Home Blog Page 20

Sorun Eşitsizliği Arttıran Politikalar, Göçmenler Değil

2022 yılını geride bırakırken Türkiye’de halkın gündemindeki ilk beş konudan birinin göç olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Göç İdaresi Aralık ayı verilerine göre geçici koruma statüsündeki Suriyelilerin sayısı yaklaşık 3,5 milyon, yine Aralık ayı itibariyle yakalanan düzensiz göçmenlerin toplam sayısı ise yaklaşık 270 bin dolayında (Göç İdaresi, 2022). Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) Türkiye ofisinin rakamları da Türkiye’de 3,6 milyon Suriyeli, 320 bin kadar da UNHCR ilgi alanına giren yabancı olduğunu söylüyor (UNHCR, 2022a). İçişleri Bakan Yardımcısı ve sözcüsü İsmail Çıtak’ın Mayıs ayında yaptığı açıklamaya göre Türkiye’de ikamet izni olanlar da dahil toplam 5 milyon 500 bin 690 yabancı yaşıyor (Bianet, 2022).

Ekonomik koşulların her geçen gün ağırlaştığı, enflasyonun üç haneli rakamlarda olduğu göz önüne alındığında göç ve göçmenlerin toplumun en çok tartıştığı, göçmen karşıtlığının yükseldiği bir tablo ile karşı karşıyayız. Öyle ki göçmen karşıtlığını temel politikası haline getirmiş aşırı sağcı bir siyasal parti bile mevcut ve azımsanmayacak düzeyde ilgi görüyor. Peki göç ve göçmenler sadece Türkiye’nin gündeminde mi? Bu yazıda dünyanın 2022 yılında göç ve göçmenler konusunda nasıl bir sınav verdiğini farklı coğrafyalardaki göç hareketleri ve göç yönetimine dair gelişmeler ışığında ele alacağım.

Şüphesiz 2022 yılının en önemli uluslararası gündemi Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi ile başlattığı savaş oldu. Her gün televizyonlarda askeri-güvenlik-strateji uzmanlarının haritalar üzerindeki değerlendirmeleri ile savaşın seyrini izliyoruz ancak Ukrayna’dan ayrılmak zorunda kalan yaklaşık 7,8 milyon insanın akıbeti pek gündemimizde değil. Ukrayna’dan savaş sebebiyle ayrılmak zorunda kalan, göç literatüründe ‘yerinden edilmiş insanlar’ olarak tanımladığımız kişilerin çoğunluğu Avrupa Birliği (AB) ülkelerine giderken yaklaşık 3 milyon kişinin mecburen Rusya’da, bazılarının Amerika Birleşil Devletleri (ABD), Kanada, Japonya gibi insani koruma rejimine sahip ülkelerde büyük bir belirsizlik içerisinde yaşadıklarını görüyoruz (UNHCR, 2022b). Dünyada yerinden edilmiş insan sayısı 89 milyon iken başta Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi olmak üzere Myanmar’daki askeri darbe, Burkina Faso’daki gıda güvensizliği, Pakistan’daki seller gibi dünyanın farklı yerlerinde meydana gelen gelişmeler nedeniyle bu rakamın 100 milyonun üzerine çıktığını söyleyebiliriz.

Ukraynalıların, Orta Afrika, Ortadoğu gibi ülkelerdeki şiddet olaylarından kaçmak zorunda kalanlara nispeten şanslı olduğunu da not etmekte fayda var. Zira AB Ukraynalılar için ‘geçici koruma direktifini’ aktif hale getirirken, ABD ve Kanada’nın farklı uygulamalarla acil durum vizesi ve seyahat izni vererek en az 350 bin Ukraynalıya kapılarını açtığını görüyoruz. Özellikle AB ülkelerinde ve genel olarak küresel kuzeyde 2015-16 Avrupa mülteci ve göç krizi esnasında hissedilen endişe, 2022’de yeni bir Afgan, Suriyeli ve diğer sığınmacı akınının gelmesiyle yeniden hortladı. Ukraynalılardan farklı olarak, bu göçmenlerin çoğunlukla AB üye devletlerine girmek için yasal yolları maalesef bulunmuyor. Bu göçmen grupların basına zaman zaman yansıyan geri ittirmelere maruz kaldıklarını ve deniz yoluyla geçmeye çalışırken hayatlarını riske attıklarına şahit oluyoruz. Bir şekilde Avrupa’ya ulaşanların ise kendilerini kıt barınma ve yardım arzı için rekabet ederken bulduklarını söyleyebiliriz. Ukraynalı olmayan birçok kişi Brüksel gibi yerlerde kabul merkezlerinde yer kalmadığı için sokaklarda uyumaya zorlandı. Bu yeni göç akınlarıyla birlikte bazı AB üye devletlerindeki göçmenlerin sayısı 2015-16 seviyelerine yaklaştı.

Göç akınları ile geri gelen endişeye rağmen gelişmiş ülkelerin COVID-19 sonrası toparlanan ekonomiyle birlikte Avustralya, Avrupa Birliği, Kuzey Amerika ve diğer geleneksel göç bölgelerindeki işgücü kıtlığı, yabancı işçilere olan talebi artırdı. Doğurganlık oranlarının düşüklüğü, yaşlanan nüfus ve iş gücü piyasalarındaki bazı işlerin yerliler tarafından tercih edilmemesi küresel kuzeyin işgücü eksiklerinin temel sebebini oluştururken bu durum yerlerinden edilmiş Ukraynalıların özellikle AB ülkelerinde beklenenden daha hızlı alışmalarına imkân tanıdı.

2022’de bazı hükümetler işgücü açıklarını doldurmak için göçmenleri işe almayı öngören uzun vadeli planlar açıkladı. Örneğin Kanada, Kasım ayında resmi olarak 2023 ile 2025 yılları arasında 1,45 milyon göçmen çekme hedefini ilan etti ve sağlık, imalat ve diğer talep gören alanlar için yabancı uyruklu işçileri işe alma çabalarını arttırdı (Government of Canada, 2022). Rekor düzeyde düşük işsizlik oranlarına sahip olan Yeni Zelanda, göçmenlik sistemini düzene sokmak ve bazı yüksek vasıflı, aranan sektörlerde yabancı uyruklu işçiler için oturma izinlerini kolaylaştırmak için bir plan açıkladı (New Zealand Immigation, 2022). Bu arada Fransa hükümeti, işçi sıkıntısı çeken sektörlerde çalışmayı taahhüt eden düzensiz göçmenleri yasallaştırma planını gözden geçirdi. Ekonomisini canlı tutmak için yılda 400.000 göçmene ihtiyacı olduğunu tahmin eden Almanya ise göçü teşvik etmek ve işgücü eksikliklerini gidermek için vatandaşlığa erişimi kolaylaştırmak da dahil olmak üzere bir dizi düzenleme yaptı (Bloomberg, 2022). Yine de yeni gelenlerin en uygun oldukları işlere hemen girmeyebileceği tahmin ediliyor. Örneğin, Kanada’da yeni gelenlerin üçte ikisi üniversite diplomasına sahip ancak yalnızca % 40’ı bu düzeyde eğitim gerektiren işlerde çalışmakta (Moving2Canada, 2022).

COVID-19 salgını ile yaşanan seyahat kısıtlamalarının 2022’de hızla gevşemesi salgın sürecinde beklemek zorunda kalan müstakbel göçmenler için vize, pasaport, çalışma izni gibi bürokratik işlemlerde yoğunluğa sebep oldu. Bu yoğunluklar, 2020’de konsoloslukların, devlet dairelerinin daha önce benzeri görülmemiş şekilde kapanmasına ve dünya çapında neredeyse tamamen durmasına yol açan pandeminin sonuçlarıydı. Daha önceden de var olan idari yığılmaları düşündüğümüzde pandeminin de getirdiği yük ile bürokratik işlemlerdeki yoğunluk 2022’de doruğa ulaştı. Örneğin, Avustralya’daki birikmiş davalar, yaklaşık 150.000 yüksek vasıflı işçi de dahil olmak üzere, 962.000 müstakbel göçmenin belirsizlik içinde kalmasına sebep oldu (Financial Review, 2022). ABD’nin konsolosluklarında da benzer sorunlar yaşanıyor. Konsoloslukların çoğu 2022’nin sonlarında vize işlemleri için tamamen yeniden açılmış olsa da 2020 ve 2021’de biriken işler uzun bekleme sürelerine sebep oluyor. ABD konsolosluğu; özellikle Hindistan’da olmak üzere oldukça sıkışık konsolosluklarda turist vizesi arayan kişilere yaklaşık 1.000 gün bekleme süresi verebiliyor (CBSNews, 2022).

Birçok zorunlu göçmen de dünya çapında uzun süreli beklemelerle karşı karşıya kaldı. Avrupa Birliği’ndeki yeni sığınmacıların sayısı 2015-16 krizinden bu yana en yüksek seviyeye çıktı ve Aralık ayı sonunda yaklaşık 548.000 vaka ile 2017’den bu yana en fazla ilk derece kararı bekleniyor (EUAA, 2022). Bu arada, resmi mülteci sistemi aracılığıyla yeniden yerleşim genel olarak yavaş kaldı. UNHCR, 2022’de 53.362 mültecinin ülkeden ayrılmasını denetledi; bu, önceki iki yıldan daha yüksek, fakat 2006’dan bu yana salgın olmayan yıllara göre çok daha az (UNHCR, 2022c).

2022 yılında devletlerin mülteci statüsü dışında araçlar kullanarak insani krizlere cevap verme eğilimlerinin arttığını gözlemledik. Hükümetler daimî ikamet ve vatandaşlığa giden yolun genellikle kapalı olduğu, yasal korumalar ve sosyal hizmetler sağlanan geçici koruma ve insani koruma sağlayarak hem vatandaşların tepkilerinden hem de uzun süren bürokratik iltica prosedüründen kaçındılar. Bu her ne kadar korunmasız kişilere daha hızlı koruma sağlıyor ve politika yapıcıların insani krizlere daha hızlı yanıt vermesini sağlıyor olsa da halihazırda tartışmalı olan küresel mülteci sistemini daha da zorlamakta ve geçicilik sebebiyle insanları büyük bir belirsizliğe de hapsetmektedir. Örneğin Kolombiya 2021 yılında , 2015’ten bu yana yerinden edilen 7,1 milyondan fazla Venezuelalının yaklaşık üçte birini oluşturan yaklaşık 2,5 milyon Venezuelalıya geçici, on yıllık yasal statü sunan yasallaştırma programı sağlamıştı ancak birçok Kolombiya kurumu bu izni henüz tanımadı veya kabul etmedi, bu da çok sayıda Venezuelalının eğitim, sağlık veya diğer hizmetlere erişim sorununu ortaya çıkardı (IOM, 2022). ABD ise 2021’den beri Kabil’den tahliye edilen 86.000 Afgan’ın büyük çoğunluğuna insani şartlı tahliye sağladı ancak Afganların yasal statüleri Ağustos 2023’te sona erecek ve Kongre daimî ikamet için bir yol sağlayacak olan Afgan Uyum Yasası’nı henüz kabul etmedi (PRISM, 2022). Şartlı tahliyeye erişemeyen birçok Afgan, düzensiz seyahat etmeye çalıştı. Afganlar, Eylül ayına kadar Avrupa’daki en büyük sığınmacı grubunu oluşturdu. Afganlar ayrıca İngiliz Kanalı’nı geçen küçük teknelerle Birleşik Krallık’a düzensiz bir şekilde ulaşan en önemli gruplar arasında yer aldı ve hatta birçoğu Amerika kadar uzağa gitti.

Zor durumda olan ve insani krizlerden kaçan göçmenler için yeni koruma önlemlerinin uygulanması olumlu karşılanırken diğer taraftan bu uygulamaların kalıcı statüye gitmemesi ve Afganistan, Ukrayna, Venezuela krizlerinin uzaması bu geçici izinlerin büyük belirsizlikler oluşturmasına, temel hizmetlere erişimde sıkıntılar yaşanmasına sebep olabilir.

İklim Değişikliğinin göçlerin önemli bir sebebi olduğu gerçeğini son yıllarda konuşuyor olsak da bunun 2022 yılında çok daha belirgin hale geldiğini söyleyebiliriz. Öyle ki Ülke İçinde Yerinden Olmaları İzleme Merkezi‘ne göre, birkaç yıldır sel ve diğer doğal afetler, yerinden edilmenin önde gelen nedeni olan çatışma ve şiddeti geride bıraktı (IDCM, 2022). Yıkıcı seller 2022’de Pakistan’ın üçte birini kapladı ve 33 milyondan fazla insanı etkileyerek en az 1.100 kişinin ölümüne ve yüzbinlerce kişinin evlerinden olmasına neden oldu (Reliefweb, 2022). Nijerya’da ise seller 1,4 milyondan fazla insanı yerinden etti. Geniş tarım arazileri ve binaları yok eden sellerde en az 500 kişi hayatını kaybetti (CGTN, 2022). Sellerden etkilenen bir başka Afrika ülkesi ise Güney Sudan oldu. Ülkenin üçte ikisini kapsayan selden en az 2 milyon insan etkilendi (abcNEWS, 2022). İç savaştan yeni çıkan Güney Sudan, yurtdışındaki yaklaşık 2,3 milyon zorunlu göçmen ve ülke içinde yerinden edilmiş 2,2 milyon kişi ile Afrika’nın en büyük mülteci krizini yaşamaya devam ediyor (UNHCR, 2022d).

Uluslararası toplum iklim değişikliği sebebiyle yaşanan insani krizlere yanıt olarak krizlerden etkilenen ülkelerin becerilerini güçlendirmeye odaklandı. 2022’de Mısır’da gerçekleştirilen yıllık Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi COP27’de katılımcılar, iklim değişikliğinden etkilenen gelişmekte olan ülkeler için bir “kayıp ve hasar” fonu oluşturmak üzere anlaşmaya vardılar (UNEP, 2022). Ayrıntılar konusunda henüz anlaşılmamış da olsa bu fonla, sera gazı emisyonlarının çoğundan sorumlu Küresel Kuzey’in zengin ülkelerinin iklim değişikliğine savunmasız ülkelerin savunmalarını geliştirmeye ve yeniden inşa sürecine yardımcı olması hedefleniyor. İklim değişikliği sebebiyle yerlerinden edilmiş insanların göçlerine yasal yollar oluşturmak için Arjantin’in Mayıs 2022’de Karayipler, Meksika ve Orta Amerika’dan gelen göçmenler için insani vize yolunu kabul etmesi önemli bir adım olarak değerlendirilebilir (The Hoya, 2022). Hatırlanacağı gibi 2017 yılında Yeni Zelanda yılda 100 ‘iklim mültecisi’ vizesi vermeyi taahhüt etmişti (CGD, 2020). Gerek Yeni Zelanda’nın bu taahhüdü gerekse Arjantin’in çabaları iklim değişikliğinin göçü etkilediği gerçeğini ve bu konuda çözüm politikalarına ihtiyaç olduğunu gösteriyor.

Göçle ilgili 2022 yılına damga vuran olaylardan biri de Birleşik Krallık’ın düzensiz göçmenleri Ruanda’ya göndermeyi öngören ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından bloke edilen anlaşmaydı (NTV, 2022). Anlaşmaya göre Birleşik Krallık’a gelen sığınmacılar, davalarının inceleneceği ve onaylanırsa oraya yerleşebilecekleri Ruanda’ya yönlendirecekti ve bunun karşılığında Birleşik Krallık, ekonomik kalkınma ve büyüme programı maliyetleri için Ruanda’ya en az 120 milyon sterlin ödemeyi taahhüt etmişti. 1951 Mülteci Sözleşmesi’ne göre iltica talebinde bulunanların ülkelerine iade edilemeyeceği ifade edilirken üçüncü bir ülkeye gönderilmelerine dair herhangi bir ifade bulunmuyor ancak insan hakları savunucuları mültecileri koruma sorumluluğu bulunan ülkelerin bu sorumluluklardan kaçmalarının kabul edilemez olduğunu ifade ediyor. İlginç olan Birleşik Krallık’ın bu hamlesinden hemen sonra Danimarka’nın da Ruanda ile benzer bir plana yönelmesi oldu (EURONEWS, 2022). Danimarka’yı Avusturya takip ederek AB’nin böyle bir planı olması gerektiğini ileri sürdü (StateWatch, 2022) fakat henüz herhangi bir uygulama yapılmış değil ve Birleşik Krallık – Ruanda vakasının mahkemelerdeki akıbetinin bu konuda bir turnusol kağıdı işlevi göreceği düşünülüyor.

Birleşik Krallık örneğinde görüldüğü gibi ilticaya yönelik farklı çözüm arayışları ve engellemelerin 2022 yılında arttığını söyleyebiliriz. ABD’de Biden yönetiminin Trump’tan kalan ilticayı engellemeye yönelik Başlık-41 yasasını iptal etme politikasından vazgeçmesi (CNN, 2022), Meksika sınırında sığınma başvurularını sınırlandırma için çabalaması, AB’nin sınır örgütü FRONTEX tarafından yapılan yasa dışı geri ittirmeler (EURONEWS, 2022) ilticayı kısıtlayıcı politikaların benimsendiğini gösteriyor.

Peki ilticayı kısıtlayıcı çabalara yönelmenin arka planında ne var? 2022 yılında birçok ülkede yapılan seçimler, göç karşıtı milliyetçi politikacıların çekiciliğini gösterdi. Bu eğilim Avrupa’da en çok aşırı sağ partilerin büyük zaferler kazandığı İtalya ve İsveç’te görüldü. Düzensiz göçmen girişlerine karşı çıkmayı kampanyasının en önemli parçası haline getiren, neo-faşist köklere sahip İtalya’nın Kardeşleri partisinin lideri Giorgia Meloni ulusal seçimlerde en fazla oyu alarak İtalya’nın başbakanı oldu. İsveç’te, parlamentonun en büyük ikinci partisi olan Neo-Nazi bağlantılı aşırı sağ İsveç Demokratları tarafından desteklenen Ilımlı Parti’nin Başbakanı Ulf Kristersson, ülkesinin kabul edeceği sığınmacı sayısını azaltma ve ikametgahlarını geçici yapma sözü verdi. Danimarka’da sosyal demokratlar, kısmen sığınmacıları Ruanda’ya yerleştirmek de dahil olmak üzere, göçmenliğe daha kısıtlayıcı bir yaklaşım benimseyerek iktidarda kaldılar. Fransa’da aşırı sağcı Marine Le Pen, Nisan ayında Emmanuel Macron’a karşı ikinci tur seçimleri kaybetti, ancak milliyetçi, göçmen karşıtı bir retorik üzerine kurulan partisi için Fransız seçmenlerden %41 gibi rekor bir destek aldı.

2022 yılında dünyada doğduğu ülkede yaşamayanların nüfusu 280 milyon dolayında. Bu durum göçmenlerden oluşan bir ülkenin dünyanın en büyük nüfusa sahip dördüncü ülkesi olacağı anlamına geliyor. Türkiye dünyadaki tüm göçmen nüfusun yüzde ikisine ev sahipliği yapıyor ve bunların çoğunluğu savaştan, çatışmadan, şiddetten kaçan Suriyeli ve Afganlardan oluşuyor diyebiliriz. Göçmen karşıtlığı sadece Türkiye’nin sorunu değil. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinin ilticayı kısıtlamak adına Cenevre Sözleşmesi’ndeki açığı kullanarak politikalar ürettiğini görüyoruz. İlginç olan ise bu kadar göçmen karşıtlığına rağmen yerlilerin yapmaktan kaçındığı işler için göçmenlere ihtiyaç duyulması. Gelişmiş ülkeler kendilerine uygun göçmeni seçmek istiyor ve eğitimsiz, mesleki becerileri olmayan, kısacası entegrasyonu görece daha zor ve maliyetli olanları insan haklarını hiçe sayarak ya geri ittiriyor ya da başka ülkelere göndermek istiyor. Küresel eşitsizliklerin arttığı, iletişim ve ulaşım imkanlarının arttığı ve maliyetlerin düştüğü dünyamızda insan hareketliliği hiç olmadığı kadar yoğun yaşanıyor. Türkiye’ye baktığımızda gelenlerden memnun değiliz ve gitmeye can atıyoruz. Aslında herkes daha güvenli, daha özgür ve refahının daha iyi olacağı yere gitmenin peşinde ve burada suçlu gidenler, gitmeye çalışanlar değil. Eğer bir suçlu aranacak ise vatandaşları için insanca yaşama koşullarını oluşturamayan hükümetleri, dünyanın bu kadar eşitsiz ve adaletsiz bir yer olmasına sebep olan küresel ekonomik politikaları işaret edebilirim.

Son olarak, 18 Aralık 2022 Uluslararası Göçmenler Günü kutlu olsun. Kimsenin geride bırakılmadığı bir dünya için hep birlikte çabalamak ümidiyle.

Burak YALIM

TUİÇ Akademi Genel Direktörü

Kaynakça:

abcNEWS. (2022). South Sudan says 2 million peple affected by flooding. Erişim Adresi: https://abcnews.go.com/International/wireStory/south-sudan-million-people-affected-flooding-92057816#:~:text=Catch%20up%20on%20the%20developing,in%20search%20of%20dry%20ground. (Erişim Tarihi: 15 Aralık 2022).

Bianet. (2022). Türkiye’de ne kadar yabancı var? Erişim Adresi: https://m.bianet.org/bianet/goc/261502-turkiye-de-5-milyon-500-bin-690-yabanci-var-hepsi-siginmaci-degil (Erişim Tarihi: 17 Aralık 2022).

Bloomberg. (2022). Germany needs immigration of 400.000 workers per year. Erişim Adresi: https://www.bloomberg.com/news/articles/2022-01-21/germany-needs-immigration-of-400-000-workers-per-year-fdp-says (Erişim Tarihi: 17 Aralık 2022).

CBS News. (2022). Legal immigration to the USA rebounds from pandemic drop in visa approvals. Erişim Adresi: https://www.cbsnews.com/news/immigration-us-visa-approvals-rebound-covid-19-pandemic/ (Erişim Tarihi: 17 Aralık 2022).

CGD (2020). New Zealand’s climate refugee visas: Lesson for the rest of the world. Erişim Adresi: https://www.cgdev.org/blog/new-zealands-climate-refugee-visas-lessons-rest-world (Erişim Tarihi: 15 Aralık 2022).

CGTN. (2022). 500 killed, 1.4 million Nigerians displaced by floods in 2022. Erişim Adresi: https://africa.cgtn.com/2022/10/12/500-killed-1-4-million-nigerians-displaced-by-floods-in-2022/ (Erişim Tarihi: 15 Aralık 2022).

CNN. (2022). Biden administration appeals court decision that blocked the Trump-era policy. Erişim Adresi: https://edition.cnn.com/2022/12/07/politics/title-42-appeal-border-appeal/index.html (Erişim Tarihi: 14 Aralık 2022).

EUAA. (2022). Latest asylum trends. Erişim Adresi: https://euaa.europa.eu/latest-asylum-trends-asylum (Erişim Tarihi: 17 Aralık 2022).

EURONEWS. (2022). Danimarka İngiltere’nin izinde: Göçmenler için Ruanda’da ofis açıyor. Erişim Adresi: https://tr.euronews.com/2022/08/18/danimarka-ingilterenin-izinde-gocmenler-icin-ruandada-ofis-aciyor (Erişim Tarihi: 14 Aralık 2022).

Financial Review. (2022). Visa backlog cut, as 2 million applications processed. Erişim Adresi: https://www.afr.com/politics/federal/visa-backlog-cut-as-2m-applications-processed-20221013-p5bpey (Erişim Tarihi: 17 Aralık 2022)

Government of Canada. (2022). Supplementary information fort he 2023-2025 immigration levels plan. Erişim Adresi: https://www.canada.ca/en/immigration-refugees-citizenship/news/notices/supplementary-immigration-levels-2023-2025.html (Erişim Tarihi: 17 Aralık 2022).

Göç İdaresi. (2022). Güncel veriler. Erişim Adresi: https://www.goc.gov.tr/gecici-koruma5638 (Erişim Tarihi: 17 Aralık 2022).

IDCM. (2022). Displacement, disaster and climate change. Erişim Adresi: https://www.internal-displacement.org/research-areas/Displacement-disasters-and-climate-change (Erişim Tarihi: 15 Aralık 2022).

IOM. (2022). Three-quarters of refugees and migrants from Venezuela struggle to access basic services in Latin America and Caribean. Erişim Adresi: https://www.iom.int/news/three-quarters-refugees-and-migrants-venezuela-struggle-access-basic-services-latin-america-and-caribbean (Erişim Tarihi: 17 Aralık 2022).

Moving2Canada. (2022). Immigrants boost Canada labour market. Erişim Adresi: https://moving2canada.com/labour-market-report/ (Erişim Tarihi: 17 Aralık 2022).

New Zealand Immigration. (2022). Changes to partner work visas referred to April 2023. Erişim Adresi: https://www.immigration.govt.nz/about-us/media-centre/news-notifications/changes-to-partner-work-visas-deferred-to-april-2023 (Erişim Tarihi: 17 Aralık 2022).

NTV. (2022). İngiltere’nin göçmen planına AİHM engeli: Ruanda Uçuşu Durduruldu. Erişim Adresi: https://www.ntv.com.tr/galeri/dunya/ingilterenin-gocmen-planina-aihm-engeli-ruanda-ucusu-durduruldu,Mq_HOYfv_0mxLPTWJcam8g (Erişim Tarihi: 14 Aralık 2022).

PRISM. (2022). One year later Afghan refugees still aren’t guaranteed stability in the US. Erişim Adresi: https://prismreports.org/2022/10/13/afghan-adjustment-act-refugees/ (Erişim Tarihi: 17 Aralık 2022).

Reliefweb. (2022). Pakistan flood disaster affects more than 33 million people. Erişim Adresi: https://reliefweb.int/report/pakistan/pakistan-flood-disaster-affects-more-33-million-people#:~:text=The%20Pakistan%20government%20has%20declared,monsoon%20rains%20in%20a%20decade. (Erişim Tarihi: 15 Aralık 2022).

StateWatch. (2022). Austria calls for EU to adopt UK-style Rwanda plan for refugees. Erişim Adresi: https://www.statewatch.org/news/2022/november/austria-calls-for-eu-to-adopt-uk-style-rwanda-plan-for-refugees/ (Erişim Tarihi: 14 Aralık 2022).

The Hoya (2022). Policy experts discuss Argentina’s humanitarian visa for displaced migrants. Erişim Adresi: https://thehoya.com/policy-experts-discuss-argentinas-humanitarian-visa-for-displaced-migrants/ (Erişim Tarihi: 15 Aralık 2022).

UNEP (2022). What you need to know about the COP27 Loss and damage fund. Erişim Adresi: https://www.unep.org/news-and-stories/story/what-you-need-know-about-cop27-loss-and-damage-fund (Erişim Tarihi: 15 Aralık 2022).

UNHCR. (2022a). Türkiye’deki mülteciler ve sığınmacılar. Erişim Adresi: https://www.unhcr.org/tr/turkiyedeki-multeciler-ve-siginmacilar (Erişim Tarihi: 17 Aralık 2022).

UNHCR. (2022b). Ukranian refugee situation. Erişim Adresi: https://data.unhcr.org/en/situations/ukraine (Erişim Tarihi: 17 Aralık 2022).

UNHCR. (2022c). Resettlement data finder. Erişim Adresi: https://rsq.unhcr.org/en/#njY8 (Erişim Tarihi: 17 Aralık 2022).

UNHCR. (2022d). Situation South Sudan. Erişim Adresi: https://data.unhcr.org/en/situations/southsudan (Erişim Tarihi: 15 Aralık 2022).

Deneme: Yabancı Uyruklu Bireylerin Sosyal Uyumunu Desteklemek İçin Yapılan ve Yapılabilecek Çalışmalar

Türkiye bilindiği üzere en çok mülteci kabul eden ve içerisinde mülteci barındıran ülkelerden biridir. Dünyada Suriyeli mültecilere en çok ev sahipliği yapan ülke konumunda ise yine Türkiye bulunmaktadır (Sarı vd., 2021: 188). Göç kavramına değinildiğinde, birçok çeşidi olmakla beraber, göç nedenleri farklı da olsa, temelde yatan anlamı tektir: “Bulunduğu ülkesini, evini, yurdunu terk etmek”. Göç eden kimse göçmen olarak en net şekliyle belirtilse de bu konuda da kavram bazında farklılaşmalar görülmektedir. Bunlar; sığınmacı, mülteci gibi kavramlardır. Sığınmacı-mülteci ayrımında temel husus ise; sığınma başvurusu kabul edilen ve statüsü belirli kişiler için ‘mülteci’ denilirken, bu statüyü elde edemeyen, geçici koruma altında bulunan kimseler ‘sığınmacı’dır. (Yıldız, 2017: 42-43). Türkiye özelinde bir değerlendirmede bulunulduğunda, mülteci, göçmen, sığınmacı kavramlarının hepsine ev sahipliği yapması durumu göze çarpar. Göç eden bu kitle harici Türk nüfusu haliyle çoğunluğu oluşturduğundan, bu noktada entegrasyon problemi ortaya çıkar. Entegrasyon; yabancı, misafir olduğu addedilen kimselerin yani mülteci ve göçmen dediğimiz kişilerin göç ettikleri ülkeye uyum sağlaması olayıdır. Entegrasyon, var olan sisteme bir uyum sürecidir. Süreç kavramından anlaşılacağı üzere belirli bir uzunlukta var olan, devamlılık arz eden bir durumdur. O halde göçmen veya mülteci adlandırmasını yaptığımız bu kimselerin bir anda uyum kazanmasını ya da sisteme çabucak entegre olmasını bekleyemeyiz. Entegrasyon, bir diğer deyişle, uyum söz konusu olunca Türkiye özelinde ilk akla gelen ‘vatandaşlık’ olgusu olmaktadır. Vatandaşlık göç ve uyum politikalarının en temelinde yer almakla beraber, ‘geçiçi’ ve ‘misafir’ olarak tanımladığımız bu mültecilerin vatandaşlık verilmesi halinde ‘kalıcı’ hale gelmesi durumudur (Yıldız, 2017: 36). Bu noktada ‘entegrasyon problemleri’ ortaya çıkar, karşılıklı bir uyum sürecinin yaşanması gereklidir.

Göçmenlerin geldikleri ve göç ettikleri ülkeler genellikle birbirinden oldukça farklı özelliklere sahiptir. Din, dil ırk, kültür birbirinden epey farklı gözükmektedir. Türkiye özelinde bakıldığında, din konusunda çoğunlukla benzerlik olmakla beraber, dil ve kültür bağlamında farklılık durumu göze çarpmaktadır. Türkiye’nin Doğu ve Güney Anadolu kesimlerinde kültürel ve yer yer dilsel benzerlikler olabilse de göç eden kimseler Marmara bölgesine, İstanbul’a geldiklerinde tam anlamı ile sosyo-kültürel farklılıklar belirginleşmektedir. Bu noktada bu farklılıkları kapatmak, göçmenleri sisteme entegre etmek ve sosyal yaşamın düzenliliğini sağlamak için çeşitli eğitimler ve projeler yürütülmelidir. Uyum konusu ne tam anlamı ile entegrasyon kavramını ne de asimilasyon kavramını ifade etmektedir. Karşılıklı ve gönüllülük esasına dayalı bir ahengi ifade etmektedir. Yabancı uyruklu bireylerin göç ettikleri ülkeye uyum sürecini sağlıklı bir şekilde tamamlayabilmeleri için tüm aktörlerin kolektif bir biçimde çalışmaları durumu sağlanmalıdır. Söz edilen aktörler; bakanlık, müdürlük ve başkanlıklar gibi idari kurumlar, sivil toplum örgütleri, üniversiteler ve vakıflar gibi organizasyonlar ve son olarak bireylerdir. Uyum sürecinde, en önemli katkıyı bireyler yapmalıdır. Bu uyum süreçleri karşılıklı ve iki yönlü bir süreçtir. Bakanlık, müdürlük ve başkanlıklar denildiğinde, ilgili yasaları koyma ve yürütme işlevlerinde Adalet Bakanlığı üzerine görevler düşmektedir. Örnek verecek olursak, yabancılar ve uluslararası koruma kanunu gibi. Konu ile ilgili özellikle çalışmalar yürüten ve en önemli işleve sahip kurum ise; İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Müdürlükleridir (GİGM). Göç İdaresi Müdürlükleri bu konular ile ilgili, il göç uzmanlarına, göç idaresi personeline ilgili eğitimler vermekle beraber, yabancı uyruklulara da çeşitli eğitimler verilmektedir. Oryantasyon eğitimleri, Göç, Güvenlik ve Sosyal Uyum Üst Düzey Çalıştayları, Göç Kurulu Toplantıları düzenlemiştir. Göç, Güvenlik ve Sosyal Uyum Üst Düzey Çalıştayları bölge bazında gerçekleştirilmiştir; Marmara Çalıştayı, Doğu Anadolu Çalıştayı gibi. Ayrıca uyum konusunda, Uyum Biz bize Buluşmaları, Mahalle Buluşmaları gibi organizasyonlar, Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği (UNHCR) ortaklığında gerçekleştirilmiştir. Göç İdaresi Müdürlüğü ayrıca, Uyum ve İletişim Dairesi’ni uyum konusunu ve bu konudaki faaliyetleri yürütmeyi sağlamak amacıyla kurmuştur. Göç İdaresi Başkanlığının öncülüğünde; çeşitli etkinlikler, Göç Araştırmaları Dergisi gibi çalışmalar da ayrıca yürütülmektedir. Üniversiteler, vakıflar ve organizasyonlar noktasında ise, üniversitelerdeki göç programları ve akademik eserleri örnek verebiliriz. Birçok araştırmamıza kaynaklık eden eserler, üniversiteler ve akademisyenler öncülüğünde oluşturulmaktadır. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletlere Bağlı Uzmanlık Kuruluşları (UNHCR, UNICEF) gibi birçok uluslararası organizasyonun finanse ettiği projeler de yine uyum sürecine destek olan çalışmalardandır. 18 Aralık Uluslararası Göçmenler Günü gibi düzenlenen etkinlikler Türkiye’nin 81 ilinde kutlanmıştır. Bu etkinliklerde kardeşlik, çeşitli kültürlerin tanıtımı ve kaynaşması ile uyum sağlanmaya çalışılmıştır. Uluslararası Öğrenci ve Akademisyenler Sosyal Uyum Buluşması etkinliği ile akademide sosyal uyumun sağlanması hedeflenmiştir. Uyum sürecini temelden başlatmak adına hedef kitle çocuklar ve gençler olmalıdır. Çocukların Türkçeye ve Türkiye’ye adaptasyonu noktasında uyum projeleri yürütülürken Göç İdaresi Müdürlüğü tarafından; uyum setleri dağıtılmış, MUYU adlı çizgi karakter yaratılarak konu eğlenceli hale getirilmiş, MUYU bu setlerde, broşür, dergi ve kapaklarda yer almıştır. MUYU’nun kısa çizgi filmleriyle de aslında UYUM süreci için aktarılması gerekenler video şeklinde verilmiştir. Düzenlenen etkinlik ve uyum buluşmalarında çocuklar için MUYU maskot olarak da etkinliklerde yer almıştır. Okullarda ve Halk Eğitim Müdürlüklerinde Türkçe eğitimleri her yaştan göçmen bireye verilmektedir. Bu çalışmalarla okul öncesi ve okul çağındaki çocukların eğitimi hatta aile bireylerinin eğitimi hedef alınmıştır. Göçmen ailelerdeki baba ve erkek bireyler çalışma yaşamına atıldıklarından genellikle edinmeleri gereken kazanımları ve dil öğrenimi sürecini kadın ve çocuklara göre daha önce elde ettiklerinden bu tarz projelerin öncelikli hedefi kadınlar ve çocuklar olmuştur. Tüm göç eden uyrukların uyum sürecinin önemli olduğu bilinen bir gerçek olmakla beraber, Suriye kökenli göçmenlerin tüm göçmen kesime oranı göz önünde bulundurulduğunda, Suriye kökenli göçmenlerin sayısının daha fazla olduğu görülür. Bu sebeple özellikle de bu kesimin artık sisteme entegre olması ve gerekli kazanımları elde etmesi bir zorunluluk haline gelmiştir. Bu kapsamda Sosyal Uyum ve Yaşam Eğitimi (SUYE) Programı gibi programlar yürütülmeye başlanmıştır (Sarı vd., 2021: 193). Bu program kapsamında Suriyelilerin Türkiye’de yaşama dair bilgilerinin seviyesi ölçülmüş, bir artış olup olmadığı değerlendirilmiştir. Yapılan ölçüm sonuçlarına göre bu kez bir artış yaşandığı görülmüştür. Bu da demektir ki SUYE projesi Suriyelilerin yaşamının kolaylaşmasını sağlamakla beraber, Türkiye’de yaşama dair bilgilerinin arttığı görülmektedir. Dolayısıyla bu gibi programlar göçmenlerin entegrasyonunu sağlamakla beraber, yaşamı da kolaylaştırmaktadır yani faydaları olduğundan bu tarz projelerin sayısının artırılması gerekmektedir (Sarı vd., 2021: 188). Ayrıca İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığı ve Millî Eğitim Bakanlığı’nın oluşturduğu SUYE programı, 18 yaş üstü bireylere Halk Eğitim Merkezindeki öğretmenler tarafından 8 saat boyunca verilmektedir (Sarı vd., 2021: 193). Bu tarz uyum etkinliklerinin benzerleri Almanya, İngiltere, İspanya gibi ülkelerde görülmektedir (Sarı vd., 2021: 194-196). Türkiye’deki uyum programları ile arasındaki temel fark Almanya gibi ülkelerde uyum programına katılımın zorunlu olması ve sonucunda göçmenlerin bir sınava tabi tutulmalarıdır. Buradan hareketle Türkiye’deki uyum programlarının gönüllülük esasına dayandığı olgusu ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple göçmenleri teşvik etme gibi bir durum doğmaktadır (Sarı vd., 2021: 197).

Sonuç olarak baktığımızda, tüm ülkelerin çeşitli göç politikaları doğrultusunda göçmen kabul ettiklerini görmekteyiz. Bu göçmenler kaldığı süre fark etmeksizin, göçmenler bir uyum sürecine tabilerdir. Göç ettikleri ülkenin kültürünü ve özellikle dilini benimsemeleri göçmenler açısından büyük önem arz etmektedir. Benimsemedikleri takdirde göçmenler, dışlanma ve yalnız kalma durumları ile baş başa kalacaklardır. Bunlar göçmenleri psikolojik ve sosyal açıdan daha kötü duruma sokacaktır. Bunun dışında uyum süreçlerini de uzatacaktır. Bunların yaşanmaması adına göçmen kabul eden ülkenin tüm birimleri kolektif bir şekilde hareket etmelidir. Yürütülen kampanyalara da aynı şekilde destek verilmelidir. Yaşanan kötü durumların tüm dünyanın başına gelebileceği unutulmamalı, şimdiki göçmenlerin yerinde bir gün herkesin olabileceği düşünülmeli ona göre bir tutum izlenmelidir. Tüm insanların öncelikle yaşama hakkı, barınma ve beslenme hakkı gibi temel ihtiyaçlarını karşılamaları bir zorunluluk olmakla beraber din, dil, ırk ayrımı kabul etmeksizin bunlar hepsine verilmiş olan bir ayrıcalıktır aynı zamanda. Bunları karşılamak için belirli süreler göç etme durumları yaşanabilmektedir. Tüm bunların hepsinin doğal olduğu da unutulmamalıdır. T.C. İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığı’nda da yazdığı üzere: “Her insan bir göç, her göç bir insan.”

Kardelen ÇELEBİ

Kaynakça:

Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği. (t.y.). Erişim Adresi: www.unhcr.org (Erişim Tarihi: Aralık, 2022).

İltica ve Göç Araştırmaları Merkezi. (t.y.). Erişim Adresi: www.igamder.org (Erişim Tarihi: Aralık, 2022).

Sarı Ç, A., Ok G., Aksanyar Y., Kadıoğlu Keskin A., Uylaş T. (2021). Türkiye’ye Göç Eden Yabancılara Uygulanan Sosyal Uyum ve Yaşam Eğitimi Programının Geliştirilmesi ve Etkililiğinin Değerlendirilmesi. Göç Araştırmaları Dergisi, 7(2), 188-209.

T.C. İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığı. (t.y.). Erişim Adresi: www.goc.gov.tr.com (Erişim Tarihi: Aralık, 2022).

Yıldız, A. (2017). Göç ve Entegrasyon Politikalarında Vatandaşlık. Göç Araştırmaları Dergisi, 3(1), 36-67.

Deneme: Kadın ve Çocuk Hakları İhlallerine Yönelik Yapılan ve Yapılabilecek Çalışmalar

Öncelikle söze bu yazıya zemin oluşturan ana kavramın tanımıyla başlamak gerekirse; hak ihlali, “Bir kimseye kanunlarla belirlenen bazı hakları engelleme, hak kısıtlaması” anlamına gelmektedir (TDK, t.y.). Kadın ve çocuk hakları, evrensel insan hakları kapsamının içinde yer alması gereken en önemli ve en temel konuların başında gelmektedir. Öte yandan evrensel olarak kabul gören bu hakların çiğnendiği kimi durumlarda ortaya çıkan “kadın ve çocuk hakları ihlalleri” dikkate değer bir küresel sorundur. Bu sorun üzerine yapılan en kapsamlı çalışmalardan biri olarak 10 Aralık 1948 tarihinde ilan edilen “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” karşımıza çıkmaktadır. Bildirgenin ilanının ardından 4 Kasım 1950’de kapsadığı hakların güvence altına alınması amacıyla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi imzalanmıştır.

İnsan hakları kavramı, insanın sadece insan olmasından dolayı doğuştan sahip olduğu doğal haklardır. Bu doğal hakların en birincil ve önemli olanı “yaşama hakkı’’dır. Buna karşın, toplumun yarısını oluşturan kadınların en doğal hakkını olan yaşama hakları sadece cinsiyetlerinden dolayı ellerinden alınabilmektedir. Aynı şekilde dezavantajlı grup içinde olan çocukların da yaşam hakkı ellerinden alınmakta ya da temel çocukluk hakları ihlal edilmektedir. Kadın ve çocukların yaşadıkları hak ihlalleri öncelikle ailede yani özel alanlarında başlamaktadır (Gergin, 2021). Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 41. maddesine göre “Türk toplumunun temeli ailedir”.Ailenin temeli eşler arası eşitliğe dayalıdır ve devamında devlet kadını ve çocuğu korumak için gerekli tedbirleri alır” (Türkiye Cumhuriyeti Anaysa Mahkemesi, t.y.) demek suretiyle de aslında devlete somut bir yükümlülük yükler. Oysaki fiiliyatta kadınlar ve çocuklar; okula göndermemek, zorla evlendirilmek, ağır işlerde çalıştırılmak, aile içi şiddete maruz bırakılmak, yaşama hakları elinden alınmak gibi birçok insan hakkı ihlaline uğrarlar. İHD Adana Çocuk Hakları Komisyonu 2020 yılı çocuk hakları ihlalleri raporuna göre toplam 1.287 çocuğun hakkı ihlal edilmiş ve yapılan diğer başka bir rapora göre de 19 yılda 7 bin 71 kadının yaşam hakkı elinden alınmıştır (İnsan Hakları Derneği, 2020).

Ayrımcılık insanlığın başlangıcından itibaren süregelmiş ve günümüzde de varlığını sürdüren bir olgu olarak karşımızda çıkmaktadır. Ne yazık ki kadınların ayrımcılığa en çok maruz kalan gruplar arasında olduğuna şahit olmaktayız. Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Sözleşme tam olarak bu soruna bir çözüm önerisi olarak yürürlüğe girmiştir. Bu sözleşme (CEDAW), Birleşmiş Milletler (BM) düzeyindeki 9 büyük insan hakları sözleşmesinden birisidir ve bu sözleşmeler arasında kadının insan hakları ve cinsiyet eşitliği konularına özellikle odaklanmaktadır. Uluslararası kadın hakları yasası olarak da kabul edilen CEDAW, sözleşmeye taraf olan ülkelerde kadın haklarının güvence altına alınmasını ve geliştirilmesini hedefleyen en yararlı araçlardan biri olmuştur. Gerçek anlamda eşitliği hedefleyen CEDAW, sözleşmeyi imzalayan devletlerin kadınlara yönelik ayrımcılığın tüm biçimlerini önlemek, kadınların toplumsal durumlarını iyileştirmek, toplumsal cinsiyet ilişkilerini ve toplumsal cinsiyete dayalı basmakalıp yargıları değiştirmek üzere taahhütlerde bulunmasını sağlamıştır (Kadının İnsan Hakları, t.y.). Dönüp baktığımızda ulusal anayasalar veya CEDAW gibi uluslararası hukuka tabii sözleşmeler; kadını ve çocuğu koruyan hükümler içermektedir. Ama bu hükümlerin pratikteki yansımalarına baktığımızda; işte bu noktada zihniyet, geleneksel anlayış, ataerkil toplum, erkek egemen anlayışı sebebiyle bu kanun ve sözleşmelerdeki eşitlik ilkesi tam anlamıyla uygulanır olmamıştır. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ilanının üzerinden 74 yıl geçmiş olmasına rağmen ve ilerleyen süreç boyunca da temel hak ve özgürlükleri koruyabilmek adına ulusal ve uluslararası birçok denetim ve koruma mekanizması geliştirilmiştir. Nitekim tüm bu çabalara rağmen insan hakları ihlalleri bugün hala karşımıza çıkabilmektedir.

Çocuk hakları konusunda tekrar dönersek şu hukuki gerçekliği hatırlamakta fayda var: Çocukların hakları vardır. Dünyadaki tüm çocukların doğdukları andan itibaren belirli bir yasal hakları vardır. Bu hakları ihlal etmek kanun önünde bir suçtur. Çocuk hakları denilince akla gelen en önemli belgelerden biri, çocukları korumak ve yaşam koşullarını iyileştirmek adına 20 Kasım 1989 tarihinde imzalanmış olan “Çocuk Hakları Sözleşmesi’’dir. Bu temel sözleşmeye göre “18 yaşının altındaki her birey çocuktur” (UNICEF, t.y.). Uluslararası sözleşmelerın tarafları ve dolayısıyla muhatapları devletlerdir. Atılan imzanın sonucunda birçok kurum ve kişi çocuk hakları açısından birer sorumlu hale gelmektedir. Devletin tüm organlarının hiçbir şekilde ayrım yapmaksızın herkese tanınmış olan bu hak ve özgürlükleri koruma yükümlülüğü vardır; hangi organı yaparsa yapsın devlet, sözleşmeye aykırı her ihlalden sorumlu tutulabilir. Çocuklar bu dünyadaki en masum varlıklardan birileri olarak ve kendilerini savunamaz ve kendi haklarını koruyamazlar. Haklarını koruyabilmek için biz yetişkin insanlara ihtiyaçları duyarlar. Ancak tüm yetişkin bireyler bu toplumsal sorumlulukların farkında değiller. Hatta öyle ki, yetişkinlerin korumakla yükümlü oldukları çocuklara karşı fiziksel ve toplumsal üstünlüklerini kullanması kimi durumlarda çocuk istismarına dahi sebebiyet vermektedir. 

Diğer bir yandan şunu da ifade etmekte yarar var; 1989 Sözleşmesi çocuk hakları konusunda olumlu anlamda bir kırılma noktası olmuştur. Bu olumlu gelişmenin iki ayağı olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan biri çocuğun korunması ve koruma sorumluluğuna ilişkin. İkinci olarak da çocuğun ebeveynlerinden bağımsız özerk bir birey olarak tanınması çocuk hakları konusunda diğer bir önemli gelişme olmuştur. Daha önceleri çocuğu anne ve babaya bağımlı, pasif bir nesne olarak görme eğilimi vardı. 1989 Sözleşmesi ile çocuk artık hakları olan bir birey olarak tanınmıştır. Bu yürürlüğe girmiş ve uygulanan çalışmaların yanı sıra biz insani görev olarak bu konuda ne yapabiliriz diye düşünecek olursak: Çocuk haklarına ilişkin önemli gelişmeler olmakla birlikte sorunun boyutları göz önüne alınarak; Çocuk haklarının temeli olan yaşama, korunma, gelişim ve katılım hakları dikkate alınarak çocuklar yetiştirilmeli, hakları ihlal edilen ve suça sürüklenen çocuklara pozitif ayrımcılık uygulayan, onları yeniden kazanmaya yardımcı olacak bir hukuk sistemi oluşturulmalı. Yapılacak yasal düzenlemelerde çocukların yararı ön planda tutulmalı ve çocukların barış, refah ve huzur içerisinde yaşayacakları bir ortam oluşturulmalıdır. Çocukları korumak, haklarına saygı duymakla başlar.

Sonuç olarak, aslında konuya ilişkin en büyük eksiklik kadınların ve çocukların haklarından haberdar olmamasıdır. Kadına ve çocuğa karşı şiddetle mücadele de öncelikle bu grupların haklarının bilinmesi ile mümkün olabilir. Birincil olarak, kadın erkek eşitliği ilkesinden bahsetmek gerekir. Çalışan kadının hakları, boşanan kadının hakları, şiddete maruz kalan kadının hakları vs. hepsi kadınların birer haklarıdır. Kadınlar başlarına gündelik hayatta başlarına gelen olayların ve maruz kaldıkları fiillerin hukuken suç teşkil ettiğini bilmedikleri için özellikle Türk Ceza Kanunu (TCK) kapsamında korununan şikâyet haklarını kullanmıyorlar. Veyahut kadın kişisel ya da toplumsal koşullardan dolayı şiddet gördüğü eşinden boşanmaktan korkuyor. Bununla beraber, az önce de belirttiğimiz gibi, çoğu kadın anayasa tarafından korunan haklarından haberdar değil. Velayet ya da nafaka hakkını bilmediği boşanmaktan imtina ediyor ve maruz kaldığı şiddet sarmalından çıkamıyor. Ya da şiddete dair bir önlem almak istiyor, kendini korumak istiyor ancak nereye başvuracağını bilmiyor. İşte tam da bu konulardan dolayı toplumu bilinçlendirmeli, bilgilendirmeliyiz. Bilgi güçtür. Bilen kadın güçlüdür. Bilen kadın özgürdür. Bu noktada “Hakkını bildiğin kadar güçlüsün’’ sloganı da tam olarak bu düşünceti ortaya koyuyor. Son olarak şunu da söylemeliyiz ki: Sevilen, takdir edilen ve onaylanan her kadın bir gecede dünyayı değiştirebilir. Güçlü kadın erkeğin parasına, ününe, gölgesine sığınan değil; kendi ayakları üzerinde duran, her koşulda erkeğinin bir adım önüne ilerleyendir. Bu hayatta kadınların ve çocukların korunmaya olduğu kadar değer de görmeye ihtiyacı var.

Elifnur ATASAY

Kaynakça:

Gergin, E. E. (2021). İnsan hakları ihlalleri. Erişim Adresi: http://www.mertvan.av.tr/makale/insan-haklari-ihlalleri (Erişim Tarihi: Aralık, 2022).

İnsan Hakları Derneği. (2020). 2020 yılı çocuk hakları ihlalleri raporu. Erişim Adresi: https://www.ihd.org.tr/wp-content/uploads/2020/11/20201120_AdanaCocukHaklariIhlalleriRaporu.pdf (Erişim Tarihi: Aralık, 2022).

Kadının İnsan Hakları. (t.y.). Kadına karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılması sözleşmesi (CEDAW). Erişim Adresi: https://kadinininsanhaklari.org/savunuculuk/uluslararasi-sozlesmeler-ve-mekanizmalar/cedaw/ (Erişim Tarihi: Aralık, 2022).

TDK. (t.y.). Hak ihlali. Erişim Adresi: https://kelimeler.gen.tr/hak-ihlali-nedir-ne-demek-143632 (Erişim Tarihi: Aralık, 2022).

Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi (t.y.). Türkiye Cumhuriyeti Anayasası. Erişim Adresi: https://www.anayasa.gov.tr/tr/mevzuat/anayasa/ (Erişim Tarihi: Aralık, 2022).

UNICEF. (t.y.). Çocuk haklarına dair sözleşme: Yazılı maddeler. Erişim Adresi: https://www.unicef.org/turkiye/%C3%A7ocuk-haklar%C4%B1na-dair-s%C3%B6zle%C5%9Fme (Erişim Tarihi: Aralık, 2022).

Çeviri: Küreselleşme İhtiyacımız Olan Ekonomiyi Sağlayamadı

0

Bu yazı, Rana Faroohar’ın New York Times için kaleme almış olduğu “Globalism Failed to Deliver the Economy We Need” başlıklı görüş yazısından çevrilmiştir. Yazının aslına aşağıdaki bağlantıdan erişebilirsiniz.

Globalism Failed to Deliver the Economy We Need

Küresel ekonominin durumu hakkında neredeyse korkuya varan bir genel kafa karışıklığı fazlasıyla mevcut. Ukrayna’daki savaş, gaz fiyatlarındaki dalgalanmalar, hızla yükselen mortgage oranları, COVID-19 salgınının devam eden etkileri ve yaklaşan resesyon ihtimali gibi faktörlerin tümü birleşerek kaosa dönüşüyor gibi görünüyor.

Korku gerçek. Ancak kaos geçici, çünkü büyük ölçüde eski bir ekonomik düzenden yeni bir düzene geçiş sırasında yaşanan kargaşadan kaynaklanıyor. Her ekonomi, genişleme ve daralma döngülerinden geçer ancak bu döngülerdeki en önemli gösterge, piyasadaki fiyatlar ya da işsizlik oranlarından ziyade altta yatan siyasi felsefedir.

Neredeyse elli yıldır politik ekonomimiz neoliberalizmin yönetim anlayışına, yani sermayenin, malların ve insanların en verimli ve kârlı getirileri elde etmek için sınırları aşabilmesi gerektiği fikrine dayanıyor. Pek çok kişi bunu Ronald Reagan ve Margaret Thatcher tarafından uygulanan damlama ekonomisiyle, hatta Bill Clinton ve Barack Obama’nın finans piyasaları ve ticaret konusunda savundukları iş dostu ekonomik fikirlerle ilişkilendirmektedir. Ancak bu felsefenin kökleri daha eskilere dayanmaktadır.

“Neoliberalizm” terimi ilk kez 1938 yılında Paris’te bir araya gelen ve Büyük Buhran’dan sonra piyasaların aşırı devlet kontrolüne girmesinden endişe duyan bir grup ekonomist, sosyolog, gazeteci ve iş insanı tarafından ortaya atılmıştır. Onlara göre ulus-devletin ve demokrasinin çıkarları, ekonomik ve siyasi istikrar için sorun teşkil edebilirdi. Oy veren halka güvenilemezdi ve bu nedenle ulusal çıkarlar (ya da özellikle milliyetçilik) uluslararası yasalar ve kurumlar tarafından sınırlandırılmalıydı ki piyasalar ve toplum düzgün işleyebilsin. 

Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası gibi küresel kurumlar ve daha sonra Dünya Ticaret Örgütü gibi organizasyonlar – esasen küresel finans, ticaret ve iş dünyasını sınırların ötesinde birbirine bağlamakla ilgili gruplar – bu neoliberal felsefeden etkilendi. Piyasanın serbestleştirilmesi ve sınırsız küreselleşme ilkelerinden türetilen bir dizi ekonomik ilke olan Washington Uzlaşısını şiddetle savundular. Bu formüller, daha önce hiç olmadığı kadar fazla büyüme sağladı – 2008 ekonomik krizi öncesindeki dört yıl, son elli yılın en güçlü küresel büyüme dönemlerinden biriydi. Fakat aynı zamanda uluslar arasında önemli miktarda eşitsizliği de beraberlerinde getirdiler.

Nasıl mı? Sebebi kısmen paranın sınırlar arasında mallardan ya da insanlardan çok daha hızlı hareket etmesi. Akademik araştırmalar, 1980’lerden itibaren Amerika Birleşik Devletleri ile Asya arasında yapılan “ucuz iş gücüne karşılık ucuz sermaye” pazarlığının çok uluslu şirketlere ve Çin devletine diğer tüm kuruluşlardan çok daha fazla fayda sağladığını gösteriyor. Reagan-Thatcher devrimi finans sektöründeki kısıtlamaları gevşeterek küresel sermayeyi serbest bıraktı ve küresel ticaret, Clinton döneminde NAFTA ve Çin’in nihayetinde Dünya Ticaret Örgütü’ne katılması gibi gelişmelerle tamamen serbest bırakıldı ki bu da yerel istihdam yaratma ile küresel pazar entegrasyonu arasındaki politika çıkarları dengesini küresel pazar entegrasyonu lehine değiştirdi. İthal mallarla sağlanan daha ucuz tüketici fiyatlarının, sabit ve hatta düşen (birçok çalışan için reel anlamda) ücretleri telafi edeceği düşünülüyordu. 

Lâkin öyle olmadı. Pandemi ve Ukrayna’daki savaştan öncesinde bile, konuttan eğitime ve sağlık hizmetlerine kadar bizi orta sınıf kılan şeylerin fiyatları, ücretlerden çok daha hızlı artıyordu. Son dönemdeki ücret enflasyonuna rağmen durum hala değişmedi. Küresel ekonominin ulusal çıkarlardan fazlasıyla koptuğu düşüncesi, bugün uğraştığımız siyasi popülizmi, milliyetçiliği ve hatta faşizmi (Donald Trump ve MAGA -Make America Great Again- hareketi örneklerinde görüldüğü üzere) körüklemeye yardımcı oldu. Siyasi aşırılıkları törpülemesi gereken felsefelerin çok ileri götürüldüğünde tam tersi etkiyi yaratması tuhaf bir ironidir.

Neoliberal felsefe sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde değil, diğer ülkelerde de iflas etmiştir: İngiltere’nin vergi indirimlerine ilişkin talihsiz denemesi sonrası Başbakan Liz Truss’a verilen tepkiye bakabilirsiniz. Üretim süreçlerinin yurtdışına, birkaç farklı ülkeye taşınması güya üretimi daha üretken ve işleri daha verimli hale getirecekti. Ancak elde edilmesi gereken verimin çoğu, pandemilerden tsunamilere, aşırı kalabalık limanlara ve diğer öngörülemeyen olaylara kadar her nevi küresel stres karşısında çöktü. 

Ayrıca karmaşık tedarik zincirleri, son birkaç yıldaki küresel krizlerden daha öncesinde bile bir dizi üretim felaketine yol açmıştı: 2013 yılında Bangladeş’te meydana gelen Rana Plaza felaketini hatırlayalım; (tedarik zincirlerindeki aşağı yönlü riskler hakkında hiçbir fikri olmayan) farklı küresel markalar için giysi üreten bir fabrika yıkılmış ve 1.100’den fazla insan hayatını kaybetmişti. Bu sıradda, uluslar arasında barışı teşvik etmesi gereken serbest ticaretin kendisi, merkantilist uluslar ve devlet tarafından yönetilen otokrasiler tarafından oynanacak bir sistem haline gelmiş, bu da yurt içinde ve yurt dışında derin siyasi bölünmelere yol açmıştı.

Neyse ki politik ekonominin sarkacı eninde sonunda eski yerine geri döner ve yararlılığını yitirmiş felsefeler yerlerini yenilerine bırakır. Sosyoekonomik gündemdeki sarsıntılı değişimler nadirdir ama dönüşüm getirir. Şu sıralar tam da böyle bir değişimden geçiyoruz. Dünya, geleneksel, neoliberal ekonomik modellerin “normaline” geri dönmek yerine yeni bir normale yelken açıyor. Politika çevrelerinde, iş dünyasında ve akademide küresel ve yerel arasındaki doğru dengenin ne olduğu konusunda bir yeniden düşünme süreci yaşanıyor. 

Ticaret politikası, ürünlerin çevreye zarar vermesi veya bir çocuk işçinin küçük elleriyle üretilmesi durumlarında ucuzluğun her zaman için ucuz olmadığı anlayışıyla iş gücü ve çevre standartlarını daha iyi dikkate alacak şekilde değişiyor. Ayrıca mahremiyet ve liberal değerleri hesaba katmak için dijital hizmet ticaretini de gözden geçiriliyor. (Kişisel verilerimizin dev teknoloji şirketlerine ya da Çin gibi dev gözetim devletlerine teslim edilmesini gerçekten istiyor muyuz?) Tedarik zincirleri; sadece jeopolitik nedenlerle değil, aynı zamanda üretim ve tüketimin eve daha yakın bir yerde toplanmasını mümkün kılan merkeziyetsiz tarım ve 3 boyutlu baskı gibi yeni teknolojiler nedeniyle de kısalıyor.

Peki şimdi ne olacak? Ekonomik küreselleşmenin yeniden ulusal politikaların fazla önüne geçmemesini nasıl sağlayabiliriz? Ve bu durumu 1930’lar tarzı bir korumacılığa ya da geçmiş bir döneme duyulan sahte bir nostaljiye mahal vermeyecek şekilde nasıl düzeltebiliriz? 

Neoliberalizm sonrası dünya için henüz yeni bir bütünleşik alan teorisine sahip değiliz. Ancak bu, eski felsefeyi sorgulamaya devam etmeyeceğimiz anlamına gelmiyor. En ısrarcı neoliberal mitlerden biri dünyanın düz olduğu ve ulusal çıkarların küresel piyasalar karşısında ikinci planda kalacağıydı. Geçtiğimiz birkaç yıl, bu düşünceyi yerle bir etti. Yerel ve küresel çıkarları daha iyi dengeleyen yeni bir sistem kurmak, liberal demokrasiyi önemseyen herkesin sorumluluğundadır.

Çeviri: Derya AZER

TUİÇ Akademi Yayın Koordinatörü

Editör: Ayşenur ALİŞİROĞLU

II. Abdülhamid Dönemi İstihbarat Faaliyetleri

Özet

Osmanlı Devleti çöküş devrinde birçok padişah değişikliği yaşamıştır. Batılılaşmanın ve modernleşmenin bir istek haline geldiği bu dönemde İttihat ve Terakki, bu fikriyatın öncüsü olarak devlet içinde örgütlenerek büyük bir güç haline gelmiştir. Meşrutiyet’in ilan edilmesini isteyen bu yapı, II. Abdülhamid ile anlaşarak kendisini devletin başına geçirmiş ve meşrutiyeti ilan etmesini sağlamıştır. Ancak meşrutiyet yanlısı olmayan II. Abdülhamid meşrutiyeti kaldırarak İttihat ve Terakki cemiyeti ile arasının açılmasını sağlamıştır. Bu şekilde karmaşık bir iç siyaset ortamının içerisinde artan iç isyanlar ve devletlerin Osmanlı toprakları üzerindeki emelleri çeşitli casusluk faaliyetlerinin gerçekleşmesine sebep olmuştur. II. Abdülhamid ise saltanatını, devletini ve milletini korumak için bir istihbarat teşkilatının kurulması gerektiğine karar vermiştir. Bu doğrultuda Yıldız İstihbarat Teşkilatı kurularak ülke içinde ve dışında çeşitli istihbarat faaliyetlerinde bulunulması amaçlanmıştır. Ülke içinde Ermeni isyanları, yabancı istihbarat birimlerinin casusları ve saltanata yönelik tehdit oluşturan unsurlara karşı mücadele edilmiştir. Ülke dışında ise, Hariciye Nezareti bünyesinde faaliyetlerde bulunulmuştur. Zararlı Ermeni komitelerine destek amacıyla yürütülen faaliyetler engellenmeye çalışılmıştır. Ayrıca bulundukları ülkenin Osmanlı ile olan ilişkilerinde bilgi aktarımları sağlamışlar ve ülkenin Osmanlı topraklarındaki emellerine dair bilgiler toplamışlardır. 

Anahtar Kelimeler: II. Abdülhamid, İstihbarat, Hafiye, Meşrutiyet, Güvenlik, Terör.

Abstract

The Ottoman Empire was exposed to many changes in the last period. The Ittıhat and Terakki group organized within the Ottoman Empire became the pioneer of westernization and modernization so they became a great power. Since İttihat and Terakkı wanted a constitutional government, they made an agreement with II. Abdülhamid and they made him sultan. However, Abdulhamid abolished the constitutional monarchy. That’s why their relations with Ittihat and Terakkı deteriorated. Abdulhamid II established an intelligence agency to protect himself, the state and the people, as internal politics had problems, internal rebellions and the European states carried out espionage activities within the Ottoman Empire. Therefore, intelligence activities were carried out within the country and within the country by establishing the Yıldız intelligence agency. It has been fought against Armenian rebellions, espionage activities of foreign intelligence agencies and other activities against the state. Outside the country, attempts were made to prevent the activities against the committees supporting the Armenians. Moreover, the agents gave information about the relations between the country they were in and the Ottoman Empire and They gathered information about the plans for the Ottoman lands.

Key Words: Abdülhamid II, Intelligence, Agent, Constitutionalism, Securıty, Terrorism

Giriş

İttihat ve Terakki mensubu Mithat Paşa ve ekibi meclise dayalı meşruti monarşi sisteminde bir yönetim getirmek istemişlerdir. Buna mukabil Abdülaziz ve V. Murad, Mithat Paşa ve ekibi tarafından tahttan indirilmiştir (Küçük, 1988). Mithat Paşa, Meşruti Monarşi konularında Sultan Abdülhamid ile anlaşma sağlamış ve padişahlığa gelmesi durumunda II. Abdülhamid, meşrutiyeti ilan edeceğini açıklamıştır. Bunun üzerine Mithat Paşa ve ekibi II. Abdülhamid’i padişah sıfatıyla tahta çıkarmıştır (Koç, 2019: 39). İttihat ve Terakki cephesi ile yapılan anlaşma gereği II. Abdülhamid tahta çıktıktan sonra Kanun-i Esasi ilan edilmiş ve I. Meşrutiyet dönemini başlatılmıştır. Böylece resmi olarak Osmanlı devleti, mutlak monarşi yönetiminden meşruti monarşi sistemine geçmiştir (Uzun, 2005: 144-145). Ardından meclis ile saray arasında huzursuzluklar çıkmıştır. Buna bağlı olarak Rus harbi esnasında II. Abdülhamid, bir iç karışıklıkla karşı karşıya kalmak istemediğinden dolayı meclisi süresiz olarak tatil ettiğini ilan etmiştir. Ancak daha sonra kendisine yönetilen baskılar sonucunda tekrardan meclisi açarak meşruti monarşi sistemine dönmüştür. Ardından ise Bab-ı Ali baskını ile tahttan indirilerek hükümdarlığına son verilmiştir (Küçük,1988). 

Osmanlı devletinin en zor zamanlarından birinde devleti yöneten II. Abdülhamid, merkezi yıldız sarayı olan güçlü bir yönetim anlayışı kurmaya çalışmıştır (Gör, 2019: 72) İçeride ve dışarıda birçok düşman ile mücadele etmek zorunda kalan Sultan, kendisine karşı girişilen suikast girişimlerini ve devlete karşı girişilen zararlı espiyonaj faaliyetlerini önlemek için geniş bir istihbarat ağının kurulması gerektiğine kanaat getirmiştir (Güngör, 2021: 90). Bu bağlamda Yıldız İstihbarat Teşkilatı kurularak devletin birçok noktasından haber alma kabiliyeti kazanılmıştır. Kurulan istihbarat teşkilatının varoluşsal gerekliliğini kanıtlamış olmasıyla saray içerisinde “Serhafiyelik” dairesi kurularak faaliyetler daha sistemli bir şekilde gerçekleştirilmiştir (Gör, 2021: 32). 

İstihbarat teşkilatları genel itibariyle bilgi alan, toplayan ve bu bilgileri işleyerek, merkeze doğru bilgilerin aktarılmasını sağlayan birimlerdir. Devletin güçsüz olduğu dönemlerde diplomasinin güçlenmesi gereksinimi doğduğu gibi istihbarat birimlerinin de güçlü ve doğru bir şekilde çalışması gerekmektedir. Bu bağlamda Yıldız İstihbarat Teşkilatı, Osmanlı devletinin çöküş dönemlerinde faaliyet göstererek bu hususlarda yarar sağlamaya çalışmıştır. Bu yazıda II. Abdülhamid’in tahta çıkışı ve bulunduğu ortam dikkate alınarak kurulan Yıldız İstihbarat Teşkilatı ve bu teşkilatın ülke içinde ve dışındaki faaliyetleri incelenmiştir. Çalışma yapılırken kullanılan kaynaklar başta Emre Gör olmak üzere Mehmet Ali Beyhan ve Nur İpek Şeber gibi isimler olmuştur. Emre Gör’ün bu alanda yapmış olduğu çalışmalardan büyük oranda yararlanılmıştır. Yazı içerisinde iç ve dış istihbarat faaliyetlerinin derlenmesi ve sebeplerinin belirtilerek olaylara ışık tutulması amaçlanmıştır. 

Yıldız İstihbarat Teşkilatı

İç ve dış tehditlerin yıkıcılığının oldukça arttığı günlerde II. Abdülhamid bir hafiye teşkilatı kurarak hem olaylardan hızlı bir şekilde haberdar olmak istemiş hem de gerekli müdahalelerin ustaca yapılmasını sağlamaya çalışmıştır (Beyhan,1999:68). İlk etapta kurulan teşkilat “Zabıta-i Hafiye Teşkilatı” ismi ile anılmıştır. Ancak sonraki süreçlerde “ Yıldız İstihbarat Teşkilatı” adını almış ve dağılana kadar bu isim kullanmıştır (Altın, 2016: 1). 

Yabancı devletlerin birçok casusunu devlet içerisine sızdırmasından dolayı II. Abdülhamid, kurulması gereken istihbarat teşkilatının devlete bağlı olarak bürokratik temelde görevini icra etmesinden ziyade doğrudan kendisine bağlı olmasının daha güvenli olacağını öngörmüştür. Bu doğrultuda teşkilat kurulurken doğrudan kendisine bağlanması gerektiğine dair talimat vermiştir (İlter, 2002 :7).

İstihbarat” kelimesi, Arapça “İstihbar” kelimesinden türetilmiştir. Kelime anlamı itibariyle haber alma anlamına gelen bu sözcük Türkçe literatüre kazandırılmıştır (Ataç, 2019: 1). İstihbarat mantığında devletin bekası ve geleceği için dost ve düşman ayrımı yapmaksızın ulaşılabilen her bilginin ustaca analiz edilmesi hedeflenmektedir. Döneme dair meşhur tabirlerden “Hafiye” ve “Jurnal” adlandırmaları yapılmıştır. Zaptiye nezaretine bağlı olarak kurulduğu günümüz arşiv belgeleri ile de sabit olan bu yapının, güvenliğin sağlanması amacıyla kurulduğu anlaşılmaktadır. Bu doğrultuda üç ana amacın olduğu anlaşılmaktadır. İlki, hükümdarın meşru iktidarının korunması, ikincisi saltanatın korunması ve üçüncüsü ise halkın huzur ve refahının korunması olarak izah edilmektedir. Teşkilatın yüksek standartlarda ve sistemli bir şekilde faaliyetlerini gerçekleştirmesi amacıyla Fransa’dan bir danışman getirilmiş ve kendisinden teşkilat sistemi hakkında danışmanlık alınmıştır (Beyhan, 1999: 68-69).

Teşkilat içerisinde iki ayrı memur statüsü bulunmaktadır. İlki, devletin resmi memuru olarak, belirli bir maaş ile çalışan profesyonel istihbarat mensuplardır. İkincisi ise, farklı statülerde devlet memurluğu veya sade vatandaş olan kişilerdir. Bu şahıslar, belirli bir amaç doğrultusunda saraya bilgi veren insanlardan oluşmaktadır. Yalnızca Müslümanlar değil gayrimüslimlerde oluşturulan teşkilata dahil edilmiştir. Bu durum, gayrimüslimlerin mensup oldukları cemiyetler tarafından çok fazla tepki almalarına ve şiddet ,ölüm gibi tehditlerle karşı karşıya kalmalarına sebep olmuştur (Beyhan,1999:70-71). Teşkilat bünyesinde gerek ordu içerisinde gerekse ordu dışından birçok mensubu bulunmuştur. Bunlar içerisinde askeri geçmişe sahip komutanlar ve subaylar bulunurken doktor, gazeteci ve öğretmen gibi farklı meslek gruplarından da şahıslar bulunmuştur (Çağlak, 2021: 266). Kurulan istihbarat teşkilatı sayesinde oluşabilecek birçok askeri güvenlik sorununun önüne geçilmeye çalışılmıştır (Bulut, 2019: 146). Hafiyelerin maaşları da oldukça çeşitlilik göstermiştir. Tehlikeli bölgelerde ve önemli görevlerde bulunanlara daha yüksek maaşlar verilirken, sakin ve güvenli bölgelerde görev yapmakta olan teşkilat mensuplarına nispeten daha düşük maaşlar uygun görülmüştür (Beyhan,1999: 72).

İç İstihbarat Ağı

İstihbarat teşkilatları, devleti ekonomik, siyasi ve toplumsal olarak ayakta tutmaya çalışan yapılardır. Bu durum kimi zaman iktidarların kendini koruma mekanizması gibi gözükmesine sebep olsa da aslında devletin kendini korumaya çalışmasının bir tezahürüdür. Bu koruma bazen sert bir şekilde kendini göstermek zorunda kalsa da asıl amacın halk ve devletin bekası olduğu bilinmektedir (Önder, 2022 :40).

Abdülhamid, bazı nedenlerden dolayı saray içerisinde yönetime odaklanmak durumunda kalmıştır. Bu durum halk ile saray arasındaki bağlantının azalmasına sebep olabilecek bir husustur. Osmanlı padişahları bu durumun önüne geçmek için halkın arasına karışarak halkın sorunlarını dinleme fırsatı yakalamıştır. Ancak II. Abdülhamid döneminde bu durum geçmişe göre daha zor bir hal almıştır. II. Abdülhamid ise bu durumun önüne geçmek için sıcak bilgi almak amacıyla hafiyelerini halkın arasında tutmuş ve istihbarat teşkilatı vasıtasıyla bu tür bilgilere hızlıca ulaşmayı hedeflemiştir. Bu dönemde asıl problem, devletin nasıl ayakta tutulacağı meselesi olmuştur. İbn-i Haldun’un bahislerinde geçtiği gibi devletin elbet yıkılacağı ilkesi bu dönemde üzerine çalışılan meselelerin başında gelmiştir zira Osmanlı devleti yıkılma sürecine girmiş ve Avrupalı devletlere karşı güç kayıpları tezahür etmiştir. Bu durumda devletin, ülke içinde olan olaylardan hızlı bir şekilde haberdar olarak yerinde hamle yapması gerekmiştir (Gör,2018:199-200). Devlet kurumları çok sıkı bir şekilde denetlenerek daha profesyonel hale getirilmeye çalışılmıştır (Gör,2018:209). Bu dönemde yalnızca devlet kademeleri değil halkın sosyalleşme alanları da oldukça incelenen alanlardan olmuştur. Bunlardan en önemlisi halkın en yaygın sosyalleşme merkezi olan kahvehanelerdir. Kahvehaneler, hafiyeler tarafından sıkı bir şekilde denetlenerek gizli ve zararlı faaliyetlerin önlenmesi amaçlanmıştır (Gör,2018:209). Kahvehanelerde ve cami avlularında devlet ile alakalı meselelerin konuşulması tehlikeli bir durum haline gelmiştir. Bunun sebebi, halk içerisinden belli bir zümre veya grubun örgütlenerek devlet aleyhtarlığına çalışmasının önüne geçilmek istenmesidir (Gör,2020: 80).

II. Abdülhamid döneminde açık kaynak istihbaratı yüksek oranda kullanılmaya çalışılmıştır (Gör, 2018: 156). Açık kaynak istihbaratı genel anlamda, herkes tarafından kolayca erişebilen ve nihayetinde gizli olmayan bilgilerin derlenerek, basit bir şekilde bilgi havuzu oluşturma anlamına gelmektedir (Çıtak, 2021: 166). Ancak günümüz internet ortamının olmaması açık kaynak istihbaratından elde edilecek bilgileri oldukça sınırlamıştır. Buna karşılık yayınlanan gazetelerin toplanarak incelenmesi bu bağlamda yapılan faaliyetlerden biri olmuştur. Yayınlanan gazeteler devlet kontrolünde olmasına rağmen, içerik olarak birçok istihbarı bilgiye sahiptir. Buna bağlı olarak teşkilat mensupları tarafından sıkı bir şekilde üzerinde çalışılarak bilgi havuzları oluşturulmuştur (Gör, 2018: 156).

Rumeli’deki İstihbarat Faaliyetleri

Osmanlı’nın Rumeli bölgesinde olan toprakları Ruslar tarafından tehdit edilmiş ve bölgeye gerçekleşen göçler ile bölgenin demografik yapısı çok fazla değişmiştir. Bu doğrultuda Rumeli toprakları hassas bir bölgeye dönüşerek güvenlik sorunları çıkarma riski yüksek bir bölge olmuştur. Buna mukabil Osmanlı istihbaratının bölgeden doğru bilgiler alıp hızlı bir şekilde kontrespiyonaj faaliyetlerinde bulunarak bölgenin asayişini ve güvenliğini koruması elzem bir durum olmuştur. Öyle ki, Rumeli toprakları diğer bölgelere kıyasla daha çok korunması gereken bir konuma sahiptir zira artan güvensizlik problemleri neticesinde Osmanlı devletinden hızla ayrılacak toprakların başında gelmektedir (Gör, 2018: 248-249). Rumeli’nin bu denli büyük bir tehlike halinde görülmesinde bölgenin demografik yapısını oluşturan toplumların, dini, ırki ve mezhepsel olarak oldukça çeşitli bir yapıya sahip olması etkili olmuştur. Özellikle de Osmanlı- Rus harbinden (93 Harbi) sonra bu durum daha ciddi boyutlara taşınmıştır (Gör, 2018: 248-249).

Rusya’nın etkisiyle Bulgaristan ve Sırbistan gibi devletlerin ortaya çıkması ve Fransız ihtilali ile yayılan milliyetçilik fikirleri diğer toplumların motivasyon kaynağı olmuştur. Bu doğrultuda ayrılıkçı komiteler kurularak Osmanlı devletinde karşı zararlı faaliyetlerde bulunulmuştur. Buna karşılık Osmanlı devleti, Rumeli’de geniş bir istihbarat-haber alma ağı kurarak bölgedeki gelişmelere hakim olmuş ve askeri istihbarat alanında yararlı faaliyetler sağlanmıştır (Gör, 2018:23). 

Anadolu’da Yürütülen İstihbarat Faaliyetleri

Rus harbinden sonra imzalanan Berlin antlaşması yalnızca Rumeli topraklarında güvenlik problemlerinin doğmasına neden olmamış aynı zamanda Anadolu’da da birtakım ayrılıkçı fikirlerin artmasına sebep olmuştur. Bu faaliyetler yabancı konsoloslukların da bölgede casusluk faaliyetlerinde bulunmaya başlamasıyla oldukça artış göstermiştir (Gör, 2018: 274).

Anadolu bölgesi, Ermenilerin isyan hareketleri ve aşiretlerin huzursuzluk çıkarmaları sonucunda iç güvenlik problemleri ile karşı karşıya kalırken, İran ve Rusya devletlerinin de sınır güvenliğini tehdit etmesi yüzünden dış güvenlik sorunları da yaşayan bir bölge olmuştur. II. Abdülhamid ise bu sorunları çözmek için taşra ’da güçlü bir istihbarat teşkilatına sahip olarak bölgeden hızlı ve doğru bilgilerin alınması ve bu bilgiler ışığında hamleler yapılması gerektiği kanaatine varmıştır (Gör, 2018: 274).  

Anadolu coğrafyasındaki en büyük tehdit Ermenilerin ayrılıkçı faaliyetleri olmuştur. Rusya’nın da desteği ile birçok zararlı cemiyet kurmuşlardır. Bu yapılar Kara Haç, Araratlılar, Şura-ı Ali ve Anavatan müdafileri isimleriyle faaliyetler göstermiştir. Ancak Osmanlı devletinin bölgedeki haber alma unsurları ile fark edilmiş ve başarıyla dağıtılmışlardır. Ardından Ermeni faaliyetleri Taşnak, Hınçak ve Armenakan örgütleriyle üç ana blokta devam etmiştir. Bu örgütler İran ve Rusya sınırlarında yaşayan Ermenileri de donatarak kendilerine katılmalarını sağlamıştır. Böylece oldukça güçlenen zararlı yapılar olmuşlardır. Dahası, kurulan bu terör örgütleri, birçok bölgeye yayılarak devletin iç güvenliğini ciddi derecede tehdit edebilecek konuma gelmiştir. Meseleye dair istihbarat raporları saraya iletilerek durumun çözülmesi için faaliyetlerde bulunulmuştur. Osmanlı’nın “Ermeni Erbab-ı Fesadı” adını verdikleri bahsi geçen terör örgütlerine karşı bölgede birçok istihbarat faaliyeti gerçekleştirilmiştir. Ancak günümüz istihbarat teşkilatlarındaki gibi espiyonaj faaliyetlerinin bizatihi istihbarat teşkilatı mensuplarınca yapılmasından ziyade çoğunlukla merkeze bilgi vererek operasyonların ordu tarafından yapılması sağlanmıştır (Gör, 2018: 277-279).

I. Abdülhamid’e Karşı Düzenlenen Suikast Girişimleri

Yıldız sarayı birçok suikast haberi almıştır. Ancak bu haberlerden bazıları asılsız veya kötü niyetli kişiler tarafından öne sürülmüş haberlerdir. Saray, bu durumdan haberdar olmasına rağmen asılsız haberleri üreten şahıslara herhangi bir ceza vermemiştir. Bunun sebebi ise jurnal getiren bir mensuba verilecek cezanın teşkilat içerisindeki çalışma veriminin düşebileceğine olan inançtan kaynaklanmıştır (Şeber,2012: 36). Suikastların yanı sıra Abdülhamid’i tahttan indirmek içinde birçok faaliyette bulunulmuştur. Esasen gerçekleşen suikastların da asıl amacı sultanı tahttan indirmek olmuştur. Bu doğrultuda Ali Suavi’nin sarayı basması en büyük girişim olarak gösterilebilmektedir (Şeber, 2012: 36 

Dış İstihbarat Faaliyetleri

Osmanlı sınırları dışında çalışan teşkilat mensupları, bulundukları ülkenin Osmanlı temsilciliklerine bağlı olarak görev yapmışlardır. Sahip oldukları bilgileri saraya aktarmak için Hariciye Nezaretini kullanmışlardır. Bu yol ile bilgiler devlete güvenli bir şekilde ulaştırılmıştır. Dış istihbarat faaliyetleri genel olarak Ermeni örgütlerin yurtdışındaki faaliyetleri için yürütülmüştür. Ermeni örgütlerin yurtdışındaki faaliyetlerinin takip edilerek önlenmesi hususunda özellikle, İngiliz Ermeni cemiyeti, Sosyalist bazı Ermeni grupların Petersburg’daki faaliyetleri ve Amerika’da bulunan Hınçak komitesinin faaliyetleri takip edilmeye çalışılmıştır. Ayrıca İran ,istihbaratı bilgiler açısından önemli hususlara sahip bölgeler arasında bulunduğundan İran’a karşı da dış istihbarat faaliyetleri yürütülmüştür (Beyhan, 1999: 72). Osmanlı devletinde en gelişmiş dış istihbarat birimlerinden birisi İngiltere’de kurulmuştur. Ülke içerisinde İngiltere’nin birçok siyasi plan ve projesinin bilgisine sahip olunmasının yanı sıra Osmanlı devletine karşı yapılan haberlerden de hızlı bir şekilde haber alınıp gerekli tekzipler yapılmış ve bu sayede Osmanlı’nın Avrupa’daki algısı kontrol edilmiştir. Bu tür istihbarat faaliyetleri özellikle de İngiltere’nin sahip olduğu sömürgeler üzerindeki fikirlerinin öğrenilmesi açısından büyük bir önem taşımıştır (Gör,2018: 319). İngiltere’nin dışında en önemli dış istihbarat merkezlerinden birisi de Fransa olmuştur. Bölgede Osmanlı lehine çalışan istihbarat mensupları daha çok Ermeni komitelerinin faaliyetlerini ve “Jön Türklerin” durumunu incelemek için çalışmalarda bulunmuştur (Gör, 2018: 330). İtalya ise Yıldız Teşkilatının bir başka dış istihbarat güzergahı olmuştur. İtalya’da yapılan haber toplama faaliyetleri daha çok İtalya’nın Trablusgarp’ı işgal planı ve ihtimali üzerine yoğunlaşmıştır. Diğer bölgelerde geniş bir haber alma çeşitliliği bulunurken İtalya’da Trablusgarp’ın işgali planına yoğunlaşılmıştır zira bu husus diğer meseleler arasında en çok önem arz eden husus olmuştur (Gör, 2018: 333). 

Sonuç

Osmanlı Devleti duraklama dönemini de geride bırakarak çöküş dönemine girmiştir. Bu yıllarda Batılılaşma hareketleri hız kazanmıştır. Bu bağlamda devlet içerisinde güçlenen İttihat Ve Terakki cemiyeti, devletin mutlak monarşi ile yönetilmesini istememiştir. Saltanat değiştirebilecek kadar güçlü konuma gelen bu yapı II. Abdülhamid ile anlaşarak saltanata getirilmesi konusunda kendisinden meclis açarak meşrutiyet ilan etme sözü almışlardır. Bu söz üzerine tahta geçirilen II. Abdülhamid, öncesinde meclisi açmış olsa da tekrar kapatmıştır. Ardından kendisine yöneltilen baskılar sonucunda tekrar meşrutiyet ilan ederek meclisi açmıştır. Devletin iç ve dış tehditler ile meşgul olduğu bu dönemde bu şekilde görüş ayrılıklarının olması hem devlet güvenliğinin oldukça fazla tehlikede olduğuna işaret ederken hem de iktidarın güvende olmadığını göstermiştir. Bu bağlamda II. Abdülhamid, bu iki unsurun güvenliğini sağlamak amacıyla bir istihbarat teşkilatının kurulması talimatını vermiştir. Yıldız İstihbarat Teşkilatı adını alarak Osmanlı’nın ilk teşkilatlı istihbarat faaliyetlerinin başlaması sağlanmıştır. Yapının kuruluşundaki ana amaçlardan birisi de devlet içerisinde, devlete ihanet etme olasılığı yüksek şahıslara karşı önlem almak olmuştur. Bu doğrultuda teşkilatı doğrudan kendine bağlayarak bürokrasi içerisindeki ihanet potansiyeli olan şahıslardan korunmasını sağlamıştır. Ancak resmi kayıtlarda Zaptiye Nezaretine bağlı olduğu geçmektedir. Teşkilat kurulduktan sonra Fransa’dan bir danışman getirilerek kendisinden teşkilatın yapılanması ve diğer konularda danışmanlık alınmıştır. Teşkilat içerisinde yalnızca Müslüman hafiyeler değil gayrimüslim hafiyeler de bulunmuştur. Bu durum gayrimüslim hafiyelerin kendi mensup oldukları dini ve etnik gruplar içerisinde ağır tepkiler ile karşılaşmalarına sebep olmuştur.

I. Abdülhamid devletin zor günler geçirdiği dönemlerde sarayın içerisinde kalarak devleti yönetmek zorunda kalmıştır. Çözülmesi gereken çok fazla problemin olduğu bu günlerde, sultanın toplumun içerisine karışarak sorunları tespit etmesi imkansız hale gelmiştir. Bu konuda halk içerisindeki hafiyelerin getirdiği bilgiler büyük önem taşımıştır. Kahvehaneler ve cami avluları gibi halkın sosyalleşme alanlarının çok fazla takip edilmesi hem toplumun nabzının iyi bir şekilde tutulmasını hem de iç güvenliğin denetlenmesi hususunda büyük yarar sağlamıştır. Yalnızca hafiyeler vasıtasıyla bilgiler toplanmamış, dönemin açık kaynakları olan gazeteler de itina ile incelenerek kolay bir şekilde bilgi toplama yoluna gidilmiştir.

Rumeli topraklarında bölgenin hassas demografik ve siyasi durumu göz önünde tutularak güvenlik önlemleri alınmıştır. Gerçekleşen göçler ve savaşlar ile değişen yapı bir takım güvenlik sorunlarını da beraberinde getirmiştir. 93 Harbinden sonra artan güvenlik sorunları etnik, dini ve siyasi farklılıkların olmasının da etkisiyle artış göstermiştir. Bu problemleri dikkatle takip eden Osmanlı devleti bölgeye hassasiyetle yaklaşmıştır. Fransız ihtilali ile ortaya çıkan milliyetçilik akımları bölgede etkisini göstererek zararlı komitelerin kurulmasına sebep olmuştur. Ancak Osmanlı devleti hızlı haber alma kanallarıyla bu durumlardan haberdar olup bu gelişmeleri engellemiştir. Anadolu’da ise yabancı istihbarat teşkilatlarının konsolosluk adı altında rahat bir şekilde faaliyet gösteriyor olması bölgede çeşitli güvenlik sorunlarının doğmasına sebep olmuştur. Bunlar başta Ermeni isyanları olmak üzere aşiret sorunları ve İran ile oluşan gerginlikler olmuştur. Ermeniler birçok zararlı örgüt kurarak isyan hareketlerinde bulunmuştur. Bu faaliyetler hafiyelerin vermiş olduğu bilgiler neticesinde engellenmeye çalışılmıştır. Sınır dışındaki faaliyetler için ise temsilcilikler çatısı altında görev icra edilmiştir. Yapılan faaliyetlerin asıl amacı ülkedeki ermeni örgütlerine yardım ve destek sağlayan yapılara karşı faaliyetler olmuştur. Bunun dışında ise ülke ile Osmanlı arasındaki ilişkiler ve Osmanlı topraklarına karşı planlanan icraatlar öğrenilmek istenmiştir. Son olarak ise yurt dışı faaliyetleri içerisinde, ülkede bulunan kaçak veya ihanet içerisinde olduğu düşünülen şahısların takip edilmesi olmuştur. Kısaca Yıldız İstihbarat Teşkilatı ülke içinde ve dışında devletin, milletin ve saltanatın korunması için çeşitli istihbarat faaliyetleri icra etmiştir. 

Burak DİRİCAN

İstihbarat Çalışmaları Staj Programı

Editör: Eda KURT

Kaynakça:

Acar, Ü. (2019). Yönlendirici Güç: İstihbarat Servisleri. Uluslararası Kriz Ve Siyaset Araştırmaları Dergisi, 3(2), 103-134. 

Altın, Ş. (2016). II. Abdulhamid Efsanesi. Erişim Adresi: https://www. Academia.edu/40099938/YILDIZ_%C4%B0ST%C4%B0HBARAT_TE%C5%9EK%C4%B0LATI?auto=download (Erişim Tarihi: Kasım, 2022).

Ataç, K. K. (2019, 11 25). Tr Güvenlik Portalı. Tr Güvenlik Portalı. Erişim Adresi: https://trguvenlikportali.com/wp-content/uploads/2019/12/Istihbarat_KKAtac_v.2.pdf (Erişim Tarihi: Kasım, 2022).

Beyhan, M. A. (1999). II. Abdülhamid Döneminde Hafiye Teşkilatı Ve Jurnaller. İlmi Araştırmalar Dergisi, 8(1), s.65-83.

Bulut, M., Kala, M. E., Salık, N., & Nur, M. (Eds.). (2019). Sultan II. Abdülhamid Dönemi: Siyaset, İktisat, Dış politika, Kültür, Eğitim. İZU Yayınları. 

Çağlak, A. (2021). Türk İstihbaratının Modern İstihbarata Geçiş Sürecindeki Uygulamalarının Türkiye’deki Demokrasinin Gelişimine Katkıları. Atatürk Yolu, 68(Bahar), 259-282.

Çıtak, E. (2021). Terörle Mücadele İstihbaratta Başvuru: Açık Kaynak İstihbaratının Kullanılması. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 46(1), 163-179. 

Gör, E. (2018). II. Abdülhamid Döneminde Osmanlı İstihbarat Ağı. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Ankara.

Gör, E. (2018). II. Abülhamid Dönemi’nde (1876-1909) Rumeli’deki Komitelere Karşı Yürütülen İstihbarat Faaliyetleri. Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, 2(1), 1-29.

Gör, E. (2019). II. Abdülhamit Dönemi’nden Bir İstihbaratçı Profili: Serhafiye Fehim Paşa (1873- 1908). Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, 3(1), 71-84.

Gör, E. (2020). II. Abdülhamid Döneminde Bir Casusluk Olayı: “Deli Mehmed Vakası” (1880). Osmanlı Araştırmaları Dergisi, 10(1), 79-93.

Gör, E. (2021). Sultan II. Abdülhamid’in İstihbarat Şeflerinden Ahmed Celaleddin Paşa: “Gözdelikten Firara” Hayatı Ve Faaliyetleri. Journal of Universal History Studies, 4(1), 30-53.

Güngör, B. (2021). Sultan II. Abdülhamid’in Yönetim Anlayışı Ve Osmanlı Bürokratik Yapısındaki Yeri. Erciyes Üniversitesi İktisadi Ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 60(1), 79-102

İlter, E. (2002). Milli İstihbarat Tarihçesi. Mit Basım Evi. 

Koç, İ. M. (2019). II. Abdülhamit Dönemi Olaylarına Osmanlı Gazetesinin Bakış Açısı, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Edirne.

Kodaman, H. M. (2022). İstihbarat Ve Dış Politika İlişkisi. International Journal of Politics and Security, 4(2), 39-65.

Şeber, N. İ. (2012). Namlunun Ucundaki Padişah: II. Abdülhamid’e Karşı Planlanan Suikastlar. Türkiyaat Mecmuası, 22(Bahar) 31-59.

Uzun, H. (2005). Türk Demokrasi Tarihinde I. Meşrutiyet Dönemi. Gazi Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi, 2(6), 145-162.

Dijital Hizmetler Yasası Demokrasiye Çare Olabilecek mi?

Bir önceki görüş yazım olan Sosyal Medya Yasası ve Dezenformasyonla Mücadele başlığında kısaca yer verdiğim ve serinin devamı niteliğinde olan bu yazıda Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) uyum kapsamında örnek aldığı düzenleme olan Dijital Hizmetler Yasası’nı (DSA) değerlendireceğim. AB sınırları içerisinde faaliyet gösteren teknoloji şirketlerine yeni sorumluluklar getirecek olan DSA, 16 Kasım 2022 itibariyle yürürlüğe girdi. Yasanın genel hatları ve bu düzenlemeye duyulan ihtiyacın arka planında yer alan gelişmeler nelerdir, yazımda bunlara yer vereceğim.

AB, çevrimiçi kullanıcıların güvenliğini garanti altına alan, temel hakların korunmasıyla yönetişim sağlayan yeni bir yasal çerçeveye ihtiyaç duymaktadır. Bu düzenleme ile birlikte sosyal medya platformlarına kullanıcılarının yasa dışı içeriklerden korunmasına dair daha fazla yükümlülükler veriyor.

Buna göre sosyal medya platformlarının üzerine düşen görevler:

  • Hesap verebilirlik: Avrupa Komisyonu ve üye devletler çok büyük sosyal platformların (META) algoritmalarına erişebilecek;
  • Yasadışı içeriklerin hızla kaldırılması: Kullanıcıların yasadışı içeriği çevrimiçi bildirme yetkisine sahip olacağı ve sosyal platformların hızlı hareket etmesi gereken açık bir prosedür oluşturulacak;
  • Temel dijital haklar: Keyfi ve ayrımcı olmayan bir şekilde ve ifade özgürlüğü ile verilerin korunması da dahil olmak üzere bildirimlerin işlenmesi;
  • Daha sorumlu dijital pazar: Tüketicilerin, dijital platformlarda ürün veya hizmetleri güvenli satın alabilmelerinin sağlanması;
  • Siber şiddet mağdurlarının korunması: Rıza dışı paylaşımlara karşı daha iyi koruyucu politikalar geliştirilecek;
  • Cezalar: Kurallara uyulmadığı takdirde sosyal platformlar ve arama motorları dünya çapındaki cirolarının %6’sına kadar para cezasına çarptırılabilir. Çok büyük çevrimiçi platformlar söz konusu olduğunda (45 milyondan fazla kullanıcıya sahip olanlar), resmi olarak hesap vermeleri zorunlu kılınacak;
  • KOBİ’lerin üzerindeki yükü azaltma: Komisyon, yeni yükümlülüklerin küçük işletmeler üzerindeki potansiyel ekonomik etkilerini yakından takip edecek (Digitale Europe, 2019).

Buraya kadar olan kısım sosyal platformların üzerine düşen yükümlülüklerdi. Bundan sonrası ise doğrudan kullanıcılara hitap eden yeni düzenlemeleri içeriyor. Bunların arasında şeffaflık zorunluluğu getirilmesi, hassas veriler söz konusu olduğunda hedefli reklamcılığın yasaklanması (cinsel yönelim, din, etnik köken odaklı), küçük yaştakileri korumak için özel önlemler alınması, kullanıcıları tercihlerinin değiştirmeye teşvik ederek manipüle edilmesinin önlenmesi gibi bir dizi regülasyon getirildi. Ayrıca, bir hizmet aboneliğinin iptal edilmesi, ona abone olmak kadar kolay olmalıdır anlayışıyla yeni düzenleme yapıldı.

Genel olarak DSA, maddeleriyle birlikte incelendiğinde yasal bağlayıcılığı ve sorumlulukları ağırlıkla dijital firmalara yüklediği görülüyor. Bu noktada yerel düzenleme ile arasındaki en net ayrımın bu olduğunu ifade edebilirim. Dezenformasyon Yasası olarak geçen ve özellikle 29. maddesi (“sırf halk arasında endişe, korku ve panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapisle cezalandırılır”) ile doğrudan bireysel kullanıcıları muhatap alan yaklaşımla DSA arasındaki kanımca en net ayrım burada yatıyor. Diğer göze çarpan farklılık ise yerel düzenlemedeki esas odağın ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı olmasıyken; AB’deki örnek versiyonunda bireysel veri güvenliği ve temel dijital hakların korunması denebilir. DSA, tıpkı Avrupa Birliği’nin güvenliğe dair neredeyse her demecinde belirttiği gibi bireylerin dijital alandaki güvenliklerini konvansiyonel güvenliklerinden ayırmıyor. Bu noktada dış etkenlere karşı da devlet ve devlet dışı aktörler fark etmeksizin bir duvar inşa etmeyi amaçlıyor. Peki kişisel verilerimiz neden kritik önemde bunu da açmakta fayda var.

Uluslararası hukuk, kişisel verilerin gizliliği ile ilgili belirli referans noktaları sunar. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, 12. Maddesinde “Kimsenin özel yaşamına, ailesine konutuna ya da haberleşmesine keyfi olarak karışılamaz, şeref ve adına saldırılamaz.” şeklinde sınırları belirler. Bu düzenlemede yer alan verilen kişilerin ırk, etnik köken, siyasi görüşler, din, mezhep veya diğer inançlar, derneklerin veya vakıfların üyeliği, sağlık verileri, cinsel hayatlarıyla ilgili bilgiler, önceki cezai mahkumiyetler olduğu düşünülünce aslında kimliğimize dair her bilginin kritik önemde olduğu ortaya çıkıyor.

Öte yandan sunulan tehditlerden bir diğeri olan dezenformasyon ise sosyal medya kullanıcılarının karşılaştığı bir diğer büyük etken olarak karşımıza çıkıyor. Dezenformasyon ile birlikte yer alan hakikat ötesi (post-truth) kavramını güncel bağlamıyla ilk ortaya atan kişi olarak anılan Steve Tesich’in (1992) “A Government of Lies” (Yalanlar Yönetimi) makalesinde Amerikan halkının önemli bir kısmının Bush hükümeti tarafından yapılan siyasi propagandaları sorgulamadan gerçekmiş gibi kabul ettiği yazılır. Tesich, artık insanların hakikati aramak yerine önüne gelen ham bilgi yığınlarını sorgulamadan kabul ettiğini yazarak eleştirir. O zaman ana akım medya kanalları aracılığıyla yapılan yönlendirme ise bugün doğrudan kullanıcıların karşısına sosyal medya aracılığıyla çıkıyor.

Sosyal medya platformları, artık kitle ideolojilerinin tüketimi haline geldiğinden bu yana yapay zekâ teknolojisiyle yapılan yönlendirmelerden de doğrudan veya bazen dolaylı olarak etkileniyor. Gündem konusu fark etmeksizin zaman zaman dışlayıcı politikaların gerekçelerini yayan aşırı sağ argümanları içeren ve bu görüşlerin toplamda ne kadar yer kapladığını -gerçekte de sosyal medyadaki kadar yer işgal edip etmediğini- bilmediğimiz tutumları kimi zaman öne çıkardıkları konusunda eleştiriliyor. Seçimlerin (artık siyasi aktörlerin de reddedemeyeceği şekilde) güncel ayağı olan sosyal medya, aşırı sağın yükselişi ile burun buruna olan AB’yi de etkiliyor. Bunu açmak gerekirse; kurumların işlememesi, düzensiz göç, artan eşitsizlik, enflasyonla gelen alım gücünün azalması gibi temel konuların her biri mikro blogger olan kullanıcılar tarafından tartışılıyor. Bu sunulan görüşlerin “dijital kanaat önderleri” tarafından yönlendirilerek yeni gündemler belirlenmesi alışık olmadığımız bir tablo değil. Bu durum da nispeten ılımlı hesapları bile görünürlük elde etmek için yazılarını keskinleştirmeye ve kutuplaştırmaya teşvik ediyor (Fortunato, 2022:8). Popülist sağın da faydalandığı bu gündem belirleme (agenda setting), kimi zaman bu temel sorunlardan daha temel başka bir sorunu gündeme getirirken, kimi zaman da belirlediği bir kitleyi tüm bu problemlerin sorumlusu yapıyor. Bu anlamda dijital medyanın, popülizmin yükselişinde oynadığı rol,  AB’nin dikkatinden kaçmamış olabilir. Nitekim, DSA bundan sonra kullanıcıların, içeriklerin haber akışında kendilerine nasıl sunulacağını seçme hakkı olmasını da sağlayacak. Buna göre, örneğin, etkileşimi en üst düzeye çıkarmaya ve sürdürmeye ayarlı algoritmik profilleme yerine, kronolojik düzende akış seçilebilecek

AB’nin dijital düzenlemesinde arka planda olan diğer bir sebep de Brexit üzerinde etkili olduğu konusunda tartışmalı iddialar olan ve 2016 yılında patlak veren Cambridge Analytica skandalı olabilir. Skandal sonrası veri güvenliği ve dezenformasyon meselelerine eğilen AB, verilerin korunması ve algı yönlendirmesine karşı harekete geçti. Cambridge Analytica’nın AB referandumunda verileri kötüye kullanmadığı sonuçlanmış olsa dahi bunun ileride bir tehdit oluşturmayacağı da muamma. Bu anlamda, getirilen yeni regülasyonlarda bu skandalın itici bir güç olduğu yorumu yapılabilir.

Online platformların regüle edilmesi yönündeki öncü olan Avrupa Komisyonu; işe Meta, Alphabet ve Amazon gibi dev şirketlerin yetkilerini sınırlandırarak başladı. Öte yandan geçtiğimiz hafta Twitter’ı satın alan Elon Musk ile bir araya gelen İç Pazardan Sorumlu Avrupa Komisyonu Üyesi Thierry Breton, “Twitter’ın, şeffaf kullanıcı politikaları uygulaması, içerik denetimini önemli ölçüde güçlendirmesi, ifade özgürlüğünü koruması, dezenformasyonla kararlı bir şekilde mücadele etmesi ve hedefli reklamları sınırlaması gerektiğinden önünde yapacak çok iş olduğunu açıkça ortaya koyalım” değerlendirmesinde bulundu. Twitter’in, yine aynı platformda kripto para manipülasyonları ile ünlü olan Musk’a satışını kullanıcıları olduğu kadar yetkilileri de kaygılandırıyordu. Elbette bu vesileyle büyük teknoloji şirketlerinin kapsamlı biçimde regülasyonunun, devletlerin egemenlik alanlarını güçlendirecek bir dizi yeniliği de beraberinde getireceğini öngörmek zor değil.

Görünen o ki Dijital Hizmetler Yasası yeni küresel standartları belirleyecek. Vatandaşlar, verilerinin çevrimiçi platformlar ve büyük teknoloji şirketleri tarafından nasıl kullanıldığı üzerinde daha iyi kontrole sahip olacaklar. Bundan sonra halihazırda yasadışı olan her eylemin çevrimiçi olarak da yasadışı olduğu kesinleşti. Dolayısıyla, AB üye ülkeleri, yasadışı ve zararlı içeriği platformların hızla kaldırmasını sağlayacak düzenlemeyle çevrimiçi alandaki sorunların çözümünde önemli bir mesafe kaydedileceği ve bu anlaşmayla demokrasinin yeniden güçleneceğini varsayıyor. Her ne kadar dijital platformların güç paylaşımından yana olacağına rasyonel aktör olmaları varsayımıyla ihtimal verilmese de belli yetki sınırlandırmalarına eşlik edecek cezalarla başka çareleri yok gibi görünüyor.

Merve YAZICI

TUİÇ Akademi Yayın Direktörü

Kaynakça:

Digitale Europe. (2019, 1 February). DigitaleEurope advances digital transformation in Turkey. https://www.digitaleurope.org/news/delegation-turkey/

Fortunato, P. (2022). Social media, education, and the rise of populist Euroscepticism. Humatinies & Social Sciences Communications. https://doi.org/10.1057/s41599-022-01317-y

Gazete Oksijen. (2022, 1 Aralık). Elon Musk Dijital Hizmetler Yasası polemiğini sona erdirdi. https://gazeteoksijen.com/dunya/elon-musk-dijital-hizmetler-yasasi-polemigini-sona-erdirdi-165960

Scott, M. (2019, 30 Temmuz). Cambridge Analytica did work for Brexit groups, says ex-staffer. Politico. https://www.politico.eu/article/cambridge-analytica-leave-eu-ukip-brexit-facebook/

Tesich, S. (1992). A Government of Lies. The Free Library. https://www.thefreelibrary.com/A government of lies.-a011665982

Waterson, J. (2020, 7 Ekim). Cambridge Analytica did not misuse data in EU referendum, says watchdog. The Guardian. https://www.theguardian.com/uk-news/2020/oct/07/cambridge-analytica-did-not-misuse-data-in-eu-referendum-says-watchdog

Çeviri: Bu Herhangi Bir Resesyon Değil

Bu yazı, Muhammed A. El-Erian’ın ‘Foreign Affairs’ için kaleme almış olduğu “Not Just Another Recession – Why the Global Economy May Never Be the Same” başlıklı görüş yazısından çevrilmiştir. Yazının aslına aşağıdaki bağlantıdan erişebilirsiniz.

Not Just Another Recession

“Küresel Ekonomi Asla Eskisi Gibi Olmayabilir.”

Son birkaç yılın ekonomik açıdan çalkantılı geçtiğini söylemek, meseleyi hafife almak olur. Enflasyon çok uzun yıllardır çıkmadığı zirveleri gördü ve jeopolitik gerilimler, tedarik zincirlerindeki aksamalar ve artan faiz oranlarının bir araya gelmesi şimdi küresel ekonomiyi resesyon tehdidine doğru sürüklüyor. Ancak iktisatçılar ve finansal analistler çoğunlukla bu gelişmeleri normal iş döngüsünün doğal bir sonucu olarak değerlendirdiler. ABD Federal Rezervi’nin en başta enflasyonun “geçici” olacağına dair yaptığı yanlış tahminden ABD’de yaşanabilecek muhtemel bir resesyonun “kısa ve hafif” olacağı yönündeki mevcut fikir birliğine, ekonomik zorlukları geçici ve hızla tersine çevrilebilir olarak görmek yönünde güçlü bir eğilim var.

Ancak şuandaki durum yalnızca ekonomik çarkın dönüşünün bir döneminden fazlası olabilir ve dünya aslında mevcut iş döngüsünden daha uzun sürecek ciddi yapısal ve seküler değişiklikler yaşıyor olabilir. Özellikle üç yeni trend bu tür bir değişikliğe işaret ediyor ve önümüzdeki birkaç yılın ekonomik çıktılarını şekillendirmekte önemli bir rol oynayacak gibi: etersiz talepten yetersiz arza birkaç yıl boyunca büyümeyi geriye çekecek bir kayma, merkez bankalarının sınırsız likiditesinin sonu, finansal piyasaların gittikçe kırılganlaşması.

Bu değişimler, son birkaç yılın olağandışı ekonomik gelişmelerinin çoğunu açıklamaya yardımcı oluyor ve şoklar daha sık ve daha şiddetli hale geldikçe gelecekte daha da fazla belirsizliğe yol açmaları muhtemel. Bu değişimler bireyleri, şirketleri ve hükümetleri ekonomik, sosyal ve siyasi açılardan etkileyecek. Analistler bu trendlerin bir sonraki iş döngüsünden sonra da devam edebileceği olasılığına gözlerini açana dek bunların sebep olduğu ekonomik sıkıntıların, yarattıkları fırsatlara kıyasla önemli ölçüde ağır basması olası.

ALIŞILMIŞLAR DEĞİŞİYOR.

Resesyonlar ve enflasyon dönemleri gelip geçici ancak son birkaç yılda oldukça düşük olasılıklı, neredeyse düşünülemez bir dizi küresel ekonomik ve finansal gelişme yaşandı. Bir zamanlar serbest ticaretin şampiyonu olan ABD, gelişmiş ekonomiler arasında en korumacı ekonomi haline geldi. Birleşik Krallık ise talihsiz bir mini bütçe paketinin para birimini zayıxflatması, tahvil getirilerine tavan yaptırması, ülkenin derecelendirme kuruluşları tarafından olumsuz izleme listesine alınmasına sebep olması ve Başbakan Liz Truss’ın istifasıyla sonuçlanmasının ardından zorluklar yaşayan bir gelişmekte olan ülkeye benzer bir şeye dönüştü adeta. Küresel tahvillerin üçte birinden fazlasının faiz oranları negatif rakamlara indikçe alacaklıların borçlulara ödeme yaptığı anormal bir durum oluştu ve borçlanma maliyetleri keskin bir şekilde arttı. Rusya’nın Ukrayna’daki savaşı G-20’yi felç ederek daha önceden de kademeli bir zayıflama içerisinde olan forumun zayıflamasını hızlandırdı. Ayrıca bazı Batılı ülkeler, küresel ekonominin bel kemiği olan uluslararası ödeme sistemini Moskova’yı cezalandırmak amacıyla bir silah olarak kullanmaya başladılar.

Bu düşük olasılıklı olaylar listesine bir de Çin’in Xi Jinping yönetiminde hızla yeniden merkezileşmesini ve ABD ile bağlarını gevşetmesini, dünya otokrasilerinin güçlenişini, birçok liberal demokrasinin kutuplaşmasını ve hatta bölümlenmesini de ekleyin. İklim değişikliği, demografik değişimler ve ekonomik gücün kademeli olarak batıdan doğuya geçişi daha öngörülebilirdi ancak yine de küresel ekonomik ortamı daha karmaşık hale getirdiler.

Birçok analistin eğilimi her şaşırtıcı gelişme için ısmarlama açıklamalar aramak yönünde oldu. Ancak özellikle de ekonomik ve finansal olaylar arasında önemli ortak noktalar var; örneğin hızlı, kapsayıcı ve sürdürülebilir büyüme sağlayamamaları, politika yapıcıların zaman içerisinde çözdüğünden çok sorun yaratan dar kapsamlı bir dizi araca aşırı derecede bel bağlamaları ve küresel sorunların ele alınması için gereken ortak eylemlerin eksikliği gibi. Bu ortak noktalar da tamamen olmasa da büyük oranda küresel ekonomi ve finansta meydana gelen üç dönüşümsel değişime varıyor.

DÜNYA YENİDEN DÜZENLENİYOR

2007-2008 küresel ekonomik krizinden çıkarken birçok iktisatçı yavaş ekonomik büyümeden talep eksikliğini sorumlu tuttu. ABD hükümeti bu soruna teşvik harcamaları (Kongre’deki kutuplaşma bu yaklaşımı 2011’den 2017’ye kadar kısıtlasa da) ve daha da önemlisi FED’in faiz oranlarını düşürme ve piyasalara büyük miktarda likidite enjekte etme kararı ile çözüm bulmayı denedi. Bu yaklaşım, önce Trump yönetiminin harcama azaltması ve vergi indirimleri, ardından da COVID-19 salgını esnasında hem Trump hem de Biden yönetimlerinin hanelere ve şirketlere verdiği acil destekle birlikte uygulamada daha da çok yer aldı ki bu sırada Federal Rezerv sisteme nakit basmaya devam ediyordu.

Ancak pek çok kişinin bilmediği şey küresel ekonominin ciddi bir yapısal değişiklik geçiriyor olduğu ve bunun talepten ziyade arzı gerçek sorun haline getirdiğiydi. Bu değişiklik ilk başta COVID-19’un etkilerinden kaynaklanıyordu. Aniden durmaya zorlanan bir küresel ekonomiyi yeniden başlatmak kolay değil. Hem nakliye konteynerleri hem de gemilerin kendileri yanlış yerde. Her üretim süreci koordine bir şekilde yeniden başlamıyor. Tedarik zincirleri aksamalar yaşıyor. Ayrıca hükümetlerden gelen muazzam miktarlarda finansal yardımlar ve bol merkez bankası likiditesi sayesinde talep düzeyi arzın önüne geçiyor.

“Zaten sorunlar yaşayan büyüme modelleri daha da büyük stres altında.”

Ancak zaman geçtikçe arz kısıtlılığının yalnızca pandemiden kaynaklanmadığı netleşti. Nüfusun belli kesimleri ister tercih ister zorunluluktan olsun iş gücünü alışılmadık derecede yüksek oranlarda terk edince şirketler için çalışan bulmak zorlaştı. Bu sorun, daha az sayıda yabancı işçinin vize alması veya göç etmeye istekli olmasından dolayı küresel işgücü akışlarının sekteye uğramasıyla daha da kötüleşti. Bu ve diğer kısıtlamalarla karşı karşıya kalan şirketler, operasyonlarını yalnızca daha verimli değil ayrıca daha dayanıklı ve esnek hale getirmeyi önceliklendirmeye başladılar. Bu sırada devletler Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline ve ABD ve Çin arasında gittikçe artan gerilime karşı cevap olarak ticaret, yatırım ve ödeme yaptırımlarını artan şekilde silah olarak kullanmaya başladılar. Bu tür değişiklikler küresel tedarik zincirlerinin pandemi sonrası dostane ve yakın mesafedeki devletleri önceliklendirecek şekilde yeniden düzenlenmesini hızlandırdı.

Yeniden düzenlenmekte olan tek şey bu değil. İklim değişikliği sonunda şirketleri, haneleri ve hükümetleri davranışlarını değiştirmeye zorluyor. Gezegenin karşı karşıya olduğu tehlikeler göz önüne alındığında yıkıcı uygulamalardan uzaklaşmaktan başka çare yok. Mevcut yolun sürdürülemez olduğu ve yeşil ekonominin arzu edilebilirliği de açık. Ancak böyle bir geçiş karmaşık olacak, özellikle de ülkelerin ve şirketlerin çıkarları bu konuda henüz yeterince uyumlu olmadığı ve gerekli uluslararası iş birliği yeterli düzeyde olmadığı için.

Sonuç olarak küreselleşmenin doğasındaki değişiklikler, yaygın iş gücü yetersizliği ve iklim değişikliğinin getirdiği zorunluluklar arz sıkıntıları yarattı ve halihazırda zor durumda olan büyüme modellerini daha da fazla stres altına soktu.

MERKEZ BANKALARI MÜCADELE EDİYOR

Daha da kötüsü küresel ekonomideki bu değişimler tam da merkez bankalarının yaklaşımlarını temelden değiştirmekte olduğu vakte denk geldi. Dev ekonomilerin merkez bankaları, yıllardır en ufak ekonomik zayıflık veya piyasa volatilitesi belirtisinde soruna daha fazla para atarak yanıt verdi. Ne de olsa hükümetler siyasi kutuplaşmanın üstesinden gelip işlerini yapmak için adım atana kadar seçimden çok zorunluluk gereği ekonomik istikrarı koruyabilmek için bilindiği üzere kusurlu olan araçlarını kullanmak zorunda kaldılar.

Ancak tahvillerin nakit karşılığında satın alınması ve faiz oranlarının zorla düşük tutulmasının sınırlı süreli bir müdahale olması gerekirken merkez bankaları bunun süresini uzattıkça sebep oldukları yan hasar da bir o kadar arttı. Likidite yüklü finansal piyasalar, bu politikalardan yalnızca sınırlı fayda elde eden reel ekonomi ile ayrıştı. Varlıkların büyük çoğunluğuna sahip olan zenginler daha da zenginleşti ve piyasalar, merkez bankalarını piyasa volatilitesini azaltmak için her zaman yanlarında olacak en iyi arkadaşları gibi görmek üzere şartlandı. Sonunda piyasalar merkez bankası desteğinin azalacağına dair en ufak belirtilere bile olumsuz tepki vermeye başladılar ve böylece merkez bankalarını bir nevi rehin tutarak ekonominin genel sağlığı için çabalamalarına engel oldular.

Tüm bunlar 2021’in ilk yarısında baş gösteren enflasyon artışı ile değişti. İlk başta sorunu yanlış analiz edip geçici olarak nitelendiren FED, çoğunlukla enerji ve gıda fiyatlarındaki yükselişin genele yayılarak bir yaşam maliyeti sorununa dönüşmesine izin verme hatasında bulundu. Enflasyonun kendi kendine düşmeyeceğine dair artan kanıtlara rağmen FED Mart 2022’ye kadar ekonomiye likidite enjekte etmeye devam etti ki sonrasında sonunda faiz oranlarını yükseltmeye başladığında bile bu oran başlarda oldukça mütevazıydı.

Ancak o noktada enflasyon çoktan %7’yi aşmış ve FED kendi kendini köşeye sıkıştırmıştı. Bunun sonucunda Haziran ve Kasım ayları arasında art arda yapılan dört adet 0,75 puanlık rekor artışlar dahil ciddi bir faiz arttırımına başvurmak zorunda kaldı. Piyasalar FED’in kaybettiği zamanı telafi etmek için çabaladığını fark etti ve faiz oranlarının ekonomiye fayda sağlayacağından daha uzun süre yüksek tutulabileceğine dair endişelere kapıldı. Bunun sonucunda sürdürüldüğü takdirde küresel finansal piyasaların işleyişini zedeleyebilecek ve ekonomiye daha da büyük zarar verebilecek bir finansal piyasa volatilitesi ortaya çıkmış oldu.

RİSKLİ BİR ORTAM

Piyasaların her zaman kolay para beklemek üzere şartlandırılmasının başka bir yan etkisi oldu: küresel finansal faaliyetlerin önemli bir bölümünün sıkı düzenlemelere tabi olan bankalardan varlık yöneticileri, özel sermaye fonları ve koruma amaçlı fonlar gibi yeterince anlaşılmayan ve daha gevşek düzenlemelere tabi olan kuruluşlara geçmeye teşvik edilmesi. Bu kuruluşlar karşılığında para aldıkları hizmetleri sundu, ki bu da mevcut finansal koşullardan yararlanıp kâr etmek oluyor. Bu da daha fazla borç ve kaldıraç altına girmek, uzmanlık alanlarından uzaklaşmak ve kolay para ve merkez bankalarının güvenilir desteğinin gelecekte de devam edeceği varsayımıyla daha da fazla risk almak anlamına geliyordu.

Bu firmalardan pek azı borçlanma maliyeti veya fona erişimdeki ani değişim için hazırlıklıydı. Meydana gelen şokların aşırı bir örneği de Birleşik Krallık’ta Ekim 2022’de neredeyse yaşanan ekonomik iflas. Truss’ın büyük fonlanmayan vergi indirimleri için bir plan açıklamasının ardından devlet tahvili getirileri tavan yaparak ülkenin yüksek kaldıraçlı emeklilik fonlarının bir kısmını hazırlıksız yakaladı. İngiltere Merkez Bankası’nın acil müdahalesi, Truss yönetiminin U dönüşü ve sonunda Başbakan Truss’ın istifası olmasaydı tahvil satışı kontrolden çıkarak devasa bir finansal krize dönüşebilir, hatta nihayetinde daha da çetin bir resesyonu getirebilirdi.

Finansal sistemin kırılganlığı merkez bankalarının işini de zorlaştırıyor. Ekonomik büyüme ve istihdama zarar vermeden enflasyonu düşürmek gibi klasik ikilemleriyle uğraşmak yerine FED, şimdi üç farklı problemle boğuşuyor: enflasyonu indirmek, büyüme ve istihdamı korumak, finansal istikrarı sağlamak. Üçünü de birlikte gerçekleştirmenin kolay bir yolu yok, özellikle de enflasyon bu kadar yüksekken.

ENGEBELİ YOLUN SONU DAHA İYİ BİR YERE ÇIKABİLİR

Bu büyük yapısal değişiklikler neden dünyanın genelinde büyümenin yavaşladığını, enflasyonun yüksek seyretmeye devam ettiğini, finansal piyasaların istikrarsız olduğunu ve yükselen dolar ve faiz oranlarının birçok ülkede baş ağrısı yarattığını açıklamakta önemli bir rol oynuyor. Ne yazık ki bu değişimler aynı zamanda küresel ekonomik ve finansal çıktıların güvenilir şekilde öngörülmesinin zorlaştığı anlamına da geliyor. Tek bir muhtemel çıktıyı baz alıp ona göre planlama yapmak yerine şirketler ve hükümetler artık birçok farklı muhtemel sonuca göre plan yapmak zorunda. Ayrıca bu sonuçların bazıları muhtemelen zincirleme etkilere sebep olacak yani kötü bir olayı başka bir kötü olayın takip etmesi olasılığı yüksek. Böyle bir dünyada iyi kararlar vermek zor ve hata yapmak oldukça kolay.

Neyse ki böyle bir dünyada yolunu bulmak için gerekenler sır değil. Dayanıklılık, seçebilirlik ve çeviklik elzem. Aksiliklerin ardından toparlanabilme yetisi olan dayanıklılık, genellikle sağlam bilançolara, staminaya, dirayete ve bütünleşmişliğe bağlı. Rotayı düşük bir maliyetle değiştirebilme yetisi olan seçebilirlik ise cinsiyet, ırk, kültür veya deneyimdeki çeşitlilikten gelen açık fikirliliğe dayalı. Çeviklik veya değişen koşullara hızlı yanıt verme yetisi ise daha net anlarda cesur eylemlerde bulunmaya izin veren liderlik ve yönetişime bağlı.

Bu dayanıklılık, seçebilirlik ve çeviklik üçlüsü; şirketleri ve haneleri ilerideki her ekonomik ve finansal zorluklardan koruyamaz. Ancak yine de o zorluklarla karşılaştığında zorluğu aşabilme becerilerini arttıracak ve yolun sonunda daha iyi bir yere varmaları olasılığını arttıracaktır – daha kapsayıcı, iklim dostu, daha iş birlikçi ve çarpık ve güvence vermeyen finansa daha az bağımlı bir varış noktası.

Ulusal hükümetler ve merkez bankaları için ise hedef, bu yolculuktaki kazaları en aza indirmek ve herkesin en sonunda daha iyi bir noktaya ulaşması ihtimalini arttırmak olmalı. Politika öncelikleri ise arzı arttırmak için altyapının çağdaşlaştırılması, iş gücü eğitim ve yeniden şekillendirme programlarının geliştirilmesi ile aşı geliştirme gibi acil ihtiyaçların karşılanması için kamu-özel sektör ortaklıklarının başlatılmasını içermeli. Aynı zamanda hükümetler ve merkez bankaları enflasyonla mücadeleye devam etmeli ve mali politika, para politikası ve yapısal reformların koordinasyonunu geliştirerek verimliliği ve büyümeyi arttırmalıdır.

“Ekonomik ve finansal çıktıları öngörmek gittikçe zorlaşıyor.”

Hükümetler ayrıca banka dışı finansal kuruluşların denetlenmesi ve düzenlenmesini geliştirmeli ki bunun için bu kuruluşlar arasındaki teknik bağlantıların, bilançolarında saklanan örtülü kaldıraçların ve risklerin genel finansal sisteme sıçradığı kanalların çok daha iyi anlaşılması gerekir. Son olarak da hükümetler, toplumun ekonomik ve finansal şoklara tekrar tekrar maruz kalan en hassas kesimlerini korumak için daha güçlü güvenlik ağları tesis etmelidir.

Bu tür çabaların çok taraflı düzeye taşınması gerekecektir. Hükümetlerin; uluslararası finansal kuruluşları yeniden düzenlemek, ortak şoklara karşı sigorta havuzu oluşturmak, erken uyarı sistemlerini geliştirmek, ciddi borç yükü altında olan ve böylece sosyal sektörleri fonsuz kalan ve kapasite geliştiremeyen ülkelerin borçlarını önleyici şekilde yeniden yapılandırmak ve G-20’nin işleyişini geliştirmek için birlikte çalışması gerek.

Bunlar meşakkatli olsa da yine de uygulanabilir işler. Haneler, şirketler ve hükümetler, küresel ekonomik ve finansal sistemin geçirdiği yapısal değişiklikleri tanımadığı ve bunlara yanıt vermediği sürece riskleri azaltmak ve bu değişikliklerle ilişkili fırsatlardan faydalanmak bir o kadar zor olacak. Dünya şu an yalnızca başka bir resesyonun eşiğinde değil. Dünya derin bir ekonomik ve finansal değişimin ortasında. Dünyanın daha iyi bir yere ulaşması için bu değişimi tanımak ve bu süreçte nasıl hareket edileceğini öğrenmek elzem olacak. 

Çeviri: Ayşenur ALİŞİROĞLU

Editör: Derya AZER

TUİÇ Uluslararası Öğrenci Kongresi (5-6 Mart 2022) Tam Metin Kitabı Yayınlandı!

0

5-6 Mart 2022 tarihlerinde gerçekleştirilen TUİÇ Uluslararası Öğrenci Kongresi kapsamında yapılan sunumlardan 13 tanesinin tam metin olarak bulunduğu kongre kitabına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz: 

Kongre Tam Metin Kitabı

Çeviri: Neoliberalizm Ukrayna’dan Önce Çökmüştü

Bu yazı, *Gary Gerstle’ın Unherd için kaleme aldığı Neoliberalism Died Before Ukraine başlıklı görüş yazısından çevrilmiştir. Yazının aslına aşağıdaki bağlantıdan erişebilirsiniz.

Neoliberalism Died Before Ukraine

“Batı, dünün dünyasında yaşıyor.”

Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları: Habitat Derneği Üzerine Bir Değerlendirme

Özet

İkinci Dünya Savaşı sonrası hâkim olan gelişme anlayışı, 1970 sonrası yerini uluslararası iş birliğini de gerektiren, çok boyutlu bir kalkınma perspektifine bırakmıştır. Bu perspektif, gelecek için uygun yaşam koşullarının korunması yaklaşımıyla “sürdürülebilir kalkınma” adı altında tartışılmıştır. Sürdürülebilir kalkınma, ekonomi ile çevre arasındaki uzlaşmaya dayanmakta, insan ile doğa arasında denge kurmayı hedeflemekte ve geleceğin yaşamını ve kalkınmasını planlama anlamını taşımaktadır. Bu bağlamda, Büyümenin Sınırları Raporu ve Stockholm Çevre Konferansı ile başlayan küresel gelişmeler; Akdeniz Eylem Planı, Brutland Raporu, Rio Konferansı, Kyoto Protokolü, BM Binyıl Kalkınma Zirvesi ve Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi ile devam etmiştir. Bu çalışma, Türkiye’de sürdürülebilir kalkınma amaçlarını Habitat Derneği’nin çalışmaları perspektifinde incelemeyi kapsamaktadır. Bu bağlamda, 2016 yılında BM tarafından kabul edilen 17 amaç doğrultusunda Habitat Derneği’nin yürüttüğü projelerin sürdürülebilir kalkınmayla ilişkisi incelenmiştir.

Anahtar Kelimeler: Sürdürülebilirlik, Kalkınma, Sürdürülebilir Kalkınma, Habitat Derneği.

Abstract

The understanding of development that had been dominant after the Second World War left its place in a multidimensional development perspective that also required international cooperation after 1970. This perspective has been discussed under the name of sustainable development with the approach of protecting suitable living conditions for the future. Sustainable development is based on the reconciliation between the economy and the environment, aims to establish a balance between humans and nature, and means planning the life and development of the future. In this context, the global developments started with the Limits to Growth Report and the Stockholm Environment Conference; It continued with the Mediterranean Action Plan, the Brutland Report, the Rio Conference, the Kyoto Protocol, the UN Millennium Development Summit and the World Sustainable Development Summit. This study examines sustainable development goals in Turkey from the perspective of Habitat Association’s work. In line with the 17 objectives accepted by the UN in 2016, the relationship between the projects carried out by the Habitat Association and sustainable development was examined.

Keywords: Sustainability, Development, Sustainable Development, Habitat Association.

Giriş

Sanayi Devrimi ile başlayan seri üretim ve ulus-devletlerin kaynaklarını artırma arzusu, 20. yüzyılda çeşitli sorgulamaları beraberinde getirmiştir. Sosyal, ekonomik, çevresel ve siyasal yönden devletlerin büyüme gayelerinin tekrardan ele alınması, yeni bir üretim anlayışının oluşmasına neden olmuştur. “Kimin için, nasıl ve ne şekilde gelişme?” sorusu, ulus devletlerin yöneldiği temel mesele olmuştur. Bu noktada sorunların, sadece ulus devletlere ait olduğu değil, küresel nitelik taşıdığı ve iş birliği halinde bu sorunların üstesinden gelineceği kanaati hakimdir (İşgüden vd., 1995: 203-206). İkinci Dünya Savaşından sonra ulus devletler, hızlı bir büyüme ve kalkınma anlayışını uygulamış, küresel ticaretten daha fazla pay almaya çalışırken kalkınma ve büyüme arasında net bir ayrım yapmamışlardır. Devletler, İkinci Savaşı’nın yarattığı ekonomik ve siyasal yıkımın ardından, kişi başına düşen gelirin artması ve savaşın etkilerinin azalması yönünde politikalar üretmiştir. Kalkınmanın ekonomik yönünü hazırlayan 1950 sonrası dönemde, yeni devletler kurulmuş ve bu devletler yeterli gelişmişlik düzeyinde olmadıklarını öne sürerek kalkınma taleplerini ifade etmiştir. 1970 sonrası süreçte ise dünyada çeşitli ülkeler tarafından üretilen hammadde ve kaynakların kıtlığını, petrol fiyatlarındaki artış takip etmiş ve durum küresel ölçekte ekonomik sorunları yaratmıştır (Yavillioğlu, 2002: 70). Bu süreçte Birleşmiş Milletler, savaş sonrasında yeniden inşa edilen Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve Uluslararası Çalışma Örgütü gibi kurumlar ve çeşitli bölgesel kuruluşların kalkınma iktisadına yeni bir atılım kazandırmayı hedeflemiştir.

1. Sürdürülebilirlik Kavramı ve Sürdürülebilir Kalkınma

Literatürde kalkınma ile ilgili tartışmalar, 19. yüzyıl ortalarında başlamasına rağmen, bilimsel anlamda kalkınma kavramı, İkinci Dünya Savaşı sonrasına dayanmaktadır. Bunun nedeni, savaş sonrasında sömürgecilik anlayışının önemini kaybetmesi ve bağımsız yeni devletlerin ortaya çıkmasıdır. Savaş sonrasında Batılı devletler sömürgelerini daha fazla elde tutamamış ve milliyetçi-özgürlükçü akımlarının etkisi ile bağımsızlık taleplerine engel olamamıştır. Bu durum az gelişmiş ülkelerin nasıl kalkınacağı sorusunu gündeme getirmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde hızlı kapitalist büyümenin çevre üzerinde yarattığı etkilerin farkına varılması, 1970’li yıllarda gayri safi milli gelirin artışının kalkınma anlamına gelmediğinin kabul edilmesine yol açmıştır. Kalkınma politikalarının öncelikle yoksulluğu ortadan kaldırması gerektiği anlaşılmıştır. Bu nedenle 70’lerden itibaren sürdürülebilirlik ve kalkınma konusunda yeni çözüm önerileri oluşmuş, kalkınmanın sürdürülebilir olmasıyla ilgili tanımlamalar oluşmaya başlamıştır (Başkaya, 2005: 29).

Sürdürülebilirlik kavramına ilk defa Dünya Doğayı Koruma Birliği tarafından 1982 yılında Dünya Doğa Şartı belgesinde yer verilmiştir. İnsanların yararlandığı ekosistem, organizmalar, kara, deniz ve atmosfer kaynaklarının en iyi şekilde sürdürülebilirliğini sağlayacak şekilde yönetilmelerini ifade etmek amacıyla kullanılmıştır. Sürdürülebilir kalkınma kavramının multidisipliner olması, farklı tanımlamaları da beraberinde getirse de en fazla kabul gören tanımlama, 1987 yılında Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu Brundtland Raporu’nda yer almıştır. Raporda sürdürülebilir kalkınma; “Gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılayabilme yeteneğini ortadan kaldırmaksızın şimdiki neslin ihtiyaçlarının karşılanması” şeklinde ifade edilmiştir (UN, 2010). “Sustainable Development” kavramı, “sürekli ve dengeli kalkınma” olarak ifade edilmektedir. Terminolojik olarak incelendiğinde, “growth” ekonomik büyüme anlamına gelirken, “development” çok boyutlu toplumsal gelişme manasında kullanılmaktadır. Sürdürülebilir kalkınmanın “gelişme” kavramı ile mi yoksa “kalkınma” kavramı anlaşılacağı konusu, literatürde güncel tartışmalardan biridir. Bu noktada, büyüme daha çok ekonomik anlamda ve nicel karşılık taşırken; kalkınma çok boyutludur. Kalkınma kavramı, belli bir konuda veya bir alanda gelişme, ilerleme anlamına gelirken sosyal, çevresel ve refah faktörlerini de kapsamaktadır (Kongar, 1998).

Sürdürülebilirlik kavramı, genel olarak bir süreci ifade etmektedir. Bugünün refahını artırırken, diğer taraftan gelecek nesillerin uygun yaşam koşullarına sahip olmasını kapsar. Sürdürebilirlik açısından kalkınma kavramı denildiğinde 3 alanda ilerleme gündeme gelmektedir (Yavillioğlu, 2002: 70):

  • Ekonomik büyüme; ekonomik ilerlemeyi kapsar.
  • Sosyal ilerleme; sosyal eşitlik, fırsat eşitliği, dezavantajlı grupların önceliği ve herkesin sosyal haklara erişebilmesini içerir.
  • Çevresel koruma, kaynakların gelecek nesiller için de sağlıklı bir biçimde korunmasını amaç edinir.

Sürdürülebilir kalkınma, temelde çevre ve ekonomiyi uzlaştırma çabasıdır. İnsan ile doğa arasında denge kurarak doğal kaynakları tüketmeden, gelecek nesillerin ihtiyaçlarının karşılanmasına imkân verecek şekilde bugünün ve geleceğin yaşamını ve kalkınmasını programlama anlamını taşımaktadır (Sürdürülebilir Kalkınma, 2022).

2. Sürdürülebilir Kalkınmanın Boyut, Gösterge ve Amaçları

Sürdürülebilir kalkınmanın amaçlarının belirlenmesi ve hedeflere ulaşılması sürecinde birtakım göstergeler bulunmaktadır. Sürdürülebilir kalkınma konusundaki göstergeler, gelişmişlik düzeyine göre değişebilmektedir. Öte yandan sürdürülebilir kalkınma, çok boyutlu bir içeriğe sahiptir. Sürdürülebilir sosyo-ekonomik ve çevresel uygulamaların planlanması, geliştirilmesi ve uygulanması, gelecek nesillere yaşanabilir şartların sunulması açısından önemli görülmektedir. Etkin bir sürdürülebilir kalkınma politikasının çevresel, ekonomik ve sosyal boyutları kapsaması gerekmektedir. Sosyal boyut kapsamında eşitlik, demokrasi ve insan hakları; ekonomik boyut kapsamında refah ve kalkınma, çevresel boyut kapsamında ise küresel çevre sorunları şeklinde ifade edilebilir.

2.1. Sosyal Boyut

Sosyal yapının temel bileşenlerinden etik değerler ve inanışlar, insan ihtiyaçlarını karşılama amacına yöneliktir. Bu noktada demokrasi, hukuki eşitlik ve kültürel çeşitliliğin sağlanması açısından önemli görülmektedir. Ayrıca bireysel gelişme imkânlarının devamlılığı için bugünün ve yarının kuşakları için insanlık onuruna yakışır şekilde yaşama ve saygı gösterilmesi gerektiği belirtilmektedir. Sürdürülebilir kalkınmanın sosyal boyutunun sağlanması için insan kaynaklarının geliştirilmesi ve korunması olmazsa olmazdır. Bu çerçevede ortak bilgi ve sosyo-kültürel birikimin korunması ve geliştirilmesi, bilgi aktarılışındaki eksikliklerin azaltılması ve düşüncelerin özgürce yer bulması, sürdürülebilir kalkınmanın sosyal boyutunu içermektedir (Munasinghe ve Shearer, 1995: 31).

2.2. Ekonomik Boyutu

Ekonomik gelişme konusu, tarihsel bağlamda devlet politikalarını ve toplumun önceliklerini belirlemede önemli görülmektedir. Ekonomik gelişmenin sağlanması, sosyal dayanışma ve çevrenin korunması amaçları; küresel, bölgesel, yerel ve toplum düzeyinde tüm aktörleri ilgilendirmektedir. Sürdürülebilir kalkınma, 1980 sonrası küresel ölçekte çevre politikalarının belirleyicisi olsa da sosyal ve ekonomik gelişme anlayışları ile bütünleştirmiştir. Böylece sürdürülebilir kalkınma, gelişmenin yalnız ekonomik değil; ancak sosyal ve kültürel anlamda da bütünsel bir ilerleme olduğunu vurgulamıştır (Munasinghe ve Shearer, 1995: 32).

2.3. Çevresel Boyut

Doğal kaynakların sınırlı olması, ekonomi ve çevre boyutuna ait tartışmanın çıkış noktasını oluşturmaktadır. Sürdürülebilir kalkınmanın temelinde, tüketmeden kullanım düşüncesi bulunur. Biyolojik çeşitliliğin korunması, aynı zamanda sosyal ve kültürel çeşitliliğin muhafaza edilmesi niteliğini taşır. Bu süreçte ortak davranış kalıpları, sosyal düzen ve bunun gibi sosyal unsurlarla etkili ve sürdürülebilir kaynak kullanımı sağlanabilir (Munasinghe ve Shearer, 1995: 30).

3. Uluslararası Gelişmeler Doğrultusunda Sürdürülebilir Kalkınma Kavramının Gelişimi

Sürdürülebilir kalkınmanın, uluslararası kamuoyunda ön planda yer almasında Birleşmiş Milletler’in çeşitli konferans, toplantı ve raporları itici güç olmuştur. Bu doğrultuda çevre kaynaklarının doğru yönetimi konusunun küresel ölçekte tartışıldığı ilk toplantı 1972 Birleşmiş Milletler Stockholm Konferansı’dır. Konferans sonunda 29 maddeli Stockholm Bildirgesi yayınlamış ve böylelikle küresel iş birliği ve çevre diplomasisinin gelişmesi adına hazırlanan bildirge bir temel oluşturmuştur. Stockholm Konferansı’nın ardından 1980’de yayınlanan Brand Komisyonu Raporu, çevre sorunlarında ortak eylem sorununu belirtmiş ve gelişmiş ülkelerin yoksul ülkelerin ekonomilerine yardımda bulunmaları gerektiğini vurgulamıştır. Bu gelişmeler ışığında küresel ölçekte kalkınma-çevre etkileşim süreci Akdeniz Eylem Planı, Brutland Raporu, Rio Konferansı, Kyoto Protokolü, BM Binyıl Kalkınma Zirvesi ve Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi ile devam etmiştir. Sürdürülebilir kalkınma politikalarının özellikle 1980’li yıllardan sonra uluslararası örgütler aracılığıyla küresel gündemde yer almıştır (Aksu, 2011).

Sürdürülebilir kalkınma kavramının bugünkü yaygınlığını ve içeriğini kazanmasında, kalkınma, gelişme ve çevre arasındaki ilişkide temel çerçeveyi oluşturan ve 1983’te hazırlanan Ortak Geleceğimiz Raporu – Brutland Raporu önemli görülmektedir. “Yoksulluğun ve eşitsizliğin olduğu bir dünya her zaman için ekolojik ve diğer krizlere eğilimli olacaktır.” ifadesinin yer aldığı raporda, sürdürülebilir kalkınma kavramında gelecek kuşakların gereksinimlerine vurgu yapılması, süreçte önemli geçişlerdendir (Hopkins ve Wallerstein,2000: 249). Raporun akabinde 1992’de gerçekleştirilen Rio Zirvesi’nde sürdürülebilir kalkınma, gündem maddesi olarak alınmıştır.

Brutland Raporu’nda ele alınan ve 1992 Rio Zirvesi’nde detaylı olarak politikalarının belirlendiği sürdürülebilir kalkınmanın icra noktasında ulus devletlerin yanında yerel yönetimlere, devlet dışı örgütlere, ulusal ve uluslararası sivil toplum örgütlerine yönelik görevler ifade edilmiştir. Konferans sonucunda, Rio Bildirgesi, Gündem 21, Orman İlkeleri, İklim Değişikliği Sözleşmesi ve Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi adı altında sürdürülebilir kalkınma açısından beş temel belge ortaya çıkmıştır. Bu belgelerden en önemlisi, 1990’lı yıllardan 2000’li yıllara dek uzanan dönemde ve devamında çevre ve gelişmeyi etkileyen tüm alanlarda hükümetlerin, gelişme örgütlerinin, Birleşmiş Milletler kuruluşlarının, sivil toplum örgütlerinin ve bağımsız sektörün yapması gereken etkinlikleri tanımlayan bir eylem planı niteliğindeki Gündem 21’dir ve dört temel başlıktan oluşmaktadır: Sosyal ve Ekonomik Boyutlar, Gelişme İçin Kaynakların Korunması ve Yönetimi, Etkin Grupların Rolünün Güçlendirilmesi, Uygulama Yöntemleri (Mengi ve Algan, 2003: 23-25). Gündem 21’de toplumsal yaşamın ve insan pratiklerinin, çevresel sorunların tüm alanlarını kapsadığı vurgusu bulunur. Bu bağlamda, uluslararası kuruluşlar, devletler ve etkin grupların küresel, bölgesel, ulusal, yerel nitelikli sorumlulukları tanımlanmış olup, bu eylemlerin uygulama araçları da Gündem 21’de belirlenmiştir. Gündem 21’in temel öncelikleri (Emrealp: 2005: 16):

  • Programlara yönelik finansman politikalarının oluşturulması,
  • Yeni kaynakların yaratılması,
  • Teknik ve ekonomik araçların belirlenmesi,
  • Yerel yönetimlerin, yerinden yönetim anlayışı doğrultusunda yapılandırılması,
  • Devletler ve devlet-dışı kuruluşlar arasında iş birliğinin geliştirilmesi ve
  • Vatandaşların etkin katılımının sağlanması olarak belirlenmiştir.

Sürdürülebilir kalkınmanın ele alındığı organizasyonların başında BM tarafından Rio’da düzenlenen konferansın 10. yıl dönümünde Johannesburg’da düzenlenen Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı’dır. Rio Konferansı sonrasında ülkelerin, ulusal sürdürülebilir kalkınma stratejilerini hazırlama konusundaki durumlarının değerlendirilmesi, Gündem 21’in uygulanmasında karşılaşılan sorunlar ve eksikliklerle ilgili önerilerin geliştirilmesi, sivil toplum ve özel sektör kuruluşlarının geri bildirimlerinden faydalanılması görüşleri ön plana çıkmıştır. Konferansta kabul edilen kararlar genel olarak şu şekildedir (Bozloğan, 2005: 1024-1025):

  • Ulusal sürdürülebilir gelişme stratejilerinin oluşturulması ve uygulama sürecinin 2005 yılından itibaren başlatılması,
  • Kamu, sivil toplum ve özel sektörde kurumsal politikaların belirlenmesi,
  • Uluslararası anlaşmaların hükümlerinin uygulanması,
  • Dünya Dayanışma Fonu’nun kurulması ve yoksulluğun azaltılması,
  • Fosil kaynaklara olan bağımlılığın azaltılması ve kaynak çeşitliliğinin sağlanması,
  • Küresel ölçekte adil ve dengeli bir biçimde enerji dağılımının sağlanması,
  • Biyolojik çeşitliliğin korunmasının sağlanması.

4. Sürdürülebilir Kalkınma ve Türkiye

Türkiye’nin sürdürülebilirlik, gelişme ve kalkınma konularında ulusal politikalar geliştirilmesi tartışmaları, Stockholm Konferansı sonrasında ortaya çıkmıştır. Yasal olarak Türkiye’de çevrenin korunması ile ilgili birçok yasa, tüzük ve yönetmelik yürürlüğe girmiştir.

Türkiye’de ekonomide planlı döneme geçilmesi ardından; ilk iki kalkınma planında (1963–1967 ve 1968–1971) sürdürülebilir kalkınma, kavramın tam olarak literatüre girmemesi nedeniyle gündemde yer almamıştır. Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda (1973–1977) ise Stockholm Konferansı’nın etkileri görülmüş ve çevre konusu ayrı bir başlık altında değerlendirilmiş ve bu amaçla Başbakanlık Çevre Örgütü kurulmuştur. Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı (1979–1983) dönemine ait uluslararası, bölgesel, yasal düzenlemeler için adımlar atılmaya başlanmıştır. Altıncı Beş Yıllık Kalkınma Planı (1990–1994) hazırlık aşamalarından başlayarak, bir anlayış değişikliği olmaya başladığı görülmektedir. 443 sayılı Kanun Hükmündeki Kararname ile kurulan Çevre Bakanlığı, çevre politikaları ve stratejilerini belirlemek, çevresel faaliyetlerin yerel, ulusal, uluslararası düzeylerde koordinasyonunu sağlamak, çevreyle ilgili bilgi toplamak, izinleri ve eğitim faaliyetlerini düzenlemek görevlerini yerine getirmektedir (Talu, 2007: 10).

Türkiye’de sürdürülebilir kalkınmanın gelişiminde OECD ile ortaklaşa yürütülen çalışmalar etkili olmuştur. 1992’de OECD Çevre Komitesi tarafından hazırlanan Türkiye’de Çevre Politikaları OECD Raporu, ekonomi ve çevre ikileminde Türkiye’ye tavsiyeler içermektedir. OECD ile birlikte UNDP, Türkiye’de sürdürülebilir kalkınmanın yerele ulaşmasında diğer bir uluslararası yapıdır. Türkiye’de Yerel Gündem 21 uygulanması, Yerel Gündemlerin Teşviki ve Geliştirilmesi Projesi’nin imzalanması ile başlamıştır. 1999’de UNDP Capacity tarafından bu proje, Yerel Gündem 21 Programının en başarılı örneği olarak açıklanmış ve 2002 Johannesburg Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi’nde en iyi uygulamalardan biri olarak sunulmuştur (UNDP, 2022). Bu başarılı örneklere rağmen, Türkiye’de sürdürülebilir kalkınmaya yönelik projelerin gerekli çıktılara ulaştığını söyleyebilmek güçtür. Sürdürülebilir kalkınma açısından Türkiye’de ekonomik, sosyal ve ekolojik entegrasyonun gerekli rolü henüz üstlenememiştir. Türkiye’de çevre yönetimindeki başarısızlığın temel nedeni ilgili politikaların yetersizliğinden ziyade, hazırlanan plan ve politikaların uygulamaya aktarılamaması olmuştur. Bu olumsuzluklara rağmen, dünyadaki küresel değişimleri takip eden ve bu doğrultuda 1995 yılında Kopenhag Sosyal Kalkınma Zirvesi ve 1996 yılında Birleşmiş Milletler Habitat II. Zirvesi için bir araya gelen gençler tarafından 1997 yılında kurulan Habitat Derneği, Türkiye’de sürdürülebilir kalkınma amaçlarına uygun çalışmalar yürütmektedir.

5. Habitat Derneği ve Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları

“Habitat Derneği dijitalleşen dünya ile uyumlu, sürdürülebilir kalkınmayı hedefleyen güçlü ortaklıklar temelinde, toplumsal kapasite geliştirici ve sosyal etki odaklı projeler üreten bir sivil toplum kuruluşudur. 1995 yılında Kopenhag Sosyal Kalkınma Zirvesi ve 1996 yılında Birleşmiş Milletler Habitat II. Zirvesi için bir araya gelen gençler tarafından 1997 yılında kurulan Habitat Derneği’nin misyonu, dünya gençliği ile Türkiye gençliği arasında iletişim köprüsü kurmaktı.1997 yılından bu yana Habitat Derneği, Türkiye’nin 81 ilinde binlerce gönüllüsüyle din, dil, ırk, siyasi görüş, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim ayrımı gözetmeksizin, toplumun tüm kesimlerine yönelik çalışmalar yürütmektedir. Dezavantajlı grupların kendilerini gerçekleştirebilmeleri için çağın gerektirdiği dijital becerilerle donanması, fırsatlara erişiminin sağlanması, karar alma süreçlerine katılımının desteklenmesi, toplumsal ve çevresel duyarlılıklarının artırılması konularında çalışmalar yürüten Habitat Derneği, sürdürülebilir kalkınma amaçlarını desteklemektedir. Habitat Derneği, bütün çalışmalarında hükümetler, yerel yönetimler, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarıyla çok paydaşlı ortaklıklar kurmaktadır” (Habitat Derneği, 2022).

Sürdürülebilir kalkınma, üç boyutun dengeli bir biçimde dikkate alınmasını gerektirir. Bu boyutların ilke ve hedeflerini birbirinden farklı düşünmek güçtür. Çünkü bu ilkeler, aynı zamanda belirli bir amaca işaret etmektedir. Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları, bazı kaynaklarda Küresel Amaçlar olarak da ifade edilir ve Birleşmiş Milletler üyesi ülkeler tarafından 2030 sonuna kadar ulaşılması amaçlanan hedefleri içeren bir evrensel eylem çağrısıdır. Küresel ölçekte yoksulluğa son vermek, iklim değişikliği ile mücadele etmek, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak ve nitelikli eğitimi artırmak gibi 17 ana başlıktan oluşan sosyal, kültürel ve ekolojik meselelerin çözümüne odaklanır. Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları, Ocak 2016’da yürürlüğe girmiştir (UNDP, 2022).

Şekil 1: Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları (UNDP, 2022).

Habitat Derneği bünyesinde farklı departmanlar bulunmakta ve geliştirdiği ortaklıklar ile projelerini sürdürmektedir. Konu bağlamında kapsayıcı ve sürdürülebilir büyüme programı adı altındaki projeler bu bölümde ele alınacaktır.

5.1. Kapsayıcı ve Sürdürülebilir Büyüme Programı

Kapsayıcı ve sürdürülebilir büyüme programı, özellikle sürdürülebilirlik anlamında Habitat Derneği’nin projelerinin önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Paramı Yönetebiliyorum, Kız Kardeşim ve Geleceğini Şimdi Yönet Projeleri, sürdürülebilirlik bağlamında ulusal ve uluslararası ortaklar ile yürütülmektedir (Habitat Derneği, 2022):

  • Paramı Yönetebiliyorum: Proje, sürdürülebilir kalkınma hedefleri doğrultusunda çocukların, gençlerin, yetişkinlerin, emeklilerin, genç girişimcilerin, çiftçilerin, mavi yaka çalışanlarının ve kadın kooperatiflerinin sağlıklı bir finansal gelecek oluşturabilmeleri konusunda bilinçlendirilmelerini amaçlamaktadır. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP), Habitat Derneği ve Visa Türkiye ortaklığında 2009 yılında hayata geçirilen proje, Türkiye’de finansal bilinç alanında ilk kez kamu, özel sektör ve sivil toplumu bir araya getirmiştir. 30 üye banka ve e-para kuruluşunun desteğiyle geliştirilen proje, mali kaynakların etkili planlaması ve yönetimi, kayıt dışı ekonomi ile mücadele konularında bilgi sahibi olunması ve başta dijital araçlar olmak üzere tüm finans hizmetleri ve araçlarının doğru ve güvenli kullanımı gibi alanlarda farkındalığın artırılmasında önemli bir rol oynamıştır. Bütçeleme ve finansal yönetim üzerine geliştirilen eğitim müfredatı, gönüllü eğitmenler tarafından 81 ilde, 2700 üzerinde gönüllü eğitmenin katkılarıyla akran eğitim modeli ile verilen eğitimlerle yaygınlaştırılmaktadır.
  • Kız Kardeşim: Kendini geliştiren, içindeki potansiyeli ve enerjiyi açığa çıkaran kadınlar, öncelikle kendilerine, çocuklarına ve ailelerine, ardından da topluma daha faydalı olacaktır. Kadınların ekonomik hayata katılımı konusunda gerekli bilgi ve becerilerle donanarak toplumsal ve ekonomik konumlarının güçlenmesi ve ekonomik kalkınmada aktif rol almaları için desteklenmesi amacıyla Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, Habitat Derneği ve Coca-Cola Türkiye ortaklığında yürütülen Kız Kardeşim Projesi, bu eşitsizliği ortadan kaldırmakta önemli rol oynamış olup 2015-2021 yılları içerisinde 81 ilde yüz yüze ve online olarak gerçekleştirmiş olduğu Kız Kardeşim Projesi eğitimleriyle 70.000 kadına, Öğretmen Akademisi Vakfı iş birliği Yarınım Kız Kardeşim eğitimleriyle 3.590 öğretmen ve 359.000 öğrenciye ulaşmıştır. Ayrıca belirlenen proje illerinde gezici eğitim tırı ile 1.700 kadına ulaşmıştır. 2019 ve 2021 yıllarında gerçekleştirilen Kız Kardeşim Projesi Hibe Programı kapsamında üretici ve yeme-içme sektöründe faaliyet gösteren girişimci kadınların iş geliştirme süreçlerine destek olmak amacıyla, 41 kadına toplamda 1.040.000 TL’lik iş geliştirme hibe desteği sağlanmıştır. 2022 döneminde Kız Kardeşim Projesi, eğitim içerikleri ve gezici eğitim tırı ile 7.000 kadına ulaşmayı hedeflemektedir. 2019 yılından itibaren düzenlenen hibe programlarında 101 girişimci kadına toplamda 4 milyon 40 bin TL nakdi hibe desteği sağlanmıştır Hibe Programı kapsamında girişimci kadınların iş geliştirme süreçlerinin desteklenmesi amaçlanmaktadır. Tarım ve Orman Bakanlığı ile gerçekleştirilecek iş birliği kapsamında “Kadın Kooperatiflerine Yönelik Eğitim Programı” gerçekleştirilecektir. Ayrıca mentorluk programları ve girişimci kadınlar ile ilham buluşmaları organize edilerek kadınlar arasındaki iletişim köprüsünün güçlenmesi desteklenecektir.
  • Geleceğini Şimdi Yönet: Experian Türkiye ve Habitat Derneği ortaklığında hayata geçirilen Geleceğini Şimdi Yönet Projesi gençlerin finansal riskler konusunda kapasite gelişimini hedeflenmektedir. Mart 2012’de başlayan proje, uygulama illerindeki üniversiteli gençlerin kredi riskleri, sorumlu borçlanma ve bütçe planlaması konularında farkındalığının geliştirilmesinde önemli rol oynamıştır. Gönüllü eğitmenler tarafından düzenlenen akran eğitimleri ve Experian Türkiye’de çalışan uzmanlarla birlikte gerçekleştirilen üniversite seminerleriyle toplamda 22.000’den fazla gence ulaşılmıştır. Proje kapsamında kredi risk alanında gençlerin bilgilendirilmesinin, bütçe yönetim konusunda bilinçlendirilmelerinin ve gençler arasında bilinçli borçlanma sisteminin yaygınlaştırılmasının yanı sıra, genç/kadın girişimci ve kobi sahiplerinin bankalar ve finans sektöründeki diğer aktörlerle olan ilişkilerini etkin yönetmeleri ve risk yönetiminde etkinleştirilmeleri amaçlanmaktadır.

Habitat Derneği; farklı sektörlerden uzman kurumlar, özel sektör, uluslararası networkler, Birleşmiş Milletler ajansları ve sivil toplum kuruluşları ile kurduğu güçlü bağlar sayesinde; 2015 yılından önce Binyıl Kalkınma Hedefleri’nin yerelleştirilmesinde çok önemli rol aldığı gibi; 2015 yılından bu yana sürdürülebilir kalkınma amaçlarının yerelleştirilmesi; toplumun tüm kesimleri için network, bilgi, beceri ve deneyim açığının kapatılması için yerel ve ulusal ekosistemler kurmaktadır. Ayrıca uluslararası ekosistemler ile yerel ve ulusal ekosistemler arasında köprü görevi görmektedir. Girişimcilik, dijital dönüşüm, kapsayıcı ve sürdürülebilir büyüme programları kapsamında hayata geçirdiği projeleri; Türkiye’nin 14 ilinde açmış olduğu topluluk merkezleri ile destekleyen Habitat Derneği, tüm paydaşlarının katkısıyla; sürdürülebilir destek mekanizmaları oluşturarak bireyleri, kurumları, girişimleri, KOBİ’leri, gençleri, kadın üreticileri, çocukları ve çiftçileri uzun süreli, sürdürülebilir ve etki odaklı projelerle desteklemektedir.

Sonuç

İkinci Dünya Savaşının yaratmış olduğu yıkım ve ekonomik zorluklar, ulus devletleri yeni çözümler aramaya yöneltmiştir. Ulus devletler, hızlı bir büyüme ve kalkınma anlayışını uygulamış ve bunu yaparken kalkınma ve büyüme arasında bir ayrım göz etmemişlerdir. Temel amaç, İkinci Savaşı’nın yarattığı ekonomik ve siyasal yıkımın ardından, kişi başına düşen hasılanın artması ve savaşın etkilerinin azalması yönünde olmuştur. Bu noktada, Sanayi Devrimi ve sonrasında gelişen refah anlayışı, aynı şekilde çevrenin yozlaşmasına ve doğal kaynakların kötü kullanılmasına neden olmuştur. İnsanın refahını geliştirirken, doğaya verilen zararın nasıl azaltılabileceği tartışmaları sürdürülebilir kalkınma meselesini ortaya çıkarmıştır. Bu doğrultuda sürdürülebilir kalkınma, çevre ve ekonomiyi uzlaştırma çabası olarak tanımlanabilir. İnsan ile doğa arasında denge kurarak doğal kaynakları tüketmeden, gelecek nesillerin ihtiyaçlarının karşılanmasına imkân verme amacı tanışır. Sosyal, çevresel ve ekonomik boyutları olan bir kavramdır. Sosyal boyut kapsamında eşitlik, demokrasi ve insan hakları; ekonomik boyut kapsamında refah ve kalkınma, çevresel boyut kapsamında ise küresel çevre sorunları şeklinde ifade edilebilir. Sürdürülebilir kalkınmanın, uluslararası kamuoyunda ön planda yer almasında Birleşmiş Milletler’in çeşitli konferans, toplantı ve raporları itici güç olmuştur. Bu etkileşim süreci Akdeniz Eylem Planı, Brutland Raporu, Rio Konferansı, Kyoto Protokolü, BM Binyıl Kalkınma Zirvesi ve Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi ile devam etmiştir. Günümüzde bu sürecin en somut örneğini, 2016’da BM tarafından yürürlüğe giren Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları oluşturur. Küresel Amaçlar olarak da tanımlanan bu amaçlar, Birleşmiş Milletler üyesi ülkeler tarafından 2030 sonuna kadar ulaşılması amaçlanan hedefleri içeren bir evrensel eylem çağrısıdır. Küresel ölçekte yoksulluğa son vermek, iklim değişikliği ile mücadele etmek, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak ve nitelikli eğitimi artırmak gibi 17 ana başlıktan oluşan sosyal, kültürel ve ekolojik meselelerin çözümüne odaklanır. Türkiye’de sürdürülebilir kalkınma, son dönemde sivil toplum kuruluşlarının temel misyonları arasında yer almaktadır. Bu noktada Habitat Derneği; dijitalleşen dünya ile uyumlu, sürdürülebilir kalkınmayı hedefleyen güçlü ortaklıklar temelinde, toplumsal kapasite geliştirici ve sosyal etki odaklı projeler üreten bir sivil toplum kuruluşu olarak çalışmalar üretmektedir. Dezavantajlı grupların kendilerini gerçekleştirebilmeleri için çağın gerektirdiği dijital becerilerle donanması, fırsatlara erişiminin sağlanması, karar alma süreçlerine katılımının desteklenmesi, toplumsal ve çevresel duyarlılıklarının artırılması konularında çalışmalar yürüten Habitat Derneği, bu amaçla hükümetler, yerel yönetimler, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarıyla çok paydaşlı ortaklıklar kurmaktadır. Kapsayıcı ve sürdürülebilir büyüme programıyla yerelde sürdürülebilir kalkınma amaçlarına yönelik çalışmalar yapmakta ve farklı kuruluşlarla iş birliği ile süreci sürdürmektedir.

Ersin KOPUZ

Kaynakça:

Aksu, C. (2011). Sürdürülebilir Kalkınma ve Çevre. Güney Ege Kalkınma Ajansı. Erişim Adresi: http://geka.gov.tr/Dosyalar/o_19v5e00u1ru61bbncf2qmlcpv8.pdf (Erişim Tarihi: Kasım, 2022).

Algan N., Mengi A. (2003). Küreselleşme ve Yerelleşme Çağında Bölgesel Sürdürülebilir Gelişme. Siyasal Kitabevi.

Başkaya, F. (2005). Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü. Maki Yayınları.

Bozlağan, R. (2005). Sürdürülebilir Gelişme Düşüncesinin Tarihsel Arka Planı, Sosyal Siyaset Konferansları. H. Y. Ersöz (ed.). İÜ Yayın No 4509.

Emrealp, S. (2005). Yerel Gündem 21: Uygulamaya Yönelik Kolaylaştırıcı Bilgiler El Kitabı. IULA-EMME Yayını.

Habitat Derneği. (2022). Dijital Dönüşüm. Erişim Adresi: https://habitatdernegi.org/dijital-donusum/ (Erişim Tarihi: 01.05.2022).

Hopkins T. K., Wallerstein, I. (2000). Geçiş Çağı: Dünya Sisteminin Yörüngesi (1945- 2025). Nuri Ersoy ve diğerleri (çev.). Avesta Yayınları.

İşgüden, T., Erkan, H., Pirili, M., Kurtuluş, H., Ceylan, T. ve Ercan, F. (1995). Gelişme İktisadı, Kuram, Eleştiri, Yorum. Beta Basım Yayım Dağıtım.

Kongar, E. (1998). Kalkınma ve Gelişme Stratejilerinde Türkiye Örneği. Kültür Girişimi Kültür Politikaları Uluslararası Sempozyumu. Erişim Adresi: http://www.kongar.org/makaleler/mak_ka.php (Erişim Tarihi: Kasım, 2022).

Munasinghe, M., Shearer, W. (1995) Defining and Measuring Sustainablity: The Biogeophysical Foundations. United Nations University and World Bank: Tokyo and Washington DC. (ss. 19-34).

Sürdürülebilir Kalkınma. (2022). Temel Tanımlar. Erişim Adresi: http://www.surdurulebilirkalkinma.gov.tr/temel-tanimlar/

Talu, N. (2007). Sürdürülebilir Kalkınma Durum Değerlendirme Raporu. Erişim Adresi: http://www.bayindirlik.gov.tr/turkce/kentlesme/skdurumdegerlendirmeraporu.pdf (Erişim Tarihi: 27.10.2010).

UN. (2010). Report of the World Commission on Environment and Development: Our Common Future. Erişim Adresi: http://www.un-documents.net/ocf-02.htm#I (Erişim Tarihi: Kasım, 2022).

UNDP. (2010). Türkiye Yerel Gündem 21 Yönetişim Ağı Kanalıyla Binyıl Bildirgesi Hedeflerinin Yerelleştirilmesi. Erişim Adresi: http://www.undp.org.tr/Gozlem3.aspx?WebSayfaNo=957

UNDP. (2022). Sustainable Development Goals. Erişim Adresi: https://www.tr.undp.org/content/turkey/tr/home/sustainable-development-goals.html (Erişim Tarihi: 01.05.2022).

Yavilioğlu, C. (2002). Kalkınmanın Anlambilimsel Tarihi ve Kavramsal Kökenleri. Cumhuriyet Üniversitesi İktisadî ve İdarî Bilimler Dergisi, 3(1), 59–77.