Home Blog Page 22

Çeviri: Gelecek, Ukrayna’nın Elinde: Demokrasi ve Nihilizm Arasındaki Savaş

Bu yazı, Timothy Snyder’in ‘Foreign Affairs’ için kaleme almış olduğu “Ukraine Holds the Future: The War Between Democracy and Nihilism” başlıklı görüş yazısından çevrilmiştir. Yazının aslına aşağıdaki bağlantıdan erişebilirsiniz.

Ukraine Holds the Future: The War Between Democracy and Nihilism

 

Rusya, yaş alan bir tiranlık rejimi olarak, kendisine karşı koyan bir demokrasi olan Ukrayna’nın yıkımını amaçlıyor. Bir Ukrayna zaferi, özerklik ilkesini tasdik ederek Avrupa entegrasyonunun ilerlemesine yol açacak ve iyi niyetli kişileri geri kalan küresel sorunlar karşısında tekrardan harekete geçirecektir. Diğer taraftan, bir Rus zaferi, Ukrayna’da soykırımcı politikaları yayarak, Avrupalıları kendisine bağımlı hale getirecek ve Avrupa Birliği odaklı bir jeopolitik vizyonu hükümsüz kılacaktır. Rusya’nın Karadeniz’deki hukuka aykırı ablukasına devam etmesi, Ukrayna tahılına bağımlı olan Afrika ve Asyalıları açlığa mahkûm edebilir ve sonuç olarak iklim krizi gibi ortak tehditlere karşı çözümü imkânsız kılacak süregelen bir uluslararası krize yol açabilir. Olası bir Rus zaferi; siyaseti, dünyanın yıkımı karşısında sıradan insanların dikkatlerini dağıtmak için oligarkların tasarladığı bir gösteri olarak gören nihilistlerle birlikte, faşistler ve diğer tiranları güçlendirecektir. Diğer bir deyişle, bu savaş, yirmi birinci yüzyıl için birtakım ilkelerin oluşturulmasıyla alakalı. Kitlesel ölüm politikaları ve siyasette yaşamın anlamıyla alakalı. Demokratik bir gelecek ihtimali ile alakalı. 

Demokrasi ile ilgili tartışmalar, sıklıkla Antik Yunan şehir devletleri ile başlatılır. Atina’nın kökenini anlatan bir efsaneye göre; Yunan Tanrıları, Poseidon ve Athena, hamilik statüsünü elde etmek için vatandaşlara hediyeler sunmuşlardır. Deniz tanrısı olan Poseidon, üç dişli mızrağını yere vurmuş ve dünyayı sarsarak yer altından tuzlu su püskürtmüştür. Daha sonra, Athena bir zeytin ağacını filizlendirecek olan zeytin tohumunu ekmiştir. Derin düşüncelere dalabilmek için gölgeyi, yemek için zeytini ve pişirmek için zeytin yağını vatandaşlara sunmuştur. Athena’nın hediyesi vatandaşlar tarafından daha çok beğenilmiş ve sonunda şehir onun ismini ve hamiliğini almıştır. 

Bu Yunan efsanesi, sakinlik, etraflıca düşünerek yaşama ve tüketim bağlamında bir demokrasi vizyonu öne sürüyor. Yine de buna rağmen Atina, varlığını sürdürebilmek için savaşlar vermek zorundaydı. Demokrasinin en meşhur savunması olan Perikles’in cenaze söylevi, risk ve özgürlüğün uyumu hakkındaydı. Poseidon’un savaşla ilgili bir önerisi vardı; yeri geldiğinde üç dişli mızrağın vurulması gerekiyordu. Aynı zamanda, Poseidon bağımsızlığı da elzem görüyordu. Maddi refah ve kimi zaman da hayatta kalma, deniz ticaretine bağlıydı. Nihayetinde, Atina gibi küçük bir şehir devleti nasıl kısıtlı topraklarını sadece zeytinlere tahsis edebilirdi ki? Eski Atinalılar, Karadeniz’in kuzey sahillerinden gelen tahılla beslendiler ve bugün Güney Ukrayna’yı oluşturan kara toprakta yetişip büyüdüler. Yahudilerin dışında Yunanlılar da Ukrayna’nın bir süredir devamlı yerleşimcisi olmayı sürdürüyorlar. Ruslar yıkana kadar Mariupol şehri onlarındı. Şu an savaşın devam etmekte olduğu, Herson’un güney bölgesi Yunan bir şehirden alınan Yunanca bir isim taşıyor. Nisan ayında, Ukraynalılar Poseidon’un Romalı ismi olan Neptün füzeleri ile Rus gemisi Moskva’yı batırdılar. 

Şans bu ya, Ukrayna’nın ulusal sembolü üç dişli mızraktır. Bin yıl önce Vikinglerin Kiev’de kurdukları devletin bir yadigârı olarak da görülebilir. Yunanca konuşan Doğu Roma İmparatorluğu Hristiyanlığı aldıktan sonra, Kiev’in hükümdarları seküler bir hukuk oluşturdular. İnsanlar esaretten vergi yükümlülüğüne geçtikçe ekonomi de kölelikten tarım modeline geçiş yaptı. Kiev devletinin düşüşünün ardından, ilerleyen yüzyıllarda, Ukrayna köylüleri Polonya ve daha sonraları ise Ruslar tarafından köleleştirildi. 1918’de Ukraynalı liderler bir cumhuriyet kurduklarında, üç dişli mızrağı ulusal sembolleri olarak yeniden canlandırdılar. Bağımsızlık, sadece esaretten kurtuluş değil aynı zamanda topraklarını istedikleri gibi kullanma özgürlüğü de demekti. Fakat Ukrayna Ulusal Cumhuriyeti’nin ömrü uzun süreli olmadı. Rus İmparatorluğu’nun 1917’de dağılmasının ardından kurulan tüm diğer genç cumhuriyetler gibi, o da Bolşevikler tarafından bozguna uğratıldı ve toprakları Sovyetler Birliği’ne dahil edildi. Ukrayna’nın bereketli topraklarını kontrol etmek isteyen Josef Stalin, 1932-1933 yılları arasında Sovyet Ukrayna’sının dört milyon yerleşimcisinin ölümüne yol açan bir siyasi kıtlık başlattı. Gulag ismiyle de bilinen Sovyet toplama kamplarında Ukraynalıların oranı sayıca fazlaydı. Nazi Almanya’sı, Sovyetler Birliğini işgal ettiğinde Adolf Hitler’in amacı Ukrayna tarımının kontrolünü sağlamaktı. Burada da yine Ukraynalılar, önce Alman işgalcilerin ve sonraları onları yenen Kızıl ordu askerlerinin sivil kurbanları arasında en üst sıralarda yer alıyordu. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra; Sovyet Ukrayna’sı, kültürünü baltalayan yavaş bir Ruslaştırma politikası sürecine maruz kaldı. 

Sovyetler Birliği 1991’de yıkıldığında, Ukraynalılar tekrardan ulusal sembolleri olan üç dişli mızrağa tutundular. O günden bugüne geçen 30 yıldan beri, Ukrayna, duraklayarak da olsa şüphe götürmez bir şekilde işleyen bir demokrasi yönünde ilerledi. Şu an ülkeyi yöneten nesil, Sovyet ve Sovyet öncesi tarihi biliyor ve özerkliği tartışmasız bir şekilde ele alıyor. Demokrasinin pek çok dünya ülkesinde düşüşte olduğu ve Birleşik Devletler’de dahi tehdit altında olduğu bir dönemde, Rus saldırısı karşısındaki Ukrayna direnişi, demokrasinin ilkelerine ve geleceğine dair duyulan inanca (pek çokları için) şaşırtıcı bir destek sağlıyor. Bu bağlamda, Ukrayna, demokrasinin ahlaki temelini unutan ve bu yüzden de bilerek ya da bilmeyerek oligarşiye, yurt içinde ve dışındaki imparatorluğa zemin bırakan Batı’dakiler açısından bir meydan okuma niteliğinde. Ukrayna direnişi, oldukça gerekli olan bir karşılama meydan okuması. 

YATIŞTIRMA SINAVI

Yirminci yüzyıl demokrasi tarihi, bu meydan okumanın cevap bulmadığı zaman neler olabileceğini göstermesi açısından bir uyarı niteliğinde. 1991’den sonraki dönemde olduğu gibi, 1918’den sonraki dönem de demokrasinin ardı sıra yükselişi ve düşüşüne tanıklık etti. Bugünkü dönüm noktası (o ya da bu şekilde) yüksek ihtimalle Ukrayna; iki savaş arası dönem Avrupa’sında ise bu Çekoslovakya’ydı. 2022 Ukrayna’sı gibi, 1938 Çekoslovakya’sı da kusurlu ve zorlu komşularla çevrili çok-dilli bir cumhuriyetti. 1938 ve 1939’da Avrupa güçleri Münih’te Nazi Almanya’sını yatıştırmayı tercih ettikten sonra Hitler rejimi, Çekoslovak demokrasisini sindirme, direnişsiz işgal, bölme ve ilhak yollarıyla bastırdı. Çekoslovakya’da olanlar, bugün Rusya’nın Ukrayna’ya yapmayı planladıklarına benziyor. Putin’in retoriği, aşırmacılık derecesinde Hitler’inkini anımsatıyor: İkisi de komşu demokrasilerinin tiranlık rejimi olduğu iddiasında, ikisi de hayali azınlık hakları ihlallerini bir işgal sebebi olarak kullanıyor, ikisi de komşu ulusun aslında var olmadığını ve devletin gayrimeşru olduğunu savunuyor. 

1938’de Çekoslovakya, düzgün silahlı kuvvetlere ve Avrupa’nın en iyi silah endüstrisine ve takviyelerle geliştirilmiş doğal savunma araçlarına sahipti. Nazi Almanya’sı Çekoslovakya’yı açık bir savaşta alt edemezdi ve şurası kesin ki bunu bu kadar çabuk ve kolay yapamazdı. Ancak Çekoslovakya’nın müttefikleri Çekoslovakya’yı yüz üstü bıraktı ve talihsiz bir şekilde liderler sürülmeyi direnişe yeğlediler. Yenilgi can alıcı bir şekilde ahlakla ilişkiliydi. Nitekim, Avrupalı Yahudilerin soykırımı için kimi ön koşulları yaratarak savaş yoluyla bir kıtanın fiziksel olarak dönüştürülmesine yol açtı. 

“Ukrayna’daki savaş, demokrasi iddiasında olan bir tiranlığın zafere ulaşıp ulaşmayacağının bir sınavı.” 

2.Dünya Savaşının başında, Almanya Polonya’yı 1939 Eylül’ünde işgal ettiğinde, artık Çekoslovakya diye bir yer yoktu, arazi ve kaynakları Almanların istediği şekilde yeniden tahsis edilmişti. Bundan böyle, Almanya’nın Polonya ile daha uzun bir sınır hattı, çok daha fazla nüfusu, Çekoslovak tankları ve on binlerce Slovak askeri vardı. Aynı zamanda Hitler’in, doğudan işgal ettiği Polonya’nın yıkımına katılan Sovyetler Birliği’nde güçlü bir müttefiki vardı. 1940 yılında Fransa ve Benelux ülkelerinin istilaları ve sonraki sene Britanya muharebesi sırasında, Alman taşıtları Sovyet yakıtı ile dolduruldu ve Alman askerleri çoğu Ukrayna’da üretilen Sovyet tahılları ile beslendi. 

Tüm bu olaylar dizisi, Almanya’nın Çekoslovakya’yı kolayca kendine katması ile başladı. Eğer Çekoslovaklar karşı koymuş olsaydı 2. Dünya Savaşı en azından bu şekilde gelişmezdi. Almanlar 1938’de Bohemya’da çıkmaza girselerdi neler olacağını kimse bilemez. Fakat şu konuda emin olabiliriz ki Hitler kendisine müttefikler kazandıracak ve düşmanlarını korkutacak bu derece karşı konulamaz bir devinirliğe sahip olamazdı. Sovyet yönetimi için ittifaklarını meşrulaştırmak kesinlikle daha zor olurdu. Hitler daha sonra girişeceği Polonya saldırısında Çekoslovak silahlarını kullanamazdı; ki şayet girişiyorsa. Birleşik Krallık ve Fransa’nın savaşa hazırlanmak ve belki de Polonya’ya yardım etmek için daha çok zamanları olurdu. 1938’e gelindiğinde, Avrupa, halkı siyasal aşırılıklara yönelten Büyük Buhran’dan yeni çıkmıştı. Hitler’in daha ilk kampanyası sırasında burnu kanamış olsaydı, aşırı sağa duyulan ilgi de düşerdi. 

POSTMODERN TİRANLAR

Çekoslovak liderlerinin aksine, Ukraynalı liderler savaşmayı seçtiler ve bir dereceye kadar diğer demokrasilerden destek sağladılar. Ukraynalılar direnişlerinde birçok kötü senaryodan uzak durarak Avrupa ve Kuzey Amerika demokrasilerine düşünmek ve hazırlanmak için çok değerli bir zaman kazandırdılar. 2022 Ukrayna direnişinin ve 1938 yatıştırmasının asıl önemi ancak açtığı veyahut engel olduğu gelecek düşünüldüğünde tam olarak kavranabilir. Bunu yapmak için de kişinin günümüzü anlayabilmek için geçmişe gereksinimi vardır. 

Klasik anlamda tiranlık ve modern anlamda faşizm kavramları, Putin rejimi anlamaya çalışırken yardımcı ancak tam olarak yeterli değil. Tiranlıkların en temel zayıflıkları, en temel ve uzun süredir bilindiği şekliyle Platon’un Devlet kitabında örneklenmiştir. Tiranlar iyi önerilere direnirler, yaşlandıkça daha takıntılı olurlar, hasta düşerler ve arkalarında ölümsüz bir miras bırakmak isterler. Bütün bunlar, Putin’in Ukrayna’yı işgal etme kararında oldukça belirgin. Spesifik bir tiranlık tipi olarak faşizm de kişilik kültü, fiili tek parti rejimi, kitlesel propaganda, istencin aklın önünde yer tuttuğu ve “bize karşı onlar” politikasının hüküm sürdüğü bugünün Rusya’sını açıklamakta yardımcı bir kavram. Çünkü tam olarak aklın yerine şiddeti koyduğu için faşizm ancak cebir ve zor yoluyla yenilgiye uğratılabilir. 2. Dünya Savaşı’nın sonuna dek, faşizm, sadece faşist ülkelerde değil, diğer pek çok ülkede de popülerliğini sürdürdü. Geçerliğini yitirmesinin tek nedeni, Almanya ve İtalya’nın savaşı kaybetmiş olmalarıydı.

Rusya; öncelikle faşist olsa da her yönüyle faşist değil. Putin rejiminin merkezinde kendine has bir boşluk var. O boşluk ki, Rus yetkililerin fotoğraflarında, gözlerindeki eril ağırbaşlılık göstergesi olduğuna inandıkları ifadesiz, orta mesafeli bakışlar şeklinde görülebilir. Putin’in rejimi, sadece tek bir ana vizyonun yardımıyla toplumu mobilize ederek değil; faşist Almanya ve İtalya’nın da yaptığı gibi, bireyleri demobilize ederek, onları hiçbir kesinliğin olmadığı ve hiçbir kurumun güvenilemeyeceğine inandırarak da işliyor. Bu demobilizasyon eğilimi, Ukrayna savaşı sırasında, vatandaşlarını silahları kuşanmak yerine televizyon izlemek yönünde eğitmiş olan Rus liderleri için bir sorun oluşturdu. Yine de demobilizasyonun altını destekleyen nihilizm demokrasiye doğrudan bir tehdit oluşturuyor.

Putin rejimi; emperyalist, oligarşik ve bekası için tüm dünyanın böyle olduğunu iddia eden propagandaya bağımlı. Rusya’nın faşizme, beyaz milliyetçiliğe ve kaosa verdiği destek; ona belli bir destekçi kazandırırken, temelsiz nihilizmi de etik sınırları nerede bulacağını bilemeyen -sağ tarafında kapitalizmin demokrasinin doğal bir sonucu olduğu, solda ise tüm görüşlerinin ayrı oranda geçerli olduğu görüşleriyle yetişen- demokrasi vatandaşlarını cezbediyor. Rus propagandacılarının kabiliyeti; bir şeyleri parçalara ayırmak, geriye kendi alaycı kahkahaları ve diğerlerininse göz yaşlarından başka bir şey kalmayıncaya kadar soğanı soymak olagelmiştir. Geçen sefer 2014’te Ukrayna’yı işgal ettiğinde; Rusya, sosyal medyadaki propagandaya yatkın Avrupa ve Amerikalıları, Ukraynalıların Nazi, Yahudi, feminist ve gey olduğu masallarıyla hedefleyerek propaganda savaşını kazanmıştı. O günden bugüne çok şey değişti; Kremlin’deki yaşlı Ruslardan daha iyi iletişim kuran bir nesil genç Ukraynalılar iktidara geldi. 

Putin rejiminin savunması, her daim bir şeyleri söken ve parçalara ayıran edebiyat eleştirmenlerine verildi. Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenski ile somutlaşan Ukrayna direnişi ise edebiyat ile daha çok benzeşiyor: Sanata gösterilen bir özen, şüphesiz, fakat değerlerin de ifade edilmesi koşuluyla. Sahip olunan tek şey edebiyat eleştirisi olduğunda, kişi her şeyin havada buharlaştığını kabul eder ve demokratik siyaseti mümkün kılan değerlerden vazgeçer. Ancak gerçekten edebiyata sahip olunduğunda, belirli bir dayanaklılık, değerleri somutlaştırmanın onları reddetmekten ya da onlarla alay etmekten daha ilginç ve daha cesur olduğu hissi tecrübe edilir.

“Tiranlar, iyi önerilere direnirler.”

Yaratım, eleştiriden önce gelir ve ondan daha uzun süre dayanır; eylem yergiden daha iyidir. Perikles’in de belirttiği gibi, “Biz idare ve düzenbazlığa değil, kalplerimiz ve ellerimize dayanırız.” Rus ideolog ve propagandistlerin sinsi siyah takım elbiseleri ve Ukrayna lider ve askerlerinin zeytin tonlarındaki ağırbaşlı kıyafetleri arasındaki tezatlık, akıllara demokrasinin en temel gerekliliğini getiriyor: Bireyler, beraberinde getireceği tüm risklere rağmen değerlerini açıkça ortaya koymalıdır. Antik filozoflar, rejimlerin yükseliş ve çöküşünde erdemlerin maddi faktörler kadar önemli olduğunu anlamışlardır. Yunanlılar, demokrasinin oligarşiye, Romalılar cumhuriyetlerin imparatorluklara dönüşebileceğini ve her ikisi de bu tür dönüşümlerin kurumsal olduğu kadar ahlakla da ilgili olduğunu biliyordu. Bu bilgi, Batı edebi ve felsefi geleneklerinin temelinde yer alır. Aristoteles’in de kabul ettiği gibi, hakikat hem demokrasi için elzem hem de propagandaya karşı savunmasızdır. Demokrasinin her yeniden canlanışı, apaçık gerçekliği ile 1776’da kurulan Amerikan demokrasisi de dahil olmak üzere, etik iddialara dayanmıştır: O iddialar ki, demokrasinin kesin var olma zorunluluğunu değil ancak oligarşi ve imparatorluğun her yerde mevcut bulunan çekim güçleri karşısındaki isyankâr ahlaki kararlılığın bir ifadesi olarak demokrasinin var olma gerekliliğini temellendirir. 

Bu, en yakın tarihli olan 1989 Doğu Avrupa devrimleri ve 1991 Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ertesindeki gelişmeler haricinde, demokrasinin her yeniden canlanışı için geçerli olmuştur. Tam o sıralarda, Rusya ve Ukrayna bağımsız ülkeler olarak ortaya çıkmış, “tarihin sonu”, demokrasinin alternatiflerden yoksunluğu ve kapitalizmin doğası gibi argümanlara yaygın bir inanç atfedilmişti. Pek çok Amerikalı (hem kendilerinin hem de başkalarının) oligarşi ve imparatorluğuna karşı duydukları korku duygusunu yitirmiş ve demokrasinin etik bağlılık ve fiziksel cesaret arasındaki organik bağı unutmuştu. Yirminci yüzyılın sonlarındaki demokrasi tartışmaları, halkın yönetmesi gerektiği yönündeki doğru ahlaki iddia ile demokrasinin doğal bir durum ya da seçilmiş bir ulusun kaçınılmaz niteliği olduğu yönündeki yanlış olgusal iddiaları birbirine karışmıştır. Bu yanlış kavrayış ister eski ister yeni olsun, demokrasileri savunmasız hale getirmiştir.

Mevcut Rus rejimi, demokrasinin doğal olarak ortaya çıktığına ve tüm görüşlerin eşit derecede geçerli olduğuna dair yanlış inancın bir sonucudur. Eğer bu doğru olsaydı, Putin’in iddia ettiği gibi Rusya gerçekten de bir demokrasi olabilirdi. Ukrayna’daki savaş, demokrasi olduğunu iddia eden bir tiranlığın zafer kazanıp kazanamayacağının ve böylece mantıksal ve etik boşluğunu yayıp yayamayacağının bir sınavıdır. Demokrasiyi hafife alanlar, tiranlığa doğru uyurgezer adımlarla yürüyorlardı. Ukrayna direnişi ise bu noktada bir uyandırma çağrısı niteliğinde.

GAYRETLİ MÜCADELE

Rusya’nın Ukrayna’yı son işgalinden önceki pazar günü, Amerikan televizyonunda Rusya’nın işgal etmesi durumunda Zelenski’nin Kiev’de kalacağını öngörmüştüm. Tıpkı bir önceki Rus işgalini, ABD Başkanı Donald Trump’ın Amerikan demokrasisi için oluşturduğu tehlikeyi ve Trump’ın darbe girişimini öngördüğümde olduğu gibi bu öngörümle de alay edildim. Trump ve Başkan Barack Obama’nın eski danışmanları, ders verdiğim Yale Üniversitesi’ndeki bir sınıfta benimle aynı fikirde değillerdi. Amerikan fikir birliğini yansıtmaktan başka bir şey yapmıyorlardı. Amerikalılar, Ukrayna’daki savaşı, 11 Eylül saldırılarının ve bunu takip eden Amerikan ahlaki ve askeri başarısızlıklarının uzun vadede sonuçları açısından değerlendirme eğiliminde. Biden yönetimindeki yetkililer, Kiev’in yanında taraf tutmanın Kabil’in düşüşünü tekrarlama riskini doğuracağından korkuyorlardı. Genç insanlar ve politik sol kesim içerisindeki daha derin tedirginlik, o dönemde bir rejimin yok edilmesinin demokrasinin doğal olarak gelişeceği bir tabula rasa yaratacağı düşüncesiyle meşrulaştırılan Irak’ın işgali konusunda ulusal bir hesaplaşmanın yapılmamış olmasından kaynaklanıyordu. Bu argümanın saçmalığı, bir neslin savaş ve demokrasinin birbiriyle bir ilgisi olabileceği ihtimalinden şüphe duymasına neden oldu. Başka bir askeri çabadan duyulan tedirginlik belki anlaşılabilirdi ama Irak ile Ukrayna arasındaki benzerlik sadece yüzeyseldi. Ukraynalılar kendi vizyonlarını başka bir ülkeye dayatmıyorlardı. Demokrasilerini yıkmak ve toplumlarını ortadan kaldırmak için tasarlanmış bir işgale karşı kendi liderlerini seçme haklarını koruyorlardı.

Trump yönetimi bu alaycılığı diğer yönden yaymıştı. Trump, önce Zelenski’ye şantaj yapmak için Ukrayna’ya silah verilmesini reddetti. Ardından da bir ABD başkanının seçim yenilgisinin ardından iktidarda kalabilmek için darbe girişiminde bulunabileceğini gösterdi. Demokrasiyi yıkmak için yurttaşlarının ölümünü izlemek, onu korumak için hayatını riske atmanın tam tersidir. Elbette demokrasi etikle değil de sadece daha büyük güçlere sahip olmakla ilgili olsaydı, Trump’ın eylemleri çok mantıklı olurdu. Eğer kapitalist bencilliğin otomatik olarak demokratik erdeme dönüştüğüne ve seçimi kimin kazandığı konusunda yalan söylemenin de diğerleri gibi sadece bir görüşü ifade etmek olduğuna inanılıyorsa, Trump normal bir politikacı olarak değerlendirilebilir. Gerçekteyse Trump hiçbir değer ve hakikatin olmadığı yönündeki Rus düşüncesini yüzsüzce karakterize etmiştir.

Amerikalılar demokrasinin, seçilmiş bir yetkilinin -ya da bir vatandaşın- uğruna yaşamayı ya da ölmeyi seçebileceği bir değer olduğunu büyük ölçüde unutmuşlardı. Zelenski, rolünü Trump skandalının küçük bir aktörü olmaktan çıkarıp, risk alarak bir demokrasi kahramanına dönüştürdü. Amerikalılar başta onun kaçacağını düşünmüşlerdi çünkü kendilerini gayri şahsi güçlerin üstünlüğüne inandırmışlardı: Demokrasi getirirlerse ne ala, ama olur da getiremezlerse insanlar zaten boyun eğer. ABD’nin Kiev’den ayrılma çağrılarına Zelenski’nin yanıtı, “Bana mühimmat lazım, kaçmak için araç değil” oldu. Bu belki Perikles’in cenaze söylevi kadar etkili değildi ama aynı noktaya parmak basıyordu: Doğru düzgün yaşamayı isteyen bir halk adına ölmek için doğru yolu seçmekte onurlu bir duruş vardır.

30 yıl boyunca, pek çok Amerikalı, demokrasiyi başkalarının -ya da daha doğrusu başka bir şeyin- ortaya çıkardığı bir kavram olarak kabul etti: Tarihin sonu, alternatif sistemlerin ortadan kalkışı, kapitalizmin açıklanamaz bir sihre sahip olması gibi. (Ne de olsa, Rusya ve Çin de kapitalist.) Zelenski’nin şubat ayında bir gece ortaya çıkıp “Cumhurbaşkanı burada” demesiyle bu dönem sona erdi. Eğer bir lider demokrasinin sadece daha büyük faktörlerin bir sonucu olduğuna inanıyorsa, o zaman bu büyük faktörler kendisine karşı gibi göründüğünde kaçmayı tercih edecektir. Ancak demokrasi, Amerikalı kölelik karşıtı reformist Frederick Douglass’ın da dediği gibi, “ciddi bir mücadele” gerektirir. Ukrayna’nın ezici gibi görünen bir güç karşısındaki direnişi, dünyaya demokrasinin tarihin görünürdeki hükmünü kabul etmek olmadığını hatırlattı. Demokrasi tarihi yapmak; imparatorluğun, oligarşinin ve propagandanın ağırlığına rağmen insani değerler için çabalamak ve bunu yaparken de daha önce görülmemiş olasılıkları ortaya çıkarmaktır.

“HAKİKATLE YAŞAMAK”

Zelenski’nin “Başkan burada” şeklindeki basit ifadesi, onun şehirden kaçtığını iddia eden Rus propagandasını boşa çıkarmayı amaçlıyordu. Ancak Kiev saldırı altındayken açık havada çekilen video, aynı zamanda bir süredir unutulmuş olan ifade özgürlüğünün öneminin yeniden hatırlanmasıydı. Yunan oyun yazarı Euripides, ifade özgürlüğünün amacının iktidara gerçeği söylemek olduğunu anlatmıştı. Özgür konuşmacı sadece söyledikleriyle değil, konuşurken aldığı riskle de tehlikeli dünyayı aydınlatır. Bombalar düşerken ve suikastçılar yaklaşırken “Başkan burada” diyen Zelenski, Vaclav Havel’in deyimiyle “hakikatle yaşıyordu” ya da hapishanedeki öğrencilerimden birinin deyimiyle “söylediğini yapıyordu”. Havel’in bu konudaki en ünlü makalesi olan “Güçsüzlerin Gücü”, komünist Çekoslovak gizli polisi tarafından sorgulandıktan kısa bir süre sonra ölen filozof Jan Patocka’nın anısına ithaf edilmişti. 1975’ten 1991’e kadar KGB subayı olan Putin, sorgucuların sadist geleneğini sürdürüyor: Hiçbir şey doğru değildir, hiçbir şey kurban edilmeye değer değildir, her şey bir şakadır ve herkes satılıktır. Hakkı güç belirler, sadece aptallar aksini düşünür ve aptal olmanın bedelini ödemelidirler. 

1991’den sonra, geç komünizmin nihilizmi, demokrasinin yalnızca gayri şahsi güçlerin bir sonucu olduğuna dair kayıtsız Batı düşüncesiyle birlikte ilerledi. Bu güçlerin farklı yönlere, örneğin oligarşiye veya imparatorluğa doğru yöneldiği ortaya çıkarsa, o zaman ortada söylenecek ne kalırdı? Ancak Euripides, Havel ya da şimdi Zelenski’nin geleneğinde, daha büyük güçlerin her zaman bireyin karşısında olduğu ve yurttaşlığın kişinin verdiği sözlerin sorumluluğu ve eylemleriyle aldığı riskler aracılığıyla gerçekleştiği kabul edilir. Hakikat, güçle birlikte değil, ona karşı bir savunmadır. İşte bu yüzden ifade özgürlüğü gereklidir: Mazeret üretmek için değil, uyum sağlamak için değil fakat değerleri dünyaya kabul ettirmek için çünkü bunu yapmak özerk yönetimin ön koşuludur.

“Demokrasiyi hafife alanlar, tiranlığa doğru uyurgezer adımlarla yürüyorlardı.”

1989 sonrası çöküş dönemlerinde, Kuzey Amerika ve Avrupa demokrasilerinin pek çok vatandaşı; ifade özgürlüğünü, zenginlerin medyayı kendi zevklerine düşkün saçmalıkları yayınlamak için kullanma becerisiyle ilişkilendirmeye başladı. Ancak ifade özgürlüğünün amacı düşünüldüğünde, bir oligarkın sosyal medyada kaç takipçisi olduğu daha az fakat o oligarkın nasıl zengin olduğu ise daha çok önem kazanmaktadır. Putin ve Trump gibi oligarklar, iktidar karşısında hakikati söylemenin tam tersini yaparlar: İktidar uğruna yalan söylerler. Trump seçimler hakkında -seçimi kazandığı yönünde- büyük bir yalan söyledi; Putin Ukrayna hakkında -aslında öyle bir yerin var olmadığı yönünde- büyük bir yalan söyledi. Putin’in savaş gerekçelerinden biri olarak sunduğu Doğu Avrupa’nın sahte tarihi o kadar korkunçtur ki, ifade özgürlüğü bilincini tekrardan hatırlama şansı verir. Dünyanın en zengin adamlarından biri, devasa bir ordunun komutanı olarak, komşu bir ülkenin aslında var olmadığını iddia ediyorsa, bu sadece bir ifade özgürlüğü örneği olarak görülemez. Bu soykırımcı bir nefret söylemidir ve başka eylem biçimleriyle karşı konulması gereken bir eylem biçimidir.

Temmuz 2021’de yayınlanan bir makalede Putin, onuncu yüzyılda yaşanan olayların Ukrayna ve Rusya’nın birliğini önceden belirlediğini savundu. Binlerce yıl ve yüz milyonlarca hayat boyunca izin verdiği tek insan yaratıcılığı, zorbanın geriye dönük ve keyfi olarak kendi iktidar soyağacını seçmesi olduğundan, bu grotesk bir tarihtir. Uluslar resmi mit tarafından belirlenmez, ancak geçmiş ve gelecek arasında bağlantı kuran insanlar tarafından oluşturulur. Fransız tarihçi Ernest Renan’ın dediği gibi; ulus, bir “günlük plebisit “tir. Alman tarihçi Frank Golczewski, ulusal kimliğin “etnik köken, dil ve dinin” bir yansıması değil, “belirli bir tarihsel ve siyasi olasılık iddiası” olduğunu söylerken haklıydı. Benzer bir şey demokrasi için de söylenebilir: Demokrasi ancak onu yapmak isteyen insanlar tarafından savundukları değerler adına ve ancak onlar için risk alarak gerçekleştirilebilir.

Ukrayna ulusu vardır. Günlük plebisitin sonuçları açıktır ve gayretli mücadele ortadadır. Hiçbir toplum tanınmak için bir Rus işgaline direnmek zorunda kalmamalıdır. İşgalden önce ve işgal sırasında haber yapmaya çalıştıkları temel gerçekleri görmemiz için onlarca gazetecinin ölmesi gerekmemeliydi. Batı’nın Ukrayna’yı görmesi için bu kadar çaba sarf etmesi -ve bu kadar gereksiz kan dökülmesi- Rus nihilizminin yarattığı sorunu ortaya koyuyor. Batı’nın demokrasi geleneğinden vazgeçmeye ne kadar yaklaştığını gösteriyor.

BÜYÜK YALANLAR

İfade özgürlüğünün amacının iktidar karşısında hakikati konuşmak olduğu unutulursa, güç sahibi insanlar tarafından söylenen büyük yalanların demokrasiyi zayıflattığı görülemez. Putin rejimi, utanmaz bir kurgu üretimi etrafında siyaseti örgütleyerek bunu açıkça ortaya koyuyor. İddiaya göre, Rusya’nın dürüstlüğü, hakikatin olmadığını kabul etmekten geçiyor. Batı’nın aksine Rusya, tüm değerleri en baştan reddederek ikiyüzlülükle suçlanmaktan kaçınıyor.

Putin bu tür bir stratejik görecelilik sayesinde iktidarda kalıyor: Kendi ülkesini daha iyi hale getirerek değil, diğer ülkeleri daha kötü göstererek. Bu kimi zaman, Rusya’nın 2014’te Ukrayna’daki başarısız seçim müdahalesi, 2016’da Birleşik Krallık’ta Brexit’e verdiği ve 2016’da Trump’a verdiği başarılı dijital destek gibi, bu ülkeleri istikrarsızlaştırmak için aksiyona geçmek anlamına geliyor.

Bu felsefi sistem, Putin’in hem hareket etmesini hem de kendini korumasını sağlıyor. Ruslara Ukrayna’nın dünyanın merkezi olduğu, sonra Suriye’nin dünyanın merkezi olduğu ve sonra tekrar Ukrayna’nın dünyanın merkezi olduğu anlatılabilir. Onlara silahlı kuvvetleri Ukrayna ya da Suriye’ye müdahale ettiğinde karşı tarafın kendi insanlarını öldürmeye başladığı anlatılabilir. Onlara bir gün Ukrayna ile savaşın imkân dışı olduğu, ertesi gün ise -Şubat ayında olduğu gibi- Ukrayna ile savaşın kaçınılmaz olduğu anlatılabilir. Onlara Ukraynalıların aslında işgal edilmek isteyen Ruslar ve yok edilmesi gereken Nazi satanistleri olduğu anlatılabilir. Putin, köşeye sıkıştırılamaz. Rus gücü, kapalı bir medya sistemi üzerindeki kontrol ile eşdeğer olduğundan, Putin zafer ilan edebilir ve konuyu değiştirebilir. Rusya; Ukrayna ile savaşı kaybederse, Putin kazandığını iddia edecek ve Ruslar da ona inanacak ya da inanmış gibi yapacaktır.

Böyle bir rejimin ayakta kalabilmesi için, demokrasinin hakikati söyleme cesaretine dayandığı fikrinin, eğer gülünüp geçilemiyorsa, şiddet kullanılarak ortadan kaldırılması gerekir. Kremlin propagandacıları her gece televizyonda Zelenski gibi bir kişinin, Ukrayna gibi bir ulusun ya da demokrasi gibi bir sistemin aslında var olamayacağını açıklıyor. Özyönetim bir şaka olmalı; Ukrayna bir şaka olmalı, Zelenski bir şaka olmalı. Aksi takdirde, Kremlin’in hiçbir şeyin doğru olmadığını kabul ettiği için Rusya’nın üstün olduğuna dair tüm hikayesi yerle bir olur. Eğer Ukraynalılar gerçekten bir toplum oluşturabiliyor ve liderlerini seçebiliyorlarsa, Ruslar neden aynısını yapmasın?

Ruslar, Ukrayna hakkında doğru olmadıkları kadar tiksindirici de olan argümanlarla bu tür düşüncelerden caydırılmalıdır. Rusya’nın Ukrayna hakkındaki savaş propagandası derin, saldırgan ve kasıtlı olarak yanlıştır ve asıl amacı da budur: Grotesk yalanları normal göstermek ve insanların ayrım yapma ve duygularını kontrol etme kapasitesini yıpratmak. Rusya Ukraynalı savaş esirlerini topluca öldürdüğünde ve Ukrayna’yı suçladığında, aslında bir hakikat iddiasında bulunmuyor: Sadece Batılı gazetecileri, keşfedilebilir gerçekleri görmezden gelmeleri için tüm tarafları eşit şekilde haber yapmaya çekmeye çalışıyor. Amaç, tüm savaşı anlaşılmaz ve kirli göstermek ve böylece Batı’nın katılımını caydırmaktır. Rus faşistler Ukraynalılara “faşist” dediklerinde bu oyunu oynuyorlar ve pek çok kişi de buna katılıyor. Zelenski’yi hem bir küresel Yahudi komplosunun hem de bir Nazi komplosunun parçası olarak ele almak gülünç, ancak Rus propagandası rutin olarak her iki iddiada da bulunmaktadır. Ama asıl mesele zaten bu absürtlük. 

Demokrasi ve ulus olma, bireylerin dünyayı kendileri için değerlendirme ve bazen beklenmedik riskler alma kapasitesine; bu kavramların yıkımı ise başından beri belli olan büyük yanlışlarda ısrar edilmesine bağlıdır. Zelenski bu mart ayındaki ulusa seslenişlerinden birinde şu noktaya değindi: Yanlışlık şiddeti getirir, şiddet yanlışı doğru yapabildiği için değil; iktidara doğruyu söyleme cesareti gösteren insanları öldürebildiği ya da aşağılayabildiği için. Rus düşünür Mikail Bahtin’in gözlemlediği gibi, bir yalanın içinde yaşamak, başka birinin aracı haline gelmektir. Bir yalanın içinde ölmek ya da öldürmek ise, Rusya’da olduğu gibi, bir rejimin kendini yeniden yapılandırmasına yol açtığı için daha da kötüdür. Yalanlar uğruna öldürmenin, ölen ve sakat kalan on binlerce genç vatandaşın ötesinde, Rusya için nesiller boyu sürecek sonuçları vardır. Yaşlı bir Rus nesli, genç bir nesli düelloya zorlayarak siyasal zemini öylesine kanla kayganlaştırıyor ki gençler asla ilerleme kaydedemiyor, yaşlılar ise ölene kadar yerlerini koruyabiliyor. Ukrayna halihazırda kendi liderlerini seçmeye alışkın bir nesil tarafından yönetiliyor ki bu Rusların hiç tecrübe etmediği bir şey. Bu bakımdan da savaş nesiller arasındadır. Şiddetin tüm biçimleri Ukrayna’nın geleceğini yok etmeyi amaçlıyor. Rus devlet medyası Moskova’nın soykırım arzusunu defalarca kez açıklıkla ortaya koymuştur. Ruslar işgal ettikleri topraklarda erkek Ukrayna vatandaşlarını ya idam ediyor ya da cephede savaştırarak ölmeye zorluyor. Yine Ruslar, Ukraynalı kadınlara tecavüz ederek çocuk sahibi olmak istemelerini engelliyor. Zorla Rusya’ya sürülen milyonlarca Ukraynalı, çoğu küçük çocuklu ya da çocuk doğurma çağındaki kadınlar, hapse girmemek ve işkence görmemek için yalan olduğunu bildikleri şeyleri kabul etmek zorunda kalıyorlar. Daha az dramatik ama yine de önemli olan başka bir şey de Rusya’nın Ukrayna arşivlerini, kütüphanelerini, üniversitelerini ve yayınevlerini kasıtlı olarak yok etmesidir. Savaş, toprakların yanı sıra rahimleri ve zihinleri, başka bir deyişle geleceği kontrol etmek için yapılıyor.

Rusya faşizmle mücadele ettiğini iddia ederken faşizmi bünyesinde barındırıyor; Ruslar soykırımı önlediklerini iddia ederken soykırım yapıyor. Bu propaganda tamamen etkisiz değil: Moskova’nın Nazilerle savaştığını iddia etmesi, birçok gözlemcinin dikkatini Putin rejiminin faşizminden uzaklaştırıyor. Kuzey Amerikalılar ve Avrupalılar söylem savaşını kazandıkları için övünmeye başlamadan önce küresel Güney’e dönüp bakmalılar. Orada, Asyalılar ve Afrikalılar savaşın korkunç bedelini öderken bile Putin’in savaş hikayesi galip durumda.

KITLIK VE KURGU

Putin’in propaganda makinesi, rejiminin geri kalanı gibi, petrol ve gaz ihracatından elde edilen gelirle finanse ediliyor. Başka bir deyişle, mevcut Rus düzeni, varlığını sürdürülebilir enerjiye geçiş yapmamış bir dünyaya borçlu.

Rusya’nın Ukrayna’ya açtığı savaş, kontrolsüz iklim değişikliğinin neye benzeyeceğinin bir tür ön gösterimi olarak anlaşılabilir: Açgözlü hidrokarbon oligarkları tarafından yürütülen acımasız savaşlar, teknoloji yoluyla insanlığın hayatta kalma arayışı yerine ırksal şiddet, dünyanın büyük bölümünde kıtlık ve açlık ve küresel Güney’in bazı bölgelerinde felaketler. 

Ukrayna tarihinde, siyasi kıtlığa siyasi eylem eşlik eder. 1930’ların başında Stalin, Sovyetler Birliği’nin “içe dönük kolonizasyonu” olarak adlandırdığı süreci başlattığında, Ukrayna’nın verimli topraklarından beklenti çok yüksekti. Ve tarımı hızla kolektifleştirme planı başarısızlığa uğradığında, Stalin hazırda tuttuğu uzun bir günah keçileri listesini suçladı: Önce Ukraynalı komünistler, sonra komünistlerin sözüm ona hizmet ettiği hayali Ukraynalı milliyetçiler, daha sonra milliyetçilerin sözüm ona hizmet ettiği hayali Polonyalı ajanlar. Bu arada Politbüro, yaklaşık dört milyon Ukraynalının ölümüne yol açan el koyma ve bunun gibi diğer cezalandırıcı önlemleri uygulamaya koydu. Aralarında Yahudi kökenli Ukraynalı feminist Milena Rudnytska’nın da bulunduğu, yurtdışında insani yardımı örgütlemeye çalışanlar Nazi olarak itham edildi. 1933’teki bu fantezi düşmanlar listesi, Rusya’nın bugünkü listesine şaşırtıcı derecede benziyor.

Burada, Ukrayna topraklarında yetişen meyvelerinin sömürülmesinin ülke ve insanlar hakkındaki fantezilerle meşrulaştırıldığı daha büyük bir tarihsel örüntü var. Antik çağlarda Yunanlılar, bugün Ukrayna olan topraklarda canavarlar ve mucizeler düşlüyorlardı. Rönesans döneminde Polonyalı soylular, Ukraynalı köylüleri köleleştirirken, kendileri adına bir ırksal üstünlük miti yarattılar. Rus imparatorluğu bölünmüş Polonya’dan Ukrayna topraklarını talep ettikten sonra, Rus akademisyenleri, Putin’in geçen yılki makalesinde belirttiği gibi, iki toprağın aslında nasıl bir bütün olduğuna dair uygun bir hikâye yarattılar. Putin; Stalin’in ve hatta Hitler’in fantezilerini kopyalamıştır. Ukrayna, Stalin’in kolektif çiftliklerinin ele geçirilip Almanya ve diğer Avrupa topraklarını beslemek için kullanılacağı ve on milyonlarca Sovyet vatandaşının açlıktan ölmesine neden olacak bir Nazi kıtlık planının merkeziydi. Naziler, Ukrayna gıda maddelerinin kontrolü için savaşırken Ukraynalıları kendinden üstün olanlar tarafından yönetilmekten mutlu olacak basit bir sömürge halkı olarak tasvir ettiler. Bu aynı zamanda Putin’in de görüşüydü. 

Görünen o ki, Putin’in kendi kıtlık planı var. Ukrayna dünyanın en önemli tarım ürünü ihracatçılarından biri. Ancak Rus donanması Karadeniz’deki Ukrayna limanlarını abluka altına aldı, Rus askerleri Ukrayna tarlalarını ateşe verdi ve Rus topçuları da tahıl ambarlarını ve tahılı limanlara ulaştırmak için gereken demiryolu altyapısını hedef aldı. Putin, 1933’te Stalin’in yaptığı gibi, milyonlarca insanın açlıktan ölmesi riskini göze alarak bilinçli adımlar attı. Etiyopya, Yemen ve Sahel’in kırılgan ulusları gibi Lübnan da büyük ölçüde Ukrayna tahılına bağımlı. Yine de açlığın yayılması, sadece Ukrayna gıdasının normal pazarlarına ulaşamaması sorunuyla ilgili değil. Kıtlık beklentisi her yerde gıda fiyatlarını yükseltiyor. Çinlilerin gıda stoklaması ve fiyatları daha da yükseltmesi beklenebilir. Bundan ilk önce en zayıf ve en yoksullar zarar görecektir. İşte mesele de tam bu. Sesi çıkaramayanlar öldüğünde, ölümcül gösterilerle hüküm sürenler bu ölümlerinin ne anlama geldiğini belirlerler. Putin’in yapabileceği şey de bu.

“Ukrayna’da kazanılacak bir zafer, demokrasiye yeni bir soluk getirecektir.”

Stalin 1930’lardaki Ukrayna kıtlığını propaganda yoluyla örtbas ederken, Putin açlığın kendisini bir propaganda aracı olarak kullanıyor. Rus propagandacılar, aylardır Ukrayna’yı yaklaşmakta olan kıtlıktan sorumlu tutuyor. Savunmasız Afrika ve Asya halklarına böyle bir yalan söylemenin korkunçluğu, Putin rejiminin ırkçı, sömürgeci zihniyeti düşünüldüğünde daha kolay anlaşılabilir. Ne de olsa bu rejim, Obama’nın Moskova’daki ABD büyükelçiliğinin duvarına muz yerken çekilmiş bir fotoğrafının yansıtılmasına izin veren ve Obama yönetiminin son yılını “maymun yılı” ilan eden bir rejimdir. Putin de diğer beyaz milliyetçiler gibi demografiye kafayı takmış durumda ve kendi ırkının sayıca yetersiz kalacağından korkuyor. 

Savaşın kendisi de ırksal bir aritmetik izledi. Savaşta öldürülen ilk Rus askerlerinden bazıları Rusya’nın doğusundan gelen etnik Asyalılardı ve o zamandan beri ölenlerin çoğu Donbas’tan zorla askere alınan Ukraynalılardı. Ukraynalı kadınlar ve çocuklar, asimile edilebilir ve beyaz Rusların saflarını güçlendirebilecek insanlar olarak görüldükleri için Rusya’ya sürgün edilmişlerdi. Putin’e göre Afrikalıları ve Asyalıları aç bırakmak, kıtlıktan kaçan mülteci dalgası yoluyla demografik stresi Avrupa’ya taşımanın bir yolunu sağlıyor. Rusya’nın Suriyeli sivilleri bombalaması da benzer bir mantık izlemişti.

Açlık planında hiçbir şey gizli değil. Petersburg Uluslararası Ekonomik Forumu’nda, devlet kanalı RT’nin genel yayın yönetmeni Margarita Simonyan, “tüm umudumuz kıtlıkta yatıyor” dedi. Yetenekli bir propagandacının anlayacağı üzere, Afrikalıları ve Asyalıları aç bırakmanın amacı propaganda için bir zemin yaratmaktır. Onlar ölmeye başladıkça Ukraynalılar günah keçisi ilan edilecek. Bu işe yarayabilir de yaramayabilir de. Ukrayna ve gıda malzemeleriyle ilgili geçmişteki tüm fantezilere bir zamanlar nüfuzlu kişiler inanmıştı. Bugün Rus propagandasının küresel Güney’de belli bir üstünlüğü var. Afrika’nın büyük bölümünde Rusya bilinen bir ülke, Ukrayna ise değil. Çok az sayıda Afrikalı lider Putin’in savaşına açıkça karşı çıkmıştır ve bazıları Putin’in sözlerini papağan gibi tekrarlamaya ikna edilebilir. Küresel Güney’de, Ukrayna’nın önde gelen bir gıda ihracatçısı olduğu ya da Mısır ve Cezayir gibi beslediği ülkelerle karşılaştırılabilir kişi başına düşen GSYİH’ye sahip yoksul bir ülke olduğu yaygın olarak bilinmiyor. Yine de umutlanmak için bazı nedenler var. Ukraynalılar, Moskova’nın açlık planı hakkında gerçeği söylemek ve böylece bunu olanaksız hale getirebilmek için küresel Güney’deki insanlara durumlarının gerçekliğini anlatmaya çalışıyorlar. Ukrayna, ABD ve Avrupa’dan daha iyi silahlar aldıkça Rusya’nın Karadeniz’deki hakimiyeti zayıfladı. Temmuz ayında Ukrayna ve Rusya, Türkiye ile prensipte Ukrayna tahılının bir kısmının Karadeniz’den çıkıp Afrikalıları ve Asyalıları beslemesine imkân verecek anlaşmalar imzaladı. Ancak anlaşmanın imzalanmasından bir gün sonra Rusya, Ukrayna’nın tahıl sevkiyatının büyük bölümünü gerçekleştirdiği Odesa limanına füzeler fırlattı. Bundan birkaç gün sonra da Rusya bir füze saldırısında Ukrayna’nın önde gelen tarım işletmecisini öldürdü. Dünyayı beslemenin tek kesin yolu, Ukraynalı askerlerin Herson bölgesinden Karadeniz’e doğru ilerleyerek zafere ulaşmalarıdır. 

SON EMPERYAL SAVAŞ

Ukrayna, aynı zamanda sömürgeci bir güç olan bir tiranlığa karşı savaşmaktadır. Özyönetim, sadece kendi yöneticilerini belirleme demokratik ilkesini savunmak değil, aynı zamanda devletlerin eşitliğine de saygı duymak anlamına gelir. Rus liderler, sadece bazı devletlerin egemen olduğuna ve Ukrayna’nın bir sömürgeden başka bir şey olmadığına inandıklarını açıkça belirtmişlerdir. Ukrayna’nın kazanacağı bir zafer, özel olarak Ukrayna’nın egemenliğini ve genel olarak egemenlik ilkesini koruyacaktır. Aynı zamanda diğer sömürge sonrası devletlerin umutlarını da arttıracaktır. Ekonomist Amartya Sen’in de belirttiği gibi, emperyal kıtlıklar gıda kıtlığından değil, dağıtımla ilgili siyasi tercihlerden kaynaklanır. Ukrayna kazanırsa, küresel Güney’e gıda maddesi ihraç etmeye devam edecektir. Zafer kazanan bir Ukrayna, küresel Güney’de büyük bir mağduriyet ve istikrarsızlık riskini ortadan kaldırarak, iklim değişikliği gibi ortak sorunlarda küresel işbirliği olasılığını muhafaza edecektir.  

Avrupa için de Ukrayna’nın kazanması ve Rusya’nın kaybetmesi elzemdir çünkü Avrupa Birliği, bazıları eski imparatorluk metropolleri, bazıları da post-emperyal çevre ülkeleri olan post-emperyal devletlerin bir araya gelmesinden oluşuyor. Ukraynalılar, Avrupa Birliği’ne katılmanın savunmasız bir çevre ülkesi konumundan devlet olmayı güvence altına almanın yolu olduğunu anlıyorlar. Ukrayna için zafer, AB üyeliği ihtimalini de beraberinde getirecektir. Pek çok Rus’un anladığı gibi, Rusya da benzer nedenlerle kaybetmek zorunda. Bugün hukuk ve hoşgörü gelenekleriyle övünen Avrupa devletleri, ancak son emperyal savaşlarını kaybettikten sonra gerçek anlamda demokrasiye dönüştüler. Ukrayna’da emperyal bir savaş yürüten bir Rusya, asla hukukun üstünlüğünü benimseyemez ve Ukrayna topraklarını kontrol eden bir Rusya, asla bağımsız seçimlere izin vermez. Putinizmin olumsuz bir mirası olan böylesi bir savaşı kaybeden bir Rusya’nın bir şansı olabilir. Rus propagandasının iddia ettiğinin aksine, Moskova sık sık savaş kaybetmektedir ve modern Rus tarihindeki her reform dönemi askeri bir yenilgiyi takip etmiştir. 

Ukrayna’da daha fazla ölüm ve vahşetin önüne geçmek için Ukrayna’nın acil bir zafere ihtiyacı var. Ancak savaşın sonucu, sadece acı ve açlığın fiziksel alanında değil, aynı zamanda muhtemel geleceklerin mümkün kılındığı değerler açısından da tüm dünya genelinde önem taşımaktadır. Ukrayna direnişi bize demokrasinin insani riskler ve insani ilkelerle ilgili olduğunu ve Ukrayna’nın zaferinin demokrasiye yeni bir soluk getireceğini hatırlatıyor. Şu anda savaşta olan Ukraynalıların üniformalarını süsleyen üç dişli mızrak, ülkenin geleneklerinden antik tarihe uzanarak demokrasiyi yeniden düşünmek ve canlandırmak için kullanılabilecek referanslar sunuyor.

Athena ve Poseidon bir araya getirilebilir. Ne de olsa Athena sadece adaletin değil, adil savaşın da tanrıçasıydı. Poseidon’un aklında sadece şiddet değil ticaret de vardı. Atinalılar Athena’yı koruyucuları olarak seçtiler ama sonra Akropolis’te Poseidon için bir çeşme inşa ettiler – efsaneye göre tam da onun üç dişli mızrağını vurduğu yerde. Ukrayna için kazanılacak bir zafer bu değerleri haklı çıkaracak ve yeniden birleştirecekti: Athena’nın müzakere ve refah, Poseidon’un kararlılık ve ticaret. Ukrayna güneyini geri kazanabilirse, antik Yunanlıları beslemiş olan deniz yolları yeniden açılacak ve dünya Ukrayna’nın kendi kendini yönetmek için aldığı risk ile aydınlanacaktır. Nihayetinde zeytin ağacının üç dişli mızrağa ihtiyacı olacaktır. Barış ancak zaferin ardından gelecektir. Dünya, ancak Ukraynalılar denize geri dönmek için mücadele ederlerse, bir zeytin dalı elde edebilir.

Yazar: Timothy SNYDER – Eylül/Ekim 2022

Çeviri: Derya AZER – Göksu DUYGU

 

Savaş Olası ama Kaçınılmaz Değil!

Uluslararası hukukta deniz sınırlarının belirlenmesi, özellikle dar denizlerde komşu veya karşılıklı kıyı devletlerinin çatışan iddialarından kaynaklanmaktadır. Ülkenin karşı tarafında, karasularının dış sınırına yakın başka bir ülke varsa, karasularının kısıtlanması gerekir (Özman, 2006: 304).

Kısıtlamalar yalnızca tek bir deniz alanıyla ilgili olabilir veya birden fazla alanla ilgili olabilir. Bazen sınırlamak için öncelikle denizde bulunan kara parçasının mülkiyetini belirlemek gerekir. Çünkü denizin egemenliği karanın egemenliğine bağlıdır. Türkiye ve Yunanistan’ın coğrafi konumlarıyla yan yana olduğu Ege Denizi, egemenliği henüz devredilmemiş adalar, Doğu Ege Adaları’nın askerden arındırılmış statüsünün ihlali, karasuları ve kıta sahanlığının sınırlandırılması, hava sahası ve iki ülke arasındaki sorunların temelinde arama ve kurtarma sorumluluğu da dâhil olmak üzere her iki devlet için sorun teşkil eden bir bölgedir (Akkutay, 2018: 194).

2013 Darbesinden Günümüze Müslüman Kardeşler

Özet

Müslüman Kardeşler Mısır’da 1928 yılında Hasan el-Benna tarafından kurulmuş ve kuruluş amacı Osmanlı Devletinin yıkılmasının ardından İslam coğrafyasının birliğini sağlamak olmuştur. Müslüman Kardeşler dünyanın en etkili İslami örgütlenmesi olarak kabul edilmiştir. Bir sivil toplum kuruluşu olarak kurulmuşsa da günümüz Mısır siyasetinde büyük ivme yaratmış, adından tüm dünyada kendinden söz ettirmiştir. Bu çalışmada, Müslüman Kardeşler’in kuruluşundan bu zamana kadar çoğu zaman yasaklanan, kapatılan ve bir şekilde toplumsal tabanını genişlettiği için her zaman yeniden örgütlenebilen bu örgütün Mısır’da 3 Temmuz 2013’te gerçekleşen askeri darbe sonrası içinde bulunduğu mevcut kriz, el koyma kararları ve yaptırımları ele alınmıştır.

Anahtar Kelimeler: İslam, Şeriat, Sivil Toplum, Darbe.

Abstract

The Muslim Brotherhood has been recognized as one of the most influential Islamic organizations in the world. Although it was founded as a non-governmental organization, it has created great momentum in today’s Egyptian politics and has made a name for itself all over the world. In this study, the current crisis, seizure decisions and sanctions of this organization, which has been banned, closed and reorganized at any time since the foundation of the Muslim Brotherhood since its establishment, because it has somehow expanded its social base, after the military coup in Egypt on July 3, 2013, are discussed.

Keywords: Islam, Sharia, Civil Society, Coup d’état.

Giriş

Müslüman Kardeşler 1928 yılında Mısır’da İslam alimi ve öğretmen olan Hasan el-Benna tarafından pan-İslamist, şeriatçi bir sivil toplum kuruluşu olarak ortaya çıkmıştır. Kurulduğu yıllarda ”İhvan hareketi” adıyla anılmıştır. İhvan Hareketi zaman içerisinde güçlenmiş geniş kitlelere hitap etmeye başlamıştır. Hasan el-Benna’ya göre, “İslam Dünyası batı etkisinden dolayı sosyal hükmünü kaybetmiştir. Şeriat kanunları, geçmişte olduğu gibi Kur’an ve Sünnet üzere olmalı ve toplumun her kesimini; devlet işlerinden günlük problemlere değin her şeyi kapsamalıdır.” Hasan el-Benna’nın söyleminde de yazdığı gibi din her alanda yol gösterici olmalıdır düşüncesiyle hareket eden Müslüman Kardeşler zamanla siyasette de aktif rol oynamaya başlamıştır (Pınar, 2014: 130-140). Mısır başta olmak üzere tüm Arap dünyasında faaliyetlerini sürdürdü. İlk olarak Mısır’da 1938’den sonra siyasi nitelik kazanmaya başlamıştır. 1940’ların sonunda Mısır’daki monarşi ve iktidardaki Vadf Partisi’ne karşı tehdit oluşturduğu düşünülüyordu. 1952’deki Hür Subaylar Hareketi’nden sonra tüm partiler ile birlikte Müslüman Kardeşler teşkilatı da 1954 yılında kapatılmıştır, resmi olarak olmasa da teşkilat yeraltından örgütlenmeye devam etmiştir. Yine aynı yıl Cemal Abdülnasır’a karşı gerçekleşen suikast girişiminden sonra Müslüman Kardeşler’in altı lideri vatana ihanet suçundan idam edilmiş, örgüt üyeleri ise şiddet yoluyla bastırılmıştır (Duman, 2020: 30).

1970 yılında Cemal Abdülnasır’ın ölümüyle birlikte yerine gelen Enver Sedat, Müslüman Kardeşler’in özgürlük alanlarını biraz genişleterek örgüte rahatlama getirmiştir. İktidara gelmesinin üzerinden henüz 10 yıl geçmişken 1981 yılında, Mısır’ın bağımsızlığının kutlandığı tören sırasında uğradığı suikastla hayatını kaybeden Enver Sedat’ın ardından, Muhammed Hüsnü Mübarek devlet başkanı olmuştur. Mübarek rejimi ile birlikte Müslüman Kardeşler tekrar üzerinde yoğun baskıyı hissetmeye başlamıştır. Hali hazırda varolan baskı ve yasaklara karşın Müslüman Kardeşler sosyal anlamda daha da etkin olmaya başlamışlardır, siyasi olarak yasaklanmış olmalarına rağmen 2005 parlamento seçimlerine katılan bağımsız adaylara birlikte 88 sandalye kazanmıştır. Fakat bu yasaklar teşkilatın kendini siyasi anlamda geliştirmesini ve tecrübe edinmesini engellemiştir.

Arap Baharı’nın 2011 yılında Mısır’a sıçramasıyla birlikte halkın rejime karşı yaptığı darbe sonucunda Hüsnü Mübarek devrilmiş, ardından Müslüman Kardeşler yasal hale gelmiştir. Hüsnü Mübarek rejiminin devrilmesi ile Müslüman Kardeşler kendilerini siyasette gösterme fırsatına sahip olmuşlardır (Telci, 2013: 81). 2012 yılında yapılan seçimde, Müslüman Kardeşlerin kurduğu Özgürlük ve Adalet partisi %51.73 bir oy alarak seçimi kazanmış ve Mısır’ın Cumhurbaşkanı olarak Muhammed Mursi seçilmiştir. Teşkilatın Mısır’da siyasi hükmü uzun sürmemiş, Mısırlı liberallerle sürekli çatışma halinde olmuşlardır. 3 Temmuz 2013’te gerçekleşen askeri darbe Müslüman Kardeşler için gerçek bir dönüm noktası olmuştur, Abdülfettah El-Sisi liderliğinde gerçekleşen darbede yönetim Müslüman Kardeşler hareketine yönelik benzeri görülmemiş bir baskı politikası yürütmüştür.

Rabiatül Adeviyye Meydanı

Milyonlarca Mısırlı liberal Müslüman Kardeşler rejimini desteklemiyor olmasına karşın göz ardı edilemeyecek bir çoğunluk da örgütün destekçisiydi. 3 Temmuz’da ordunun yönetime el koyması ve ülkenin seçilen ilk Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi görevden uzaklaştırması ile darbenin hemen ardından Müslüman Kardeşler’i destekleyen halk, Kahire’nin Rabiatu’l Adeviyye ve Nahda meydanları başta olmak üzere ülkenin farklı bölgelerinde sokağa çıktı ve protestoya başladı (Kalabalık, 2017). 27 Temmuz sabahı ordunun meydanda ve civar bölgelerde bulunan protestocuların üzerine mermilerle silahlı saldırıda bulunduğu ve sonucunda ciddi kayıplar yaşandığı öğrenildi. 200 civarı kişinin öldüğü ve yüzlerce kişinin yaralandığı darbenin ilk büyük katliamı gerçekleşmiş oldu. Abdülfettah el-Sisi rejimi muhaliflere karşı ne kadar katı olabileceğini böylelikle göstermiş oldu. Muhammed Mursi destekçisi halk bu sert müdahaleye tepki için tekrardan 14 ağustos günü Rabiatül Adeviyye meydanını protestoya devam etmek için doldurdu. Mısır ordusu, 14 ağustos günü aralarında kadınların ve çocukların bulunduğu sivil halka ikinci defa silahla müdahale gerçekleştirmiştir. Sivil halka yapılan bu müdahalede, Mısır Silahlı Kuvvetleri ve polis güçlerinin yanı sıra, aralarında keskin nişancıların da olduğu bilinmektedir. Mısır Sağlık Bakanlığı’na göre saldırının birinci günü ölü sayısının 525 kişi olduğu bildirilmiştir. 15 Ağustos günü protestoculara karşı yapılan saldırının ikinci gününde Sağlık Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada ölü sayısının 638, yaralı sayısının ise 4201 olduğu duyurulmuştur. Müslüman Kardeşler Harekatı’nın 15 Ağustos tarihinde yaptığı açıklamada 2200 ölü ve sayısı 10 bini bulan yaralı olduğu bildirilmiştir.

“Gazap Cuması” adıyla da anılan 16 Ağustos 2013 günü halk ve Sisi rejimi arasındaki mücadele hala devam ediyordu. Ordunun ülkenin her yanından ayaklanan grupları kontrol altına almakta zorluk çektiği belirtilmiş, Mısırlı yetkililerin yaptığı açıklamada ise son 24 saat içerisinde 20’den fazla güvenlik gücünün öldürüldüğü, 15 karakolun saldırıya uğradığı bildirilmiştir. Yine aynı gün Ramses Meydanı’nda darbe yönetiminin sivil halka ateş açması sonucu yüzlerce kişi El Feth Camii’ne sığınmıştır. Camide bulunan halk sabah namazından sonra yardım çağrısında bulunmuştur öğle saatlerine doğru grubun çıkışına izin verilmesi sonucunda çıkan kişilerin tutuklandığını gören halk camiden ayrılmayı reddetti ve camide açlık grevi başlatarak protestosuna devam etmiştir. Bir süre sonra darbe yönetiminin camiye müdahale etmesiyle protestocular tutuklandılar.

18 Ağustos günü Mısır’da haklarında tutuklama kararı çıkan Müslüman Kardeşler üyelerinin Kahire’deki Ebu Zabel cezaevine nakledildikleri sırada gerçekleşen saldırılarda ise 36 kişi ölmüştür. Rejim bu saldırıyı “kaçmaya çalıştıkları ve bir polisi rehin aldıkları” gerekçesiyle açıklamıştır, Müslüman Kardeşler ise bunu bir “katliam” olarak değerlendirdi. 19 Ağustos günü Mısır’ın Sina bölgesinde iki polis aracına saldırı düzenlendi ve saldırıda 24 güvenlik gücü hayatını kaybetti. Olaylar sonrasında Mursi destekçileri 3 gün içerisine 40 üzeri kiliseye saldırı düzenlemiş, yakmıştır. Hristiyanlara ait 11 kurum da saldırıların hedefi haline gelmiştir. Halk ve darbe arasındaki çekişmede hayatını kaybedenlerden bir diğer kişi ise Müslüman Kardeşler’in siyasi ayağı olan Hürriyet ve Adalet Partisi Genel Sekreteri Dr. Muhammed el-Biltaci’nin 17 yaşındaki kızı Esma el-Biltaci olmuştur. Kamera kayıtlarına yansıyan görüntülerde bir kişinin Esma el-Biltaci’yi sarı bir çanta ile işaretlemesi sonucu keskin nişancının ateş edip olay yerinden uzaklaştığı görülmektedir.

Rabia İşareti

2013 Mısır askeri müdahalesi ile Mısır’da başlayan ve 16 Ağustos 2013 Mısır katliamı ile devam eden bu süreçte Mısır’daki protestonun merkezi olan Rabiatü’l Adeviyye meydanındaki darbe karşıtı halk hem meydanın ismini çağrıştırması hem de Tahrir Meydanı’nda toplanan kalabalıktan ayrı olduklarını belli etmek için dört parmaklarını kaldırarak bir işaret yapmaya başladılar. Anlamına baktığımızda ise Arapçada Rabia’nın ‘dördüncü, dört’ demek olduğunu görüyoruz (Türk, 2018). Meydanın adı ise İslam’ın ilk yıllarında Kudüs’te vefat eden Rabiatü’l Adeviyye’den gelmektedir. Bir diğer etkenin ise Muhammed Mursi’nin Cemal Abdunnasır, Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek’ten sonra Mısır’ın dördüncü cumhurbaşkanı olduğuna dikkat çekilmek istendiği düşüncesidir (En Son Haber, 2021).

Darbe Sonrası Müslüman Kardeşlere Yönelik Yaptırımlar

Darbe sonrası dönemde rejimin, Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın doğrudan sosyal ve ekonomik faaliyetlerini hedef almaya başladığını söyleyebiliriz (Telci, 2016), bu güne kadar geçen süreçte Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın tüm mal varlıkları ve ekonomik faaliyetleri dondurulmuştur. 2011 öncesi Mübarek döneminde uygulanan yasaklardan dolayı Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın çoğu ekonomik faaliyetleri bireysel hesaplar üzerinden yürütülmekteydi. Rejim bu nedenle teşkilat liderlerinin de ekonomik varlıklarına el koymuştur. 2013 yılının aralık ayında ise Müslüman Kardeşler’e ait okullar, dini eğitim kurumları, sağlık kuruluşları gibi yüzlerce kurumun kapatılmasına ya da bu kurumların yönetimlerinin devlete geçmesine karar vermişlerdir (Orsam, 2016: 75). İlerleyen yıllarda hala bu kurumların düzenli denetlendiğini söyleyebiliriz. El koyma kararlarının sadece kurumlara ve örgüt üyelerine özel olmadığını, Müslüman Kardeşler’i desteklediği düşünülen bazı iş adamlarının da mallarına el koyulduğunu söylemek mümkün. Yargı kurumları ve güvenlik birimleri darbeden sonra ciddi çaba göstererek Müslüman Kardeşler üzerindeki baskının ve alınacak kararların en ağır biçimde uygulanmasını hızlandırmışlardır. Darbe sonrasında birçok üst düzey yönetici hapse atılmış, hareketin Genel Başkanı Muhammed Bedii’nin tutuklanması ile yerine Mahmut İzzet vekâlet etmeye başlamıştır. 

Müslüman Kardeşler Teşkilatı 1 Eylül’den itibaren tekrar iletişim haline geçmeye ve örgütlenmeye başlamıştır. Hareketin genel vekili ve diğer yöneticiler, rejim baskısı ve güvenlik koşulları gibi nedenlerle aktif olamıyorlardı, Müslüman Kardeşler içerisinde iletişimi yeniden güçlendirme konusunda aktif rol alan isimlerin başında Dr. Muhammed Kemal, Dr. Muhammed Said Alive ve Dr. Muhammed Taha Vahdan bulunmaktaydı. Rejim baskısının yoğun olduğu dönemde bu üç isim cemaat yönetimini kontrol etmek ve teşkilatı toplayacak yeni bir ekip için çalışmalara başladı (Aydemir, 2021:19).

2014’ün ağustos ayına gelindiğinde Özel Eylem Seçeneği adında bir planın onaylanması ile idari makamları şaşırtmak için hafif silahların sistematik olarak kullanılmasına izin veriyordu. Belirli bir hedef almama ve kan dökmeme konusu ise önemle vurgulanıyordu. Bu plan merkezî bir yürütmeden ziyade, her büronun içinde bulunduğu duruma göre uygulandığından bazen aşırılıkların yaşanmasına da sebep oldu. İlerleyen süreçte gelenekselci kuşağının eleştirilerinin dozunun artmasına ve Muhammed Kemal ve ekibine karşı bir cephe oluşmasına sebep olan plan, hareketin kendi içinde bölünmesine yol açtı. 2015 yılına gelindiğinde örgütün geleneksel tutum sergileyen taraftarları ülke siyasetinde aktif olmaktan çok kendi içindeki mevcut durumla ilgileniyordu. Bu sebeple Dr. Mahmut İzzet mayıs 2015’te aldıkları kararla Dr. Muhammed Kemal’in Yüksek İdare Komitesi’nin geçersiz kılındığını ve Muhammed Kemal ile komitenin faaliyetlerini araştırma kararı aldığını açıkladı. Böylece Müslüman Kardeşler’in kendi içindeki bu fikir ayrılığı ilk defa dışa yansımış oldu. Geleneksel tutum sergileyen kitle siyasetten uzak kalıp kendi içlerinde faaliyette bulunmayı tercih etti. Mayıs 2016’da Muhammed Kemal Müslüman Kardeşler’le tüm ilişiğini sonlandırmış ve aralık ayında güvenlik güçleriyle girdiği silahlı çatışmada hayatını kaybetmiştir, ölümünden sonra kendilerine Genel Büro adını veren Muhammed Kemal destekçileri ise gelenekselcilerle bir çatışma haline girmiştir (Aydemir, 2021: 24). Kendi içinde çatırdamaya başlayan Müslüman Kardeşler’le ilgili 2017 yılında teşkilata üye gençlerle yapılan bir ankette “mensup gençlerin sadece %25i hareketin tekrar eski dinamizmine kavuşacağına inandığı” belirtilmiştir. Mart 2018’de, bir İngiliz parlamento komisyonu Mursi’nin sağlık durumu hakkında uyarıda bulunup erken ölüm riski doğuran insanlık dışı tutukluluk koşullarını kınadı. 2019 yılında ise Muhammed Mursi yargılanmak için çıktığı mahkemede baygınlık geçirdi ve hayatını kaybettiği öğrenildi (Hürriyet, 2019). Mısır İçişleri Bakanlığı Muhammed Mursi’nin ölümünden sonra alarm durumu ilan etti, sıkı emniyet tedbirleri alındı ve meydanlardaki güvenlik güçleri arttırıldı. Bakanlık ayrıca Mursi’nin ölümü üzerine “Şehit Muhammed Mursi ülkesinin demokrasi yolundaki mücadelesinde her daim müstesna bir şahsiyet olarak anılacaktır.” ifadesini kullanmıştır (NTV, 2019). 2020 yılında Mısırlı yetkililer yedi yıldır aranan Mahmut İzzet’in yakalandığını duyurmuştur. Mısır İçişleri Bakanlığının yaptığı açıklamada “Ulusal güvenlik güçleri, uluslararası terör örgütü Müslüman Kardeşler’in geçici olarak “üst düzey rehber” pozisyonuna getirilmiş kaçak sorumlusu Mahmut İzzat’ın yakalandığı bilgisini aktardı” denilmiştir (Şarkul Avsat, 2020).

Sonuç

Bugüne baktığımızda ise örgütün geleceğiyle ilgili kesin bir yargıya varılamamaktadır. Müslüman Kardeşler ümmet bilinciyle, bir sivil toplum örgütü olarak çalışmalarına başlamış ve zaman içerisinde ciddi önem taşıyan bir siyasi harekete dönüşmüştür. İlk defa Arap Baharı’yla birlikte iktidara gelme tecrübesi yaşayan hareket, siyasi anlamda tecrübesiz olduğundan ve Mısır’da süregelen toplum baskısından dolayı bu pozisyonunu koruyamamıştır. 3 Temmuz 2013 tarihinde Muhammed Mursi’ye yapılan darbeden günümüze hala yasak olan Müslüman Kardeşler günümüzde kurulduğu ülke olan Mısır dahil birçok ülkede “terör örgütü” olarak anılmaktadır ve bu tarihten itibaren haklarında tutuklama kararı çıkmış ve ağır baskı politikaları altında ezilmişlerdir. Yakın bir dönemde üst düzey yetkili olarak bilinen Müslüman Kardeşler üyesi Mahmut İzzet’in yakalanmasından da anlayabileceğimiz gibi Sisi rejiminin Müslüman Kardeşler’e yönelik tutumunda olumlu bir değişiklik görülmemektedir.

Müslüman Kardeşler liderlerinin büyük kısmı hapse girmiş ve birçok üyesi de yurt dışına kaçmıştır. Hareketin mücadelesine devamı ve bu baskı politikasının durdurulması için aldığı desteklerin önemi tartışmasız çok büyüktür. Türkiye’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın konuşmalarında, Müslüman Kardeşler’in terör örgütü olmadığını belirttiğini duyabiliriz. Hatta İstanbul Büyükşehir Belediye seçimlerinde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin adayı olan Binali Yıldırım’ı “Pazar günü Sisi mi diyeceğiz, Binali Yıldırım mı diyeceğiz? Mesele bu kadar önemli.” (Cumhuriyet, 2019) şeklinde desteklediğini duymak mümkündür. Müslüman Kardeşler’i terör örgütü olarak kabul etmeyen ülkeler arasında Türkiye, Katar, Libya, Filistin ve Sudan bulunmaktadır. Resmi olarak terör örgütü ilan eden ülkeler ise Mısır, Suriye, Suudi Arabistan, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri’dir. Müslüman Kardeşler Hareketi Mısır’ın iç meselesi olmaktan çıkmıştır. Müslüman Kardeşlerle ilgili son olarak şunu söyleyebiliriz, içlerinde geleneksel tutumda devam edenler olduğu gibi radikal bir tutum sergileyenler de bulunmaktadır (Al-Haddad, 2016: 23) fakat terör örgütü olmaktan uzak bir topluluktur. Şiddet, silahlanma veya baskıyla yaptıkları herhangi bir eyleme dair bulgu yoktur.

Gamze Ennur AKPINAR

Ortadoğu Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça

Al-Haddad, W. (2016). Müslüman Kardeşlerin, İçinde Bulunduğu Mevcut Durum ve Belirsiz Geleceği, ORSAM. Erişim Adresi: https://www.orsam.org.tr//d_hbanaliz/6_Waleed_75.pdf

Anadolu Ajansı. (2019). Dışişleri Bakanlığı: Mursi, her daim müstesna bir şahsiyet olarak anılacaktır. NTV. Erişim Adresi: https://www.ntv.com.tr/dunya/disisleri-bakanligi-mursi-her-daim-mustesna-bir-sahsiyet-olarak-anilacaktir,wjd9XDK100upR-8Hmb1djQ 

Aydemir, O. (2021). Müslüman Kardeşler Hareketi: Tarihi ve Bugünü, INSAMER, Erişim Adresi: https://insamer.com/tr/musluman-kardesler-hareketi-tarihi-ve-bugunu_3715.html (Erişim Tarihi: 05.09.2022).

Bulut, F. (2021). ABD Kongresi’nin İhvan hakkındaki raporu ve Ortadoğu devletlerinin kaderini tartıştığı Müslüman Kardeşler hareketi. Independent. Erişim Adresi: https://www.indyturk.com/node/346721/türki̇yeden-sesler/abd-kongresinin-i̇hvan-hakkındaki-raporu-ve-ortadoğu-devletlerinin

Cumhuriyet. (2019). Erdoğan çıtayı yükseltti: Pazar günü Sisi mi diyeceğiz, Binali mi?. Cumhuriyet Haber Ajansı. Erişim Adresi: https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/erdogan-citayi-yukseltti-pazar-gunu-sisi-mi-diyecegiz-binali-mi-1447149

Duman, Ö. (2020). Arap Dünyası’nda Mısır Lı̇derı̇ Cemal Abdülnasır Rüzgârı ve Nasır Sonrası 1970-1981 Yılları Arasında Mısır’ın Durumu, Artuklu Kaime Uluslararası İktisadi ve İdari Araştırmalar Dergisi.

En Son Haber (2021). Rabia selamının anlamı nedir? Erdoğan’ın selamındaki Rabia ne anlama gelir?. Erişim Adresi: https://www.ensonhaber.com/gundem/rabia-selaminin-anlami-nedir-erdoganin-selamindaki-rabia-ne-anlama-gelir

Gayim, İ. (2019). Hasan El-Bennâ. TDV İslâm Ansiklopedisi. Erişim Adresi: https://islamansiklopedisi.org.tr/hasan-el-benna

ORSAM. (2016). 2015’ten Bu Yana Müslüman Kardeşler’e Yönelik El Koyma Kararları, Ortadoğu Analiz Dergisi. Erişim Adresi: https://www.orsam.org.tr//d_hbanaliz/3_info1_75.pdf

Pınar, F. (2015). Hasan el-Benna ve Müslüman Kardeşler, Iğdır Üniversitesi – İlahiyat Fakültesi Dergisi (5).

Şarkul A. (2020). İhvan Genel Mürşidi Mahmud İzzet tutuklandı, Kahire/Şarku’l Avsat. Erişim Adresi: https://turkish.aawsat.com/home/article/2474751/i̇hvan-genel-mürşidi-mahmud-i̇zzet-tutuklandı 

Telci, İ. N. (2013). Devrim Sonrası Mısır’da Güç Mücadelesi: “İslamcı İktidar vs. Seküler Muhalefet”, ORSAM. Erişim Adresi: https://www.orsam.org.tr/d_hbanaliz/8ismailtelci.pdf 

Telci, İ. N. (2016). Darbe Sonrası Dönemde Mısır’da Devlet ve Müslüman Kardeşler, ORSAM. Erişim Adresi: https://www.orsam.org.tr/tr/darbe-sonrasi-donemde-misir-da-devlet-ve-musluman-kardesler/

Türk, A. (2018). Rabia’nın kaynağını duyunca küçük dilinizi yutacaksınız. ODATV. Erişim Adresi: https://www.odatv4.com/analiz/rabianin-kaynagini-duyunca-kucuk-dilinizi-yutacaksiniz-05061858-140287

Yük Paylaşımı ve Koruma Sorumluluğu Çerçevesinde Birleşik Arap Emirlikleri ve Japonya Örneklerinin İncelenmesi

Özet

21. yüzyılın en önemli meselelerinden biri olan uluslararası göç, ulus devlet nosyonuna dayanan uluslararası sistemde oldukça karmaşık bir konumdadır. Bu meselenin çözümü ise tüm ulus devletlerin ortak çabasını gerektiren yük paylaşımı (burden-sharing) ilkesi altında yatmaktadır. Yük paylaşımı ilkesinin genel olarak Avrupalı devletler ekseninde tartışılması, literatürde uluslararası sistemin parçası olan diğer ulusların göç politikalarına yönelik burden-sharing tabanlı yaklaşım konusundaki eksiklik, böyle bir çalışmanın gerekliliğini gözler önüne sermiştir. Bu çalışmada, yük paylaşımı ilkesini ulus devlet bağlamında tartışıp devletlerin bu konudaki isteksizliklerine zemin hazırlayan mevcut düzenlemelerdeki yasal boşlukları “koruma sorumluluğu” (R2P) ilkesiyle doldurmayı önerirken Japonya ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni mülteci politikaları çerçevesinde değerlendirerek iki devletin uygulamaları arasındaki benzerlik ve farklılıklar ortaya konmuştur.

Anahtar Kelimeler: Yük Paylaşımı, Koruma Sorumluluğu (R2P), Birleşik Arap Emirlikleri, Japonya.

Abstract

International migration, one of the most important issues of the 21st century, is in a very complex position in the international system based on the notion of the nation-state. The solution to this issue lies under the principle of burden-sharing, which requires the joint effort of all nation-states. It is essential for such a study because of the fact that the principle of burden sharing is generally discussed on the axis of European states in the literature and the lack of a burden-sharing-based approach to the migration policies of other nations that are part of the international system. While discussing the burden-sharing principle in the context of the nation-state and suggesting filling the legal gap in the existing regulations, which allows the reluctance of states in this regard, with the principle of responsibility to protect (R2P); the similarities and differences between the practices of the Japan and UAE were examined within the framework of refugee policies.

Key Words: Burden Sharing, Responsibility to Protect (R2P), United Arab Emirates, Japan.

Giriş

İnsanların içinde bulundukları ulusların ötesine göç etmelerinin altında birçok sebep yatmaktadır. Bu sebepler göç literatüründe gönüllü veya gönülsüz göç olarak kategorize edilebilir. Bu çalışmanın esas konusu olan yük paylaşımı bağlamında ele alınacak kategori ise bulunduğu ülkeden savaş, kıtlık, ölüm korkusu gibi nedenlerle göç eden ve diğer ülkelerden sığınma talep eden göçmenler ekseninde olacaktır. Bu tartışmalara detaylı yer verildikten sonra cevaplanmaya çalışılan soru Birleşik Arap Emirlikleri ve Japonya devletinin yük paylaşımı ilkesinin tam olarak neresinde durdukları ve R2P ilkesince nerede durmaları gerektiğidir.

Mülteci statüsü, “Avrupa ülkelerinde meydana gelen olaylar nedeniyle; ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncelerinden dolayı zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yabancıya veya bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen vatansız kişiye statü belirleme işlemleri sonrasında verilen statüyü ifade eder” (T.C. İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığı, t.y.).

Mültecilerle ilgili hukuki belgelerde yük paylaşımı ilkesinin oldukça vurgulandığını görülür. Mültecilerin Hukuki Statülerine İlişkin 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin önsözünün dördüncü paragrafında sığınma hakkının tek bir ülkenin sorumluluğuna yüklenmemesi, bu sorunun BM’nin kapsadığı uluslararası alanda doğası gereği iş birliğiyle çözülmesi gereken bir sorun olduğuna değinilmiştir (Executive Commitee of The High Commissioner’s Programme, 1998: 29).  Bu bağlamda Peterson, uluslararası mülteci rejimini yer değiştirmeye karşı insani bir tepki olarak tanımlar (Peterson, 2015: 445). Sonuçları tüm ulusları ilgilendiren mülteci sorununa karşı insani tepkiler tüm ulus devletlerden beklense de devletler bu sorumluluklarından türlü bahanelerle kaçabilmektedir. Musarrat-Akram’a göre mülteci sorunun tüm ulus devletlerin ortaklaşa bir müdahalesiyle çözüleceği konusundaki beklentiler, mültecilerin yükünün -ezici bir çoğunlukla- onunla en az başa çıkabilen devletler tarafından yüklendiği gerçeğiyle yer değiştirmiştir (Musarrat-Akram, 1999:216).

Yük paylaşımı, uluslararası mülteci politikalarının temelinde yatan bir olguyken ulus devletlerin bu meselede eşit sorumluluk almadığını söylemek mümkündür. Bu noktada mülteci akımından en çok etkilenen devletlerin, mülteci üreten ülkelere yakın coğrafi konumda bulunan ülkeler olduğu görülmektedir ve bunlar da genellikle gelişmekte olan ülkelerdir. Örneğin Fargues, sığınmacıların genelde ilk lokasyonu olan Mısır, Ürdün, Türkiye ve Lübnan gibi Doğu Akdeniz devletlerinin yoğun mülteci akımı sebebiyle hem fiziksel olarak (mültecilere sağlanan barınma, gıda, hastane gibi hizmetler) hem de sosyal, güvenlik açılarından baskı altında olduğundan bahsedip Suriye mülteci krizinin 2006-2009 Irak mülteci krizinden sonra geldiğini, dolayısıyla sözü edilen ülkelerin senelerdir mülteci kriziyle mücadele ettiklerini unutulmaması gerektiğini vurgular (Fargues, 2014: 3).

Bu bağlamda bu ülkelere yapılacak destek bu sorunla başa çıkılmasının en etkili yollarından biridir. Acharya ve Dewitt, yazmış oldukları makalelerinde mültecilerin yükünü çeken ilk sığınma ülkelerinin mali kaynak ve altyapı bakımından yetersiz oldukları için ihtiyaçları olan yardımın Kuzey tarafından sağlanması gerektiğini savunurlar çünkü bu iş birliği aynı zamanda soğuk savaş sonrası oluşan kuzey-güney bölünmesinin sürdürülmesi için de gereklidir, dolayısıyla her iki tarafın da yararına olacaktır (Acharya ve Dewitt, 1996: 8). Buna karşılık mali desteğin tek başına yeterli olmadığından mali destek olsa bile mültecilerin uzun vadede ev sahibi toplum açısından sağlık, eğitim ve sosyal hizmetler üzerinde bir yük oluşturabileceğinden bahsedilebilir (Martin ve diğerleri, 2019: 64). Yine mültecilerin demografik yapıda oluşturacakları değişim sadece mali destekle düzenlenemeyecektir.

Martin ve diğerleri, çalışmasında devletlerin sorumluluk paylaşımı konusundaki isteksizliklerinin arkasındaki sebepleri şöyle sıralar. Bunlardan ilki devletlerin egemenlik haklarını sınırlandırmak istememeleridir. Devletler egemenlik haklarının sınırlandırılması, güvenlik endişeleri gibi sebeplerle böyle bir uluslararası iş birliği içine girmekten çekinebilir. Ancak devletlerin topraklarına kimlerin girip çıkabileceğini belirleme yetkisinin olması egemenliklerine aykırı bir durum yaratmadığı gibi, devletlerin hem ulusal hem de uluslararası normlara karşı sorumluluğu göz önüne alındığında bu durum uluslararası iş birliğini engelleyecek bir argüman olmayacaktır. Dayanışma ilkesinin bağlayıcı olmaktan ziyade gönüllü olması da devletlerin koruma hususunda çıkar gözetmelerine izin veren bir diğer engeldir. Yine devletlerin yük paylaşımından çok yük değişimine (burden shifting) yatkın olması, mülteci yükünün daha güçlü devletler tarafından daha zayıf devletlere kaydırılmasına olanak tanıması iş birliğini zorlaştıran nedenler arasındadır (Martin ve diğerleri, 2019: 65).

Yukarıda da belirtildiği gibi hukuki bir arka planı olmasına rağmen ulus devletler yük paylaşımı ilkesi etrafında toplanıp iş birliği yapmaktan imtina edip, 1951 Sözleşmesi de başta olmak üzere uluslararası sözleşmelerdeki normatif boşluktan yararlanıp bunları kendi çıkarlarıyla yorumlayarak o doğrultuda politikalar benimseyebilmektedir. Devletlerin bu politikalarının arkasında yük paylaşımı konusundaki isteksizliklerini tartışırken yük paylaşımı ilkesine koruma sorumluluğu (R2P) çerçevesinden değinmek bu sebeplerin meşruluğu hakkında yorum yapabilmemizi sağlayacaktır.

1. Koruma Sorumluluğu (R2P)

R2P devlet egemenliğini sorumluluk anlayışıyla ele alır. Buna göre devletler, kendi topraklarında yaşayan insanları korumakla sorumludur. Devletler kendi sınırları içinde yaşanan vahşet suçlarını önlemekle sorumlu olan ilk mercidir. 2005 dünya zirvesi sonuç belgesinde kabul edildiği üzere devletlerin bu sorumluluğu yerine getiremediği ve nüfusunu korumadığı ve/veya koruyamadığı durumlarda bu sorumluluk uluslararası topluluğa geçer. Uluslararası topluluk buna bir tepki vermekle veya durumun ciddiyetine paralel bir şekilde ve ölçekte bu suçları önleme sorumluluğuna sahiptir. Ayrıca devletlerinin vahşet suçlarını önlemedeki başarısızlığı sonucunda, insanlar güvensizlik ortamından kaçmak için başka bir ülkeye sığınmayı seçebilir. Söz konusu insanlara gerekli korumanın sağlanabilmesi ve mültecilere ev sahipliği yapan ülkenin koruma sorumluluğunu yerine getirebilmesi yine uluslararası topluluğun desteğiyle mümkündür (Ercan ve Kul, 2021: 10-12).

Ertuğrul, yük paylaşımını hayata geçirecek uluslararası mekanizmaların eksikliğinden ve yetersizliğinden bahseder. Tam da bu nedenle yük paylaşımı devletler için bağlayıcı değil ahlaki ve vicdani bir eylem olduğunu savunur (Ertuğrul, 2022:667). Bu noktada devletlerden 2005 Dünya Zirvesi’nde kabul ettikleri üzere, mültecilerin korunması ve bu konudaki yük paylaşımını R2P çerçevesinde ele alınması beklenmektedir. 

Yukarıda devletlerin yük paylaşımı ilkesini koruma sorumluluğu ekseninde gözden geçirilmiştir. Sonraki kısımda Avrupa devletleri dışında kalan ülkelerdeki karşılıklarını Birleşik Arap Emirlikleri ve Japonya örnekleri üzerinden değerlendirilecektir.

2. Birleşik Arap Emirlikleri

Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), 1951 Cenevre Sözleşmesi ve 1967 Protokolüne imza atmamıştır. BAE’de bir iltica sistemi neredeyse yoktur ve mülteciler, vatandaş olmayanları sınıflandıran yasal çerçeve içinde tanınmamaktadır. Bu nedenle, BAE hükümeti haklı korku sebebiyle ülkesini terk etmiş kişileri mülteci olarak tanımlamamakta, savaştan zarar görmüş kişilerin ülkeye kabul uygulamalarında çekimser kalmakta ve 1951 Mülteci Sözleşmesi ve 1967 Protokolünde ilan edilen hakları, mültecilerin kırılganlıkları ne olursa olsun onlara vermemektedir (Charles, 2021: 1426). BAE’nin mültecilere yönelik uygulamaları Almanya hariç diğer Avrupa ülkelerininkiyle benzerlik göstermektedir. Bu uygulamalar mültecileri kendi sınırları dışında tutabilmek için Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK)’ne veya mültecileri kendi sınırları içerisinde bulunduran ülkelere ödeme yapmak şeklinde özetlenebilir. Mülteci krizine yönelik uluslararası çaba desteklense dahi kendi sınırları içerisinde mültecilerin bulunmasını olumlu karşılamamaktadır (Charles, 2021: 1437). Örneğin BAE’nin Suriyeli mülteci krizine yönelik bir yarı sığınma politikası benimseyerek çok az sayıda ailesi BAE’de yaşayan Suriyeliyi ülkeye kabul etmiştir ve BAE dışındaki Suriyelilere, mülteci barındıran diğer ülkelere, BM kurumlarına önemli miktarda fon sağlamıştır. Ayrıca BAE hükümeti, BAE dışında yaşayan Suriyelilere BAE’deki Suriyelilere verilmeyen temel hizmetler sunmaktadır (Charles, 2021: 1429). BAE’ye mülteci statüsünde kabul edilmeyen Suriyeli veya farklı ülkelerden gelen sığınmacılar BAE’nin göçmen politikasını büyük ölçüde oluşturan Kafala sistemi çerçevesinde kabul edilmiştir (Charles, 2021: 1425). Bu sistem; Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) olarak bilinen Suudi Arabistan, Kuveyt, Bahreyn, Katar, Umman ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) (Bajracharya & Sijapati, 2012: 1) ülkelerinin diğer birçok ülkeden ithal edilen farklı meslek gruplarından olan işgücünün güvenliğinin bir kefilin sorumluluğunda olduğu ve -alınan ücretlere bağlı olarak- tüm davranışlarının kontrol edildiği kısa süreli bir ikamet ve çalışma hayatının sağlandığı sponsorluk sistemidir (Damir-Geilsdorf, 2016: 162). Sistemin sponsorlara sağladığı bu kontrol hakkı bazı göçmen işçilerin sömürülmesine yol açmaktadır. Sistem sayesinde belli sosyal haklara erişebilen göçmen işçilerin aksine düzensiz bireyler için BAE’de yaşam oldukça problemlidir. Bu bireyler geçerli oturma vizesi olmadan ücretsiz olarak sağlık hizmetlerine ve örgün eğitime erişimleri mümkün değildir.

3. Japonya

Japonya’daki mülteci kabulünün tarihi kısa ve yenidir. Japonya’nın mülteci kabul etme politikalarını sınırlandıran ve çeşitli yük paylaşımı önerilerine engel olan bazı etkenler bulunmaktadır. Bunlar Japon yasaları (Reed, 1983: 15-21-22), Japon kültürü, mültecilere yönelik yük paylaşımı kabul edildiğinde bunun maliyetli bir uygulama olacağı ve iç siyasi gerilimlere sebep olabileceği yönündeki tutumlar şeklinde sınıflandırılabilir (Shuck,1997; akt. Thielemann, 2017: 12).

Japonya 1956’da Birleşmiş Milletlere katılmasına rağmen, 1981 yılına kadar Mültecilerin Statüsüne İlişkin 1951 Sözleşmesi’ne ve 1967 Protokolü’ne taraf olmamıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Japonya yeniden yapılanma ile meşgul olmuş ve sığınmacılar, mülteciler için bir hedef ülke olmamıştır. Japonya,1970’lerin ortalarına yani Hint-Çinli mültecilerin kıyılarına gelmeye başlamasına kadar ulusal sınırları içindeki mülteciler sorunuyla yüzleşmek zorunda kalmamıştır. Ülke ilk başta Hint-Çinli mülteci akınını kabul etmekte oldukça isteksizdi bunun yanı sıra bu akın ile başa çıkabilecek yasal bir çerçeveye ya da sosyal refah yapılarına sahip değildi fakat uluslararası toplum Japonya’nın yükten payını alması için baskı uygulamıştır. Bunun sonucunda Japonya artık harekete geçmek zorunda kalmıştır. 1951 Göçmenlik Kontrol Yasası’nda- 1981 yılında Göçmenlik Kontrolü ve Mülteci Tanıma Yasası (ICRRL) olmuştur- değişiklik yaparak iç hukukta uygulanmıştır. Japonya’nın mültecilere yönelik yük paylaşımında isteksizliği yeni bir yasa yapmak yerine göç yasasını değiştirerek uygulamasına sebep olmuştur (Dean & Nagasima, 2007: 482-483-484).

Günümüzde ekonomik açıdan dünya devleri arasında bulunan ve neredeyse tamamı Japonlardan oluşan Japonya’nın nüfusu (Cantürk, 2021:189) 125 milyondur (The World Bank, 2022). Japonya’da yaşayan toplam nüfusun yüzde ikisini oluşturan 2 milyonluk bir göçmen grubu bulunmaktadır (Cantürk, 2021: 196). Ülke mültecilere de oldukça kapalıdır ve bu alanda politika ve uygulamalar sınırlıdır. 1982 ve 2004 yılları arasında Japonya 3.544 iltica başvurusu almıştır. Mülteci statüsü sadece 330 vakaya verilmiştir (Dean & Nagasima, 2007: 482). 1951 Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin sözleşmeye taraf olan Japonya (United Nations High Commissioner for Refugees, 1967) yük paylaşımı çerçevesinde Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) verilerine göre 1994-2002 döneminde sığınma ve yeniden yerleşime ilişkin 15 OECD ülkesi karşılaştırıldığında son sıralarda yer almaktadır (Thielemann, 2017: 6-8) Japonya sığınma ve yeniden yerleşim konusunda çekimser davransa da uzun yıllar boyunca BMMYK’ye en büyük ikinci bağışçı olmuş ve diğer uluslararası kuruluşlara da büyük bir bağışçı olmaya devam etmektedir. Uluslararası sorumluluk yükünü bağış yaparak paylaşırken, yurt içinde mültecilerin haklarına ve sosyal refahlarına ilişkin yük büyük ölçüde devlet tarafından mali açıdan desteklenmeyen sivil toplum kuruluşlarına kaydırılmıştır (Dean & Nagasima, 2007: 524).

Japonya’nın politika ve uygulamalarının ekonomik olarak büyümeye devam edecek tek etnik ve homojen bir toplumun sürdürülmesini koruyacak şekilde çerçevelenmesi ülkeye girmek isteyenlerin çoğunun dışlanmasına yol açar. Japon toplumunun yabancıların Japon kültürünü ve dilini bir Japon kadar iyi bilemeyeceği yönündeki tutumu gelen yabancıların misafir olarak görülmesine ve onların marjinalleştirilmesine sebep olmaktadır (Kocalan, 2020: 737) Örneğin doğum oranlarının düşmesiyle birçok sosyal sorun yaşayan Japonya, Japon kadınların doğum oranlarının artırmaya çalışmasının aksine göçmen kadınların doğum oranlarının artmasından endişe duyulmaktadır. Bu durum göçmen kadınların Japon toplumunda diğer birçok yabancı grup gibi ötekileştirildiğini göstermektedir. Nitelikli göç politikalarından kaçınan Japonya’nın, çok kültürlü bir gelişime dirençli olması ve yabancıya kapalı bir yapıya sahip olması (Cantürk, 2021: 197) mültecilerin sığınmalarının ya da yeniden yerleşimlerinin sınırlandırılmasına yol açmaktadır.

Sonuç

Dünya varoluşundan itibaren birçok savaşa, haksızlığa, zorla yerinden edinme deneyimlerine sahne olmuştur. İnsanın aklıyla tarih sahnesine çıktığı aydınlanma döneminden itibaren sistem insan odaklı bir yol izlemeye başlamış, iki dünya savaşından sonra yeni dünya sisteminin insan hakları temelinde kurulduğu sürece barış getirebileceği kabul edilmiştir. Hem 1948 İnsan Hakları Beyannamesi hem de 1951 Mülteci Sözleşmesi böyle bir atmosferde ortaya çıkmıştır. Ülkelerinde -sebepleri yukarıda da detaylı anlatıldığı üzere- can güvenliğini tehlike altında hisseden insanlar bir başka ülkeye sığınma hakkına sahiptir. 1951 Cenevre Sözleşmesi ile devletler bu durumu yasal olarak kabul etseler devletlerin güvenlik endişeleri insan haklarından daha önemli görülmüştür. Halbuki bütün ulus devletler insan haklarına saygı göstermekle sorumludur. Bir devlet, kendi nüfusunun yaşama hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı gibi temel insan haklarını koruyamıyor, ülkesinde işlenen vahşet suçlarını durduramıyor ve hatta bu hakları bizatihi ihlal ediyorsa, söz konusu nüfusu korumak uluslararası toplumun sorumluluğu altına girecektir. Buradan hareketle mülteciliği doğuran nedenlerin temel insan hakları ihlallerinden çok da farklı olmayacağını kabul etmek gerekir.

Dolayısıyla, yapısı ve sonuçları itibariyle tüm ulusları ilgilendiren bir olgu olan mülteci sorununun çözümünü yük paylaşımı ilkesi etrafında aramak son derece tutarlı olacaktır. Bu noktada yukarıda da değindiğimiz R2P, mevcut rejimi düzenleyen anlaşmalardaki boşluğu doldurabilecek bir kapasiteye sahiptir. Bu bağlamda, araştırma Japonya BAE’yi karşılaştırmakla 1951 Mülteci Sözleşmesinin uygulamadaki eksikliklerini gözler önüne sererken yük paylaşımının koruma sorumluluğunu gözeterek ele alınabileceğini savunmuştur. 

Birbirinden çok farklı coğrafi yapı ve kültürel özelliklere sahip olan Birleşik Arap Emirlikleri ve Japonya’nın göç olgusu çerçevesindeki uygulamaları belli açılardan benzerlik ve farklılık göstermektedir. Mültecilerin hakları ve sosyal iyilik halleri açısından büyük önem taşıyan 1951 Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Sözleşme’nin Japonya tarafından imzalanması fakat Birleşik Arap Emirlikleri tarafından imzalanmaması ülkeler açısından hukuki anlamda önemli bir fark oluşturmaktadır. Yeterince araştırılmadığında bu farkın ülkelerin uygulamaları açısından da fark oluşturabileceği düşünülebilir ama iki ülkenin de mültecilere yönelik tutumlarında benzerlik bulunmaktadır. Kendi ülkeleri dışındaki mültecileri maddi anlamda önemli derecede destekleyen bu iki ülke, mültecilerin iltica talepleri sürecinde ciddi zorluklar çıkarmakta ve çok az sayıda mülteciyi ülkelerine kabul etmektedir. Mültecileri ülkeye kabul etmeme sebepleri yönünden iki ülke birbirinden ayrılmaktadır. Çok kültürlü yapıdan kaçınan Japonya ülkenin kültürel yapısında homojenlik sağlayabilmek için mültecileri kabul etmekte isteksiz davransa da Birleşik Arap Emirlikleri 1951 Sözleşmesini imzalamayarak yasal bir sorumluluğun altına girmemiş ve sığınma talebinde bulunanları da kullandığı Kafala sistemi çerçevesinde işçi olarak kabul etmiştir.

Sonuç olarak bu iki ülkenin politikalarındaki benzerlikleri ve farklılıkları gördükten sonra, 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin bünyesinde bulundurduğu normatif boşluklar sebebiyle günümüz mülteci sorununu çözmek için eksik kaldığı söylenebilir. Bu nedenle çözüm hem taraf hem de taraf olmayan devletleri kapsaması bakımından R2P çerçevesinde yük paylaşımı ilkesi etrafında aranmalıdır.

Sevde TABAY 

İsra ERÇAĞLAR

Göç Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça:

Acharya, A., & Dewitt, D. B. (1996). II Fiscal Burden Sharing. Refuge: Canada’s Journal on Refugees / Refuge: Revue Canadienne Sur Les Réfugiés, 15(1), 8–9.

Bajracharya, R., & Sijapati, B. (2012, Mart). The Kafala System and Its Implications for Nepali Domestic Workers. Policy Brief, (1).

Cantürk, S. (2021, 06 30). Gelişmiş Ülkelerde Sosyal Politika Uygulamaları: Japonya Örneği. İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi. https://doi.org/10.47998/ikad.923254

Charles, L. (2021). Refugees but not Refugees: The UAE’s Response to the Syrian Refugee Crisis Viewed through the Lived Experience of Syrians in Abu Dhabi. Journal of Refugee Studies, 34(2).

Damir-Geilsdorf, S. (2016). Contract Labour and Debt Bondage in the Arab Gulf States. Policies and Practices within the Kafala System. S. Damir-Geilsdorf, U. Lindner, G. Müller, O. Tappe, & M. Zeuske içinde, Bonded Labour (s. 162).

Dean, M., & Nagasima, M. (2007). Sharing the Burden: The Role of Government and NGOs Protecting and Providing for Asylum Seekers and Refugees in Japan. Journal of Refugee Studies, 20(3), s. 482-483-484.

Ercan, P. G., & Selin, K. U. L. (2021). Ülkeleri İçinde Yerinden Edilmiş Kişilerin ve Mültecilerin Koruma Sorumluluğu Çerçevesinde Korunması. Uluslararası İlişkiler Dergisi18(71), 1-19.

Ertuğrul, Ü. E. Geçici Koruma ve Mülteci Yükünün Paylaşılmasındaki Normatif Boşlukların Giderilmesiyle Ilgili Öneriler. İstanbul Hukuk Mecmuası80(2), 655-682.

Fargues, P. (2014). Europe Must Take on its Share of the Syrian Refugee Burden, But How? German Marshall Fund of the United States.

General Assembly. (1998). Annual Theme: International Solidarity and Burden-Sharing in All Its Aspects: National, Regional and International Responsibilities for Refugees, A/AC.96/904. Refugee Survey Quarterly, 17(4), 29–36.

Japonya Büyükelçiliği, Türkiye. (2017, 08 18). Japonya Tarihçesi. 08 15, 2022 tarihinde Japonya Büyükelçiliği, Türkiye: https://www.tr.emb-japan.go.jp/itpr_tr/00_000134.html adresinden alındı

Kocalan, E. (2020, 12 30). Japonya’ya Müslüman Göçü. Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi.  https://doi.org/10.14395/hititilahiyat.689578

Martin, S. F., Davis, R., Benton, G., & Waliany, Z. (2019). International Responsibility-Sharing for Refugees: Perspectives from the MENA Region. Geopolitics, History, and International Relations, 11(1), 59–91.

Musarat-Akram, S. (1999). The World Refugee Regime in Crisis: A Failure to Fulfill The Burden-Sharing And Humanitarian Requirements of the 1951 Refugee Convention. Proceedings of the Annual Meeting (American Society of International Law), 93, 213–216. http://www.jstor.org/stable/25659295

Peterson, G. (2015). Sovereignty, international law, and the uneven development of the international refugee regime. Modern Asian Studies49(2), 439-468.

Reed, R. F. (1983). The U. S. – Japan Alliance: Sharing the Burden of Defense. DIANE Publishing.

T.C. İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığı. (t.y.). Mülteci. Erişim Adresi: https://www.goc.gov.tr/multeci (Erişim Tarihi: 24.08.2022)

The World Bank. (2022). Japan| Data. 08 18, 2022 tarihinde The World Bank: https://data.worldbank.org/country/japan?view=chart adresinden alındı

Thielemann, E. R. (2017). Burden Sharing: The International Politics of Refugee Protection. The Center for Comparative Immigration Studies, s. 6-8.

United Nations High Commissioner for Refugees. (1967). States Parties to the 1951 Convention Relating to the Status of Refugees and the 1967 Protocol., (s. 1-5). https://www.unhcr.org/protect/PROTECTION/3b73b0d63.pdf adresinden alındı

Gönül (2022)

Film Adı: Gönül

Yapım Yılı: 2022

Yönetmen: Soner Caner

Tür: Romantik Komedi 

Gönül filmi her ne kadar müzikal şeklinde olup arkada çalan ve oyuncuların söyledikleri şarkılarla keyifli bir romantik komedi filmi olarak kendini sunsa da iki farklı toplum yapısının birbirleriyle olan ilişkisi üzerinden azınlıklar ve toplumda kadınlar üzerinde oluşturulmuş olan baskı ve ötekileştirme üzerinde durmaktadır. Bu iki konu üzerinden film, toplumların kendi kültürlerini yaşatmak için diğer kültürleri nasıl baskıladıklarını ve ataerkil olan sosyal yapılarda kadınların özgürleşme(me)si üzerine odaklanır. 

Filmde kültür kavramının ve bu kavramın ne kadar değişken olduğu gösterilmektedir. Bu durum, her iki köyün toplumsal yapılarının birbirinden tamamen zıt şekilde şekillenmeleri ile gözlemlenebilir. İki köy, her ne kadar ne zaman ve nerede oldukları belirtilmese de birbirleriyle etkileşim içerisinde olmalarına rağmen toplumsal yapıları birbirlerinden çok farklıdır. Bu farklılıklara rağmen birbirleri ile iletişim ve etkileşim halinde olmaları, kültür kavramının öğrenilen ve insanların onu anlayış biçimine göre şekil değiştirebileceği noktasını vurgulamaktadır. Babalarının derdini anlatmak için ilk olarak kendi kültürünün parçası olan müziği kullanması fakat anlaşamadığı için adamın kültürüne uygun şekilde kendini ifade etmesi bu duruma örnek gösterilebilir. Kültür kavramının aynı zamanda bütünleştirme ve ayrımlaştırma özellikleri de gözlemlenmektedir. İki kültürün birbirinden farklılıkları üzerinden tamamen ayrı hayat şekillerini benimsemeleri, fakat iki köydeki insanların toplumu ve kültürlerini yaşatmak için birbirlerine bağlanmaları ve hayatlarını birlikte geçirmeleri birleştirme özelliğini gösterir. 

İki toplumu birbirinden ayıran temel kültürel farklılık olarak etnik köken gösterilebilir. Filmin başında geçen “Tanrı insanları yarattı, baktı ki çok mutsuzlar, onları Domlar’ı gönderdi. Konup göçtüler, çalıp söylediler. Bir Gönüle düşmek için…” cümlesinden, filmin azınlık olarak görülen Dom diye adlandırılmış olan göçmenler üzerinde durduğu görülmektedir (Caner, 2022). Fakat bence bu durum, Dom insanlarının diğer toplumlar tarafından gördükleri baskıları romantik bir şekilde ele almaktadır. Filmde Dom halkı mutlu ve huzurlu bir sosyal yapıyı simgelemektedir. Onların duygusal olarak bulundukları durumun tam tersine kıyafetleri, evleri ve arabalarının eski ve hasarlı olmaları da bence bu fiziksel ve duygusal durum arasındaki çatışmayı göstermektedir. Dom halkı her ne kadar zorlu koşullar arasında yaşamak zorunda olsa da bu durumlar içerisinde kendi kültürlerini ve hayatlarını sürdürmeye devam etmektedir. Dom halkı kültürünün yansıtıldığı bir diğer nokta da müzikleridir. Oradaki insanların çalgıcı olmaları ve iletişimlerini genellikle müzik ile kuruyor olmaları, iletişim kavramının bile kültürden ne derece etkilendiğini göstermektedir. Aynı zamanda Dom halkının hep neşeli olarak resmedilmeleri ve bunu müzik yolu ile anlatmaları, müziğin onları nasıl manipüle ettiğini gösterir. Bu durumda, müzik onların kendi acılarını bastırmak için kullandıkları bir araç haline gelir. Bu durum son sahnede babalarının mezardan çıkıp dans etmeye başlamasında da gözlemlenebilir. İlk başta her ne kadar hepsi çok üzgün olarak görünseler de sahnenin devamında türkü söylemeye başlayıp acılarını bastırmaları müziğin farklı kültürlerde iletişim dışında da farklı amaçlarının olduğunun göstergesidir. 

Filmde aynı zamanda hâkim kültür ile azınlık olarak görülen kültür arasındaki etki ve güç farkı da gösterilmektedir. Filmde gösterilen diğer köy Dom halkını işçi gücü olarak kullanmaktadır. Örnek olarak, dua etmeye gelen hoca ve çalgıcılar Dom köyünden diğer köye çalışmak için gitmektedirler. Her ne kadar bu köyün gelenekleri egemen kültür olsa da Dom halkının o kültürün gelenek ve göreneklerini kabul etmediği noktalar vardır. Bu nokta da o kültüre karşı çıktığı noktaların da şiddet ile çözülmesi de egemen kültürünün azınlık kültürlerini nasıl baskılamaya çalıştığını ve ötekileştirdiğini göstermektedir. 

Bu baskılanma ve ötekileştirme kadınlar ile erkekler arasında olan ilişkiler üzerinden de gözlemlenir. Filmde kadının toplum tarafından erkekler tarafından baskılanması iki farklı köyün birbirleriyle tamamen zıt şekilde portrelenmesiyle başlar. Sümbül’ün kendi köyünde kadınların birer obje olarak görülmelerinin tam tersine Piroz’un köyünde kadınlar erkekler ile tamamen eşit olarak simgelenmektedirler. Bu durum kadının çocuğunun olmamasından erkeği zorunlu tutmasından gözlemlenebilir. Erkeklerin ataerkil toplumlarda cinsel anlamda yetersiz olarak görülmelerinin bir kadın tarafından söylenmesinin tam tersine, bu toplumda erkek bu durum için bir sorumluluk almakta ve bu durum için kadını suçlamamaktadır. 

Bu durumun tam tersine kadınlar üzerindeki bu cinsellik baskısı kadın karakterin düğünde kırmızı kurdele bağlamış olmasıdır. Kırmızı kurdele, özellikle konservatif toplumlarda kadınların bakire olduğunu, yani daha önce herhangi başka bir erkekle bir cinsel ilişkiye girmediğini simgelemektedir. Bu durum kadının hem bir obje olarak simgelenmesini sağlarken, bir bakıma o toplumdaki herkese daha önce kimseyle birlikte olmadığını kanıtlarken, bir yandan da cinsel kimliğinin de sadece heteroseksüel bir kadın olabileceğini vurgular. Aynı zamanda kızı başkasıyla evlendirme imkânı olduğu halde, kız sırf bakire değil diye kızı öldürme isteği, ayrımcılığın ve toplumsal baskının toplumun kültüründe ne kadar derinlere işlemiş olduğunu gösterir. 

Sümbül karakterinin yarım-akıllı olarak ele alınması, bence kültürün beraberinde oluşturduğu norm ve kurallara kendilerini ait hissetmeyen insanların toplumdan nasıl dışlandıklarını simgelemektedir. Bu durum Sümbül’ün gelinliğin renginin neden kırmızı olmadığını sorduğu sahnede gözlemlenebilir. Sümbül’ün toplumun normlarını sorguluyor olması toplumun birliğini tehlikeye sokan bir etken olarak görülür. Cinsel bir ilişkiye girmiş olması, rengi sorgulamasından da ileri bir hamle olarak bir başkaldırı olarak yorumlanabilir. Bu durumda Sümbül bakire olmadığı için değil, toplumda yaşamasına izin verilirse diğer kadınları etkileyebileceği için bir tehlike haline gelir çünkü kültür değişime açık bir yapıya sahip olduğu için, zaman içerisinde Sümbül’ün hareketleri doğrultusunda da bir değişiklik gösterebilir. Bu yüzden toplum, Sümbül’ü kucaklamak yerine onun hareketlerini yarım-akıllılığı üzerinden değerlendirip onu toplumdan ötekileştirmekte ve diğer kadınlara da onun yaptığı hareketlerin normal insanlar tarafından yapılmayacağını göstermektedir. 

Sonuç olarak Gönül filmi, iki toplumun birbirleri ile olan ilişkileri üzerinden kültür kavramının ne kadar soyut bir kavram olduğunu ve birbirleriyle ilişki içerisinde olan insanlar arasında bile ne kadar farklılıklar içerebileceğini göstermektedir. Aynı zamanda film kültürlerin ayrıştırma ve birleştirme gücünün hâkim bir kültür oluşturmadaki yerine ve toplum içerisinde de kadın ile erkekler arasında nasıl bir eşitsizlik ve ötekileştirme oluşturduğunu gözler önüne serer. 

Selin Özışık 

Sosyoloji Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça: 

Oğuz, E., S. (2011). Toplum Bilimlerinde Kültür Kavramı. Edebiyat Fakültesi Dergisi, 28(2). 

Caner, S. (Yönetmen). 2022. Gönül (Film). Netflix. 

Kraliçenin Ölümü, Tarihin Komedyası

“rest in peace Princess Diana you would have loved this”

“huzur içinde yat Prenses Diana buna bayılırdın” (Kinsella, 2022)

 

“queen elizabeth won’t see your funny little tweets abt her dying but her 4 year old great grandson prince louis of cambridge will bc I’m breaking into balmoral castle and reading them all out loud to him”

“kraliçe elizabeth ölümüyle ilgili komik tweetlerinizi görmeyecek ama 4 yaşındaki torunu cambridge prensi louis görecek çünkü ben balmoral kalesine gireceğim ve hepsini yüksek sesle okuyacağım” (Haribo, 2022)

İngiliz monarşisinin en uzun süre tahtta kalan üyesi Kraliçe II. Elizabeth, 8 Eylül Perşembe akşamı hayatını kaybetti. Haber çok kısa sürede bütün dünyaya yayıldı. Peki, siz kraliçenin ölüm haberini nereden duydunuz? Açıkçası ben TikTok platformu üzerinden öğrendim. İzlediğim videolardan birinde kraliçeyi canlandıran bir kadın cennete gidiyordu. Prenses Diana’yı canlandıran bir başka kişi de onu görünce “otur, konuşmamız gereken bir konu var” şeklinde karşılık veriyordu. Bu videoyu görünce gülüp geçtim; ancak sonrasında bu şekilde birçok paylaşım görünce kraliçenin öldüğünü anladım. Twitter’ın durumunu az çok tahmin edebilirsiniz. Çok kısa bir sürede bütün dünya bu büyük olayı konuşur oldu. Kraliçenin ölümü, yalnızca birkaç dakika içerisinde tarihin komedyasına dönüştü. Bu örnekte gördüğümüz gibi mizah, kişiler tarafından siyasal olayların aktarımında sıklıkla kullanılıyor. Yazımda siyasi mizahın ne olduğunu açıklamaya çalışacağım. Daha sonrasında ise siyasi mizahın aktarımında sosyal medyanın nasıl bir rol oynadığına değineceğim.

Çeviri: Rusya’nın Yenilgisi Amerika’nın Problemi Olur

Bu yazı, Prof. Stephen M. Walt’un Foreign Policy için kaleme aldığı “Russia’s Defeat Would Be America’s Problem” başlıklı yazısından çevrilmiştir. Yazının aslını aşağıdaki bağlantıdan bulabilirsiniz.

Russia’s Defeat Would Be America’s Problem

“Ukrayna’da zafer, Washington’da kolayca kibir anlamına gelebilir.”

MÖ 431’de Atinalıları Sparta’ya savaş ilan etmeye ikna eden Perikles konuşmasının sonunda, “düşmanın hilelerinden çok kendilerinin hatalarından korktuğunu” ilan etti. Özellikle, kibir ve “savaşın gidişatı ile yeni fetih planlarının” birleşme tehlikesine karşı uyardı. Ancak uyarıları dikkate alınmadı ve halefleri sonunda Atina’yı feci bir yenilgiye uğrattı.

Yüzyıllar sonra, Britanya devrimci Fransa ile savaşa doğru ilerlerken, Edmund Burke İngiliz yurttaşlarına benzer bir uyarıda bulundu. 1793’te yazdığı gibi: “Kendi gücümüzden ve kendi hırsımızdan korkuyorum; çok korkmamızdan korkuyorum. … Bu şaşırtıcı ve şimdiye kadar görülmemiş bir gücü kötüye kullanmayacağız diyebiliriz. Ama diğer her ulus onu kötüye kullanacağımızı düşünecek. İmkansız ama bu durumun er ya da geç bize karşı bizim yıkımımızla sonuçlanabilecek bir birleşim oluşturması gerekiyor.” Ancak Burke’ün tahmini Fransa yenildikten sonra bile Britanya’nın hırslarının kısmen sınırlı kalması nedeniyle gerçekleşmedi.

Bu iki kasvetli kehanetten bahsediyorum, çünkü ABD ve Batılı müttefiklerinin Ukrayna’daki savaştan açık bir zaferle çıkma ihtimali var. Batı’nın daha ileri görüşlü devlet idaresi, Ukrayna’yı Rusların elinde gördüğü büyük yıkımdan kurtararak, ilk başta savaşı önleyebilirdi. Bu karşı olguya rağmen, Rusya’nın yanlış hesaplamaları ve askeri beceriksizliği, Ukrayna’nın sert direnişi, müthiş Batılı malzeme ve istihbarat desteği ve Moskova’ya yönelik güçlü yaptırımların kombinasyonu, sonunda Kiev ve Batılı destekçileri için bir zafer yaratabilir. Çatışmanın daha fazla tırmanmadığını varsayarsak -bu ihtimal hala göz ardı edilemez- ve Ukrayna son savaş alanındaki başarılarını sürdürürse, Rusya’nın gücü önümüzdeki yıllarda büyük ölçüde azalacaktır. Vladimir Putin’in Moskova’da iktidardan uzaklaştırılması bile mümkün. Rusya kesin bir yenilgiye uğrarsa, Batı’nın kaçınılmaz çöküşüne ilişkin uyarılar en iyi ihtimalle erken görünecek.

Nükleer silahların kullanılmadığını ve Ukrayna’nın kaybettiği topraklarının tamamını olmasa da neredeyse tamamını geri aldığını varsayarsak, bu sonucun hem ahlaki hem de stratejik açıdan beğenilecek çok yanı var. Bu nedenle, kesinlikle bu sonucu destekliyorum. Ama sonra ne olacak? Batı ve özellikle ABD zaferden nasıl yararlanmalı? Hepsinin ötesinde, zaferin meyvelerinin israf edilmemesi için hangi adımlardan kaçınılmalı?

Ukrayna’daki nihai oyunun hala belirsiz olduğu göz önüne alındığında, bu konuları gündeme getirmek için erken görünebilir. Ama zafer anı gelirse ne olacağını düşünmeye başlamalıyız. Ne de olsa, Amerika Birleşik Devletleri son kez büyük bir jeostratejik zafer kazandığında -Sovyet imparatorluğunun barışçıl çöküşünde- Perikles’in uyardığı türden bir kibire yenik düştü ve daha kalıcı ve barışçıl bir dünya inşa etme fırsatını heba etti. Başka bir fırsat bulursa, hatalarından ders almalı ve bu sefer daha iyi bir iş çıkarmalı.

Beni endişelendiren şu: Ukrayna’da başarı hepimizin dilemesi gereken bir şey olsa da, tek kutuplu dönemin ters etki yaratan aşırılıklarını üreten ABD’deki aynı siyasi güçleri güçlendirmesi muhtemel. Ukrayna’daki zafer, demokrasinin doğasında var olan üstünlüğe ilişkin iddiaları destekleyecek ve onu yurt dışına yaymak için yenilenen çabaları teşvik edecektir. Pişman olmayan yeni-muhafazakarlar ve hırslı liberal haçlılar, 30 yıllık başarısızlıktan sonra nihayet bir başarıya imza atarak ötecekler. Savaştan cömertçe kâr elde eden askeri-sanayi kompleksi, dikkatsiz Amerikalıları dünyayı ancak garnizon haline getirerek ve savunmaya kendisinden sonraki yedi veya sekiz ülkenin toplamından daha fazla harcama yaparak güvende olabileceklerine ikna etmek için harcayacak çok daha fazla milyona sahip olacak. Rusya’nın büyük ölçüde gerilemesi ve ekonomik durgunluğun baş göstermesiyle, Avrupa’nın savunma yeteneklerini artırmaya yönelik mevcut vaatler etkisini yitirecek ve Amerika’nın NATO müttefikleri koruma için Sam Amca’ya güvenmeye geri dönecek. Geçmişteki birçok başarısızlığa rağmen, liberal hegemonya savunucuları, en azından geçici olarak, haklı olduklarını iddia edeceklerdir.

Peki, bunda yanlış olan ne?

Yeni başlayanlar Ukrayna savaşının kendisinden alınan bazı önemli dersleri görmezden geliyor.

Ders 1: Büyük bir gücün hayati bir çıkar olduğuna inandığı şeyi tehdit etmenin, kişinin kendi niyetleri asil veya iyi niyetli olsa bile tehlikeli olduğudur. Bu açık uçlu NATO genişlemesi ile oldu. Farklı bir dizi dış politika uzmanı, bu politikanın sorunlara yol açacağı konusunda defalarca uyardı ve Ukrayna krizinin başladığı Şubat 2014’ten bu yana olan hiçbir şey onların uyarılarını geçersiz kılmadı. Kaçınılması gereken bir savaşta galip gelmek, aynı hatayı tekrarlamak için iyi bir argüman değil. Hafifletmek için bir tartışma yapmıyorum, kusura bakmayın, sadece diğer büyük güçlerin hayati çıkarlar olarak gördüğü şeyleri görmezden gelmenin doğası gereği riskli olduğunu hatırlatıyorum.

Ders 2: Tehditleri şişirme tehlikesidir. Ukrayna’daki savaş, en iyi şekilde, Rusya’nın Ukrayna’nın Batı yörüngesine kaymasını durdurmak için başlattığı önleyici bir savaş olarak anlaşılabilir. Önleyici savaş uluslararası hukuka göre yasa dışıdır, ancak Putin, ABD liderliğindeki Ukrayna’yı silahlandırma ve eğitme çabasının Moskova’nın Kiev’in jeopolitik yeniden düzenlenmesini durdurmasını imkansız kılacağına inanıyordu. Amerikalı liderlerin Vietnam Savaşı sırasında domino taşlarının devrilme tehlikesini abartmaları ve 2003’te Saddam Hüseyin’in Irak’ının yarattığı tehdidi kasten şişirmeleri gibi, Putin de muhtemelen Ukrayna’yı “kaybetmenin” Rusya’ya karşı oluşturduğu gerçek tehlikeyi abarttı. Rus liderler bu sonucu defalarca varoluşsal bir tehdit olarak tanımladılar – yani önlemek için savaşmaya değer bir tehdit – ancak NATO’nun işgal edebileceği veya “renkli devrimlerin” nihayetinde Rusya’ya yayılabileceğine dair korkuları muhtemelen abartılıydı (ki bu onların samimi olmadıkları anlamına gelmez). Eğer öyleyse, bu yanlış karar Moskova’yı maliyetli bir bataklığa sürükledi. Demek istediğim, tehditleri şişirmek, devletleri tehditleri küçümsemek kadar belaya sokabilir, bu yüzden Alman Otto von Bismarck, önleyici savaşın “ölüm korkusuyla intihar etmek” gibi bir şey olduğu konusunda ünlü bir uyarıda bulunmuştu. Geleceğin ABD politika yapıcıları bunu akılda tutmalıdır.

Ders 3: Basit ve Putin’in görmezden geldiği görülüyor. Yabancı bir ülkeyi işgal ederseniz, dostça bir karşılama beklemeyin. Aksine, yabancı işgalciler tipik olarak daha önce bölünmüş toplumları birleştirir ve vahşi ve son derece etkili direnişe ilham verir. Ukrayna elbette bir örnek ve silahlı kuvvetleriniz savaş suçları veya başka zulümler işlediğinde hoş karşılanma ihtimaliniz daha da düşük olur. Bu dersi de ön planda ve merkezde tutsak iyi olur.

Ders 4: Görünüşe göre Putin tarafından da dikkate alınmamış, açık saldırganlığın diğer ülkeleri alarma geçirdiği ve onları buna karşı koymak için adımlar atmaya yönlendirdiğidir. Rusya cumhurbaşkanı, 2014’te Kırım’ın ele geçirilmesine nispeten ılımlı tepkinin, dış güçlerin 2022’deki işgaline karşı çok az şey yapacağı anlamına geldiğine inandı ve Adolf Hitler’in Mart 1939’da Çekoslovakya’nın geri kalanını ele geçirdikten birkaç ay sonra Polonya’nın peşinden gitmesi gibi bir hatayı yaptı. Dengeleme davranışı bazen verimsizdir ve devletler genellikle parayı diğerlerine aktarmaya çalışır, ancak doğrudan bir istila karşısında etkili dengeleme çok daha az olasıdır. Bunu tek kutuplu çağdaki ABD maceracılığının bazı devletler tarafından yumuşak dengelemeyi ve diğerleri tarafından sert dengelemeyi tetiklediği dinamiklerle anlamalıyız. Bu dinamikler, Washington’un daha yüksek hırslarından bazılarını engellemeye yardımcı oldu. Bu dersi de hatırlamak akıllıca olur.

Bu dört ders birlikte ele alındığında, Ukrayna’daki bir zaferin ABD’yi küresel düzeni kendi zevkine göre yeniden şekillendirecek bir konuma getirmeyeceğine işaret ediyor. Bu hedef, tek kutuplu anın zirvesinde bile ulaşılmasının ötesindeydi ve Çin’in yükselişi, Avrupa’nın ekonomik kırılganlığı ve gelişmekte olan dünyadaki birçok ülkenin Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı ikircikli tutumu göz önüne alındığında, genel koşullar şimdi daha az elverişli. Amerikalı politika yapıcılar, Ukrayna’da zaferi küresel bir liberal haçlı seferi için yeni bir fırsat olarak görürlerse, bir kez daha başarısız olmaya mahkumdurlar. Bunun yerine, Ukrayna’daki başarı, hangi yaklaşımların işe yarayıp hangilerinin yaramadığını belirlemek için ABD’nin son 50 veya daha fazla yıllık büyük stratejisi üzerinde dikkatli bir düşünmeyi teşvik etmelidir. İşte hızlı bir zarf arkası değerlendirmesi.

ABD askeri gücü, gerçek büyük güç rakiplerine karşı -Soğuk Savaş sırasında Avrupa ve Kuzeydoğu Asya’da olduğu gibi- güçlü caydırıcı duruşlar yaratmak için kullanıldığında etkili olurken, “aşağı çekme” veya rejim değişikliği gibi aleni çabalardan kaçındı. Bu çabaları, güçlü, yetkin ve meşru ortakları olduğunda başarılı oldu; fakat popüler olmayan, zayıf veya beceriksiz ortakları desteklemeye çalışırken çok daha az iyi çalıştılar ABD askeri gücü, 1991 Körfez Savaşı’nda veya bugün Ukrayna’da olduğu gibi, kışkırtılmamış ve meşru olmayan saldırganlığa karşı çıkarken etkili bir araçtı. Yabancı hükümetleri devirmek ve demokrasiyi silah zoruyla dayatmak için kullanıldığında ve özellikle güvenilir yerel ortaklardan yoksun olduğu zaman başarısız oldu. Bu tür çabalar kısa vadede başarılı olsa bile (örneğin, 1953’te İran, 2001’de Afganistan, 2003’te Irak veya 2011’de Libya), uzun vadeli sonuçlar neredeyse her zaman olumsuz oldu.

Daha geniş anlamda, ABD dış politikası, ulusal farklılıkları kabul ettiğinde, dünyadaki her ülkenin ABD siyasi değerlerini benimsemesi gerektiğinde ısrar etmediğinde ve öncelikle başkalarının kendi hızlarında ve kendi yöntemleriyle taklit edebileceği bir örnek oluşturarak demokrasiyi teşvik ettiğinde en iyi şekilde çalıştı. ABD liderleri, Amerikan tarzı liberal demokrasiyi siyasi ve ekonomik başarının sihirli formülü olarak gördüklerinde, tüm insanların özgürlüğü diğer tüm değerlerin üzerinde arzuladıklarını varsaydıklarında ve kendilerini ABD’den çok farklı olan bu ülkelerde “ulus inşa etmeyi” bildiklerine ikna ettiklerinde başarısız oldu.

ABD dış ekonomik politikası, daha fazla açıklığı teşvik etmeye çalıştığında, ancak sosyal ve ekonomik istikrara gereken saygıyı göstererek başarılı oldu.

Merhum bilim adamı John Ruggie’nin klasik bir makalesinde gösterdiği gibi, II. Dünya Savaşı sonrası “yerleşik liberalizm” uzlaşması -ki bu, ticareti ve büyümeyi teşvik ederken yerel nüfusu küreselleşmenin en şiddetli sonuçlarından yalıtmak- böyle bir politika başarısıydı. ABD dış ekonomik politikası, Washington yaygın korumacılığa geri döndüğünde (1930’larda olduğu gibi) veya piyasaları diğer tüm düşüncelerin önüne koyduğunda (neoliberal hiper küreselleşme stratejisinde olduğu gibi) başarısız oldu. İkinci durumda, sonuç siyasi olarak patlayıcı eşitsizlik, büyük mali krizler ve beklenmedik şoklara karşı savunmasız olduğunu kanıtlayan tedarik zincirleriydi.

ABD dış politikası diplomasiyi ilk sıraya koyduğunda, Marshall Planı’nı geliştirmede, Avrupa ve Asya’da etkileyici ittifak sistemleri oluşturmada, Mısır-İsrail barışını müzakere etmede, ekonomik ortaklarla ticaret anlaşmalarına varmada veya hasımlarla silah kontrol anlaşmalarını istikrara kavuşturmada olduğu gibi daha fazla başarılı oluyor. ABD’nin müzakere çabaları Amerikalı liderler diğer devletlerin kendi çıkarları olduğunu ve başarılı bir anlaşmanın tüm katılımcılar için değerli bir şey sağlaması gerektiğini kabul ettiğinde başarılı oluyor. Buna karşılık, Washington gerçek diplomasiyi terk ettiğinde ve ültimatomlar yayınlamak, yaptırımları hızlandırmak ve karşılıklı yarar sağlayan tavizleri reddetmek gibi ya al ya da bırak temelinde müzakere ettiğinde ise ABD’nin çabaları başarısız oluyor.

Ukrayna’daki zafer -yine bunun gerçekten gerçekleştiğini varsayarsak- eski Sovyet imparatorluğunun çöküşü kadar önemli bir olay olmayacaktır. Çin 1990’larda olduğundan çok daha güçlü olduğu ve Ukrayna savaşı bu gerçeği değiştirmediği için, başka bir tek kutuplu anı başlatmayacak. Ukrayna zaferinin ABD içindeki işlevsiz siyasi kutuplaşmayı sona erdirmesi muhtemel değil – eğer bir şey varsa, daha iyi bir dış ortam, ülke içindeki bölünmelerin artmasını kolaylaştıracak – ve kesinlikle ABD’ye çeşitli ve karmaşık dünyamızın her yerinde yerel siyaseti yönetmek veya yönlendirmek için sihirli bir yetenek vermeyecek.

Gerçekten de, Ukrayna (ve Batı) kazanırsa, Rus birlikleri Ukrayna sınırını geçmeden önce var olan aynı dış politika yapılacaklar listesiyle karşı karşıya kalacaklar:

1) Felaket getiren iklim değişikliğini önlemek ve halihazırda var olan ciddi sonuçlarıyla uğraşmak;

2) Çin’i dengelemek ve dahil etmek;

3) İran’ın bombayı almasını engellemek;

4) Sıçrayan bir küresel ekonomiyi yönetmek; ve

5) Dünyayı bir sonraki salgına hazırlamak.

Bu hayati hedeflere ulaşmak, net öncelikler belirlemeyi ve Don Kişotvari haçlı seferlerinden kaçınmayı gerektirecektir. Ukraynalı şahinleri zafer turu atmaktan kimse alıkoyamayacak, ancak onların Batı’nın geçmişteki hatalarını tekrarlamasına öncülük etmelerini engellemek çok önemli.

Yazar: Prof. Stephen W. WALT

Çeviren: Burak YALIM

Yazar Stephen Walt, Foreign Policy dergisinin köşe yazarı ve Harvard Üniversitesi Uluslararası İlişkiler profesörüdür.

Kuşak ve Yol Projesi’nin Çin’in Enerji Güvenliğindeki Rolü

Kuşak ve Yol Projesi 

Kuşak ve Yol (KvY) girişimi, tarihte birçok nüfusu barındıran ve ticaretin yoğun olduğu tarihi İpek Yolu’ndan gelmektedir (Atawulla, 2020: 140). KvY, 2013 yılında Çin Devlet Başkanı’nı Xi Jinpin’in Kazakistan’da yaptığı konuşma ile KvY projesini hayata geçirdiklerini duyurmuştur. Çin’in bu yol ile hedefi dünya pazarına ekonomik açıdan açılmak olsa da ekonomisinin en önemli ayağı olan enerjisini de güvence altına almayı amaçlamaktadır. 

Prof. Dr. Necmettin Doğan ile Türkiye’ye Yönelik Düzensiz Göçün Ortaya Çıkardığı Sorunlar üzerine Röportaj

Bu röportaj, İstanbul Ticaret Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Sosyoloji Bölümü Bölüm Başkanlığı görevini yürütmekte olan Prof. Dr. Necmettin Doğan ile Türkiye’ye Yönelik Düzensiz Göçün Ortaya Çıkardığı Sorunlar üzerine gerçekleştirilmiştir. 1998 yılında İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümünden mezun olan Prof. Dr. Necmettin Doğan, yüksek lisansını da aynı üniversitede yapmış ve 2007 yılında Freie Universitaet Berlin Sosyoloji bölümünde doktorasını tamamlamıştır. Doğan, uzmanlık alanı olan modern sosyoloji kuramları, Alman sosyoloji geleneği, kültür ve edebiyat sosyolojisi, Türk düşüncesi gibi konularda literatüre oldukça önemli çalışmalar kazandırmıştır.

1) Türkiye’de düzensiz göçten en çok etkilenen şehirlerden biri de İstanbul. Bu bağlamda ortaya koymuş olduğunuz İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından desteklenen ‘İstanbul Göç Araştırması (2020)’nın oldukça zengin bir kaynak/saha araştırması olduğuna inanıyorum. Araştırma hakkında genel bir bilgi verebilir misiniz? Araştırmada iki ayrı ucu temsil eden Türk vatandaşlarının ve göçmenlerin bakış açıları yer almakta. Bu iki perspektifin fikirlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Teşekkür ederim. Araştırmamızda sadece Suriyeli sığınmacılar konusunu değil, aynı zamanda düzensiz göçmenleri de konu edindik çünkü Suriyeli sığınmacılar çokça gündeme gelse de bundan bağımsız Türkiye’nin karşılaştığı Afrika ülkelerinden, Afganistan’dan ve daha başka birçok bölgeden gelen düzensiz göçmen girişi Suriyeliler Türkiye’ye sığınmadan önce yoğunlaşmıştı. Göçmenlerin ve sığınmacıların önemli bir bölümü de İstanbul’a gelmekteydi. Dolayısıyla İstanbul’daki göçmenleri ve sığınmacıları konu ettiğimiz zaman önümüze çok heterojen sorunlar ve kendi içinde farklılaşmış bir kitle çıkıyor. Konuyu sınırlamak adına çalışmamızda Suriyeli sığınmacılar, Afrikalılar, Afganlar ve daha çok ev içi hizmetlerde çalışan Özbekistanlı göçmenlerin göç deneyimlerini çeşitli değişkenler açısından araştırdık.

Sorunuzun ikinci boyutuna gelince şunları söyleyebilirim; ev sahibi toplum da göçmenler ve sığınmacılar da homojen bir kitle değil. Fakat Türk vatandaşları genel olarak göçmen deyince Suriyelileri düşünüyor ve Suriyeli sığınmacılar sayı itibariyle yoğun bir şekilde göç ettiğinden yaşadıkları sorunları başta ekonomik sorunlar olmak üzere sığınmacıların gelmesiyle ilişkilendiriyor. Bu sebeple genelde sığınmacıların ülkelerine gönderilmesinden yana bir kanaat ortaya koyuyorlar.

Afganistan’dan yoğunlaşan düzensiz göç ise bir istila endişesi doğuruyor. Siyasette bu endişeyi bir fırsat olarak gören siyasetçiler de bunu araçsallaştırıyor. Düzensiz göç sorununun bir bölümü de Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçmek isteyen transit göçmenler. Bu kişiler arasında Afrikalı, Afgan ve başka birçok ülkeden göçmen var. Fakat geçiş zorlaştığı, AB sınır güvenliğini artırdığı için birçoğu Türkiye’de sıkışmış durumda. Dolayısıyla hastalık, ekonomik sömürü, evsizlik, ayrımcılık vs. gibi birçok sorunla karşılaşıyorlar. Bu durum Türk toplumu açısından da sorun teşkil ediyor. Dolayısıyla Türk vatandaşlarının göçmenlerle ilgili genel olarak olumsuz bir algısı var. Düzensiz göçmenlerin önemli bir bölümünün yasal göçmen olmamaları sebebiyle çok fazla Türkiye’ye yerleşme gibi bir perspektifleri olamıyor. Bir kısım göçmen de zaten geçici olarak çalışmak için geliyor. Onlar da para kazanıp dönmeyi planlıyor. Suriyeli sığınmacıların ise kalış süreleri uzadıkça Türkiye’de yerleşme düşünceleri de güçleniyor.

2) Toplumsal alanlarda Arapça konuşulması, Arapça tabelalar ve reklamların artması gibi durumlar Türk vatandaşı için sorun teşkil etmeye başladı. Göç eden ile ev sahibi ülkenin vatandaşı arasında karşılaşılan en büyük problemlerden biri olan ‘dil bariyeri’ uyum sürecinde nasıl bir öneme sahip?

Arapça tabelaların sorun teşkil etmesi siyasi ve kültürel boyutları olan bir durum. Arapça tabelaların bir kısmı aslında Körfez Ülkelerinden gelen Arap turistler için hazırlanmış. Suriyelilerin açtıkları dükkanlarda Arapça ifadeler veya çeşitli kamu kurumlarının Suriyelilere yönelik Arapça bilgilendirmeleri vs. olabiliyor. Tabii Arapça ilan, yönlendirme, tabela vs. gibi imajlara tepki verilmesi öncelikle kültürel bir sorun sanırım. Bir noktada ise Türklerin genel olarak Suriyelilere yönelik olumsuz tutumlarıyla ilişkili. Türk toplumundaki genel Arap algısının da rolü olduğu düşünülebilir. Ayrıca Türk toplumunun böyle kitlesel bir göçe ekonomik ve kültürel olarak hazır olmadığı da açık. Tüm bunlar bu tepkiler de rol oynuyor.

Entegrasyon meselesine gelince şunları söyleyebiliriz; Türkiye Suriyeli sığınmacılara bilindiği üzere “geçici koruma statüsü” verdi ve bu statü adı üzerinde sığınmacıların bir gün ülkelerine dönmelerini öngörüyor. Dolayısıyla Türkiye Suriyeli sığınmacıları tam olarak entegre etme politikası gütmedi. Fakat kalışlarını kolaylaştıracak çeşitli politikalar geliştirdi. Öte yandan Türk vatandaşı olmuş iki yüz bin civarında Suriye kökenli insan var. En azından Türk vatandaşı olanlar için bir entegrasyon politikası geliştirmek gerektiği açık.

3) Gündemde olan bir diğer problem ise Türk vatandaşının göçmenlerin vergi ödememe, eğitimde ve sağlık kuruluşlarında önceliğe sahip olma gibi sebeplerle daha ayrıcalıklı olduklarını düşünmeleri. ‘Hak’ temelinde barış ve uyum için neler yapılabilir?

Saha araştırmamız aslında göçmenlerin eğitimde ve sağlıkta öncelikli oldukları, vergi ödemedikleri gibi iddiaların gerçek olmadığını, bu tür tevatürlerin daha çok siyasi çıkarlar için araçsallaştırıldığını gösterdi. Örneğin sosyal medyada bu tür yanlış bilgiler hızla yayılabiliyor. Dolayısıyla bu konuda toplumun kamu kurumları tarafından doğru bilgilendirilmesine ihtiyacı olduğu görülüyor. 

Türk vatandaşlarının ekonomik sıkıntıları arttıkça göçmenler meselesi daha da siyasileşiyor. Türkiye’ye bir düzensiz göçmen akını olduğu, bununda iş, konut, ücretler ve bunun gibi alanlarda rekabet yarattığı, eğitim, sağlık, güvenlik başta olmak üzere kamu hizmetlerine artı bir yük getirdiği açık. Tüm bunlar Türkiye’de genel olarak göçmenlere yönelik tepkiyi artırıyor. Bir failin işlediği bir suç tüm göçmenlere mal edilebiliyor. Zaman zaman maalesef şiddet ortaya çıkabiliyor. Tüm bunlar meselenin ciddiyetle çok boyutlu bir şekilde yönetilmesi gerektiğini gösteriyor.

4) Son dönemde Suriye uyruklu sığınmacı sorunuyla beraber Afganistan-Pakistan-İran koridoru üzerinden gelen düzensiz göçmenlerin sayısındaki hızlı artış ve kitlenin erkek yoğunluklu olması Türk halkı için önemli bir tartışma konusu ve güvenlik tehdidi haline geldi. Bu bağlamda Türkiye’nin mevcut sınır güvenliği politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’nin sınır güvenliği aslında sınırlarının dışında başlıyor. AB ülkeleri göçmen meselesine kısmen böyle yaklaşmış, göçmenleri AB sınırlarının dışında tutmayı hedeflemişti. Bunun için göçün geldiği nihai ülkelerle çeşitli anlaşmalar yapmış, onlara ekonomik yardım ve siyasi teşvikler vermişti. AB, Kuzey Afrika ülkeleri ve hatta Türkiye ile de benzer bir ilişki geliştirdi. Bu politika yetersiz ve bencilce. Göçün kaynağı küresel ekonomik sorunlarla ilişkili. Fakat bu konuyu çözmek de öyle kolay değil. Dolayısıyla Türkiye’nin sınırlarını güvenlikleştirmesi ve göçün geldiği ülkelerle bu bağlamdaki ilişkilerini derinleştirmesi gerekli görünüyor.

5) İktidar ve muhalefetin ‘geri göndereceğiz – geri göndermeyeceğiz’ politikaları yabancı düşmanlığı, mülteci nefreti ve meseleyi oy kaygısıyla araçsallaştırmakla eleştirilmekte. Birbirine zıt bu iki strateji yaşanan düzensiz göç krizine gerçekçi bir çözüm olabilir mi?

Gerçekçi çözümden anladığımız tabii farklı bakış açılarına göre değişebilir. Fakat ekonomik ve kültürel olarak milyonlarca göçmen almaya müsait değilseniz göçmenleri entegre etme şansınız çok fazla olmaz. Zaten Türkiye’ye gelen düzensiz göçmenlerin birçoğu da transit göçmen ve geçici iş göçü. Dolayısıyla esasen Türkiye’nin karşısına çıkan meydan okuma Suriyeli sığınmacılar konusu. Artan memnuniyetsizlik iktidarda bile “geri gidecekler” söylemini ortaya çıkarmış durumda. Dolayısıyla artık entegrasyondan bahsetmek de zor. Belirsizlik aslında hem Türkler hem Suriyeliler için daha sorunlu bir durum.

6) Türkiye’de yaşamakta olan geçici koruma statüsü altındaki Suriyeli mülteciler ve diğer göçmen grupların nüfusunu kontrol altına almak adına ortaya konan “gönüllü geri dönüş, yerel entegrasyon ve üçüncü ülke yerleşimi” gibi çözüm önerilerini yeterli buluyor musunuz? Sizce hangi politika Türkiye için daha etkili olabilir?

Üçüncü ülke yerleşiminin ciddi olarak gündeme geldiğini görmedim. Zira çok sayıda Suriyelinin bulunduğu Lübnan ve Mısır’da da benzer tartışmalar ve tepkiler var. AB ülkeleri ise Almanya hariç çok az Suriyeliye mültecilik verdi. En iyisi ve akla yatkın olanı gönüllü geri dönüş. Fakat Suriye’deki kanlı süreç ve Esad rejiminin iktidarını sürdürmesi bu konunun da o kadar basit olmadığını gösteriyor.

Türkiye’ye entegrasyon meselesi de öyle kolay bir konu değil. Her şeyden önce bu siyasi bir karar gerektiriyor. Böyle bir kararın da bir maliyeti olacağı görülüyor. Türkiye ekonomik ve kültürel olarak da böylesi bir sürece hazır değil diye düşünüyorum. Dolayısıyla belirsizlik bir süre daha devam edecek gibi görünüyor. Tabii en makulü, Suriyelilerin de aslında çoğunluğunun istediği kendi ülkelerinde güvenle yaşayabilmek. Bu ise Suriye’de bu insanlar için güvenli bir ortam yaratılmasını gerektiriyor. Küresel güçlerin bu konuda ortak bir adım atmasını beklemek de biraz zor. Türkiye ve Suriye ilişkilerinin normalleştirilmesinin yeni bir imkan yaratma ihtimali var görünüyor en azından.

Beyza NALBANT

Göç Çalışmaları Staj Programı

Çeviri: Avrupa Zorlu Bir Kışı Atlatabilir

Bu yazı, Gregory Brew’un ‘Foreign Policy’ için kaleme almış olduğu “Europe Can Survive a Bad Winter” başlıklı görüş yazısından çevrilmiştir. Yazının aslına aşağıdaki bağlantıdan erişebilirsiniz.

Europe Can Survive a Bad Winter

 

Enerji krizi en büyük darbeyi küresel güneye vurabilir.

Avrupa bir enerji krizinin ortasında. Rusya’nın Ukrayna’daki savaşı nedeniyle doğal gaz akışındaki belirsizlik, fiyatlarda artışa neden oldu. Doğal gaz fiyatları, ortalama fiyatın 10 katını görerek bir varil petrol eşdeğeri 500$’a kadar yükseldi ve kış aylarında sıkıntı ve soğuk konut endişelerini körükledi.

Kilit emtia fiyatları çoktan etkilenmiş durumda. Ciddi miktarlarda doğal gaz girdisi gerektiren gübre üretimi, yüksek fiyatlar sebebiyle durduruluyor. Üreticiler ileride sıkıntı beklentisiyle cam biriktiriyorlar. Tarihi düzeylerde seyreden bir kuraklığın Avrupa nehirlerini kurutması ve hidroelektrik kapasitesini düşürmesi ile iklim değişikliği durumu daha da kötüleştirdi. Artan enerji maliyetleri Birleşik Krallık’ta enflasyonu körüklerken Almanya, 1970’lerdeki enerji krizinden beri en yüksek enflasyon seviyesini görmüş durumda.

1973-1974 kışında Avrupa’yı vuran arz kesintileri, mevcut krize paralel nitelikte. Avrupa, petrol ithalatına kısmi bir ambargo, küresel petrol fiyatlarında devasa bir artış ve enerji sıkıntısı tehdidiyle karşı karşıya kalmıştı.

Tıpkı 1970’lerdeki şokun tahmin edilenden daha hafif geçmesi gibi bu kış da elektrik kesintileri, tayınlama ya da bazılarının endişelendiği ölçekte bir çöküş yaşanmayabilir. Ancak felaketten kaçınılsa bile mevcut sorun, Avrupa’nın enerji güvenliğinin kırılganlığını ve hem gelecek şoklara hem de ufuktaki iklim krizi tehdidine karşı daha dayanıklı hale gelmenin gerekliliğini vurguluyor.

Bir zamanlar kıtanın zengin kömür damarları üzerinde duran Avrupa enerji güvenliği, 20. yüzyılda petrolün gittikçe artan önemi ile birlikte karmaşık bir hal aldı. İngiltere, Fransa ve Hollanda emperyal varlıklarını yerli petrol ihtiyacını karşılamak için kullanırken İtalya ve Almanya kısmen yabancı petrol sahalarını ele geçirmeyi hedefleyen yüksek maliyetli savaşlar açtı.

2.Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın ithal enerjiye olan bağımlılığı siyasi ve ekonomik bir gerçek haline geldi. Orta Doğu petrolü, Marshall Planı aracılığıyla Batı Avrupa’nın inşasını destekledi. 1972 yılına gelindiğinde Batı Avrupa, enerji tüketiminin %59,6’sını petrolden karşılıyordu ve bu petrolün neredeyse tamamı Basra Körfezi ve Kuzey Afrika’daki petrol sahalarından ithal ediliyordu.

Ekim 1973’te Suriye ve Mısır, İsrail’e karşı sürpriz bir saldırı başlattı. ABD İsrail’e yardım teklifinde bulununca Suudi Arabistan ve petrol üreten diğer Arap devletleri, Amerika’ya petrol sevkiyatlarına ambargo uyguladı. Arap petrol devletleri ayrıca Ekim 1973 ile Ocak 1974 arasında petrol üretimini kademeli olarak %25 azalttı. Ambargo Portekiz ve Hollanda’yı da içerecek şekilde genişletildi. Ekim ayının sonlarında OPEC, savaş bahanesiyle petrol fiyatlarını neredeyse ikiye katladıktan sonra Ocak ayının başlarında fiyatı bunun da iki katına çıkardı.

Petrol şoku” ve Arap ambargosu ABD’de benzin istasyonlarındaki uzun kuyruklar, enflasyon ve 1970’ler boyunca devam eden bir ekonomik sıkıntı ile ilişkilendiriliyor. Ancak petrol krizi, ithal petrole büyük ölçüde bağımlı olan Avrupa için daha da büyük bir önem arz ediyordu. 1973 kışında Arap petrolü, toplam Batı Avrupa petrol tüketiminin %72’sini oluşturuyordu. Doğrudan Arap ambargosuna dahil edilmeyen Fransa, Batı Almanya, İtalya ve Birleşik Krallık gibi ülkeler Arap petrol devletlerinin üretimi azaltması sebebiyle arz yetersizliği yaşadı ve fiyat artışı, döviz rezervlerini tükenme tehlikesiyle ve kıtayı da ekonomik durgunluk tehdidiyle karşı karşıya bıraktı.

Hollanda’ya uygulanan Arap ambargosu dalga etkisi yarattı. Rotterdam limanından giriş yapan petrol, benzin ve diğer ürünler halinde işlenmek üzere Hollanda rafinerilerine gönderiliyordu. Bu bölge, Batı Avrupa’nın petrol rafine kapasitesinin %10’unu oluşturuyordu ve işlenen ürünlerin %75’i ihraç ediliyordu. Ambargo Rotterdam’daki arzı darboğaz edince piyasalara tedarik kesildi ve tüm Avrupa’da olası bir sıkıntı yarattı.

Her şey bir felaketi andırıyordu. ABD ambargonun yayılan etkileri, üretim kesintileri ve fiyat şokları ile boğuşurken krizin ilk etkisi üzerine tahminler oldukça kötü görünüyordu. Tahminlere göre Avrupa petrol kaynağının %15 ila 20’sini kaybedecekti. Fiyat şoku enflasyonu körükleyecek ve 1974’ün ortalarında derin bir ekonomik duraklamaya yol açacaktı. Bir CIA raporunda yazıldığı üzere “Batı Avrupalıların yapabileceği çok az şey vardı”.

Ancak en büyük korkular asla gerçekleşmedi. Batı Almanya medyası kış kesintileri hakkında kasvetli tahminlerde bulunurken tarihçi Rüdiger Graf’a göre Aralık ayının ortasında kesintiler, tüm petrol arzının %6’sından biraz daha fazlasına denk geliyordu. Hollanda enerji tayınlamayı uygulamaya başladı ancak petrol tedarikindeki kesintiler, ambargoyu aşabilmek için Arap kaynaklarından gelen sevkiyatın “tarihini yeniden planlayan” Royal Dutch Shell’in de aralarında bulunduğu Batı Avrupalı petrol firmaları tarafından hafifletildi.

Avrupa, enerji ihtiyaçlarını çeşitlendirecek kaynaklara sahipti. Fransa nükleer filosunun büyümesini hızlandırdı. Birleşik Krallık, Kuzey Denizi’ndeki petrol sahalarının geliştirilmesine daha çok sermaye sağlayarak her ne kadar yüksek maliyetli olmuş olsa da 1980’lerin başında net petrol ihracatçısı konumuna geldi.

OPEC’in yeni petrol zenginliğinin çoğu Batılı bankalar tarafından “geri dönüştürüldü”. 1974’te OPEC’in finansman fazlasının %14’ü İngiliz bankalarında, %40’ı Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun döviz piyasalarında ve %20’si ABD’deydi. Petrol şokunun uzun vadeli etkisi, Avrupa finans sektörünün büyümesi ve zenginleşmesi oldu.

Buna karşın Batılı devletlerin kaynaklarından yoksun olan ve petrol üretmeyen küresel güney devletleri ise yüksek petrol fiyatlarından kaynaklı çok yüksek ithalat maliyetleri ile karşılaştı. Devletler, yüksek enerji ithalatlarını karşılayabilmek adına OPEC, Dünya Bankası ve Batılı özel bankalardan kredi veya yardım aldı. Bu krediler, 1980’ler ve 1990’larda gelişmekte olan dünyayı sarsacak bir dizi borç krizinin temelini oluşturdu.

Avrupa’daki mevcut enerji krizinin ölçeği, 1970’lerdeki ile kıyaslanabilir boyutta. Ancak 1970’lerdeki krizde olduğu gibi aşırı kötümser tahminlere kapılmamak önem arz ediyor.

Fiyatların inanılmaz derecede yüksek olduğuna şüphe yok. Ancak kesintiler veya ciddi ısınma ve elektrik kesintileri tüketimde dikkatli azaltmalara gidilerek önlenebilir. Bununla birlikte Birleşik Krallık ve İrlanda’daki durum ana karadakinden daha ciddi görünüyor. Kıtanın en büyük ekonomisi olan Almanya, doğal gaz envanterini %80 kapasiteye kadar doldurdu. 2021’e kıyasla Almanya’nın envanter konumu sağlam görünüyor. Avrupa hükümetleri, tüketicilerin yaşayacağı zorlukları sınırlamak adına muhtemelen tavan fiyat uygulayacak olsa da yüksek bölgesel fiyatlar Avrupa’yı sıvılaştırılmış doğal gaz ihracatçıları için son derece cazip bir pazar kılacaktır.

Avrupa, geçmişte olduğu gibi zenginliği, gelişmişlik düzeyi ve küresel piyasalara entegrasyonu dolayısıyla diğer bölgelere kıyasla avantajlı konumunu korumaya devam ediyor. Sri Lanka, bu yaz döviz rezervlerinin tükenmesiyle neredeyse tamamen çöküş yaşadı ve daha fazla enerji ithal edemedi. Pakistan günlük elektrik kesintilerinden kaynaklanan protestolarla sarsıldı. Gelişmekte olan ülkelerin çoğu zaten enerji güvensizliğinden mustaripti. Küresel enerji şoku bu sorunları daha da kötü hale getirdi. Şokun en ağır darbeleri, dünyanın en yoksulları arasındaki insanlar tarafından hissedilecek.

Ancak Avrupa hala çetin bir imtihanla karşı karşıya. 20. yüzyılda olduğu gibi kıtanın gelişmiş ve endüstriyel tüketici ekonomileri, ithal enerjiye hala büyük ölçüde bağımlı. Bu da kıtayı dış şoklara karşı hassas hale getiriyor ve enerji güvenliğini azaltıyor. Avrupa devletleri, özellikle de Almanya Rus enerjisinin güvenilirliği konusunda kendilerine fazla güvendiklerini göstermiş oldu. Ciddi miktardaki kaynaklarına ve avantajlarına rağmen Avrupa’yı karanlık bir kış bekliyor.

Yazar: Gregory BREW

Çeviren: Ayşenur ALİŞİROĞLU

 

Yazar Gregory Brew, Yale Üniversitesi Jackson Küresel İlişkiler Enstitüsü’nde doktora sonrası araştırmacı. Petrol, Soğuk Savaş, modern İran ve Orta Doğu tarihi üzerine çalışmakta. Twitter: @gbrew24.

 

Kaynakça

Bini, E., Garavini, G., & Romero, F. (2016). Oil Shock: The 1973 Crisis and its Economic Legacy. Bloomsbury Publishing.

Blas, J. [@JavierBlas] (24 Ağustos 2022). BREAKING: Benchmark European natural gas prices (Dutch TTF) rise above the €300 per MWh level.. Twitter. Erişim: 15 Eylül 2022, https://twitter.com/JavierBlas/status/1562464689321168907?s=20&t=2ba-MBbYA3afxkEoh-4Cqw.

Blas, J. [@JavierBlas] (29 Ağustos 2022). MAP OF THE DAY: Wholesale day-ahead electricity prices breaching the €700 per MWh barrier in multiple European countries today.. Twitter. Erişim: 15 Eylül 2022, https://twitter.com/JavierBlas/status/1564147030955593728?s=20&t=4eTE9yKP2TLXlKG_7Q-rtw.

Brew, G. (2019). OPEC, International Oil, and the United States. Oxford Research Encyclopedia Of American History. https://doi.org/10.1093/acrefore/9780199329175.013.719

Brew, G. (2022). The Price of Oil. Phenomenal World. Erişim: 15 Eylül 2022, https://www.phenomenalworld.org/analysis/price-of-oil/.

Carty, A. (1986). The Third World Debt Crisis: Towards New International Standards for Contraction of Public Debt. Verfassung Und Recht in Übersee / Law and Politics in Africa, Asia and Latin America, 19(4), 401–419. http://www.jstor.org/stable/43110987

Crude Oil Prices – 70 Year Historical Chart. MacroTrends. Erişim: 15 Eylül 2022, https://www.macrotrends.net/1369/crude-oil-price-history-chart.

Davies, A. (2022). EU faces awful winters without gas cap – minister. BBC News. Erişim: 15 Eylül 2022, https://www.bbc.com/news/world-europe-62710522.

de Sousa, A., Gebre, S., & Treloar, S. (2022). Europe’s Widening Fertilizer Crisis Threatens Food Supplies. Bloomberg. Erişim: 15 Eylül 2022, https://www.bloomberg.com/news/articles/2022-08-25/yara-to-further-cut-european-ammonia-production-due-to-gas-spike.

Dodd, D. (2022). Can Europe avoid the energy bill apocalypse?. Financial Times. Erişim: 15 Eylül 2022, https://www.ft.com/content/c8f5f2ac-2937-4679-b4c1-fd3f52afa170.

Foreign Relations of The United States, 1969–1976, VOLUME XXXVI, ENERGY CRISIS, 1969–1974 262. National Intelligence Estimate1 XXXVI, Energy Crisis, 1969–1974 – Office of the Historian. The US Office of the Historian. Erişim: 15 Eylül 2022, https://history.state.gov/historicaldocuments/frus1969-76v36/d262.

Foreign Relations of The United States, 1969–1976, Volume XXXVI, Energy Crisis, 1969–1974, 221. Minutes of Washington Special Actions Group Meeting. The US Office of the Historian. Erişim: 15 Eylül 2022, https://history.state.gov/historicaldocuments/frus1969-76v36/d221.

Foreign Relations of The United States, 1969–1976, Volume XXXVI, Energy Crisis, 1969–1974, 262. National Intelligence Estimate. The US Office of the Historian. Erişim: 15 Eylül 2022, https://history.state.gov/historicaldocuments/frus1969-76v36/d262.

Foreign Relations of The United States, 1969–1976, Volume XXXVI, Energy Crisis, 1969–1974 223. Memorandum Prepared in the Office of Economic Research, Central Intelligence Agency XXXVI, Energy Crisis, 1969–1974 – Office of the Historian. The US Office of the Historian. Erişim: 15 Eylül 2022, https://history.state.gov/historicaldocuments/frus1969-76v36/d223.

Foreign Relations of The United States, 1969–1976, Volume XXXVI, Energy Crisis, 1969–1974 346. Paper Prepared by the Ad Hoc Group of the International Energy Review Group Working Group. The US Office of the Historian. Erişim: 15 Eylül 2022, https://history.state.gov/historicaldocuments/frus1969-76v36/d346.

Germany’s annual inflation rate jumps to 7.9%, highest since early 1970s. Business Standard. (2022). Erişim: 15 Eylül 2022, https://www.business-standard.com/article/international/germany-s-annual-inflation-rate-jumps-to-7-9-highest-since-early-1970s-122053001131_1.html#:~:text=Germany%20has%20Europe’s%20biggest%20economy,following%20Russia’s%20invasion%20of%20Ukraine.

Glover, G. (2022). The UK is the latest country to ready for blackouts and power shortages this winter, as Europe’s energy crisis intensifies, according to a report. Markets Insider. Erişim: 15 Eylül 2022, https://markets.businessinsider.com/news/commodities/europe-energy-crisis-gas-prices-organized-blackouts-power-cuts-uk-2022-8.

Graf, R. (2018). Oil and Sovereignty: Petro-Knowledge and Energy Policy in the United States and Western Europe in the 1970s. Berghahn Books.

Gross, J. (2022). Low Water Levels Disrupt European River Cruises, a Favorite of U.S. Tourists. The New York Times. Erişim: 15 Eylül 2022, https://www.nytimes.com/2022/08/29/travel/river-cruises-drought-europe.html.

Hassan, S. (2022). Pakistan raises power prices amid energy crisis despite rampant inflation. Reuters. Erişim: 15 Eylül 2022, https://www.reuters.com/business/energy/pakistan-raises-power-prices-amid-energy-crisis-despite-rampant-inflation-2022-07-26/.

Hellema, D., Wiebes, C., & Witte, T. (2004). The Netherlands and the Oil Crisis: Business as Usual. Amsterdam University Press. http://www.jstor.org/stable/j.ctt46mzm8

Hogg, R. (2022). Volkswagen is stockpiling windshields and brewers are bulk-buying beer bottles amid a looming European glass shortage, report says. Business Insider. Erişim: 15 Eylül 2022, https://www.businessinsider.com/volkswagen-is-stockpiling-windshields-amid-looming-glass-shortage-wsj-2022-8.

Ireland faces blackouts, huge increase in energy bills, higher gas prices. Irish Central. (2022). Erişim: 15 Eylül 2022, https://www.irishcentral.com/news/ireland-blackouts-increase-energy-bills-gas-prices.

Kumar, A., Höffken, J., & Pols, A. (Eds.). (2021). Dilemmas of Energy Transitions in the Global South: Balancing Urgency and Justice (1st ed.). Routledge. https://doi.org/10.4324/9780367486457

Larsen, A. [@AndreasSteno] (29 Ağustos 2022). Germany will enter the winter of 2022 with a much better storage of Nat Gas than during the winter of 2021. Twitter. Erişim: 15 Eylül 2022, https://twitter.com/AndreasSteno/status/1564160287636430848?s=20&t=4eTE9yKP2TLXlKG_7Q-rtw.

Le Gros, G. (2020). The beginning of nuclear energy in France: Messmer’s plan. Revue Generale Nucleaire, (5), 56-59.

Lu, C. (2022). You Have No Idea How Bad Europe’s Energy Crisis Is. Foreign Policy. Erişim: 15 Eylül 2022, https://foreignpolicy.com/2022/08/26/europe-energy-crisis-natural-gas-economy-winter/.

Milestones: 1969–1976. The US Office of the Historian. Erişim: 15 Eylül 2022, https://history.state.gov/milestones/1969-1976/oil-embargo.

Painter, D. (2009). The Marshall Plan and oil. Cold War History9(2), 159-175. https://doi.org/10.1080/14682740902871851

Painter, D. (2014). Oil and Geopolitics: The Oil Crises of the 1970s and the Cold War. Historical Social Research39(4), 186-208. Erişim: 15 Eylül 2022, https://www.jstor.org/stable/24145533.

Roberts, K. (2022). LNG, Fastest-Growing U.S. Export Since Covid-19, Heading To Europe. Forbes. Erişim: 15 Eylül 2022, https://www.forbes.com/sites/kenroberts/2022/08/13/lng-fastest-growing-us-export-since-covid-19-heading-to-europe/?sh=3a6ee11167c5.

Rosen, P. (2022). Europe energy crisis: German and French power prices notch record highs ahead of Russia’s next pipeline shutdown. Markets Insider. Erişim: 15 Eylül 2022, https://markets.businessinsider.com/news/commodities/europe-energy-crisis-germay-france-power-prices-record-highs-russia-2022-8.

Samarajiva, I. (2022). Sri Lanka Collapsed First, but It Won’t Be the Last. The New York Times. Erişim: 15 Eylül 2022, https://www.nytimes.com/2022/08/15/opinion/international-world/sri-lanka-economic-collapse.html.

Sims, J., & Romero, J. (2013). Latin American Debt Crisis of the 1980s. Federal Reserve History. Erişim: 15 Eylül 2022, https://www.federalreservehistory.org/essays/latin-american-debt-crisis.

Smith, E. (2022). UK inflation hits new 40-year high of 10.1% as food and energy price surge continues. CNBC. Erişim: 15 Eylül 2022, https://www.cnbc.com/2022/08/17/uk-cpi-inflation-july-2022.html.

Tempest, L. (1979). The financing of North Sea oil 1975-1980. Bank of England. Erişim: 15 Eylül 2022, https://www.bankofengland.co.uk/quarterly-bulletin/1979/q1/the-financing-of-north-sea-oil-1975-1980.

The Oil Shocks of the 1970s. Energy History Online. Erişim: 15 Eylül 2022, https://energyhistory.yale.edu/units/oil-shocks-1970s.

Toprani, A. (2019). Oil and the Great Powers: Britain and Germany, 1914 to 1945. Oxford University Press.

UK became a net importer of petroleum products in 2013. U.S Energy Information Administration. (2014). Erişim: 15 Eylül 2022, https://www.eia.gov/todayinenergy/detail.php?id=16971.

Wight, D. (2021). Oil Money. Cornell University Press.