Home Blog Page 242

İnsan Güvenliği: Çevre, Gıda, Sağlık, Birey

ÖZET

Güvenlik denilen kavram hayatın her aşamasında karşımızda olan ve bağımsız bir tanımlamanın olamayacağı bir kavramdır. Bu sebepten dolayı zaman, mekan ve bireyden bağımsız olmayan bu kavramsal tanımlamanın güvenliğin tanımsal durumunun da kabullenmesine sebebiyet vermiştir.[1] Security kavramın Türkçe karşılığı olarak Güvenlik manasına gelmektedir. Latince kökenlin olan bu kavram  “se” (sız- siz) “cura” (dert) anlamına gelmekte olup  “dertsiz”, derdi olmayan anlamına gelmektedir. Sübjektif niteliğe sahip olan bu kavram birey üzerinden bir tanımlama yapılmaktadır.[2] Güvenliğin tarihsel evrimi üzerinden yapılan okumalarda devlet merkezli güvenlik anlayışının içerine birçok güvenlik yeni güvenlik parametreleri ilave olunmuştur.

 2000 yıl öncesine kadar giden bu surecin İkinci Dünya Savaşına kadar bu anlayışa sürdüğünü, İkinci Dünya Savaşından sonra ise sistem endeksli bir algıya büründüğünü ve Soğuk Savaşın bitmesi sonrasında ise birey üzerinden okunduğunu görüyoruz. Bu çalışmanın amacı güvenlik algısının askeri anlayıştan bireye doğru kaymasının altında yatan sebep veya sebepleri arama noktasında cevap aramaya çalışmaktadır. Devamında ise bu çalışma iki kısımdan oluşmaktadır: Birinci kısımda, İnsani Güvenlik kavramının ortaya çıkısı hakkında teorik düzlemde değerlendirilmeler yapılacaktır. Buradaki referans noktası 1994 yılında yayınlanan İnsani Kalkınma Programı ışık tutacaktır. İkinci kısımda ise İnsani Güveliğin bileşenleri olarak ifade edilebilecek olan çevre güvenliği, gıda güvenliği, sağlık güvenliği ve birey güvenliği hakkında yapılan açıklamalar, uluslararası boyutta ve Suriye özelinde örnekler sunulacaktır.

GİRİŞ

Güvenlik kavramının tarihsel evrimine baktığımız vakit yapılan literatür çalışmalarında bazı duraklara rastlamamız mümkündür: Thuycdides, 1648 Westpahalia Barışı , 1815 Viyana Düzenlemesi , Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı. Bu yapılan sıralamaya baktığımız vakit karşımıza ulusal güvenlik düzleminde görüşlerin yer verildiğini görmemiz mümkün olacaktır. İkinci Dünya Savaşından sonra ortaya çıkan dönemsel aralık Soğuk Savaş olarak adlandırılmaktadır. Bu dönem güvenlik manasında sistemin güvenliği ön planda olan bir algı hakimdi. Öyle ki bu döneme göz gezdirdiğimiz vakit nükleer silahların getirmiş olduğu korku ve kolektif güvenlik düzlemindeki gelişmeler Avrupa Birliği ( AB ) örneğinde ki derinleşme ve genişleme tarzı gelişmeleri görebilmekteyiz. Bu sürecin Soğuk Savaş döneminden sonra da tartışıldığını görebiliyoruz.

Askeri güvenlik algısının toplumsal, ekonomik ve çevresel sorunların insan hakları perspektifindeki düzlemsel sorunların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Güvenliğin genişlemesi ile birlikte yatay ve dikey boyutlar noktasında iki tipi ortaya çıkarmıştır . Bu boyutlar içerisinden yatay olan tip askeri güvenlikten insan güvenliğine doğru giden göç, çevre , ekonomi , terörizm , sağlık gibi konular üzerinden genişleme göstermiştir.[3]

Human Security kavramı Türkçeye İnsan Güvenliği diye çevrilmektedir. Bu kavram ilk kez Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı tarafından 1994 yılında yayınlanan İnsani Kalkınma Raporu ( Human Development Report ) ile kavramsallaşmıştır. Bu raporda İnsan Güvenliği manasında yedi alanın üzerinde durulduğu görülmektedir . Bu alanlar: İktisadi Güvenlik , Sağlık Güvenliği, Gıda Güvenliği, Çevre Güvenliği, Birey Güvenliği , Toplumsal Güvenlik ve Siyasal Güvenlik.[4] Peki ya? 1990’lardan önce Ulusal Güvenlik düzleminde bir önem algısı hakim iken nasıl bir değişim yaşandı ki İnsani Güvenlik denilen bir güvenlik anlayışı ortaya çıktı. Ya da güvenlik parametresin de İnsan Güvenliğine doğru bir değişimin yaşanmasının altında nasıl ve niçin bir değişim yaşanmıştır.

İnsani Güvenlik: Gıda, Çevre, Sağlık, Birey adlı bu çalışma iki bölümden oluşmaktadır . Birinci bölümde, İnsan güvenliğini hakkında bilgiler sunulmaya çalışılacaktır. İkinci bölümde ise 1994 yılında yayınlanan İnsani Kalkınma Raporunda belirtilen yedi alan içerinden Çevre Güvenliği, Gıda Güvenliği, Sağlık Güvenliği ve Birey Güvenliği hakkında bilgiler sunulmaya çalışılacaktır. Bu anlar ise Aralık 2010 yılında Tunus’ta Yasemin Devrimi diye adlandırılan devrim ateşinin gün geçtikçe ilerleme göstermiştir.

İNSAN GÜVENLİĞİ

20.yüzyıllın sonlarına doğru Soğuk Savaşın sona ermesi, küreselleşme ,yaşanılan etnik çatışmalar ve güvenlik manasında yaşanılan gelişmeler insani güvenlik kavramını ortaya çıkmasını kolaylaştıran faktörler olmuştur.[5] İnsan Güvenliği resmi olarak ilk kez Birleşmiş Milletler Kalkınma Programının 1994 yılında yayınladığı İnsani Kalkınma Raporunda kavramsallaşmıştır.[6] Ama neden 1994 yılı ? Çünkü 1990 sonrası dönem Soğuk Savaşın bittiği ve yeni bir dönemin başladığı bir dönemdir . İnsani Güvenlik algısının oluşmasında yatan pratikte ki gelişmelere bakarak anlatsak daha uygun olur.

Balkanlarda ve Afrika’da yaşanan iç savaşlar sonucunda yaşanan kayıplar. Örneğin; 1 Mart 1992- 14 Aralık 1995 yılında Bosna Savaşında yaşanılan katliamda yüz bin ile yüz on bin arasında şehit ve iki milyon insan yurdunu terk etmek zorunda kaldı.[7] Afrika’da ise tarihe Ruanda Soykırımı diye bilinen vahşette yüz gün içerisinde sekiz yüz bin insan yaşamını yitirdi.[8]

  • Uluslararası alandaki bazı örgütlerin insan merkezli faaliyetleri noktasında gelişmeleri görebilmekteyiz. Örneğin; Birleşmiş Milletler Kalkınma Programının 1994 yılında yayınlamış olduğu İnsani Kalkınma Raporu.
  • Uluslararası alanda faaliyetlere başlayan sivil toplum kuruluşları.
  • Uluslararası terör örgütlerinin uluslararası güvenliğin bir unsuru haline dönüşmesi.
  • İnsan haklarının konusunda yaşanılan gelişmeler ve bu gelişmeler neticesinde devletlerin politika geliştirmeye başlamaları. Özellikler 1970’lerden sonra devletlerde yaşanılan demokratik vurguyu giderek hissetmeye başladığı görülmektedir.
  • Yoksulluk , kalkınma gibi sebeplerin 1990 sonrasında dillendirilmeye başlanıldığı görülmüştür.

İnsani Güvenlik veya İnsan Güvenliği noktasında 1994 yılında yayınlanan İnsani Kalkınma Raporunda görüldüğü üzere insani güvenliğin temelinde temel özgürlüklerin korunması yer almaktadır. Bu düzlemde İnsan güvenliğinin genel çerçevesinin çizilmesi noktasında bazı ilkelere bu rapor düzleminde vurgu yaptığı görülmektedir. Bunlar:[9]

  • Freedom from fear: Korkudan yoksun olmak manasına gelmektedir. Devletin desteklenme kapasitesi eksikliği, yoksulluk ve eşitsizliğin diğer türlerinden kaynaklanan şiddet çatışmalarına karşı bireyin korunması anlamına da gelmektedir.
  • Freedom from want: Korkudan yoksun olmak anlamına gelmektedir. Şiddet çatışmalarından daha fazla insanı etkileyen doğal felaketler , salgın hastalıklar ve kıtlıkla ilgili olarak sürdürülebilir bir gelişim üzerine odaklanan ve insan ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlayan bütünsel bir yaklaşımı savunan geniş bir çözüm önerisidir.
  • Freedom to act on their own behalf: Kendi adına hareket etme özgürlüğü anlamına gelmektedir . Hukukun üstünlüğü ve demokrasinin teşvik edilmesi adına oluşturuldu.
  • Freedom to live in dignity: Onurlu yaşama özgürlüğü şeklinde Türkçeleştirilmektedir.
  • Freedom from hazard impact: Tehlike etkisinden uzak durmak anlamına gelmektedir. Afet ve tehlikelere karşı kalan insanları bu tarz tehlikelere karşı korumak yatmaktadır.

 İnsani Güvenlik, insanların yaşamsal özgürlüklerinin genişletilmesi ve korunması ile ilgili bir yaklaşım olup 21.yüzyılda devletlerin güvenlik anlayışlarındaki değişim neticesinde ortaya çıkmıştır. Özellikle Birleşmiş Milletler İnsani Güvenlik Komisyonu , insani güvenliği yaşamın özü olan temel özgürlükleri korumak manasında kullanmıştır. Paradigma düzleminde ise insan güvenliği devletlerden ziyade doğrudan insanların geçimini sağlama hakkı , yaşama hakkı , onuruna ve emniyetini sağlama hakkı gibi insan üzerine odaklanmıştır. Yani İnsan güvenliği birey merkezli bir güvenlik algısına sahiptir.[10]

İnsan güvenliğinin dört özelliğinden bahsedilmektedir:[11]

  • Dünyanın her yerinden yaşayan insanlarla ilgili evrensel bir olgu olmakla birlikte topyekun bir refah artırma projesidir. Tüm insanlığı tehdit eden insan hakları ihlalleri , işsizlik , uyuşturucu , çevre kirliliği gibi etkenleri sıralayabiliriz.
  • İnsan – merkezli güvenlik bileşenlerinin birbirine bağlantılı özellik göstermesidir. Dünyanın herhangi bir yerden olan insanın açlık , salgın hastalıklar , çevre kirliliği , terörizm , etnik anlaşmazlıklar gibi olaylar ulusal sınırları aştığı görülmektedir.
  • Birey güvenliğinin erken önleme yoluyla daha kolay sağlanabilmesidir.
  • Güveliğin amacının devletlerden insanlara doğru değişmesi ya da kaymasıdır.

1994 yılında yayınlanan bu raporda İnsani güvenliğe yönelik yedi kategorinin ifade edildiğini görüyoruz. Bunlar:[12]

  • İktisadi Güvenlik: İnsanların temel gelirlerinin temin edilmesidir. Hayatın belirli standartlar doğrultusunda sürdürmektir.
  • Gıda Güvenliği: Tüm insanların fiziki ve iktisadi manada erişiminin her zaman temin edilmesi anlamı taşımaktadır . Ancak her ülkenin gıda güvenliği kavramının farklı olduğu ifade etmek gerekmektedir. Örneğin ; Türkiye’de gıda güvenliği manasında gıdalarda GDO’nun olup olmamasına bakılırken Afrika’da GDO yerine gıdaya ulaşıp ulaşmadığına bakıldığına bakıldığını görüyoruz.
  • Sağlık Güvenliği: Hastalıklardan ve sağlıksız hayat tarzlarından asgari bir korumanın garanti edilmesidir. Basitçe bir ifade ile sıradan bir insanın bir hastalık sorununun üstesinden gelebilecek olan mekanizmalarından bahsetmekteyiz : Doktora ulaşma , ilaca ulaşmak , sosyal güvence…
  • Çevre Güvenliği: İnsanların kısa ve uzun dönemde tabiat etkilenmesi , doğanın insanlar tarafından bozulmasını engellemektir.
  • Birey Güvenliği: İnsanların vatandaşlık bağlı olduğu devlet ya da diğer devletlerin , bireylerin şiddetten korumaktır.
  • Toplumsal Güvenlik: İnsanların geleneksel ilişkilerinin ve değerlerinin kaybolmasının önlemesi ile mezhepsel ve etnik şiddetten korunmasıdır. Özellikle 11 Eylül 2001 saldırısı sonrasında toplumsal kimlik meselesinin şiddetli bir dille dinlendirildiği görülmektedir.
  • Siyasal Güvenlik: İnsanların temel insan haklarına saygı gösterdiği istikrarlı bir siyasal sistem içinde yaşamayı ister. Herkes istikrarlı bir sistemde yaşamak ister.

İlaveten bu raporda, ulusal sınırları aşan bir düzlemde küresel tehditlerin altı grupta toplandığını görüyoruz:[13]

  • Uluslararası göç , çevresel bozulma , küresel yoksullukla yakından ilgili olan ve yenilenmeyen kaynaklar üzerindeki bakısını gittikçe artıran kontrolsüz nüfus artışıdır.
  • Gelişmekte olan dünyada çevresel bozulma , yoksulluk , sanayileşmiş ülkelerde aşırı üretim ve tüketimin yol açtığı giderek artan gelir eşitsizliğine neden olan ekonomik fırsat eşitsizliğidir.
  • İşsizliğin ve gelişmiş ülkelerin politikalarının uluslararası göçmen akışına ve mülteci akımına katkıda bulunmasıyla ortaya çıkan ve artan nüfusun bir türevi olan uluslararası göçtür.
  • Asit yağmurları , küresel ısınma , azalan biyolojik çeşitlilik , sulak alanların yok edilmesi ,tropik ormanların ve ılıman iklim ormanlarının azalması gibi çevresel bozulmanın çeşitli şekillerdir.
  • Küresel bir sanayi haline uyuşturucu kaçakçılığıdır.
  • Uluslararası terörizmdir.
ÇEVRE GÜVENLİĞİ , GIDA GÜVENLİĞİ , SAĞLIK GÜVENLİĞİ VE BİREY GÜVENLİĞİ

 17 Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta seyyar satıcılık yapan Muhammed Buazizi’nin tezgahına el konulması sonrasında kendisini yakması neticesinde Tunus’ta protesto gösterileri yaşanmıştır.[14] Ancak Tunus’ta başlayan bu olaylar bir iç mesele gibi kabul görülmesine rağmen domino misali yayılma göstermesi suretiyle Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da ki ülkelerde yayılma alanı bulmuştur. Bu dalgalanma neticesinde bu sürecin tanımlanması aşamasında farklı tanımlamaların yapıldığını görebilmekteyiz: Arap Baharı , Arap Devrimi , Arap Ayaklanmaları , Arap Kışı gibi. Bu tanımlamaların içerisinde Arap Baharı ifadesi kabul görmüş olmuş ve yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanılmıştır.[15] “Ekmek, Onur ve Hürriyet” ve “Düzen yıkılsın” tarzı sloganlarla başta Libya , Yemen , Mısır , Suriye gibi devletler içerisinde etkili olmuş veya büyük sarsıntılar yaşanmıştır.[16]

Arap Baharının yaşanmasının altında yatan nedenleri şöyle sıralamamız mümkündür:[17]

  • Yönetimsel nedenler
  • Sosyo- ekonomik nedenler
  • Tarihsel nedenler
  • Ordunun rolü
  • Bilgi ve İletişim teknolojilerinin etkisi
  • İşsizlik
  • Tek aileli yönetimler

Sonuç itibariyle bakıldığı vakit Arap Baharı bölgedeki diktatöryal rejimlerin yıkılmasında etkili olmuştur. Örneğin , Tunus ‘ta 23 yıllık Zeynelabidin bin Ali , Mısır’daki 30 yıllık Hüsnü Mübarek rejimi , Libya’daki 42 yıllık Muhammer Kaddafi rejimi bitmiştir.  2011 yılında yaşanan bu süreç Suriye’de hala kanlı bir iç savaş düzleminde devam etmektedir. Bu düzlemde çevre , gıda , birey ve sağlık güvenliği manasında açıklamalar uluslararası örnekler ve Suriye örneği üzerinden örnekleme yapılacaktır.

ÇEVRE GÜVENLİĞİ

 Çevresel sorunların tartışılmaya başlanılması son yirmi yılda tartışılmaya başlanılmıştır. Yaşanılan bu sorunun tartışılması düzleminde iki önemli soruya- hangi seviye de ve kimin güvenliği- cevap aranmaktadır. Bu iki soruya birey, toplum, devlet, bölge ve uluslararası gibi sıralama üzerinden cevaplamak mümkündür. Odaklanma noktasında ise insan temelli anlayışın çevresel güvensizlik mantığın da çevresel yıkım, çevresel bozulma, iklim değişikliği, kaynak kıtlığı, kötü yönetilen kaynaklar, şiddet, çatışma gibi benzeri güvensizlik halleri belirlenebilir. Çevresel güvensizliğe sebep olan bu risk alanlarının devlet ve toplum güvenlik alanlarının dışından insan düzlemindeki güvenlik algısına dayanak olmaya başlamıştır. Bu olumsuz etkileşimler ekolojik sıkıntılara, çevresel bozulmaya, denizlerde kirlenme gibi benzeri problemlere karşılık gelmektedir.

Tarihsel olarak bakıldığı vakit 18.yüzyıldan günümüze kadar gelişen teknolojinin insanlığı olumsuz etkileyen sonuçlara neden olduğunu Birinci Dünya Savaşında ve İkinci Dünya Savaşında gördük. Soğuk Savaş döneminde askeri güvenlik algısının önem verildiği bu dönemden sonra çevresel risk alanlarının  güvenlik çalışmalarında yerini bulmuştur. Bu noktada çevresel güvenlik kavramının bireyden başlayarak tüm dünya toplumlarının etkileyen bir hale bürünmüştür. Öyle ki çevre ve toplum ilişkisi düzleminde temel prensiplerin hava , su, toprak, doğal kaynaklar, iklim, biyolojik çeşitlilik insan yaşamını etkileyen tedbirlerin alınmasını öngörür.

Amaç küresel düzeyde yaşamın bozulmasını en aza indirmek ve toplumu korumak yer almaktadır. Sorulması gereken soru veya sorular ise şu şekilde karşımıza çıkmaktadır : İnsan Güvenliği ile çevre arasında nasıl bir ilişki vardır? Bu ışıkta İnsan Güvenliği  yaklaşımı ; devletten çok birey odaklanmış , insan güvenliği ele alınarak devletin güvenliği için bir tehdit görülmemiş , insan güvenliğinin sağlanmasında devlet dışı aktör dahil edilerek küresel düzeyde işbirliğine açık olunmuş. İnsanların kendileri savunması için her planda güçlendirilmesi gereken hususlar ön plana çıkmıştır.[18]

Sözcük manasında çevre; hava , su ve  topraktan oluşan ve diğer adı ekosistem olan bir olgudur. Tarihsel düzlemde bakıldığı vakit ilk çevreci Henry David Thoream’dır. Sonrasında ise çevre konusunda George Marsh’in yazmış olduğu “ Man and Nature “ adlı başyapıtı görmekteyiz. İlk çevresel örgütlenme ise 1815 yılında İngiltere’de kurulan “ Common Open Space “ ve “Foot paths Preservation Society” olmakla birlikte 1854 yılında Fransa’da kurulan “Societe Imperiale Zoologique D’acclimatation “ örgütü olmuştur. Sonrasında ise 1872 yılında “ Yellowstone” yılında ABD’de ilk doğal çevre parkı oluşturulmuştur. Ve ilk sivil toplum örgütü ise 1892 yılında kurulan Sierra Club’dır. Bu faaliyetlerle birlikte sanayileşme ve teknoloji gelişmeleri ile birlikte ekolojik sorunların tartışıldığı Konferansların düzlendiğini görüyoruz : Bern , Paris , Londra.

Yukarıda belirtildiği gibi adları dünya savaşları diye tarif edilen savaşların sorunları giderek artmasını sağlamıştır. İkinci Dünya Savaşından sonra ise çevresel örgütlenmelerin oluşturulmaya başlanmıştır. Bu manada 1948 yılında ilk uluslararası doğayı koruma örgütü İsviçre’de kurulmuştur. Bu gelişme ile birlikte 1950’lerde ,1960’larda ve 1970’lerde faaliyetlerin yoğunlaşması ile birlikte 1973 yılında UNEP diye kısaltılan United Nations Environment Program kurulmuştur. Bunu Greenpeace gibi yeşil hareketler oluşturulmuştur. Çevresel sorunları Küresel , Bölgesel ve Ulusal başlıkta üç ana başlığa ayrılmıştır. Öncesinden ifade etmiş olduğum ayrıma göre hava , su , toprak , gürültü ve aşırı ışıklandırma olarak beş başlık halinde yeniden belirtilmiştir. Yapmış olduğumuz kısa açıklama sonrasında dünya genelinde ve özel de ise Suriye üzerinden örnekler sunulacaktır. Örneğin ; Dünya nüfusunun %71‘nin okyanusla kaplı olduğunu düşündüğümüzde her yıl 20 milyon çöp okyanusa dökülmektedir. Dünyada otuz milyon klor havaya gönderilmektedir.

2008 yılında yapılan araştırmalar sonrasında su arındırma tesisleri her gün on dokuz milyon metro küp asidi denize dökmektedir. Bu rakamın 2015 yılında üçe katlanacağı beklenilmektedir. Dünyada her yıl yirmi milyar hektar arazi erozyonuna uğramaktadır. Bu durum Türkiye’de vahim durumlara ulaşmıştır. Yılda 12,5 milyon atık atılmaktadır.[19] Özelde Suriye’de tarım arazileri bombalamalar sonrasında tahrip olmuş ve bitme noktasına ulaşmıştır. Ekili alanlar azalmaya başlamıştır.[20]

GIDA GÜVENLİĞİ

Birleşmiş Milletler Genel kurulunun 1966 yılında almış olduğu karar doğrultusunda Temel İnsan Hakları düzleminde bütün insanların gıdaya ulaşmasının temel hak olduğunu  iddia etmişlerdir. Aksine ise Birleşmiş Milletlere bağlı bir örgüt olan Gıda ve Tarım Örgütünün 2009 yılında yapmış olduğu araştırma sonrasında 2008 yılında dokuz altmış üç milyon kişi açlık çekmektedir. Bu noktada 2009 yılında yüz yirmi bir üye devletin açlığın önlenmesi noktasında yoksul ülkelere yardımcı olmak adına verimli tarım ürünlerinin üretiminin sağlanmasını kolaylaştırmak ve hastalığa dayalı tohum üretmek noktasında çalışmaların başlatılması kararlaştırılmıştır. Bu çalışmanın 2014 yılından başlayarak yüz on altı milyon dolarlık bir fon ile başlatılması planlanmıştır.[21]

Gıda güvenliği noktasında su kaynaklarının ve tarım arazilerinin kullanımı önem arz etmektedir. Öyle ki dünyada temel gıda maddesi olarak kullanılan 150 çeşit ürün yetiştirilmektedir. Ve dikkatli kullanıldığı vakit bugün altı milyar nüfuslu dünyanın 2050 yılında dokuz milyar ulaşacağı bilinmektedir. Tarım arazilerinin kullanımına baktığımız vakit ciddi tehlikelerin olduğu bir gerçektir. Bunun altında yatan birkaç tane neden yer almaktadır:

  • Tarım ilaçlarının kullanımı,
  • Aşırı sulama,
  • İnsanların verimli arazilere şehirler kurması
  • yaşanan erozyonlar şeklinde sıralamamız mümkündür.

Örneğin ; Dünya yılda 24 milyar toprak erozyonu sebebiyle kaybedilmektedir. Türkiye’de ise bu kayıp 500 milyon tondur. Canlılara besin kaynağı olmak gibi önemli bir fonksiyona sahip olan toprağın üzerindeki tahıl örneği ile özellikle ABD devleti düzleminde son 60 yılın en düşük seviyesine ulaşmıştır. Diğer bir yaşam kaynağı olan su hakkında değinmekte de fayda vardır. Öyle ki su kaynaklarının kullanılması noktasında dünya üzerindeki yaşam formu etkilenmektedir. Ayrıca doğadaki yeşilin kaynağı olan suyun dünya üzerindeki toplam varlığı  1,4 milyar kilometre küptür. Dünyada 2, 3 milyar insan sağlıklı su sıkıntısı çekmektedir. Ve suyun büyük bir kısmı sulama ve de sanayide kullanılmaktadır. Dünyada yaşayan nüfus artışı sebebiyle suyun kullanımda ve de tarımda daha fazla kullanılmaktadır.

Yıllık miktar düzleminde her yıl 64 milyar metre küp artmaktadır. Örneğin bir İngiliz ortalama 135 litre su kullanırken geri kalmış bir ülkede bir vatandaş günlük 10 litre su kullanılmaktadır. Öyle ki Orta Asya, Orta Doğu ve Afrika ülkeleri su sıkıntısı çekmektedir. Suyun önemine ilişkin söylemlerle – su yoksa hayatta yoktur – karşılaşmaktayız.[22] Suriye özelinde ise suyun kullanımı konusunda yaşanan sıkıntıların var olduğunu görüyoruz.

SAĞLIK GÜVENLİĞİ

Hastalıktan devletlerin nasıl insanları koruduğu üzerinde durulmaktadır. Basitçe olarak doktora ulaşma , ilaç alma ve sosyal yardımlara ulaşma gibi belirtilmektedir . İnsan sağlığını günümüz zaman diliminde etkileyen bir gelişmede uluslararası sorunlar üzerinde en az durulan bulaşıcı hastalıklardır. İnsan hareketleri üzerinden bu  tarz hastalıkların yayılması olanak sağlanmıştır. Bu tarz hastalıkların toplum nezdinde yaşatmış olduğu olumsuzluk aynı zamanda hem o ülkenin hem de komşu ülkelerin ekonomisine olumsuz yönde etki yapacaktır. Bulaşıcı hastalıklar noktasında kaynak ve veri düzleminde bilinmezlik olduğu belirtmek gereklidir. Birleşmiş Milletlere bağlı olarak görev yapan Dünya Sağlık Örgütü gibi örgütler kalkınmış ülkeler üzerinden ortalama bir dünya tahmini yapmaktadır. Öyle ki Afrika ve Uzak Asya’nın geri kalmış ülkelerinde ortaya çıkan hastalıkların kaynağı hakkında nasıl geldiğine dair bilgiler yerine sadece bu tarz hastalıklardan yaşamlarını yitiren kişiler üzerinden bir sayı bilinmektedir.

Tarihsel olarak bakıldığında veba , cüzam ve çiçek hastalıklarının ticaret , seyahatler ve misyonerlik tarzı gelişmeler neticesinde yaşanmıştır. Örneğin , 1957 yılında Asya gribi yetmiş bin kişinin yaşamını yitirmesine neden olmuştur. Dünya Sağlık Örgütü yayınlamış olduğu yıllık raporda dünyada her yıl on yedi milyon kişi bulaşıcı hastalıktan yaşamını yitirmektedir. Bu nokta da bulaşıcı hastalıkların günümüz dünyasının eriştiği teknoloji ve ulaşımı düşündüğümüz vakit ve de küreselleşme olgusunun etkisi neticesinde yayılmasının hızlı olması şaşırtıcı olmasa gerek.[23] Ebola virüsünden Batı Afrika’da 2014 yılında on bir bin kişi yaşamını yitmiştir. 2016 yılında Orta ve Güney Afrika’da Zika virüsünün 3-4 milyon kişi yaşamını yitirmiştir.

İnsanların doktora ulaşma ve ilaç alma gibi olgulara ulaşmasını önündeki engellerden bir tanesi de savaşlar olmuştur. Savaşlar ya da İç çatışmaları ülke içerindeki insanları zor durumda sokan bir hale bürünmelerinin nedeni olmuştur. Örneğin  yakın dönemimizde yaşanan Suriye’deki gelişmelerde görmemiz imkansız olmasa gerek. Bu noktada Suriye’de 2011-2015 yılları arasında sağlık kuruluşlarının en az 240 tanesi 336 tane saldırıya uğramıştır ve 697 kişi yaşamını yitirmiştir. Birleşmiş Milletlerin verileri ışığında 13,5 milyon kişi insani insani yardıma muhtaç olarak belirtilmiştir.[24]

BİREY GÜVENLİĞİ

Güvenliğin sözcük anlamına baktığımız vakit tehlikelerden korunma, güvende hissetmek ve şüpheden uzaklaşmak gibi tanımlamak mümkündür. Referans noktası ise tehdittir. Genel olarak güvenliğin imkansız özellikle tehditlere analiz düzleminde götürdüğü görülmektedir. Öyle ki bireylere yönelik çoğu tedbirin kaçınılmaz olarak toplumu, ekonomik ve siyasi baskılar oluşturan bir çerçeve ile bütünleşmiş bulunmaları dört belirgin temel türü olduğunu ifade etmek gerekmektedir: Fiziksel tehdit, ekonomik tehdit, haklara tehdit ve korumaya yönelik tehdit. Toplumsal bazda bireylere yönelik tehditlerin siyaset felsefesinin köklerinden yatan iki büyük işaret etmektedir: Bireyin hareket özgürlüğü ile devletin doğası ile alakası nasıldır? Bu ikilemlerin ışığında yaşanılan paradoksta devlet büyüdükçe birey güvenliğini tehdit eden kaynakların sebebi olmaya başlamıştır.  Devlet ile toplum ilişkisinde birbirine kilit taşı misali gibi davranmaktadır. Bu bağlılık güvensizlik parametreleri düzleminde oluşturulduğu görülmektedir.

 Devlet endeksli mineral görüşün birey ve ulusal bazlı karakteristik özelliklere amaçla bir araçsallık doğrultusunda görülür. Bireyin güvenliği ile ulusal güvenlik arasında uyum mevcut değildir. Devletler insanlara göre bir güvenlik sağlarlar. Bu tehditler dolaylı veya doğrudan karşımıza çıkmaktadır. Bu düzlemde bireyin güvenliği ile ulusal güvenlik arasında kaçınılmaz bir çelişki bulunmaktadır. Kökenleri ise siyasi toplulukların doğasında kaynaklanmakta birlikte gerçek hayatta ne çözülebilir ne de değiştirilebilir. Bireyin güvenliğinde ortak payda mevcuttur. Bireyin güvenliği noktasındaki fikirlerin ve politikaların ulusal güvenlik üzerinde pek çok etkisini en azından dört şekilde olmaktadır:

  • Bireyler veya alt gruplar kendi başlarına bir ulusal güvenlik sorusu olabilirler. Suikastlar, teröristler, darbeciler gibi devlete tehdit olabilirler.
  • Doğrudan iç güvenlikle alakalı olarak devletin çıkarlarına destek mahiyetinde vatandaşların beşinci kol olarak oynayabilecekleri roldür.
  • Vatandaşlardan yukarıya, devlete doğru çıkan geniş siyasi baskınlarda ve kısıtlamalara yatar.
  • Bireyin devlet lider olarak oynadıkları rol.[25] Örneğin , Suriye yaşanan savaşta yani 5 yıllık sürede 250 milyon yaşamını yitirmekle birlikte 18 milyon insanda ülkenin başka yerlerine göç etmek zorunda kaldı. [26]

SONUÇ

Güvenlik kavramının tarihine bakıldığında Thucydides’ten başlayarak İkinci Dünya Savaşının sonuna kadar devletin güvenliğinin ön planda olduğunu gördük. Adına Soğuk Savaş denilen dönemde ise uluslararası sistemin karakterine uygun güvenlik algısı vardı. Ancak Soğuk Savaşın bitmesi sonrasında güvenlik algısının birey kadar inmeye başladığı görülmektedir. Güvenliğin askeri karakterinden bireye kadar indirmesinde yatan sebeplerin şunların olduğunun tespitini yapıldığını gördük. Bunlar ise  Balkanlarda ve Afrika’da yaşanan iç savaşların ciddi boyutlara evrilmesi , uluslararası alandaki insan merkezli örgütlerin gelişmelerin yaşanması , uluslararası sivil toplum kuruluşları , terör örgütleri , insan hakları ve yoksulluk ve de kalkınma gibi etkenler neden olmuştur. Bu nedenlerin küreselleşme olgusu üzerinden yayılması ve duyulmasının hatta ve hatta birbirinin etkileşimi dünya boyutlarına ulaşmıştır.

Güvenliğin bireysel veya insani olarak nitelendirilmesi İnsani Güvenlik kavramının ortaya çıkmasını da sağlamıştır. 1994 yılında Birleşmiş Milletler İnsani Kalkınma Programında belirtildiği üzere dünya üzerinde yedi alanda veya yedi kısımda oluşturulduğuna değindik. Bu güvenlik kavramlarına yukarıda yeniden baktığımız vakit dünya üzerindeki Birinci dünya ( gelişmiş) , İkinci Dünya ( Az gelişmiş ) ve Üçüncü Dünya ( geri kalmış ) ülkelerin içerinden sıkıntıların yaşandığına örnekler üzerinden değinilmiştir. Ve yaşanılan bu sıkıntıların çözümü ise dünya üzerinden bir işbirliğine gidilerek çözümü mümkündür.

Serdar ÇUKUR

KAYNAKÇA:

  1.  Tuncay Kardaş, Güvenlik,  Şaban Kardaş, Ali Balcı (ed.), Uluslararası İlişkilere Giriş Tarih, Teori Kavram ve Konular, İstanbul: Küre Yayınları, 2014, s. 325.
  2.  Muhittin Demiray, İsmail Hakkı İşcan, Uluslararası Sistemde Güvenlik Kavramının Değişimi Ekonomik ve Jeopolitik Arka planı, Dumlupınar üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,sayı 21, 2008,  s. 150. https://www.google.com.tr/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=1&cad=rja&uact=8&ved=0ahUKEwj4_pOvl6_NAhXGvBQKHTkfCKIQFggbMAA&url=https%3A%2F%2Fbirimler.dpu.edu.tr%2Fapp%2Fviews%2Fpanel%2Fckfinder%2Fuserfiles%2F17%2Ffiles%2FDERG_%2F21%2F141-170.pdf&usg=AFQjCNGtSHFvtjtkDMaJVjZmLiNoTm9KQA&bvm=bv.124272578,d.bGs .
  3.  Muharrem Aksu ve Faruk Turhan , Yeni Tehditler , Güvenliğin Genişleme Boyutları ve İnsani Güvenlik , Uluslararası Alanya İşletme Fakültesi Dergisi , 2012, Cilt 4 ,sayı 2 ,s. 70. https://www.google.com.tr/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=1&cad=rja&uact=8&ved=0ahUKEwj28-Pnla_NAhUHuxQKHXmRC2MQFggbMAA&url=http%3A%2F%2Fdergipark.ulakbim.gov.tr%2Fuaifd%2Farticle%2Fdownload%2F5000051302%2F5000048538&usg=AFQjCNEjvJv7rfP7MppvXSOiq2_HvKy-Vg&bvm=bv.124272578,d.bGg .
  4. Burak Tangör, Kuramsal Tartışmalar Işığında İnsan Güvenliği ve Politikaları , Uluslararası Hukuk ve Politika, cilt 8, sayı 30, 2012 ,ss 61-62. https://www.google.com.tr/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=1&cad=rja&uact=8&ved=0ahUKEwjOgYaBlq_NAhUNnRQKHdy9BZcQFggfMAA&url=http%3A%2F%2Fwww.usak.org.tr%2F_files%2F2742016122919-I9JQO9JEBT.pdf&usg=AFQjCNHTLuRPpo4iw9jEHu89Qid1lYYWrA&bvm=bv.124272578,d.bGg .
  5. Muharrem Aksu ve Faruk Turhan, 2012 , s .73.
  6.  Burak Tangör ,2012, s. 61.
  7. http://blog.milliyet.com.tr/srebrenica-katliami–cocuklari-kucuk-kursunla-oldururler-degil-mi-anne–/Blog/?BlogNo=504758
  8.  http://www.sivildayanismaplatformu.org/haber_detay.asp?haberID=142
  9.  Muharrem Aksu ve Faruk Turhan , 2012,s. 74.
  10.  Muharrem Aksu ve Faruk Turhan , 2012,s, 75.
  11. Muharrem Aksu ve Faruk Turhan , 2012,s, 75-76.
  12.  Burak Tangör ,2012,s. 62.
  13.  Muharrem Aksu ve Faruk Turhan , 2012,s,76.
  14. Seyfettin Gürsel , “Dönemin Bilançosu” ,editör: Baskın ORAN , Türk Dış Politikası :Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular , Belgeler , Yorumlar ( Cilt 3 : 2001-2012) , İstanbul : İletişim Yayınları , 2013,s ,51.
  15. Burhanettin Duran ,Nurullah Ardınç,” Arap Baharı “ , editörler : Şaban KARDAŞ , Ali BALCI , Uluslararası İlişkilere Giriş ,1. Baskı , İstanbul : Küre Yayınları , Mart 2014 ,s,456.
  16.  Oran Baskın, “Dönemin Bilançosu” ,editör: Baskın ORAN , Türk Dış Politikası :Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular , Belgeler , Yorumlar ( Cilt 3 : 2001-2012) , İstanbul : İletişim Yayınları , 2013,s ,51.
  17. Burhanettin Duran, Nurullah Ardınç, 2014, ss,457-462.
  18.  Tarık Ak , Çevre ve Güvenlik İlişkisi Bağlamında Çevresel Güvenlik Kavramı , Atılım Sosyal Bilimler Dergisi ,cilt 3 , sayı 1-2, ss, 100-111. https://www.google.com.tr/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=1&cad=rja&uact=8&ved=0ahUKEwiYoMCalq_NAhXDOBQKHW9yARoQFggiMAA&url=http%3A%2F%2Fasbd.atilim.edu.tr%2Fcevre-ve-guvenlik-iliskisi-baglaminda-cevresel-guvenlik-kavrami&usg=AFQjCNGNtgGTNBM0QjUhXXeBs3HmmSfDYw .
  19.  Haydar Çakmak , Uluslararası İnsani Sorunlar , 1.Baskı , 2010, Ankara : KRİPTO Yayınları , ss .105-112
  20.  http://hayvancilikakademisi.com/ekonomi/suriyede-tarim-durma-noktasinda/
  21.  Haydar Çakmak , 2010 , ss ,41-42.
  22.  Haydar Çakmak ,2010 , ss,43-57.
  23.  Haydar Çakmak , 2010 ,ss .85-90.
  24. http://www.bbc.co.uk/news/resources/idt-f3399e67-4688-4483-940a-e8a422251b9c
  25.  Merve Dilber (Çev) ,Birey Güvenliği ve Ulusal Güvenlik ,Barry Buzan ( Çeviren editör : Emre Çıtak ) , “İnsanlar Devletler &Korku “,2. Baskı , 2015, İstanbul : ULUSLARARASI İLİŞKİLER KÜTÜPHANESİ , ss ,49-62.
  26. http://www.bbc.co.uk/news/resources/idt-f3399e67-4688-4483-940a-e8a422251b9c

Türkiye-ABD İlişkilerine Çarpan Terör ve Diplomatik Samimiyet

Giriş

Türkiye-Amerika Birleşik Devletleri ilişkilerinde, iki devletin ortak problemlerinden terör sorununa yaklaşımları, terör bağlamında yapılan ve yapılamayan iş birlikleri ele alınmış olup, devlet çıkarı ile terör işbirliğinin çelişmesi gibi bütün ahlaki ve diplomatik değerleri yıkan bir durumda devletler arasında meydana gelen anlaşmazlıklara değinilmiştir.

Hassas konulara değinilen çalışma, ‘komplo teorilerinden uzaklaştıkça mantıklı sonuçların elde edileceği’ anlayışı ile hazırlanmıştır.

ABD – Türkiye İlişkilerine Bakış

 Ülkemiz ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ilişkinin günümüzdeki çerçevesi siyasi, askeri, güvenlik , ekonomik ve insani boyutları kapsamaktadır. II.Dünya Savaşı’ndan sonra çift kutuplu dünya siyasi sistemi üzerinden gelişen Türkiye-ABD ilişkileri, yarım asrı geçen zamanda düz bir çizgi izlememiştir. İki ülke arasındaki uluslararası ilişki kavramlarının temellerinde inşa edilen çok boyutlu ilişkilerimizde ,mikro düzeyden makro düzeye uzanan devletlerarası  münasebet kurulmuştur. Çift kutuplu güçler dengesi  ve II.Dünya Savaşı’ndan sonra bölgemizde yaşanan gelişmelerden sonra bugün savunma ve askeri işbirliği Türkiye-ABD işbirliğinin en köklü sütununu oluşturmaktadır.[1]Tarih merceği ile baktığımızda ilişkilerin kahir ekseriyette artarak gelişme gösterdiğini görebiliriz.ABD güvenlik ve enerji  politikaları açısından bakıldığında, Türkiye’nin coğrafi konumu  ABD-Türkiye çok boyutlu  ilişkilerinin bu coğrafyada zaruri bir sonuç olduğu gerçeğini göstermektedir.

ABD Deniz Jeostratejik politikalarının fikir lideri Alfred T.Mahan’ın 1902’ de çizdiği ve ilk tanımı yapılan ‘Orta Doğu’ bölgesindeki[2] Türkiye’nin konumu, bu ilişkinin neden kaçınılmaz olduğunu göstermektedir.İki ülke ilişkilerini hangi perspektiften değerlendirirsek önümüze yeni bir kapı daha açılacaktır.Türkiye açısından özetle, dünya siyasal sisteminde en önemli kutup olan ve tüm coğrafyalarda etkinliğini hissettiren ABD ile ilişki bir tercih değil zorunluluk haline gelmiştir.

 Nisan 2009’da ABD Başkanı Barack Obama’nın Türkiye ziyaretinde Çankaya Köşkü’nde yaptığı ‘Türkiye-ABD arasında Model Ortaklık’ açıklaması, iki ülkenin çeşitli ilişkiler ırmağının bir denize dökülmeye başlayacağının işareti oldu. Olumlu ve olumsuz çeşitli eleştirileri üzerine çeken ‘Model Ortaklık’ kavramı güvenlik merkezli bir ortaklıktan sıyrılıp iki ülke ilişkilerini geniş açılardan ele alıp uygulamaya yönelik bir ortaklıktır. Tek taraflı çıkarların değil, ortak çıkarların konuşulacağı bir ortaklık ilişkisi düşünülmüştür.ABD için bu ortaklığın en büyük faydalarından birisi bölgemiz ile ABD arasında ilişkilerdeki yaşanan gerilimleri asgariye çekip, Ortadoğu ülkelerine ‘ABD ile ilişkilerde bir numune ülke: Türkiye’ uygulamasını yaymak olacaktır.

 2009 Nisan’dan sonra ekonomik anlamda ikili mekanizmalar kurulmuş, Nisan 2009 ziyaretinden günümüze, ABD’nin ihracatımızdaki payı değişmemiş ancak Türkiye’nin ABD’ye olan ihracatından elde edilen gelir artarak iki katına çıkarılabilmiştir.[3] ABD,özellikle savunma sanayisinde, başlıca ihracat ve ithalat ortağımızdır.

Askeri ve savunma alanları açısından, ortak kara ve deniz tatbikatları, Irak, Suriye, Afganistan gibi bölgelerde terörle mücadele ,uluslararası korsanlıkla mücadele gibi alanlarda işbirliği süregelmektedir.

ABD’nin Güvenliğinin Başlangıç Noktası: Ortadoğu

 Tarihi kayıtlarda ilk olarak, 1902’de Amerikalı deniz subayı Alfred Thayer Mahan’ın makalesinde kullandığı ‘Ortadoğu’yu 21.yy.’ daki tanımı ile gösteren net bir harita bugün çizilememektedir. En eski uygarlıkların ve üç semavî dinin doğduğu, Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarını birbirine bağlayan stratejik bölge. Bugün dar anlamda kullanılmakla birlikte Doğu Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerle (Yunanistan hariç) bunlara komşu olan ülkeleri ifade etmektedir.

Dünyada birinci derecede önemli dokuz stratejik deniz geçiş yolundan beşi (İstanbul ve Çanakkale boğazları, Süveyş Kanalı, Aden ve Hürmüz geçişleri) bu bölgede yer almaktadır.[4] Tarihte, bölgenin medeniyetler beşiği olmasındaki rolü, bölge dışında meydana gelen medeniyetlerin yayılmasındaki kavşak noktası rolü, Doğu-batı arasındaki ticari malların, kültürlerin, inançların ve medeniyetin transfer merkezi rolü; bu özellikler bölgeyi dünya tarihini en çok etkileyen gelişmelerin görüldüğü bir bölge haline getirmiştir. Bu sebepledir ki, dünya hakimiyeti idealini benimsemiş bir devlet için, dünyanın önemli su havzalarını barındıran  Ortadoğu hakimiyeti, vazgeçilmez bir düşünce olmuştur.Bütün bu olgular göz önüne alındığında,bölgenin tanımlaması jeokültürel, jeopolitik, jeostratejik ve jeoekonomik açılardan  incelendiğinde yapılabilir.[5]

Dünya doğalgaz rezervlerinin yaklaşık %35’ lik diliminin ve 2005 yılındaki ölçümlere göre dünya petrol rezervlerinin %61,8’ lik diliminin bölgede bulunması  Ortadoğu’yu, ekonomik anlamda ayakta kalabilmesi için enerjiye ihtiyacı olan ülkelerin de dış politikalarında önemli bir yere konumlandırmıştır. Bölgeye hakim olacak güç ya da bir ittifakın dünya enerji piyasasına yön vereceği aşikardır.[6]

Amerika’nın Ortadoğu’ya ilgisinin tarihsel arka planında misyonerlik faaliyetleri ile karşılaşırız. 20.yy başlarında ABD, aydınlanmayı ve Tanrı’nın sözlerini, kendisine göre karanlığa gömülmüş olan topraklara götürecektir. Amerikan misyonerlerinin faaliyetleri birçok Osmanlı şehrinde kurulan Amerikan kolejleriyle desteklenmiştir. Amerikalılar incil’in memleketi olan Filistin’e de yönelmişler, orayı Müslümanlardan alınması ve eski İsrail Krallığı’nın yeniden kurulması gereken bir yer olarak görmüşlerdir.[7] Görüldüğü üzere İsrail-ABD ilişkileri 1948’ den çok önce ortak bir idealin yollarında şekillenmiştir.

II.dünya savaşının bitiminden itibaren, İngiltere’nin Dünya’nın hakim devleti rolünü ABD’nin devralma çabası, bir diğer kudretli güç olan Sovyetler Birliği ile Soğuk Savaşı’nı başlatmıştır. Ortadoğu, Soğuk Savaşın bir arenası olarak tarih sahnesindeki vazgeçilmez yerini bir kez daha göstermiştir.

ABD’nin, başkanlık doktrinlerinde yer alan yol haritalarına göre şekillenen Ortadoğu Politikalarında, Soğuk Savaş Dönemi’nde Ortadoğu’da da SSCB’ye karşı Çevreleme Politikası izlenmiştir. Çevreleme Doktrini, SSCB’nin yayılmacı ve sıcak denizlere inme politikası ile çarpışmıştır. 1979 yılında Sovyetler’in Afganistan işgali üzerine ABD tarafından Carter Doktrini ilan edilmiştir. Nitekim Başkan Carter, ‘Basra Körfezini ele geçirmek amacıyla yapılacak müdahaleleri ABD’nin yaşamsal çıkarlarına bir saldırı olarak dikkate alınacağını…’ söylerken Ortadoğu’da başlayacak yeni bir hakimiyet stratejisinin araçlarını göstermiştir.

Bölgedeki kudretli devletler arasında tamamen bir oyalama ve dengeleme politikası seyreden Amerika, İranla Şah Rejimi vasıtası ile kurduğu ittifakın İran İslam Devrimi (1979) ile tehlikeye girmesine müateakip Irak ile askıya aldığı ilişkilerini tekrar masaya yatırmış, yıllar içinde bu ülkeye silah ve mali yardım yapmıştır. Bölge ülkelerinin birbirleri ile olan savaşları (İran-Irak,Irak-Kuveyt) ve SSCB’ nin dağılmasının akabinde, Irak’ın Kuveyt işgali sebebiyle, ABD, başat güç olduğu bir askeri koalisyon ile Irak’a 1990’da bir askeri harekat gerçekleştirmiştir.Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra ABD’ nin askeri ağırlığını tek kutup olarak ortaya koyacak gelişmeler yaşanması ve yıllardır süren gerilimler bölgede Amerika karşıtlığını da beraberinde getirmiştir.

Bir Katalizör: 11 Eylül Saldırıları

 Tarihler Eylül 2000’i gösterdiğinde,1997’ de kurulan ,yeni Muhafazakârlık akımının temel oluşumu olan Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi (YAYP)  kuruluşu “Amerikan Savunmasını Yeniden İnşa Etmek: Yeni bir Yüzyıl için Stratejiler, Kuvvetler ve Kaynaklar”  isimli bir rapor hazırladı. Raporda verilen hedefler bize 11 Eylül ve sonrasını anlamada aydınlatma fişeği görevini görecektir.Raporda bahsedilen en çarpıcı hedeflerden birisi :“ABD, Basra Körfezi bölgesinde sürekli bir varlığa ve role sahip olmalıdır. Bu bağlamda, Irak’a karşı bir savaşın yapılması gerekir. Uzun vadede, İran da Irak kadar ABD’nin Körfez’deki çıkarlarına karşı bir tehdit oluşturabilir”. YAYP bu raporda, hedef gösterdiği projelerin uygulamaya geçebilmesi için ABD kamuoyunu ve yöneticilerini şok edecek büyük bir trajik olayın olması gerektiğini yazmış ve o olayı şöyle tanımlamıştır: “…felaket içeren ve katalizör rolü oynayacak bir facia- yeni Pearl Harbor gibi”. 11 Eylül 2001’de Washington DC ve New York’taki hedeflere El Kaide terör örgütü tarafından yapıldığı iddia edilen saldırılar, Bush yönetimi ve YAYP üyeleri için “yeni Pearl Harbour” olmuştur.

11 Eylül saldırılarından 9 gün sonra ise YAYP ile aynı ekolden gelen Yeni Muhafazakârlar ,Başkan Bush’a yazdıkları mektuplarında şu tavsiyeleri veriyordu : “Başkan Bush dünyanın neresinde olursa olsun,dalları ve kökleri nerede ele geçirilirse geçirilsin teröre karşı mücadeleye devam etmelidir.Usame Bin Ladin’in ve şebekesinin yok edilmesi amacı ile Afganistan’a askeri müdahale yapılmalıdır. Saddam Hüseyin, dünyadaki belli başlı teröristlerden biri olup, 11 Eylül saldırıları ile bağlantısının kurulmasına yeterli delil olmasa bile ABD’nin izleyeceği strateji onu iktidardan uzaklaştırmak olmalıdır.ABD, Hizbullah terör örgütünü destekleyen Suriye ve İran’a karşı da savaşmalıdır”.Bu gelişmeler üzerine Bush yönetimi, Yeni Muhafazakâr ilkeleri hayata geçirmek amacıyla uluslararası hukuk açısından çok tartışmalı bir güvenlik stratejisi geliştirdi: “Önleyici Darbe/Savaş (Preventive Strike/War)”. Bush Doktrini olarak da bilinen bu stratejiye göre, ABD, kendine potansiyel tehdit olarak gördüğü bir ülkeden gelebilecek potansiyel bir tehlikeyi önlemek için henüz saldırı olmadan önce tehdit oluşturan ülkeye önleyici saldırıda bulunmasını ya da savaş açmasını öngörüyordu.[8]

Afganistan ve Irak’a Askeri Müdahale ve Sonrası

Goerge Bush, Şer Üçgeni (Irak-İran-Kuzey Kore) olarak ülkeler tanımlamaya devam ederken savaş politikalarına karşı çıkan ülkelere, Kongre’deki konuşmasında “Ya bizimlesiniz ya da terörle” mesajını vermek suretiyle “teröre savaş açtığımıza göre ya bizimlesiniz ya da teröre  destek verdiğinize göre hedefimizdesiniz” demek istiyordu.[9]11 Eylül 2001 saldırılarından 25 gün sonra Afganistan’a askeri müdahale başlamış ve 20 Mart 2003’te Irak’a ABD öncülüğünde bir koalisyon savaş açmıştır.

Afganistan harekatı ile Taliban Rejimi ve koruduğu iddia edilen El Kaide terör örgütü hedef alınmıştır.Rejim dağıtılış ve El Kaide terör örgütü ile mücadele sonucu 2011 yılında Usame Bin Laden öldürülmüştür.Ladin’in ölümü hakkında çok sayıda spekülasyon yapılmıştır.

Kayıtlarda Irak’a Askeri Müdahale veya Bush doktrinine göre Önleyici Darbe olarak yer alsa bile, sonuçları itibarı ile işgal olduğundan şüphe bulunmayan Irak Savaşı’nda, Saddam Hüseyin ve Irak’ta varlığı iddia edilen kimyasal silahlar hedef alınmıştır. Amaçları İslam dinini yaymak/korumak olduğu iddiasında olan El Kaide isimli örgüt, yaptığı eylem ile ABD’ nin Ortadoğu’ ya oldukça güçlü olarak girmesinin önündeki engeli kaldırmaktadır. ABD’nin bu iki askeri operasyonuna resmi sebep teşkil eden olaylar ve iddialarla ilgili çeşitli platformlarda karşı iddialar yer almıştır.

 Amerika’nın El Kaide örgütünü bitirme operasyonlarını baz alırsak, Milli İstihbarat Teşkilatından emekli olan İktisat Profesörü Dr.Mahir Kaynak 1 Ağustos 2005 tarihinde Radikal Gazetesi’nde yayınlanan röportajında Neşe Düzel’e şu tespitlerde bulunuyor : “El Kaide diye bir örgüt yok. Eğer bir örgütten bahsediyorsanız, bu örgütün siyasal bir hedefi olması gerekir.Kimse El Kaide’nin hangi somut hedefe ulaşmak istediğini bilmiyor.Oysa İRA, ETA gibi terör örgütlerinin somut hedefleri ve somut coğrafi alanları vardır.El Kaide’de bu unsurların hiçbiri yok. Ne kadrosu var, ne de coğrafi bir alanı. Bütün dünya eylem alanları bunların. El Kaide, bir istihbarat servisinin yaptığı operasyonun kod adıdır. Bu yüzden de bizim önce yapılan bu operasyonu deşifre etmemiz gerekir. Çünkü El Kaide operasyonuyla dünyada bir siyasi sonuç yaratılmak isteniyor.”[10]

 El Kaide’nin İslam’ı kesinlikle temsil etmediğini belirterek asıl İslam’ın şiddetten uzak bir İslam olduğunu, dolayısıyla bu tanımın vücut bulduğu sistemin “Ilımlı İslam” olduğunu belirten Batı Dünyası’na karşı ve terörü engelleyecek İslam sisteminin “Ilımlı İslam” olduğunu belirten ABD Başkanı Barack Obama’ ya karşı tepkiler yükselmiştir.[11] ABD’deki düşünce kuruluşlarından olan Rand Düşünce Kuruluşunun, Milli Güvenlik Araştırmaları Bölümünün 2003 yılında yayınladığı Cheryl Benard imzalı “Uygar ve Demokratik İslam, Partnerler, Kaynaklar ve Stratejiler”  isimli raporunda da Ilımlı islam üzerine ilgili analizler,tespitlere yer verilmiştir.[12]

11 Eylül saldırılarından sonra Müslüman olmayan nüfus ve ülkelerde yeşeren  İslamofobia tehlikesi, El Kaide terör örgütü ile birlikte İslam’a karşı alınan olumsuz tavrın zirveleşmesine neden olmuştur.El Kaide örgütünün eylem yaptığı Avrupa şehirleri ve Türkiye, El Kaide terörüne karşı çıkarken Ilımlı İslam’a yakınlaşma durumuna evrilmiştir.ABD’ nin Ortadoğu Politikalarının işlerlik,kolaylık kazanması için ‘model ortağının’ Demokratik (Ilımlı) İslam saflarında durması önem arz etmektedir.

El Kaide örgütü ile ilgili çeşitli iddialar ortaya konurken,Irak işgalinin sebeplerinden gösterilen ‘kimyasal silah’ , ‘diktatörü devirme’ hedeflerinde bahsedilen konular için de çeşitli ABD karşıtı iddialar masaya konulmuştur. İşgalden 13 yıl sonra 2003 senesinde İngiltere Başbakanı olan Tony Blair, İngiltere’nin işgale katılması ve Irak Savaşı hakkında, Irak işgalinin yanlış olduğunu,hatalı bir karar olduğunu söylerken “İstihbarat değerlendirmelerinin yanlış olduğu ortaya çıktı, müdahale sonrası ortam, düşünüldüğünden hasmane, uzun ve kanlı oldu” demiştir. [13][14]Tony Blair’i bu açıklamaları yapmaya iten sebep olarak gösterilen Chilcot Raporu ise Irak işgalini anlamadaki kılavuzlardan birisini oluşturacaktır.[15]İşgal’ in ana sebeplerinden birisini teşkil eden Irak’taki Kimyasal Silahlar konusunda bütün dünya kamuoyunu şaşırtan açıklama işgalden 7 ay sonra CIA’dan gelmiştir.

CIA danışmanı David Kay, Irak’taki kitle imha silahlarını bulmakla görevlendirilen ekibin Irak’ta stoklanmış biyolojik veya kimyasal silahlar bulamadığını, arama çalışmalarına devam edeceklerini söylemiştir.[16][17]Irak savaşına dünya kamuoyunu ikna etmek için BM’ de Colin Powell’ in CIA istihbaratlarını delil olarak sunmasını hatırladığımızda gelinen noktada resmi-gayri resmi çelişkilerden oluşan bir ‘yığın’ içerisinde kaldığımızı görüyoruz.

11 Eylül’ den sonra terörü bitirme hamlelerinin ilk durağı olan Afganistan’da ABD’nin 2001’ de askeri varlığı 110.325 ‘i bulmuştur.ABD Başkanı Obama, 2017’ de Afganistan’ daki asker sayısının 10.000’ den az olacağını söylemiştir. Afganistan Savaşı’nın ve Taliban, El Kaide terörünün getirdiği yıkım sonucunda, yaklaşık 500.000 Afganistan vatandaşının mülteci olmuş, devlet yönetiminde iktidarsızlık ve siyasi iç karışıklıklar baş göstermiş, örgütlerin intihar saldırıları, NATO Güçlerine yapılan saldırılar ve ekonomik bunalım kendini göstermiştir.11 Eylül’ün artçı sarsıntısının en büyük örneği olan Irak ise, halen devam eden şiddetli mezhep çatışmalarına sahne olmakta, coğrafi anlamda bölünmüş, mezheplere bağlı olduklarını iddia eden El Kaide türevi Şii-Sünni vb. maskesi takmış terör örgütlerinin neredeyse günü birlik vahşi eylemler yaptığı korkunç bir savaş alanına dönmüştür.

Afganistan ve Irak harekatlarının sebebini oluşturan eylemlerin planlayıcısı niteliğinde olan El Kaide’ nin terör nöbetini, yeni bir ‘İslami Terör’ fırtınası estiren DAEŞ almıştır. Bu terör örgütünün Ortadoğu’ nun yeni ‘Sykes–Picot’ haritasının çizilmesinde , enerji yollarının belirlenmesinde gördüğü hızlandırıcı vazife göz ardı edilmemelidir.

ULUSLARARASI ARENADA TERÖR

Yerel ve uluslararası literatürde bir çok tanımı bulunan terör kısaca siyasi, dini, ekonomik, ideolojik bir hedefe ulaşmak maksadıyla, sivil insanlara, resmi yönetimlere yönelik baskı ve şiddet uygulamalarını içeren tüm fiilleri kapsar. Araştırmada özellikle Uluslararası Terör perspektifi ile ABD-Türkiye ilişkilerinden bahsedilmektedir.

Terörizmin sebepleri ele alındığında, görünen, kamuoyuna akseden sebepler ve terörü kontrol ve koordine eden meşru iradenin ve gayrimeşru iradelerin eylemleri gösterilebilir. Bir terör örgütünün propaganda için medya gücünü kullanması, taban desteği için tabanın siyasi yol ile çözülmeyen sorunlarının çözüm alternatifi olduğunu göstermesi, silahlı eyleme zemin hazırlamak için psikolojik ve yapay sebepler üretmesi, eylem için silah, silah ve lojistik destek için para gücüne olan ihtiyacı, para gücü için illegal bütün yolları ve ticari faaliyetleri kullandığı görülmektedir.

Terör örgütü yapısının ayakta kalabilmesi için üzerinde yükseldikleri en önemli sütunlardan birisi şüphesiz ki paradır. Parayı elde etmek için kullanılan illegal yollardan olan uyuşturucu ticareti, kaçakçılık, fidye, haraç, sahtecilik vb. yollarını uygulamadaki başarıları doğal olarak sorgulanmaktadır. Bu denli yoğun ticari ve illegal faaliyetleri bir ülkenin sınırları içinde gerçekleştirmek, ülkeler üzerinden transfer etme yoluyla hedefe ulaştırmak, toplantı, dernekleşme, medya yoluyla propaganda yapmak; şüphesiz ki bu uygulamaların yapılması güçlü bir desteği, gayri resmi bir devlet desteğini gerektirmektedir. Bu gerçeklere ulaşıldığında gelinen noktada, terör ve terör örgütlerinin bir veya birden fazla devlet tarafından bir dış politika aracı olarak geçmişten günümüze kullanıldığı gerçeği ile karşılaşılmaktadır.

Terörün araç olarak kullanıldığı bütün topraklarda ortak bir durum vardır: Siyasi, ekonomik istikrarsızlık ve olağan sonuçları. Terör örgütleri hedef ülkelerin bölünmesine yol açarken, kimi ülkelerin ise siyasi yönetimlerinin değişmesine sebep olmuştur. Terör örgütlerinin fikri yapısının üzerinde kurulu olduğu ideolojik ve dini araçlar vardır. Dünya üzerindeki hiçbir insan merkezli ideoloji ve din, şiddetin araç olarak kullanılmasını kesinlikle onaylamazken, terör örgütleri bu argümanları öylesine bir gerçeği gizleme sanatı ile kullanmaktadırlar ki adeta üyelerini örgütün birer mankurtu haline getirmektedir.

Belli bir coğrafyada, belli bir hedef ülkeye karşı eylemlerini yürüten terörist örgütlerin, hedef ülkenin müttefikleri ve çeşitli uluslararası alanlarda ortağı olan ülkeler tarafından terör örgütü ilan edilmemesi, kimi zaman da ilan edilmiş olmasına rağmen müttefik ülkenin yumuşak araçlarla terör örgütüne destek vermesi, müttefik ülkeler arasında diplomatik ilişkilerin yaptırımı olmayan girişimler haline dönüşmesi gibi menfi durumlara neden olmaktadır.

ABD ve TÜRKİYE’DEKİ TERÖR OLAYLARI VE MÜCADELE

ABD’ nin salt güvenlik odaklı terörle mücadele stratejisinin, terörü en aza indirmek bakımından kesin bir çözüm olmayacağı Afganistan, Irak, Pakistan örneklerinde görülmüştür.11 Eylül sonrası girişilen kıta ötesi terör harekatları, teröre ciddi bir darbe vursa da, muhatap ülkelerin sınırları içerisine girdiğinden ve yıllardır devam eden iç karışıklıklara sebep olduğundan dolayı özellikle Ortadoğu’ da Amerikan karşıtlığını azami seviyeye çıkarmıştır. ABD ile mücadele adı altında çeşitli terör örgütleri sansasyonel katliamlar yapmaktadır. ABD’ nin, güvenlik odaklı terörle mücadele stratejisinin Ortadoğu’ da oluşturduğu istikrar boşluğunu ayrılıkçı, radikal terör grupları doldurmaya başlamıştır.

 Amerika Birleşik Devletleri’ ne dönük gerçekleştirilen bazı terör eylemlerini kronolojik olarak şu şekilde inceleyebiliriz :

  •   7 Ağustos 1998, Kenya Nairobi ve Tanzanya Daresselâm’ daki ABD Elçiliklerine bombalı saldırılar düzenlendi. Nairobi’ de 213 kişi öldü 4000 kişi yaralandı, Daresselâm’ da 11 kişi öldü 85 kişi yaralandı. Saldırılardan El Kaide ve Mısır İslami Cihad örgütünün sorumlu olduğu belirtilmiştir.[18]BMGK 13 Ağustos 1998 tarihinde bu saldırıları kınamış ve ‘tüm devletleri teröre karşı mücadeleye, Kenya, Tanzanya ve ABD’ de devam eden terör soruşturmasına destek olmaya’ çağırmıştır.[19]Saldırılardan sonra, ABD ‘Terörle Mücadele Yardım Programı’ na (ATA) Kenya’yı ekleyerek destek olmuştur.[20]
  • 11 Eylül 2001, New York şehrindeki Dünya Ticaret Merkezi’nin kuzey ve güney kulelerine ve ABD Savunma Bakanlığı Karargahı Pentagon’a, kaçırılan uçakların çarpması ile terör saldırıları düzenlendi. Saldırılarda 2996 kişi ölürken 6000’den fazla kişi de yaralandı. Bu terör saldırılarının arkasında El Kaide terör örgütünün olduğu belirlendi. Beraberinde bir çok ABD karşıtı iddia ve komplo teorileri getiren bu terör saldırılarının ardından dünyada teröre ve destekleyicilerine karşı savaş başlatan ABD önderliğinde, koalisyon birlikleri Afganistan ve Irak’ a girmişlerdir.[21]
  • 12 Mayıs 2003, ABD yönetiminin vatandaşlarını terör eylemleri düzenlenebileceği sebebiyle Suudi Arabistan’ a gitmemeleri uyarısından 1 hafta sonra Riyad’ da ABD-Suudi Arabistan ortaklığındaki bir şirketin üst düzey yöneticilerinin yaşadığı üç siteye araçlarla intihar saldırısı düzenlendi. Saldırıda 10’u Amerikalı 90’dan fazla insan hayatını kaybetti.[22]Saldırıyı El Kaide örgütünün yaptığı belirlenirken, faillerden Usame Bin Ladin’ in oğlu Saad Bin Ladin ABD tarafından Temmuz 2009’ da Pakistan’ da İHA kullanılarak öldürülmüştür.[23]
  • 9 Kasım 2005, Ürdün’ ün baş şehri Amman’ da eş zamanlı olarak üç Otel’ de bombalı saldırılar gerçekleşti. Bu saldırılarda 57 kişi ölmüş, 110 kişi yaralanmıştır. Saldırılardaki hedef seçilen otellerin ortak özelliği ABD menşeli oteller olmasıdır. Saldırıyı El Kaide terör örgütü üstlenmiştir. Amman saldırısı ve daha bir çok terör eylemi saldırısının sorumlusu olarak bilinen Ebu Musab El-Zerkavi 7 Haziran 2006’ da ABD ordusu tarafından Irak’ ta öldürülmüştür.[24][25]
  •  29 Ekim 2010, Yemen’ den Chicago’ daki sinagoglara kargo yolu ile gönderilen patlayıcı maddeler tespit edildi. Saldırıya dönüşmeden engellenen bu eylem hazırlığından sonra bir çok ülke Yemen’e kargo ve yolcu uçağı ambargosu getirmiştir. Başkan Obama ve güvenlik birimleri tarafından bu eylemin planlayıcısının El Kaide’ nin en etkili ve sıra dışı liderlerinden olan Enver Avlaki olduğu belirtilmiştir. Olayın üzerine Başkan Obama, çok tartışılan o emrini, Enver Avlaki’ nin görüldüğü yerde öldürülmesi emrini vermiştir. Avlaki’ nin Amerikan vatandaşı olması, Amerika’ da doğması ve eğitimini burada görmesi ise dikkatleri üzerinde toplamıştır. Avlaki, Eylül 2011’ de CIA’ nın İnsansız Hava Araçları ile yapılan operasyonu sonucunda Yemen’ de öldürülmüştür.[26]

ABD’ daki birçok terör eyleminin arkasında El Kaide terör örgütü yer alırken, eylemlerden sonra ABD yönetimi askeri operasyon, idam, savaş açma dahil çeşitli savunma-saldırı ve ‘ön alıcı vuruş’ seçeneklerini uygulamıştır.

TÜRKİYE’NİN TERÖRLE MÜCADELESİ

Ülkemizin terör ile süreklilik arz edecek şekilde yüz yüze gelmesi II.Dünya Savaşı’ndan sonra sağ ve sol bölünmesinin kaynaklık ettiği çatışmalarla başlamış, sonucunda 12 Eylül askeri darbesi gerçeklemiştir. Irkçı ve ideolojik terörün ülkeye her kategoride verdiği zarar ve can kayıplarının ardından gerçekleşen 12 Eylül darbesi de etkileri halen hissedilen zararlar vermiştir.

1973-1986 yılları arasında Ermeni kaynaklı ırkçı terör örgütü ASALA Türkiye karşıtı eylemlerini gerçekleştirmiştir. Örgüt, hedeflerine ulaşmak için kamuoyunda 4T olarak bilinen planını uygulamaya çalışmıştır. Bu plan, Ermeni soykırım iddialarının Türkiye Cumhuriyeti dahil tüm devletler tarafından tanınmasını, tanınma hedefine ulaşıldıktan sonra Türkiye’den tazminat ve Batı Ermenistan olarak adlandırılan toprak parçasının alınmasını içermektedir.1983 yılından sonra iç çekişmeler yüzünden dağılma sürecine giren terör örgütü, lideri Agop Agopyan’ın da öldürülmesinin ardından şiddet eylemlerini sonlandırmıştır. Başta ASALA olmak üzere Ermeni terör örgütlerinin Türkiye üzerindeki hedeflerinden vazgeçmediği, NEO-ASALA yapılanmasının ABD ve Fransa’ da siyasal olarak faaliyetlerine devam ettiği görülmektedir.[27]

ASALA terör örgütünün eylemlerini bitirmesinin ardından Türkiye gündemini halen meşgul etmekte olan PKK terör örgütü terörizm sahnesindeki görevini icra etmek üzere yerini almıştır. Ülkemizin Doğu ve Güneydoğu Bölgesi’ni de kapsayan etnik temel üzerine kurulu bölgesel bir devlet kurma çabasında olan örgütün hedefinde güvenlik görevlileri, korucular, siviller, devlet memurları, bölgeye yatırım yapan şirketler, örgüt muhalifi siyasiler, siyasetçi, aydın, sanatçı, yazarlar vb. bulunmaktadır. PKK terör örgütü, çeşitli ülkelerde toprak hedefinin olması, bir çok ülkede dernek, şirket vb. kuruluşlarının olması, Türkiye başta olmak üzere İran, Suriye, Irak gibi ülkelerde farklı isimlerde yapılanması, bu örgütü uluslararası bir terörist örgüt vasfına getirmiştir.[28][29][30]

Örgüt, Demokratik Açılım süreci ile silah kullanımını durdurmuş olarak gözükse de 2015 yılının son aylarında başlayan ‘şehir savaşları’ durumun öyle olmadığını, Demokratik Açılım süreci boyunca, Türkiye Cumhuriyeti’ ne karşı girişeceği sokak savaşlarında kullanılmak üzere  Doğu ve Güneydoğu illerinin çeşitli noktalarına silah, lojistik alanlarında depolama ve tünel, hendek, gizli geçiş yolları inşa ettiği görülmüştür.[31]Güvenlik güçlerince 2015  yılının son aylarında başlayan operasyonlar sonucunda örgüt binlerce kayıp vermiş ve onarılması çok güç zararlar görmüştür. Terör örgütü liderlerinden bu ağır yenilgi üzerine ardı ardına pişmanlık, hata açıklamaları gelmiştir.[32] Bir terör örgütünün ayakta kalabilmesinin olmazsa olmaz şartı olan ‘kitle desteği’ ise PKK terör örgütü tarafından bu ‘hendek’ savaşlarında kesinlikle sağlanamamış, bölge halkı örgüte karşı yıllarca birikmiş tepkisini koyarak Türkiye Cumhuriyeti devletinin yanında yer almıştır.

PKK’ nın Suriye uzantısı PYD terör örgütü Suriye İç Savaşı’nın verdiği istikrarsızlıktan faydalanarak ülkenin kuzey bölgesinde, Türkiye sınırları boyunca uzanan ve sınır Suriye şehirlerini kapsayan bir ‘koridor’ oluşturma çabasına girişmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, toprak bütünlüğünü ve Suriye toprak bütünlüğünün korunması için BM sözleşmesinin 51’inci maddesinde yer alan Meşru Müdafaa Hakkı’nı kullanarak 24 Ağustos 2016’ da Fırat Kalkanı Harekâtı’nı düzenledi.Harekât’ın 1.gününde Cerablus DAEŞ’ten temizlenmiş, PYD terör örgütü Fırat Nehri’nin doğusuna geçmesi için baskı yapılmıştır.Suriye’deki bu müdahale ile terörle mücadelede ciddi kazanım elde edilmiştir.[33]

Türkiye terörle mücadele sürecinde ABD ile çok yönlü temaslar ve ittifaklar kurmuştur.15 Temmuz darbe girişimi öncesi ve sonrası yaşanan gelişmeler ve PYD örgütü konusundaki görüş ve uygulama ayrılıkları iki ülke arasında teröre karşı ortak duruşu güçlü bir biçimde sarsmıştır. Özellikle Türkiye tarafından ABD’ ye yöneltilen eleştirel politikanın kamuoyuna yansıyan sebepleri arasında, Türkiye’nin terör örgütü olarak tanımladığı PYD’ye ABD’nin bakış gösterilebilir.

Bu bakış açısının fiiliyata geçmiş uygulamaları arasında, Birleşik Devletler Ankara Büyükelçisi John Bass’ın ‘ABD’ nin PYD’yi terör örgütü olarak görmediğini’ açıklaması[34], ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan “Terörizm 2015 Ülkeler Raporu” nda terör örgütleri listesinde PYD’nin yer almaması,[35] YPG’nin Rakka’yı ele geçirmeye yönelik saldırısında YPG armalı Amerikan askerlerinin yer alması,[36] PYD’nin Kürt koridoru oluşturacak şekilde DAEŞ’ ten temizlenen yerlere ABD’nin öncülüğünde yerleşmesi sayılabilir. Hedeflerinden biri, PYD’ yi Fırat’ ın doğusuna göndermek olan TSK’nın Fırat Kalkanı harekatının ardından ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’ nin 25 Ağustos’ta ‘PYD/YPG güçlerinin Fırat’ın doğusuna çekilmekte olduğunu’ açıklaması akıllara örgüt ile ABD arasındaki ilişkiyi getirmiştir.

15 Temmuz darbe girişimini fiilen uygulayan teröristlerin yöneticisi konumundaki Fethullah Gülen’ in ABD’ de ikamet etmesi ve Türkiye’ nin taleplerine karşın terör örgütü liderini iade etmekte tatminkar davranmaması ve terörist başının an itibarı ile örgütünü yönetiyor olması da iki ülkenin ilişkilerinde kırılmaya sebep olmuştur.Türkiye, ABD ile arasında imzalanan Suçluların İadesi Anlaşması gereği, FETÖ liderinin iadesini talep etmektedir. Şimdiye dek anlaşmaya dayanarak ABD’ nin talebi üzerine 2011-2016 yılları arasında 5 suçlu iade edilmiştir.Türkiye’ nin talepleri sonucunda ABD tarafından ise, dosyadan vazgeçme, sonuçsuz kalma, zamanaşımı, tahliye, firar  gibi sebepler dahil olmak üzere 19 suçlu iade edilmiştir.[37]

İçişleri Bakanlığı 2015 yılında terörle mücadelede etkili bir yöntemi devreye sokmuş,  terör suçlarından arananlar listesi oluşturmuş, bu suçluların yakalanmasına yardımcı olacak kişilere büyük miktarlarda para ödülü verileceğini belirtmiştir.

İKİ ÜLKENİN TERÖR ALGILARI

Günümüzde bazı ülkeler, iç politika ile aynı eksende yürüttükleri dış politika stratejilerinde araçlardan çok hedeflere kilitlenmişlerdir.ABD’ nin, ülke menfaatleri doğrultusunda hedefine ulaşmak için araç olarak kullandığı, ahlaki veya gayri ahlaki dış politika enstrümanlarını n Türkiye üzerinde meydana getirdiği rahatsızlık, 15 Temmuz darbe girişimi ve Fırat Kalkanı harekatı ile daha görünür olmuştur.

FETÖ lideri Fethullah Gülen’ in ABD’ de örgütünü yönetmeye devam etmesi, PKK’ nın Suriye kolu olan PYD’ nin önderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri’ nin Türkiye’ nin sınırları boyunca devletleşme adımlarının ABD desteğinde devam etmesi, iki ülkenin bu terör örgütlerine bakış açısının çeliştiğinin delili olmuştur. Bu bakış açılarındaki zıtlıklar HAMAS üzerinden de geliştirilebilir. Nitekim ABD Ankara Büyükelçisi John Bass, ABD-YPG ilişkileri ile ilgili Türkiye’ nin tepkilerini “Türkiye’nin, ABD’nin terör örgütü olarak tanımladığı Hamas ile çok yakın bir ilişkisi var” diyerek savunmuştur. DAEŞ terör örgütüne bakış konusunda ise iki ülkenin resmi algılarında olumsuz bir sapma yaşanmamıştır. 11 Eylül sonrası , El Kaide bağlantısı sebebiyle terörist ilan edilen, kamuoyunda Yasin El Kadı ismiyle bilinen Suudi iş adamı Şeyh Yasin Abdullah Kadı ‘ nın Türkiye Cumhuriyeti üst düzey devlet yetkilileri ile olan ilişkileri bu defa ABD tarafından bir zıt bakış açısını doğurmuştur.[38]

DÜNYA ÜLKELERİ VE TERÖR ALGILARI

Dünya ülkelerinin, ilan ettikleri terör örgütleri listelerinde, aynı örgütlerin yer almaması oldukça ironik ve trajik bir durumdur. Türkiye’ nin İslami Direniş Hareketi (HAMAS) ile olan yakın ilişkilerine ABD dış politika penceresinden bakıldığında, Türkiye’ nin bir terör örgütü ile yakın ilişki içerisinde olduğu anlamı çıkmaktadır. Nitekim ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan “Küresel Terörizm 2015” raporunda HAMAS terör örgütü olarak karşımıza çıkmaktadır.[39] 1993 yılında FBI’ın yaptığı bir operasyonu hatırlamakta fayda var.Davis Koreh isimli , kendisini Mesih ilan eden sapkın bir şahsın kurduğu, oldukça güçlenmiş bir tarikat, Teksas’ taki çiftlik evlerine yapılan ve 51 gün süren operasyonla yok edildi.Bu tarikat devlete muhtaç olmadan yaşayabilen, cephaneliklere sahip olan, dini inançları ifsad ederek büyüyen bir yapı ABD tarafından imha edildi.[40] Ülkemizde daha profesyonel yöntemlerle büyümüş,devlet içinde güç sahibi olmuş, liderleri ABD’de yaşadığı halde örgütünü etkin bir biçimde yönetmiş,halkın dini inançlarını ifsad etmiş, 15 Temmuz 2016’ da ise tarihteki en kanlı terörist saldırıyı ülkenin silahlı kuvvetlerinin silahlarını kullanarak yapmıştır.

Nihayetinde başarısız olunan bu darbe girişimi sonrasında ABD’ de yaşayan FETÖ liderinin iadesi talep edilmiş,Suçluların İadesi Anlaşması içeriğine göre de en azından göz altına alınması talep edilmiştir.Gelinen noktada ABD’li önemli siyasi isimlerin Türkiye’ nin terör örgütü ilan ettiği bu örgütün elebaşı ile olan ilişkileri, müttefik olmasına rağmen iki ülkenin arasındaki zıt terör politikalarına bir numune niteliğindedir. Amerika’ da yayın yapan siyaset dergisi Frontpagemag ABD eski dışişleri bakanı ve 8 Kasım 2016 seçimlerine ABD Başkan adayı olarak katılacak olan Hillary Clinton’un, Türkiye’ nin terörist ilan ettiği Fethullah Gülen ile olan ilişkilerini şöyle tanımlıyor: ”Hillary’ nin İmamı”, “Demokratik adayın ‘Türk Humeyni’ye’ yakın bağları”.[41]

Eski CIA Direktörü Graham Fuller 15 Temmuz darbe girişiminden 1 hafta sonra kaleme aldığı yazıda-darbeci askerlerin ifadelerinde Gülen ile bağları ortaya çıkmasına rağmen Gülen  Hareketinin “terörist olmadığını, darbeyle ilişkisi bulunmadığını” belirtmiştir.[42] Dikkat çekici gelişmelerden birisi ise, ABD Ulusal İstihbarat Direktörü James Clapper’ in darbe girişiminde bulunan askerler  ile ilgili yaptığı  “… Bizim bazı muhataplarımız, ya tasfiye edildi ya da tutuklandılar” yorumu ABD-Türkiye ilişkilerindeki ayrılıkta bir levye görevi daha görmüştür.[43] Sonuç olarak El-Kaide üzerinde yaşanan fikir ve bakış açısı ayrılıkları, Suriye’ deki terör örgütleri üzerinde yaşanan politika ayrılıkları, Filistin’ deki örgütler üzerinde yaşanan fikir ayrılıkları, lideri ABD’ de ikamet eden FETÖ ile ilgili derin ayrılıklar, iki ülkenin ilişkilerini diplomatik anlamda ağır yaralamıştır.

TERÖRÜN SİLAH DESTEĞİ

Bir terör örgütünün, fikirlerini eyleme dönüştürebilmesi için en önemli ihtiyaçlarından olan para ve silah; paranın, terör örgütüne silah sağlamak gibi bir rolü bulunmaktadır.Terör örgütleri yıllardır bitmek bilmeyen mücadelelerinde kullandıkları silahları ve mühimmatları, ara vermeksizin kriz zamanlarında dahi nasıl elde etmektedirler? Genel olarak terör örgütlerinin gelirlerinden olan uyuşturucu ticaretinden kazanılan para silah alımları için önemli bir kaynak.BM’ nin 2002 yılında yayınladığı bir rapora göre El Kaide ile Taliban’ ın uyuşturucu ticareti ile kazandıkları maddi kaynak, silah alımlarını sağladığı gibi, kovansiyonel, nükleer ya da kimyasal başlık takılabilen füze alımlarını da yaptıkları, bunların da ötesinde uzmanlar, Taliban’ın SARİN ve VX sinir gazı bombaları stokladıklarını raporlarında belirtilmektedir.[44]

Rusya’ da PKK terör örgütüne silah sağladığı bilinen Zahariy Kalaşov’ un Moskova’ da yakalanması, ülkelerin ürettiği silahların terör örgütlerine hangi aracılarla geçtiğini gözler önüne sermektedir.[45] Amerikan Kongresi’ nce hazırlanan “2007-2014 Gelişmekte Olan Ülkelere Konvansiyonel Silah Satışı” konulu rapora göre, 2011-2014 yıllarında ABD 115 milyar dolar, Rusya ise 41,7 milyar dolarlık satış ile gelişmekte olan ülkelere en fazla silah satan iki ülke olmuştur.[46]

Terör örgütü PKK/PYD’nin Suriye’de Türkiye’ ye ait tankı NATO’nun resmi silah envanterinde yer alan, İngiltere ve İspanya tarafından da lisanslı üretimi yapılan, Fransız-Alman ortak yapımı “Milan” tipi güdümlü füzeler ile vurduğu tespit edilmiştir.[47] Terör örgütlerinin envanterinde bulunan silahların bu örgütlerin eline nasıl ulaştığı konusu düşünülüp, yıllarca engel olunamamış bu ticarete bakıldığında, ülkelerin terörle mücadele konusundaki hakimiyet alanlarının sınırlı olduğu, terörü bir araç olarak kullanmak gibi ahlaki olmayan yöntemleri kullandıkları izlenimlerini vermektedir.Dönemin Türkiye Cumhuriyeti Başbakan’ı Recep Tayyip Erdoğan’ ın “PKK’ nın elinde ABD menşeili silahlar var.” açıklaması unutulmadan,  ABD’ li müfettiş Stuart W. Bowen’ in Pentagon’a sunduğu raporda ABD’ nin “Irak Yeniden Yapılandırma ve Yardım Fonu (IRRF)” kapsamında Irak’ a gönderdiği silahların büyük çoğunluğunun kayıp olduğunu raporlaması durumun vehametini ortaya koymaktadır.[48]

T.C.İçişleri Bakanlığı tarafından, terör örgütü PKK’nın uyuşturucu ticareti mercek altına aldığı raporunda, örgütün, kenevir üretimi ve ticaretinden yıllık 500 milyon TL, uyuşturucu kaçakçılığından da 1.5 milyar dolara yakın gelir elde ettiği belirtilmiştir. Türkiye sınırları içinde bulunması terörle mücadeleyle çelişen ‘uyuşturucu tarlaları’ nın varlığı örgüte büyük katkı sağlamaktadır. Terör örgütü PKK’ nın Diyarbakır Lice kırsalında yetiştirdiği Hint Keneviri tarlaları 2016 yılında gerçekleştirilen askeri operasyonlarla imha edilmiştir. FETÖ benzeri oluşumlar asıl kimliğini öylesine gizlemektedir ve siyasi erkin kılcal damarlarına öylesine sızmaktadırlar ki, kimi zaman bilinçli kimi zaman bilinçsiz bir şekilde verilen destek ile-Türkiye örneğinde olduğu gibi-hedef devlet içerisinde büyümektedirler.

Terör örgütlerinin, devlet dışı aktörlerin silah tedariğinin önlenmesi konusunda dünya devletlerinin daha fazla çalışması ve samimi mücadele vererek terörün finans kaynağını kurutması gerekmektedir.

ABD ve TÜRKİYE’ NİN DİĞER ÜLKELERLE OLAN TERÖR İŞBİRLİKLERİ

ABD 11 Eylül’ den sonra terörle mücadele konseptini “ya bizimlesiniz ya da onlarla” söylemi ile belirlemiş, çıkış ve işbirliği yollarını kaldırılması güç taşlarla kapatmıştır. Barack Obama döneminde, hata veren bu dikta merkezli anlayıştan sıyrılıp yumuşak güç kullanımını önceleyen ve seçtiği saygın uluslararası aktörlerle yeni bir anlayışla terör bataklığını kurutmaya niyetlenmiştir.[49]

ABD, Ekim 2001’den itibaren Afganistan’da ve Irak’ta yürüttüğü askeri operasyonlarda 1,64 milyon asker görevlendirmiştir.[50] Bu yüksek rakamlarla girişilen terör harekatlarının ardından, mevcut durumda terörün asgariye inmesi beklenirken bölgede neredeyse her geçen yıl yeni terör örgütleri kurulmaktadır. Terör örgütlerinin, üzerine kurulduğu sac ayakları çökertilmedikçe, liderlerinin öldürülmesinin bir gazete haberinden öteye gitmeyeceği, yaşanan acı tecrübeler göstermiştir. Yukarıda Obama döneminde, işbirliğine evrilen terörle mücadele konseptinden söz edilmişti.Bu konsept, Başkan’ ı yeni bir söyleme itmiş ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada: “ABD, İslam’la savaş içinde değildir, asla da olmayacaktır.” demiştir.[51] Bu söylemin muhtevasında müslüman toplumun algılarındaki ABD’ nin, imaj tamiri yatmaktadır.

Türkiye, sınır içi ve sınır ötesinde karar alıcıların iradeleri ile çeşitli terörle mücadele yöntemlerini uygulamaktadır. Terörün, olumsuz seyrettiği zaman beslendiği kaynaklardan olan ekonomi, eğitim, siyasi özgürlük, yasaklar konusunda psikolojik mücadelenin yanında silahlı mücadele yöntemlerini kullanmaktadır. Uluslararası arenada, Türkiye Afganistan’ da NATO kontrolündeki ISAF (International Security Assistance Force) isimli görev gücünde yer alan 43 ülkeden birisidir.[52]

Türkiye’ de de yıllarca uygulanmış olan güvenlik odaklı yaklaşımların terörü asgariye indiremeyeceğinin en önemli ispatlarından birisi Afganistan’ da yaşanmıştır. Afganistan’da ABD liderliğinde yapılan saldırılar veya örgütlerin eylemleri sonucu hayatını kaybeden sivillerin sayısının, kesin olarak bilinmemekle birlikte, -2010 yılına kadar- 40-50 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir.Afganistan devlet başkanı Hamit Karzai’ nin şu sözleri kayda değerdir :  “Sivil ölümlerin devamı terörizme karşı verilen savaşın meşruluğuna ciddi şekilde zarar vermekte ve Afgan insanının uluslararası topluma karşı duyduğu güveni zedelemektedir.”[53][54]

SONUÇ

Terörizm dünyanın bir çok bölgesini bir ahtapotun sarması gibi sarmış,bu ahtapotun kalbine müdahale edilmemiş, kolları budanmıştır.Budanan kollar yeni kolları türetmiştir.Bugün terörün en şedid halinin yer aldığı Suriye’ de en büyük problem, bölgede aktif rol alan devletlerin ajandalarında ortak bir ‘terör örgütleri listesinin’ dahi olmamasıdır.Bu trajik durumu, devletlerin terör örgütleri ile olan işbirlikleri, sabahı uzak olan bir karanlığa dönüştürmektedir.

Devletler, çıkarları gereği terör örgütleri ile çeşitli düzeylerde temas kurmakta, operasyonlar dahi yapmaktadır. Bağnaz mezhepçi terörün panzehirlerinden birisinin insanlara dinlerini çok iyi anlatmak olduğu göz ardı edilmekte, ırkçı terörün panzehirinin birlik olmak olduğu fikri anlatılamamakta, Irak’ ın geleceğine Irak halkı karar veremediği için ortaya çıkan kargaşanın Suriye’ de ortaya çıkmasına engel olunmamakta, iç savaşın önüne geçebilecek politik işbirliği önerileri görmezden gelinmekte,  devletler arası ilişkilerde  ‘benim örgütüme dokunma!’ söylemi gibi, diplomasi ile aynı potada olamayacak bir politika söylemi geliştirilmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti, Suriye’ de terör örgütlerine karşı giriştiği askeri harekatta, PKK’ nın Suriye kolu PYD’ ye operasyonlar düzenlemiş, operasyonlara tepki Türkiye’ nin müttefiki ABD’ den  “Taraflara sükunet” çağrısı gelmiştir.Terörün neden asgari seviyeye indirilemediğine dair mikro ölçekte bir örnek aranması gerekirse, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mark Toner’in yaptığı bu açıklama, içerisinde önemli yol göstericiler barındıran bir numune olarak alınabilir.

Turgut SAĞLAM

ULUSLARARASI İLİŞKİLER

Kaynakça:

  1. T.C.Dışişleri Bakanlığı. (2016, Eylül 1). Eylül 1, 2016 tarihinde http://www.mfa.gov.tr: http://www.mfa.gov.tr/turkiye-amerika-birlesik-devletleri-siyasi-iliskileri.tr.mfa adresinden alındı
  2. Mahan, A. T. (1902, Eylül). The Persian Gulf and International Relations. The National Review, 38-39.
  3. Türkiye İhracatçılar Meclisi. TİM-İhracat Rakamları. Eylül 2016 tarihinde http://www.tim.org.tr: http://www.tim.org.tr/tr/ihracat-rakamlari.html adresinden alındı
  4. Çetinsaya, G. (2016). Ortadoğu. İslam Ansiklopedisi (Cilt 33, s. 403). içinde
  5. Davutoğlu, A. (2014). A. Davutoğlu içinde, Stratejik Derinlik (s. 130-131). Küre Yayınları.
  6. Atiker, M. Orta Doğu, Petrol ve ABD. KTO Etüd-Araştırma Servisi, Konya.
  7. USLU, N. ABD’nin Ortadoğu’ ya İlgisinin Tarihsel Arkaplanı. Amerikan Dış Politikası (s. 170). içinde T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2609 Açıköğretim Fakültesi Yayını No: 157.
  8. Gözen, R. Yeni Muhafazakârlık-Yeni Muhafazakâr Politika. Amerikan Dış Politikası (s. 121-122). içinde T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2609 Açıköğretim Fakültesi Yayını No: 1577.
  9. Çongar, Y. (2001, Eylül 22). http://www.milliyet.com.tr. Eylül 2016 tarihinde http://www.milliyet.com.tr/2001/09/22/guncel/agun.html adresinden alındı
  10. Kaynak, M. (2005, Ağustos). El Kaide diye bir terör örgütü yok. (N. Düzel, Röportaj Yapan)
  11. Akşam Gazetesi. (2016, Şubat 24). http://www.aksam.com.tr. Eylül 2016 tarihinde http://www.aksam.com.tr/dunya/obama-teroru-ilimli-islam-engeller/haber-492606 adresinden alındı
  12. Benard, C. (2003). Civil Democratic Islam Partners, Resources and Strategies. RAND National Security Research Division.
  13. Takvim Gazetesi. (2016, Temmuz). http://www.takvim.com.tr. Eylül 2016 tarihinde http://www.takvim.com.tr/dunya/2016/07/07/ingilizler-irak-isgalinin-hata-oldugunu-kabul-etti adresinden alındı
  14. The Guardian. ( https://www.theguardian.com/. Eylül 2016 tarihinde https://www.theguardian.com/uk-news/2015/oct/25/tony-blair-sorry-iraq-war-mistakes-admits-conflict-role-in-rise-of-isis adresinden alındı
  15. Chilcot, S. J. (2016). The Report of the Iraq Inquiry.
  16. Radikal Gazetesi. (2003, Ekim). http://www.radikal.com.tr/. 2016 tarihinde http://www.radikal.com.tr/yorum/ciadan-geciken-itiraf-irakta-kimyasal-silah-yok-685407/ adresinden alındı
  17. Wikipedia. https://en.wikipedia.org/. 2016 tarihinde https://en.wikipedia.org/wiki/Iraq_Survey_Group#Interim_Progress_Report adresinden alındı
  18. Taşdemir, F. (2006). Uluslararası Terörizme Karşı Devletlerin Kuvvete Başvurma Yetkisi (s. 188). içinde USAK Yayınları:10 Uluslararası Hukuk Serisi:3.
  19. United Nations. (1998, Ağustos). http://www.un.org/. 2016 tarihinde http://www.un.org/press/en/1998/19980813.sc6559.html adresinden alındı
  20. U.S.Department Of State Bureau Of Diplomatic Security. http://www.state.gov/. 2016 tarihinde ATA_2012_Year_Review_v5.indd: http://www.state.gov/documents/organization/215593.pdf adresinden alındı
  21. Wikipedia. https://tr.wikipedia.org/. 2016 tarihinde https://tr.wikipedia.org/wiki/11_Eyl%C3%BCl_sald%C4%B1r%C4%B1lar%C4%B1 adresinden alındı
  22. NTV Haber. (2003, Mayıs). http://arsiv.ntv.com.tr/. 2016 tarihinde http://arsiv.ntv.com.tr/news/215298.asp adresinden alındı
  23. Wikipedia. https://tr.wikipedia.org/. 2016 tarihinde https://tr.wikipedia.org/wiki/Saad_bin_Ladin adresinden alındı
  24. Wikipedia. https://en.wikipedia.org/. 2016 tarihinde https://en.wikipedia.org/wiki/2005_Amman_bombings adresinden alındı
  25. Hürriyet Gazetesi. (2006, Haziran). http://www.hurriyet.com.tr/. 2016 tarihinde http://www.hurriyet.com.tr/el-zerkavi-olduruldu-4546500 adresinden alındı
  26. Habertürk Gazetesi. (2011, Ekim). http://www.haberturk.com/. 2016 tarihinde http://www.haberturk.com/dunya/haber/674939-obama-onay-verdi-abdli-imam-olduruldu adresinden alındı
  27. Çam, M. M. Değerlendirme ve Sonuç. Y. T. Dergisi içinde, Ermeni Terör Örgütleri ve ASALA (Cilt 2, s. 1728). Yeni Türkiye Yayınları.
  28. Hürriyet gazetesi. (2008, Şubat). http://www.hurriyet.com.tr/. 2016 tarihinde http://www.hurriyet.com.tr/iste-pkkya-yardim-toplayan-dernekler-8208194 adresinden alındı
  29. Wikipedia. https://tr.wikipedia.org/. 2016 tarihinde https://tr.wikipedia.org/wiki/K%C3%BCrdistan_%C3%96zg%C3%BCr_Ya%C5%9Fam_Partisi adresinden alındı
  30. Can Acun, B. K. (2016). PKK’ nın Kuzey Suriye Örgütlenmesi PYD-YPG. SETA. SETA Yayınları:61.
  31. Erdoğan, R. T. (2015, Eylül). T.C.Cumhurbaşkanı ile Röportaj. (M. Altınok, Röportaj Yapan)
  32. Karayılan, M. (2016, Mart). Murat Karayılan’dan itiraf: Hata yaptık!. (A. Ajans, Röportaj Yapan)
  33. Türk Silahlı Kuvvetleri. (2016, Ağustos 26). TSK Basın Açıklaması.
  34. Milliyet Gazetesi. (2016, Haziran). http://www.milliyet.com.tr/. 2016 tarihinde http://www.milliyet.com.tr/-abd-pyd-yi-teror-orgutu-gormuyor–gundem-2267711/ adresinden alındı
  35. U.S.Department Of State Diplomacy In Action. (2015). Country Reports on Terrorism 2015. Foreign Terrorist Organizations. Bureau Of CounterTerrorism And Counterıng Violent Extremism.
  36. BBC Türkçe. (2016, Mayıs). http://www.bbc.com/. 2016 tarihinde http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/05/160527_abd_ypg_toner adresinden alındı
  37. Al Jazeera. (2016, Ağustos). http://www.aljazeera.com.tr/. 2016 tarihinde http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/abd-istedi-turkiye-verdi adresinden alındı
  38. Kadı, Y. E. (2014, Aralık). (A. J. Arapça, Röportaj Yapan)
  39. U.S.Department Of State Diplomacy In Action. Country Reports on Terrorism 2015. Bureau Of CounterTerrorism And Counterıng Violent Extremism.
  40. Haber7 İnternet Sitesi. (2016, Temmuz). http://www.haber7.com/. 2016 tarihinde http://www.haber7.com/yazarlar/taha-dagli/2056027-abd-kendi-fetosunu-katletmisti adresinden alındı
  41. Spencer, R. (2016, July). Hillary’s Imam. Frontpagemag.
  42. Fuller, G. (2016, July 7). The Gulen Movement Is Not a Cult — It’s One of the Most Encouraging Faces of Islam Today. The Huffington Post.
  43. En Son Haber. (2016, Temmuz). http://www.ensonhaber.com/. 2016 tarihinde http://www.ensonhaber.com/abdli-istihbaratci-muhataplarimiz-tutuklandi-2016-07-29.html adresinden alındı
  44. NTV . (2002, Ocak). http://arsiv.ntv.com.tr/. 2016 tarihinde http://arsiv.ntv.com.tr/news/131364.asp adresinden alındı
  45. Akşam Gazetesi. (2016, Temmuz). http://www.aksam.com.tr/. 2016 tarihinde http://www.aksam.com.tr/dunya/pkknin-silah-baronu-yakalandi-c2/haber-533113 adresinden alındı
  46. Richard F. Grimmett, P. K. (2012). Conventional Arms Transfers to Developing Nations, 2004-2011. Congressional Research Service, International Security. Congressional Research Service.
  47. Akşam Gazetesi. (2016, Ağustos). http://www.aksam.com.tr/. 2016 tarihinde http://www.aksam.com.tr/guncel/alman-silahlari-pkk-elinde/haber-433184 adresinden alındı
  48. Glanz, J. (2006, October). US Is Said to Fail in Tracking Arms for Iraqis. New York Times.
  49. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu. (2009). ABD‘nin Yeni Terörle Mücadele Konsepti: Savaş Yerine Uyumlu İşbirliği mi? İ. Bal içinde, Uzakdoğudan Yeni Kıtaya Terörle Mücadele (s. 285,314). Ankara: USAK Yayınları.
  50. Terri Tanielian ve Lisa H . Jaycox (Eds.). 2008. Invisible Wounds of War, Psychological and Cognitive Injuries, Their Consequences, and Services to Assist Recovery. RAND Corporation, Arlington, VA
  51. (2009). ABD Başkan’ ı Barack Hussein Obama’nın TBMM’deki konuşması, Ankara, Türkiye.
  52. Süleyman Özeren, H. C. (2010). ABD’ nin Afganistan ve Irak’ ta Terörle Mücadele Politikası. Polis Akademisi Başkanlığı .
  53. Süleyman Özeren, H. C. (2010). ABD’ nin Afganistan ve Irak’ ta Terörle Mücadele Politikası. Polis Akademisi Başkanlığı .
  54. Süleyman Özeren, H. C. (2010). ABD’ nin Afganistan ve Irak’ ta Terörle Mücadele Politikası. Polis Akademisi Başkanlığı .

İdari Vesayet

Yerel yönetimlerden beklenen etkin ve verimli hizmetin gerçekleştirebilmesi için bu birimlerin özerk bir yapıya sahip olmaları gerekir. Bu özerklik merkezi idareden tamamen bağımsız hareket etme anlamına gelmemektedir. Bu sebeple yerel yönetimler, merkezi idarenin denetimi altındadır.

İdari vesayet; merkezi idarenin, “yerel yönetimlerin eylem ve işlemlerinin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve adem-i merkezi ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla, kanunla belirtilen esas ve usuller dairesinde” sahip olduğu sınırlı bir denetim yetkisidir.

Anayasanın 127. Maddesin de yerel yönetimler, il özel idareleri, belediyeler ve köyler şeklinde sıralanmış ve bunlar üzerinde merkezi idarenin vesayet yetkisine yer verilmiştir.

İdari vesayetin özellikleri:

  • İdari vesayet yetkisi istisnai nitelikte bir yetkidir. Bu sebeple hangi işlemlerin idari vesayete tabi olacağı kanunda açıkça belirtilmelidir.
  • Vesayet yetkisi kanuna dayanır ve kanunla sınırlıdır. Yani merkezi idare bu yetkisini kanunda açıkça belirtilen yerlerde ve kanunun öngördüğü şekilde kullanabilir.
  • Vesayet dar yoruma tabi tutulur. İstisnai yetkilerin dar yoruma tabi tutulması hukukun genel bir ilkesidir.
  • İdari vesayet, kanunla merkezi bir organ, makam veya merkeze bağlı bir memura verildiği ve merkezi idareye ait bir yetki olduğu için hiyerarşik tabaka içerisinde kullanılamaz.
  • Vesayet yetkisi, kanun tarafından öngörülen bozma, onama, erteleme, değiştirerek onama gibi sınırlı yetkiler içerir.

İdari Vesayet ile Hiyerarşinin Karşılaştırılması

İdari vesayet ile hiyerarşinin karşılaştırılması, idari vesayetin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır.

  • İdari vesayet iki ayrı tüzel kişi arasında yer alan bir ilişkidir. Hiyerarşi ise tek bir tüzel kişilik içerisindeki ast-üst ilişkisidir.
  • İdari vesayet ancak kanunla açıkça düzenlenmiş durumlarda kullanılabilir. Hiyerarşi ise mevcut bir kanun olmasa bile mevcut bir yetkidir.
  • İdari vesayet istisnai, hiyerarşi genel bir yetkidir.
  • İdari vesayet dar bir yoruma tabi tutulur. Hiyerarşi ise geniş olarak yorumlanır.
  • İdari vesayet emir ve talimat verme yetkisi içermez. Hiyerarşi yetkisi içerir.
  • İdari vesayet yetkisinin kullanımında sadece hukuka uygunluk aranırken, hiyerarşide hem hukuka uygunluk hem de yerindelik denetimi yapılır.
  • İdari vesayete tabi organlar idari yargıya başvurabilirken hiyerarşide astlar, hiyerarşi yetkisinin kullanılmasından dolayı üstlerine karşı idari yargıya başvurma hakları yoktur.
Vesayet Makamının Sahip Olduğu Yetkiler (İdari Vesayet Yetkisinin Kapsamı)

Merkezi İdarenin Yerinden Yönetim Kuruluşları Üzerindeki Başlıca Yetkileri Şunlardır:

Vesayet Yetkisi

KİŞİLER ÜZERİNDE
İŞLEMLER ÜZERİNDE
VESAYET YETKİSİNİN İÇERMEDİĞİ YETKİLER
Mahalli idare organlarının geçici olarak görevden uzaklaştırılmasıİptal yetkisiİkame yetkisi
Meslek kuruluşlarının organlarının geçici olarak görevden uzaklaştırılmasıOnama yetkisiEmir ve talimat verme yetkisi
Erteleme yetkisi
Düzeltme yetkisi
Kararların yeniden görüşülmesini isteme yetkisi
Yargıya başvurma yetkisi
Kişiler Üzerinde İdari Vesayet Yetkileri: Geçici Olarak Görevden Uzaklaştırma

Türk hukukunda kişiler üzerinde vesayet yetkisi sınırlıdır. Anayasamız yerel idarelerin organlarının devlet (merkezi idare) tarafından seçilmesine ya da görevden alınmasına olanak vermemektedir. Çünkü anayasamızın 127. Maddesine göre, “mahalli idarelerini seçilmiş organlarının, organlık sıfatını kazanmalarına ilişkin itirazın çözümü ve kaybetmeleri konusundaki denetim yargı yolu ile gerçekleşir.”

Anayasamızın merkezi idareye yerinden yönetim kuruluşları üzerinde verdiği tek yetki, bu organların geçici önlem olarak görevden uzaklaştırılmalarıdır.

  • İşlemler Üzerinde İdari Vesayet Yetkisi
  • Vesayet makamının sahip olduğu birinci yetki, yerinden yönetim kuruluşlarının işlemlerini ‘iptal etme’ Bu yetkiye sahip olabilmesi için bu yetkinin kanunla açıkça verilmiş olması gerekir.
  • Vesayet makamının sahip olabileceği ikinci yetki ise ‘onama’ Bu yetkiyi de kullanabilmesi için kanunla açıkça kendisine verilmesi gerekir.
  • Vesayet makamının sahip olabileceği diğer bir yetki ise ‘ kararın yeniden görüşülmesini isteme’
  • Vesayet makamının, vesayetine tabi işlemler hakkında ‘yargıya başvurma’ yetkisi de vardır.
  • Vesayet makamına tanınabilecek diğer bir yetki ise kararın uygulanmasını durdurması, yani ‘erteleme’
  • Vesayet makamının diğer bir yetkisi ise ‘düzeltme’ yani değiştirerek onama yetkisidir. Ancak bu yetki istisna olarak verilir.
  • Bazı istisnai durumlarda vesayete tabi makamın, işlem yapmadan önce vesayet makamından ‘izin alması’ öngörülmüştür
  • Vesayet Yetkisinin İçermediği Yetkiler

Yukarıda görüldüğü üzere, vesayet yetkisi kanun tarafından öngörülen sınırlı bir yetkiye sahiptir. Vesayet makamı şu yetkilere sahip değildir:

  • Vesayet makamının ikame yetkisi yoktur. Yani, vesayet makamının, yerinden yönetim kuruluşunun yerine geçerek onun adına işlem yapamaz.
  • Vesayet makamının ‘emir ve talimat’ verme yetkisi de yoktur.

Sonuç

Yerel yönetimlerin artan önemi, merkezi yönetimin yerel yönetimlere müdahalesinin boyutunu değiştirmiştir. Bu yetki sadece yapılan işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi şeklinde sınırlı ve dar olarak yorumlanması gereken bir yetkidir. Artık günümüzde anayasada belirtilen idarenin bütünlüğünün vesayet yoluyla sağlanması, her geçen gün vesayet makamları tarafından, yerel yönetimlerin kararlarının yargıya taşınması şekline dönüştüğü söylenebilir.[1]

Furkan GÜRSOY

Kaynakça:

  1. Türkiye’de Yerel Yönetimler –  Yüksel KOÇAK s.94
  2. Türkiye’de Yerel Yönetimler –  Yüksel KOÇAK, s. 89-95
  3. İdare Hukukuna Giriş – Kemal GÖZLER, Gürsel KAPLAN, s,49-54
  4. Mahalli İdareler Açısından İdari Vesayet Müessesine  Bir Bakış – Celal ANNAK
  5. Sabri COŞKUN – İdarenin İdarî Denetiminde İdarî Vesayet Ankara 1976.

TUİÇ Siyaset Okulu Sertifika Programına Ücretsiz Katılıyor

Başvurular sona ermiştir ilginiz için teşekkür ederiz.

Bahçeşehir Üniversitesi Hükümet Liderlik Okulu’nun Türkiye’de gerek ismiyle gerek formatıyla gerekse içeriğiyle bir ilk olarak düzenlediği Siyaset Okulu programı her akademik yıl düzenli olarak gerçekleştirilmektedir. Bu zamana kadar cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar, büyükelçiler, milletvekilleri gibi ülke yönetiminin karar mekanizmasını oluşturan birçok kişiyi misafir eden Siyaset Okulu değerli konuklarının destekleri ve katılımcılarının ilgisiyle her akademik yıl kendi çıtasını aşan bir hal almıştır.

Son Başvuru Tarihi/Saati: 20.12.2016 / 17:00
Sertifika alabilmek için %80 katılım zorunluluğu bulunmaktadır.

TUİÇ TARAFINDAN SAĞLANAN ÜCRETSİZ KATILIMLARDA
TUİÇ DERNEĞİ ÜYELERİ ÖNCELİKLİDİR.

DERNEĞİMİZE ONLINE ÜYELİK İÇİN TIKLAYINIZ

Program Amacı:

Siyaset Okulu  programının amacı; globalleşen dünyada siyasetin ve siyasetçinin değişen profiline uyum sağlayabilmek için bugünün ve yarının lider adaylarını objektif bilgi ve verilerle donatmaktır. Programda; Türkiye’nin geçmişten günümüze yaşanan önemli olay ve dönemlerinin yalnızca teorik olarak değil; olayların sebep – sonuç ilişkilerinin, icraatların içinde doğrudan bulunmuş siyasetçiler, akademisyenler, diplomatlar, ekonomistler, bilim adamları ve iş adamları tarafından aktarılmasıdır.

Program Özellikleri:

Siyaset Okulu sertifika programı her akademik yıl 12 ila 15 hafta boyunca cumartesi günleri düzenlenmektedir. Program dili Türkçe’dir. Her cumartesi gerçekleştirilen program saat 10:00’dan 16:45’e kadar devam eder. Her hafta bir buçuk saat süren dört ayrı oturum olarak gerçekleştirilen programda her oturum soru-cevap kısmıyla son bulur. Program katılımcılarının sertifika almaya hak kazanmaları için programa %80 katılım göstermeleri gerekmektedir.

Program İçeriği:

Uzun soluklu bir program olan Siyaset Okulu’nda Türkiye’nin birçok önemli siyasi konusu, geçmişten günümüze yaşanan olaylar ve süreçler dahilinde değerlendirilir. Her akademik yıl Türk siyasi gündemine göre konu başlıklarının uyarlandığı Siyaset Okulu programının içeriğini aşağıdaki ana konular oluşturur.

  • Başbakanlık Sistemi Tartışmaları
  • Türkiye’de Eğitim Reformu
  • Alevi Sorunu ve Türkiye’de Laiklik Tartışmaları
  • Ortadoğu’da Yaşanan Son Gelişmeler ve Türk Dış Politikası
  • Siyasal Partiler ve Çözüm Süreci
  • Türkiye Ekonomisinde Yaşanan Son Dönem Gelişmeler
  • Türkiye’nin AB Süreci
  • Türkiye’de Stratejik Güç ve Lobicilik
  • Küreselleşme Sürecinde Medya Siyaset İlişkisi
  • Kadınların Siyasal Yaşama Katılımı
  • Türkiye’de Güvenlik Siyaseti
  • Türkiye Dış Politikası ve Güncel Gelişmeler
  • Anayasa Değişikliği Tartışmaları
  • Türkiye’de Demokrasi ve Hukuk

Yukarıdaki konu başlıklarıyla ilgili önceden yazılmış makaleniz varsa TUİÇ’e Yazı Gönder linkindeki şartlara uygun şekilde yayınlanmak üzere [email protected] adresine gönderebilirsiniz.

TUİÇ TARAFINDAN SAĞLANAN ÜCRETSİZ KATILIMLARDA
TUİÇ DERNEĞİ ÜYELERİ ÖNCELİKLİDİR.

DERNEĞİMİZE ONLINE ÜYELİK İÇİN TIKLAYINIZ

TUİÇ Kocaeli Üniversitesi Temsilcileri İlk Toplantısını Gerçekleştirdi!

0

 Türkiye’nin dört bir yanında bulunan üniversitelerin temsilcilik seçimleri neticelendikten sonra, TUİÇ’i Kocaeli Üniversitesi’nde temsil etme, alanında ilgili kişileri akademik çalışmalara yönlendirme ve bu anlamda farklılık yaratmayı amaçlayan TUİÇ Kocaeli Temsilciliği olarak ilk toplantımızı gerçekleştirmenin mutluluğunu yaşıyoruz.

Kocaeli Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler bölümü öğrencileri başta olmak üzere Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi ve İktisat öğrencileriyle gerçekleştirilen toplantıda, derneğimiz hakkında gerekli bilgileri verdikten sonra, akademik temelde kısa ve uzun vadeli planlarımız hakkında istişare ederek gerekli alt yapıyı oluşturduk. Üniversitemizin akademisyenleri ile gerçekleştireceğimiz makale okuma grupları ile ilgili gerekli programı arkadaşlara anlatarak, fikir alışverişinde bulunup kurumsal hedeflerimizi masaya yatırdık.

TUİÇ Kocaeli Temsilciliği olarak, ana kurum ile sürekli iletişim halinde olup ortak faaliyetler ortaya koymak, yalnızca üniversitemizde değil Kocaeli’nde de temsilciliği bilinçli şekilde yönlendirerek farkındalık yaratacak akademik çalışmalara ortaya koyma gayretindeyiz.

Konfüçyus’un ‘’İsteyenler bilgilerini genişletmelidirler, bilgilerini genişletmek isteyenler önce araştırmalıdırlar.’’ Sözünden hareketle akademik çalışmalara gönül veren bütün arkadaşlarımıza teşekkür ediyor, çalışmalarında başarılar diliyoruz.

ERSİN KOPUZ

TUİÇ KOCAELİ TEMSİLCİSİ

Koruma Sorumluluğu Doktrini ve Değişen Egemenlik Anlayışı

 Koruma sorumluluğu, 2005 yılında Birleşmiş Milletler Dünya Zirvesi’nde kabul edilen, soykırım, savaş suçları, etnik temizlik gibi insanlık suçlarını önlemeyi amaçlayan bir taahhüttür. Uluslararası hukuktaki  tartışmalı konulardan olan koruma sorumluluğu, Vestfalya sisteminden bu yana süregelen egemenlik anlayışını değiştirmiş, insani müdahale kavramının sınırlandırılmış hali olarak kabul edilmektedir.

İnsani Müdahale, en basit tanımıyla bir devletin başka bir devlete karşı, geniş çaplı insan hakları ihlallerini önlemek amacıyla kuvvet kullanmasıdır.[1] 19. yy’da sömürgeci devletler, başka toplulukların ülkesine müdahale ederek güvenliği sağlamayı ve bir düzen tesis etmeyi kendilerine hak olarak görmüş bu da İnsani Müdahale anlayışını ortaya çıkarmıştır. 1860 yılında Lübnan’da yaşanan Maruni-Dürzü çatışmasında, Osmanlı yönetiminin çatışmayı önleyemediğini öne süren Fransa’nın Lübnan’a asker çıkarması İnsani Müdahalenin ilk örneklerinden sayılmaktadır.

İkinci Dünya Savaşı sonrası İnsani Müdahale sömürgeci anlayıştan çıkmış ve yeni bir boyut kazanmıştır. Ancak Ruanda ve Srebrenitsa soykırımlarını önlemedeki BM başarısızlığı İnsani Müdahaleyi yeniden gündeme getirmiştir.2001 yılında Kanada hükümetinin desteğiyle “Müdahale ve Devlet Egemenliği Komisyonu” (ICISS) tarafından “responsibility to protect” raporu hazırlanmış ve 2005 Dünya Zirvesi’nde kavramın sınırları belirlenmiştir.

     ICISS raporunda egemenlik kavramına sorumluluk anlayışı getirilmiştir. Rapora göre devletler halkın güvenliğini sağlamak ve refahını sürdürmekle yükümlüdür. Ayrıca içeride halka dışarıda da BM aracılığıyla uluslararası topluma karşı sorumlu olmalıdır. Bunun sonucu olarak iç savaş, isyan ve otorite eksikliğinden zarar gören bir topluluğu devleti koruyamazsa içişlerine karışma yasağı (non-intervention) yerini uluslararası koruma sorumluluğuna bırakmalıdır. Yeni egemenlik anlayışı, uluslararası arenada insan temelli güvenlik söylemini güçlendirmiştir. Koruma sorumluluğunun tartışılan kısmı ise müdahale anlayışının askeri müdahaleyi de kapsamasıdır.

              Koruma Sorumluluğuna Dayanan Müdahalenin Şartları ve Unsurları

    ICISS raporunda belirlenen sorumluluğa dayalı egemenlik anlayışına göre, sorumluluklarını yerine getiremeyen devletler egemenlik hakkını kaybedecek ve insanların güvenliği devletin güvenliğine tercih edilecektir. Bu sorumluluklar BM tarafında soykırım, ağır savaş suçları, etnik temizlik ve insanlık suçları olarak belirlenmiştir. Müdahale durumunda müdahaleci devletlerin de sorumlulukları vardır. Bunlar; Önleme Sorumluluğu (Responsibility to Prevent), Harekete Geçme Sorumluluğu (Responsibility to react)  ve Yeniden İnşa Sorumluluğudur (Responsibility to rebuild).

Harekete geçme sorumluluğu doktrinin en tartışılan aşamasıdır. Buradaki sorumluluk insani kriz yaşanan devletin rızası olmadan alınan önlemlerdir. Bunlar ekonomik yaptırımlar ve diplomatik önlemler olabileceği gibi askeri de olabilir. Bu da geleneksel devlet egemenliğine karşı saygı ilkesiyle uyuşmamaktadır. ICISS’e göre ise bazı kriterlere göre askeri müdahale meşru sayılmıştır. Bunlar; Doğru Amaç (Right İntention), Son Çare (Last Resort), Orantılılık(Proportional Means) ve Olumlu Gelişme Beklentisidir (Reasonable Prospects).Ayrıca kararın meşru olması için müdahalenin karara bağlanması gerekmektedir. Karar organı olarak ilk BM Güvenlik Konseyi belirlenmiştir. Ancak geçmişte birçok kez olduğu gibi insani kriz durumunda BM Güvenlik Konseyinin bloke olması halinde Genel kurulun “unit in for peace” kararı ile devreye girilmesi tartışılmıştır.

    BM tarafından belirlenen somut sınırlandırılmalara rağmen koruma sorumluluğu hakkında tartışmalar devam etmektedir. Doktrin karşıtları, bu anlayışın güçlü devletlerin zayıf devletler üzerinde tahakküm kurmasına bir araç olarak görmüşler ve uluslararası hukuktaki sorunlara çözüm olmayacağı belirtilmiştir. Bu duruma ABD’nin Panama ve Haiti’de insanları koruma gerekçesiyle yaptığı müdahale sonrası rejimi değiştirmesi örnek olarak gösterilmiştir. Ancak doktrin destekçileri koruma sorumluluğun insani müdahaleden farklı olduğunu, sınırları olduğunu ve kolektif müdahalenin ülkelerin milli çıkarlarını engelleyeceğini savunmaktadırlar.

    Koruma sorumluluğuna ait bir diğer eleştiri ise, barış için savaş çıkartmanın barışı sağlayabileceğine olan şüphedir. Doktrin destekçileri ise barışı getirmek için savaş çıkarmayı ve insan ölümlerini durdurmak için insan öldürmeyi faydacılık (utilitarianism) anlayışına dayandırmışlardır. Bu anlayışa göre insanlık suçlarını önlemek için yapılan savaş meşrudur. Doktrin ayrıca Vestfalya Sisteminden bu yana süregelen egemenlik ve içişlerine müdahale yasağı ilkelerini değiştirmesi yönünden eleştirilmiştir. Bu değişen durumun silahlanmayı ve savaşı artıracağı iddia edilmiştir.

    Doktrin 2001’den sonra Irak ve son dönemde Libya’da uygulanmıştır. ABD’nin Irak’tan çekildiğinde ülkede güçlü bir yönetim bırakmayarak yeniden inşa sorumluluğunu yerine getirmemiş ve ülkede yaşanan krizlere karşı tepkisiz kalmıştır.2011 yılında Libya’ya karşı gerçekleştirilen müdahale sonrası  da benzer bir durum yaşanmıştır. Müdahaleci güçler Libya’da devlet otoritesini yıkmış ve yerine yeni bir yönetim gelmesini sağlamadan ayrılarak yeniden inşa sorumluluğunu yerine getirmemiştir. Müdahale sonrası Libya “düşkün devlet” olarak nitelendirilmektedir.

    Koruma Sorumluluğu’nun çıkışıyla Vestfalya sisteminin ilkeleri değişmiş ve uluslararası toplumda yeni bir anlayış oluşmuştur. Uygulama kısmında yapılan hatalar doktrinin güvenilirliğini sarsmış ve bunun yeni sömürgecilik anlayışının aracı olduğu iddia edilmiştir. Henüz hiçbir yerde bütün aşamalarıyla gerçekleşmemiş olan doktrin tam olarak somutlaşmamıştır. Bu anlayışın geleceğini de yapılacak olan uygulamaların meşruluğu ve uluslararası siyasetin dengeleri belirleyecektir.

Furkan ÇAKAR

KAYNAKÇA:

  1.  Uluslararası İnsan Hakları Hukuku, Prof. Dr. Emin BOZKURT sf. 105
  2. http://responsibilitytoprotect.org/ICISS%20Report.pdf
  3. https://www.academia.edu/7414152/Uluslararas%C4%B1_Hukukta_Koruma_Sorumlulu%C4%9Fu_%C3%87%C4%B1kmaz%C4%B1
  4. https://www.researchgate.net/profile/Segah_Tekin/publication/268486148_Segah_TEKIN_Nisan_2011_-_Ankara_INSANI_MUDAHALE_KAVRAMI_VE_LIBYA’NIN_GELECEGI/links/546c787e0cf21e510f61bcf6.pdf
  5. http://webftp.gazi.edu.tr/hukuk/dergi/15_1_5.pdf
  6. http://akademikperspektif.com/2012/02/07/insani-mudahale-ve-uluslararasi-mesruluk/
  7. Uluslararası İnsan Hakları Hukuku, Prof. Dr. Emin BOZKURT

Yok Olmak Üzere Olan Bir Göl: Aral

“Hayat ancak suyun olduğu yerde vardır.”

Özbek Atasözü

 Yaklaşık 50 yıl öncesine kadar dünyada büyüklük bakımından ilk beş sırada yer alan Aral Gölü’nün günümüzde artık bu özelliğini yitirmiş vaziyette olduğu görülmektedir.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB), Orta Asya’yı hakimiyeti altında bulundurduğu süre içerisinde, Aral Gölü’nün de dahil olduğu bu coğrafyayı, ham madde ve tahıl deposu olarak görmüş, bunlardan daha fazla faydalanmak amacıyla tarıma dayalı yatırımlar gerçekleştirmiştir. Buralara ağır sanayi tesisleri kurulmamış, sadece tahıl ve ham maddelere yönelik tesisler kurulmuştur. Örneğin buralara ağır sanayi tesisleri kurulmamış, sadece tahıl ve ham madde üretiminde kullanılacak hafif tarım aletleri ve basit inşaat aletleri üretecek işletmeler kurulmuştur.

SSCB, Orta Asya Cumhuriyetleri’ni sadece ekonomik bir getiri, tahıl ambarı ve pamuk deposu olarak görmüş; hayvancılık için kullanılan meralar dahi tarıma açılmıştır. Bu bölgeyi ve Sibirya’yı sömürge olarak görmüş olan SSCB’nin ekonomik ve siyasi yapıları da buna göre kurduğu görülmektedir.

Tarım ile birlikte balıkçılık da burada yaşayanlar için büyük bir ekonomik getiri sağlamaktaydı. Adeta bir iç deniz olan Aral Gölü havzasında, balıkçılıkla geçinen oldukça kalabalık bir nüfus vardı.[1]Sovyet yöneticileri SSCB’nin ilk yıllarında Aral Gölü’ndeki balıkçılık faaliyetini desteklemiş ve gelişen balıkçılık sektöründe yaklaşık 35.000 kişinin doğrudan istihdam edilmesini sağlanmıştır. Bu destekleme politikası sayesinde yaklaşık 3,5 milyon kişi, doğrudan veya dolaylı olarak balıkçılık sektöründen geçimini temin eder olmuştur. Bu dönemde Aral Gölü çevresindeki konserve fabrikalarında, tonlarca mersin balığı, levrek, sazan ve diğer balık türleri işlenmekte, konserve edilmekteydi.[2]

SSCB döneminde su ve toprağın aşırı bir şekilde kullanımı Orta Asya’daki su kaynaklarının arz-talep dengesini büyük bir oranda bozmuştur.[3] Orta Asya’daki uçsuz bucaksız araziler, artık yeni tarım alanları olarak değerlendirilmiştir. Zaman içinde artarak devam eden yeni tarım alanları oluşturma siyaseti, su ve toprağın aşırı şekilde ve yanlış kullanımını ortaya çıkmıştır. Gölü besleyen akarsu ve nehirlerin suları da bu alanları sulamak için kullanılmıştır. Yer altı ve yer üstü kaynaklarından plansız bir şekilde faydalanmak, tek bir ürün elde etmek amacıyla yeraltı kaynağı olan su plansız bir şekilde heba edilmiştir. Suyun plansız kullanımı bazı çevresel felaketleri de beraberinde getirmiştir. Bunun bir örneği de, günümüzde Kuzey ve Güney Aral olarak, iki parçaya bölünen Aral Gölü’dür.

Aral Gölü konum itibariyle sadece iki ülke arasında, Kazakistan’ın güneyinde ve Özbekistan’ın kuzeyinde yer almaktadır. Her ne kadar iki ülke arasında yer alsa da etkileri tüm Orta Asya’yı ilgilendirmektedir.

Aral Gölü ve havzasının 690.000km²’nin üzerinde bir genişliğe sahip olması[4] ve Orta Asya Cumhuriyetleri’nin nüfuslarının büyük bir kısmının bu havza içinde yaşaması, buranın ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Bu havzanın bu kadar önemli olması, havza için alınacak ekonomik ve politik kararların büyük bir baskı oluşturması söz konusudur.[5]

Aral Gölü Havzası tüm Orta Asya ülkelerini kapsamaktadır. Aral Gölü’nü besleyen nehirlerin Tacikistan ve Kırgızistan’dan doğması ve bu nehirlerin beslediği Aral Gölü’nün Kazakistan ile Özbekistan arasında yer alması[6] bu ülkeleri birbirleri ile özellikle su konusunda bazen iş birliğine zorlamakta bazen de karşı karşıya getirmektedir. Orta Asya’nın tam kalbinde yer alan Aral Gölü’nün yok olması bu bölgedeki ülkeleri olumsuz olarak etkilemektedir.

SSCB dağıldıktan sonra sınırları aşan suların, sulama kanallarının ve ırmakların farklı ülkelerden geçmesi, farklı hukuksal uygulamaları ortaya çıkarmıştır.[7] SSCB dönenimdeki tek elden yönetim nedeniyle herhangi bir hukuki soruna sebep olmayan akarsu kaynakları, SSCB’nin dağılmasından sonra yeni paylaşım sorunlarına ve hukuki anlaşmazlıklara sebep oluştur.

SSCB’nin dağılmasının ardından Ceyhun ve Seyhun nehirlerinin kontrolünün Kırgızistan ve Tacikistan’a geçmesi ve bu ülkelerin su zengini olmaları, diğer taraftan Özbekistan, Türkmenistan ve Kazakistan’ın suya bağımlı olmalarına karşın petrol ve doğalgaz zengini olmaları ve bunu dış politikada “belirleyici faktör” olarak kullanmaları suyun ve enerjinin paylaşımında sıkıntıya neden olmaktadır.[8]

Örneğin Tacikistan’ın enerji ihtiyacını karşılamak üzere Ceyhun Nehri’nin üzerine yaptığı ve yapımına devam ettiği barajlar, öte yandan Kırgızistan’ın Aral Gölü’nü besleyen nehirlerin üzerine barajlar inşa etmesi, Aral Gölü’nün beslenmesine engel olmaktadır.

Kuşkusuz bu iki ülkenin enerji ihtiyaçları karşılanmalıdır. Bu iki ülke temel enerji ihtiyacını bu barajlardan temin etmektedir. Aral Gölü’ne kıyısı olan Kazakistan ve Özbekistan’ın enerji ihtiyaçlarını petrol ve doğal gazdan karşılaması ve suya bağımlı olmaları, Tacikistan ve Kırgızistan’ın petrol ve doğalgaza sahip olmaması ve suya bağımlı olması bölge ülkelerini karşı karşıya getirmektedir. Görünen o ki kuruyan Aral, sadece ekolojik felâketlere değil, enerji başta olmak üzere, siyasal sorunların baş göstermesine de sebep olmaktadır. Bölge ülkelerinin ortak bir payda da birleşmemeleri/birleşememeleri durumu daha da güçleştirmektedir. Bu durumda çevre felaketinin bir parçası haline gelmektedir.

Aral Gölü Nasıl Kurudu?

Aral Gölü 1960’lı yıllarda 66 bin km² genişliğe sahipken günümüzde 27 bin km²’lik bir alanda varlığını sürdürmeye çalışmaktadır.[9]  Bunun en büyük nedenleri ise, Aral Gölü’nü besleyen nehirlerin en önemlileri olan Ceyhun ve Seyhun’un sularının SSCB döneminde yapılan kanallar yoluyla suyun pamuk tarlalarını sulamak amacıyla kullanılması[10], nehirlerinin üzerine yapılan barajlar Aral Gölü’nün kurumasının başlıca nedenidir.[11] SSCB döneminde pamuk üretimini gerçekleştirmek amacıyla, pamuk ekilen yerlere su akışını sağlamak için 1960lı yıllardan itibaren göle giden nehir sularının büyük bir kısmı engellenmiş[12], Aral Gölü’nü besleyen kaynaklar azalmış ve göl yıldan yıla küçülmeye başlamıştır. Bunun neticesinde beslenemeyen Aral Gölü yavaş yavaş kurumaya başlamıştır.

Suyun da büyük bir kısmı Özbekistan’dan pamuk alanında daha fazla verim almak amacıyla bu ülkede kullanılmıştır.

Su kanalları inşa edilirken nehirlerin akış yönleri değiştirilmiş, bu nehirlerden beslenen göller ise, suyun akışının kesilmesiyle birlikte kurumaya ve yok olma riski ile karşı karşıya kalmışlardır. Bunun en büyük örneklerden biri ise Aral Gölü’dür. Harita 1 ve Harita 2’de görüldüğü gibi yıllara göre bakıldığında Aral Gölü’nün kapladığı alan küçülmeye, 2000’li yılların başlarından itibaren ikiye bölünmeye başlamış ve günümüzde ise tamamen bölünmüş, Kuzey Aral ve Güney Aral olarak ikiye ayrılmıştır.

Bilim adamlarınca Aral Gölü’nün eski büyüklüğünden sadece %10’luk bir kısım kaldığı dile getirilmektedir. 2014 yılında ise kuraklığın meydana gelmesi ile birlikte tarihte ilk kez Güney Aral kurumaya başlamıştır.[13] Aynı şekilde SSCB dönenimde Semipalatinsk Bölgesi’nde yapılan nükleer denemeler de Aral Gölü’ne ekolojik yönden zarar vermiştir.

yok-olmak-uzere-olan-bir-gol-aral

Ekolojik Felaket: Kurumanın Sonuçları

Bu durumların verdiği zararlar bölgede, canlı türlerinin sayılarının azalmasına neden olmuş, balıkçılık yapılamaz hale gelmiş, turistik amaçla yapılan ziyaretler durmuş, burada yaşayanlar başka yerlere göç etmiş, gölün kapladığı alanlar çöle dönüşmüş, tabanda ki tuzlar rüzgar ile etrafa yayılarak çevreye zarar vermeye başlamıştır. Bu da Aral Gölü’nün ekolojik yapısını bozmuş, ekonomik kayıp meydana gelmiş ve bölgede yaşayanlar göç etmeye başlayınca demografik yapı bozulmuştur.

Aral Gölü ve etrafında meydana gelen çevresel felaketlerle birlikte sosyal bozulmalar, ekonomik kayıplar ve sağlık sorunları da birlikte görülmeye başlanmıştır.[14] SSCB dönenimde yapılan araştırmalarda, SSCB içerisinde en fazla çocuk ölümleri Aral Havzası’nda görülmektedir.[15] Nehir ve yer altı sularını kullanan bölge insanları bu suların taşıdığı kimyasallar nedeniyle mide ve karaciğer hastalıklarına yakalanmakta bu durum ayrıca doğum kusurlarına neden olmaktadır.[16] Aral Gölü ve etrafında meydana gelen bu çevresel felaket Aral Havzası’nda ki demografik yapıyı da ciddi bir şekilde etkilemiştir. Geçimini balıkçılıkla sağlayanlar bulundukları yerleri terk etmiş, buralar insan faktöründen arınmıştır.

SSCB döneminde daha fazla pamuk üretimine paralel olarak sulama sistemlerinin geliştirilmesiyle birlikte gübreleme ve ilaçlama artmış, daha fazla ürün elde etmek amacıyla kullanılan kimyasallar ekolojik olarak çevreye zarar vermiştir. Bu ekolojik zararlar zamanla etkisini insanlar üzerinde de göstermiş; tifo, dizanteri, tüberlükoz ve hepatit gibi hastalıklar zamanla kendini göstermeye başlamıştır. Hepatit özellikle çocuklar üzerinde etkili olmuştur.[17] Bölgedeki kadınların da %80’ninden fazlasında anemi hastalığı baş göstermiş; çocuk ölüm oranları dünyadaki en yüksek seviyeye ulaşmıştır.[18]

Aral Gölü’nün etrafında yaşayan insanlar sağlık, çevre ve güvenlik gibi konulardan direk etkilenen kişilerdir. Bu kişilerin problemleri algılamaları, değerlendirmeleri ve konuyu uluslararası gündeme taşımaları mümkün olmamıştır.[19]

Aral Gölü’nde suyun azalmasıyla birlikte gölün sularının çekildiği yerlerde yumuşak kumlar ve tuzlar ortaya çıkmış, yılda yaklaşık olarak yüz milyon ton tuz rüzgarın etkisiyle yaklaşık olarak 200.000 km²’lik bir alana yayılmıştır.[20]

Aral Gölü’nün tekrar eski haline gelmesi için AB, BM ve diğer batılı finans kurumlarının desteklediği değişik projeler olmuş fakat bir sonuç alınamamıştır. SSCB’nin dağılmasından önce SSCB ve İran, Aral Gölü ile ilgili gelişmelere siyasi ve ekonomik olarak katkıları olmuş fakat SSCB dağıldıktan sonra taraf olan ülkelerin sayısı artınca Aral Gölü ile ilgili çözümü ulaşmak zorlaşmıştır.[21]

Batının Aral Gölü’nü kurtarmada çaba göstermesi, konunun uluslar arası bir boyut alması, zamanla konunun bölge ülkelerinin iç siyasi meselelerine yansıması tehlikesi Aral Gölü’nün durumunu çözmede yeterli olmamaktadır.[22]

Öncesi ve Sonrası
Öncesi ve Sonrası

Mehmet Ali AÇIKGÖZ

KAYNAKÇA:

  1. https://www.washingtonpost.com/news/capital-weather-gang/wp/2014/09/30/the-aral-sea-was-once-the-fourth-largest-lake-in-the-world-watch-it-dry-up/ Erişim Tarihi 12.10.2016
  2. http://www.nytimes.com/2001/03/04/weekinreview/the-world-despair-looks-like-a-sea-that-died.html?_r=0
  3.  Karakılçık, Yusuf. “Küresel Aktörlerin Su Stratejileri ve Bölgesel Su Birliği Gerekliliği”, Akademik Yaklaşımlar Dergisi, Cilt 2, Sayı 1, s.82
  4.  Yılmaz, Salih. “Aral Gölü Çevre Felaketi ve Orta Asya”, Avrasya Etüdleri, Sayı 18,Ankara 2000, s.94.
  5. https://www.washingtonpost.com/news/capital-weather-gang/wp/2014/09/30/the-aral-sea-was-once-the-fourth-largest-lake-in-the-world-watch-it-dry-up/ Erişim Tarihi 12.10.2016
  6. Uslu, Kamil, Volkan Öngel ve İlyas Sözen. “Aral Gölü Havzasındaki Su Kaynaklarının Orta Asya Ülkelerinin Sürdürülebilir Büyümelerine Etkisi”, Marmara Üniversitesi İİBF Dergisi, Cilt 30, Sayı 1,İstanbul 2011, s.144.
  7. http://www.ayu.edu.tr/static/aae_haftalik/aae_bulten_tr_61.pdf Erişim Tarihi 08.10.2016 Bozdağ, Emre Güneşer.
  8. “Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde Su Yönetimi Sorunları”, CÜ İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 13, Sayı 1, Sivas 2012, s.13.
  9. İyikan, Necati. “Aral Gölü Sorunu ve Bölgedeki Siyasi Gelişmelere Etkisi”, Elektronik Siyaset Bilimi Dergisi, Cilt 4, Sayı 2, 2013, s.57).
  10. http://www.bilgesam.org/incele/176/-aral-golunun-durumu–trajik-bir-cevre-felaketi/#.V_qJto-LTIU Erişim Tarihi 09.10.2016
  11. http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/02/150225_gch_aral_denizi Erişim Tarihi 08.10.2016
  12.  İyikan, a.g.m. , s.56.
  13.  İyikan, a.g.m. , s.53.
  14. https://www.washingtonpost.com/news/capital-weather-gang/wp/2014/09/30/the-aral-sea-was-once-the-fourth-largest-lake-in-the-world-watch-it-dry-up/
  15. Uslu vd, a.g.m. ,s.146.
  16. Yılmaz, a.g.m. ,s.101.
  17. http://www.nytimes.com/1988/12/20/science/developers-turn-aral-sea-into-a-catastrophe.html?pagewanted=all
  18. Bozdağ, a.g.m. , s.4
  19. İyikan, a.g.m. ,s.57
  20. Yılmaz, a.g.m. , s.96.
  21. İyikan, a.g.m. , s.53-54.
  22. İyikan, a.g.m. , s.57-58.

TUİÇ Bölgesel Online Staj (o-Staj) Başvuruları Başladı

  Online Staj (o-Staj) Başvuruları Tamamlanmıştır. İlginize Teşekkür Ederiz.

“Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmaları” ailesi olarak yola çıkarken parola edindiğimiz “hayat boyu öğrenme ve öğrendiğini aktarma” ilkesi şimdiye kadar meydana getirdiğimiz her çalışmamızda hep ilk hareket noktamızı oluşturmuştur.

Yine aynı kaygı ile vücut bulan “o-Staj” uygulamamız ile sadece öğrenme ve öğretmeyi amaçlamıyor, aynı zamanda çağımızın gereklerine uygun bir hale getirdiğimiz staj uygulamamız ile öğrenmeyi ve öğretmeyi kolaylaştırmayı da planlıyoruz. Staj belirli bir yeteneği edinecek gönüllünün geçirdiği uygulamalı döneme verilen isimdir. Bu süreçte gönüllüye  tecrübe ve ağ aktarımı sağlanarak kişisel gelişimin ve aynı zamanda karşılıklı faydanın mümkün kılınması sağlanır. Kurulduğu günden bu yana üyelerine ve takipçilerine yeni ufuklar ve tecrübeler kazandırmayı amaçlayan TUİÇ, geliştirdiği “o-Staj” uygulaması ile birikimlerini sizlerle paylaşmayı hedefliyor.

  • Uzaktan staj imkanı ile yaşamakta olduğunuz yerden ek bir külfet çıkarmadan staj imkanı,
  • Üniversite dersleri devam ederken yapılacak olan staj ile staj gibi ‘ek’ faaliyetleri eğitim hayatı ile harmanlama şansı,
  • Uzun yılların verdiği tecrübe ile düzenlenen TUİÇ staj programlarına katılım ile birlikte ağ ve tecrübe paylaşımımın mümkün kılınması,
  • Kurulduğu günden bugüne kadar belirli illerde mümkün kılınan akademik hayatın TUİÇ ile birlikte ulusal çapta etkinlik kazanmasının bir parçası olmak,
  • Başarıyla tamamlanan staj programından sonra halihazırda çalışmalarını sürdüren TUİÇ araştırma merkezlerinde araştırmacı olarak devam etme şansı,
  • Staj programına seçilen her katılımcıya sertifika ve referans mektubu,
  • Ülke çapındaki birçok üniversitede temsilciliği bulunan ve aktif çalışmalar yürüten TUİÇ bünyesindeki insanlarla tanışma ve sürdürülebilir ilişkiler inşa etme şansı.

*Online Staj programımız Google Classroom üzerinden online olarak sürdürülecektir.

Kimler Başvuruda Bulunabilir?

Uluslararası İlişkiler Çalışmaları Derneği – TUİÇ ‘de staj yapabilmek için Türkiye’de ve yurt dışındaki üniversitelerde aşağıda belirtilen Doktora, Yüksek Lisans ve Lisans öğrencileri ve mezunları başvuruda bulunabilir.

  • Uluslararası İlişkiler
  • Siyaset Bilimi
  • Tarih
  • İktisat, İşletme vb.

Başvuru Şekli ve Zamanı

  • Aşağıdaki TUİÇ o-Stajı için başvuru formunu doldurmanız gerekmektedir.
  • TUİÇ o-Staj müfredatının ilk  aşamasında bulunan  “Harita Çalışması” ve “Kelime Çalışması” başlığı altındaki çalışmalar belirtilen sürede  tamamlandığı taktirde staj başvuruları kabul edilecektir.

Dikkat! Harita ve Kelime çalışmaları 14 Aralık 2016 tarihinde başlayacak olup, 14 Ocak 2017 tarihine kadar teslim edilmesi gerekmektedir.

TUİÇ o-Staj Süresi 

TUİÇ o-Staj 6 ay sürecektir.

Staj Başlangıcı Tarihi: 14.12.2016                                  Staj Bitiş Tarihi:14.06.2017

TUİÇ o-Staj İçeriği 

Stajyerler aşağıda belirtilen TUİÇ bünyesindeki akademi birimlerinde görev yapacaklardır.

  • Afrika Araştırmaları Merkezi (AFRAM) (Başvuru Kontenjanımız Dolmuştur)
  • Asya Pasifik Araştırmaları Merkezi (APAM) (Başvuru Kontenjanımız Dolmuştur)
  • Avrasya Araştırmaları Merkezi (AVRAM) (Başvuru Kontenjanımız Dolmuştur)
  • Balkan Araştırmaları Merkezi (BALKAM) (Başvuru Kontenjanımız Dolmuştur)
  • Orta Doğu Araştırmaları Merkezi (ORTAM) (Başvuru Kontenjanımız Dolmuştur)
  • Latin Amerika Araştırmaları Merkezi (LATAM) (Başvuru Kontenjanımız Dolmuştur)
  • Avrupa Çalışmaları Merkezi (AÇAM) (Başvuru Kontenjanımız Dolmuştur)

Bu araştırma birimlerinde stajyerler koordinatörlerinin hazırlamış olduğu o-Staj müfredatlarındaki,

  • Harita ve Kelime Çalışmaları
  • Ülke Profil Çalışması ve Araştırma Yazısı
  • TUİÇ Haber Yazısı 
  • Kitap Özeti
  • Belgesel-Film izleme
  • Güncel ve Kültürel Konuşmalar
  • Röportaj

çalışmaları yapacaklardır.

Staj Sertifikası & Referans Mektubu

  • Staj Sertifikası & Referans Mektubu alnmaya hak kazanabilmek için, yukarıdaki çalışmaların  %80’inin tamamlanması gerekmektedir. Aksi takdirde Staj Sertifikası & Referans Mektubu almaya hak kazanılamayacaktır.
  • Stajını başarıyla tamamlayan stajyerler, TUİÇ Araştırma Merkezlerinde Araştırmacı olmaya hak kazanabilecektir.

Dikkat! 

Orta Doğu Araştırmaları Merkezi (ORTAM),
Avrupa Çalışmaları Merkezi (AÇAM),
Balkan Araştırmaları Merkezi (BALKAM),
Avrasya Araştırmaları Merkezi (AVRAM) için başvuru kontenjanımız dolmuştur. Diğer araştırma merkezlerimizin başvuruları devam etmektedir. İlginiz için teşekkür ederiz. 

Türkiye İsrail Mutabakatı ve Gazze

  Son zamanlarda Orta Doğu’da ki gelişmeler, bunun sonucunda değişen dengeler Türkiye ile İsrail’in birbirine olan ihtiyacını artırdı. İki devlet arasındaki ilişkiler 6 yıl önce kopmuştu.2010 yılında Filistin’e insani yardım götüren Mavi Marmara gemisi uluslararası sularda İsrail ordusunun gemiye çıkartma yapması üzerine amacına ulaşamamış, İsrail’in Aşdod limanına demirlenmişti. Bu gelişmeler Gazze’de yaşayan 2 milyon Filistinlinin hayatını olumsuz etkilemişti.

 Gazze, 1500’lu yıllarda Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında Osmanlı topraklarına katılmıştır. 19 yy. sonlarında bir dönem Fransız ve 20 yy. başarından İngiliz mandasına verilmiştir. 1948 Arap –İsrail savaşları sonrası yönetimi BM tarafınca Mısır’a bırakılmıştır. 5 Haziran 1967’de İsrail  ile Arap komşuları Mısır, Ürdün ve Suriye arasında başlayan ve 6 gün süren savaşın sonunda Mısır’dan Sina Yarımadası’nı, Suriye’den Golan Tepelerini ve Filistin’in Gazze Şeridi ile Batı Şeria’yı alan İsrail,  topraklarını dört katına çıkarmıştır[1].  Bu süreçten sonra Gazze’de 27 yıl sürecek İsrail dönemi başlamış sık sık yaşanan ayaklanmalar sonucunda şehirdeki yaşamsal ve ekonomik koşullar gittikçe kötüleşmiştir.

 Filistin Kurtuluş Örgütünün lideri Yaser Arafat ve heyeti; Filistin meselesinin özünü oluşturan Kudüs sorununu, sınırlarının bütünlüğünü muhafaza etme ve 4 milyon kadar Filistinli mülteci problemini gündem maddeleri arasına almayarak İsrail ile 1993 yılında imzalanan Oslo Antlaşmasıyla ülkede geçici bir barış ortamı sağlanmıştır. 2006 yılında Filistin İslami Direniş Hareketi (HAMAS)’nın başa geçmesiyle de İsrail ablukası olanca şiddetiyle bölgede devam etmektedir.

 Gazze insan yoğunluğunun en fazla olduğu yerlerden biridir. 360km2 de 2 milyon nüfus bulunmaktadır. Aynı zaman da işsizlik yüzde 50, fakirlik yüzde 80’e ulaşmış durumdadır.100 binden fazla insan evsiz ve akrabalarının yanında yaşamakta, nüfusun yarısı 18 yaşın altında, bunlardan 300 bin çocuk ya bir yakını ya annesi ya da babası vefat etmiş, öldürülmüştür. Halkın yüzde sekseni yurt dışından gelen yardımlarla yaşamaktadır.[2] Denizden, havadan, karadan abluka altında olan bu bölgeye girmek ve çıkmak nerdeyse imkânsız…

 Dünya siyasi literatüründe açık hava hapishanesi olarak görülün Gazze’de halk seyahat edememekte, bombalanan arıtma tesislerinden dolayı temiz su içememektedir. Gün içerisinde elektrik kesintileri 18 saati aşıyor ve bölge de salgın hastalıklar baş gösterirken, her bin doğumda ise 23 çocuk hayatını kaybetmektedir.[3] Gazze halkı ablukanın sıkı olduğu dönemlerde temel ihtiyaçlarını, en önemli sınır kapısının açıldığı Mısır’dan karşılamaya çalışıyor ve bu da Mısır’ın denklemde ki rolünü ortaya koymaktadır.

 Kahire yönetiminin bölge de Hamas’ın etkinliğini kırmak için Refah sınır kapısının kapalı tuttuğu zamanlar ise, yüzlerce yeraltı tünelinin açılmasına sebep olmuş, bir nevi, ekonomi yeraltına inmiş ve bu tüneller Gazze ekonomisinin yaşam damarı olmuştur. Gazze ve Mısır arasında girişi yasaklı olan pek çok malzeme kaçak olarak, bölgeye tüneller kanalıyla sokuluyordu.[4] İsrail’in yapmış olduğu son bombardımanların ardından bu tüneller hedef alınmış ve suyla doldurularak kullanılmaz hale getirilmiştir. 2015 yılında Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNCTAD), İsrail’in abluka altında tuttuğu Gazze şeridinin 2020 yılında ‘yaşanılmaz’ bir bölgeye dönüşeceği uyarısını yapmıştır.[5]

 Filistinlilerin en büyük problemlerinden birisi ise 2’ye bölünmüşlüktür. Gazze’yi Hamas, Batı Şeria’yı ise El-Fethi yönetmektedir. Birbirleriyle anlaşamayan bu 2 iki grup özellikle Arafat’ın ve İsrail tarafından suikasta uğrayan, Şeyh Ahmed Yasin‘in ölümünden sonra uzun süre lider çıkaramadı ve Filistin Hareketi bu durumdan oldukça zarar görmüştür. Her iki tarafla da iyi ilişkileri olan Türkiye burada kritik bir rol oynamaktadır. Hamas ile El-Fethi’nin arasında Türkiye bir rol oynayabilir mi? Ortadoğu sahasında, İsrail ile imzalanan mutabakat sonrası cevap arayan sorulardan biri de budur…

 28 Haziran’da imzalanan mutabakatın Türkiye için en başta gelen nedenlerden birisi Filistin’e yardım göndermek olsa da 2 devletin ortak paydası, Müslüman Kardeşlerin Mısır, Suriye’de zemin kaybetmesinin ardından bölgede ileri çıkan İran politikaları ve sahada değişen güç dengeleri olmuştur.

 Son olarak, Türkiye-İsrail antlaşması; Filistin-İsrail, Türkiye-İsrail ilişkilerini yeni bir aşamaya getirebilir. Gazze’ye yardım bu sürecin ilk ve önemli ayağını oluşturmaktadır. Türkiye’nin 2’ye bölünmüş Filistin Hareketin de ara bulucu olabilmesi ve İsrail-Filistin-Mısır üçgeninde aktif ve yapıcı bir politika yürütmesi acil bir ihtiyaçtır. Her döneminde Filistin meselesine hassas olan Türkiye’nin denklem dışı kalmaması hem bölge ülkelerin hem de Filistin halkı adına büyük anlam ifade etmektedir.

Helin ÇETİN

Celal Bayar Üniversitesi

KAYNAKÇA:

  1. https://tr.wikipedia.org/wiki/Alt%C4%B1_G%C3%BCn_Sava%C5%9F%C4%B1
  2. https://www.ihh.org.tr/haber/ihhdan-gazzedeki-son-duruma-dair-basin-aciklamasi-3232
  3. https://www.ihh.org.tr/haber/ihhdan-gazzedeki-son-duruma-dair-basin-aciklamasi-3232
  4. http://www.salom.com.tr/haber-84304-gazze_tunel_ticareti__halk_icin_olum_ve__yasam_arasindaki_bag.html
  5. http://www.aljazeera.com.tr/haber/gazze-2020de-yasanabilir-olmayacak

İnsan Haklarının Uluslararası Düzeyde Korunması

Birleşmiş Milletler ve Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesine Getirilen Eleştiriler

İnsan haklarının ortaya çıkışından bu yana olan gelişmeleri göz önüne aldığımızda, öncelikle belirli toplumlarla ve milletlerle sınırlı kalan insan hakları ve kanunlar dünyanın değişmesiyle birlikte diğer milletlere örnek olmuş ve küresel değerler haline gelmiştir. İnsanlığın tarihten ders almasıyla, yaşanan acı olayların tekrarlanmaması için insanlar hem bireysel hem de zamanla kurumsal ve devletler arası alanda insan haklarına daha çok önem vermeye başlamışlardır.

Eski Yugoslavya topraklarında gerçekleşen iç savaş ve yaşanan insani dramlardan dolayı, insan haklarıyla birlikte birçok konunun uluslararası alana taşınması, uluslararası alanda korunma ve gelecekte önlem çabaları altında bazı yargı mekanizmaları kurulmuştur. İnsan haklarının sadece sözleşmelerle tanımlanması zamanla yeterli olmamaya başlamıştır. Uluslararası alana taşınması ve korunması ihtiyacı duyulmuştur. I. Dünya savaşının getirdiği büyük kayıplar uluslararası toplum için adeta ders nitelikte olmuştur fakat Birleşmiş Milletlerin kökü olarak bildiğimiz Milletler Cemiyetinin I. Dünya savaşından sonra ortaya çıkması da insan haklarının korunması çerçevesinde yeterli olmamıştır. Uluslararası toplum yeniden yıkımlarının oluşmaması ve böyle bir dünya savaşını daha önlemek için bazı tedbirler almıştır.

Bunların başında 1924 tarihli Cenevre Protokolü gelir. Fakat önemli somut adımların II. Dünya savaşından sonra geliştiğini görmekteyiz. Bu gelişmelerin başında Birleşmiş Milletlerin kurulması ve yargılama alanında Nürnberg ve Tokyo Askeri Ceza Mahkemelerinin hayata geçirilmesi olmuştur. Her ne kadar mahkemelere pek çok açıdan eleştiriler getirilse de bu mahkemeler hem uluslararası hukuk hem de yargı alanında örnek sayılabilecek nitelikte mahkemeler olmuştur. Daha sonra gelecek olan mahkemeler nitekim bunların üstüne taşlar koymuş ve geliştirmiştir. Böylelikle Uluslararası hukuk ve yargı sistemleri son halini almaya başlamıştır. Bu alanda önemli mahkemelerden birisi Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi diğeri ise Uluslararası Ceza Divanı’dır.

90’lı yıllarda ortaya çıkan milliyetçilik akımı ve başlayan gerginlik ikinci dünya savaşından sonra ortaya çıkan en ölümcül katliamların Avrupa kıtasında tekrar belirmesine yol açmıştır. Her ne kadar savaşlardan ders almış ve gerekli kurumları kurmuş bir Avrupa ve Amerika görsek de, katliamları tam olarak önleyebildiğini söylemek güç olmuş hatta kurumların pratikte başarısızlığa uğradığı görüşü uluslararası alanda yayılmıştır. İnsan hakları izleme örgütünün araştırmaları ve raporlarında da güvenli bölge ilan edilen alanlarda Birleşmiş Milletler koruma güçlerinin başarısızlığına dikkat çekilmiştir.

Eski Yugoslavya uluslararası ceza mahkemesi pek çok üst ve alt kademelerdeki komutanları, belediye başkanlarını, parti liderleri ve politikacıları yargılamanın yanı sıra bir devlet başkanını da yargılamış ve uluslararası topluma adalet açısından güven vermiş böylelikle mahkemenin itibarını arttırmıştır.

Diğer bir yandan, Birleşmiş Milletlerin güvenli bölge ilan ettiği Saraybosna, Bihac, Tuzla, Srebrenica ve Gorazde bölgelerinde yaşanan katliamlar hem Birleşmiş Milletlerin, hem de Güvenlik Konseyinin kurduğu Uluslararası Ceza mahkemesinin pek çok eleştiri almasına neden olmuştur. Birleşmiş Milletler koruma gücü askerlerinin Bosna Hersek ve Ruanda örneğinde görmüş olduğumuz gibi katliamları önlemekte yetersiz kalmaları, kurulan mahkemelerin geçici nitelikte olması uluslararası toplumun da dikkatini çekmiştir. Mahkemeler tarafından verilen cezalara ve yargılama süreçlerine baktığımızda uluslararası toplumu memnun edemediğini görebiliriz. Mahkeme süresinin uzunluğu, kaçakların uzun süreler yakalanamaması, cezaların işlenen suçlara kıyasla hafif kalması ve devletlerin mahkeme ile yeterince iş birliği yapmaması, bu kurumun güvenilirliğini sarsmıştır.

Birleşmiş Milletler ve yargı mekanizmalarının eleştiri almasına neden olan noktaları anlayabilmek ve inceleyebilmek adına Birleşmiş Milletler ’in Eski Yugoslavya için kurduğu kurumlara ve işlevlerine bakmak gerekir. Bunlardan biri olan ve Eski Yugoslavya bölgesi ile sorumlu tutulan Birleşmiş Milletler Barış koruma kuvvetinin kuruluşu, yetki alanı ve görevleri hakkında bilgi sahibi olmak adına, bu konuya da aşağıda değineceğiz.

Birleşmiş Milletler barış koruma operasyonunda Eski Yugoslavya olarak tanımlanan bölgede yer alan barış koruma gücü (UNPROFOR) Hırvatistan da belirli alanlarda askerlerden arındırmayı sağlamak için kurulmuştur. Daha sonra yetki alanı Bosna Hersek’e insani yardım sağlamak, uçuşa yasak ve güvenli bölge ilan edilen alanları kontrol etmek olarak genişletilmiştir. Son olarak yetki alanı Makedonya Cumhuriyeti’nde sınır bölgelerini kontrol etmek olarak genişlemiştir.[1]

Birleşmiş Milletler koruma kuvvetinin İlk olarak Hırvatistan içerisindeki koruma ve kontrol etme görevi çatışmaların Bosna Hersek’e yayılmasıyla yetki alanı buraya doğru genişletilmiştir. Bu güçlerin yetki ve görevleri arasında uçuşa yasak olan ve güvenli bölge ilan edilen alanlardaki tüm askeri nitelikteki uçuşları yasaklamayı da mümkün kılmıştır. Bosna Hersek’te yaşanan çatışmalar açısından önemli olan bir nokta ise Birleşmiş Milletler koruma gücü bu alanlara yapılacak olan saldırılara cevap vermek ve savunma yapmak amacıyla güç kullanmak üzere yetkilendirilmiştir.[2]

Yetkilerinin açık ve kesin olmasına rağmen, bu bölgelerde bulunan BM koruma gücü askerlerinin bölgeyi korumakta yetersiz ve/veya seyirci kalması tüm bu dehşet verici katliamlara dolaylı katkısı olduğu yönünde olan eleştiriler uluslararası toplumda ağır basan düşüncelerden biri olmuştur. Ayrıca yaşanan tüm acı verici olaylardan, Uluslararası hukuk kurallarının ve denetim mekanizmalarının temel hak ve özgürlükler kapsamında dahi zayıf ve yetersiz kaldığını, yasaları ihlal eden her türlü grubun sorumluluklarının yargı kapsamına girememesi açısından eksiklikler olduğunu anlamak mümkündür. Birleşmiş Milletler koruma gücü kuvvetleri ile ilgili hiçbir yargı sürecinin başlatılamaması ise bunun çarpıcı bir örneğidir.

Amerika bu savaşı daha çok Avrupa’nın savaşı olarak görmüş ve müdahale etmekte gecikmiştir. Her ne kadar Eski Yugoslavya ceza mahkemesi Srebrenica katliamını Soykırım olarak kabul etse de Rusya’nın Birleşmiş Milletler güvenlik konseyinde Srebrenica olaylarının ‘’soykırım’’ olarak nitelendirilmesini diğer üyelerin oyları aksine veto ettiğini unutmamak gerekir.[3]

Tüm bu gelişmeler Uluslararası kurumları devletleri daha üst düzey, bağımsız, kalıcı nitelikte ve devletlere daha fazla sorumluluk veren bir Uluslararası Mahkemenin kurulması yönünde olan düşünceyi kuvvetlendirmiş ve hayata geçirmiştir. Ruanda ve Eski Yugoslavya mahkemelerinde sonra ihtiyaç duyulan kalıcı ve devletleri büyük ölçüde bağlayıcı bir kurum arayışı Uluslararası Ceza Divanı ile son bulmuştur. Nihai olarak kurulan mahkeme hala daha birçok bölgede meydana gelen olayları incelemekte ve yargılamaktadır. Eski Yugoslavya mahkemesi de hala faaliyette yargılamalarına devam etmektedir.

Sonuç olarak bölgesel ve uluslararası alanda kurulmuş mahkemelere değindiğimizde ve bu kurumların ortaya çıkış sebeplerini düşündüğümüzde, olayları insan haklarının doğuşuna kadar götürebiliriz. İnsanın var olduğu andan beri ihtiyaç duyduğu güvenlik, zamanla bugünkü şeklini almıştır. Dünya, kapalı kapılar ardında karar verilen siyasi ve ekonomik çıkarların ve anlaşmaların, insanoğlunun en temel hakkı olan yaşama hakkının elinden alınmasına yol açan pek çok olaylara şahit oldu ve olmaktadır. Bu olayları önlemek amacıyla kurulan kurumların daha etkin çalışması ve adalette tarafsız olmasını temenni etmekteyiz.

Ezgi TÜZTÜRK

Kaynakça:

  1. http://www.un.org/en/peacekeeping/missions/past/unprofor.htm
  2. http://www.un.org/en/peacekeeping/missions/past/unprof_p.htm
  3.  http://www.bbc.com/news/world-europe-33445772
  4. Durmuş Tezcan, Uluslararası Suçlar ve Uluslararası Ceza Divanı, Ankara, Ankara Barosu Yayınları, 2000.
  5. Yusuf Aksar, Uluslararası Ceza Divanı ve Uluslararası Ceza Usul Hukuku, Ankara, Seçkin Yayınevi, 2003.
  6. Mustafa Erdoğan, İnsan Hakları: Teorisi ve Hukuku, Ankara: Orion Kitap Evi, 2007.
  7. Yücel Acer, İbrahim Kara, Uluslararası Hukuk, Seçkin Yayıncılık, 2015.
  8. http://www.icty.org/en/about/tribunal/achievements
  9. http://www.trial-ch.org/en/resources/tribunals/hybrid-tribunals/war-crimes-chamber-in-bosnia-herzegovina.html
  10. http://www.icty.org/en/cases/guilty-pleas