Home Blog Page 241

İsyanların Yıldönümünde Tunuslular Devlet Başkanını Protesto Ederek Karşıladı.

14 Ocak’ta iş talebinde bulunan göstericiler Tunus’un çeşitli bölgelerinde protesto eylemleri gerçekleştirdi.  İsyanların altıncı yılında gerçekleşen bu protestolar sırasında Başkan Essebsi’nin ziyaret için gittiği bir bölgede protestocular yolu bloke etti.

Yerel halk protestoların güney kasabası olan Ben Gardane’de başladığını, hafta sonunda Sidi Bouzid, Meknassi ve Gafsa gibi Essebsi’nin ziyaret ettiği diğer birçok bölgeye yayıldığını söyledi.

İsyanlardan altı yıl sonra, Tunus demokratik geçiş için bir model olarak görüldü, fakat ekonomik fırsatların ve gelişmelerin kısıtlı olduğu marjinalleşmiş kırsal kesimler ve ülkenin güneyindeki bölgeler hala isyanlar için bir parlama noktası konumunda.

Başkanlık Essebsi’nin Gafsa’da iş imkanlarnı artırmak için kalkınma projeleri gerçekleştireceğini söylemesinden sonra bir gün durulan gösteriler, bakanlar heyetinin Libya sınırı yakınına yaptığı ziyaret sonrasında tekrar alevlendi.

2011 isyanlarından sonra Tunus barışçıl demokratik değişim, özgür seçimler, yeni anayasa ve karşıt görüşlerin uzlaşmasının sembolü konumuna gelmişti. Fakat ekonomik ilerleme ve ülkenin siyasi gelişmeleri arasındaki uyum başarısızlıkla sonuçlandı.

Filiz Kahraman – ORTAM Stajyer

Editör – Ayşe Enise Muş

Kaynak:

İran Yaptırımlar Sonrası İlk Uçağını Teslim Aldı.

İran yaptırımlar sonrasında yıllar sonra ilk kez batı yapımı yolcu uçağını teslim aldı.

A321 numaralı uçak Tahran’a Ulaşım Bakanı Abbas Akhoundi’nin de katıldığı resmi bir törenle iniş yaptı.

İran Havayolları Airbus’tan 100, Boing’ten de 80 uçağa sahip olacak. Dünya güçleri İran’a yaptırımları nükleer aktiviteleri durdurma kararı sonrası kaldırma kararı vermişti.

Yolcular arasında şirketin başkanı Fabrice Bregier’in de olduğu 321 numaralı uçak Fransa’nın Toulouse şehrinden uçuş yaptı.

Muhabirler uçağın gelişinin İran’ın yıllardır süren ekonomik dışlanmışlığından çıkmasının sembolü olarak görüldüğünü belirtti.

İran’ın devlet televizyonu “İran için tarihi bir an, ülke için yaptırımlar döneminin sonunun sinyallerini veriyor” tanımı yapıldı.

Haber “Bu başka uçakların tesliminin başlangıcı ve İran’ın eskiyen hava filosu için bir yenilenme demek” şeklinde devam etti.

Uzmanlara göre İran’ın hava filosu dünyanın en eskileri arasında ve uçuşların devam edebilmesi uçak parçaları kaçakçılığı ile sağlanıyor.

Filiz Kahraman – ORTAM Stajyer

Editör – Ayşe Enise Muş

Kaynak:

. http://www.bbc.com/news/world-middle-east-38601510

Ulusal İnsan Hakları Kurumları

İnsan hakları ihlalleri, uluslararası standartlar belirlenerek ve kurallar konularak engellenmeye çalışılsa da tam olarak başarılı olunamamıştır.  Bu durum ulusal düzeyde denetleyici ve yargı-dışı koruyucu bir mekanizma ihtiyacını ortaya çıkarmıştır.[i]

Ulusal insan hakları kurumları, 19.yüzyıl Avrupası’nda devletlerin kötü yönetimlerinin önüne geçilmesi amacıyla ortaya çıkmıştır. 20.yüzyılın sonlarından itibaren ise tamamen insan hakları odaklı olarak hızla gelişmeye ve yayılmaya devam etmiştir.[ii] II. Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası örgütler içinde ulusal nitelikte insan hakları kurumlarının oluşturulması söz konusu olmuştur.[iii] Ulusal insan hakları kurumları, uluslararası insan hakları standartları ve bu standartların ulusal düzeyde uygulanabilirliği arasında bir köprü niteliğinde görülmüştür.[iv]

Ulusal insan hakları kurumu kavram olarak ilk kez 1946 yılında Birleşmiş Milletler (BM) Ekonomik ve Sosyal Konsey (ECOSOC) toplantısında gündeme alınmıştır.[v] 21 Haziran 1946 tarihindeki Ekonomik ve Sosyal Konsey toplantısında alınan 2/9 numaralı kararla birliğe üye devletlere yerel insan hakları komiteleri ya da bilgi edinme grupları oluşturularak İnsan Hakları Komisyonu ile işbirliği yapılması çağrısında bulunulmuştur.[vi]

Ulusal insan hakları kurumlarının çerçevesini belirlemek oldukça güç olmuştur. Kavramın henüz ortaya çıktığı dönemlerde oldukça kapsayıcı bir tanımlaması söz konusuydu. Bir ülkedeki dolaylı ya da doğrudan insan hakları temasıyla ilişkisi bulunan neredeyse her kurum ulusal insan hakları kurumu olarak nitelendiriliyordu. Bu nedenle ulusal komisyonlar, ombudsman ve benzer yapılar ile birlikte yargı, idari mahkemeler, yasama organları, sivil toplum kuruluşları, hukuki yardım ofisleri ve sosyal refah projelerinin her birine eşit derecede ilgi gösteriliyordu.[vii] Bu geniş tanımlama 1978 yılında alınan BM Genel Kurulu kararıyla kısıtlanmıştır. Bu durum insan hakları konusunda ulusal düzeyde daha uzmanlaşmış ombudsman, insan hakları komisyonları gibi kurumların çalışmasına olanak sağlamıştır.[viii] 1993 yılında Viyana’da düzenlenen Dünya İnsan Hakları Konferansı’nda Viyana Deklarasyonu ve Eylem Programı kabul edilmiştir. Tüm ülkeler birbirlerini 1991 yılında ortaya atılan Paris Prensipleri’ne uymaya ve bu prensipleri uygulamaya teşvik etmiştir.[ix]

Ulusal insan haklarının tarihsel gelişim sürecinde ortaya çıkan en önemli durum, alınan kararlarda veya yayınlanan bildirgelerde kurumların kesin bir modelinin açıklanmayışıdır. Kurumlarla ilgili insan haklarının korunmasına ve geliştirilmesine yönelik olarak ortak ilkeler belirlenmişse de bu kurumların yapılarının nasıl belirleneceği ülkelerin kendi ihtiyaçlarına ve hukuk düzenlerine göre kendilerine bırakılmıştır. Bu yüzden ulusal insan hakları kurumlarının yapılarına ilişkin farkı modeller ortaya çıkmıştır.[x]

Ombudsman Modeli: Bireye yönelik insan hakları ihlallerine ilişkin çalışmalarını yürüten ombudsmanlık kurumu sahip olduğu az üye sayısıyla diğer modellerden ayrılmaktadır. Kendisine yapılan şikâyet başvurularıyla ilgilenir. Bu başvuruların dışında kendisi re’sen harekete geçebilme yetkisine de sahiptir.[xi]  Ombudsmanlığın türlerinden olan klasik ombudsmanlık idari yargı kurumu gibi davranarak idarenin hesap verebilirliğini ve hukuka uygunluğunu sağlamaktadır. Melez ombudsmanlık, klasik ombudsmanlığın ilgilendiği konuların yanında insan hakları konularını da ele almaktadır. Uzmanlık ombudsmanlığı ise uzman bir kurum olarak belirli bir konu ile ilgili idarenin tümünde denetim yapabilme yetkisine sahip bir modeldir.[xii] Yaygın bir şekilde oluşturulan bir kurum olsa da ombudsmanlık kurumu, günümüzde ulusal insan hakları kurumları alanında daha fazla idari denetim yönüyle ortaya çıkmış, insan haklarının korunmasına ve geliştirilmesine yönelik çalışmaları nispeten ikinci planda kalmıştır.[xiii]

Ombudsmanlık uygulamalarında iyi ülke örneği olarak karşımıza İsveç çıkmaktadır. İsveç’te kurumun dayanağı 1809’da düzenlenen anayasadır.  1975 yılında da Parlamento Ombudsman Yasası çıkarılmıştır. Dört yıl süre için seçilen ombudsmanlar için hukuk eğitimi almış olması şartı ise 1974’te kaldırılmıştır.[xiv]  Ombudsmanlar arasında en geniş yetkiye sahip olan İsveç ombudsmanıdır. Öyle ki bakanlar, hükümet, mahalli idareler de bu yetki alanına dâhildir. Kesin kararlar alamaz; ancak birimleri denetleme yetkisi ve ardından yazdığı raporları parlamentoya sunuyor olması idari yönetim üzerine etkili olmasını sağlamaktadır.[xv] İsveç ombudsmanının sahip olduğu geniş yetkiler ve idare üzerinde etkili rol oynaması, ombudsman kurumunun genel amacı olan insan haklarının korunması geliştirilmesi yönünde diğer ülkelerden bir adım önde görülmesini sağlamaktadır.

Komisyon Modeli: Paris Prensipleri’ne uyum sağlayan en iyi model olarak öne çıkmaktadır. Kökeni eski bir model olmakla beraber ayrımcılığın önlenmesi ve eşitliğin sağlanması konuları üzerine olan ilgisi Paris Prensipleri’nden sonra insan haklarının tümünü kapsamaya başlamıştır. Komisyon modelindeki kurumlar, insan hakları konusunda inceleme yapma, eğitim verme, tavsiyede bulunma, şikâyetleri inceleme ve çözüm yolu bulma gibi görevleri de üstlenmişlerdir.[xvi]

Komisyon modelini uygulayan ülkelerin başında İngiltere gelmektedir. İlk olarak 1975 yılında Eşit Fırsatlar komisyonu,1976’da Irksal Eşitlik Komisyonu ve 1999 yılında da Engelli Hakları Komisyonu kurulmuştur. Üç komisyonun da amacı ayrımcılık ve eşitsizlikle mücadeledir. Komisyonlar inceleme ve danışma görevi yürütürken bunlara yarı-yargısal nitelik yani bireysel şikayet alma yetkisi tanınmamıştır. 2007 yılında üç komisyon Eşitlik ve İnsan Hakları Komisyonu adı altında birleştirilmiştir. Komisyon yine eşitlik ihlallerini ele almış ve hükümet dışı kamu kurumu olarak varlığını sürdürmüştür.[xvii]

Danışma Komitesi Modeli: Bu model hükümete ve özellikle hükümet liderlerine danışmanlık misyonuyla karakterize edilir.[xviii] Kurumun işlevi yalnızca danışmanlık yapma ve tavsiyede bulunma üzerinedir. Herhangi bir şikâyet başvurusu alma, bu şikâyetler üzerine inceleme başlatma veya idare üzerinde denetleme yapma yetkisi yoktur.[xix]

Danışma Komitesi modelini uygulayan ülkelere örnek olarak Fransa söylenebilir. 1946’daki ulusal kurumlar ile ilgili olan çağrıya uyularak düzenlenen bir kurumdur. 1947’de oluşturulmuş 1984’te ise bugünkü şeklini almış ilk ulusal kurum sayılmaktadır.  Son değişiklikleri 2007 yılında yapılarak düzenlenen kurum insan hakları konularında hükümete tavsiye verir ve danışmanlık yapar; ancak bireysel başvuru alamaz ve kurumsal denetleme yapamaz. Kurumun Paris Prensipleri ile uyumlu hale getirilme çalışmaları sürmektedir.[xx]

Enstitü Modeli: Modelin diğer modellerinden farklı kılanın görevleri olduğunu söyleyebiliriz. İnsan hakları konularında araştırmalar yapmak, gerçekleştirilen uygulamaları takip etmek, eğitim faaliyetleri için organize olmak ve gerekli belgeleri ve kaynakları sağlamak gibi çalışma alanları vardır. Çalışma alanın niteliği doğrultusunda enstitü modeli öncelikle insan haklarının geliştirilmesine yönelik olarak çalışmaktadır.[xxi]

Enstitü modelinin en iyi uygulama örneklerinden biri A statüsünde akredite edilmiş 2001 yılında oluşturulmuş olan Almanya İnsan Hakları Enstitüsü’dür.[xxii] Enstitü izleme ve araştırma yapma, tavsiyede bulunma, görüş bildirmek, raporlama yapmak ve insan haklarını geliştirmek gibi görevleri vardır. Yargısal yetki tanınmamakla beraber kendisini ilgilendiren konularda mahkemelere katılabilir; karar etkileyecek şekilde uzman olarak görüş bildirebilir. Ayrıca diğer ulusal ve uluslararası kurumlarla işbirliği yaparak sorumluluklarını yerine getirilmesinde paylaşımda bulunması da önceliklidir.[xxiii]

Bu bağlamda bakıldığında ulusal anlamda insan haklarının korunmasını ve geliştirilmesini sağlayabilecek ve uluslararası standartlara uygun şekilde bu alanda ilerleme gerçekleştirebilecek kurumlara ihtiyaç duyulmaktadır. İşbirliği ve uluslararası standartlara uygunluk da göz önünde tutularak ülkeler ulusal düzeyde kendilerini geliştirmelidir.

Ümran GÜNEŞ

KAYNAKÇA:

  1. Vahap Atilla Oğuşgil, “Avrupa Birliği Yolunda Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun Birleşmiş Milletler Paris Prensipler Işığında Değerlendirilmesi”, Bilig: Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, Yaz/2015 Ankara, Sayı:74, s.176.
  2. Wade M. Cole- Francisco O. Ramirez, “Conditional Decoupling: Assessing the Impact of National Human Rights Institutions, 1981 to 2004”, American Sociological Review XX(X), 2013,s.3.
  3.  Abdurrahman Eren, Ulusal İnsan Hakları Kurumları, On İki Levha Yayıncılık, İstanbul 2012, s.7.
  4. Richard Carver, “A New Answer to An Old Question: National Human Rights Institutions and Domestication of International Law”, Human Rights Law Review 10:1, 2010, s.2.
  5. “Profesyonel Eğitim Serileri: 4 – Ulusal İnsan Hakları Kurumları: İnsan Haklarının Korunması ve Yaygınlaştırılması için Ulusal Kurumların Oluşturulması ve Güçlendirilmesi için El Kitabı-1995”,  Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Merkezi Yayını, Veysel Eşsiz(çev.), (www.ihop.org.tr/dosya/uihk/NRHI_ceviri.doc, Erişim Tarihi: 18.11.2016.), m.20, s.3.
  6. “Profesyonel Eğitim Serileri…, Veysel Eşsiz(çev.), m.21, s.3.
  7. “Profesyonel Eğitim Serileri…,Veysel Eşsiz(çev.), m.36, s.7.
  8.  Abdurrahman Eren, a.g.e., s.10.
  9. Valentin Aichele, “National Human Rights Institutions:An Introduction”, German Institute for Human Rights, Tübingen 2010, s.10-11.
  10. Abdurrahman Eren, a.g.e., s.34.
  11.  Vahap Atilla Oğuşgil, Avrupa Birliği ve Ulusal İnsan Hakları Kurumları: Üye Ülkelerden Örnek Uygulamalar,  Legal Yayıncılık, İstanbul 2015, s.22-23.
  12. Abdurrahman Eren, a.g.e., s.39-42.
  13. Abdurrahman Eren, a.g.e, s.42-43.
  14.  Kemal Özden-Ertuğrul Gündoğan, “Ombudsmanlık Sistemi: Tanımı, Tarihi Gelişimi, Dünyadaki Uygulamalar ve Türkiye’deki Uygulanabilirlik Tartışmaları”, Türkiye Günlüğü, Sayı:62, Eylül-Ekim 2000, s.51.
  15. Muammer Oytan, “Ombudsman Eli ile İdarenin Denetimi Konusunda Kıyaslamalı Bir İnceleme”, Danıştay Dergisi, Sayı:18-19, 1975, s.197-198.
  16. Anna-Eline Pohjolainen, ”İnsan Hakları Kurumlarının Geçirdiği Evrim: Birleşmiş Milletlerin Rolü”, Copenhagen 2006, The Danish Institute for Human Rights, s.14-15.
  17. Abdurrahman Eren, a.g.e., s.45-47.
  18.  Valentin Aichele, a.g.m., s.3.
  19.  Abdurrahman Eren, a.g.e., s.49.
  20.  Abdurrahman Eren, a.g.e., s.49-50.
  21. Vahap Atilla Oğuşgil, a.g.e., s.27.
  22. Vahap Atilla Oğuşgil, a.g.e., s.179.
  23.  Vahap Atilla Oğuşgil, a.g.e., s.186-193.

Gökoğuz Yeri’nin İlk Türk Kadın Başkanı: İrina VLAH

Gökoğuz Yeri’nin İlk Türk Kadın Başkanı: İrina VLAH

Türk kadını…

Yeri geldiğinde memlekete evlat yetiştiren, yeri geldiğinde eri yoksa ocağına er olan mübarek Türk kadını… Devlet yöneten, savaşan, vatanına ve Türklüğüne sahip çıkan Türk kadını…

Tarihin de eşi ile birlikte yahut tek başına devlet yöneten Türk kadını; geçen yüzyıllarda bağnaz düşüncelerin kurbanı olarak geri plana itilir, evinde oturarak düşünmemesi, söylememesi, seçmemesi söylenir. Fakat Mustafa Kemal Atatürk gibi bir yiğit gelir Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmakla kalmaz, Türk kadınına da tüm dünya nazarında hak ettiği değeri verir. Bunların en önemlisi seçme ve seçilme hakkıdır… Çünkü Atatürk bir şeyi çok iyi bilir; Türk kadını Tomris Hatunun torunudur.

İşte bu yüzyılda Atatürk’ün elinden tutup ayağa kaldırdığı Türk kadını, yavaş da olsa hak ettiği yerlere gelir, yapabileceklerini tüm cihana gösterir ve örnek olur. Bu örneklerden biri de göğsümüzü kabartan soydaşımız, Oğuz Han’ın torunları Gökoğuz diyarının ilk Türk kadın başkanı: İrina Vlah.

Evvela Gökoğuz Yeri’nden söz edelim. Gökoğuzlar yani Gagavuzlar, Karadeniz’in kuzeyinde Moldova Cumhuriyetine bağlı özerk bir yapı ile yönetilen bir Türk Devleti. Hıristiyan bir Türk topluluğu olan, 1994 yılında Türkiye’nin desteği ile kurulan Türk Dünyası’nın kıymetlisi bu devletin adı “Gagavuz Yeri Özerk Cumhuriyeti”…

Gagavuzya özel bir hukuki statüyle yönetiliyor. Başkanlık sisteminin geçerli olduğu ülkede Gök-Oğuz kelimesinden geldiği belirtilen Gagavuzlar, uzak kalmışlıklarına rağmen Türk kültürünü yaşatmaya çalışıyorlar. Bozkurt’u bir sembol olarak benimseyen Gagavuz halkının çoğunluğu Türkçe biliyor ve konuşuyor. [1]

Gagavuzlar, Türkiye Türklüğü ile özdeş kültürünü yaşatmaya çalışıyor. Türkiye, Azerbaycan ve Türkmen Türkçeleri gibi Gagavuz Türkçesi de Oğuz grubu Türk lehçelerindendir. Diğer Oğuz grubu Türk lehçeleri, belli bir ülke veya bölgede anadili, resmî dil ve yazı dili olarak kullanıldığı hâlde, Gagavuz Türkçesi, tarih boyunca hep konuşma dili olarak kalmış; kullanıldığı ülke veya bölgenin hakim dilinin gölgesinden ve etkisinden kurtulamamıştır.[2]

Ve soydaşımız, kardeş ülke Gagavuzya’nın bugünkü ilk Türk kadın başkanı; İrina Vlah. 2015 Mart ayında yapılan başkanlık seçimlerinde rekabet ettiği 12 erkek aday arasında tek kadın adaydı. Yapılan seçim neticesinde ilk turda galip gelerek Türk kadınını onure etmekle kalmadı, adını da tarihe yazdırdı.

1974 senesinde başkent Komrat’ta dünyaya gelen Vlah’ın zor bir hayatı olur. Erken yaşta babasını kaybedince annesi ve kardeşiyle geçim derdine düşer. Belki biraz da bu zor hayatı ona yol gösterir ve sosyal yardım kurumları faaliyetlerine destek vermek ve düşkün ailelerin durumlarını düzeltme çalışmalarını hep ön planda tutar.

Komrat Devlet Üniversitesi Hukuk fakültesini bitirdikten bir süre sonra siyasi hayatı başlar. 10 yıl boyunca Moldova Cumhuriyeti Parlamentosu’nda milletvekili olarak çalışır. Bu sırada pek çok işe imza atar. Gagavuz kültürünü yaşatma ve koruma çalışmaları ve bu doğrultuda yapılan organizasyonlar hep üzerinde durduğu konular olur. En önemli hizmetlerinin başını çektiği, Milletvekilliği döneminde yapımını sağladığı ve ülkesi için son derece önem arz eden Komrat Devlet üniversitesi binası ile Gagavuz halkı belki de Vlah’a hep minnettar kalacaktır.

”Bir dakika bile başka bir iş düşünmedim, Gagavuz Halkına hizmet benim işim” diyerek çıktığı başkanlık seçimi yolunda 2015 Mart ayında seçimlere girer. Girdiği bu seçimlerden galip geleceğine kimse inanmaz, hatta erkek adaylar bile inanmaz. Fakat Gagavuz halkı bir Türk kadınının devlet yönetebileceğine olan inancı ve Vlah’ın vatanseverliği neticesinde İrina Vlah’ı başkan olarak seçer.

Başkan olduğu günden bugüne Türkiye’nin de desteği ile devleti ve milleti için çabalar ve girişimleri sonuç verir. Gagavuzya’nın kalkınması maksadıyla, TİKA aracılığıyla; altyapı, eğitim, sağlık, teknik işbirliği alanlarında bugüne kadar 100’ü aşkın proje hayata geçirilmiştir.

Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA)’nın Gökoğuz yerine verdiği desteklerde bu noktada unutulmamalıdır. Bundan birkaç sene öncesinde Gökoğuz yeri Özerk bölgesinin Çadır Lunga Stadyumunu yenileyen TİKA, ayrıca bölgenin Kültür ve Turizm Genel Müdürlüğüne ekipman desteği sağlamış, yine Çadır-Lunga kasabasında hizmet veren 7 No’lu kreşin zemini çöken yemekhane bölümüne tadilat ve donanım desteğinde bulunmuştur. Ayrıca Gagavuz Özerk Cumhuriyeti Sanayi ve Ticaret Odası bünyesinde 2011 yılından bu yana faaliyet gösteren İşletme Eğitimi Merkezi’ne eğitim salonu ve dil laboratuvarına tadilat ve donanım desteğinde bulunmuştur.

Türkiye’yi kardeş ülke olarak gördüğünü ve aynı kandan geldiğimizi sık sık dile getiren Vlah, Türkiye’nin kendilerini yalnız bırakmayacağına inancı tamdır. Kaderlerinde Rus topraklarında ve içlerinde Ruslarla beraber yaşamak olsa da Gagavuz halkı Türklüklerinden taviz vermeden, Türk yöneticileri sayesinde yaşamlarını sürdürmektedir.

Türkiye’yi çok seven ve kendilerini Türkiye ile Moldova arasında köprü olarak gören Vlah, ülkesi ve vatandaşları için Türkiye ile olan ilişkilerini hep ileri seviyeye taşımaya çalışmaktadır. Türk iş adamlarının Gagavuzya’ya yatırım yapmalarını bekliyor ve Türkiye’nin öncelikli yatırımlarını kendilerine yapmalarını istiyor.

Başkan Vlah’ın yaptıkları sadece sosyal yardımlarda değildir. Eğitime önem veren ve bir süre Komrat Devlet Üniversitesi’nde de akademisyen olarak çalışmalarını sürdüren Vlah, başkan olduktan sonra KKTC’nin havacılık ve denizcilik konularında ilk ve tek üniversitesi olan Girne Üniversitesi ve Gagavuzya Özerk Cumhuriyeti arasında eğitim, sosyal, kültürel ve sağlık alanlarında işbirliği protokolü imzaladı.

 İrina Vlah, imza töreninde yaptığı konuşmada, denizcilik ve havacılık sektörlerinde eğitim ve işbirliği konusunda Girne Üniversitesi tarafından sağlanacak desteğin ülkesinin ve Gagavuz gençliğinin gelişiminde ve geleceğinde çok önemli bir destek olacağını vurguladı. Gagavuz gençliğine Girne Üniversitesi tarafından sağlanacak eğitimlerin, havacılık ve denizcilik sektörlerinde Gagavuz gençliğinin önünü açacağını söyleyen  Vlah, Girne Üniversitesi’nin ülkesine yapacağı katkıları takdir ettiğini ve onur duyduğunu belirtti. Vlah, Girne Üniversitesi ile yapılan işbirliğinin ülkesiyle Kıbrıs Türk halkını daha da yakınlaştıracağını ve iki halk arasındaki ilişkileri daha da geliştireceğini dile getirdi.[3]

 Türkiye’ye de sık sık görüşmelerde bulunmak üzere gelen Vlah, geçtiğimiz haziran ayında Türkiye’ye bir ziyaretlerde bulunmuştu. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Binali Yıldırım ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile görüştü. İrina Vlah her görüşmede özellikle bir Türk devleti olarak- Türkiye’de bir temsilcilik açma taleplerini dile getirdi.

 Geçtiğimiz Eylül ayında Kişinev Büyükelçisi olarak göreve başlayan Hulusi Kılıç da Türk dünyasının bir parçası olan Gagavuz Özerk bölgesini pas geçmeyerek, Gagavuzya’yı Türkiye ve Moldova arasında bir dostluk köprüsü olarak gördüğünü belirtmiş; “Moldova’nın önemli bir bölgesi olan Özerk Gökoğuz Yeri’nin gelişmesi ve kalkınması için de üzerime düşen görevi şevkle yerine getireceğim. Türk yatırımcılarını genelde Moldova’nın her bölgesine ve özelde  Gökoğuz Yerine yatırım yapmalarını teşvik etmeye çalışacağım.” demişti.

 Diliyoruz soydaşımız olan Gökoğuz Yeri Türkiye’nin hem siyasi hem de ekonomik destekleri ile daha hızlı bir şekilde kalkınır, Başkan Vlah’ın her görüşmede dile getirdiği gibi Türkiye’de bir temsilcilik açma talepleri de geri çevrilmeyerek Gökoğuz Yeri her daim bu milletin parçası olarak kalır ve iki ülke arasında ki bu kan bağı, kurulması olası bir ‘Türk Birliği’ için beraber hareket eder.

 Atalarımız boşuna “kızınla devlet kurasın, oğlunla ordu olasın” dememiştir…

 Türk milletini birbirine bağlı kılmaya çalıştığı bu girişimleri, devletini ayakta tutmak ve kurulması olası bir Türk Birliği’nin başını çekecek olan Türkiye Cumhuriyeti’nin her daim yanında olarak, kardeşi olarak gördüklerini dile getiren 21. Yüzyıl’ın Tomris Hatunu; cesareti, özverisi ve Türklüğüne sahip çıkmasıyla göğsümüzü kabartan “Gagavuzların ilk Türk Kadın Başkanı” ayakta alkışlanması gerekir.

 Figen AYDIN

KAYNAKÇA:

  1. ”Kardeş Gagavuzya Nasıl Küstürüldü?” Kürşad Zorlu, Yeniçağ Gazetesi, 02/08/2014 tarihli internet yazısı.
  2. Prof. Dr. Nevzat Özkan, Erciyes Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi. Gagavuz Türkçesini Yazı ve Eğitim Dili Haline Getirme Çalışmalarına Bir Bakış.
  3. ”Gagavuzya Özerk Cumhuriyeti ile Girne Üniversitesi arasında İşbirliği Protokolü” Sondakika.com

Rus Jeopolitiği Avrasyacı Yaklaşım

Rus Jeopolitiğin Avrasyacı Yaklaşım Kitap Değerlendirmesi

ÖZET
İnceleme için seçtiğimiz `Rus Jeopolitiği-Avrasyacı yaklaşım` kıtabı Rus tarihini daha çok jeopolitik düzleme taşıyarak analiz etmeyi amaçlayan bir kitaptır. Jeopolitik kavramları dikkate alarak konum olarak Avrasya `Heartland`ı olarak bilinen Rusya Soğuk Savaş sonrası hangi değişimlere uğramış, hangi düzeyde değişmiştir sorusunu temel olarak bu kitapda anlamamız mümkündür.

   Rusya jeopolitiğini anlamak için belki temel eserlerden biri olarak karşımıza çıkar ve işin aslı  yönü ise kitabın bir ünlü Rus stratejisti ve Jeopolitik uzmanı Aleksandr Dugin tarafından yazılmış olmasıdır.

Yapmış olduğumuz bu çalışma Kitabın ana hattlarını göz önünde bulundurarak yazılmış bir değerlendirme niteliğini taşımaktadır.

JEOPOLİTİK

 Jeopolitik: Coğrafya ve Siyasal coğrafyadan doğmuş olan ve günümüz dünyasında Uluslararası ilişkiler ile bağımlı olan bilim dalından biridir. Jeopolitik kavramı için farklı yazarlar farklı tanımlamalar yapmıştır. Fakat her ne kadar tanımlama farklı olsada, kavram için ortak bir haraket noktası vardır. İlk önce kavramın geniş izahı için farklı kaynaklardan tanımlamalara bakarak ortak noktanı bulmakta yarar vardır. Ilk olarak baktığımız `Faruk Sönmezoğlu Uluslarası Politika ve Dış politika analizi` kitapında Jeopolitik`le ilgili bir kaç noktadan incelemeğe değinirsek, Siyasal coğrafya ve Jeopolitik kavramı sıklıkla bir birinin yerine geçsede, bu kavramlar arasında ayrım yapmak mümkündür

     Siyasi coğrafya siyasal topluluklar ve bunlar arasında var olan ilişkileri inceler, fakat jeopolitik bu özelliklerin devletlerin dış politikalarını belirlenmesindeki etkilerini ele almakta ve incelemektedir. Başka bir ifade ile anlatmak gerekirse, siyasi coğrafya çok daha geniş bir düzeyde siyaset-coğrafya ilişkisini ele alırken, jeopolitik ise, bu ilişkini aynı şekilde fakat daha çok devletler düzeyinde ele almaktadır.

    Siyaset açısından günümüzde jeopolitik bilim dalı ve jeopolitik alanlar çok önemlidir. Bir orman, meşe, coğrafi açıdan `tarafsızdır` denile bilir. Fakat jeostratejik açıdan aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Buna örnek olarak ormanda yaşama alışmış olan toplumların askerleri ile bu özelliklere sahip olmayan bir toplumun askerleri ile ormanlık arasında girişilecek askeri mücadeleler de,  coğrafya jeostratejik açıdan önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.

Başka bir tanımlama – Jeopolitik bilim dalının devletlere sağladığı coğrafi avantajları ve dezavantajları şeklinde tanımlanmıştır. K. Haushofer jeopolitiği içinde yaşadığı coğrafi bölgenin ve tarihi gelişmelerin etkisi altında değişen siyasal hayat şekli olan devletin, üzerinde yaşadığı yer ile ilişkisi olarak tanımlar.

Jeopolitik bilim dalının tarihine baktığımız zaman karşımıza bu bilim dalında önemli yer tutan iki ana okul çıkmaktadır. 1) Alman okulu  2) Anglo-Amerikan okulu

Aleksandr Dugin- Kitabında yazdığı gibi jeopolitik aslında temel deniz ve kara hakimiyetinin temel dualizmine dayanır.  Baktığımız zaman ünlü jeopolitik düşünürlerin çalışmalarında bu dualizmi görmemiz mümkündür. Fakat bazı jeopolitik düşünürleri Deniz hakimiyetinin Kara hakimiyetinden daha üstün olduğu düşüncesinde olduğunu söyleye biliriz  Özellikle Amiral Alfred Thayer Mahan kendi çalışmasında,  İngiltere ve Amerika Birleşik devletlerinin sahip olduğu Okyanus çıkışları ile Rusya ve Almanya gibi kara devletine kıyasla daha çok avantaj sağladığını söylemiştir. Deniz ve kara ile ilgiyi fikir yürütmezsek jeopolitik kavramdan bahsetmemiz anlamsızlaşmaktadır.

 Jeopolitik zaman zaman sadece devletin teritoriyle ilişkisini inceleyen bir kavramdır, ve buna benzer tanımlamalar karşımıza çıksa da, temel olarak bu düşünce yeterli olmamaktadır. Çünkü jeopolitik yöntem sadece devletler tarihinde değil, medeniyetsel, kültürel, dini ve iktisadi kuralların uygunluklarını sistematize edilmesinde kullanılmıştır. Biz bugün günümüzde “Ortadoksluğun jeopolitiği” “İslamın jeopolitiği” “sosyalizmin jeopolitiği, “demokrasinin jeopolitiği” gibi geniş çaplı kavramları jeopolitik düzlemle bağımlı bir şekilde kullana biliriz.  Kitapta jeopolitik tanımlaması çeşitli farklılık yaratmaktadır. Fakat genellemelerden uzak bir tanım yapmak gerekirse Dugin, Jeopolitik, insanlığı mekan faktörüyle karşılıklı ilişki içerinde inceleyen bir bilim dalıdır kavramını daha uygun bulmuştur.

 HEARTLAND

Rus Jeopolitiği Avrasyacı Yaklaşım

Heartland Jeopolitik bilim dalının en önemli kavramlarından birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Anlam olarak kıtanın `Merkezi karası anlamına gelmektedir.  Stratejik açıdan Rusya günümüzde Avrasya kıtasının Merkezi Karası olan bir devlettir. Rusya bu jeopolitik gücünü önemli bir şekilde, Sibirya’nın fethi ve entegrasyonundan sonra başara bilmiştir.  Merkezi kara devleti konumunda bulunan devlet kendi coğrafi ve kültür anlamında diğer coğrafyalardan esinlenmesi oldukça doğal bir durumdur. Fakat bu tanımı Rusya için söylersek bu yanlış anlaşımlara yol açabilir. Rusya- aslında Doğu ve Batı eğilimlerinden faydalanmışsa bile, bunu kendi sosyal hayatında inşa etmeyen devlettir.

Rusya  Batı ve ya Doğu devleti değildir. Aslında Rusya kendine özgü bir yol çizerek kendi yönünü belirleyen bir devlet inşa etmiştir.  Bunun çok geniş çaplı örnekleri bulunmaktadır.  İster çarlık Rusyası, isterse de daha sonra Bolşevik devrimi sonunda kurulan SSCB kendi kimliksel, kültürel farklılığı ile Batı`lı ve Doğulu bir devlet olarak nitelendirilmemektedir. Fakat Dugin`in belirttiği gibi salt jeopolitik düzlemde konunu ele aldığımız zaman bugün dünyada Rusya karşısında tekçe Rimlandlar değil tam karşıda ve muhalif durumunda bulunan Atlantikçi Amerika bulunmaktadır. Bunun için Avrasya devletleri ile muhtemel bir birlik oluşturmak mümkünse bile, ilk yapılmalı şey kıyısal alanların müttefik olmaktan geçer. (Rimland)

 Kitapta göze çarpacak derecede önemli konulardan biri `İmparatorluğun toparlanması` konusudur. Rusya Avrasya temelinde Heartland`ı koruyacak bir şekilde yeniden bir imparatorluk kurmayı düşünse bile, günümüzde bunun zorlukları ile muhtemelen karşı karşıya kalacaktır. Her ne kadar bazı yazarlar tarafından eleştirilere maruz kalsa da , `Sosyalizm`Doğu bloku, SSCB, Varşova Paktı gibi düzenlemeler muhtemel kurulacak imparatorluk için olumlu ve avantajlı faktörler idi. Aslında iki kutuplu sistem tüm muhtemel Avrasya birliği için temel olumlu faktör idi. SSCB’nin dağılması bu yönde ortaya çıkan belki temel dezavantajlardan biri olmuştur.

Rusya Avrasya’da egemen güç olması için kurması Avrasya Stratejik Blok’u

Rus Jeopolitiği Avrasyacı Yaklaşım

 Aleksandr Dugin`in düşüncesine göre Rusya yeniden Avrasya’da egemen güc olmak için tekçe eski Doğu Avrupa ülkeleri ile ilişkileri değil, daha önemlisi Atlantikçi blokun Himayesinden çıkmaya çalışan Fransız-Alman ve Kıtasal Doğu ( Hindistan,İran,Japonya) devletlerinin Avrasya stratejik blokuna dahil edilmesidir. Fakat günümüzde reel durumu göz önünde bulundurarak söylemek mümkündür ki, bu sadece bir hayal ürünü gibi görünmektedir. Heartland bir kavram olarak egemenlik konusunda ne kadar önemli olsa da, Kıtasal bölge( Rimland) bir o kadar önem taşımaktadır.

Dugin-e göre imparatorluk toparlanmazsa ne olabilir ?

Rus Jeopolitiği Avrasyacı Yaklaşım

Burada yazar çeşitli varsayımlar ileri sürmektedir. Harita şeklinde yazmak daha iyi anlatımlı olacağından, varsayımları haritada uygulamakta yarar vardır.

  • Ya Çin küzey doğu ve kazakistan doğrusunda harakete geçerek Sibiryaya doğru irelliyecek.
  • Ya Merkezi Avrupa Rusya’nın Batı topraklarına doğru hareket edecek.
  • İslam bloku Orta Asya Volga Ural boylarını, Güney Rusya’dan bazı toprakları entegre etmeye çalışacak.

Bu yaklaşımlar sadece muhtemel ola bilecek varsayımlardır. Günümüzde bu yayılmacı hareketleri yapmak tabi ki reel durumla uyuşmayan bir durumdur.

 Sağlam ve doğru analiz ancak duygusal olan düşünceleri bir kenara atarak oluşmasını ilk sayfalarda belirtmiştik. Dugin- her ne kadar Rusya içinden çıkmış olan bir Jeopolitik uzmanı ve stratejist olsa da, kitapta aslında Rusya isimli bir devletin olmadığı düşüncesini savunmuştur. SSCB yıkılışı, tekçe siyasal sistemi değil siyasal sistem yanında aynı zamanda kültürel sistemi, idari sistemler`de olan yıkımları da beraberinde getirmiştir. Günümüzde Rusya devleti`nin siyasal öznesi belli olmamıştır. Bazılarına göre devlet sadece Rusya Federasyonu, bazılarına göre SSCB’nin mirasçısı, bazılarına göre Ulus devlet, ve etnikler arası bir federasyon olarak bilinmektedir. Fakat günümüz RF aslında yazara göre bir Rus devleti değildir.

Kitapta genel çerçeve olarak şu sonuç vardır “ Rusya Federasyonu asıl devletçiliğin ciddi alametlerine sahip olmayıp fili egemenliğin sembollerinden mahrumdur. İstikrarlı ve belirlenmiş  jeopolitik birimler olmaktan ziyade Teritoryal süreç”in uzantısıdır”

Avrasya İmparatorluğunun temel eksenleri

Kurulacak olan yeni imparatorluk için önemli olan temel eksenler, yani kıtasal alanlar ile müttefik ilişkileri, yapılması gereken gereksinimlerden biridir. Burada temel olan 3 Rimland bölge ekseninden söz etmekte yarar vardır.

  • Moskva Berlin ekseni; Orta Avrupa Atlantikçi Amerika`ya kıyasla daha çok karasal topraklara sahip olan bölgeleri kapsamaktadır. Bu bölgenin jeopolitik başkenti Berlin olarak bilinir. Orta Avrupa`nın jeopolitik önemi Soğuk Savaş sırasında jeopolitik Başkentin bölünmesinde anlaşıla bilir hale gelmiştir. Jeopolitik açıdan bu temel eksen oluşturulduktan sonra muhtemel Avrasya birliğinden söz ede biliriz. Amma Avrasya birliğinden önce burada temel yapılması şey, Avrupa devletlerinin ilk önce jeopolitik merkez konumda bulunan Almanya etrafında birleşmesidir. Fakat burada yine önemli bir nokta şudur. Bu birleşme geçmişte yapılmış olan Almanya’nın etnik üstünlük kazanmasına yol açmamalıdır. Hitler’in yaptığı temel hatada bu idi. Avrupa’yı Avrupa yapmak için çapalamak yerine Almanlaştırmak istiyordu.
  • Moskova Tokyo ekseni; Yeni imparatorluk Batı eksenin`de her ne kadar önemlidirse, bir o kadarda doğu ekseninde stratejik müttefikler bulmakla yükümlüdür. Moskova-Tokyo ekseni doğu toprakları ile bir başa ilişkilidir. Şüphesiz ki Tokyo, Doğu`da bir kilit konumda bulunan bir devlettir. Burada önemli Müttefiklerden ilki Hindistan olarak bilinir. Hindistan Bağlantısızlar hareketine liderlik etmiş devlettir. Soğuk savaş döneminde, SSCB ve Hindistan arasında sıcak ilişki kurma çabaları pek çok zaman başarılı olmamıştır. Hindistan her ne kadar önemli müttefik olsa da, daha önemli devlet Çin olacaktır.
  • Moskova Tehran ekseni – Avrasya imparatorluğunun Batı, Doğu gibi aynı zamanda Güney kısmı da Anti-Atlantikçi bir perspektifte olmalı ancak böyle durumda bir imparatorluktan söz etme şansımız ola bilir. Bu bölgeler temelde İslam coğrafyası olarak bilinir Magrib bölgeler, Ortadoğu bölgeleri ve İran bu strateji müttefik ilişkilerinin en önemli ülkeleridir.

Sonuç

 Bir jeopolitik uzmanı olan Aleksandr Dugin`e göre 21.yy Rusya’nın `Avrasya Projesi` büyük Avrasya alanının, Avrasya devletler`inin birleşmeleri sonucunda olmaktadır ve temel birlik ancak bunda mümkün olacaktır. Bu stratejik birlik Merkez kara ve tüm Kıyısal devletleri kapsayarak büyük alanı oluşturacak ve Atlantikçilik karşısında Yeni imparatorluk olacaktır. Fakat günümüzde bu ihtimalden konuşmak bir kadar inandırıcı değildir. Çünkü Atlantikçi dünyada, SSCB-de olduğu gibi günümüz dünyasında da, Kıyısal devletler Atlantikçi Amerika ile sıkı müttefik ilişkisindedir. Rusya Jeopolitik egemenliği, Dugin`in söylediği gibi, Bağımsız kıtada Bağımsız devlet ve egemen jeopolitik güç olmak için yeni imparatorluğun olması temel şarttır.

Novruz Mehdiyev

Uluslararası ilişkiler bölümü – 4. Sınıf

 

Gözetim Politikaları ve Terörizm: 11 Eylül 2001

Giriş

 Devlet denilen yapı üzerine geçmişe dönük yapılan literatür çalışmaların da farklı tanımlar yapıldığını bilmekteyiz. Bazıları kutsiyet atfederken bazıları ise insanlar arasındaki bir akit/ uzlaşma olarak görürler. Ve bu tanımlamaları daha da çeşitlendirmemiz mümkündür.

 Genel olarak bakıldığı vakit devlet formasyonunu sınırları belirli olan bir toprak parçası üzerinde insanların yaşadığı ve bu insanlar üzerinde egemenlik daha doğrusu hükümet etme kudretine sahip olan yapıdır. Bu egemenlik formasyonu iç ve dış egemenlik olarak iki kısma ayırmak mümkündür. Özellikle iç egemenlik yetkisini kullanırken insanlar üzerindeki gücüne tanıklık etmekteyiz .Örneğin , kendimizin bir iş seyahati için arabamızla bir yerden başka bir yer gitmek için hareket ettiğimizi düşünelim . Ve yolcuğumuz sırasında A şehrinden geçerken sabahın 05.43 sularında kimsenin olmadığı bir yolda kırmızı ışıkta beklediğimiz düşünelim . Ve bizi sabahın o saatlerinden bizi bekleten kudrete bizler devlet deriz.

Başka bir örnek ise devletin sınırları içerinde yaşamını sürdürmekte olduğu insanların kullandıkları kendilerine ait kimlik numaraları vardır. Bu kimlik numaralarımız doğum sonrasında yapılan belgelendirme sonrasında bizlere verilir: Doğum belgesi . Bu belge yoksa devlet için bizde yokuz demektir. Veya devletin sınırları içerinde yaşamlarını yitiren kişilere ölüm belgesi verirler. Bu belge yoksa ölmüş sayılmazsınız. Yani devlet denilen yapı saymak ister. Sınırları içerinden kaç kişi yaşıyor veya kaç kişi yaşamını yitirmiştir. Bunlardan kaç kişi kadın veya erkektir. Bunların yaş grupları düzleminde nasıl sınıflandırabiliriz.

Devleti saymak ve kontrol etmek kavramları düzleminde yukarıda izah etmeye çalıştık . Bu yapı kendi sınırları içerisindeki insanların hareketlerini izleme noktasın da bazı yollara başvurmaktadır. Yani bu yollar vasıtasıyla insanların üzerinde bir göz misali veya kamera misali gözetleme gerçekleşir. Zamansal gelişmelere bakıldığı vakit özellikle 1960’lardan sonra bilgisayar teknolojisin de yaşanılan gelişmeler insan yaşamanı kolaylaştırdığı gibi onların mahremiyetlerine girmelerine neden olmuştur. Bu düzlemde teknolojik gelişmelerin 1980 ve 1990 yıllı yıllarda ki süreçsel gelişmelerin gözetleme faaliyetlerini daha da çeşitlendirmiştir. Bu çeşitlilikten bazı insanlar kayıtsız kalsa da bazıları rahatsız olduğunu belirtmek gerekir. Devletlerin bu gözetlemeleri gerçekleştirmek adına bazı spesifik olaylar üzerinden bir algı oluşturmaya çalışırlar. Bu olaylardan bir tanesi de terör saldırısı veya saldırılarıdır. 11 Eylül 2001 tarihinde Amerika Birleşik Devletlerine yapılan terör saldırısı gibi.. Peki bu saldırılarla birlikte hem ABD ‘de hem dünya üzerinde dönüşümler yaşandığını vurgulanmıştır.

11 Eylül 2001 tarihinden ABD’ye yapılan terör saldırısı sonrasın da ABD içerinden güvenlik manasında değişimlerin yaşanmasına neden olmuştur . Yaşanan saldırılar sonrasın da ABD Başkanı olan George W. Bush’un terörist eylemi gerçekleştirenlere karşı gerekli cevabın verileceğine dair mesajlarına yaptığı “Ulusal Sesleniş“ konuşmasın da görmekteyiz . Gözetim Politikaları ve Terörizm: 11 Eylül 2001“ adlı çalışmada ilk olarak gözetim nedir, hangi araçlarla ve nasıl gerçekleştirilir, devletlerin kendi sınırları içerinden hangi amaç(lar) düzleminden bunlara başvurmaktadır. Ve bu süreç başlıkta belirtildiği üzere ABD’nin yaşamış olduğu 11 Eylül 2001 saldırısı ile devlet içerinde yaşananlar ifade edilmeye çalışmıştır . Bu yaşanılan sürecin terörizm, güvenlik ve insan hakları düzlemin de bakış açısına değinilecektir.

Gözetim Politikaları

Gözetim,  Fransızca “ bakarak olmak” manasına gelen surveiller fillinden türetilmiştir. Ve boş mekanın çok ötesinde, belli insan davranışlarının dikkate alındığı süreçleri ifade etmektedir. Basit bir örnekle havuz kenarında can kurtaranın yaptığı gözetim gibi. Veya çocuklarını bakıcıya bırakmış olan ebeveynlerin evlere kurmuş olduğu gizli kamera sistemleri gibi. Sokaklarda böyle değil midir?  Hem gizli hem de açıktan kamera sistemlerinin insanlara doğru yönlendirilmesinden insanlar hoşnuttur. Peki ya gerçekte gözetim nedir?  Etkileme, yönlendirme, yönetme,  koruma gibi kişisel  enformasyona dönük odaklı, sistemli ve düzenli ilgi olduğunu söyleyebiliriz. Bu manada gözetim birey odaklı , kısıtlı olmakla birlikte protokole ve tekniklere dayanmaktadır. Rutinleşen bir eylem olmakla birlikte modern topluma özgün bir parçadır. Yani enformasyon temelli bir teknolojinin gelişmesidir.[1]

İnsanların günlük yaşamlarına bakıldığı vakit bir gözetleme ve takip edilme mantığında yaşadıklarını yeniden ifade etmek hata olmasa gerek. Bunun teknolojik gelişmeler düzleminde çoğalma, üretme ve klonlama vasıtasıyla gözetleme teknolojilerinin hızla yayılmaya başladığının vurgusunu yapmak gereklidir. Bunları ise güvenlik kameraları bilgisayarlar, kişisel kimlik numaraları (PIN) gibi günlük hayat içerindeki mekanizmalar yoluyla yapmaktadır. Sınırları belirli toprak parçası üzerine yaşayan insanları sahibi olduğu otorite ile yönetme gücünü elinde bulunduran devletler özellikle hükümet tarzı yönetimler George Orwell’in Bin dokuz seksen dört isimli  eserinde yapılan benzetme benzeri yasal olan ve yasal olmayan içerikle insanları izlediği görülmektedir. Ancak bu izleme bazı insanlar için tehlike arz etmemesinin yanında bazıları için tehlike arz etmektedir. Gelişen teknoloji ile insanların mahremiyet alanlarına e-posta, güvenlik kameraları, kimlik kartları benzeri yollarla çiğnendiği görülmektedir.[2]

Yıllara göre baktığımız vakit 1960’larla birlikte başlayan bilgisayarlaşma eğilimi başta Avrupa ülkeleri olmak üzere enformasyon teknolojisi yaşayan devletlerde de siyasal tepkileri de beraberinde getirmiştir. Teknolojik manada yaşanılan bu gelişme siyasetin de bir sektörü haline gelmiştir. İngiltere, Almanya, Kanada, ABD gibi ülkelerde prensiplerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu prensiplerde kişisel verilerin nasıl ele alınacağı, kimlerin sorumlu olacağı , bilgi toplamanın nedenlerinin ne/neler olabileceği ve izin konusunda izahatlar yer almaktadır. Öyle ki 1980’lerle birlikte iletişim ağında yaşanan gelişmelerle birlikte adil manada bilgi toplamaya karşı bir meydan okuma yaşamıştır. Ve devamında ise 1990’larda sonra bilgi toplumuna doğru ilerleyen sürecin daha yüksek sesle dinlendirilmeye başlanıldığını görüyoruz.[3]

Bilgi toplumu demek aynı zaman da gözetlenen toplum demektir.[4] 21. yüzyılın milenyum çağı olarak tanımlanmaktadır. Bu çağda insan yaşamını giderek kolaylaştıran veya basitleştiren gelişmelerin – internet, toplu taşıma araçları, koordinatlar, güvenlik kameraları , cipli kimlik kartları, telefonlar ve iletişim ağları gibi – insanların kendi içerindeki özgür alanlarının giderek daha fazla aşınmaya başladığı görülmektedir.  Bu aşınmanın altında nasıl bir neden yatmaktadır? Gözetim, uygulama bütünlüğü ve belli bir amaçla alakalı bir durumdur. Yani bir güç ilişkisinden bahsetmekteyiz. Bu ilişki de devletlerin daha doğru yönetimde olan hükümet benzeri mekanizmaların kontrol amaçlı niyetleri ile alakalı bir bakış açısı ile yapmaktadır.

11 Eylül 2001 Örneği

11 Eylül 2001 tarihinde ABD tarihinin en büyük saldırısı yaşandı. 11 Eylül 2001 sabahı Boston’dan kalkan 11 sefer sayılı Amerikan Airline’s ait uçak 08.45 ‘te Dünya Ticaret Merkezinin Kuzey Kulesine çarptı.Aradan 18 dakika sonra ikinci bir uçak yine Boston’dan kalkan 156 tane yolcu uçak Dünya  Ticaret Merkezinin güney kulesine çarptı. Üçüncü bir uçak ise Washington Dulles Havaalandan kalkan 77 sefer sayılı yolcu uçağının Pentagon binasına dalış yapmıştır. Dördüncü bir uçak ise 93 safer sayılı olup Pennsylvania eyaletinin Pittsburg kentinde düşmüştür. Gerçekleşen bu saldırılar sonrasında binlerce insan yaşamını kaybetmiştir.

Bu saldırılar hem ABD halkında hem de dünya üzerinde bir dönüşüm yaşatmıştır. Saldırılar sonrasında ABD Başkanı George W. Bush’un Ulusal Trajedi değerlendirmesinde teröristlerin yaptıkları bu eylemin demokratik inançlarına karşı işlenen bir girişim olduğuna değinerek sorumluların muhakkak cezalandırılacağının vurgusu yapılmıştır. Bunun üzerine Başkan 14 Eylül 2001 tarihinde yapılacaklarla alakalı olarak Kongreden yetki talep ettiğini görüyoruz.[5]

Terör konusunda ilk düzeleme ABD tarafından yapılmıştır: Anti-terörizm Act adlı yasa teklifinden sonra  Temsilciler Meclisi ve Senato  temsilcilerinin hızlı bir şekilde yeni bir vizyon hazırlanmıştır: Patriot Act . Sonrasında ise USA Act isminde 12 Ekim 2001 tarihinde yapılan oylama ile kabul edildi ve 26 Ekim 2001 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Vatanseverlik Yasası olarak bilinen Patriot Act  adlı yasada polise ve istihbarat servislerine terör konusunda yeni yetkiler verildiğini görüyoruz. Bu noktada yetkililer, terörist gruplarla bağlantı içinde olduğu şüphe edilen yabancıları süresiz olarak tutuklayabilir ve alıkoyabilir . Aslında bu yasanın 2004 sonunda sona ermesi gerekiyordu.

USA Act ise metne bakıldığı vakit açık bir şekilde terörist eylemleri tanımlamaz. Bu sokaktan gelen baskılara karşı cebir kullanmak maksadıyla yapılan bir gözdağıdır. Belirtildiği gibi toplumsal kontrolün yanında özel hayatında kontrol edilmesi vardı. Terör eylemlerine destek verenleri suçlu diye diye tanımlanmaktadır. Bu suçluları yargılamak amacıyla 13 Kasım 2001 yılında Başkanın tarafından özel askeri bir mahkeme kurulmasına izin verildi . Davalar gizli olabilir ve sivil yargılamaya gidilmez . Sivil avukatlar talep edilebilmesine rağmen “devlet sırrı “ikazı ile hem gazetecilerin hem de avukatın çıkması gerekmektedir. Düzenleme sonrasında kökenleri Arap, Müslüman, Güney Asyalı bin iki yüzden fazla insan tutuklanmış ve alıkonulmuştur. Bazıları serbest bırakılmalarına rağmen bazıları ise haksız yere tutuklu kalmaya devam etmiştir. Bu kişilerin hem avukat talep etme hem de itiraz etme hakkı yoktur.

Müslüman yabancıları kayıt etmek için Ulusal Güvenlik Giriş- Çıkış Kayıt Sistemi kurulmuştur. Ve bu sistem ile on bin dosya oluşturuldu .Ve Temmuz 2003 yılında hazırlanılan rapor sonrasında çoğu insanın onur kırıcı durumda kaldıkları kanıtlanmıştır. Yürütmenin güçlendirilmesi sonrasında nüfus üzerine denetim aygıtlarının kullanılmasına kadar uzandığını görmekteyiz. 20 Aralık 2001 tarihinde Office of  Homeland Security (Anavatan Güvenliği Ofisi) kuruldu. 6 Haziran 2002 yılında ise İç Güvenlik Bakanlığı kuruldu. 25 Kasım 2002 tarihinde Seneto ve Temsilciler Meclisi bu önlemleri kabul etmesi sonrasında Yeni İç Güvenlik Bakanlığı kritik alt yapıları korumayı paylaşan merkezileşme noktasın da beş feodal büronun bir araya getirildiğini görüyoruz.  Seferberlik bağlamında halkın üzerinde baskılar görülmektedir.[6]

Yönetim bir nevi seferberlik ilan edilerek halk üzerinde yapılan baskılarla hedeflenmektedir. Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği programı ile hükümet için casusluk etmeye ve her şüpheli olayı haber etmeyi teşvik etme maksatlı toplum polisi görevi yerine getirilmesi amaçlanmıştır . Ancak programında yaşanılan başarısızlık sonrasında Pentagonun şüpheli olayları bildirmek maksadıyla askeri personel ve vicdan sahibi yurttaşların bir araya getiren gizli bir ağ kuruldu. Bu programın amacı nüfus üzerine denetleme yapmak amaçlanmıştır. ABD sınırları içerisinde hava yolculuğunu kontrol etme noktasın da düzenlemelerinin yapıldığını görmekteyiz. Kontrol amaçlı olarak 2004 yılında Computer Assisted Passanger Prescreening System II (Bilgisayar Destekli Yolu Örgütlenme Sistemi II ) üzerinden yüz milyon yolcu üzerinde araştırma yapılmıştır.[7]

İnternet gözetimi  kesin olarak Patroit Act ile yasalaşmıştır. İnternet konusunda FBI tarafından “Carnivore” adında geliştirilen sistemde mahkemeden alınan özel bir izin ile internet üzerine bağlantı kurulabileceği öngörülmektedir. Bu düzlemde şüphelenilen bir kişinin internet ağına el konulabilir. Yaşanılan bu elektronik gelişme ile birlikte ABD’nin yeni önlemler aldığı görülmektedir. Bu noktada her cihaz kullanılabilir olmasında bir serbestlik vardır. Siber Güvenlik noktasında 13 Kasım 2001 yılında kabul edilen Siber Güvenlik Yasasının, Polisin mahkeme izni olmaksızın telefon dinlemesi veya elektronik takip yapmasına izin vermektedir. Ulusal Güvenliğin çıkar düzlemin de kullanıcıların kimlikleri üzerinden gözetleme yapıldığı vurgulanmaktadır. Genel mantıkta gözetleme ise terörle mücadele konusunda Savunma Bakanlığının geliştirdiği Total İnformation Amareness planının kullanıma sunulduğu görülmektedir.

Bunun devamında ise Patroit II diye adlandıracak olan İç Güvenliği Güçlendirme Yasası 2003 Adalet Bakanlığı tarafından hazırlandığı görülmüştür. Bu yasa ile birlikte hukuk askıya alınmıştır. Yürütme güçlendirmiş olup olağanüstü halin konumlandırılması manasında bir adım atılmıştır. Bunun yanında bu yasa tüm ABD ‘liler ile alakalıdır. Aynı zamanda bu yasanın iki ayaklı olduğu ifade edilmektedir: Bir yandan yurttaşların korunması öngörülürken diğer yandan ise yabancılar için hukuk askıya alınmıştır. Patroit II uygulanmamış olduğunu belirtilmiştir. Sadece yurttaş olmayanların haklarının sınırlandırması noktasında birkaç önlemin alındığı belirtilmiştir.[8]

 Obama dönemine baktığımız vakit eleştirilere maruz kalan Vatanseverlik Yasasına hiç dokunulmadığı görülmektedir. Bu tartışmalı üç maddeye bir eleştiri de bulunmayarak 26 Mayıs 2011 tarihine kadar uzattığı görülmektedir . Bu maddelerden ilk ki  Lone Woft ( Yalnız Kurt) yasasıdır. Bu yasaya göre ABD hükümetinin açık bir kanıt gerekmeksizin ABD vatandaşları haricindekileri izleme hakkına sahiptir. İkinci madde, Bussiness Record (İş kayıtları) yasasında bir soruşturma maksadıyla kişinin haberi olmaksızın kişinin maddi kayıtlarına FBI veya federal hükümet tarafından görevlendirilen kişiler tarafından kullanılabilecektir ve taraflardan zorla bilgi alınabilecektir. Üçüncü madde ise Roving Wiretaps (Gezici Telefon Dinlemesi) maddesinde elektronik kayıtlarını – telefon görüşmeleri veya internet yazışmaları dinleme ve okuma hakkını sağlamaktadır.

 2008 yılında FISA içerinde birçok değişikliğin yapıldığı görülmektedir. Bu düzlemde yetki düzleminde yetki alanlarında genişleme ve kişisel hayatı engelleyene hukuksal engeller kaldırılmıştır. Arama izni olmaksızın yapılan dinleme – gözetleme süresi 48 saatten yedi güne çıkartılmış ve 2008 öncesinde gözetleme manasında mahkeme kararı olmaksızın yapılan 72 saatlik uygulamayı dört aya çıkartılmıştır. “Terörizme karşı savaş“ a genel olarak toplum içerisinde hayata geçiren kurum FBI olmuştur. FBI mensupları Yurtseverlik Yasası öncesinde geçerli sebep sunmak kaydıyla toplu taşıma, oteller veya diğer umumi konaklama tesisleri , depolama tesisleri , araç kiralama firmaları ile sınırlı çerçevede bilgi toplamak maksadıyla mahkemeye başvurma hakkı bulunmaktaydı. Bu gelişmenin haklı gerekçe mantığında olağanüstü derecede genişletildiğini görüyoruz. Arama kayıtlarının mahkeme izni olmaksızın kullanılması yasak iken 11 Eylül sonrasında durumun değiştiği görülmüştür. Yurtseverlik Yasasının 505. Maddesinde Ulusal Güvenlik Mektubu “ (National Security Letter; NSL) içeriği ve kullanım konusunda geniş bir kapsama ulaştığı görülmektedir.

Bu yasa öncesinden NSL çıkarmak sadece FBI da bulunan üst düzey yetkililer tarafından kullanılıyorken yaşanılan genişletme sonrasında ise sahada çalışan tüm FBI ajanları, İç Güvenlik Bakanlığı, Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA), Merkezi İstihbarat Ajansı (CIA) ve Savunma Bakanlığının belli memurlarının kullanımına açılmıştır. Ve bu gözetleme faaliyetinin istismar edilen bir araç haline dönüşmüştür. Yapılan araştırmalar sonrasında 2006 yılında 50.000’den fazla NSL işleme sokulduğu tespit edilmiştir. Öyle ki FBI’ın Başkanlığına bağlı olarak çalışsan İstihbarat Gözetim Kuruluna verdiği raporları inceleyen “ Elektronik Sınır Derneği “ 2001-2008 yılları arasında ki NSL kullanımlarının 40.000 civarında hukuk ihlalinin yapıldığı görülmektedir. Öyle ki Obama hükümetinin NSL’lerin kapsamının genişletilmesi önerisini Temmuz 2011 yılında Kongreye sunulmuştur.[9]

“ Posse Comitatus “ yasasının 1807 yılındaki Ayaklanma Yasası ile birlikte yürürlüğe girmiştir. “Ayaklanma Yasasının“ Eyalet Vali’sinin talebi üzerine ABD Başkanın Ulusal Muhafızları görevlendirme yetkisini ifade eder. Bu yasa 29 Eylül 2006 tarihinde Kongre’nin 333.  ve 334.  Bölümlerinin yetki düzleminde düzenlemeye gidildiği görülmektedir. Yasanın yeni halinde ABD Başkanı herhangi bir eyalette kamu düzenin bozulması sonrasında Vali onayı olmaksızın eyaletlere asker gönderebilmektedir. Buna örnek ise 11 Ocak 2010 yılında yaşanan domuz gribi olayında yaşanmıştır. Hukuksuzluğu zedeleyen diğer bir gelişme ise 2012 Ulusal Savunma Yetkisi Yasası ile yaşanmıştır. Bu yasa ile birlikte özellikle 1021 sayılı bölüm uyarınca ABD Başkanı teröristlere yardım etme şüphesi üzerinden ülke içerisinde bulunan Amerikan vatandaşını süresiz olarak tutuklu olarak askeri gözetim altında tutabilir veya cezaevine gönderme yetkisine sahiptir.[10]

Terörizm – Güvenlik – İnsan Hakları

 Terörizm konusunda yapılan taramaya baktığımız vakit üzerinde uzlaşılan ortak bir tanımlanırken yapılmadığı görülmektedir. Kavramın etimolojik olarak literatür çalışmaları yapıldığı vakit Türkçe karşılığında “yıldırma, cana kıyma ve mali yakıp yıkma, korkutma, tedhiş gibi anlamlara gelmektedir. Ancak terörizm kona da yapılan tanımlara baktığımız vakit herhangi bir amaca ulaşmak  için kitleleri yıldırmaya yönelik şiddet kullanılması veya zorlayıcı ve şiddet içeren davranışa gibi yapılan tanımlamaları kısaca sıralamak mümkündür. Özellikle birinci dünya sonrasında Cemiyeti Akcan düzleminde Milletler Cemiyeti gibi bazı gelişmeleri yaşmaktayız.

 Bu noktada Uluslararası alanda basitçe Milletler Cemiyeti döneminde başlatıldığı görülmektedir.  Çeşitlilik düzleminde devlete karşı terörizm ve Devlet terörizm. Yapılan eylemlerin siyasi maçlı insan eylemlerin bir amaç durumunda yer aldığı görülmektedir. Tarihsel manada terörizm örneklerine yapılan geri dönüşe gidebilmemize rağmen özellikle soğuk savaşı döneminden sonra içerinde küreselleşmenin etkisi ile birlikte terörizm kavramı ile yakından tanışmaya başladık. 1990’lardan başlayarak ortaya atılan teorik söylenenlerin uluslararası boyutta etkileyecek olan pratikte yansıma 11 Eylül  ile yaşanmıştır. Bu tarz bir olayın insan haklarını kısıtlayıcı bir gelişme yarattığını belirtmek gerekir.[11]

Güvenlik denildiği vakit Ulusal Güvenlik aklımıza gelmektedir. Tarihsel olarak güvenliğin gelişimine baktığımız vakit özellikle devlet denilen mekanizmanın 300-400 yıllık tarihi içerinden günümüze kadar Ulusal etki üzerinden gelişme göstermiştir. Ancak küreselleşmenin etki sonrasında güvenlik noktasında parametresel bakış açısında yaşanan çeşitliliğin güvenliğin özele indirgeme yani insana doğru indiğini görüyoruz. İnsani güvenlik noktasında çeşitli sıkıntıların – gıda, çevre gibi – ortaya çıkmasının yanında terörizm mantığının yaşanılan sorunun içerine dahil edilebileceği vurgulanmıştır.  Bunun neticesinden İkinci Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler yapısı içerisinde 1948 yılında ilan edilen ve 1949 yılında kanul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi maddelerinin zedelendiği görülmektedir. Terörizm de bu zedeleme üzerinden beslenmektedir.

Ancak insanların yaşamsal haklarını savunmakla görevli olan devlet denilen mekanizmanın 11 Eylül 2001 sonrasında terörizme karşı savaş adı altında milli güvenlik kavramında insanlar üzerinde tasarruflar gerçekleştirmeye devam etmektedir. Örneğin, dört yıllık periyotlar halinde yürürlükte kalabilen PATROİT Act yasası 21 Temmuz 2005 yılında kabul edildiğinde 16 maddenin 14’ünün yürürlükte kaldığını  görüyoruz . Bu yasa ile özgülükler ülkesi olarak tasvir edilen ABD ‘de kişi özgülüklerinin yasal düzenleme ile daimi kılındığı görülmektedir. Bunun yanında özel yaşama müdahale edilmesinin meşrulaştırılması ve ifade hürriyetinin sınırlandırılması sürekli bir hal almıştır.[12]

SONUÇ

Devletlerin sınırları içerinde yaşayan her insanın sahibi olduğu kimlik numaraları vardır. Bu numaralar üzerinden devlet denilen yapı insanlar üzerinden bir kontrol sağlamaya çalışır . Ancak devletin , insanları kontrol etmesi noktasında bu kimlik numaraları yetmez. Özellikle 1960’larla birlikte teknolojik olarak yaşanılan atılımlar ve devamında 1980’lerde , 1990’lar ve 21.yüzyıl da gerçekleştirilen atılımların insan yaşamlarını koruma manasında katkı sunmasına rağmen tam tersine onların özel hayatlarının suiistimal edilmesini de sebebiyet vermiştir. Devletleri yöneten hükümet tarzı yönetimlerin insanları kontrol etmek maksadıyla onlara karşı eylemlerini bir algı üzerinden yapmak için çeşitli yol ve yöntemler bulmaya çalışır. Bu yollar bazen gizlice bir izleme ile yapılırken bazen de bir olay sonrasında düzeni sağlama bahanesi üzerinden insanların mahremiyetlerini sözde hukuksal zeminden ve de inşaların hayatlarını koruyoruz bahanesi üzerinden yapmaya çalışırlar. 11 Eylül 2001 tarihinde ABD ‘ye yapılan terör saldırısı buna bir örnektir.

11 Eylül 2001 saldırısı yaşandıktan sonra dönemim ABD Başkanı olan George W. Bush’un yaptığı açıklama da yapılan terör saldırışı demokrasiye karşı geliştirilen bir eylem olduğundan bahsetmiştir. Bu saldırıları gerçekleştirenlere sert cevaplar verileceğine dair ifadeler vardır. Öncelikle Başkan kısa süre sonra Kongreden yetki istediği görülmüştür. Ve sonrasında yapılan düzenlemelere kısaca değinmek gerekir.

  • Vatanseverlik Yasası olarak bilinen PARTOİT ACT oluşturuldu. Bu yasa ile Polis ve İstihbarat Servislerine yeni yetkiler verilmiştir. Şüphelileri süresiz tutuklama ve alıkoyma yetkisi verildi.
  • Suçluları yargılamak adına 13 Kasım 2001 yılında Mahkeme oluşturuldu.  Arap , Müslüman , Güney Asyalı bin iki yüzden fazla insan tutuklanmış ve alıkonulmuştur. Bazıları serbest bırakılmalarına rağmen bazıları ise haksız yere tutuklu kalmaya devam etmiştir.
  • Müslüman yabancıları kayıt etmek için Ulusal Güvenlik Giriş- Çıkış Kayıt Sistemi kurulmuştur. Ve bu sistem ile on bin dosya oluşturuldu .Ve Temmuz 2003 yılında hazırlanılan rapor sonrasında çoğu insanın onur kırıcı durumda kaldıkları kanıtlanmıştır.
  • Yürütmenin güçlendirilmesi sonrasında nüfus üzerine denetim aygıtlarının kullanılmasına kadar uzandığını görmekteyiz. 20 Aralık 2001 tarihinde Office of Homeland Security (Anavatan Güvenliği Ofisi) kuruldu. 6 Haziran 2002 yılında ise İç Güvenlik Bakanlığı kuruldu.
  • Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği programı ile hükümet için casusluk etmeye ve her şüpheli olayı haber etmeyi teşvik etme maksatlı toplum polisi görevi yerine getirilmesi amaçlanmıştır..
  • Kontrol amaçlı olarak 2004 yılında Computer Assisted Passanger Prescreening System II (Bilgisayar Destekli Yolu Örgütlenme Sistemi II) üzerinden yüz milyon yolcu üzerinde araştırma yapılmıştır.
  • İnternet gözetimi kesin olarak Patroit Act ile yasalaşmıştır. İnternet konusunda FBI tarafından “ Carnivore” adında geliştirilen sistemde mahkemeden alınan özel bir izin ile internet üzerine bağlantı kurulabileceği öngörülmektedir.
  • Siber Güvenlik noktasında 13 Kasım 2001 yılında kabul edilen Siber Güvenlik Yasasının , Polisin mahkeme izni olmaksızın telefon dinlemesi veya elektronik takip yapmasına izin vermektedir. Ulusal Güvenliğin çıkar düzleminde kullanıcıların kimlikleri üzerinden gözetleme yapıldığı vurgulanmaktadır.
  • Genel mantıkta gözetleme ise terörle mücadele konusunda Savunma Bakanlığının geliştirdiği Total İnformation Amareness planının kullanıma sunulduğu görülmektedir. Bunun devamında ise Patroit II diye adlandıracak olan “İç Güvenliği Güçlendirme Yasası 2003” Adalet Bakanlığı tarafından hazırlandığı görülmüştür. ABD‘liler ile alakalıdır. Aynı zamanda bu yasanın iki ayaklı olduğu ifade edilmektedir : Bir yandan yurttaşların korunması öngörülürken diğer yandan ise yabancılar için hukuk askıya alınmıştır. Patroit II uygulanmamış olduğunu belirtilmiştir. Sadece yurttaş olmayanların haklarının sınırlandırması noktasında birkaç önlemin alındığı belirtilmiştir.
  • Obama dönemine baktığımız vakit eleştirilere maruz kalan Vatanseverlik Yasasına hiç dokunulmadığı görülmektedir. Lone Woft (Yalnız Kurt) yasası, Bussiness Record (İş kayıtları) yasası ve Roving Wiretaps (Gezici Telefon Dinlemesi) maddelerinin aynen kaldığı görülmektedir.
  • Arama izni olmaksızın yapılan dinleme – gözetleme süresi 48 saatten yedi güne çıkartılmış ve 2008 öncesinde gözetleme manasında mahkeme kararı olmaksızın yapılan 72 saatlik uygulamayı dört aya çıkartılmıştır . “Terörizme karşı savaş “ a genel olarak toplum içerisinde hayata geçiren kurum FBI olmuştur.
  • Ulusal Güvenlik Mektubu “ (National Security Letter; NSL) içeriği ve kullanım konusunda geniş bir kapsama ulaştığı görülmektedir. Bu yasa öncesinden NSL çıkarmak sadece FBI da bulunan üst düzey yetkililer tarafından kullanılıyorken yaşanılan genişletme sonrasında ise sahada çalışan tüm FBI ajanları , İç Güvenlik Bakanlığı , Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) , Merkezi İstihbarat Ajansı (CIA) ve Savunma Bakanlığının belli memurlarının kullanımına açılmıştır. Ve bu gözetleme faaliyetinin istismar edilen bir araç haline dönüşmüştür. Yapılan araştırmalar sonrasında 2006 yılında 50.000’den fazla NSL işleme sokulduğu tespit edilmiştir.  2001-2008 yılları arasında ki NSL kullanımlarının 40.000 civarında hukuk ihlalinin yapıldığı görülmektedir. Öyle ki Obama hükümetinin NSL’lerin kapsamının genişletilmesi önerisini Temmuz 2011 yılında Kongreye sunulmuştur.
  • “Ayaklanma Yasasının “ Eyalet Vali’sinin talebi üzerine ABD Başkanın Ulusal Muhafızları görevlendirme yetkisini ifade eder. Bu yasa 29 Eylül 2006 tarihinde de ABD Başkanı herhangi bir eyalette kamu düzenin bozulması sonrasında Vali onayı olmaksızın eyaletlere asker gönderebilmektedir.
  • Hukuksuzluğu zedeleyen diğer bir gelişme ise 2012 Ulusal Savunma Yetkisi Yasası ile yaşanmıştır. Amerikan vatandaşını süresiz olarak tutuklu olarak askeri gözetim altında tutabilir veya cezaevine gönderme yetkisine sahiptir.

Yukarıda 11 Eylül 2001 saldırısı sonrasında Amerika Birleşik Devletlerinde İç Güvenlik manasında yaşanan gelişmeler yer almaktadır. Bu gelişmelere baktığımız vakit yönetim seferberlik mantığı üzerinden insanlar üzerinde baskı gerçekleştirmiştir . Öyle bu olay temelli baskı mantığı ile kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde yer alan bazı hükümleri çiğnediği görülmektedir.[13] Yani ABD örneğinde olduğu gibi devlet sınırları içerindeki halkı kontrol etmeye çalışır. Bunun için kimlik numaralarından tut bütün teknolojik imkanları kullanarak gerçekleştirir.

SERDAR ÇUKUR

ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ

ULUSLARARASI İLİŞKİLER A.B.D ( MASTER)

KAYNAKÇA:

  1. David Lyon (2013 ) ,” Gözetim Çalışmaları- Genel Bir Bakış ” , 1. Baskı , Çeviren : Toprak , Ali , İstanbul : Kalkedon Yayıncılık , ss ,30-32.
  2. David Lyon (2006) ,” Gözetlenen Toplum “ , 1. Baskı , Çeviren : Soykan , Gözde , İstanbul : Kalkedon Yayıncılık ,ss ,258-262 .
  3. David Lyon , 2006 ,ss ,262-284.
  4. David Lyon , 2006 ,s, 60.
  5. Enver Bozkurt ve Selim Kanat( 2007 ), “ ULUSLARARASI TOPLUMUN PARADOKSU : TERÖRİZM , İNSAN HAKLARI , GÜVENLİK VE 11 EYLÜL SONRASI MEYDANA GELEN DEĞİŞİKLİKLER “, 1. Baskı , Ankara : Asil Yayın Dağıtım ,ss, 141-143.
  6. Jean – Claude Paye (2009) , “ Hukuk Devletinin Sonu” , 1. Baskı , Çeviren : Lüküslü , G. Demet , Ankara : İmge Kitabevi ,ss, 23- 27.
  7. Jean – Claude Paye (2009) , “ Hukuk Devletinin Sonu” , 1. Baskı , Çeviren : Lüküslü , G. Demet , Ankara : İmge Kitabevi , ss ,29-31.
  8. Jean – Claude Paye , 2009, ss, 32-62.
  9. Oyan Altuntaş , Ekin ( 2012 ) ,” KAPİTALİZMİN DOĞAL BİR EVRESİ TOTALİTER –POLİS DEVLETİNİN YÜKSELİŞİ VE ABD ÖRNEĞİ “ , Cilt 9 ,Sayı 35 , ss , 40-45 , http://www.academia.edu/2378277/U%C4%B0_Dergisi_35._Say%C4%B1_-_%C4%B0%C3%A7erik .
  10. Ekin Oyan Altundaş , 2012 ,ss , 46-53 .
  11. Enver Bozkurt ve Selim Kanat , 2007 ,  ss ,7-58.
  12. Enver Bozkurt ve Selim Kanat , 2007 , ss,58-170.
  13. https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/pdf01/203-208.pdf

TUİÇ Celal Bayar Üniversitesi Temsilcileri İlk Toplantısını Gerçekleştirdi!

 TUİÇ’i Manisa’da ve Celal Bayar Üniversitesi’nde temsil etmenin sevinci ve gururu içerisinde, akademik çalışmalarımıza büyük desteği olacağına inandığımız toplantılarımızın ilkini okulumuzda gerçekleştirmiş bulunuyoruz.
Üniversitemiz bünyesindeki Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü öğrencileriyle gerçekleştirdiğimiz toplantımızda, derneğimizin tanıtımını yaptıktan ve bir araya gelme gayemiz olan hedeflerimizi, planlarımızı ve gelecek toplantılarımızın genel hatlarını belirledikten sonra bu hafta için seçtiğimiz “Terör Örgütlerinin Güçlenmesindeki Etkenler” başlıklı konu hakkında Burak Erkuş’un yaptığı sunum ile devam ettik. Akabinde de, bizlere destek olmak için yanımızda bulunan Doç. Dr. Buğra Özer, ve Öğr. Görevlisi Bilgehan Emeklier ile birlikte IRA, PKK, DAEŞ, TAK gibi terör örgütleri üzerine konuşmalar gerçekleştirdik.
Her konudaki teorik bilginin pratiğe dökülmeden anlam kazanamayacağını düşünen bizler, akademik çalışmalarımızın, yönlendirme ve yol gösterici görevlerimizin yanında güncel olayları düşünme, analiz etme ve çıkarımlarda bulunma amacıyla toplantılarımızda gündem maddesi olarak işledik. Bu konuda, üniversitemizde bizlere daima yol gösterici olan hocalarımızın da yardımıyla farklı yeteneklerimizi ve bilgimizi geliştireceğimizin inancındayız.
Derneğimiz ve okulumuz arasında bir köprü görevi görmekten, bu işbirliğinin meyveleri olacak ortak faaliyetlerin gerçekleştirenler olmaktan ve TUİÇ çatısı altında bulunmaktan mutluluk duyduğumuzu ifade eder, bizleri bu konuda yalnız bırakmayan tüm çalışma arkadaşlarımıza başarılar dileriz.
Enes Erdem Yerinde
Manisa Celal Bayar Üniversitesi Temsilcisi

TUİÇ Biga Söyleşileri: “Çin’in Küresel Sisteme Bakışı ve ABD ile İlişkileri”

0

Uluslararası İlişkiler Çalışmaları Derneği – TUİÇ Biga Ekibi çalışmalarına son hızı ile devam ediyor.

Ekibimiz, TUİÇ Çanakkale Onsekiz Mart Üniversite Temsilcileri bünyesinde bulunan Esra Yılmaz, Samet Ersan, Şeyda Öcal, Abdullah Aksoy, Merziye Gök, Sefa Saygın, Hilal Şenel, Yusuf Akkuş, Günay Yalçın, Dilek Yapar, Makbule Yılmaz, Kübra Doğruyol, Hakan Yahya Okay, Aygül Aktaş, Melih Şah Sakallı, Semih Erol, Arzu Akgül,  ve Mehmet Nizam isimli kişilerden oluşmaktadır.

TUİÇ Biga Söyleşilerinin amacı; ulusal ve uluslararası gündem, edebiyat, sanat üzerine söyleşilerin gerçekleşebileceği ve geleceğin emanetçisi olan biz gençlerin, büyüklerimizin bilgi birikiminden ve tecrübelerinden yararlanabileceği okul ortamından uzak sıcak bir ortam oluşturmaktır.

TUİÇ Biga Söyleşileri: “ Çin’in Küresel Sisteme Bakışı ve ABD ile İlişkileri”

TUİÇ Biga Söyleşileri

22 Aralık 2016 Perşembe günü saat 10.00 – 12.00 arası değerli hocamız Yrd. Doç. Dr. Cemre Pekcan ile birlikte ÇOMÜ – Biga İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde  ”Çin’in Küresel Sisteme Bakışı ve ABD ile İlişkileri” başlıklı söyleşimizi gerçekleştirdik.

TUİÇ Biga Söyleşileri: “Yeni Azınlık’ Kavramı Işığında Avrupa’nın Göçmen Sorunu”

T

26 Aralık 2016 Pazartesi günü saat 13.00 – 15.00 arası değerli hocamız Araştırma Görevlisi Dr. Nihal Eminoğlu ile birlikte ÇOMÜ – Biga İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde “ ‘Yeni Azınlık’ Kavramı Işığında Avrupa’nın Göçmen Sorunu” başlıklı söyleşimizi gerçekleştirdik.

Kıymetli hocalarımıza ve arkadaşlarımıza katılımlarından dolayı teşekkür ederiz.

Samet ERSAN
TUİÇ Organizasyon Koordinatörü
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversite TUİÇ Temsilcisi

TUİÇ Biga Söyleşileri: “FETÖ Yapılanması ve Türkiye”

TUİÇ Biga Söyleşileri: “ 3 Söyleşi Haberi ”

Uluslararası İlişkiler Çalışmaları Derneği – TUİÇ Biga Ekibi çalışmalarına son hızı ile devam ediyor!

Ekibimiz, TUİÇ Çanakkale Onsekiz Mart Üniversite Temsilcileri bünyesinde bulunan Esra Yılmaz, Samet Ersan, Şeyda Öcal, Abdullah Aksoy, Merziye Gök, Sefa Saygın, Hilal Şenel, Yusuf Akkuş, Günay Yalçın, Dilek Yapar, Makbule Yılmaz, Kübra Doğruyol, Hakan Yahya Okay, Aygül Aktaş, Melih Şah Sakallı, Semih Erol ve Mehmet Nizam isimli kişilerden oluşmaktadır.

TUİÇ Biga Söyleşilerinin amacı; ulusal ve uluslararası gündem, edebiyat, sanat üzerine söyleşilerin gerçekleşebileceği ve geleceğin emanetçisi olan biz gençlerin, büyüklerimizin bilgi birikiminden ve tecrübelerinden yararlanabileceği okul ortamından uzak sıcak bir ortam oluşturmaktır.

TUİÇ Biga Söyleşileri: “ FETÖ Yapılanması ve Türkiye ”

TUİÇ Biga Ekibi olarak, “TUİÇ Biga Söyleşileri” adlı söyleşimizi geçtiğimiz hafta 9 Aralık Cuma günü 21.00-23.00 saatleri arası Biga Halim Bey Konağında değerli hocamız Prof. Dr. Mehmet Bülent Uludağ’ın katılımıyla “FETÖ Yapılanması ve Türkiye”  başlığı altında gerçekleştirdik.

Söyleşimizde geçtiğimiz hafta, “FETÖ yıllardır devlet kurumlarında nasıl yayıldı, 15 Temmuz darbe girişiminde Amerika’nın etkisi var mıydı? Cemaatlerin Türkiye’de etkileri nelerdir ve nasıl güçlendiler? gibi sorulara 28 kişinin katılımıyla cevap arandı.

Katılımlarından dolayı bizlere zaman ayıran başta kıymetli hocalarımız Prof. Dr. Mehmet Bülent Uludağ’a, değerli büyüğümüz Rafet Bayram Elkasoviç’e ve diğer öğrenci arkadaşlarımıza teşekkür ederiz.

TUİÇ Biga Söyleşileri: “ İsrail Siyasetinin Genel Hatları ”

Bu hafta 14 Aralık Çarşamba günü Biga İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde değerli hocamız Ceyhun Çiçekçi’nin anlatımıyla “İsrail Siyasetinin Genel Hatları”  konusunu ele aldık. Ortadoğu ekseninde ve güncel konularla bağlantılı olarak ele aldığımız İsrail siyasetinin dış politikasını oluştururken baz aldığı temel değerleri psikolojik ve sosyolojik arka planıyla beraber değerlendirirken birçok soruya da cevap aramış olduk.

Oturumumuzu katılımlarıyla şereflendiren Muhammet Fatih Özkan, Nihal Eminoğlu, Murat Çağrı Tuna, Nilüfer Baytok hocalarımıza, Murat Gülcen Abimize ve diğer öğrenci arkadaşlarımıza katılımlarından dolayı teşekkür ederiz.

TUİÇ Biga Söyleşileri: “ Çin’in Küresel Sisteme Bakışı ve ABD ile İlişkileri”

22 Aralık 2016 Perşembe günü değerli hocamız Cemre Pekcan ile birlikte Biga İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde  ”Çin’in Küresel Sisteme Bakışı ve ABD ile İlişkileri” başlıklı eğitimimizi gerçekleştireceğiz.

Katılmak isteyen arkadaşlar bizimle irtibat kurabilirler.

Esra YILMAZ
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi TUİÇ Temsilcisi

 

Immanuel Kant’ın Etik Felsefesi Kısa Bir Bakış

Immanuel Kant

1724-1804 yılları arasında Könisberg’de yaşayan Aydınlanma Çağı filozoflarından Immanuel Kant bilim ve felsefe dünyasında eleştirel felsefenin ilk temsilcilerinden kabul edilir. İlk çalışmaları fizik ve gökbilimi üzerine olmuştur. 1770 yılında çalıştığı üniversitede mantık ve metafizik kürsüsüne atanır. Bu tarihten sonra eleştirel felsefesini oluşturmaya başlamıştır.[1] Son çalışmalarını ilerleyen yaşı ve düşünsel zayıflıkları oluşması nedeniyle zorlukla yayınlayabilmiştir. 1804 yılında hayata veda eden Kant’ın son yapıtlarının dönemine ve ardıllarına önemli etkileri oluşturmuştur.[2]

Bilgi Felsefesi

Bilim tartışmaları ilk başladığı zaman ortaya bazı sorunlar çıkmıştır: duyularla açık bir şekilde algılanabilen nesneler ve bu nesnelerle ilgili olan kavramlar arasında nasıl bir bağ vardır? Nesneler ve kavramlar arasında bir denklik veya uygunluk mu söz konusu yoksa kavramlar bazı özelliklerini bilebildiğimiz nesnelere verdiğimiz isimler midir? Bu sorulara farklı ideolojilerden farklı cevaplar gelmiştir. Realizm nesneleri olduğu gibi bilebileceğimizi ve nesnelerin kavramlara denk olduğunu savunurken, nesneleri bilmede önceliği akıl ve onun yoluyla bulunan kavramlara veren rasyonalizm ile bütünleşmiştir. Diğer bir görüş ise nesneleri duyularımızdan bağımsız bilemeyeceğimiz görüşünde olan sensüalizm (duyumculuk)dir ve bilgi konusunda önceliği duyulara verdiğinde ampirizm halini almıştır. Yeniçağla birlikte bilgi kuramı tartışmalarına bakıldığında ise rasyonalizm ve ampirizm tartışmaları izlenmektedir.[3]

Kant’a göre bilginin ve deneyimin tek verisi duyusal dünyayla oluşturulur ve bilgi duyusal veri ve olgularla olanaklı hale gelir.[4] Kant nesnelere göre değil nesnelerin bilgimize göre biçimlendiğini söyler. Yani bizde duyarlık formları, anlık ve akıl kategorileri vardır ve biz nesneleri bunların süzgecinden geçmiş halleriyle biliriz.[5]

Kant’ın nesne anlayışında duyusal olarak elde edilen veriler akıl ile bağdaşmasıyla bir kurgu oluşturulur. Ancak bu kurguda gerçek olmayan bir yapaylık söz konusu değildir. Bu kurgu nesnenin duyusal ve akılla nasıl algılandığıdır.[6]

Kant deneyimlerden ayrı olarak zorunlu ve evrensel nitelikte bir bilginin olup olamayacağı konusu üzerine düşünür. Bu noktada Kant’a göre deneyimlerimizin kendisinde dahi temeli olabilecek, deneyden ve deneyimlemeden önce ve bağımsız olarak gelen bir bilgi vardır. A priori –önsel- olarak anılan bu bilgi deneyimden aposteriori –sonradan- olarak kaynaklanan bilgiden farklı kılınır. Kısaca Kant bazı bilgileri deneyimlemeden akıl yoluyla bilebileceğimizi ifade eder.[7]

A priori bilgiler deneysel ya da gözlemsel hiçbir yöntemle bütünleşmediklerinde arı olarak adlandırılırlar. A priori bilgiden söz edilirken salt bilgi ifade edilmektedir.[8] Kant deneysel bilgi ve algısal yargılar arasında sentetik bir birlik olduğunu açıklar. Sentetik birlikle ifade ettiği durum bilgilerin kendiliğinden birlik oluşturmadığı, zorunlu olarak ama yine birlik haline geldiklerini söyler.[9] Sentetik birlik insanın kendi kurgusudur. Bunun doğrultusunda dünya insan için bir birlik kurmadığından insan bazen yanılabilir ve bu yanılmalarından da bir şeyler öğrenebilirler. Kant’ın sentetik birlik düşüncesi insanın yanılabileceğini ortaya koymaktadır.[10]

Etik Felsefesi

Etik tarihinin başından Yeniçağda Kant’a gelene kadar bu konuya dair yapılan incelemelerin problemi “en yüksek iyi” olarak tanımlanması olmuştur. Genel olarak en yüksek iyiyi tanımlamada “mutluluk” ortaya atılmıştır. Mutluluk için ise bedensel haz, bireysel-toplumsal fayda, doğa ile uyum gibi farklı tanımlamalar yapılmıştır.[11]

Tarih boyunca pratik akıl (yapıp etme aklı) daha çok insanı mutluluğa götüren anlamlarla yenilenmiştir. Kant’ın çağında da akıl mutluluğa ulaşmada anlamlanıyordu. Tüm insanlar ve toplumlar kendi rahatlıklarını, mutluluklarını ve yararlarını düşünüp, bunlara ulaşmayı isterler ve ancak akıl sahibi olanlar bu hedefte üstün görülürler. Kant işte buna karşı çıkmıştır.[12] Kant bu noktada henüz üzerinde bir uzlaşma sağlanabilecek, adı “mutluluk” olan “en yüksek iyi” olmadığını belirtir. Bu sebeple etik, bu zeminde değil başka bir zeminde aranmalıdır. Kant bu doğrultuda etiğin a priori temelleri olabileceğini düşünür. Bilgi kuramında olduğu gibi etiğin de a priori olması demek herkes için geçerli bir yasanın var olmasıdır. Yalnızca bu durumda genelgeçer bir yasayla etik tek ve evrensel olabilirdi.[13]

Ortaya bu evrensel ahlak yasasının nasıl bir yasa olacağı sorusu çıkar. Kant’ın bu genelgeçer ahlak yasası; her zaman özgür olarak erek koyma ve özgür olarak bunları izleyebilme yetisine sahip olmakla nitelendirdiği insanlıkla gerçekleştirilebilir. Özgür insan hem kendisini ona göre yönlendirebileceği bireysel ilke hem de evrensel şekilde başkalarının da isteyebileceği ve ona göre yönlenebileceği bir genel ilke oluşturabilir. Bu durumda insan kendi iradesiyle kendisine yasalar koymuş olur.[14]

Kant eylemlerin ahlaki değerlerinin yargılanmasında insanların kullanabileceği bir kavram aramaktadır. Bulduğu kavram ise “iyi istenç(irade)” olmuştur. Ancak iyi istenç denildiğinde yalnızca iyiyi istemek anlaşılmamalıdır; iyi istenç otonom olarak belirlenen ve insanın özgür olma durumu göz ardı edilmeden kendi koyduğu yasayı benimseyip uygulamasıyla onu ahlaksal iyiye de ulaştırmış olur. Kant’a göre iyinin iki ana türü vardır. İlki bir şey başka bir şeyi hedefe ulaşmada yararlı olarak etkiler; burada o şeyin değeri kendinde değil yararlı olmasındadır. İkincisi ise değeri iyiliği kendinde olandır; bu ise iyi istenç olarak açıklanır Kant iyi istenç kavramıyla genel ahlak yasasını çözümler.[15]

Kant evrensel ahlak yasalarına uygun hareket etmeyi öğrenen ve bilen istenci; iyi istenç olarak açıklar. Bu bağlamda Kant’a göre iyi istenç dışında koşulsuz bir şey yoktur.[16]Bu koşulsuz yasalar tam olarak nedir sorusu karşımıza çıktığında Kant’ın bu konudaki üç formülasyonu görürüz: ilk olarak bu yasalar öyle bir ilkeye –kişi tarafından eylem ve gerçekleşme koşullarının nasıl göründüğüne; maksime- dayanmalı ki evrensel olabilsin.[17]

Ancak Kant bunun “sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapmama” kuralıyla karıştırılmamasını ister. Bu durumu açıklamak için ise dört örnek sunar.

  1. Kişinin kendisine karşı olan eksiksiz ödevini belirtir. Buna göre intihar eden bir kişinin bu eyleminin ahlaki açıdan doğru bir karar verip vermediği bu eylemin evrenselleşebilir olmasıyla ifade edilir. Bu durumda koşulsuz buyruğa göre bu eylem ahlakı açıdan yanlış kabul edilecektir.
  2. Başkalarına karşı eksiksiz ödevi açıklar. Örneğin başkalarına yalan yere söz vermek maksim olarak evrenselleştirilmesi mantıksal alanda yer bulamaz.
  3. Kişinin kendisine karşı olan eksik ödev açıklamasında kişinin beceri ve eğilimlerini geliştirmesini örnek verir. Kant’a göre doğanın verdiği yetenekleri kişiler geliştirmelidir. Ancak Kant bunu olduğu gibi kabul etmiş; herhangi bir açıklamaya dayandırmamıştır.
  4. Başkalarına karşı eksik ödevi açıklarken ise yardımseverlik-yardımlaşma örneğini verir. Buna göre yardıma muhtaç insanlara yardım edebilir durumdayken yardım etmeyen biri durumu tersine döndüğünde yardım isteyecektir. Bu durumdaki tutarsızlık eylemi ahlaki açıdan yanlış kılar. Ancak Kant kişinin durumu değiştiğinde neden yardım isteyeceğini açıklamamıştır.[18]

İkinci formülasyon ise insanlık kendi kişiliğinde ya da başkasının kişiliğinde yalnızca araç değil aynı zamanda amaç da olsun.[19] Kant ilk formülasyondaki örnekleriyle ikinci formülasyonda da açıklama yapmıştır.

  1. İntihar örneğini ele alırsak; insanın kendisini kötü bir durumdan kurtarmak amacıyla öldürmeyi dahi ona araçsal bir anlam yükler ve insan kendi kişiliğinde bile insan öldüremez. İnsanlık için böyle bir amaç olamayacağından da yanlıştır.
  2. Yalan yere söz verme örneğinde ise kişi başkasını araç olarak görüp ona yalan yere söz veriyorsa yine insanlığa dair bir amaç söz konusu olmadığından yanlıştır.
  3. Yetenek ve eğilimlerini geliştirme örneğine bakılırsa; kişinin kendisini geliştirmemesi doğanın amacına ters düşmektedir. Kendi gelişimi diğer kişilere de yararlı olabilecekken bunun önüne geçiyorsa insanlık amacından yine söz edilemeyecektir. 4)Yardımseverlik-yardımlaşma örneğine gelindiğinde ise; yardım etmek karşı tarafı mutlu edecek bir durumdur. Ancak bunu geçekleştirememek ise doğal eğilimlerden uzak durarak insanlara araç olarak davranılmıştır. Bu durum insanlığın yararına olmayacak bir durumdur.[20]

Kant üçüncü formülasyonu eylemin dayandığı ilke kendi istenciyle oluşan bir doğa yasası olabilsin şeklinde açıklanır.[21] Başka bir deyişle her rasyonel varlığın istenci kendisini genel yasa koyan bir istenç olarak sunar. Buradaki diğer formülasyonlardan temel fark rasyonel varlığın kendisinin de yasa koyucu olduğunu düşünmesidir. Burada daha önce bahsettiğimiz otonomi devreye girecektir. Yasaların kendi bilinciyle oluştuğunu düşünen rasyonel varlık bu yasalara içten ve gönüllü olarak uyum sağlar.[22] Kant’ın etik anlayışında “doğru eylem” istenç ve akılla -özgürce- ortaya konan bir ödevin gerekliliklerinin yerine getirilmesidir. Kant için etik ise doğru eylemin ne olduğunu yanıtlama çalışmasıdır.[23]

Kant’a Yönelik Eleştiriler

Kant etiği, etik tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Sonrasında da kant felsefesiyle tartışmalar sürdürülmüştür. Kant’ın bu anlayışı önemli eleştiriler de almıştır. Özellikle özgürlük tanımlamasında insanın haz, arzu, zevk vb. dünyasına yer vermeyişi bu tanımlamanın katı ve sert olarak eleştirilmesine neden olmuştur. Kant’ın ahlak yasasının yapısının tarihsel süreçten kopuk olduğu ise farklı bir eleştiri noktasıdır. Her tarihsel dönemde birbirlerinden farklı ve birbirleriyle çatışan ahlak ilkelerinin olabileceği noktada eksik kalacağı eleştirisi yapılmıştır.[24]

Yapılan eleştirilerin haklı yönleri olsa da Kant etiğinin, dönemini ve döneminden sonrasını derinden etkilediği ve etik tartışmalarında bir dönüm noktası olduğu yadsınamaz bir gerçektir.

[1] Bekir S. Gür, “Kant ve Matematik Felsefesi Üzerine”, Matematik Dünyası, No:1, 2006, s.1.

[2]Heinz Heimsoeth, Kant’ın Felsefesi, Takiyettin Mengüşoğlu(çev.), Doğu Batı Yayınları, Ankara 2012, s.21.

[3] Doğan Özlem, Kant Üstüne Yazılar,Notos Kitap Yayınevi, İstanbul 2015, s.10.

[4] Ali Taşkın, “ImmanuelKant’da Bilginin Kaynağı Problemi”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:6 Sayı:1, 2002, s.281.

[5] Doğan Özlem, a.g.e. s.13.

[6] Doğan Özlem, a.g.e., s.16.

[7] Ali Taşkın, a.g.m., s.284-285.

[8]Immanuel Kant, Arı Usun Eleştirisi, Aziz Yardımlı(çev.), İdea Yayınevi, İstanbul 2010, s.32-33.

[9]Nebil Reyhani, “Kant’ta Sentetik Bilgi Fikri”, Cogito Üç Aylık Düşünce Dergisi, Sonsuzluğun Sınırında: Immanuel Kant(Özel Sayı), Sayı:41-42, Yapı Kredi Yayınları, Kış 2005, s.99-100.

[10]Nebil Reyhani, a.g.m., s.102-103.

[11] Doğan Özlem, a.g.e., s.20.

[12]HeinzHeimsoeth, a.g.e., s.89.

[13] Doğan Özlem, a.g.e., s.20.

[14] Doğan Özlem, a.g.e., s.20; Paul Guyer, “Kant’ın Ödevler Sistemi”,Cogito Üç Aylık Düşünce Dergisi, Sonsuzluğun Sınırında: Immanuel Kant(Özel Sayı), Sayı:41-42, Yapı Kredi Yayınları, Kış 2005, s.296.

[15] Doğan Özlem, a.g.e.,s.22-23; Bedia Akarsu, Ahlak öğretileri I-II, Remzi Kitabevi, İstanbul 1982, s.208.

[16] Bünyamin Bezci, Kant ve Hegel’in Felsefesinde Etik Anlayışı”, Selçuk Üniversitesi İİBF Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, Cilt:5, Sayı:9, 2005, s.54.

[17] Doğan Özlem, a.g.e., s.24; Özge Özaydın, “İçimdeki Ahlak Yasası: Kant’ın Ahlak Kuramı Üzerine Eleştirel Bir İnceleme”, İstanbul Üniversitesi Felsefe Arkivi Dergisi, Sayı:34, 2011, s.101.

[18] Paul Guyer, a.g.m., s.296; Özge Özaydın, a.g.e., s.103-104.

[19] Bedia Akarsu, a.g.e., s.225; Özge Özaydın, a.g.m., s.104.

[20]Bedia Akarsu, a.g.e., s.225-226; Özge Özaydın, a.g.m., s.105-106.

[21] Doğan Özlem, a.g.e., s.24.

[22] Bedia Akarsu, a.g.e.,s.227.

[23] Doğan Özlem, a.g.e., s.25.

[24] Doğan Özlem, a.g.e., s.27.