. Bu bağlamda, tek kutuplu yeni bir dünya düzeninin ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. 1970’lerde Vietnam Savaşı’ndan ötürü zayıfladığı düşünülen Amerikan hegemonyası, Soğuk Savaş’ın sonuyla beraber, bir anlamda, tekrar eski gücüne kavuşmaya başladı.

 Diğer taraftan, tek kutuplu dünya düzeninin yerini sağlamlaştırmasını salt Sovyetler’in yıkılıp yerine Rusya Federasyonu’nun kuruşuyla açıklayıp uluslararası konjonktürden bağımsız ele almak hatalı olacaktır. Rusya hükümeti, 1990’larda ekonomik durgunluk, siyasal yolsuzluk ve Çeçenistan’daki bitmez tükenmez savaşın arasında çırpınıyordu. [2] Yeni kurulan Rusya’nın yanında Avrupa Birliği’nin de durumu pek parlak değildi. Henüz 1992’de kurulmuştu ve üye ülkeler arasında bir fikir birliğinden bahsetmek oldukça zordu. Bu devletler hem piyasaya yeni sürülen ortak paraya –Euro- adapte olmakta güçlü çekiyor hem de Balkanlarda yaşanan etnik savaşlara karşı ortak bir güvenlik politikası izleyemiyorlardı. Kısaca, 1990’lardaki uluslararası konjonktürün kötülüğü ABD hegemonyasının tüm dünyaya egemen olmasına oldukça yardımcı olmuştur.

  Yeni dünya düzeni çift kutupluluğu tarihin tozlu sayfalarına koyarken başka bir kavramın ortaya çıkışına da zemin hazırlamıştı: Küreselleşme. Nitekim küreselleşmenin net bir tanımı vermek mümkün değildir. Çünkü uluslararası ilişkiler çevresinde tanımı ve ne zaman başladığı konusunda tam bir uzlaşma sağlanamamıştır. Dolayısıyla günümüz küreselleşmesinden bahsetmek yerinde olacaktır. Çağdaş küreselleşme, çok-aktörlü bir yapı içerisinde gelişmektedir. Bu bağlamda, dört temel aktörden bahsedilebilir:

Ulus-devlet, uluslararası kuruluşlar ve devletler-üstü kurumlar, yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşları. [3] Küreselleşme süreci, bu aktörlerin karşılıklı iletişimi ve etkileşimi sonucunda şekillenmektedir.[4] Her ne kadar ulus-devlet kavramı 21.yüzyılda sorgulanır kimi zaman önemini yitirir hale gelse de ABD’nin küreselleşmedeki aktif rolünü yadsımak hatalı olacaktır. Demokrasi ve özgürlük savunuculuğu bağlamında Bretton Woods sisteminin yıkılıp Dünya Ticaret Örgütü’nün kuruculuğunu yaparak serbest piyasanın baş aktörü haline gelmesi ABD’nin küreselleşmenin merkezi haline gelmesine neden olmuştur. Bu da ABD’nin dünya siyasetinin istikrarında bir başına hareket etmesine yol açmıştır. 1991 Körfez Savaşı’ndaki koalisyona liderlik etmesi, 2003’te Irak’a BM Güvenlik Kurulu’nun onayını almadan müdahale etmesi, 10 yıldan fazla müzakereler sonunda 2015’te İran’a nükleer konusunda antlaşma imzalatması; NATO’nun 1999’da Kosova’yı ve Arap Baharı’nda Libya’yı bombalaması, Amerikan hegemonyasının 21.yüzyıla hakim olacağının birkaç önemli göstergesiydi.

Sonuç olarak, 21.yüzyılda küreselleşme, toplumlararası etkileşimin ve savaşların sınır aşan hale gelmesinde en önemli faktör olurken tek kutupluluğu da güçlendiren bir faktör olmuştur. Yani birbirine zıt görünen bu iki kavram ABD liderliğinde varlığını sürdürmeye devam etmektedir.

Gözde ÖNEŞ

KAYNAKÇA:

  1.  Andrew Heywood, Küresel Siyaset, Adres Yayınları, Ankara, Ağustos 2014, s.266
  2.  Steven W. Hook & John Spanier, Amerikan Dış Politikası İkinci Dünya Savaşı’ndan Günümüze, İstanbul, İnkılap Yayınları, s.262
  3.  Fırat Bayar, “Küreselleşme Kavramı ve Küreselleşme Sürecinde Türkiye”, Uluslararası Ekonomik Sorunlar Dergisi, sayı:32, http://www.mfa.gov.tr/data/kutuphane/yayinlar/ekonomiksorunlardergisi/sayi32/firatbayar.pdf , s.26
  4. Fırat Bayar, “Küreselleşme Kavramı ve Küreselleşme Sürecinde Türkiye”,  Uluslararası Ekonomik Sorunlar Dergisi,  sayı: 32,  http://www.mfa.gov.tr/data/kutuphane/yayinlar/ekonomiksorunlardergisi/sayi32/firatbayar.pdf , s.26

TUİÇ Biga Söyleşileri: “Avrupa’da İslamofobi”

TUİÇ Biga Söyleşileri: “Avrupa’da İslamofobi – ABD Başkanlık Seçimleri ve Ortadoğu’nun Geleceği”

Uluslararası İlişkiler Çalışmaları Derneği – TUİÇ Biga Ekibi çalışmalarına son hızı ile devam ediyor. Ekibimiz, TUİÇ Çanakkale Onsekiz Mart Üniversite Temsilcileri bünyesinde bulunan Şeyda Öcal, Abdullah Aksoy, Esra Yılmaz, Samet Ersan, Günay Yalçın, Yunus Karayama, Kübra Doğruyol, Sefa Saygın, Dilek Yapar, Makbule Yılmaz, Yusuf Akkuş, Hakan Yahya Okay, Aygül Aktaş, Melih Şah Sakallı, Semih Erol ve Mehmet Nizam isimli kişilerden oluşmaktadır. 

TUİÇ Biga Söyleşilerinin amacı; ulusal ve uluslararası gündem, edebiyat, sanat üzerine söyleşilerin gerçekleşebileceği ve geleceğin emanetçisi olan biz gençlerin, büyüklerimizin bilgi birikiminden ve tecrübelerinden yararlanabileceği okul ortamından uzak sıcak bir ortam oluşturmaktır.

TUİÇ Biga Ekibi olarak, “TUİÇ Biga Söyleşileri” adlı söyleşimizi bu hafta 04 Kasım Cuma günü 21.00-23.00 saatleri arası Biga Halim Bey Konağında değerli hocamız Prof. Dr. Mehmet Bülent Uludağ’ın katılımıyla “Avrupa’da İslamofobi – ABD Başkanlık Seçimleri ve Ortadoğu’nun Geleceği” başlığı altında gerçekleştirdik.

Söyleşimizde bu hafta, “ABD başkanlık seçimleri nasıl sonuçlanır? Seçim sonuçları Ortadoğu’yu nasıl etkiler?  Başkan adaylarının vaatleri nelerdir? Avrupa’da artan İslamofobi’nin sebepleri nelerdir ve bu durum Türkiye’yi nasıl etkiler?” gibi sorulara cevap arandı. 

11 Kasım Cuma günü yine aynı mekanda ve saatte ”Büyük Güçler arasındaki rekabet, ABD Seçim Sonuçları ve Gelecekte Nasıl Bir Dünya Olur” başlığı altında bu sorulara cevap arayacağız.

Katılımlarından dolayı bizlere zaman ayıran başta kıymetli hocalarımız Prof. Dr. Mehmet Bülent Uludağ’a, Muhammed Fatih Özkan’a,  Ceyhun Çiçek’e, değerli büyüğümüz Rafet Bayram Elkasoviç’e, Habip Yüksel’e ve  diğer öğrenci arkadaşlarımıza teşekkür ederiz.

TUİÇ Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Temsilcisi
Merziye GÖK

Amerikan Dış Politikası

İkinci Dünya Savaşı’ndan Soğuk Savaş’a Amerikan Dış Politikası


Giriş
7 Aralık 1941 günü Japonya’nın ABD’ye ait Hawai adalarından biri olan Oahu adasındaki askeri tesislere karşı gerçekleştirdiği Pearl Harbor saldırısından sonra İkinci Dünya Savaşı’na katılan Amerika; Nazi Almanyası’nın da kendisine savaş ilan etmesiyle  kendini hem Büyük Okyanus’da hem de Avrupa’da büyük bir savaşın içinde bulmuştu. “İnsanlık tarihinin en büyük felaketlerinden biri olan İkinci Dünya Savaşı, 5 Mayıs 1945’de Hitler’in halefi Amiral Dönitz’in, Almanya’nın kayıtsız şartsız teslim olduğuna ilişkin belgeyi imzalamasıyla, başladığı yer olan Avrupa’da sona erdi. Savaşın tüm cephelerde sona ermesi ise, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarından sonra, Japonya’nın 14 Ağustos 1945’de Almanya’nın kabul ettiğininkine benzer şartlarda teslim olmasıyla gerçekleşmiştir.”[1]

  Kuşkusuz, İkinci Dünya Savaşı arkasında  ekonomik, sosyal ve siyasal açıdan alt üst olmuş bir Avrupa bırakmıştı. Avrupa’da uzun yılların ürünü olan alt yapı, savaşla birlikte yerle bir olmuştu; milyonlarca insan hayatını kaybetmiş, kıta Avrupa’sının önemli bir bölümünde ciddi nitelikteki yapılar tahrip edilmiş ve çok sayıda insan göç etmek zorunda kalmıştı. “Ülkelerin dış politikaları ve  halkın tutumları hayret verici ölçüde değişmeye başlamıştı. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce birçok Amerikalı barışın aslında normal olan olduğunu ve savaşın kimseye bir fayda sağlamayacağını düşünüyordu.”[2]

   Savaş sonrası Avrupa, siyasi olarak da oldukça zor günler geçirmekteydi. “Savaştan sonra Avrupa’daki güç dengesi, savaş öncesinden tamamen farklıydı. ‘Avrupa’nın intiharı’  bu bölgede doldurulamaz bir uluslararası ilişkiler boşluğu doğurmuştu. Ülkeler arası ilişkilerin yürütüleceği siyasi bir temel kalmamıştı. Fransa ve İtalya, savaştan galip çıkmalarına rağmen İtalya taraf değiştirdiği için galip devletler arasında sayılabilir- dünya çapında siyasal güçlerini kaybetmişlerdi. Almanya’nın Avrupa egemenliği için yaptığı girişim çöküntüye uğramıştı. Büyük Britanya İmparatorluğu, üzerinde güneşin batmadığı topraklarını kaybetme sürecine girmişti.”[3] Avrupa’da bunlar yaşanırken, Çin  kendini bir iç savaşın içinde bulmuş, Japonya İmparatorluğu yıkılmıştı.

Afrika’nın büyük kısmında ise sömürgecilik tüm hızıyla devam etmekteydi. “Tüm bunlara karşın, ABD savaştan fiziksel olarak güvenli, siyasi olarak istikrarlı ve ekonomik olarak kazançlı çıktı. Franklin Roosevelt tarafından yaratılan, dünyanın şimdiye kadarki en etkili askeri gücü olan ‘demokrasi cephanesi’ de mahfuz kaldı. Otuz yılda ikinci kez, Amerikalılar bir dünya savaşının içine çekilip, bu savaşta galip geliyordu.”[4] Bu durum, İkinci Dünya Savaşı sonrası yeni düzenin kurulmasında ve yönlendirilmesinde Amerikan dış politikasının büyük oranda etkili olacağının sinyallerini veriyordu.

   Ancak savaşın tek galibi ABD değildi. Hitleri ortak bir tehdit olarak kabul edip işbirliği yapan Sovyetler ve ABD; bu tehlike ortadan kalktıktan hemen sonra, rakip siyasal sistemlerinin getirdiği çıkar çatışmalarıyla savaş sonrası düzenin iki önemli aktörü olarak dünya sahnesindeki yerlerini almışlardı.

  “Sovyetler Birliği liderleri de yüzyıllarca tehditkar bir dış çevrede, hassas şekilde birarada yaşamanın sonucu olan, kendine has bir dış politika tarzı devraldı. Bu liderler daha sonra savaş sonrası dış ilişkilere kendine güvenen ve cepheleşen bir yaklaşım oluşturmak için  Rus tarihinden çıkardıkları dersleri Marksist-Leninist ideolojinin ilkelerine entegre ettiler. Sovyetler Birliği’nin küresel bir güç olarak ortaya çıkması ve güç dengesindeki bu dönüşüme Amerika’nın tepkisi, dünya politikasına yaklaşık yarım yüzyıl hakim olacaktı.”[5]  İki ülke arasındaki güç mücadelesi, bundan sonraki süreçte dünya politikasını tanımlayan ve büyük ölçüde ona yön veren bir özellik olacaktı. Bu yüzden Amerikan siyaset geleneği ile Sovyetler Birliği’nin geleneğini karşılaştırmak süreci anlamak bakımından önemlidir.

Amerika- Sovyetler Birliği

  “Amerikan politikasını en iyi şekilde yönlendiren ana konuların başında, geçmişteki hatalardan sakınmak ve olası savaşları engellemek gelir.  Geçmişten alınan dersler doğal olarak devlet yetkililerini barış yönünde koşullandırmıştır. Onlara göre barış için birinci koşul, savaşı başlatan ulusları tamamen bozguna uğratıp silahsız hale getirmektir. İkinci koşul ise hür iradenin, başka bir deyişle ulusların kendi geleceklerini  belirleme (self determination)  prensibinin  gelişmesini sağlamak ve gelecekte olması muhtemel  buhranları  engellemektir.”[6] “1823-1939 döneminde, genellikle Amerika Birleşik Devletleri kendini Avrupa devletler sisteminden izole etmeye yönelik bir politika izlemişti.”[7]

   Savaş sırasında da Roosevelt Sovyetler Birliğine yönelik bir dostluk politikası izliyordu; çünkü ortak bir Hitler tehdidi vardı ve bundan sonraki dönemde de Sovyet-Amerikan çıkarlarının çatışmasını istemiyordu. Fakat bu dönem, Roosevelt’in dostane politikasına karşılık, Stalin’in Amerikan yönetimine güvenmediğini gösteren yayılmacı Sovyet politikaları dikkat çekmeye başlamıştı.  “ABD’nin sahip olduğu ve daha önceki hiçbir küresel güce benzemeyen siyasal gelişimi, farklı dış politika sentezlerinin oluşumuna hizmet etmiştir. Wilson’cu idealizmin Soğuk Savaş ile etkileşime girmesi küresel iyilikseverlik (global meliorism) denilen dış politika akımını oluşturmuştur. Bu akımın savunucularına göre, dış politika uzun vadeli bir inşa faaliyetidir ve ABD bunu ancak bir bölgede yaşayan halkların çıkarlarını gözeterek sosyoekonomik boyutlu araçlarla gerçekleştirebilir. Bu sentezin oluşumunda dış dünyadan gelen etki ve baskıların büyük etkisi olmuştur. Bu anlayış daha çok Demokratlar tarafından savunula gelmiştir. Bu anlayışa zaman zaman ‘yumuşak emperyalizm’ de denmektedir.”[8]

   Dönemin Amerikan dış politikasında, siyasilerin algıları ve bakış açıları ne kadar etkiliyse coğrafya, dış çevreyi algılama ve diğer devletlerin dış politikaları da oldukça belirleyici olmuştur.  “Her nasıl iki dünya savaşında Almanya’yı kontrol altına alma girişimlerinin öncülüğünü İngiltere yaptıysa, 1945’ten sonra Sovyetler Birliği’ne karşı koymak için ilk adımı -Washington değil- Londra attı. Gerçekte, ABD başta, Sovyetler Birliği ve İngiltere arasında arabulucu rolünü oynamaya çalıştı. İngilizlerin gücünün yetersizliği ne zaman ortaya kondu, ancak o zaman ABD, Sovyet gücünü dengeleme görevini devraldı.”[9] Sovyetler, İkinci Dünya Savaşı biter bitmez Doğu Avrupa’nın ötesine uzanan ve savunma olarak açıklanması zor nitelikte olan bir güç ve yayılma politikasına başlamıştı. Özellikle Türkiye, Yunanistan, İran gibi ülkeler Sovyetlerin savaş sonrası yayılma politikasından nasibini almıştır.

George Kennan ve Çevreleme Politikası

  Savaş sonrası Sovyetlerin süratle yayılmacı bir politika izliyor oluşu, savaştan güçlü çıkan diğer taraf olan Amerika’nın da dış politikasını yeniden değerlendirmesini gerektirmiştir ve bu konudaki en etkili kişilerden biri kuşkusuz Dışişleri Bakanlığının Sovyetler Birliği uzmanı George Kennan olmuştur. “Kennan’ın kapsamlı analizine göre, Rus tarih ve geleneğinin güçlü ellerinin yol gösterdiği Sovyet askeri gücünün iddiası, Moskova’nın kapitalist sistemi yok etme taahhüdünü ayakta tutuyordu.”[10]

   “Kennan’ın 1947’de Mr. X ismini kullanarak yazdığı ‘Sovyet Tutumunun Kaynakları’ isimli makalesi onu ABD Soğuk Savaş stratejisi olan çevrelemenin mimarı haline getirmiştir. Kennan, Sovyetler Birliği’nin içyapısından kaynaklanan nedenler dolayısıyla Sovyet dış politikasının değişmesinin mümkün olmadığı inancındaydı.”[11] Kısaca Kennan’a göre Sovyetler’in yayılmacı politikalarına karşı  uzun dönemli, sabırlı ve dikkatli bir ‘çevreleme politikası’ –containment policy- izlenmeliydi. Sonuç olarak Geogre Kennan, İkinci Dünya Savaşı  sonrası Amerikan dış politikasını derinden etkilemiş ve savaş sonrası Avrupa’nın yeniden inşasına büyük ölçüde yön vermiştir. “Daha genel olarak Kennan, Amerikan dış politikasının ‘ kanuncu- ahlaksal’ yaklaşımını eleştirdi ve 20. Yüzyılın sonlarına doğru ulusun ulusal çıkarlarına odaklanmasına engel olduğunu iddia etti. Bu bakımdan Kennan, savaş sonrasının, Amerikan tarzı dış politikaya uymayan en önemli realistlerinden biri sayılmaktadır.”[12]

  Bu sırada, nükleer güçlerini olabildiğince muhafaza etmeye çalışan Amerikalı siyasiler, 1946’da Acheson-Lilienthal Raporu’nu ve daha sonra Baruch Plan’ını BM’e sunmuşlardır. Böylece Amerika, tüm dünya liderlerini artık nükleer silah geliştirmemeye ve bunun uluslararası düzeyde denetlenmesi için işbirliğine çağırmıştır. “Beklendiği üzere Stalin, Truman’ın gerekçelerine güvenmedi ve Baruch Planı’nı reddetti. Stalin’in BM Büyükelçisi Abdrei Gromyko’a göre ise Amerika nükleer silah üretiminde oluşturduğu tekeli korumak istiyordu.”[13] “29 Ağustos 1949’da Sovyetler Birliği’nin kendi nükleer silahını başarılı bir şekilde test etmesi, böylelikle uzun, karmaşık ve tehlikeli bir silahlanma yarışının başlatması da sürpriz olmadı.”[14]

Truman Doktrini

  12 Mart 1947’de Amerikan başkanı Harry Truman Kongre’de, Yunanistan ve Türkiye’ye ekonomik ve askeri kaynak için 400 Amerikan doları tahsis edilerek yeniden yapılandırmaya yardım edilmesi ve yine bu amaçla bu ülkelere askeri personel gönderilmesi için yetki istediği ünlü konuşmasını yaptı. “Truman Kongre’deki konuşmasında, Türkiye ve Yunanistan’ın bağımsızlıklarının ülke içinden ve dışından tehdit altında olduğunu ve ABD’nin bu ülkelere yardımcı olmaması durumunda Türkiye ve Yunanistan’da totaliter bir rejim oluşacağını ve insanların hürriyetlerini kaybedeceklerini belirtmiştir. Ayrıca ABD’nin ulusal güvenliğinin uluslararası barışla ilişkili olduğunu, bu nedenle bu ülkelerde yaşayan insanların hür yaşamaları, bağımsızlık ve ulusal bütünlüklerini korumaları için ABD’nin bu ülkelere öncelikle ekonomik yardım yapmasının kaçınılmazlığını, şayet bu konuda gerekli yardım yapılmazsa uluslararası güvenlik ve ulusal refahlarının da tehlikeye gireceğini vurgulamıştır.”[15]

Böylece ABD, George Kennan tarafından tanımlanmış olan çevreleme politikasını başlatmış oldu. “Truman yönetiminin 1940’ların sonunda öngördüğü, savaş sonrası süper güçler arası ortaya çıkan uyuşmazlık her iki tarafın düşmanca uygulamalarında da belirgindi. Birçok kişi için dönüm noktası, 2 Temmuz 1947’de , Marshall Planı yardımının bölüştürülmesini tartışmak için Batılı liderler tarafında  Paris’te düzenlenen toplantıdan Rus delegasyonun çekip gitmesiyle vuku buldu. Ondan sonra, iki hasım, büyük güçlerin işbirliği görüntüsünü dahi ortaya koymayacaklardı.”[16] Özetle, Soğuk Savaşa giden yolda, savaş sonrası Sovyetlerin yayılmacı tavırları ve iki kutuplu devlet sistemi büyük oranda belirleyici olmuştur.

Sonuç

  Birçok kaynağın tarihin en yıkıcı savaşı olarak nitelendirdiği İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası ilişkiler ve güç dengeleri iki kutuplu olarak değişmişti. Tüm dünyanın aksine savaştan güçlü çıkan iki büyük devlet olan Amerika ve Sovyetlerin bundan sonraki tutumları tüm dünyayı etkileyecek olması bakımından herkes için önemliydi.

  Savaş biter bitmez Amerika, Sovyetlerin Doğu Avrupa’yı aşan yayılmacı tavırları ve güç politikasına  Sovyetler Birliği uzmanı, dönemin etkili ismi George Kennan’ın derin analizinin eseri olan ve ‘çevreleme politikası’ ile karşılık vermiştir. “Bu dönemden sonra ABD, artık geleneksel dış politika tarzının tersine uzun süreli, düşük yoğunlukta mücadele yapacaktı. Bu mücadele için sıklıkla kullanılan terim ‘Soğuk Savaş’ aslında çok uygundu. ‘Savaş’ , Amerika- Sovyet rekabetinin ciddiyetini gösteriyordu; ‘Soğuk’ ise nükleer silahların, konvansiyonel silahlarla bile iki nükleer güç arasında savaş yapılamayacak kadar tek kelimeyle yıkıcılığını kastediyordu.”[17]

Eda KARAİBRAHİM

KAYNAKÇA:

  1.  Çağrı Erhan,Avrupa’nın İntiharı ve İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Temel Sorunlar,Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi,Cilt:51, Sayı:1, s259.
  2. Stephen E. Ambrose and Douglas G. Brinkley, Rise to Globalism: American Foreign Policy Since 1938, Eight Revised Edition,p.13.
  3. Çağrı Erhan,Avrupa’nın İntiharı ve İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Temel Sorunlar,Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi,Cilt:51, Sayı:1, s260.
  4.  Julian E. Zelizer, Arsenal of Democracy: The Politics of  National Security from World War II to the War on Terrorism, New York: Basic Books,2010.
  5. Steven W. Hook, John Spanier, Amerikan Dış Politikası, İnkılap Yayınevi,s.27.
  6. Ayça Ülker Erkan, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği Arasındaki Soğuk Savaş Yıllarında Amerikan Dış Politikası, Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2010, Cilt 8, Sayı 1, s:184.
  7.  Stephen E. Ambrose and Douglas G. Brinkley, Rise to Globalism: American Foreign Policy Since 1938, Eight Revised Edition.
  8. Gültekin Sümer, Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü, Uluslararası İlişkiler, Cilt 5, Sayı 19 (Güz 2008), s.129.
  9. Steven W. Hook, John Spanier, Amerikan Dış Politikası, İnkılap Yayınevi,s.34.
  10. George Kennan,  American Diplomacy 1900-1950
  11. Gültekin Sümer, Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü, Uluslararası İlişkiler, Cilt 5, Sayı 19 (Güz 2008), s.129.
  12. Steven W. Hook, John Spanier, Amerikan Dış Politikası, İnkılap Yayınevi,s.40
  13.  Micheal Gordin, Red Cloud at Dawn ,New York: Farrar, Straus ve Giroux,2009,s.53.
  14. Steven W. Hook, John Spanier, Amerikan Dış Politikası, İnkılap Yayınevi,s.42.
  15.  Levent Kalyon, Truman Doktrini Üzerine Bir Analiz, Güvenlik Stratejileri Dergisi,s.10.
  16. Steven W. Hook, John Spanier, Amerikan Dış Politikası, İnkılap Yayınevi,s.44.
  17.  Steven W. Hook, John Spanier, Amerikan Dış Politikası, İnkılap Yayınevi,s.42.
  18. Ambrose,S. ve Brinkley, D., Rise to Globalism: American Foreign Policy Since 1938, Eight Revised Edition
  19. Erhan, Ç., Avrupa’nın İntiharı ve İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Temel Sorunlar,Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi,Cilt:51, Sayı:1
  20. Erkan,A., Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği Arasındaki Soğuk Savaş Yıllarında Amerikan Dış Politikası, Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2010, Cilt 8, Sayı1
  21. Hook, S. ve Spanier,J., Amerikan Dış Politikası, İnkılap Yayınevi
  22. Kalyon,L.,  Truman Doktrini Üzerine Bir Analiz, Güvenlik Stratejileri Dergisi,
  23. Sümer, G., Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü, Uluslararası İlişkiler, Cilt 5, Sayı 19 (Güz 2008)
  24. Zelizer,J., Arsenal of Democracy: The Politics of  National Security from World War II to the War on Terrorism, New York: Basic Books,2010.
  25. http://foreignpolicy.com/2011/12/23/the-man-who-got-russia-right/https://history.state.gov/milestones/1945-1952/baruch-plans

 

TUİÇ Diplomat Okulu Sertifika Programına Ücretsiz Katılıyor

Başvurular sona ermiştir ilginiz için teşekkür ederiz.

Bahçeşehir Üniversitesi Hükümet Liderlik Okulu tarafından 2009-2010 akademik yılında ilki gerçekleştirilen ve her akademik yıl gerçekleştirilmesi planlanan Diplomat Okulu sertifika programı Hükümet Liderlik Okulu kapsamında gerçekleştirilen diğer sertifika programları gibi Türkiye’de alanında gerçekleştirilen ilk ve tek sertifika programıdır.

Son Başvuru Tarihi/Saati: 16.11.2016 / 17:00
Sertifika alabilmek için %80 katılım zorunluluğu bulunmaktadır.

TUİÇ TARAFINDAN SAĞLANAN ÜCRETSİZ KATILIMLARDA
TUİÇ DERNEĞİ ÜYELERİ ÖNCELİKLİDİR.

DERNEĞİMİZE ONLINE ÜYELİK İÇİN TIKLAYINIZ

DİPLOMAT OKULU SERTİFİKA PROGRAMI

Program Amacı:

Her akademik yıl düzenli olarak, dünyanın dört bir yanında Türkiye’yi başarıyla temsil etmiş değerli diplomatlarımızın katılımıyla gerçekleşecek program, Türkiye’nin diğer ülkelerle ilişkileri ve diplomasi mesleğinin incelikleri hakkında katılımcılarını bilgilendirerek, uluslararası ilişkiler konusunda bilinçli ve diplomatik yolların kullanımının önemini kavramış bir nesil yetiştirmeyi amaçlamaktadır.

Program Özellikleri:

Diplomat Okulu sertifika programı dört hafta boyunca her cumartesi 10:00-16:45 saatleri arasında gerçekleştirilen bir programdır. Program dili Türkçe’dir. Program dahilinde her hafta dört misafirimizin konuk olduğu dört farklı oturum gerçekleşmektedir. Her oturum sonrasında işlenilen konu ile ilgili katılımcıların soru ve görüşlerine yer verilmekte, konuklar tarafından katılımcıların soruları değerlendirilmektedir. Programı başarıyla tamamlayan katılımcılara sertifika verilmektedir. Program katılımcılarının sertifika almaya hak kazanmaları için programa %80 oranında katılım göstermeleri gerekmektedir.

Program İçeriği:

Diplomat Okulu sertifika programı çerçevesinde uluslararası arenada etki sahibi ülkelerle Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve sosyal ilişkileri, yaşanmış ve yaşanmakta olan sorunları ele alınmaktadır. Programın ana konuları aşağıdaki gibidir.

  • Türk Dış Politikasında Değerler ve İlkeler
  • Kamu Diplomasisi
  • T.C. Dışişleri Bakanlığı Teşkilat yapısı
  • Uyuşmazlıkların Çözümü ve Arabuluculuk
  • Türkiye – Çin İlişkileri
  • Mülteci Krizi
  • Türkiye’nin NATO’daki Yeri ve Önemi
  • Son Dönem Türk Dış Politikası
  • Türkiye –AB Müzakere Süreci
  • Uluslararası Güvenlik ve Terörizm
  • Türkiye’den Dış Ülkelere İnsani Yardımlar
  • Ortadoğu Coğrafyasının Türk Dış Politikasındaki Yeri
  • Türkiye’nin Latin Amerika Açılımı
  • Kıbrıs Sorununun Türk Dış Politikasına Etkisi ve Müzakere Süreci
  • Türkiye –İran İlişkileri ve İran’ın Nükleer Programı
  • Arap Baharı ve Bölgesel Etkileri
  • Ortadoğu İhtilafı
  • Son Dönem Türkiye –Rusya İlişkileri ve Bölge Barışına Etkileri
  • Uluslararası Enerji Politikaları ve Türkiye’nin Enerji Stratejisi
  • Türkiye – ABD İlişkileri
  • Türkiye’nin Kafkasya ve Orta Asya Politikaları
  • Türkiye’nin Asya –Pasifik Ülkeleriyle Olan İlişkileri
  • Türkiye –Afrika İlişkileri ve Türk Dış Politikasında Afrika’nın Artan Ağırlığı

TUİÇ TARAFINDAN SAĞLANAN ÜCRETSİZ KATILIMLARDA
TUİÇ DERNEĞİ ÜYELERİ ÖNCELİKLİDİR.

DERNEĞİMİZE ONLINE ÜYELİK İÇİN TIKLAYINIZ

Şarkiyatçılık: Oryantalizm

Kitap Adı: Şarkiyatçılık (Oryantalizm): Batının Şark Anlayışları
Yazar: Edward W. Said
Yayınevi: Metis Yayınları
Basım Tarihi: 2016
Tür: Araştırma
Sayfa Sayısı: 416
Konu: Batı medeniyetinin tarihsel, kültürel, sosyolojik süreçler içinde Doğu medeniyetini nerede ve nasıl şekilde konumlandırdığı, ‘Oryantalizm’ kavramı adı altında ortaya koyulmaktadır.

Ana Fikir

Kitapta Doğu’nun Batı tarafından nasıl küçümsendiği ve aşağı görüldüğünden bahsedilmektedir. Tarihsel süreç içinde oluşan bu algının gerçeklere dayanmaktan ziyade Batılıların hayal dünyalarında canlandırdıkları bir Doğu fikrine dayandığından da bahsedilmektedir. Aynı zamanda Doğu’da, içten içe Batı’nın üstünlüğünü kabul ile duyulan öfkenin altındaki gelişmeler ortaya koyulmaktadır.

Öncelikle Said’in ortaya koymuş olduğu Oryantalizm kavramının ne anlama geldiğini tanımlamak gerekmektedir. [1] Said’e göre Oryantalizm, Batı’nın Doğu’ya olan yaklaşımını betimlemek için kullanılan bir terimdir. Bu tanımlamanın ardından akıllara gelen sorular ise: Batı’nın Doğu’ya karşı nasıl bir yaklaşım sergilediği ve bu yaklaşımdaki kimliklerin ne olduğudur.

Said, Batı’nın Doğu’ya olan yaklaşımını ortaya koymadan önce Batı için Doğu’nun ne anlama geldiğini ve nasıl konumlandırıldığını açıklamaktadır. Oryantalizm’de ‘Batı’ kavramından bahisle İngiliz ve Fransız düşünce anlayışı kastedilmektedir. Bu çerçevede bir Avrupalı’ya göre Doğu; gönül maceralarının, egzotik varlıkların, erotik objelerin ve olağanüstü deneyimlerin mekânı olagelmiştir. Ayrıca Doğu, Batı’nın kimlik inşasında kullandığı olumsuz ötekidir. Bu olumsuz kimliği açıklarken Said, Gramschi’nin ‘Hegemonya’ kavramını da kullanmaktadır. Said, Sivil toplum üzerinde rıza yoluyla elde edilen ve kültürün ana faktörlerden biri olduğu ‘Hegemonya’ kavramını, Doğu-Batı ilişkisine uyarlamış ve Avrupalı’nın Doğu’ya yönelik sadece siyasi, toplumsal ve askeri açıdan değil; kültürel açıdan da kendini üstün ve hegemon gördüğünden bahsetmektedir.[2] Oryantalizm’in de bu hegemonik ilişki içinde ortaya çıktığı savunulmaktadır. Böylelikle Oryantalizm, emperyalizmi meşru hale getirmek için ortaya koyulan sadece siyasi bir kavram değil; iktisadi, sosyal, ekonomik, kültürel alanları da içeren bütün bir kavramdır.

Batı’nın Doğu’yu konumlandırmasında ilk olarak Said, İngiliz fikir ve siyaset adamlarının Doğu toplumlarına bakışını inceler. Buna göre Lord Cromer ve Disraeli’nin görüşlerine yer verir. Doğu; siyasi olarak kendini yönetemez, Batılılar tarafından yönetilmeye muhtaç bir yer olarak tanımlamaktadırlar. Said bu görüşler ile ilgili de bir iddia ortaya atmaktadır. Ona göre; Doğu’nun Batı tarafından böyle aciz olarak görülmesindeki temel sebep: İslam’ın ortaya çıkışından sonra dünya siyaseti, bilimi ve kültürüne hakim olunan dönem (8-14. yy. arası) haricinde, Batı’nın genel olarak Doğu’dan daha güçlü olmasıdır. Bunun yanında Doğulu toplumları tanımlarken: enerji ve girişkenlik yoksunu, aşırı dalkavuk, kurnaz, uyuşuk ve müzmin yalancı bir toplum betimlemesi yapılmaktadır.

Doğu toplumlarına ilişkin bu görüşler emperyalizm açısından da siyasi meşruiyet sağlamakla beraber, İngiliz bir lordun sömürülen Doğu toprakları için kullandığı cümle ilginçtir: ‘Sizin göz diktiğiniz bir ülkeye sadık bir müttefikiniz de göz dikerse 3 şey yapılabilir; işgal, geri çekilme veya paylaşma. İşte bu stratejiler 19. Ve 20. yy’da İngiltere ve Fransa arasındaki sömürge toprakları olan Doğu’ya ilişkin temel zihniyeti gözler önüne sermektedir.

Oryantalizm’de Doğu’nun ne anlam ifade ettiğinden hareketle bu sefer Said, ‘Doğulu kimliğin nasıl oluşturulduğu’ sorusuna cevap aramaktadır. 14. yy.’da Avrupa’da Paris, Londra, Oxford, Bologna’daki üniversitelerde Arapça, Süryanice, Yunanca kürsülerinin açılmasını Oryantalizm’in başlangıcı olarak nitelemektedir. Üniversitelerde oluşturulan kürsülerin Doğulu kimliği ve hayatı üzerine ortaya koyacağı ampirik bilgiler yerine Said’in ‘Doğu’nun Doğululaştırılması’ adını verdiği, yalan ve yanlış temsili bilgilerle Doğu’nun aslında olmadığı bir gerçeklikte temsili bir imge ile oluşturulduğundan bahsedilmektedir. İnşa edilen Doğu imgesinin gerçekleri yansıtmamasının bir diğer tarafı ise sadece metinsel bir tasavvur içeren tasarıya dayalı bir Doğulu anlayışıdır.

Bu anlayışın dünya siyasetine ve tarihine olan etkisi bakımından, Napolyon’nun Mısır’ı işgal için yaptığı planlarda Mısır’ı bilmeden metinlerden elde ettiği bilgilerle ve yeni bir İskender olma arzusu ile gerçekleştirdiği örneği verilmektedir. Dolayısıyla Doğu’yu gerçek manada bilmeyen, metinlerden anlamlar çıkaran ve imgeler inşa eden Batı’nın temel amacının, Doğu’yu kendi hayal dünyasında yarattığı tasarılar çerçevesinde yeniden inşa etmek ve kendi anlayışı çerçevesinde hükmetmek olduğundan bahsedilmektedir. Bu açıklama ilk başta bahsedilen Batı’nın Doğu’ya olan ‘Doğu kendini yönetmekten acizdir!’ yaklaşımını net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Erken dönem oryantalistlerinden Fransız filozof ve dilbilimci Renan’ın görüş ve kitaplarından örnekler verilir. Renan, Oryantalizm’in sadece siyasi alanda oluşmadığı, karşılaştırmalı dilbilim ve edebiyat alanlarında da var olduğundan bahseder. Bu noktada Renan’ın Sami dillerini ve bu dilleri konuşan Doğu toplumlarını basit, kusurlu, olgunluğa asla erişememiş olarak nitelemesi örnek gösterilmektedir. Bir diğer görüşte ise; Batı’nın Doğu’ya ilişkin bu pejoratif bakış açısının altında Batı’nın Doğu’yu fetih ve işgalinin Doğu için özgürlük demek olduğu düşüncesi, Oryantalizm’in yerleşmiş normlarından sayılmaktadır. Günümüzde de Afrika, Asya ve Orta Doğu coğrafyasına yönelik demokrasi, özgürlük ve insan hakları kavramlarının yerleştirilebilmesi için Batılı güçlerin silahlı müdahaleyi meşru, doğru ve haklı görmesi bu yerleşmiş oryantalist bakış açısından kaynaklanmaktadır.

Oryantalizm ile kastedilen bu pejoratif bakış açısının tüm Doğulu toplumları kapsamadığı da görülmektedir. Said özellikle modern Oryantalizm içinde, Amerika’da Doğu toplumlarından olan Yahudi ve Afrika kökenlilere yönelik olumsuz çalışmaların yürütülmediğinden bahsetmektedir. Bu durumun ortaya çıkışı da 1973 yılında gerçekleşen Arap-İsrail Savaşı sonucu, Arap devletleri tarafından uygulanan petrol ambargosuyla zenginleşen ve sömüren olumsuz Yahudi imajından, ‘Araplar kim oluyor da bizi petrol ile tehdit ediyor?’ anlayışıyla, Yahudi aleyhtarlığının yerini Arap aleyhtarlığına bırakmasına bağlanmaktadır. Oryantalizm’in Yahudi ve Afro-Amerikalı toplumları dışarıda bıraktığı, daha çok Araplar’ın hedef alındığı bahsedilmektedir. (Said bu tespitinde haklı olmakla birlikte, Doğu toplumu olarak Araplar haricinde Türk, Çinli ve Hinduların da yaşadığı dışlanma ve hor görülme durumlarını görmezden geldiği görülmektedir. Dolayısıyla Oryantalizm’de Doğu’nun sadece Arap toplumu ve İslam ile özdeşleştirilmesine yönelik bir düşünce tarzı Oryantalizm’in sınırlarını daraltmaktadır.)

Sonuç

Said Oryantalizm’in ilk evrelerinden itibaren yerleşmiş temel dogmalara değinmiştir. Bu çerçevede akılcı, gelişmiş ve üstün insan olan Batılı toplumların yanında; gerici, bağnaz ve ilkel bir Doğulu toplum anlayışı Oryantalist düşünce içinde yerleşik hale gelmiştir. Ayrıca Doğu’nun kendini yönetecek ve temsil edecek yeterlilikte görülmemesi ve Batı tarafından yönetilip temsil edilebileceği anlayışı da hâkimdir. Doğu’nun korkulan bir şey olduğu ve işgal ya da zorla kontrol altına alınarak yönetilmesi gerektiği bir diğer yerleşik görüştür. Tüm bu yerleşik düşünceler Batılılar tarafından Doğu’ya ilişkin metinler üzerinden elde edilmiştir. Sonuç olarak tarihsel süreç içinde oryantalist düşünce içine yerleşmiş bu anlayışlar günümüzde de geçerliliğini hala korumaktadır.

Selahattin Ertürk ÇİFTÇİ

Adnan Menderes Üniversitesi / Uluslararası İlişkiler Bölümü Yüksek Lisans

Kaynakça:

Said, E.. (2016). Şarkiyatçılık: Batı’nın Şark Anlayışları. (Çev. Berna Yıldırım). (9. Baskı). İstanbul: Metis Yayıncılık.

Vergin, N. (2013). Siyasetin Sosyolojisi. (6. Baskı). İstanbul: Doğan Egmont Yayıncılık.