Home Blog Page 19

Çeviri: Küresel Zeitenwende

Bu yazı Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un ‘Foreign Affairs’ için kaleme aldığı “The Global Zeitenwende: How to Avoid a New Cold War in a Multipolar Era” başlıklı görüş yazısından çevrilmiştir. Yazının aslına aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz: 

The Global Zeitenwende

Çok Kutuplu Bir Çağda Yeni Bir Soğuk Savaştan Nasıl Kaçınılır?

Dünya çığır açan bir yapısal değişim ile karşı karşıya: Zeitenwende. Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırganlığı bir dönemi kapattı. Güçlü ekonomisi ve iddialı politikalarıyla Çin de dahil olmak üzere yeni güçler ortaya çıktı veya yeniden yükseldi. Bu yeni çok kutuplu dünyada, farklı ülkeler ve hükümet modelleri güç ve etki için rekabet ediyor.

Almanya ise, BM Antlaşması ilkelerine dayanan uluslararası bir düzeni savunmak ve geliştirmek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Demokrasisi, güvenliği ve refahı, ortak kurallara bağlama gücüne bağlı. Bu nedenle Almanlar, müttefiklerimizin bizden beklediği Avrupa güvenliğinin garantörü, Avrupa Birliği içinde bir köprü kurucu ve küresel sorunlara çok taraflı çözümlerin savunucusu olmaya kararlı. Almanya’nın zamanımızın jeopolitik çatlaklarında başarılı bir şekilde ilerleyebilmesinin tek yolu bu.

Zeitenwende, Ukrayna‘daki savaşın ve Avrupa güvenliği meselesinin ötesine geçiyor. Temel soru şu: Avrupalılar ve Avrupa Birliği olarak bizler, giderek çok kutuplu hale gelen bir dünyada nasıl bağımsız aktörler olarak kalabiliriz? Olaf Scholz

Almanya ve Avrupa, dünyanın bir kez daha rakip bloklara bölünmeye mahkûm olduğu şeklindeki kaderci görüşe yenik düşmeden, kurallara dayalı uluslararası düzeni savunmaya yardımcı olabilir. Ülkemin tarihi; faşist, otoriter ve emperyalist güçlere karşı savaşmak için ona özel bir sorumluluk yüklüyor. Aynı zamanda ideolojik ve jeopolitik bir çekişme sırasında ikiye bölünmüş olma deneyimimiz, bize yeni bir soğuk savaşın risklerini titiz bir şekilde değerlendirme imkânı veriyor. Olaf Scholz

BİR ÇAĞIN SONU

Dünyanın çoğunluğu için, Demir Perde’nin düşmesinden şimdiye dek geçen otuz yıl, göreli bir barış ve refah dönemi oldu. Teknolojik gelişmeler, benzeri görülmemiş bir bağlantı ve iş birliği düzeyi yarattı. Büyüyen uluslararası ticaret, tüm dünyaya yayılan değer ve üretim zincirleri, sınır ötesi benzersiz insan ve bilgi alışverişi bir milyardan fazla insanı yoksulluktan kurtardı. En önemlisi, dünyanın her yanından cesur vatandaşlar diktatörlükleri ve tek parti iktidarını silip süpürdü. Onların özgürlük, şeref ve demokrasi özlemleri tarihin akışını değiştirdi. İki yıkıcı dünya savaşı ve -çoğunluğu ülkemden kaynaklanan- büyük acıları, kırk yılı aşkın bir süre boyunca, olası bir nükleer imhanın gölgesindeki gerilim ve çatışmalar izledi. Ancak 1990’lara gelindiğinde, geçmişin yaralarını sarabilen bir dünya düzeni nihayet hâkim olmuş gibi görünüyordu.

Özellikle Almanlar kendilerini şanslı sayabilirlerdi. Kasım 1989’da Berlin Duvarı, Doğu Almanya’nın cesur vatandaşları tarafından yıkıldı. Sadece 11 ay sonra, ileri görüşlü politikacılar ve hem Batı hem de Doğu’daki ortaklarının desteği sayesinde ülke yeniden birleşti. Nihayet, eski Almanya Şansölyesi Willy Brandt’ın duvar yıkıldıktan kısa bir süre sonra söylediği gibi, “birbirine ait olan birlikte büyüyebilir”di.

Bu sözler yalnızca Almanya için değil, bir bütün olarak Avrupa için de geçerliydi. Varşova Paktı’nın eski üyeleri, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nde (NATO) müttefik ve AB üyesi olmayı seçtiler. Dönemin ABD başkanı George H. W. Bush’un ifadesiyle “Bütün ve özgür Avrupa” artık boş bir umut gibi görünmüyordu. Bu yeni dönemde Rusya’nın, düşman olan Sovyetler Birliği’nin aksine, Batı’nın ortağı olması mümkün görünüyordu. Sonuç olarak, çoğu Avrupa ülkesi ordularını küçülttü ve savunma bütçelerini kıstı. Almanya için de mantık basitti: Tüm komşularımız dost veya ortak gibi görünürken neden yaklaşık 500.000 kişilik büyük bir savunma gücü bulunduralım ki? Olaf Scholz

“Dünya tekrardan rakip bloklara bölünmeye mahkum değil.”

Güvenlik ve savunma politikamızın odak noktası hızla diğer acil tehditlere kaydı. Balkan savaşları ile 2001’deki 11 Eylül saldırılarının ardından Afganistan ve Irak’taki savaşlar da dahil olmak üzere, bölgesel ve küresel kriz yönetiminin önemi arttı. NATO içerisindeki dayanışma ise bozulmadan kaldı: 11 Eylül saldırıları, Kuzey Atlantik Antlaşması’nın müşterek savunma maddesi olan 5. Madde’yi başlatma kararının alınmasına yol açtı ve NATO güçleri yirmi yıl boyunca Afganistan’da terörizmle omuz omuza savaştı.

Almanya’nın iş çevreleri ise tarihin yeni akışından kendi sonuçlarını çıkardılar. Demir Perde’nin düşmesi ve her zamankinden daha entegre halde olan bir küresel ekonomi, özellikle eski Doğu bloku ülkelerinde ve ayrıca başta Çin olmak üzere gelişmekte olan ekonomilere sahip diğer ülkelerde yeni fırsatlar ve pazarlar açtı. Geniş enerji ve diğer hammadde kaynaklarına sahip olan Rusya, Soğuk Savaş sırasında güvenilir bir tedarikçi olduğunu kanıtlamıştı ve en azından ilk başta, barış zamanında, bu gelecek vaat eden ortaklığı genişletmek mantıklı görünüyordu.

Ancak Sovyetler Birliği’nin ve Varşova Paktı’nın dağılmasını deneyimleyen Rus liderliği, bunlardan Berlin ve diğer Avrupa başkentlerindeki liderlerinkinden keskin bir şekilde ayrılan farklı sonuçlar çıkardı. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, komünist yönetimin barışçıl bir şekilde devrilmesini, daha fazla özgürlük ve demokrasi için bir fırsat olarak görmek yerine “yirminci yüzyılın en büyük jeopolitik felaketi” olarak nitelendirdi. 1990’larda Sovyet sonrası alanın bazı bölgelerinde yaşanan ekonomik ve siyasi kargaşa, bugüne kadar pek çok Rus vatandaşının Sovyetler Birliği’nin bitişiyle ilişkilendirdiği kayıp ve ıstırap duygusunu şiddetlendirdi.

Otoriter ve emperyalist hırslar işte bu ortamda yeniden ortaya çıkmaya başladı. 2007’de Putin, Münih Güvenlik Konferansı’nda agresif bir konuşma yaptı ve kurallara dayalı uluslararası düzeni Amerikan egemenliğinin bir aracı olduğunu söyleyerek alaya aldı. Ertesi yıl Rusya, Gürcistan’a savaş açtı. 2014 yılında Rusya, Kırım’ı işgal ederek topraklarına kattı ve kuvvetlerini Ukrayna’nın doğusundaki Donbas bölgesinin bazı kısımlarına göndererek uluslararası hukuku ve Moskova’nın kendi antlaşma taahhütlerini doğrudan ihlal etti. Sonraki yıllarda Kremlin silah kontrolü anlaşmalarını yok saydı ve askeri kapasitesini genişletti, Rus muhalifleri zehirledi ve öldürdü, sivil topluma baskı yaptı ve Suriye’de Esad rejimini desteklemek için acımasız bir askeri müdahale gerçekleştirdi. Putin’in Rusyası adım adım kendisini Avrupa’dan ve işbirlikçi, barışçıl bir düzenden uzaklaştıran bir yol seçti. Olaf Scholz

İMPARATORLUK GERİ DÖNÜYOR

Kırım’ın yasadışı ilhakını ve doğu Ukrayna’da çatışmaların patlak vermesini takip eden sekiz yıl boyunca, G-7’deki Avrupalı ve uluslararası ortakları ile Almanya, Ukrayna’nın egemenliğini ve siyasi bağımsızlığını korumaya, Rusya tarafından gerginliğin daha fazla tırmandırılmasını önlemeye, Avrupa’da barışı yeniden tesis etmeye ve korumaya odaklandı. Seçilen yaklaşım, Rusya’ya yönelik kısıtlayıcı önlemleri diyalogla birleştiren siyasi ve ekonomik baskının bir bileşimiydi. Almanya, Fransa ile birlikte Minsk Anlaşması ve buna tekabül eden Minsk sürecinin yolunu açan, Rusya ile Ukrayna’ya ateşkes taahhüt etmekle birlikte bir dizi başka adım atma çağrısında bulundukları Normandiya Formatı olarak adlandırılan görüşmeleri devreye soktu. Aksiliklere ve Moskova ile Kiev arasındaki güven eksikliğine rağmen, Almanya ve Fransa süreci devam ettirdi. Ancak revizyonist bir Rusya, diplomasinin başarılı olmasını imkânsız hale getirdi.

Rusya’nın Şubat 2022’de Ukrayna’ya yönelik acımasız saldırısı, aslen yeni bir gerçekliğin önünü açtı: Emperyalizm Avrupa’ya geri dönmüştü. Rusya, yirminci yüzyılın en korkunç askeri yöntemlerinden bazılarını kullanıyor ve Ukrayna’da tarifsiz acılara neden oluyor. On binlerce Ukraynalı asker ve sivil hayatını kaybetti; çok daha fazlası yaralandı veya travmatize oldu. Milyonlarca Ukrayna vatandaşı, Polonya ve diğer Avrupa ülkelerine sığınmak için evlerini terk etmek zorunda kaldı; bunların bir milyonu ise Almanya’ya geldi. Rus topları, füzeleri ve bombaları Ukrayna’daki evleri, okulları ve hastaneleri enkaza çevirdi. Mariupol, Irpin, Kherson, Izyum: Bu dört yer sonsuza dek dünyaya Rusya’nın suçlarını tüm dünyaya hatırlatmaya hizmet edecek ve bu olayın failleri adalete teslim edilmelidir.

Ancak Rusya’nın savaşının etkisi Ukrayna’nın ötesine geçiyor. Putin saldırı emrini verdiğinde inşa edilmesi on yıllar almış Avrupa ve uluslararası barış mimarisini paramparça etti. Putin’in liderliği altında Rusya, Birleşmiş Milletler Antlaşması’nda yer alan en temel uluslararası hukuk ilkelerine bile meydan okudu: Bir uluslararası politika aracı olarak güç kullanımından vazgeçilmesi ve tüm ülkelerin bağımsızlığına, egemenliğine, toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesi taahhüdü. Emperyal bir güç olarak hareket eden Rusya, şimdi sınırları zorla yeniden çizmeye ve dünyayı bir kez daha bloklara ve etki alanlarına bölmeye çalışıyor.

DAHA GÜÇLÜ BİR AVRUPA

Dünya Putin’in istediğini yapmasına izin vermemeli; Rusya’nın intikamcı emperyalizmi durdurulmalıdır. Şu anda Almanya için kritik rol, ordumuza yatırım yaparak Avrupa’nın ana güvenlik sağlayıcılarından biri haline gelmek, Avrupa savunma sanayisini güçlendirmek, NATO’nun doğu kanadındaki askeri varlığımızı güçlendirmek, Ukrayna’nın silahlı kuvvetlerini eğitmek ve donatmaktır.

Almanya’nın yeni rolü, yeni bir stratejik kültür gerektirecek ve hükümetimin bundan birkaç ay sonra benimseyeceği ulusal güvenlik stratejisi bu gerçeği yansıtacak. Son otuz yılda, Almanya’nın güvenliği ve ülkenin silahlı kuvvetlerinin teçhizatı ile ilgili kararlar, barış içindeki bir Avrupa temelinde alındı. Şimdiyse asıl soru, bizim ve müttefiklerimizin Avrupa’da, çoğu Rusya’dan gelen, hangi tehditlerle yüzleşmemiz gerektiği olacaktır. Bunlar, müttefik topraklara yönelik potansiyel saldırıları, siber savaşı ve hatta Putin’in tehdit edişini çok da gizli tutmaya çalışmadığı uzak bir nükleer saldırı olasılığını içeriyor. Olaf Scholz

Transatlantik ortaklığı, bu zorluklarla yüzleşmek için hayati önemdedir ve hayati önemde olmaya devam edecektir. ABD Başkanı Joe Biden ve yönetimi, dünya genelinde güçlü ortaklıklar ve ittifaklar kurup bunlara yatırım yaptıkları için övgüyü hak ediyor. Ancak dengeli ve dayanıklı bir Transatlantik ortaklık, Almanya ve Avrupa’nın da aktif roller oynamasını gerektiriyor. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının ardından hükümetimin aldığı ilk kararlardan biri, silahlı kuvvetlerimiz olan Bundeswehr’i daha iyi donatmak için yaklaşık 100 milyar dolarlık özel bir fon tahsis etmek oldu. Hatta bu fonu kurmak için anayasamızı dahi değiştirdik. Bu karar, Bundeswehr’in 1955’te kurulmasından bu yana Alman güvenlik politikasındaki en keskin değişikliği işaret ediyor. Askerlerimiz, ülkemizi ve müttefiklerimizi savunmak için ihtiyaç duydukları siyasi desteği, malzemeleri ve gücü alacaklardır. Amaç, bizim ve müttefiklerimizin güvenebileceği bir Bundeswehr. Bunu başarmak için Almanya, gayri safi yurtiçi hasılamızın yüzde ikisini savunmamıza yatıracak.

Baumholder, Almanya’daki NATO Müdahale Gücü’nün Alman üyeleri, Kasım 2022
Wolfgang Rattay / Reuters

Bu değişiklikler, Alman toplumundaki yeni bir zihniyeti yansıtıyor. Bugün Almanların büyük bir çoğunluğu, ülkelerinin düşmanlarını caydırmaya ve kendisi ile müttefiklerini savunmaya hazır, yetenekli bir orduya ihtiyacı olduğu konusunda hemfikir. Almanlar, ülkelerini Rus saldırganlığına karşı savunan Ukraynalıların yanında yer alıyor. 2014’ten 2020’ye kadar Almanya, Ukrayna’nın en büyük özel yatırım ve devlet yardımı kaynağıydı. Ve Rusya’nın işgali başladığından beri Almanya, Ukrayna’ya mali ve insani desteğini artırdı, ayrıca G-7’nin başkanlığını yürütürken uluslararası müdahalenin koordinasyonuna yardımcı oldu.

Aynı zamanda Zeitenwende, silah ihracatı konusunda Alman politikasının onlarca yıllık, köklü bir ilkesini hükümetimin yeniden gözden geçirmesine yol açtı. Bugün, Almanya’nın yakın tarihinde ilk kez, iki ülke arasındaki bir savaşa silah ulaştırıyoruz. Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski ile yaptığım görüşmelerde bir şeyi çok net ifade ettim: Almanya, gerektiği sürece Ukrayna’yı destekleme çabalarını sürdürecektir. Bugün Ukrayna’nın en çok ihtiyacı olan şey top ve hava savunma sistemleridir, Almanya’nın müttefiklerimiz ve ortaklarımızla yakın koordinasyon içinde sağladığı şey de tam olarak budur. Almanya’nın Ukrayna’ya verdiği destek aynı zamanda tanksavar silahları, zırhlı asker taşıyıcıları, uçaksavar silahları ve füzeleri ile topçu tespit radarı sistemlerini de içeriyor. Yeni bir AB misyonu, 5.000 kadarı -tüm bir tugay- Almanya’da olmak üzere, 15.000’e kadar Ukrayna askerine eğitim sunacak. Bu arada Çek Cumhuriyeti, Yunanistan, Slovakya ve Slovenya, Ukrayna’ya yaklaşık 100 tane Sovyet dönemi ana muharebe tankı teslim etti veya teslim etmeyi taahhüt etti; Almanya da buna karşılık bu ülkelere yenilenmiş Alman tankları temin edecek. Böylelikle Ukrayna, Ukrayna kuvvetlerinin iyi bildiği ve kullanma deneyimine sahip olduğu ve Ukrayna’nın mevcut lojistik ve bakım planlarına kolayca entegre edilebilecek tankları teslim alıyor.

NATO’nun eylemleri Rusya ile doğrudan bir çatışmaya yol açmamalı, ancak ittifak Rusya’yı makul bir biçimde saldırganlığından caydırmalıdır. Bu amaçla Almanya, Litvanya’daki Alman liderliğindeki NATO muharebe grubunu güçlendirdi ve bu ülkenin güvenliğini sağlamak için bir tugay atayarak NATO’nun doğu kanadındaki varlığını önemli ölçüde artırdı. Almanya ayrıca NATO’nun Slovakya’daki muharebe grubuna asker katkısında bulunuyor ve Alman hava kuvvetleri Estonya ile Polonya’daki hava sahasının izlenmesi ve emniyete alınmasına yardımcı oluyor. Aynı zamanda Alman donanması NATO’nun Baltık Denizi’ndeki caydırıcılık ve savunma faaliyetlerine de katıldı. Almanya ayrıca NATO’nun herhangi bir beklenmedik duruma hızlı bir şekilde yanıt verme yeteneğini geliştirmek için tasarlanan Yeni Kuvvet Modeli’ne, bir zırhlı tümen ile önemli hava ve deniz varlıkları (tümü yüksek hazırlık durumunda) sağlayacak. Ve Almanya, çift kabiliyetli F-35 savaş uçakları satın almak da dahil olmak üzere, NATO’nun nükleer paylaşım düzenlemelerine olan bağlılığını sürdürmeye devam edecek.

Moskova’ya mesajımız çok net: NATO topraklarının her bir karışını olası bir saldırıya karşı savunmaya kararlıyız. NATO’nun herhangi bir müttefike yapılan saldırının tüm ittifaka yapılmış sayılacağına dair verdiği ciddi sözü tutacağız. Ayrıca Rusya’ya nükleer silahlarla ilgili son söyleminin pervasız ve sorumsuz olduğunu açıkça ifade ettik. Kasım ayında Pekin’i ziyaret ettiğimde, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ile nükleer silah kullanma tehdidinin kabul edilemez olduğu ve bu tür korkunç silahların kullanılmasının insanlığın haklı olarak çizdiği bir kırmızı çizgiyi aşacağı konusunda hemfikirdik. Putin, bu sözleri not etmelidir.

“Moskova’ya mesajımız çok net: NATO topraklarının her bir karışını savunmaya kararlıyız.”

Ukrayna’nın işgalinin hasımları arasındaki ilişkileri gereceğine dair iddiası, Putin’in çok sayıdaki yanlış hesaplamalarından biri. Gerçekte ise bunun tam tersi oldu: AB ve Transatlantik ittifakı her zamankinden çok daha güçlü. Bu, hiçbir noktada, Rusya’nın karşı karşıya olduğu benzeri görülmemiş ekonomik yaptırımlardan daha belirgin değil. Etkisi her geçen hafta artan bu yaptırımların, çok daha uzun bir süre yürürlükte kalması gerekeceği daha savaşın başından belliydi. Putin, Rusya’nın bir barış anlaşmasının şartlarını dikte etmeye çalışması durumunda tek bir yaptırımın bile kaldırılmayacağını anlamalı.

G-7 ülkelerinin tüm liderleri, Zelenski’nin Ukrayna’nın toprak bütünlüğü ile egemenliğine saygı duyan ve Ukrayna’nın gelecekte kendini savunma yeteneğini koruyan adil bir barışa hazır olmasını takdir ettiler. Almanya, ortaklarımızla koordinasyon halinde, savaş sonrası olası bir barış anlaşmasının parçası olarak Ukrayna’nın güvenliğini sürdürmek için düzenlemelere varmaya hazırdır. Ancak, Ukrayna topraklarının sahte referandumlarla kötü bir şekilde gizlenen yasadışı ilhakını kabul etmeyeceğiz. Bu savaşı bitirmek için, Rusya askerlerini geri çekmelidir.

İKLİM İÇİN İYİ, RUSYA İÇİN KÖTÜ

Rusya’nın savaşı, yalnızca AB, NATO ve G-7’yi saldırganlığına karşı birleştirmekle kalmadı; aynı zamanda ekonomi ve enerji politikasında uzun vadede Rusya’ya zarar verecek olan ve halihazırda sürmekte olan temiz enerjiye geçiş sürecini hızlandıracak değişiklikleri hızlandırdı. Aralık 2021’de Almanya şansölyesi olarak göreve başladıktan hemen sonra, danışmanlarıma Rusya’nın Avrupa’ya gaz sevkiyatını durdurmaya karar vermesi durumunda bir planımız olup olmadığını sordum. Rusya’nın gaz sevkiyatına tehlikeli bir şekilde bağımlı hale gelmemize rağmen cevap hayırdı.

Hemen en kötü senaryoya hazırlanmaya başladık. Rusya’nın Ukrayna’yı topyekûn işgalinden önceki günlerde Almanya, Rusya’nın Avrupa’ya gaz arzını önemli ölçüde artıracak olan Kuzey Akım 2 boru hattının onayını askıya aldı. Şubat 2022’de, Avrupa dışındaki küresel pazardan sıvılaştırılmış doğal gaz ithal etme planları masaya yatırılmıştı ve önümüzdeki aylarda, ilk yüzer LNG terminalleri Almanya kıyılarında hizmete girecek.

Putin, Almanya’ya ve Avrupa’nın geri kalanına olan arzı keserek enerjiyi silah haline getirmeye karar verdiğinde, en kötü senaryo kısa sürede gerçekleşti. Ancak Almanya artık Rus kömürü ithalatını tamamen durdurdu ve AB’nin Rus petrolü ithalatı da yakında sona erecek. Dersimizi aldık: Avrupa’nın güvenliği, enerji tedarikçileri ile enerji rotalarını çeşitlendirmeye ve enerji bağımsızlığına yatırım yapmaya dayanıyor. Eylül ayında, Kuzey Akım boru hatlarının sabotajı da bunu vurguladı.

Almanya ve Avrupa’daki potansiyel enerji kıtlıklarını telafi etmek için hükümetim kömürle çalışan elektrik santrallerini geçici olarak aktifleştiriyor ve Alman nükleer santrallerinin başlangıçta planlanandan daha uzun süre çalışmasına izin veriyor. Ayrıca, özel sektöre ait gaz depolama tesislerinin kademeli olarak daha yüksek minimum dolum seviyelerini karşılamasını zorunlu kıldık. Bugün tesislerimiz tamamen dolu, oysa geçen yıl bu zamanlarda seviyeler anormal derecede düşüktü. Bu, Almanya ve Avrupa’nın kışı gaz sıkıntısı çekmeden atlatması için iyi bir temel.

Rusya’nın savaşı bize, bu iddialı hedeflere ulaşmanın kendi güvenliğimiz ve bağımsızlığımız için olduğu kadar, Avrupa’nın güvenliğini ve bağımsızlığını savunmak için de gerekli olduğunu gösterdi. Fosil enerji kaynaklarından uzaklaşmak, elektrik ve yeşil hidrojen talebini artıracak ve Almanya, rüzgâr ve güneş enerjisi gibi yenilenebilir enerjilere geçişi büyük ölçüde hızlandırarak bu sonuca hazırlanıyor. Hedeflerimiz net: 2030’a kadar Almanların kullandığı elektriğin en az yüzde 80’i yenilenebilir enerjiden üretilecek ve 2045’e kadar Almanya net sıfır sera gazı emisyonuna veya “iklim nötrlüğüne” ulaşacak.

PUTİN’İN EN KÖTÜ KÂBUSU

Putin, Avrupa’yı nüfuz bölgelerine ayırmak ve dünyayı büyük güçler ile vasal devletler bloklarına bölmek istedi. Savaşı, bunun yerine, yalnızca AB’nin ilerlemesine hizmet etti. Haziran 2022’deki Avrupa Konseyi’nde AB, Ukrayna ve Moldova’ya “aday ülke” statüsü verdi ve Gürcistan’ın geleceğinin Avrupa’da olduğunu tekrardan doğruladı. Ayrıca, benim kişisel olarak arkasında durduğum bir hedef olarak, Batı Balkanlardaki altı ülkenin tamamının AB’ye üyeliğinin bir gerçeklik haline gelmesi gerektiği konusunda da anlaştık. Bu nedenle Batı Balkanlar için bölgedeki iş birliğini derinleştirmeyi, ülkeleri ve vatandaşlarını birbirine yaklaştırmayı ve onları AB entegrasyonuna hazırlamayı amaçlayan Berlin Süreci adı verilen süreci yeniden canlandırdım.

AB’yi genişletmenin ve yeni üyeleri entegre etmenin zor olacağını kabul etmek önemlidir; milyonlarca insana boş yere umut vermekten daha kötü bir şey olamaz. Ama yol açık, hedef belli: 500 milyondan fazla özgür vatandaştan oluşacak; dünyanın en büyük iç pazarını temsil edecek; ticaret, büyüme, iklim değişikliği ve çevre koruma konularında küresel standartları belirleyecek; önde gelen araştırma enstitülerine ve yenilikçi işletmelere ev sahipliği yapacak bir AB, benzersiz bir sosyal refah ve kamu altyapısına sahip istikrarlı demokrasilerden oluşan bir aile.

AB bu amaca doğru ilerlerken hasımları, AB üyeleri arasına engel koymayı denemeye devam edecek. Putin, AB’yi hiçbir zaman siyasi bir aktör olarak kabul etmedi. Ne de olsa, hukukun üstünlüğüne dayalı özgür, egemen, demokratik devletlerin birliği olan AB, onun emperyalist ve otokratik kleptokrasisinin antitezi.

Putin ve diğerleri, dezenformasyon kampanyaları ve nüfuz ticareti yoluyla kendi açık, demokratik sistemlerimizi aleyhimize döndürmeye çalışacaklar. Avrupa vatandaşları çok çeşitli görüşlere sahiptir ve Avrupalı siyasi liderler, özellikle jeopolitik ve ekonomik zorluklar esnasında ileriye doğru giden yolda tartışır ve bazen karşı karşıya gelirler. Bunlar açık toplumlarımızın engelleri değil, özellikleridir; bunlar demokratik karar vermenin özüdür. Ancak bugünkü hedefimiz, bu bölünmüşlüğün Avrupa’yı yabancı müdahaleye karşı savunmasız hale düşürebileceği kritik alanlarda safları sıklaştırmaktır. Güçlü ve egemen AB vizyonunu paylaşan Almanya ve Fransa arasındaki her zamankinden daha derin olan iş birliği, bu misyon için çok önemlidir.

Nicolás Ortega

Daha geniş anlamda, AB eski çatışmalarının üstesinden gelmeli ve yeni çözümler bulmalıdır. Avrupa göç ve maliye politikası buna örnek teşkil eder. İnsanlar Avrupa’ya gelmeye devam edecek ve Avrupa’nın da göçmenlere ihtiyacı var; bu nedenle AB’nin pragmatik ve kendi değerleriyle uyumlu bir göç stratejisi geliştirmesi gerekiyor. Bu, düzensiz göçü azaltmak ve aynı zamanda, özellikle işgücü piyasalarımızın ihtiyaç duyduğu vasıflı işçiler için Avrupa’ya ulaşan yasal yolları güçlendirmek anlamına geliyor. Birlik, maliye politikası konusunda, yüksek enerji fiyatlarının yol açtığı mevcut zorlukların ele alınmasına da yardımcı olacak bir toparlanma ve dayanıklılık fonu oluşturdu. Ayrıca birlik, karar alma süreçlerinde ülkelerin tek başlarına belirli önlemleri veto etme yetkisini ortadan kaldırarak bencilce engelleme taktiklerini de ortadan kaldırmalıdır. AB genişledikçe ve jeopolitik bir aktör haline geldikçe, hızlı karar verme başarının anahtarı olacaktır. Bu nedenle Almanya, AB dış politikası ve vergilendirme gibi şu anda oybirliği kuralına giren alanlarda çoğunluk oyu ile karar alınması uygulamasının kademeli olarak genişletilmesini önerdi.

Ayrıca Avrupa kendi güvenliği için daha fazla sorumluluk üstlenmeye devam etmelidir ve savunma kapasitesini geliştirmek için koordineli ve entegre bir yaklaşıma ihtiyacı vardır. Örneğin, AB üye devletlerinin orduları çok fazla farklı silah sistemi kullanıyor, bu durum ise uygulamada ve ekonomik alanda verimsizlikler yaratıyor. Bu sorunları ele alabilmek için AB, iç bürokratik prosedürlerini değiştirmek için cesur siyasi kararlar gerektirecek adımlar atmalıdır; Almanya da dahil olmak üzere AB üye devletleri, ortak üretilen askeri sistemlerin ihracatına ilişkin ulusal politikalarını ve düzenlemelerini değiştirmek zorundalar.

Avrupa’nın acilen ilerleme kaydetmesi gereken alanlardan biri hava ve uzay alanlarının savunmasıdır. Bu nedenle Almanya, NATO çerçevesinin bir parçası olarak önümüzdeki yıllarda kapasitesini artırıp hava savunmasını güçlendirecek. Bu girişimi Avrupalı komşularımıza da açtım ve sonuç, geçen Ekim ayında 14 Avrupa devletinin daha katıldığı Avrupa Hava Kalkanı Girişimi oldu. Avrupa’daki ortak hava savunması, hepimizin tek başına yapmasından daha verimli ve uygun maliyetli olacak, ayrıca bu girişim, NATO içindeki Avrupa sütununu güçlendirmenin ne anlama geldiğine dair muhteşem bir örnek sunuyor.

NATO, Avrupa-Atlantik güvenliğinin nihai garantörüdür ve gücü iki başarılı demokrasinin, Finlandiya ve İsveç’in, birliğe üye olmasıyla artacaktır. Ancak NATO, birliğin Avrupalı üyeleri AB çerçevesinde savunma sistemleri arasında daha fazla uyuma yönelik bağımsız adımlar attığında daha da güçlü hale gelecektir.

ÇİN İMTİHANI VE ÖTESİ

Rusya’nın saldırganlık savaşı Zeitenwende’yi tetiklemiş olabilir, ancak tektonik kaymalar çok daha derin. Tarih, bazılarının tahmin yürüttüğü üzere Soğuk Savaş ile bitmedi. Ya da tarih kendini tekerrür etmiyor. Birçok kişi, uluslararası düzende iki kutupluluk çağının eşiğinde olduğumuzu varsayıyor. ABD’yi Çin’e karşı kışkırtacak yeni bir soğuk savaşın ortaya çıkışını görüyorlar.

Ben bu görüşe katılmıyorum. Bunun yerine, tanık olduğumuz bu şeyin küreselleşmenin istisnai bir aşamasının sonu olduğuna, COVID-19 salgını ve Rusya’nın Ukrayna’daki savaşı gibi dış şokların hızlandırdığı, ancak yalnızca bunların sonucunda gerçekleşmeyen tarihi bir değişim olduğuna inanıyorum. Bu istisnai aşamada, Kuzey Amerika ve Avrupa 30 yıllık istikrarlı büyüme, yüksek istihdam oranları ve düşük enflasyon yaşadı. Ayrıca ABD, 21. yüzyılda da koruyacağı, dünyanın belirleyici gücü olma rolünü üstlendi.

Ancak küreselleşmenin Soğuk Savaş sonrası aşamasında, dünya tarihinin daha önceki uzun dönemlerinde olduğu gibi, Çin de küresel bir oyuncu haline geldi. Çin’in yükselişi, Pekin’i dışlamayı veya iş birliğini engellemeyi gerektirmez. Ancak Çin’in büyüyen gücü de Asya ve ötesindeki hegemonya iddialarını haklı çıkarmaz. Hiçbir ülke diğerinin arka bahçesi değildir ve bu, Asya ile diğer tüm bölgeler için geçerli olduğu kadar Avrupa için de geçerlidir. Son zamanlarda Pekin’e yaptığım ziyarette, açık ve adil ticaretin yanı sıra BM Antlaşması’nda yer alan kurallara dayalı uluslararası düzene yönelik kesin desteğimi ifade ettim. Almanya, Avrupalı ortaklarıyla uyum içinde, Avrupalı ve Çinli şirketler için eşit koşullar talep etmeye devam edecek. Çin ise bu konuda çok az şey yapıyor ve gözle görülür bir şekilde dışa açık olmaktan uzağa ve izolasyona yöneldi.

Pekin’de ayrıca, Güney Çin Denizi ve Tayvan Boğazı’nda artan güvensizliğe ilişkin endişelerimi dile getirdim ve Çin’in insan hakları ile bireysel özgürlüklere yaklaşımını sorguladım. Her bir BM üyesi devletin desteklemeye yemin ettiği temel haklar ve özgürlüklere saygı duymak, devletler için asla bir “iç mesele” olamaz.

Jackerath yakınlarındaki kömürle çalışan bir enerji santralinin önündeki rüzgar tribünleri, Almanya, Mart 2022 Wolfgang Rattay / Reuters

Bu arada, Çin ile Kuzey Amerika ve Avrupa ülkeleri, küreselleşmenin yeni aşamasının değişen gerçeklerine uyum sağlarken geçmişte düşük maliyetlerle mal ve hammadde üreterek istisnai bir büyüme sağlayan Afrika, Asya, Karayipler ve Latin Amerika’daki birçok ülke, şimdi giderek daha müreffeh hale geliyor ve kendi kaynak, mal ve hizmet taleplerine sahip oluyorlar. Bu bölgelerin, küreselleşmenin sunduğu fırsatları değerlendirmeye, artan ekonomik ve demografik ağırlıklarına paralel olarak küresel ilişkilerde daha güçlü bir rol talep etmeye hakkı vardır. Bu, Avrupa ve Kuzey Amerika’daki vatandaşlar için bir tehdit oluşturmuyor. Aksine, bu bölgelerin uluslararası düzene daha fazla katılım sağlamalarını ve entegre olmalarını teşvik etmeliyiz. Çok kutuplu bir dünyada çok taraflılığı canlı tutmanın en iyi yolu budur.

Almanya ve AB, bu nedenle Afrika, Asya, Karayipler ve Latin Amerika’daki birçok ülkeyle yeni ortaklıklara yatırım yapıyor ve mevcut ortaklıklarını genişletiyor. Birçoğu bizimle temel bir özelliği paylaşıyor: Onlar da birer demokrasi. Bu ortak nokta çok önemli bir rol oynuyor. Yalnızca yeni bir küresel ikileme katkıda bulunacak şekilde demokrasileri otoriter devletlerle karşı karşıya getirmeyi amaçladığımız için değil, demokratik değerlerin ve sistemlerin paylaşılması, 21. yüzyılın yeni çok kutuplu gerçekliğinde ortak öncelikler belirlememize ve ortak hedeflere ulaşmamıza yardımcı olacağı için. Ekonomist Branko Milanovic’in birkaç yıl önce ortaya attığı bir argümanı başka kelimelerle ifade edecek olursak, hepimiz kapitalist olabilirdik (Kuzey Kore ve bir avuç diğer küçük ülke hariç). Ancak kapitalizmin liberal, demokratik bir şekilde mi yoksa otoriter sınırlar içinde mi örgütlendiği çok büyük bir fark yaratıyor.

COVID-19‘a verilen küresel yanıtları ele alalım. Salgının başında bazıları, otoriter devletlerin uzun vadede daha iyi plan yapabildikleri ve zor kararları daha çabuk alabildikleri için kriz yönetiminde daha becerikli olduklarını savundu. Ancak otoriter ülkelerin pandemi geçmişleri bu görüşü pek desteklemiyor. Ayrıca, en etkili COVID-19 aşıları ve farmasötik tedavilerin tümü özgür demokrasilerde geliştirildi. Dahası, otoriter devletlerin aksine, demokrasiler, vatandaşların görüşlerini özgürce ifade edebilmeleri ve siyasi liderlerini seçebilmeleri nedeniyle kendi kendilerini düzeltme yeteneğine sahiptir. Toplumlarımızdaki, parlamentolarımızdaki ve özgür medyadaki daimî tartışma ve sorgulama bazen yorucu gelebilir. Ancak sistemlerimizi uzun vadede daha dayanıklı kılan da budur.

“Çin’in yükselişi Pekin’in izole edilmesini ya da işbirliğinin kısıtlanmasını gerektirmez.”

Özgürlük, eşitlik, hukukun üstünlüğü ve her insanın onuru, geleneksel şekilde ‘Batı’ olarak düşünülen şeye özgü değildir. Daha ziyade, bunlar tüm dünyada vatandaşlar ile hükümetler tarafından paylaşılıyorlar ve BM Antlaşması, giriş bölümünde bunların temel insan hakları olduğunu yeniden vurguluyor. Ancak otokratik ve otoriter rejimler genellikle bu haklara ve ilkelere meydan okur ya da bunları reddeder. Almanya da dahil olmak üzere AB ülkeleri bu hakları ve ilkeleri savunmak için, geleneksel olarak tanımlanan şekliyle ‘Batı’ dışındaki demokrasilerle daha yakın iş birliği yapmalıdır. Geçmişte Asya, Afrika, Karayipler ve Latin Amerika ülkelerine eşit muamele ettiğimizi iddia ettik. Ancak çoğu zaman sözlerimiz eylemlerimizle desteklenmemiştir. Bu değişmeli. Almanya’nın G-7 dönem başkanlığı sırasında grup, G-20 dönem başkanlığını yürüten Endonezya ile yakın bir şekilde gündemini koordine etti. Ayrıca, Afrika Birliği dönem başkanlığını yürüten Senegal’i; Latin Amerika ve Karayip Devletleri Topluluğu’nun başkanlığını yürüten Arjantin’i; G-20 ortağımız Güney Afrika’yı ve gelecek yıl G-20 başkanlığını yürütecek olan Hindistan’ı da görüşmelerimize dahil ettik.

Neticede, çok kutuplu bir dünyada diyalog ve iş birliği, demokratik konfor alanının ötesine geçmelidir. Amerika Birleşik Devletleri’nin yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi, “demokratik kurumları benimsemeyen, ancak yine de kurallara dayalı bir uluslararası sisteme bağlı olan ve sistemi destekleyen ülkeler” ile ilişki kurma ihtiyacını kesin olarak kabul ediyor. Dünya demokrasilerinin, gücü kurallara bağlayan ve Rusya’nın saldırganlık savaşı gibi revizyonist eylemlerin önünü kesen bir küresel düzeni savunmak ve sürdürmek için bu ülkelerle birlikte çalışması gerekecek. Bu çaba, pragmatizm ve bir dereceye kadar tevazu gerektirecektir.

Bugün tadını çıkardığımız demokratik özgürlüğe giden yolculuk aksilikler ve hatalarla doluydu. Ancak bazı hak ve ilkeler yüzyıllar öncesinden oluşmuş ve kabul edilmiştir. Habeas corpus, yani keyfi tutuklanmaya karşı koruma, bu tür temel haklardan biridir ve ilk olarak demokratik bir hükümet tarafından değil, İngiltere Kralı II. Charles’ın mutlakiyetçi monarşisi tarafından tanınmıştır. Aynı derecede önemli olan, hiçbir ülkenin komşusuna ait olanı zorla alamayacağı temel ilkesidir. Bu temel hak ve ilkelere saygı, iç siyasi sistemleri ne olursa olsun tüm devletlere zorunlu olmalıdır.

İnsanlık tarihinde, Soğuk Savaş sonrası dönemin başlarında dünyanın çoğunun deneyimlediği gibi görece barış ve refah dönemlerinin, kaba kuvvetle kuralların dikte edildiği tarihsel bir normdan nadir aralar veya sapmalardan ibaret olması gerekmez. Ve zamanı geri çeviremesek de saldırganlık ve emperyalizmin dalgasını hala geri çevirebiliriz. Günümüzün karmaşık, çok kutuplu dünyası bu görevi daha da zorlaştırıyor. Bunu gerçekleştirmek için Almanya ile AB, ABD, G-7 ve NATO’daki ortakları açık toplumlarımızı korumalı, demokratik değerlerimizi savunmalı ve ittifaklarımız ile ortaklıklarımızı güçlendirmelidir. Ancak dünyayı bir kez daha bloklara bölme cazibesinden de kaçınmalıyız. Bu, pragmatik bir şekilde ve ideolojik engeller olmadan yeni ortaklıklar kurmak için her türlü çabayı göstermek anlamına gelir. Günümüzün yoğun bir şekilde birbirine bağlı dünyasında barışı, refahı ve insan özgürlüğünü ileri taşıma hedefi, farklı bir zihniyet ve farklı araçlar gerektiriyor. Zeitenwende ise, eninde sonunda bu zihniyeti ve bu araçları geliştirmekle ilgilidir.

Çeviri: Tuğçe PULURLUOĞLU

Editör: Derya AZER

Olaf Scholz Olaf Scholz Olaf Scholz Olaf Scholz Olaf Scholz Olaf Scholz Olaf Scholz Olaf Scholz Olaf Scholz Olaf Scholz Olaf Scholz

6. Uluslararası Afro-Avrasya Çalışmaları Kongresi (14-15 Ekim 2022) Tam Metin Kitabı Yayınlandı!

0

14-15 Ekim 2022 tarihlerinde Girne Amerikan Üniversitesi, Al-Farabi Kazak Milli Üniversitesi, Tiran Üniversitesi tarafından desteklenen ve Uluslararası Balkan Üniversitesi ev sahipliğinde Kuzey Makedonya, Üsküp’te gerçekleştirilen 6. Uluslararası Afro-Avrasya Çalışmaları Kongresi kapsamında yapılan sunumlardan 17 tanesinin tam metin olarak bulunduğu kongre kitabına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz: 

Kongre Tam Metin Kitabı

Çeviri: Neoliberalizmin Enkazı

Bu yazı, Chris Murphy1’nin ‘The Atlantic’ için kaleme almış olduğu “The Wreckage of Neoliberalism” başlıklı görüş yazısından çevrilmiştir. Yazının aslına aşağıdaki bağlantıdan erişebilirsiniz.

The Wreckage of Neoliberalism

İkinci Dünya Savaşı sonrası üretilen neoliberal ekonomi projesi sona yaklaşıyor. Asıl soru ise son bölümü kimin yazacağı: Demokratlar mı yoksa totaliterler mi?

Milyonlarca Amerikalı için -özellikle de yüksek gelirli mega kent ekonomilerinde yaşamayanlar için- yaşamın bizzat kendisi rayından çıkmış gibi geliyor.

Bu yerinden edilmişlik hissi, Donald Trump’ın 2015 yılında başkanlık kampanyasını başlattığında kullandığı şikâyet siyasetinin temelindeydi. Trump, pek çok Amerikalının hissettiği anlam ve ekonomik özgürlük kaybı için suçlayacak göçmenler, Müslümanlar ve ekonomik elitler gibi kolay günah keçileri sundu. Amerika’yı dünya ekonomisinden ve uluslararası düzenden koparma niyetinin sinyallerini verdi. Ahlaki düzenin yeni uygulayıcıları olarak ailelerin ve kiliselerin yerini almış gibi görünen teknoloji şirketlerine ateş püskürdü. Üzücü bir şekilde, bu işe yaradı. Açıkçası, Trump’ın başkanlık yarışında olası bir 2024 eşleşmesinde Başkan Joe Biden ile başa baş gittiği düşünüldüğünde, hala da işe yarıyor.

Trump’ın saldırdığı şey aslında neoliberalizmin kendisidir. Ekonomik neoliberalizm, Batı’nın son 70 yıllık ekonomik ve kültürel düzeninin temelini oluşturmaktadır. Neoliberalizm genel olarak ticaret bariyerlerinden arındırılmış uluslararası piyasalar, hızla gelişen iletişim teknolojisi ve otomasyon, azaltılmış regülasyon ve güçlendirilmiş vatandaş-tüketicilerin refah, mutluluk ve güçlü demokrasinin anahtarı olduğunu savunmaktadır.

“Liberal” kelimesini içermesine rağmen neoliberalizm, özgürlükçü-muhafazakâr ekonomistler ve siyaset bilimciler tarafından Komünistler ve diğer otoriterler tarafından tercih edilen devlet kontrollü komuta ekonomisine bir alternatif olarak geliştirilmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden onlarca yıl sonrasında Amerikalılar bu yeni paradigmayı rahatça kabullendiler ve bunun nimetlerinden faydalanmaya oldukça hazır ve hevesliydiler. Bunun meyveleri bir süreliğine fazlasıyla toplandı. Ama sonrasında, bundan yaklaşık 30 yıl önce, proje uçlardan aşınmaya başladı. Yeni küresel ekonomi, Amerika’nın 20. yüzyılın başlarında ve ortalarında mavi yakalı aristokrasisini yaratan iyi ücretli işlerini yabancı ülkelere taşıdı ancak bunların yerlerini alan işler daha düşük ücret, daha az sosyal hak ve daha az ilerleme fırsatı sunuyordu. Hayatlarımızı daha kolay ve birbirine daha bağlı hale getirmeyi vaat eden teknoloji o kadar karmaşıklaşmaya ve baş döndürücü bir hızla gelişmeye başladı ki artık kontrolümüz altında olmadığını hissettik. Sosyal medya hayatımıza girerken kızgınlık ve toplumsal parçalanmayı da aynı zamanda beraberinde getirdi. Otomasyon ve çevrimiçi ticaret yerel ekonomilerimizi, yerel buluşma noktalarımızı ve yerel haber kaynaklarımızı sildi. Ve hayatlarımızı mutluluk için gerekli olan maddi ödüllerle doldurması beklenen tüketim kültürü; kültür ve kimliklerimizin şekilsiz, antiseptik ve kâr takıntılı uluslararası ekonomi tarafından yutulmasıyla pek çok kişinin kendini boşlukta hissetmesine neden oldu.

Bugün ortaya çıkan netice, gerçek bir Amerikan mutsuzluğu salgınıdır. Son on yılda yapılan anketler Amerikalıların hiç olmadığı kadar karamsar olduğunu gösteriyor. Kesintisiz bilgi akışına rağmen, bugün daha fazla Amerikalı daha önce hiç olmadığı kadar yoğun bir yalnızlık duygusu yaşadığını ifade ediyor. İnsanlar bir şeylere – parlak, süslü, karmaşık şeylere – daha fazla erişimleri olduğunu biliyorlar ancak anlam arayışı içindeler ve kendi gelecekleri üzerindeki bireysel kontrollerinin iç karartıcı şekilde azaldığını hissediyorlar.

Trump’ın neoliberalizm karşıtı mesajları başarılı olsa da, politikaları hiçbir zaman söylemleri ile örtüşmedi. Başkanlık koltuğunu terk ettiğinde Amerika’da iyi ücretli imalat işleri artmak yerine daha da azalmıştı. Trump, şirketlerin aşırılıklarını engellemek ya da ailelere ve işçilere güçlerini geri kazandırmak için hiçbir şey yapmadı – en önemli ulusal yasama başarısı, faydaların yüzde 83’ünün konuşmalarında saldırdığı nüfusun yüzde 1’ine gideceği bir vergi indirimi oldu. Ve sosyal medyanın yıpratıcı etkisini ya da kontrolsüz otomasyonu dizginleyecek hiçbir yasayı gündeme getirmedi. Gerçekten de ekonomik neoliberalizmi geri alma vaatlerinin hepsi boş söylemlerdi; bunun yerine tüm başkanlık dönemi, iktidara yükselirken kınadığı statüko güçlerine verilen bitmek bilmeyen bir ödül geçidi gibiydi.

Cumhuriyetçiler Washington’da yeniden iktidara gelirse hiçbir şey değişmeyecek. Cumhuriyetçi nihilistler devlet yönetiminden o kadar nefret ediyorlar ki partileri, Amerika’ya yenilik ve üretim işlerini geri getirmek için gerekli olan ulusal sanayi politikasını yaratacak mevzuatı asla geçiremeyecek. Cumhuriyetçilerin ortalama Amerikalıları kontrolsüz şirket gücünden ya da modern teknolojinin aşırılıklarından korumak için gereken tüketici dostu düzenleme çerçevelerine yönelik herhangi bir ilgisi de yok.

Trump ve destekçileri, neoliberal düzen hakkında basmakalıp eleştirel laflar ederken nihayetinde bu düzenin en büyük lehtarlarına hizmet eden sahtekarlardır ve Demokratlar onları bu şekilde afişe etmelidir. Elitlere yönelik retorik saldırıları ne olursa olsun, Cumhuriyetçilerin gündemi hala devleti milyarder ve kurumsal dostlarına iltimas sağlamak için kaba bir araç olarak kullanmakla başlayıp bitiyor. Demokrat dostlarım bu ikiyüzlülüğü ortaya çıkarma konusunda daha iyi bir iş çıkarmalı ve ardından bizi, hükümetin yalnızca hayalperest bir neoliberal idealinin kolaylaştırıcısı olarak değil, halkın çıkarları doğrultusunda hareket etmesini isteyen Amerikalıların doğal tercihi haline getirecek çalışmalarda bulunmalıdır.

Neyse ki, Başkan Biden’ın ilk iki yılındaki çabaları Demokratlara, neoliberalizmin başarısızlıklarına karşı bir panzehir olarak uygulanabilir ekonomik milliyetçiliği yeni ve kazandırıcı bir mesajı olarak pazarlama fırsatı sunuyor. Biden şimdiden ekonomik milliyetçiliğin pratikte nasıl işlediğini gösteren üç önemli yasa tasarısı sundu. İlk olarak, Bipartisan Altyapı Yasası (Bipartisan Infrastructure Law), Amerika’nın yollarını, demiryollarını ve elektrik hatlarını yeniden inşa etme çalışmalarını başlattı ve bu da kaybedilen işleri Amerika’ya geri çekecek. İkinci olarak ise CHIPS Yasası, Ohio’da kurulacak 20 milyar dolarlık ve 3.000 kişiyi istihdam edecek bir mikroçip fabrikasının yakın zamanda duyurulmasının da ortaya koyduğu üzere Amerikan mikroçip endüstrisini yeniden canlandırdı. Son olarak, Enflasyonu Düşürme Yasası (Inflation Reduction Act) yerli yenilenebilir enerji sektörünü güçlendirdi ve bir tahmine göre, bu yasa önümüzdeki on yıl içinde 9 milyon yeni iş yaratacak.

Bunlar sadece laf değil, icraat. Bu, ekonomik milliyetçiliğin gerçek gündemi. Ve Demokratların, sağın sahte, neoliberalizm karşıtı popülizmini geride bırakmak için bu yasama başarıları silsilesini avantaja çevirmesi gerekiyor. Bunun için Demokratların, Cumhuriyetçilerin elitlere verdiği desteği (zenginler için vergi indirimleri, Sosyal Güvenliğin özelleştirilmesi), Demokratların Amerikan sanayisinin yeniden doğuşuna ve iyi ücretli işlere olan bağlılığıyla karşı karşıya koymaları gerekiyor. Demokratlar sanayi politikaları konusundaki mücadeleyi kazanabilir, yeter ki bu tartışmayı yürütmeye kararlı olalım.

Demokratlar ayrıca Amerikalıların savaş sonrası neoliberalizmle ilgili diğer şikayetlerini de dikkate almalıdır. Örneğin insanların teknoloji için çalışması yerine teknolojinin insanlar için çalışmasını güvence altına alacak asıl parti Cumhuriyetçiler değil Demokratlardır. Cumhuriyetçilerin düzenlemelere karşı olan düşmanlıkları, onları sosyal medya için yeni kurallar koymaya karşı alerjik hale getirecektir. Ancak şu da bir gerçek ki hiçbir teknoloji şirketi, tek bir CEO’nun bir algoritma hakkındaki kararının piyasaları hareketlendireceği ya da siyasi konuşmaları yeniden tanımlayacağı kadar büyük olmamalıdır. Hiçbir sosyal medya şirketinin küçük çocukları kasıtlı olarak hedef almasına izin verilmemelidir. Amerikalılar teknolojinin kendilerine hizmet etmesini istiyor, hükmetmesini değil.

Demokratlar tüketici ahlakının, aile ve toplum temelli ahlaki standartların yerine ikame edilmesinin zararları hususunda seslerini yükseltmelidir. Mevcut Amerikan kültürünün bizi inandırmak istediğinin aksine, iyi bir tüketici olmak iyi bir insan olmak anlamına gelmez. Değer yapılarını piyasalar değil aileler belirlemelidir. Ancak Cumhuriyetçiler durmaksızın “aile yanlısı” parti olduklarını iddia ederek şu anda bu alanda avantajı ele geçirmiş durumdalar. Gerçek şu ki, “aileyi” tanımlamak için kullandıkları kriterler de dahil olmak üzere Cumhuriyetçilerle ilgili pek az şey “aile yanlısı”. Aile oluşumuyla ilgili temel kararların -evlilik ve doğumla ilgili kararların- bireylerin değil hükümetin elinde olmasını istiyorlar. Çocuklu aileler için vergi indirimlerine karşı çıkıyorlar. Çocuklarımızı eğiten devlet okulu öğretmenlerine savaş açıyorlar. Ekonomik küreselleşme konusunda da olduğu gibi, aileler söz konusu olduğunda da Cumhuriyetçilerin söyledikleri hep lafta kalıyor. Çocuklu aileler için vergi indiriminin, kamu eğitiminin ve uygun fiyatlı üniversitelerin partisi olan Demokratlar, asıl aile yanlısı olan partidir. Ailelere güç ve karar yetkisi vermek için daha iyi politikalara sahibiz ve bu politikaları tüketim ekonomisinin aşırılıklarına karşı bir panzehir olarak çerçevelemek, partimizi ahlakın piyasaya devredilmesi karşısında artan hoşnutsuzluğun doğru tarafında konumlandırmaya yardımcı olur.

Demokratlar, sağlıklı dozda teknoloji şüpheciliği ile bezenmiş aile yanlısı bir ekonomik milliyetçilik anlayışını vurgulayarak, toplumumuzun neoliberal uzlaşı altında acı çeken ve bu uzlaşıdan usanmış kesimlerine hitap eden yeni bir koalisyon kurabilirler. Demokrasimizin geleceğinin, hangi partinin neoliberal düzene en gerçekçi alternatifi sunduğu sorusuna bağlı olduğunu söylemek pek de abartı sayılmaz. Cumhuriyetçilerin sahte popülizmi, iktidarı bütünüyle ele geçirmenin bir aracıdır. Bu artık demokrasi sonrası Cumhuriyetçi Parti dönemidir ve eğer Cumhuriyetçilerin neoliberalizm eleştirisi 2024 seçimlerinde partilerini iktidara taşır ve tam güç getirirse Demokratların bir daha asla kazanmamasını sağlamak için demokrasinin işleyiş kurallarını değiştirmeleri kuvvetle muhtemeldir. Trump’ın Cumhuriyetçi Partisi, Demokratların Amerika için varoluşsal bir tehdit oluşturduğuna inanıyor ve bu nedenle solu yenmek için her türlü yöntemi – demokrasinin sonunu bile- meşru görüyor. İster binlerce profesyonel devlet memurunun tasfiyesi, ister oy kullanma haklarına yönelik baskıların devam etmesi, isterse de seçimlere hile karıştırılması olsun, Trump ve müttefikleri Kongre ve Beyaz Saray’ın kontrolünü tekrar ele geçirirse 250 yıllık maceramız sona erebilir.

Ulusumuzun kaderi bu olmak zorunda değil. Demokrasiyi kurtarırken neoliberal dünya düzeninin zararlı etkilerini tersine çevirmek mümkündür. Bugün Demokratlar, Amerikan eyaletlerinin yarısında rekabet edemiyor. Ülkenin büyük ölçüde kırsal olan kesimlerinde neoliberal ekonomi tarafından arkada bırakıldıklarını hisseden Amerikalılar, ekonomik kaderleri üzerindeki kontrollerini yeniden kazanmak istiyorlar. Sosyal medyanın çocuklarını esir almasından ve küresel ticaretin küçük esnafı yok etmesinden endişe ediyorlar. Ailelerin ve yerel kurumların gücünün azalması, gece uykularını kaçırıyor. Bugün bu şekilde düşünen seçmenin büyük çoğunluğu Trump’ı destekliyor. Bu durum demokrasimizin geleceği için bir felaket niteliğinde. Ancak henüz çok geç değil. Demokratlar, bu endişeyi en iyi anlayan ve gideren parti olursa yeni ve kalıcı bir siyasi ittifak kurabilirler. Bu görev hayati olduğu kadar gerçekleştirilebilir de.

1 Chris Murphy, Demokrat Parti’nin kıdemsiz Connecticut eyaleti senatörü ve ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi’nin bir üyesi.

Çeviri: Derya AZER

Editör: Ayşenur ALİŞİROĞLU

Uluslararası Boğazlarda Egemenlik ve Haklar Üzerine Bir Anlaşmazlık: Korfu Boğazı Davası

Özet

Soğuk Savaş döneminde Arnavutluk ve Birleşik Krallık arasında geçen Korfu Boğazı Davası, iki ülkenin bu boğaz üzerinde sahip olduğu haklarla ilgili anlaşmazlıklardan doğmuş ve iki ülke bu anlaşmazlığı kendi aralarında çözüme ulaştıramayınca bu dava Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD) taşınmıştır. Bu dava UAD’nin ilk itirazı olarak tarihe geçmiştir. Dava öncesi süreç ve iki ülke arasındaki bu anlaşmazlığın çözümü oldukça uzun bir döneme yayılmıştır. Dava kararları ise uluslararası boğazların tanımı ve bu boğazlardan geçiş rejiminin düzenlenmesi konusunda önemli bir zemin hazırlamıştır. Bunun yanında, kararlar devletlerin uluslararası sorumluluklarının altını tekrar çizmiştir. Davanın gelişiminde Soğuk Savaş döneminin politik koşulları da etkileyici bir faktör olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında farklı saflarda yer alan Birleşik Krallık ve Arnavutluk arasında halihazırda var olan ideolojik farklar ve tanınma problemi, Arnavutluk’un boğazlardaki egemenlik konusundaki hassasiyetini artırmıştır. Anlaşmazlık süresince Arnavutluk Birleşik Krallık gemilerinin Korfu Boğazı’ndan geçişini bir tehdit olarak algılamış, Birleşik Krallık ise bu boğazdan geçiş hakkı olduğunu belirtmiştir. Süreç içerisinde Birleşik Krallık’ın da Arnavutluk’un egemenliğini ihlal eden eylemleri gerçekleştirmiştir ancak genel anlamda Arnavutluk yasal sorumluluklarını yerine getirmediğinden UAD tarafından haksız görülmüş ve maddi cezaya tabi tutulmuştur. Bu araştırmada Korfu Boğazı Davası’nın gelişimi, uluslararası deniz hukukuna etkisi ve tarafların anlaşmazlık boyunca sergilediği tutumların hukuki boyutu incelenmiştir. 

Anahtar Kelimeler: Uluslararası Boğazlar, zararsız geçiş hakkı, uluslararası sorumluluk, egemenlik, boğaz geçiş rejimleri. 

Abstract

The Corfu Channel Case, which took place between Albania and the United Kingdom during the Cold War, arose from disputes regarding the rights of the two countries over this channel. After a long-term dispute which could not come to be solved between these two countries, the issue was brought to the International Court of Justice (ICJ). Court decisions have provided a significant basis for the definition of international straits and the regulation of the transit regime through these straits. In addition, the resolution has emphasized the international responsibilities of states. In the background of these disputes, the political conditions of the Cold War era have existed as an influential factor. Albania and the United Kingdom have been on two conflicting sides since the Second World War. Therefore, the existing ideological differences and the recognition problem between these two countries have increased the sensitivity of Albania to the sovereignty in the straits. During these conflicts, Albania evaluated the navigation of British ships through the Corfu Channel as a threat. On the other hand, the United Kingdom has emphasized the right of innocent passage that is applied when the ships are navigating in the international straits. During the process of dispute, the United Kingdom also carried out actions that violated Albania’s sovereignty; however, in general, Albania was deemed unfair by the ICJ and was subject to financial penalties due to its unfulfilled international responsibilities. In this research, the development of the Corfu Channel Case, its impact on the international law of the sea, and the legal dimension of the parties’ attitudes throughout the dispute were examined.

Keywords: International Straits, the right of innocent passage, international responsibility, sovereignty, the regime of the straits.

Giriş

UAD’nin ilk itirazı olan Korfu Boğazı Davası Soğuk Savaş döneminde gerçekleşmiş, bu davanın tarafları Birleşik Krallık ve Arnavutluk olmuştur (İnaç ve Yazıcı, 2018: 149). İki ülke arasında Korfu Boğazı’ndaki egemenlik tartışmalarıyla başlayan bu süreç, UAD’nin uluslararası boğazlardan geçiş rejimi konusunda deniz hukukuna katkı sağlayan bir kararla sonuçlanmıştır. Korfu Boğazı Davası’nın gelişim sürecine bakıldığında, Arnavutluk’un Korfu Boğazı’ndaki egemenlik hassasiyetinin önemli rol oynadığını söylemek mümkündür. İki ülke arasındaki anlaşmazlık Arnavutluk’un Korfu Boğazı’ndan geçen iki kraliyet donanması savaş gemisine ateş açmasıyla başlamıştır. Bu olaydan sonra Birleşik Krallık Arnavutluk’tan geri adım beklese de Arnavutluk egemenlik iddiasından vazgeçmemiştir. Bunun üzerine Birleşik Krallık Korfu Boğazı’ndan tekrar geçiş yapıp Arnavutluk’un tepkisini ölçmek istediğinde gemileri ve mürettebatı bu boğaz sınırlarına yerleştirilen mayınlar sebebiyle ağır hasar görmüştür. Nihayetinde Arnavutluk tarafından haksız bir zarara uğratıldığını düşünen Birleşik Krallık, Arnavutluk’un rıza göstermediği bir tetkik operasyonu ile bu mayınları araştırıp incelemiştir. İki ülke arasındaki olaylar Birleşik Krallık tarafından zararsız geçiş hakkının ihlali, Arnavutluk tarafından ise boğazlardaki egemenlik hakkının ihlali olarak görülmüştür. UAD kararında Birleşik Krallık’ın Korfu Boğazı’ndan geçişinin zararsız olduğu ve Arnavutluk’un bu boğazın sınırlarında gerçekleşen olaylardan sorumlu tutulması gerektiği belirtilmiştir. Bunun yanında, Birleşik Krallık’ın mayın operasyonunun ise Arnavutluk’un kara sularındaki egemenliğini ihlal ettiği karara bağlanmıştır. Tüm bu sürecin daha iyi kavranması adına, iki ülke arasında geçen bu anlaşmazlığın gerçekleştiği dönemin politik yapısına değinilmesinde fayda vardır. Anlaşmazlığın ve dava sürecinin Soğuk Savaş döneminde gerçekleştiği göz önünde bulundurulduğunda, Arnavutluk’un ve Birleşik Krallık’ın Soğuk Savaş’ın iki farklı safında yer aldığını unutmamak gerekir. Henüz Korfu Boğazı’ndaki anlaşmazlık başlamadan önce, ülkede artan Sovyet etkisinden dolayı Arnavutluk’un Birleşmiş Milletler’e (BM) üyeliğine Güvenlik Konseyi’nde Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından veto verilmiştir. “Ayrıca Arnavutluk ve Yunanistan arasındaki sınır anlaşmazlığında Arnavutluk’un desteklediği komünist partizanlara karşılık, ABD ve Birleşik Krallık Yunanistan ordusunu desteklemiştir”. İki ülke arasındaki politik farklılıklar ve dengeler incelendiğinde, Birleşik Krallık tarafından resmi olarak tanınmamış Arnavutluk’un egemenliğinin korunması konusunda oldukça duyarlı davranması daha iyi anlaşılmaktadır (Geiger, 2019: 02.38). Bu hassasiyet doğrultusunda Arnavutluk, Korfu Boğazı’ndan geçen iki Kraliyet Donanması savaş gemisine karşı sert bir tutum benimseyip, bu gemileri tehdit olarak algılamıştır. Birleşik Krallık’ın hak arayışı ve ısrarı ise iki ülke arasındaki anlaşmazlığı UAD’ye taşımıştır. Bu araştırmanın amacı, Korfu Boğazı Davası’na neden olan anlaşmazlığın gelişim sürecini, anlaşmazlığın UAD’ye nasıl taşındığını ve UAD’nin bu dava hakkında verdiği kararları incelemektir. Bu incelemeler yapılırken Korfu Boğazı’nda yaşanan gelişmelerin gerçekleştiği dönemin politik durumunun olayların gelişimine nasıl etki ettiğine, iki ülkenin anlaşmazlık süresince benimsediği tutumların hukuki ve siyasi niteliğine de değinilerek dava hakkında bütüncül bir açıklama yapmak hedeflenmiştir. Araştırma yapılırken dava öncesi süreç, dava süreci ve dava sonucu ayrı başlıklar altında incelenmiş, Korfu Boğazı Davası hakkındaki literatürden yararlanılarak kapsamlı bir kronolojik açıklama okura sunulmuştur.

1. Dava Öncesi Süreç 

Korfu Boğazı’nda Birleşik Krallık ve Arnavutluk arasında yaşanan anlaşmazlıkların UAD’ye taşınması uzun soluklu bir süreç olmuştur. İki ülke arasındaki krizi başlatan olay 15 Mayıs 1946 tarihinde gerçekleşmiştir. Korfu Boğazı’ndan geçen iki Kraliyet Donanması savaş gemisine Arnavutluk tarafından ateş açılmıştır. Birleşik Krallık Arnavutluk’un gerilime yol açan bu hamlesini kınamıştır. Boğazlardan barışçıl bir şekilde geçmenin uluslararası hukuk tarafından tanınmış bir hak olduğunu bildiren Birleşik Krallık karşısında Arnavutluk hükümeti yabancı savaş ve ticari gemilerin Arnavutluk kara suları sınırlarından geçmesinin tek koşulunun Arnavutluk’un önceden verilmiş yetkisi olduğunu ifade etmiştir. 2 Ağustos 1946 tarihinde ise, Birleşik Krallık benzer bir olayın tekrar yaşanması durumunda misilleme yapılacağını belirtmiştir. 24 Eylül’de Londra Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın İngiltere Akdeniz Başkomutanı’na iletisi de Arnavutluk ile yeniden diplomatik ilişkilerin kurulmasının tekrar hükümetin gündemde olduğunu ve majestelerinin Arnavutluk’un davranışlarını düzeltip düzeltmeyeceğini bilmek istediğini içeren bir metin olmuştur (Corfu Chanel Case Merits, 1949: 5). Birleşik Krallık’ın Arnavutluk’un geri adım atacağını düşünmesi diplomatik ilişkilerin tekrar kurulabileceği yönünde tasarılara sebep olsa da, iki ülke arasındaki gerginlik daha da tırmanıp yasal bir süreci başlatacaktır. Zira 22 Ekim 1946 tarihinde, Birleşik Krallık sahip olduğu zararsız geçiş hakkına Arnavutluk’un nasıl bir tepki göstereceğini ölçme amacıyla üç gemisine Korfu Boğazı’ndan geçme emri verdiğinde yerleştirilen mayınlar sebebiyle gemiler ağır hasar almış ve can kayıpları meydana gelmiştir. “13 Kasım’da ise maden tetkiki ve kanıt toplama amacıyla Arnavutluk kara suları sınırlarında tek taraflı bir operasyon gerçekleşmiştir. Her ne kadar Birleşik Krallık bu operasyonu yapacağını Arnavutluk’a önceden bildirmiş olsa da, Arnavutluk bu konuda Birleşik Krallık’a herhangi bir yetki vermemiş ve bu operasyonu protesto etmiştir” (Waibel, 2010). 

Altı ay süren bu kriz sürecinden de görüldüğü üzere Birleşik Krallık zararsız geçiş hakkını aramakta ısrarcı olsa da Arnavutluk Korfu Boğazı’ndan yapılacak geçişlerin bir egemenlik ihlali olduğu görüşünden vazgeçmemiştir. Birleşik Krallık’ın yaptığı son operasyon her iki taraf açısından yaşanan problemi daha da derin bir sürece sürüklemiştir. Bu noktada, iki ülke arasında yaşanan krizin hukuki boyutunu incelemek yerinde olacaktır. Olaya konu olan “zararsız geçiş” kavramı BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nde tanımlanmıştır. Bu tanıma göre, “Geçiş sahildar devletin barışına, güvenine veya düzenine zarar vermedikçe zararsızdır”. Bu noktada, Birleşik Krallık gemilerinin Korfu Boğazı’ndan 15 Mayıs’taki geçişi zararsız niteliktedir ancak Arnavutluk Cumhuriyeti bu geçişi tehdit olarak algılayıp ateş açmıştır. 13 Kasım’da Birleşik Krallık tarafından Arnavutluk kara sularında başlatılan mayın tetkik operasyonu ise BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin zararsız geçiş durumunu bozacak istisnai durumlardan biridir. Sözleşmede belirtilen bu istisnai durum “geçişle doğrudan bir ilgisi bulunmayan diğer her türlü faaliyette bulunulmasıdır” (Vank, 1998: 88, akt. İnaç vd., 2018: 156-157). Birleşik Krallık tarafından yapılan operasyon Arnavutluk’un karşı çıktığı bir operasyon olmakla beraber, Arnavutluk kara sularında yapılmıştır. Bu değerlendirmelerden yola çıkılarak her iki ülkenin de uluslararası hukuka aykırı hamleleri olduğu söylenebilir ancak genel duruma bakıldığında hangi ülkenin hukuki olarak haklı konumda olduğu ancak UAD’nin verdiği karardan sonra kesinleşecektir.

2. Dava Süreci

Yukarıda aktarılan olaylardan sonra iki ülke arasında yaşanan krizi uluslararası mercilere ilk taşıyan taraf Birleşik Krallık olmuştur. Gerçekleşen mayın patlamaları sonucu ortaya çıkan maddi ve manevi zarardan Arnavutluk’un sorumlu tutulmasını isteyen Birleşik Krallık, 1947’nin Ocak ayında BM Güvenlik Konseyi’ne (BMGK) başvuruda bulunmuştur. BMGK ise 9 Nisan tarihinde iki ülkenin hak arayışına acilen UAD’ye başvurarak devam etmeleri gerektiğini dile getiren bir önerge yayınlamıştır. BMGK’nin bu önergesi üzerine BM Arnavutluk ile görüşme yapmaksızın UAD’ye tek taraflı bir başvuruda bulunmuştur (Harding, Bancroft ve Stein, 1949: 646). Konsey ise 9 Nisan tarihinde iki ülkenin hak arayışına acilen UAD’ye başvurarak devam etmeleri gerektiğini dile getiren bir önerge yayınlamıştır. BMGK’nin bu önergesi üzerine BM Arnavutluk ile görüşme yapmaksızın UAD’ye tek taraflı bir başvuruda bulunmuştur. Başta BMGK’nin önergesinin bağlayıcı olduğunu öne süren İngiltere’ye itiraz eden Arnavutluk, sonrasında UAD’nin kararına uymak durumunda kalıp İngiltere ile ortak düzenledikleri Özel Anlaşma’da çözülmesini istediği noktaları belirtmiş ve Divan’a 25 Mart 1948 tarihinde başvuruda bulunmuştur (Wright, 2017: 491; Güneş, 2007: 221). Resmi olarak dava sürecine giren iki ülkeden Birleşik Krallık Arnavutluk kara sularında bulunan mayınlardan gördüğü zararın telafi edilmesini beklerken, Arnavutluk ise Birleşik Krallık’ın yaptığı teknik araştırmaların ülke egemenliğini ihlal ettiğini öne sürerek gereğinin yapılmasını istemiştir. Her iki ülkenin talebi doğrultusunda Divan tarafından değerlendirilen hususlar aşağıda detaylarıyla açıklanacaktır. 

Arnavutluk kara sularındaki mayınların varlığı sorunu hakkında Birleşik Krallık’ın iddiası bu mayınların Arnavutluk’un teklifi üzerine iki Yugoslav savaş gemisi tarafından yerleştirdiği olmuştur. Divan bunun üzerine, bu gizli ortaklığın kanıtlanmadığını ve mayınların kim tarafından yerleştirildiğinin hala kesin olmadığını vurgulamıştır. Divanın asıl değindiği nokta Arnavutluk’un sözü edilen mayınlar konusundaki yasal sorumluluğudur. Zira mayınların bizzat Arnavutluk tarafından yerleştirildiğine dair de ciddi bir delil söz konusu değildir. Buna karşılık Birleşik Krallık mayınları yerleştiren taraf her kim olursa olsun bu olayın gerçekleşmesinin Arnavutluk’un bilgisi olmadan mümkün olamayacağını öne sürmüştür. Öte yandan, bir uluslararası hukuk ihlalinde bir devlet sıkı kontrollerle bu ihlal hakkında doğrudan kanıt sağlayacak bulguları yok edebilecek durumdadır. Son olarak Birleşik Krallık Arnavutluk’un mayınların varlığını öğrendiğinde yalnızca Birleşik Krallık’ın tetkik operasyonuna tepki gösterdiğini, ancak kara sularına kendisinden habersiz mayın yerleştirilmesinin ciddi bir egemenlik ihlali olmasına karşın bu olaya tepki göstermediğini belirtmiştir. Bununla birlikte Birleşik Krallık, madenlerin varlığı ortaya çıktıktan sonra Arnavutluk tarafından herhangi bir yasal araştırma sürecinin başlatılmamış olmasının tek açıklamasının Arnavutluk hükümetinin mayınların yerleştirme sürecinden haberdar olması ve gizli kalmasını tercih etmesi olduğunu ifade etmiştir (Corfu Chanel Case Merits, 1949 :6). Birleşik Krallık’ın bu iddialarının yerinde ve kuvvetli iddialar olduğunu söylemek mümkündür.

Arnavutluk’un dava süresince bulunduğu iddialar incelendiğinde ise, iki devlet arasında uzun bir dönem boyunca süren anlaşmazlıktaki tutumunun hiç değişmediğini söylemek mümkündür. Zira Arnavutluk yine Birleşik Krallık’ın Korfu Boğazı’ndan geçişinin ülke egemenliğine zarar verdiğini öne sürmüştür. Bununla birlikte, Korfu Boğazı’nın uluslararası sular kapsamındaki konumuyla ilgili görüşü de bu boğazın uluslararası deniz seferlerinde birincil öneme sahip olmadığı ve açık denizin iki bölümünün bağlanması açısından gerekli bir rota olmadığıdır (Waibel,2010). Arnavutluk Birleşik Krallık’ın kara suları sınırlarında yetkisiz araştırma yapması konusunda da itirazlarını sürdürmüştür. Bu noktada UAD Arnavutluk’a hak verecektir. Arnavutluk’un Korfu Boğazı hakkındaki tutumuna bakıldığında, boğazlar konusunda ciddi bir hassasiyete sahip olduğu görülmektedir. Uluslararası hukuka aykırı davrandığı UAD tarafından açıklanacak Arnavutluk’un bu hassasiyetine olayın yaşandığı dönem olan 1946’lı yılların politik durumunun da etki ettiği söylenebilir.

3. Dava Sonucu

25 Mart 1948’de başlayıp 9 Nisan 1949’da sonuçlanan Korfu Boğazı Davası kararları uluslararası deniz hukuku açısından önemli bir gelişme olmuş ve boğazların geçiş rejiminde bazı tanımların geliştirilmesine sebep olmuştur (Demir, 2018:335). UAD’nin kararında Arnavutluk’un öne sürdüğü egemenlik ihlali iddiası yalnızca Birleşik Krallık’ın yaptığı operasyon konusunda haklı görülmüş, Birleşik Krallık’ın Korfu Boğazı’ndan yaptığı diğer geçişlerinin Arnavutluk’un egemenliğine bir tehdit oluşturulmadığı belirtilmiştir. “Divan’a göre uluslararası bir andlaşma ile aksi yönde bir düzenleme söz konusu olmadıkça, kıyı devletinin barış zamanında bu türden geçişleri yasaklama yetkisi yoktur” (The Corfu Channel Case, Merits, 1949: 28, akt. Güneş, 2007:221).  Ayrıca, UAD uluslararası boğazların tanımını “Açık denizin iki parçasını birleştiren ve uluslararası deniz ulaşımında kullanılmakta olan” şeklinde geliştirerek bu konudaki tanım karmaşasına çözüm getirmiştir (İnaç vd., 2018:152). Bunun yanında, Korfu Boğazı’nın uluslararası seferlerde ikincil öneme sahip olmasının boğazın uluslararası geçişlerde kullanılmasına engel teşkil etmediğine karar verilmiştir. Son olarak, Arnavutluk kara suları sınırlarına yerleştirilen mayınların Arnavutluk’un bilgisi olmadan gerçekleşemeyeceğine kanaat getirilmiş, Arnavutluk’un Birleşik Krallık’ı bu konuda uyarma sorumluluğu olduğunu açıklamıştır.

Arnavutluk tazminat davasının son aşamasına katılmayı reddetse de UAD Arnavutluk’u sorumlu tuttuğu zararın tazminat bedelini 843,947 İngiliz sterlini olarak belirmiştir. Arnavutluk bu tazminatı ödemeyi reddedince, Birleşik Krallık Nazi Almanyası’nın Arnavutluk merkez bankasından yağmaladığı ve Üçlü Altın Komisyon adına İngiltere Bankası’nda tutulan 13 milyon dolara el koymuştur. 1991 yılında yeniden başlatılan diplomatik ilişkiler ve Arnavutluk’un Birleşik Krallık’a tazminat ödemeyi kabul etmesiyle birlikte, Birleşik Krallık el koyduğu altınları Arnavutluk’a iade etmeyi kabul etmiştir. Birleşik Krallık’ın Arnavutluk’un egemenliğini ihlal eden tetkik operasyonları hakkında ise hukuka aykırılık beyanı bildirilmiştir ve bu ihlal manevi zarar olarak değerlendirilmiştir (Waibel, 2010). 

Tartışma ve Sonuç

Birleşik Krallık ve Arnavutluk arasında geçen Korfu Boğazı Davası tarihsel süreç içerisinde bir bütün olarak incelendiğinde, Soğuk Savaş dönemi gerginliğinin bu anlaşmazlığın çıkmasında etkili bir faktör olduğu söylenebilir. Zira Arnavutluk’un Birleşik Krallık’a karşı egemenliğini muhafaza etmek konusunda ısrarcı ve önleyici tutumu, iki ülke arasında olaylar yaşanmadan önce var olan politik gelişmelerle yakından ilgilidir. Arnavutluk’un Birleşik Krallık Donanması gemilerinin egemenliğini ihlal ettiği görüşü uluslararası hukuka aykırı bir zemin üzerine inşa edilmiştir. Arnavutluk Korfu Boğazı’nın uluslararası geçişlerde geçilmesi şart olmayan bir rota olduğunu ileri sürerek bu boğazın uluslararası niteliği hakkında çekince yaratmış ve bu boğazda hukuka aykırı bir egemenlik inşa etme çabasına girmiştir. Birleşik Krallık’ın tüm diplomatik çabalarına rağmen Arnavutluk’un boğazlardaki egemenlik konusunu bir güvenlik sorunu haline getirme çabası devam etmiştir. Birleşik Krallık’ın hak arayışında ısrarcı olması ülke açısından olumlu bir tutum olsa da Arnavutluk’un Korfu Boğazı’ndan tekrar geçmesini planladığı iki Birleşik Krallık gemisine ateş açması karşılığında misilleme yapacağını bildirmesi diplomatik açıdan iki ülke arasında gerginlik yaratabilecek bir ültimatom niteliğindedir. Bunun yanında, Korfu Boğazı anlaşmazlığı uzun soluklu bir süreç olmuştur ve UAD’nin büyük bir savaştan sonra uluslararası bir anlaşmazlıkta aktif rol oynaması da uluslararası hukuk ve anlaşmazlıkların çözümü açısından önemli bir gelişmedir. UAD’nin Korfu Boğazı Davası kararları uluslararası boğazlardan geçiş rejimlerinin düzenlemesinde sonradan verilecek kararlar için bir zemin oluşturmuştur. Zararsız geçiş kavramı UAD’nin kararıyla gündeme gelmiş ve uluslararası boğazların tanımı çekincesiz hale getirilmiştir. Bunun yanında, dava kararı devletlerin uluslararası sorumlulukları konusunda hassas davranması gerektiğinin altını çizmiştir. Davaya taraf olan her iki ülkenin de egemenlik konusunda ihlalleri olmuş, Arnavutluk haksız bir egemenlik inşası gerçekleştirirken Birleşik Krallık Arnavutluk kara sularında ülkenin rızası dışında tetkik operasyonu yaparak Arnavutluk’un egemenliğini ihlal etmiştir. İki ülke arasındaki bu anlaşmazlığı çözümleyen UAD’nin kararı ise uluslararası boğazlar, uluslararası sorumluluk ve boğazlardaki egemenlik kavramlarıyla ilgili önemli kararları içeren ve deniz hukukunun gelişmesi açısından fayda sağlayacak niteliktedir. 

Zeynep Deniz Kumbaroğlu

Uluslararası Hukuk Staj Programı

Editör: Gizem GÜVEN

Kaynakça:

Bancroft, H. F., Stein, E. (1949). The Corfu Channel Case: Judgment on the Preliminary Objection. Stanford Law Review, 1(4): 646–657. https://doi.org/10.2307/1226351 

Corfu Channel Case Merits. (1949). https://icj-cij.org/public/files/case-related/1/1647.pdf, (12 Eylül 2022). 

Demir, İ. (2018). Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin Feshi. Türkiye Barolar Birliği Dergisi, 136, 328-359. 

Geiger, L. (2019). The Corfu Channel Incident and beginnings of the Cold War [Video]. The History Guy [Youtube Kanalı].  

Güneş, Ş. (2007). Türk Boğazları. ODTÜ Geliştirme Dergisi, 34(2), 217-250.

İnaç, H., Yazıcı, B. (2018). Uluslararası Hukuk Açısından Korfu Boğazı Davası ve Sonuçları. Akademik Bakış Dergisi, 70, 148-165.  

Wright, Q. (2017). The Corfu Channel Case. American Journal of International Law, 43(3), 491-494.

Deneme: Sadece İnsan

Dünya üzerinde bir insanın başka bir insandan başka sığınacak yeri yurdu yoktur. Burada kullandığım sözcüğe özellikle dikkatinizi çekmek isterim. “İnsan” diyorum, sadece “insan”. Kadın, erkek, çocuk gibi cinsiyetçi veya ayrımcı yaklaşımlardan ve bu yaklaşımların zihnimize kazıdığı somut, soyut bütün öğretilerden, toplum için uygun olan veya olmayan bütün tanımlamalardan kendini sıyırmış̧ bir sözcük. Kimi zaman basitçe okunup geçilebilse de görmek isteyene bambaşka anlamlar anlatmaya çalışan bir sözcük aslında. İnsan olmak; eğitim ister, emek ister, çaba ister, sabır ister, azim ister. İstemek eylemi her kelimeye yakışan bir fiil değildir. İsteyen kelimeler bizi bir yerden çok güzel başka yerlere taşıyan kelimelerdir. Kelimeler bir şey isterlerse ancak verebilir bazı insanlara değerini, unvanını, yaşamının güzelliklerini. Bizler çalışmayı istersek, çalışmak bize başarıyı verir, biz var olmak istersek hayat bizi bir yerlerde var eder. Haykırmak bize sesimizi verir, sesimizi duyurmak istersek sesimiz bir yerlerde yankılanacak yeri bulur. Yankılanırsa sesimiz susturmaya çalışırlar. Ama biz devam etmeyi istersek çorap söküğüne döner her şey. Ve eğer sorunlarımızı çorap söküğüne dönüştürmeyi başarabilirsek o sökükten yeni çorabı kendi ayağımıza göre dikebiliriz. Kendi şeklini istediğimiz gibi verebiliriz. 

Hepimizin bildiği üzere yalnızca Türkiye’de değil tüm dünyada kadınlara ve çocuklara gerek bireysel olarak gerek toplumsal olarak pek çok haksızlıklar yapılmış, saygıda hep kusur edilmiştir. Kadınlar hep eğitimsiz, çocuklar hep çekingen, fakat bu özelliklerin ortak paydasında erkek birleşince olumsuz özellikler uçuşup yerine gayet eğitimli, atılgan ve özgüvenli insan sıfatları yer almıştır. Geçmişten bu yana, düşünce yapısı evirilerek, süregelen toplum tarafından bunun altında yatan sebeplerin çok eskilere dayandığı söylenmesine rağmen ilk imparatorlukların tarihine şöyle kısa bir göz gezdirdiğimizde aslında meselenin o zamanlardan gelmeyip sonradan peyderpey düşünce yapısının bozulduğunu, farklı yönlere çekildiğini anlarız. İlkel toplumlarda kadın, hayat veren ve verdiği hayatı yetiştiren, şekillendiren olarak tanımlanmıştır. Bu sebeptendir ki Frig imparatorluğunda bereket tanrıçası Kibele bir kadın (Darga, 2013: 256), Mısır’da en büyük hükümdarlar kadınlar (Lebip, 1947: 90 akt. Babila, 2016: 138), Hititlerde kralın (rubaum) eşi kraliçe (rubatum) tek başına bir şehrin hükümdarıdır (Doğan-Alparslan, 2020). Hititler Anadolu’nun ilk kanunlarında kadın haklarına dahi yer verirken nasıl oluyor da bu hale gelmişiz demeden edemiyor insan… Bu konuya basit bir örnek vermek gerekirse daha önce avcılık ve savaşla uğraşan erkekler zamanla çiftçilik, çobanlık ve zanaatkarlık yapmaya başlamışlar ve böylelikle üretimde etkin bir role sahip olmuşlardır. Ayrıca, bu dönemde ürün değiş tokuşları başlamış, mal sahipleri ve tüccarlar sınıfının oluşumu hızlanmış ve kölelik ortaya çıkmıştır. Köleliğin ortaya çıkışıyla kadınların statüsünde büyük bir düşüş yaşanmaya başlamıştır. Çünkü köleler daha çok kadınlardan ve aşağı sınıf erkeklerden oluşturulmuştur (Millet, 1987 akt. Kapanoğlu, 2006: 11). Geçmişten günümüze evirilen bu kanunlar, bazı ülkelerde olağanüstü̈ şekilde farklılaşıp zorla kadınlara ve hatta çocuklara dayatılmaya çalışılmıştır. Bu konuda biraz Hindistan’dan bahsetmek istiyorum, Hindistan’da kocalarının ölümüyle dul kalan kadınların kocalarının cenaze ateşinde yakılması gerekliğine dayanan “sati geleneği” 1988’de kaldırıldı (Aslan, 2022; Şahin, 2017). Akıllarda biriken sorular; Neden bu geç kalınmıştık, neden özgürlükten, bireysellikten bu kadar korkan cinsiyetçilik? Yine Hindistan’da annenin henüz hamileyken doğacak çocuğunun cinsiyet belirleme testinin zorla yaptırılması sonucu eğer ki doğacak olan çocuk kız ise kürtaj işlemiyle çocuğun alınması (Baynes, 2019), alt sınıfta bulunan genç̧ kızlardan alınan meme vergisi (BBC News, 2016), İran’da 9 yaşından itibaren başörtüsü takmak zorunda olan kızlar (Tonga, 2019), eşi 4’ten fazla evlilik yapmadığı sürece boşanmada kadının gösterdiği gerekçenin geçersiz sayılması, kocasının izni olmadan yurt dışına çıkamayan evli kadınlar ve aynı şekilde baba izni olmadan yurt dışına çıkamayan genç kızlar (Tok, 2018), Mısır’da kadın sünneti, çok eşlilik ve daha pek çokları… Bazı zihinler hala 8 Mart Kadınlar Günü’ne anlamını veren, çoğu kadın toplamda 129 işçinin hayatını kaybettiği 1857 tekstil olaylarından öncesine gitme hayalleri kuruyor olmalı ki, bugün hala işçiler arası eşitsizlikler önümüze çıkıyor, kadınlar bugün dahi eşit işe eşit ücret talep ediyor. Hal böyle olunca haklarını bilmeyen kadın, gücünü yettiremediği erkeklere ya muhtaç kalıyor ya da umudunu biricik evladında aramak zorunda kalıyor.

Değneğin ucu çocuğa dokununca iş artık iş olmaktan çıkıyor ve çocuk köleliği başlıyor. Bugün çocuklarımız evde maruz kaldığı gerek psikolojik gerek fiziksel şiddetin zoruyla dışarıda dilenci, işverenin yanında işçi olmuştur. Bunun yanı sıra sayısı sokakta oynayan çocuklar da varlar. Aileler çoğunlukla tedirginlikle salıyor çocuklarını sokaklara ve parklara. Bu konuda işlevsellik kazandırmak adına çeşitli koruma ve korunma metotlarından bahsedebiliriz. Kadınlara uygulanan bir metot olan ‘‘biçimsel yaklaşım’’, eşitsizliğe sembolik olarak karşı çıkan ama soruna ilişkin önlem almayan bir metottur. “Kadınlar tıpkı erkekler gibi akşam istediği vakitte dışarıda dolaşabilir fakat ben onlar için ek önlem almam, bekçi ya da polis bulundurmam” anlayışı biçimsel yaklaşıma örnek olarak verilebilir. Bu yaklaşımın kavramsal olarak iyimser görünmekten başka hiçbir işimize yaramadığı görülmektedir. Aynı tanımı çocuk için de uyarlayıp kullanabiliriz ama yine faydasını göremeyeceğimiz bir çözüm yolu olmaktan öteye geçemez. Biçimsel yaklaşımın yanında bir de “dönüştürücü yaklaşım” vardır ki sadece kavramsal ve teorik bir çerçeve sunmaz aynı zamanda uygulamaya değer yaklaşım biçimidir. Dönüştürücü yaklaşım, eşitliği savunduğu kadar eylemsel düzeyde de gerekeni yapar. Bu yaklaşımda “toplumun her kesimi günün istediği vakti dışarıda bulunabilir ve ben vatandaşları korumak adına sokaklarda yeteri kadar ek önlem alırım” anlayışı hakimdir. Tıpkı biçimsel yaklaşımda olduğu gibi dönüştürücü metodun da sadece kavramsal çerçevesini bilmenin de bize pratik düzeyde pek bir faydası olamayacağı açıktır. Bu nedenledir ki dönüştürücü yaklaşımı, toplumsal eşitliğin pratik boyutundaki gereklilikleri var gücümüzle uygulamaya çalışmak haklarımızı kullanabilmemiz için önemli bir adımdır. Ancak bu şekilde konuya ilişkin laf kalabalığı yapmayı bırakıp eylemsel olarak somut çözümler üretebiliriz.

Farkındalık yaratmaya çalışan bir yazarın sadece yazdığıyla ve okuyucuların da sadece okuduklarıyla kalmasını hiçbirimiz istemeyiz tabii ki. Bizim teşvik edenlerden olmamız lazım. Toplumsal dönüşüm için önderlik edecek ruhlarımızı ortaya çıkarmamız lazım. Kadın dernekleri kurulsun, yayılsın her yerde sesimiz. İllerde, ilçelerde hatta köylerde. Dernekteki üyelerin birkaçı sadece mahallelere, evlere gidip eğitim versin, halkı bilinçlendirsin, öğrensin ve en önemlisi öğretsin. Konferanslar yapılsın, 7’den 70’e her yaşta kadın katılsın. Yaşlı üyeler geçmiş deneyimlerini anlatıp gençlere ışık tutsun. Büyükler versin, küçükler alsın. Düşüncelerimiz mirasımız olsun… Yazalım sağa, sola, duvarlara, kağıtlara… Sadece ataların değil anaların da sözü olsun. Çalışma hayatında çocuklu olanlara da destek verici faaliyetler yapılsın. Kadınların çalıştığı işyerlerine yakın yerlere oyun parkları, kreşler, okullar yapılsın.

Çocuk hakları konusunda yapılması gereken ise “Bir çocuğu ancak başka bir çocuk anlayabilir” sloganıyla haklarını bilen, öğrenen çocukların diğer çocuklara eğitim vermesi olmalıdır. Yetişkinler sadece çocuğu değil onun haklarını da tanımalılar. Çocuk dernekleri yaygınlaştırılsın, yönetimini ellerine verelim, hakları teker teker duvarlara asılsın, bilsinler başlarına gelen kötü bir olayı orada çözebileceklerini ve bilsinler dileklerini, isteklerini, korkularını, sorunlarını dile getirince birlikten kuvvet doğacağını (Uluslararası Çocuk Hakları Elçileri Derneği, 2022). Bu değişimler yüzyılında görünmez olmaktan çıkanlar kadar hala çıkamayanlar olduğunu biliyoruz. Kadınların elinden eğitimi aldılar ki dünyaya getirdiği çocukları eğitmesin, cahil toplum yetişsin. Çünkü cahil bir toplum yöneticilerin her zaman daha işine gelir, daha kolay otoriter fikirlerini gerçekleştirebilir ve sloganlarını insanlara ezberletebilirler.

Bir kadının okuması demek tabularını yıkmak demek, etrafındakilere boyun eğmemesi demek, önüne çıkarılan engelleri bir bir aşması demek. Eğitim demek uyanmak demek; artık sen ben yok, biz varız demektir çünkü. Anlaşılacağı üzere yolumuzun sonu bir kez daha eğitime çıktı, yoldan çıkanlar da eğitimsizlikten çıktı. O halde artık yola çıkma zamanı! Mustafa Kemal Atatürk’ün “En büyük savaş̧ cahilliğe karşı verilen savaştır’’ sözü bizim pusulamız, “Toplumun düşmanı cehalet, cehaletin düşmanı da öğretmendir” sözü de yönergemiz olsun. Onun öngörebildiklerine kulak verelim. Sözlerini, yaşadıklarını uygulayalım, eğitimsiz toplumla savaşmayı bırakmayalım. Her daim, öğretmen de biz olalım, öğrenci de.

Esra HASSUNOĞLU

Kaynakça:

Aslan, B. (2022). 3 Ocak 1988: Hindistan’da Sati’yi önleme yasası resmî olarak kabul edildi. Çatlak Zemin. Erişim Adresi: https://catlakzemin.com/3-ocak-1988-hindistanda-satiyi-onleme-yasasi-resmi-olarak-kabul-edildi/ (Erişim Tarihi: 18 Aralık, 2022).

Babila, M. H. A. (2016). Eski Mısır’da Kadın. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 13(1).

Baynes, C. (2019). Hindistan’daki 132 köyde son üç ayda “hiç kız çocuğu doğmadı.” Independent Türkçe (Çev. Güngör, E.). Erişim Adresi: https://www.indyturk.com/node/53846/d%C3%BCnya/hindistan%E2%80%99daki-132-k%C3%B6yde-son-%C3%BC%C3%A7-ayda-%E2%80%9Chi%C3%A7-k%C4%B1z-%C3%A7ocu%C4%9Fu-do%C4%9Fmad%C4%B1%E2%80%9D (Erişim Tarihi: 20 Aralık, 2022).

BBC News. (2016). The woman who cut off her breasts to protest a tax. Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/world-asia-india-36891356 (Erişim Tarihi: 18 Aralık, 2022).

Darga, M. (2013). Anadolu’da Kadın. Yapı Kredi Yayınları.

Doğan-Alparslan, M. (2020). Hititlerde Kadın. Erişim Adresi: https://aktuelarkeoloji.com.tr/kategori/arkeoloji/hititlerde-kadin (Erişim Tarihi: 20 Aralık, 2022).

Kapanoğlu, S. (2006). Çin’de Kadın İmgesi. (Yüksek Lisans Tezi). Ankara Üniversitesi. Sosyal Bilimler Enstitüsü. Doğu Dilleri ve Edebiyatları Anabilim Dalı.

Şahin, H. (2017). Hindistan’da Dul Olmak: Sati Uğruna Diri Diri Yakılan Kadınlar. Karadeniz Sosyal Bilimler Dergisi, 9(Kadın Özel Sayısı), 61-73.

Tok, H. (2018). İranlı Ava anlatıyor: İran’da kadınların öfkesi örgütlü güce dönüşüyor. Evrensel Gazetesi. Erişim Adresi: https://www.evrensel.net/haber/348548/iranli-ava-anlatiyor-iranda-kadinlarin-ofkesi-orgutlu-guce-donusuyor (Erişim Tarihi: 16 Aralık, 2022).

Tonga, A. (2019).  İran’da kadın olmak. Oda Tv. Erişim Adresi: https://www.odatv4.com/makale/iranda-kadin-olmak-15031956-157701  (Erişim Tarihi: 18 Aralık, 2022).

Uluslararası Çocuk Hakları Elçileri Derneği. (2022). Hak İhlallerine Karşı Ne Yapabilirim? Erişim Adresi: https://www.ichildforchild.org/index.php/2022/02/15/hak-ihlallerine-karsi-ne-yapabilirim/ (Erişim Tarihi: 18 Aralık, 2022).

Deneme: Kadınlar ve Çocuklar Bir Toplumun Geleceği

Dünyada elbette ele alınması gereken pek çok konu var. Bunları tek tek sıralamak istemiyorum ama merak da ediyorsanız mutlaka akşam haberlerini izlemenizi öneriyorum. Benim en çok üstünde düşündüğüm ve kabullenemediğim iki konu var. Kadınlar ve çocuklar. Her ikisi için de üstünde çok konuşuyoruz ama çözümlemek için de harekete geçmiyoruz. Bu konular hakkında neler yapılabilir biraz bende kendimce yorumlamak istiyorum.

Şu konuda kimsenin bir şüphesi olduğunu düşünmüyorum: Kadın ve çocuklar bir toplumun geleceği, bu sebeple emin adımlarla çok hızlı çözüme gitmemiz gerekiyor.

İlk olarak kadınlardan başlamak bence en mantıklısı. Dünya’nın her bir köşesinde her toplum içindeki kadın, haklarını korumak için mücadele veriyor. Kadınlar yüz yıllardır belirli kalıpların içine sıkıştırılmış olarak hayatlarını sürdürmeleri isteniyor. Kadınlara yapılan haksızlıklar sadece ev yaşantısında değil sokakta, iş yerinde de devam ettiği için tüm toplumu ilgilendiren bir durum haline gelmiştir kadın mücadelesi. Maalesef ki 21. yüzyılda olmamıza rağmen bunun önüne geçilememektedir. Dünyanın pek çok köşesinde kadınlar kendi haklarının var olduğunu bilmiyor ya da daha da kötüsü haklarının peşinden gidebilecek güçleri de yok. Örneğin, kadınlar evlilikle ilgili hakları olduğunu elbette biliyor, resmi işlemlerde fikirleri soruluyor. Fakat mühim olan kendi rızasını kendi hür iradesi ile mi verdi yoksa baskı ile mi? Bu gibi gizli baskılar için kadınlara nasıl haklara sahip olduklarını çok öncesinde öğretmemiz gerekiyor. Onlar da devletin yanlarında olduğunu bilip, haklarını savunacak güce ulaşabilsinler. Kadınlar kendilerine olan güveni ve saygıyı bu hakların varlığı ve bilinci ile güçlendirilebilir. Verilen bilinç sayesinde kadınlar da erkeklerin onlardan daha üstün veya daha çok hakları olmadığını anlar ve eşit hakların varlığı ile daha hür ve eşit şekilde yaşama fırsatları olduğunu bilirler. Yapılanların doğru olmadığını ve yetkililere başvurma haklarını kullanırlar.

Bir diğer metot ise ailelere eğitimin verilmesi gerekiyor. Bu eğitimin içeriği kadına yönelik şiddetin haksızlığın, eşitsizliğin önüne geçmek amacıyla olmalıdır. Örneğin; Aile Bakanlığı görevlileri bir ay boyunca bu eğitimi vermeli, devletin bir zorunluluğu olan bu eğitimi almak bir vatandaşlık görevi haline getirilmelidir. Bu eğitimde ailede kadın ve kız çocuklarının haklarının önemi, bu hakların ihlali durumundaki yasaların işleyiş̧ biçimi anlatılarak, toplumun her katmanındaki bilinç ve farkındalık seviyesi istenilen bir seviyeye çıkartılmalıdır.

Bir diğer seçenek ise, çocuklara kadın haklarının önemini daha ilkokul sıralarında iken aşılamak gereklidir. Çocuklar evde belki annelerine, ablalarına karşı bir şiddeti görüyor ve doğal olarak bunu doğru olan zannediyor olabilirler. Bu gibi birçok durumun önüne geçmek amacıyla eğitim müfredatına bu gibi hassas konuların konulması büyük önem arz etmektedir. Kadın haklarının öğrenmek küçük yaşlarda başlarsa öğrenme hızı ve içselleştirmesi çok daha kolay olacaktır. Eğitim bir konuyu içselleştirmek ve öğrenmek için en önemli yapı taşıdır. Elbette, konuyu öğretenlerin öğrenenleri iyi tanıması ve ona göre bir rota çizmesi de önemli olan bir diğer konudur.

Kadınların hak arayışları aile yaşantısı ile sınırlı değildir. Haklarının savunmaları gereken bir diğer nokta ise iş hayatıdır. İş hayatı da pek çok noktada da olduğu gibi erkek egemen bir arenadır. Bu sebeple kadınların kendi emekleri ile iş hayatında tutunması beklenmektedir. Peki nedir bu zorluklar?

Kadınlar erkeklerle eşit maaş, eşit rütbeye sahip olma, istediği işte özgürce çalışabilmek, eşit imkânların sağlanmasını istiyorlar. Aslında bakıldığında ne kadar uygulanabilir ne kadar kolay gözüküyor. Fakat teoride olduğu kadar gerçek hayatta bu kadar kolay olamıyor. Bu konuda patronlar nasıl isterse öyle bir uygulama yapılıyor. Kadınlar işlerini kaybetme korkusuyla seslerini çıkaramıyor, şikâyetçi olamıyorlar. Daha da kötüsü ise bu durumun artık pek çok kadın için normal haline gelmesidir. Bu konuya karşın yapılabilecek çalışmalar elbette mevcuttur. Her durum için olduğu gibi eğitim önceliğimiz olmalıdır. İşverenler ve patronlar bu konuda devlet tarafından verilen çok kademeli bir eğitime tabi tutulmalıdır ki bu gibi haksızlıkların önüne geçilebilsin. Sonrasında ise çalışma hayatından sorumlu devlet kurumları bu konuya karşı tutumlarını dile getirmeli ve yaptırımlarını güçlendirmelidir. Aksi takdirde işverenler bu çirkin tutumlarını sürdürmekten çekinmeyecektir. Kim bilir kaç kadın eşit olmayan koşullarda iş hayatında hayatta kalmaya, tutunmaya, evini geçindirmeye çalışıyor bugün? İkinci olarak ele almak istediğim konu çocuk hakları olacaktır. Çocuklar her ülkenin her toplumun geleceği, umudu olarak bilinir. Fakat ne yazık ki bazı durumlarda çocuklarımıza gereken kıymeti vermiyor aksine onların emeklerini sömürüyoruz. Yasadığımız dünyanın pek çok yerinde çocuklar çalıştırılıyor, emekleri patronlar tarafından görmezden geliniyor. Çocuklar ailelerine ekonomik olarak destek vermek zorunda bırakılıyor, okula gitmek ya da parkta oynamak yerine. Çocukları da kapsayan ve ekonomik sömürünün önüne geçmek için pek çok yasa, bildiri bulunuyor. Fakat bu kanunların işveren tarafından uygulanıp, uygulanmadığının denetiminde ciddi sıkıntılar vardır. Bu gibi denetimleri devletlerin yapması en doğru olandır ki toplum bu durumun ciddiyetini fark edebilsin. Örneğin; Çalışma Bakanlığı bu konuya dair güçlü organizasyonlar gerçekleştirebilir. Öncelikle tüm şirket, firma ve dükkân sahiplerine çocuk işçi çalıştırmanın cezaların ne kadar kuvvetli olduğu hakkında bir uyarı mektubu yollanabilir.

Akabinde çocuk haklarının takibine devam edilip bazı atölyelere, sanayilere, fabrikalara baskınlar yapılarak durumun ciddiyeti gösterilmelidir. İşverenlere gerekli idari cezalar kesilmeli ve bu haber ajansları ile duyurulmalı ki diğer işverenler içinde bir örnek teşkil edebilsin. Bu işin devlet tarafından sürdürülmesi esas olandır çünkü sivil toplum kuruluşları ve derneklerin geçerliliği ve ulaşılabilirliği o kadar da geçerli olamıyor bir ülke için. Durumun ciddiyeti devlet tarafından anlatılır ve denetlenirse konuya olan duyarlılık kesinlikle artmak zorunda olacaktır.

Çocukların en temel haklarından olan eğitim hakkı çocukların çalışması ile büyük darbe alıyor. Çocuklar ailelerine destek olma amacıyla işe yollanıyor veya daha da kötüsü küçük yaşlarına bakılmaksızın evlendiriliyor. Bu iki konuda gerçekten birbirinden beter. Ama özellikle kız çocuklarının evlendirilmesi konusu gerçekten dünyaca utanmamız gereken bir konu. Hatta bazı coğrafyalarda kız çocukları bir mal gibi satılıyor ve bu durum maalesef günümüzde dahi devam ediyor. Bunların önüne geçmek çok zor çünkü resmi nikah olmasa dahi dini nikah yapılıyor. Buraya da bir devlet güvencesi gerekmektedir diye düşünüyorum yoksa bu konu daha uzun yıllar devam edecek gibi. Bu konuya iş birliği için ülkemizdeki Diyanet İşleri Başkanlığı örnek olarak verilebilir.

Uygunsuz dini nikahları kıyan din adamlarının denetlenmesi hatta cezalandırılması konusunda başkanlığın büyük katkıları olacağından şüphem yok. Dini nikaha inanan, güvenenlere yönelik camilerden fetvaların da etkili bir yöntem olacağını düşünüyorum. Çocukların evlenmesinin ne kadar yanlış̧ ve kanunsuz bir durum olduğunun altı çizilmelidir. Gerekirse din profesörleri televizyon programlarında bu durumun dine dahi ters düştüğünü belirten bölümlerde yer almalı çünkü bu vesile ile daha geniş̧ bir kitleye hitap edilebilir. Kız çocuklarının yeri okuldur, ailesinin yanıdır. Her devlet kendi geleceğine, umuduna sahip çıkmalıdır yarınlarımız daha güneşli ve mutlu olsun kız çocuklarımızın varlığı ile.

Sonuç olarak, toplumsal hayatta kadın ve çocuk hakları pek çok açıdan göz ardı edilmektedir. Bu konuların önüne geçmek için yapılabilecek çalışmaları sıraladım. Eminim ki bu yapılabilecekleri ne ilk defa duyuyorsunuz ne de ilk ben yazdım. Fakat bu noktada önemli olan konu bizim gibi farkındalığı olan bireylerin bu gibi konularda sesimizi çıkartmamızdır. Eğer bizler de ses çıkarmayıp akışına bırakırsak, toplumda var olan problemler uzar gider. Bu gibi çalışma fikirleri için toplum olarak ele ele verip çalışmalıyız. Yoksa bir çıkmaza doğru sürüklenmemek olası değildir. Daha güzel bir gelecek için toplumun her bireyinin güvenliğini ve eşitliğini korumak, o toplumda yaşayan herkesin görevidir. Daha aydınlık bir gelecek için hepinizi farkındalığa ve harekete geçmeye davet ediyorum.

Öykü Doğa GENÇ

Kaynakça:

Din İşleri Yüksek Kurulu. (t.y.). Küçüklerin Evlendirilmesi Konulu Müzakere Sonucu. Erişim Adresi: https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/Karar/4372/kucuklerin-evlendirilmesi (Erişim Tarihi: 19.12.2022).

Türkiye İstatistik Kurumu. (2019). Çocuk İşgücü Anketi Sonuçları. Erişim Adresi: https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Child-Labour-Force-Survey-2019-33807 (Erişim Tarihi: 19.12.2022).

T.C. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü. (2022). 16. Kadına Yönelik Şiddet İzleme Komite Toplantısı Basın Açıklaması. (Erişim Tarihi: 19.12.2022).

https://www.aile.gov.tr/ksgm/haberler/bakanimiz-derya-yanik-16-kadina-yonelik-siddet-izleme-komitesi-toplantisina-baskanlik-etti/

Yüksel, H., Yüksel, M. (2014). Çocuk İhmali ve İstismarı Türkiye’de Çocuk Gelinler Gerçeği.

Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 5(2), 1-2.

Kadınlar ve Çocuklar Kadınlar ve Çocuklar Kadınlar ve Çocuklar Kadınlar ve Çocuklar Kadınlar ve Çocuklar Kadınlar ve Çocuklar

Çeviri: 2022’nin En İyi Kitapları

Foreign Affairs, editörleri ve kitap eleştirmenleri tarafından yapılan değerlendirmelerin ardından 2022’nin En İyi Kitapları seçildi ve bu kitapların isimlerini ve içeriklerini içeren listeyi 2 Aralık 2022 tarihinde web sitesinde yayınlamıştır. Yazının aslına aşağıdaki bağlantıdan erişebilirsiniz.

The Best of Books 2022 – 2022’nin En İyi Kitapları

Term of Oppression: What will the New Law Change in Indonesia?

On December 6th, a comprehensive new criminal code that criminalizes sex outside of marriage was unanimously approved by Indonesian lawmakers. The majority of critics argue that this series of changes also includes the ban on premarital sex threatens human rights and freedoms in the country. However, I strongly think that this new criminal code will have more than one consequences that will affect different groups. In this paper, I will introduce some of the regulations in the new criminal code and try to provide some background to have a better understanding of the situation. And then, I will try to explain which groups and sectors will be affected, and how. 

What is in the New Criminal Code?

Since the colonial Dutch domination, Indonesia’s criminal code has been under discussion for replacement. Following significant street protests, President Joko Widodo made the decision to postpone the parliamentary ratification of an earlier draft criminal code until September 2019 (Human Rights Watch, 2022). Then, purportedly to enhance public engagement, he gave his cabinet the order to “socialize” the measure. The law, which has 624 articles, was approved on December 6. All political parties supported the new legislation, although it will likely take three years before they are completely implemented (Tu, 2022). 

The new criminal code includes 200 pages. The code not only improves the existing laws and punishments but also it introduces new offences. For example, Article 2 acknowledges “any living law” in Indonesia, which might be read to include local Sharia (Islamic law) and hukum adat (customary criminal law) rules (Human Rights Watch, 2022). Here, we have to keep in mind that Indonesia has a lot of Sharia-inspired regulations which affect women, religious minorities and LGBTQ+ individuals. Also, there is no official list of “living laws”; so, this article may be used to charge anyone with violating these discriminatory rules. 

While Article 190 states that a prison sentence of up to five years may be imposed on anybody who attempts to replace Pancasila as the official state ideology, anyone who disparages the honour of the president or vice president is punishable by up to three years in prison under Articles 218 to 220. 

Treason is criminalized in Article 192, which – I think- can result in the arrest of peaceful activists. Article 263 and 264 criminalizes individuals who make “uncertain or exaggerated” news with three years of punishment. The chair of the Alliance of Independent Journalists Sasmito Madrim argued that these articles may result in the imprisonment of journalists (Lovett and Holmes, 2022).

Previously, there was only one article “protecting” six officially recognized religions in Indonesia: Islam, Protestantism, Catholicism, Hinduism, Buddhism and Confucianism. Articles 300 to 305 expand on the 1965 blasphemy law created under President Soekarno. Article 304, however, seems a little dangerous. It states that it is unlawful for anybody to make an effort to pursue a non-believer. I would say that these articles underline an increasing shift towards fundamentalism in a predominantly Muslim country that has long been praised for its religious tolerance and whose constitution celebrates secularism.

Now, let’s take a look at the new regulations that are included in the criminal code. Articles 408 to 410 make it unlawful to give children or women information about contraception or how to have an abortion. With these articles, women and girls will not have the right to have inclusive sexual and health education and information. This situation also damages women’s and girls’ ability to maintain their health, make educated choices regarding their bodies and have children. According to Articles 463 and 464, abortion remains illegal with the exception of situations when a woman has a condition that poses a serious risk to her life or if she is a rape victim.

Lastly, we have Articles 411 and 412. Now, everything will get messier and infuriating. Premarital sex is punishable by up to a year in jail under Article 411. According to this new rule, married or single people might be the subject of a police report from parents, kids, or spouses. Even though same-sex partnerships are not legally recognized in Indonesia, we can say that this article effectively criminalizes all same-sex behaviour despite the fact that the article does not address it expressly. Last but not least, without being lawfully married, couples who cohabitate as “husband and wife” are subject to a six-month jail sentence under Article 412. In my opinion, this is the most striking article since Andreas Harsano, a researcher at the Human Rights Observatory in Jakarta, emphasized that millions of rural couples in Indonesia do not have marriage certificates (BBC News, 2022), which makes them a target.

Possible Effects of the New Criminal Code

Before forgetting, it is useful to say that these rules will also apply to tourists. While doing some research about this subject, I noticed that a lot of political figures are concerned about the future of tourism in Indonesia. For me, the fact that basic human rights, freedom of speech, and the rights and needs of minorities and discriminated groups are systematically affected seems to be a little overlooked. Of course, I am not saying that the new criminal code will not affect tourism; I just argue that there are more important points to consider before it. 

In that context, the rule was “totally counterproductive”, according to Maulana Yusran, the deputy head of Indonesia’s tourist industry board, and it was implemented as the nation struggled to recover from the pandemic (Lovett and Holmes, 2022). He remarked, “We deeply regret that the government has closed their eyes”. That is, each year, more than a million Australians go to Indonesia for its yoga retreats, surfing and late-night beach parties. The fact that the new laws will apply to foreign residents and tourists, this situation might make foreigners think twice about visiting Indonesia. So, what is going to happen? Should the government ask overseas unmarried couples if they are married or not? Do they need proof of marriage before visiting the country? What will happen if a foreigner has a partner who is local? In that case, we can say that if these rules are really put into action later, travellers may be arrested, which will damage tourism.

If we look at this situation from another perspective, even if a person has consensual sex with an Indonesian, there is a possibility of being reported to the police by their partner’s or person’s family or children. How would the laws be policed? In my opinion, if the inspection is not carried out “correctly” and “fairly”, it may cause certain police officers to extort bribes and may lead to more corruption. With this new code, we can say that the government is adopting a highly conservative and authoritarian stance and fostering a culture of snitching. It appears that President Joko Widodo wishes to meet the strict rule demands of conservative Muslims in the country of more than 279 million people. This situation could lead to increased discrimination against religious minorities. 

“This is a big win for those who consider themselves religious. Indonesia’s population has definitely become gradually more conservative and religious over the past 10-20 years. A lot more women wear headscarves today than 20 years ago. My mother never wore one when I was eight. Now, she doesn’t want to go out without it. I think it’s because she’s keeping up with the trend. She doesn’t want to be judged to be a “bad Muslim”. – Ali, 28, freelancer translator from Indonesia (Otte, 2022).

As mentioned above, particularly among Indigenous people or Muslims in rural regions who married exclusively using Islamic ceremonies (known as kawin siri), there are millions of partners in Indonesia without marriage documents who will technically be defying the law (Human Rights Watch, 2022). In that case, will these people be punished despite their observance of religious laws? I can say that this situation creates a contradiction in itself.

Another marginalized group, that is the LGBTQ+ community in Indonesia, will be affected to a large extent. Same-sex marriage is not acknowledged in the country, but we can say that Articles 411 and 412 will increase discrimination against LGBTQ+ people. According to these articles, premarital relationships and cohabitation can only be reported by those people’s families, children and spouses. This situation will harm LGBTQ+ people and women who are more likely to be reported by their relatives for relationships they disapprove of. In that case, they might fear people snitching on them which makes them more and more vulnerable.

Last but not least, Articles 408 to 410 and 463 to 464 will restrict the right to have access to vital health information for women and girls. It will have a big impact on the rights of women and girls to acquire sex education, protect their sexual health, and make their own decisions about having children. Lack of choice for women and girls who have unwanted pregnancies can have an impact on a variety of rights (Human Rights Watch, 2022). For example, unwanted pregnancies for young girls might lead to ending their education; and more importantly, this situation may end up contributing to child marriage. On the other hand, these articles also put women’s and girls’ health and live at risk.

Finally, although the newly adopted criminal code did not attract as much reaction as in 2019, the director of the Indonesian Legal Aid Institute said she expects that “people’s anger will mount”. It is said that the implementation of the criminal code will take up to 3 years; so, in my own way, I feel that we should not lose hope. 

Selin Naz ÇAKIR

Editör: Eda KURT

References:

BBC News Türkçe. (2022, December 6). Endonezya’da evlilik dışı seks yasaklandı. Erişim Adresi: https://www.bbc.com/turkce/articles/cnkq281d91lo 

Human Rights Watch. (2022, December 8). Indonesia: New Criminal Code Disastrous for Rights. Retrieved from https://www.hrw.org/news/2022/12/08/indonesia-new-criminal-code-disastrous-rights 

Lovett, L., & Holmes, O. (2022, December 7). Indonesia passes legislation banning sex outside marriage. The Guardian. Retrieved from https://www.theguardian.com/world/2022/dec/06/indonesia-passes-legislation-banning-sex-outside-marriage 

Otte, J. (2022, December 9). ‘It’s absurd’: Indonesians react to new law outlawing sex outside marriage. The Guardian. Retrieved from https://www.theguardian.com/world/2022/dec/09/indonesians-react-to-new-law-outlawing-sex-outside-marriage 

Tu, J. (2022, December 7). Indonesia bans sex before marriage and cohabitation before marriage. Women’s Agenda. Retrieved from https://womensagenda.com.au/latest/indonesia-has-just-criminalised-sex-before-marriage-along-with-partners-living-together-outside-of-marriage/ 

Wee, S. (2022, December 7). In New Law, Indonesia Criminalizes Sex Outside of Marriage. The New York Times. Retrieved from https://www.nytimes.com/2022/12/06/world/asia/indonesia-sex-gay-rights.html 

Uluslararası Hukukta Filistin’in Self-Determinasyon Hakkı

0

Özet

İsrail’in 1948’de Orta Doğu’da kurulmasının ardından başlayan Filistin-İsrail çatışmaları, bugün bilinen noktaya ulaşmış ve İsrail’in mevcut politikası, Filistin’in sahip olduğu toprakların bir miktarını ilhak etmesiyle sonuçlanmıştır. Bu politika uyarınca İsrail, Filistin’in sahip olduğu toprakların tamamını kendine katmayı amaçlamaktadır. Gerçekleştirilen eylemler ve geleceğe yönelik yapılan planlar doğrultusunda Filistin’in self-determinasyon hakkının olup olmadığı tartışmaları gündeme gelmiştir. Bu çalışmada durumu daha açık hale getirmek adına uluslararası hukuka göre Filistin’in self-determinasyon hakkı, self-determinasyonun kapsamı ve gelişimi ele alınmıştır.

Anahtar Kelimeler: Filistin sorunu, self determinasyon hakkı, İsrail, Ortadoğu.

Abstract

The Palestinian-Israeli conflict, which began after the establishment of Israel in the Middle East in 1948, has reached the point known today, and Israel’s current policy has resulted in the annexation of some of the Palestinian territories. Under this policy, Israel aims to annex all of the Palestinian territories. In line with the actions taken and the plans made for the future, the debate on whether Palestine has the right to self-determination has come to the agenda. In this study, in order to clarify the situation, of Palestine’s right to self-determination according to international law, the scope and development of self-determination are discussed.

Keywords: Question of Palestine, right to self-determination, Israel, Middle East. 

Giriş

İsrail-Filistin arasındaki mücadele, İsrail’in Filistin topraklarını işgal etmeye kalkışması, buna yönelik politikalar geliştirmesi yıllardır devam etmektedir. İsrail’in amacını gerçekleştirmeye yönelik Filistin’e karşı eylemleri birçok açıdan uluslararası hukukun ihlaline mahal vermiştir. Meydana gelen ihlallere yönelik önleyici bir tedbir alınmayıp saldırılara devam edilmektedir. Bu saldırılar dolayısıyla uluslararası hukukta geçmişten günümüze tartışılan ve hala üzerinde tartışılmaya devam edilen, self-determinasyonun bir hak mı yoksa bir ilke mi olduğu konusunda doktrin üzerinde tartışmalar gündeme gelmiştir. Bu çalışmada ise self-determinasyonun bir hak mı yoksa ilke mi olduğu, self-determinasyonun kısaca gelişimi, İsrail-Filistin arasındaki çatışmaların kısaca tarihi, self-determinasyonun ne olduğuna ilişkin açıklamalar, uluslararası hukuk bağlamında Filistin’in self-determinasyon hakkına ilişkin açıklamalar yapılmıştır.

Self-Determinasyon Hakkının Kısaca Gelişimi

Self-determinasyon ilkesi, her ne kadar doktrinde farklı yazarlar tarafından farklı tanımlar çerçevesinde ele alınsa da genel anlamıyla halkların kendi mukadderatlarını tayin etme hakkı (right of self-determination; droit a l’autodétermination; Selstbestimmungrescht) olarak tanımlanabilmektedir. Self-determinasyon hakkının tartışmaları uzun bir süredir devam etmektedir ancak kabul edilmesi siyasi geçmişine kıyasla oldukça yenidir. Bu hakkın gelişimi ve hakka bakış açısı, 20. yüzyılda gelişim göstermiştir. Self-determinasyon hakkı, ikinci dünya savaşına kadar siyasi bir bakış açısıyla yorumlanmaktaydı. Bu sebepten ötürü hukuki bir tartışma olarak yer almamıştır. İlke hakkındaki tartışmaların ve mülahazaların belirtilmesi Birinci Dünya Savaşı sonrası Milletler Cemiyetine dayanmaktadır ancak İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Birleşmiş Milletler Antlaşması m. 1/2, ‘‘…Uluslar arasında, halkların hak eşitliği ve kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesi ilkesine saygı¸ üzerine kurulmuş dostça ilişkiler geliştirmek ve dünya barışını güçlendirmek için diğer uygun önlemleri almak…’’ (Birleşmiş Milletler Antlaşması, 1945) aracılığıyla hukuk metinlerinde yerini almıştır. Ayrıca Birleşmiş Milletler Antlaşması madde 55’de ‘‘Uluslararasında halkların hak eşitliği ve kendi yazgılarını kendilerinin belirlemesi ilkesine saygı üzerine kurulmuş barışçıl ve dostça ilişkiler sağlanması için gerekli istikrar ve refah koşullarını yaratmak üzere…’’ bu haktan bahsedilmiştir. Daha sonra Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun Sömürge Altındaki Ülkeler ve Halklara Bağımsızlığının Verilmesine İlişkin Bildirgesi’nde, 1970 Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun Dostça İlişkilere İlişkin Uluslararası Hukuk İlkeleri Bildirgesi’nde vurgulanmış ve 1966 tarihli Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nde ve Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nde açıkça düzenlenmiştir (Koçak, 2018).

Self-Determinasyon Hakkı 

Self-determinasyon hakkı, yukarıda da açıklandığı üzere halkların kendi kaderlerini kendileri tarafından tayin edilmesi hakkı olarak tanımlanır ve uluslararası hukukta jus cogens bir norm ve dolayısıyla erga omnes bir yükümlülüğü ifade etmektedir (Ehtibarlı, 2016). Uluslararası Adalet Divanı (International Court of Justice), self-determinasyon hakkının günümüz uluslararası hukukunun esaslı ilkelerinden birisi olduğunu belirtmiştir. Ayrıca Birleşmiş Milletler Antlaşmasında ve Uluslararası Sivil ve Politik Haklar Sözleşmesinde tüm insanların hakkı olarak koruma altına alınmıştır. Self-determinasyon hakkı, kendi içerisinde ‘‘iç self-determinasyon’’ ve ‘‘dış self-determinasyon’’ olmak üzere ikiye ayrılmaktadır (Hannum, 2022). 

İç self-determinasyon, bir halkın serbestçe dilediği yönetim şeklini, siyasal yöntemi, hükümet biçimini dış baskı olmadan seçebilmesini ifade etmektedir(Yüce, 2008). Her ne kadar siyasi bir biçim olarak bulunsa da ekonomik bir hali de kapsama doğrultusunda yol almaktadır ve bu konudaki görüşler Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından da kabul görmektedir. Ekonomik halden kasıt ise genelde doğal kaynakları ifade etmekle beraber diğer kaynakları da kapsamaktadır. Buna ilişkin olarak Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1962 tarihli Doğal Kaynaklar Üzerinde Sürekli Egemenlik Bildirisi yayınlayarak bu kapsamda bir adım atmıştır (Aksar, 2021). Dış self-determinasyon ise, bağımsız bir devlet kurmak, başka bir devlete bağlanmak ve özgür bir şekilde ortaklık kurmak konusunda seçme hakkını ifade etmektedir (Senese, 1989). Ancak dış self-determinasyonun uygulanabilmesi, birtakım şartlara bağlanmıştır. Dış self-determinasyonun uygulanabilmesi için Birleşmiş Milletler Antlaşması madde 2/4 ülkesel bütünlük ilkesi, devletlerin egemenlik hakkı, iç işlerine müdahale yasağı ve sınırların değişmezliği ilkeleri ihlal edilmemelidir ve bu ilkeler doğrultusunda hareket edilmelidir (Sönmez, 2019). Bunlara aykırı olarak hareket etmek, uluslararası arenada hukuka aykırılıklara ve istikrarsızlığa yol açacaktır. Ayrıca self-determinasyonun uygulanma ve tarihi gelişimdeki amacı doğrultusunda söylenebilir ki dış self-determinasyon hakkı, sömürge altında olan toplumların bağımsızlıklarını elde etme amacıyla uluslararası hukuk enstrümanları ışığında kullanıma açık bir ilkedir (Ali, 2013). Bağımsız bir devletin içinde bulunan belirli bir azınlığın, devletten ayrılarak bağımsız bir devlet kurma yönündeki hareketleri uluslararası hukuk ilkelerine aykırılık, dolayısıyla hukuka aykırılık doğuracaktır. Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) verdiği bir karara göre de dış self-determinasyon hakkı, sömürge altındaki halkları bağımsızlıklarını elde etmek amacıyla kullanılabilir. Ayrıca işgal altında bulunan bir ülke de self-determinasyon hakkından yararlanabilmektedir (Koçak, 2020). Uluslararası Adalet Divanı da Filistin’i ‘‘işgal edilmiş topraklar’’, İsrail’i ise ‘‘işgal gücü’’ olarak tanımlamaktadır (UAD, 2004). Bu hakkın bağımsızlığını ilan etmiş devletlerde kullanılamayacağına dair örnek olarak Rusya-Gürcistan arasındaki çatışma verilebilir. Avrupa Konseyi’nin verdiği rapor uyarınca Osetya ve Abhazya, Gürcistan’dan self-determinasyon hakkını kullanarak ayrılması söz konusu değildir. Bir diğer örnek ise Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından alınan bir karar doğrultusunda verilebilir. Rusya’nın, Kırım’da bulunan halkı self-determinasyon hakkını kullanması adına kuvvet kullandığını belirtmesi haklı bir sebep olarak görülmemiştir ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun aldığı 68/262 sayılı karar (Birleşmiş Milletler, 2014) ile Rusya’nın Kırım’ı self-determinasyon hakkının kullanımı amacıyla ilhak etmesini hukuka aykırı bulunmuştur. Bu örnekler self-determinasyon hakkının neyi ifade etmediğini belirtmek için önem teşkil etmektedir. Bu hakkın belirlediği sınırların kolay bir şekilde aşılamamasının bir sebebi de yukarıda da belirtildiği üzere jus cogens bir norm ve erga omnes bir yükümlülük olmasından kaynaklanmaktadır.

Filistin Sorunu Bağlamında Self-Determinasyon Hakkının Kullanımı 

Kudüs, yıllar boyunca birçok topluma ev sahipliği yapmış, üç semavi dini bir arada barındıran ve jeopolitik açıdan önemli bir konuma sahiptir. Filistin’in siyasi konumu Orta Doğu bölgesi adına önem teşkil etmektedir ve 1948 yılında İsrail’in kurulması ile birlikte denge değişimleri meydana gelmiştir. İsrail ve Filistin arasındaki sorun sadece iki devlet arasında meydana gelmekle kalmamıştır, diğer devletlerin de olaya müdahale etmesini sağlamıştır. İsrail ve Filistin, birbirlerinin bölgede bulunma meşruiyetlerini sorgulamaktadır ve ortak bir kanıya varamamalarının sonucu çatışmalar meydana gelmektedir. 19. yüzyıl başlarında modern siyonizmin kurucusu olarak ve bu felsefi görüşü doğrultusunda Yahudi devleti üzerine yaptığı açıklamalarla bilinen Theodor Herzl  tarafından teoride kurulması planlanan Yahudi devleti, Osmanlı’nın toprak kaybetmesiyle birlikte kurulabilmesi için bir fırsat doğmuştur (Yıldırım, 2011). Nitekim bu fırsat İngilizlerin yardımıyla değerlendirilmeye başlanmıştır (Aral, 2021). 

Yahudilerin Filistin topraklarına yerleştirilmeye kalkışılmasıyla ve halihazırda Filistin topraklarında bulunan Yahudi toplumuyla da birlikte gözetildiğinde Araplar tarafından tepki gösterilmiştir (Taşdemir, 2000). Yahudiler, Filistin’in Araplar ve Yahudiler arasında bölünüp paylaşılmasını talep etmiştir. Yahudilerin, 1948 yılında İngilizlere karşı gerçekleştirdiği orta ölçekli ancak elde edilen sonuç bakımından etkisi yüksek olan saldırı sonucu bu durum Birleşmiş Milletler Genel Kurula taşınmıştır ve Genel Kurul Yahudiler lehine karar vererek toprakların paylaşılmasını öngörmüştür. 1948 tarihine gelindiğinde ise birtakım Yahudi gruplar tarafından Araplara ait bir köye yapılan saldırı sonucu durum kötüye gitmeye başlamıştır. Bu tarihten sonra karşı saldırılar, Arap-İsrail savaşları, İsrail’in Filistin’e saldırıları ve Filistin’in verdiği karşılıklar sonucunda bugünkü noktaya ulaşılmıştır.

İsrail’in sahip olduğu politikası gereği (Yadak, 2015) Filistin’i işgal etmeye yönelik hareketleri, self-determinasyon bağlamında incelenmesi gereken bir durum meydana getirmektedir. İsrail’in yıllardır süren Filistin üzerindeki işgal hareketleri sonucunda birçok Filistinli farklı ülkelerde mülteci konumu altında yaşamaktadır ancak doktrinde belirtilenin aksine bu self-determinasyon hakkını etkileyen bir unsur değildir. Nitekim Filistin, uluslararası hukukta var olan devlet olmanın unsurlarını bünyesinde bulunduran bir ülkedir. 

Devlet olabilmenin unsurları üçe ayrılmaktadır: Toprak, insan ve etkin yönetim (Türkeş, 2018). Toprak unsurunda toprağın, ülkenin büyüklüğü önem teşkil etmemektedir. Küçük bir toprak parçası dahi devlet olmaya engel olmamaktadır. Nüfus unsurunda var olan toprak parçası üzerindeki insan sayısı göz önünde bulundurulmalıdır ancak yine de toprak parçası üzerindeki nüfusun sayısının yüksek olma zorunluluğu bulunmamaktadır. Kara parçasının üzerindeki az sayıda bir nüfus, nüfus unsurunun sağlanmasına engel teşkil etmez. Etkin yönetim unsurunda ise toprak parçası üzerindeki kişilerin, orayı etkin bir yönetim altına almak zorundadır. Kontrol altına alınmayan bir bölge olduğu sürece etkin yönetim şartı yerine gelmeyecektir ancak Filistin’deki Batı şeridi ve Gazze toprakları bölündüğünden (Batır ve Aras, 2011) ve bunlar arasında bir kesinti olduğundan doktrinde Filistin’in devlet olmak için gerekli unsurlardan biri olan etkin yönetim şartının yerine getirip getirmediği tartışılmaktadır. 

Bunun dışında tüm bu unsurlardan yola çıkarak Filistin’in bir devlet olduğu uluslararası hukuk uyarınca kabul edilir ve bir kesimin dünyanın dört bir yanında mülteci olarak yaşaması ve topraklarının bir kısmının bölünmüş olması self-determinasyon hakkının kullanılmasına engel teşkil etmemektedir. Self-determinasyon, uluslararası hukukta bir ilke olmaktan çıkmıştır ve hak konumunda bulunmaktadır (Saul, 2011). Bir hak olduğu uluslararası örgüt kararlarıyla da tescillenmiştir. Buna ilişkin olarak Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından verilen 545(VI) sayılı kararıyla her halkın self-determinasyon hakkına sahip olduğunu kabul etmiştir. Burada önem teşkil eden noktalardan bir tanesi bu kararı açıklarken self-determinasyondan bir hak olarak bahsetmiş olmasıdır. Bu gerekçeler doğrultusunda Filistin’in bir self-determinasyon hakkına sahip olduğu söylenebilecektir. 

Yukarıda da ifade edildiği üzere bir devletin self-determinasyon hakkından yararlanabilmesi için sömürge altında olması tek gerekçe olmayıp işgal altında bulunan bir devletin de self-determinasyon hakkından yararlanması mümkündür (Jahic, 2012). 2022 yılında Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik gerçekleştirdiği işgal hareketleri doğrultusunda Ukrayna için söylenebilecek bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Filistin açısından ele almak gerekirse Filistin, düzenli olarak İsrail tarafından saldırılara uğramaktadır. İsrail’in sahip olduğu politika gereği şu anki Filistin toprakları dini ve siyasi gerekçelerle saldırıya uğramaktadır. Filistin’in de bu saldırılara karşı Birleşmiş Milletler Antlaşması’nda da öngörülen meşru müdafaa hakkından yararlanabilmesinin yanı sıra işgal edilmeye çalışılan bir devlet olduğundan ötürü self-determinasyon hakkından yararlanabilecektir. Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun 2004 yılında verdiği bir kararda Filistin’in self-determinasyon hakkı olduğunu kabul etmiştir ve işgalci kuvvet olan İsrail’in ise yükümlülükleri olduğunu ve bunları yerine getirmesi gerektiğini belirtmiştir. Bu kararını 2005 yılında tekrarlamıştır. Self-determinasyon bağlamında Filistin’in İsrail’e karşı, açıklanan içsel ve dışsal self-determinasyon haklarından dışsal self-determinasyon hakkını kullanacağı açıktır. Şöyle ki yukarıda da belirtildiği üzere içsel self-determinasyon, halkların kendi hükümetlerini, siyasal yönetimi dış baskı olmadan seçebilmeleri ile ilişkilendirilmiş bir haktır. Dışsal self-determinasyon ise sömürge altında yer alan ve belirli kuvvetler tarafından işgal altında bulunan devletler için tanınan bir haktır. Filistin, İsrail kuvvetler tarafından işgal altında olan bir ülke olduğundan dolayı İsrail’e karşı self-determinasyon hakkı, dışsal self-determinasyondur.

Sonuç

Self-determinasyon, bir ilke değil, haktır ve Birleşmiş Milletler tarafından alınan kararlar doğrultusunda teyit edilmiştir. Bir hak olarak tanımlanmasından dolayı tüm devletler bundan faydalanmak adına herhangi bir eylemde bulunmasına gerek yoktur ancak hakka sahip olmak, o hakkı kötü niyetli olarak kullanmak anlamına gelmeyeceğinden dolayı self-determinasyon hakkının sahip olduğu şartlar altında kullanılmalıdır. Aksi halde uluslararası hak ve yükümlülüklere halel gelmesi söz konusu olabilecektir. Bu hakkın kullanımının meşruiyeti, içsel ve dışsal self-determinasyon ayırt edilmeksizin sağlanmalıdır. Dış self-determinasyon hakkına haiz bir devletin, belirli kuvvetler tarafından işgal altında olması veya sömürge altında bulunması durumunda bu hakkı kullanması, uluslararası hukuk ilkelerine halel getiren bir davranış olmayacaktır. Aynı şekilde iç self-determinasyon hakkına haiz bir halkın, dış baskı olmadan siyasi yönetimi seçebilmesi, hükümet şeklini serbestçe belirleyebilmesi, içsel self-determinasyonun kapsamı içerisinde kalacaktır. 

İsrail içerisinde yer alan belirli gruplar tarafından 1948 yılında bir Arap köyüne yapılan saldırı sonucunda başlayan karşı saldırılar sonucu ikili çekişme baş göstermiştir ve buna sadece Filistin ve İsrail değil, başka devletler de zaman zaman müdahil olmuştur. Bu bağlamda İsrail’in ortaya koyduğu politika, dini ve siyasi gerekçelerle Filistin’in işgali üzerine yoğunlaşmıştır. Bu politikanın gerçekleşebilmesi adına meydana gelen saldırılar, birçok kayba yol açmıştır ve uluslararası hukukun kural ve ilkelerine halel getirmiştir. Bu doğrultuda İsrail-Filistin arasındaki çatışmalardan yola çıkarak uluslararası hukuk bağlamında yapılan gerekçeli açıklamalar ışığında Filistin’in self-determinasyon hakkına sahip olduğu sonucuna ulaşılmıştır.

Eren Evren

Orta Doğu Çalışmaları Staj Programı

Editör: Gizem GÜVEN

Kaynakça:

Aksar, Y. (2021). Teoride ve Uygulamada Uluslararası Hukuk. Seçkin Yayınları.

Ali, H. A. (2013). Uluslararası Hukukta Kendi Geleceğini Belirleme (Self-Determinasyon) Hakkı. Yüksek Lisans Tezi. Ankara Üniversitesi. 

Aral, B. (2021). Filistin Ülkesi, Filistin Devleti. Kriter Dergisi, 6(58). Erişim Adresi: https://kriterdergi.com/dis-politika/filistin-ulkesi-filistin-devleti 

Batır, K. & Aras, İ. (2012). Self-Determinasyon Hakkı ve Filistin Devleti Bağlamında Filistin Sorunu. Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi SBE Dergisi, 1(1), 146-164.

Birleşmiş Milletler. (1945). Birleşmiş Milletler Antlaşması. Erişim Adresi: https://inhak.adalet.gov.tr/Resimler/SayfaDokuman/2212020141836bm_01.pdf (Erişim Tarihi: 22.08.2022).

Ehtibarlı, Y. (2016). Uluslararası Hukukta Self Determinasyon Hakkı ve Hakkın Ekonomik Boyutu. Doktora Tezi. Selçuk Üniversitesi. 

Hannum, H. (t.y.). Legal Aspects of Self-Determination. Princeton University. Erişim Adresi: https://pesd.princeton.edu/node/511 (Erişim Tarihi: 24.08.2022).

Jahic, M. (2012). Dünya Savaşı’ndan Günümüze Ulusların Kendi Kaderini Belirleme Hakkının Değişen İçeriği. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul Üniversitesi. Erişim Adresi: http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/49011.pdf (Erişim Tarihi: 23.08.2022).

Koçak, H. (2020). Development of Self Determination Right and the Role of ICJ: Statements on the South West Africa (Namibia) Advisory Opinion. Sosyal Bilimler Dergisi, 4(1), 49-50.

Koçak, M. (2018). Self Determinasyon Hakkı ve Self Determinasnyon Hakkı Teorileri. Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 23(38), 94-98. 

Saul, M. (2011). The Normative Status of Self-Determination in International Law: A Formula for Uncertainty in the Scope and Content of the Right. Human Rights Law Review, 11(4), 625-626.

Uluslararası Adalet Divanı. Press Release 2004/28. Erişim Tarihi: https://www.icj-cij.org/public/files/case-related/131/131-20040709-PRE-01-00-EN.pdf (Erişim Tarihi: 25.08.2022).

Senese, S. (1989). External and Internal Self-Determination. Social Justice, 16(1), 19-25. 

Sönmez, İ. (2019). Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı. Doktora Tezi. İstanbul Ticaret Üniversitesi.

Taşdemir, F. (2000). İsrail-Filistin Sorununun Self Determinasyon Çerçevesinde Analizi. Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 2, 209-214.

Türkeş, İ. (2018). Uluslararası Hukukta Devlet Tanımı ve Tanınmayan Devletlerin Statüsü. Tarih Ekonomi ve Siyaset Araştırmaları Derneği. Erişim Adresi: https://www.tesadernegi.org/uluslararasi-hukukta-devlet-tanimi-ve-taninmayan-devletlerin-statusu.html (Erişim Tarihi: 25.08.2022). 

United Nations. Backing Ukraine’s Territorial Integrity: UN Assembly Declares Crimea Referendum Invalid. Erişim Adresi: https://news.un.org/en/story/2014/03/464812-backing-ukraines-territorial-integrity-un-assembly-declares-crimea-referendum (Erişim Tarihi: 24.08.2022).

Yadak, A. (2015). Filistin Halkının Uluslararası Hukuk Kapsamında Bağımsız Bir Devlet Kurma ve Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkı. Doktora Tezi. Polis Akademisi.

Yıldırım, Y. (2011). İsrail-Filistin Sorununda İki Devletli Çözüm Arayışları. Uluslararası Toplum Araştırmaları Dergisi, 18(41), 3844-3847.

Yüce, C. (2008). Uluslararası Hukukta Self-Determinasyon İlkesi ve Günümüz Uygulamaları. Yüksek Lisans Tezi. Karadeniz Teknik Üniversitesi.

Deneme: Engellilerin Toplumsal Alanda Karşılaştıkları Sorunların Çözümü Üzerine

Kamuoyunda sıkça tartışılan ancak buna rağmen çözümden uzak olan pek çok toplumsal konu mevcuttur. Engelli İnsanlar toplumsal alanda yaşadıkları sorunlar da bunlardan biridir. Bu konuda herkes bir şeyler söylüyor ancak somut olarak bir icraata rastlamak kolay değil. Hiçbir uygulama yok demek bazı kişilere saygısızlık olacaktır ancak herkesi topladığımızda sonuç bizi bir şey yapılmıyor noktasına ulaştırıyor. Yoğun bir şikâyet de söz konusu olmasına rağmen durum bu şekilde. Aslında beni en çok şaşırtan nokta harekete geçilmemesi değil birçok farklı fikir, öneri, tavsiye veya uygulama ortaya çıkmasına rağmen harekete geçilmemesidir. Engellilerin katılımını arttırma hususundaki fikirlerim de aynı yönde. Nasıl yapılacağına dair akademik alanda çalışmalar var. Oldukça fazla mesai yapmış tecrübeli kişiler var. Daha fazlasına ulaşabilmek için kamuoyu yoklaması aracı da elimizde mevcut. Buna rağmen uygulamalar mevcut zenginlikten nasiplenebilmiş değil.

Bazı soruların cevabını netleştirmekte de fayda var. Durumu Türkiye açısından ifade edeceğimi belirteyim. Engellilik çok çeşitli türlere sahip olduğu için tanımını yapmak da bir o kadar zorlaşıyor. Bireylerin engelli sayılabilmesi için temel nokta bir faaliyeti gerçekleştirdiği esnada ortalama bir bireydekine nazaran gerek somut gerek soyut anlamda bir eksiklik yaşaması sebebiyle aynı kolaylığı elde edememesi veya faaliyeti başarılı bir şekilde tamamlayamamasıdır. Bu bağlamda yaşadığı eksiklik sebebiyle bireyler belirli faaliyetlerini tamamlayabilmek için bir şekilde destek alma ihtiyacı duyabilir. Özetle bu durumda bulunan kişiler engellidir. Katılımın tam olarak neye dair olduğunu ise ben de pek anlamadım. O anlamda siyasal katılım olarak değerlendirerek devam etmek herhalde yerinde olur.

Türkiye’de engelli sayısı 2.511.950’dir (Türkiye Cumhuriyeti Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, 2022: 16). Doğal olarak bu kişiler temel alınarak hareket edilmelidir. Bu veriler TÜİK’ten gelmiyor. Ulusal Engelli Veri Sistemi’nden elde edildi ancak bu sistem verileri doğrudan paylaşmıyor. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın Engelli ve Yaşlı İstatistik Bülteni’nde paylaşılıyor. Ayrıca veriler Engelli Sağlık Kurulu Raporu almak için yetkili hastanelere başvurmamış ve hizmet almak için devletle temasa geçmemiş bireyleri kapsamıyor (Türkiye Cumhuriyeti Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, 2022: 16). Nüfusun önemli bir oranında engellilik görülüyor iken böylesine hassas bir konuda net sayılara ulaşmak oldukça zor. Devlet çok fazla konuda sorumluluğu olan bir kurum olmasa da bu konu ele alması gerekenler arasında. Gerekli tedbirleri alma ve adımları atma noktasında sorumluluğu var. Herkes engelli adayı olarak bu gruba dâhil olabilme potansiyeli de taşımakta. Dolayısıyla bu grubun sorunları herkesin sorunları yani toplumsal sorunlardır. Çünkü siz de gelecekte çözümlere ihtiyaç duyabilirsiniz.

Her engelli aynı eksiklikten mustarip değildir. Bu sebeple sınıflama yapmak gerekebilir ki ona göre çözümler üretilebilsin. Bu anlamda birtakım sayısal verilere ulaşabilmek de mümkün. Buna rağmen veriler bizi bir çözüme ulaştırmaktan uzak. Daha ziyade hangi sıkıntılara yoğunlaşmak gerektiğini gösterebilir şekilde sunulmakta. Buna bir örnek olarak ele alınırsa yükseköğretimin durumu gayet açıklayıcıdır. 3 Aralık 2020 tarihli YÖK verilerine göre yükseköğretimde 284’ü lisansüstü olmak üzere 51.647 engelli öğrenci kayıtlıdır. Bunun yanında bahsettiğim verideki ilgi çekici nokta öğrencilerin %89’unun yani 45.965’inin açık öğretim programında kalan 5.682’sinin diğer programlarda okumasıdır (YÖK, 2020). Engellilerde durum böyle iken genel düzeyde bakarsak eğer açık öğretim öğrenci sayısının diğer programlara denk veya daha düşük miktarda öğrenciye sahip olduğunu görebiliriz. Bu noktada engelli olmanın ciddi fark yarattığı görülebilir.

Bazı hususlarda katılımcılık engelsiz vatandaş için de pek mümkün olmaz. Bu noktada engelliliğin ayırt ediciliği yoktur. Dökmen ve Kışlak (2004), bir araştırmasında engelli ve engelsiz üniversite öğrencilerinin yaşadıkları sorunları incelemiştir. Engelli olmanın durumu etkilediği sadece 2 sorun vardır. Bunlar, sınav sorunları ve idari personelle ilgili sorunlardır. Kütüphane hizmetleri ve yemekhane ile ilgili sorunları ise anlamlı bir ilişki oluşturmaya yakın nitelikte olarak ifade ediyorlar (Dökmen ve Kışlak, 2004: 40). Bunların dışında anlamlı bir ilişki yok ise bütün öğrenciler aynı sorundan mustariptir diyebiliriz. Dolayısıyla katılımcılıkta engelli olma durumunun özellikle etkilendiği, fark yaratan olarak nitelenebilecek sorunları özenle seçmek gerekecektir.

Sorunlara dair yeterince veri olmasına rağmen çözümlerin uygulanmaması nedeniyle aynı sorunlar devam ediyor ve edecek gibi görünüyor. Tarihsel olarak bakıldığında engellilerin karşılaştığı sorunları ortaya koyan çalışmaların aşağı yukarı hepsi aynı sorunları ifade ediyor. Esasen sorunların ciddi bir kısmı kesin olarak belirlenmiş ancak bir uygulama mevcut değil. Durumu kavrayabilmek aslında çok zor değil gibi görünüyor. Hatta belirli türde engellere sahip vatandaşlara “nasıl sorunlar yaşıyorsunuz” gibi 3 kelimeden oluşan basit bir soruyu sorarak alınan yanıtlarla bile aşılabilecek noktada. Bununla birlikte araştırma niteliği taşımayan metinleri keza basın açıklamaları veya haberleri bile takip edersek az çok ne yapılacağına dair bilgi edinebilmek mümkündür. Örneğin, 17 Şubat 2017 tarihli Engelliler Konfederasyonu basın açıklamasına göre YSK 55 bin sandıktan 46 binini incelemiş ve 19 bininin engelli seçmenin kullanımına uygun olmadığını kanıtlamıştır. Aynı açıklamada görme engelliler özeline inilmiş ve oy kullanımında bu tip engele sahip vatandaşların tek başına gizli oy hakkını kullanamadığı ifade edilmiştir. Ayrıca bu durumun seçim şaibesine kadar fazladan sorunları beraberinde getireceği vurgulanmıştır (Engelliler Konfederasyonu, t.y.). Aşağı yukarı 5 yıl boyunca adınıza karar alacak kişiyi, daha doğrusu vekilinizi seçerken bile sorun yaşamak katılımcılık kavramının henüz ilk adımında bile ciddi sorunlar yaşandığına dair önemli bir örnektir.

Açık öğretime olan yoğun talep ve katılımcılığın ilk aşamasında yer alan oy kullanma eylemini gerçekleştirmedeki zorluk, bizi erişilebilirliğe uygun durumda olmadığımız sonucuna götürecektir. Yani odaklanmamız gereken şey erişilebilirliği arttırmaktır. Her bir eksiklik, doğal olarak getirdiği dezavantajla beraber faaliyetlere katılımı da düşürmektedir. Dolayısıyla katılım sağlanacak faaliyeti seçme pastasındaki en büyük dilimi; faaliyetin içeriği, katılımcıları, dili veya başka bir özellikten ziyade erişilebilirliği oluşturuyor. Özetle engellilerin katılımcılığını arttırmak için ilk ele alınması gereken, hatta tek ele alınması gereken mesele erişilebilirliktir. Bu kavram zaman zaman engelsiz vatandaşlar için de ciddi problemler doğurmaktadır.

Erişilebilirliğin ayrıntılı olarak çözülebilmesi için ise kuvvetli bir iletişim gerekecektir. Dolayısıyla kilit sorun erişilebilirlik olsa da ikinci önemli unsur olarak iletişim eksikliği veya zayıflığı ortaya koyulabilir. Engellilerin sorunlarını düşünerek bulmaya çalışmak ancak hamallık olacaktır. Onun yerine mümkün olduğunca çok engelliye sorarsanız ne yapabileceğinize dair fikir yelpazeniz bir o kadar genişleyecektir. Keza örgütlenmeleri ile de etkileşime geçmek faydalıdır. Kurumlar arası iletişim benim gördüğüm kadarıyla genelde zayıf oluyor. Engelin duyuları kısıtlaması sebebiyle kimi zaman yapılan duyuruların da bireylere ulaşamayacağı sonuçlarla karşılaşmak mümkündür. Klasik yöntemlerin zayıflığı hissediliyor. Bu sebeple duyurularda kullanılan kanalı çeşitlendirmek avantaj yaratabilir. Kısaca yazılı duyuru yapılıyorsa sözlü duyuruyu da yanına eklemek avantaj yaratacaktır. Farklı bir yöntemde ise kurumlar bir duyuru yapacağı zaman engelli bireylere bire bir olacak şekilde ulaşabilirler veya onun yerine yeni bir iletişim kanalı da üretilebilir. Arayabilirsin, mesaj atabilirsin, mail atabilirsin, mektup bile gönderebilirsin sadece ulaşmak istemek yeterli zannediyorum. İlgili veriler gerekli kurumlardan talep edilebilir. Bir faaliyet için bölgede ulaşılması gereken kişi sayısı da muhtemelen çok yüksek olmayacaktır.

Bu zaman kadar yüzlerce konferans, seminer, zirve etkinlik, kamusal toplantı vb. faaliyete katıldım. İlginç bir şekilde hiç engellilerin erişebilirliğini arttırmaya yönelik özel bir uygulama yapıldığını hatırlayamıyorum. Basit bir örnek vermek gerekirse bu tip bir faaliyete işitme engellileri kazandırabilmek için işaret dili desteği sunulan bir tane etkinlik yapıldığını hatırlamıyorum. Bazı etkinliklerde ise engellilik gözetilmeden değişiklikler yapılmış ve bu hususta olumlu sonuçlar elde edilmiştir. Örneğin COVID-19 döneminde pek çok faaliyetin çevrimiçi yapılması yani uzaktan erişime uygun hale getirilmesi herkes için işleri kolaylaştırmıştır. Yine de bu değişim engelliler özelinde değildir.

Sonuçta, engellilik türüne göre erişebilirliği arttırmak bizi istediğimiz noktaya götürecektir. Bunu yapabilmek için de engellilerle iletişime geçmek yani kamuoyu yoklaması yapmak gerekecektir. Böylece katılımcılığın önündeki sorunlar ortaya konabilir. Daha sonra uzmanların da desteği ile çözümler üretilerek uygulanabilir. En kritik nokta ise uygulamanın gerçekleştirilmesidir. O kadar kritiktir ki şu anda dahi halkanın tek eksik parçası uygulamadır. Harekete geçmeyenler uygulamayı gerçekleştiremezler. Bu sebeple çözüme karşı tehdit oluştururlar. O vakit hemen işe koyulmak gerekir.

Mertcan YILMAZ

Kaynakça:

Dökmen, Z. Y. Kışlak, Ş. T. (2004). Engelli Olan ve Olmayan Üniversite Öğrencilerinin Demografik ve Psikolojik Özellikleri İle Sorunlarının Karşılaştırılması. Kriz Dergisi, 12 (2): 33-47.

Engelliler Konfederasyonu Web Sitesi. Engellilerin Oy Hakkı Konusunda Basın Açıklaması. Erişim Adresi: https://www.engellilerkonfederasyonu.org.tr/engellilerin-oy-hakki-konusunda-basin-aciklamasi/ (Erişim Tarihi: 21.11.2022).

Türkiye Cumhuriyeti Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı (2022). Engelli ve Yaşlı İstatistik Bülteni Eylül 2022. Ankara.

YÖK. (2020). YÖK, Koronavirüs Salgını Döneminde Engelli Öğrencilerin Eğitime Erişimini Mercek Altına Aldı. https://www.yok.gov.tr/Sayfalar/Haberler/2020/engelsiz-erisim-engelsiz-egitim.aspx#:~:text=%C3%96d%C3%BCllerin%20ilk%20verildi%C4%9Fi%202018%20y%C4%B1l%C4%B1n. (Erişim tarihi: 21.11.2022).

Engelli İnsanlar Engelli İnsanlar Engelli İnsanlar Engelli İnsanlar Engelli İnsanlar