Home Blog Page 18

Uluslararası Hukuk Değerlendirmesi ve KKTC’nin Deniz Yetki Alanları

Özet

Kıbrıs’ın çevresi veya daha genel olarak Doğu Akdeniz Bölgesi’ndeki deniz alanları, doğal kaynaklar ve özellikle geniş petrol ve gaz rezervleri açısından zengindir. Türkiye ile Yunanistan arasındaki kıta sahanlığı sınırlandırma anlaşmazlıkları, Ege’de olduğu gibi Doğu Akdeniz’de de bulunmaktadır. Kıbrıs adasının iki eşit milleti Kıbrıslı Türkler ve Rumlar arasındaki anlaşmazlıkların yalnızca mülkiyet konusunda olmadığı, bununla birlikte uluslararası hukuk ilkelerinin uygulanması konusunda da sorun olduğunu söyleyebilmekteyiz. Sınırlamalar ile ilgili hükümlerin nispeten belirsiz olması ya da esnekliği aynı düzlemde buluşmayı zorlaştırmaktadır. Bu çalışmada, Kıbrıs adasındaki belirsiz siyasi ortamda eşitlik ve hakkaniyet ilkeleri gibi ve ilgili uluslararası hukuk ilkelerini incelenmiş ve bu ilkeler ile özel durumlar ilgili konular karşılıklı ilişkilerin bağlamında aktarılmaya çalışılmıştır. 

Anahtar Kelimeler: Kıbrıs, Doğu Akdeniz, Deniz Sınırlaması, Kıta Sahanlığı, Uluslararası Hukuk İlkeleri, Eşitlik İlkeleri.

Abstract

The offshore areas around Cyprus, or more generally in the Eastern Mediterranean Region, are rich in natural resources and particularly large oil and gas reserves. Continental shelf delimitation disputes between Turkey and Greece exist in the Eastern Mediterranean as well as in the Aegean. We can say that the disagreements between the two equal nations of the island of Cyprus, the Turkish Cypriots and the Greek Cypriots, are not only about property, but also about the application of international law principles. The relative ambiguity or flexibility of the provisions on restrictions makes it difficult to meet on the same level. In this study, the relevant principles of international law such as the principles of equality and equity in the ambiguous political environment on the island of Cyprus have been examined, and these principles and issues related to special situations have been tried to be conveyed in the context of mutual relations.

Keywords: Cyprus, Eastern Mediterranean, Maritime Limitation, Continental Shelf, Principles of International Law, Principles of Equality.

Giriş

Bu yüzyılın başlarından itibaren Doğu Akdeniz önemli jeopolitik kimliğini kazanmaya ve Akdeniz bağlamında ayrı bir alt bölge olarak belirgin hale gelmeye başlamıştır. Küresel boyuttaki değişimler ve bölgedeki siyasi gelişmeler sonucunda, uluslararası güç değişimleri ve yeni güvenlik eğilimleri, devletler arası düşmanlık/dostluk paradigmalarının değişmesi ve devletler arası iş birliği için ortak çıkarların ve fırsatların artmasıyla ilgili bir dizi faktörden kaynaklandığı söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında, 2010’lu yıllardaki uluslararası ilişkiler ve güvenlik dinamikleri Doğu Akdeniz’i ciddi manada şekillendirmiş, böylece onu başka bir jeopolitik sıcak nokta ve bölge dışı aktörlerin ilgi alanı haline getirmiştir.

Doğu Akdeniz’in “yeni” güvenlik mimarisi ve bir alt bölge olarak ortaya çıkışı; küresel güç değişimleri ve bölgesel statükoyu değiştiren, güç boşlukları meydana getiren ve Doğu Akdeniz’de daha fazla faaliyet ve devletler arası etkileşime izin veren gelişmelerden etkilenmiştir. Böylece Doğu Akdeniz’de iktidar karşıtlıkları gelişmekte, Türkiye diğer devletlerin şekillendirdiği bölgesel statükoyu yıkmaya başlamakta ve farklı bir güvenlik mimarisi için zorlayıcı diplomasi uygulamaktadır. Ayrıca yeni statükonun ortaya çıkmasının temel nedenlerinden bir diğeri de Türkiye’nin faaliyetleri olarak sayılabilir. Bölgenin uluslararası ilişkiler ve güvenlik konularını belirleme noktasında önemli bir güç olduğunu da söylemek gerekir. 

Bu çalışmada uluslararası hukuk ilkelerinin uygulanması konusunda sorun olduğu, sınırlamalar ile ilgili hükümlerin nispeten belirsiz ve esnek olduğu, bu durumun da sorunları çözmeyi zorlaştırdığı anlatılmak istenmiştir. Ayrıca Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin deniz alanları belirlenmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda ilk olarak 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tarihsel süreci kısaca anlatılmış, sonrasında deniz yetki alanlarının sınırlandırılması ile ilgili hukuk, eşitlik ve hakkaniyet kavramları ve ilgili uluslararası hukuk ilkeleri incelenmiş ve bu ilkelerle özel durumlar karşılıklı ilişkiler bağlamında anlatılmaya çalışılmıştır. Son olarak ada devleti Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin deniz yetki alanlarının nereler olması gerektiği ile alakalı bilgiler aktarılmaya çalışılmıştır.

1. 1960’ta Kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Tarihsel Süreci

1959 Zürih ve Londra Antlaşmalarının kabulünden sonra oluşturulan statü aslında tarafların temel beklentilerini karşılamaktan uzak bir çözüm üretmiştir. Bu özellikle Kıbrıs Rum liderliği için daha çok belirgindir. Nitekim oluşturulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilk yıllarından itibaren Makarios’un yapmış olduğu açıklamalardan varılan çözümün Rum toplumunun nihai hedefi olan “enosis”i başarmak için bir ön adım olarak görüldüğü ortaya çıkmaktadır (Aksu, 2008). Makarios’un bu konudaki bakış açısını şu ifadeler çok net ortaya koymaktadır: EOKA’nın özgürlük savaşının destansı niteliği ve ihtişamı milli özgürlük davamızın temel taşı olmuştur. Kurtuluş savaşları hiç bitmezler. Değişen yalnızca biçimidir, yoksa öz ve içerik değil. Zürih ve Londra Antlaşmaları umutlarımıza, beklentilerimize cevap vermekten uzaktır. Öyleyse gelin inançla ülkemizin geleceği için el ele verelim ve 5 yıl önce başladığımız bu çabanın yakında başarıyla sona ereceğine güven duyalım (Bölükbaşı, 2001).

Birleşik Kıbrıs, Kıbrıslı Rumların enosis, Kıbrıslı Türklerin taksim planlarından vazgeçmeyi kabul etmelerinin ardından 1960 Ağustos’unda İngiliz yönetiminden bağımsızlığını kazanmıştır. Anlaşma, Kıbrıs’ın Kabine pozisyonlarını, parlamento koltuklarını ve kamu hizmeti işlerini iki toplum arasında üzerinde anlaşılan bir oranda paylaştıran bir anayasa altında yönetilmesini içermekteydi. Üç yıl içinde Kıbrıslı Rumlar ile Kıbrıslı Türkler arasında idari işlerde gerginlikler baş göstermeye başlamış, özellikle ayrı belediyeler ve vergilendirme konusundaki anlaşmazlıklar hükümette bir çıkmaza yol açmıştır. 1963’te Başkan Makarios, 13 değişiklikle anayasada tek taraflı değişiklikler önermiştir. Türkiye ve Kıbrıslı Türkler, önerilen değişiklikleri reddetmiş, bunun anayasal anlaşmazlıkları Kıbrıslı Rumlar lehine çözme girişimi olduğunu ve Türk statüsünü devletin kurucu ortaklarından azınlık statüsüne indirgemek ve anayasal statülerini ortadan kaldırmak için bir girişim olduğunu iddia etmişlerdir. Kıbrıslı Türkler, 13 maddeye karşı Kıbrıs Yüksek Anayasa Mahkemesi’nde dava açmış; Makarios, ne olursa olsun mahkemenin kararına uymayacağını açıklamış ve yaptığı değişikliklerin mahkemenin tutumuna karşıt olarak “anayasal çıkmazları çözmek için” gerekli olduğunu savunmuştur. 25 Nisan 1963’te Makarios‘un 13 değişikliğinin yasadışı olduğuna karar veren Kıbrıs Yüksek Mahkemesi’nin kararı, Makarios‘un tedbirlerini tam olarak uygulamayarak anayasayı ihlal ettiğini ve önerilen anayasa değişikliklerini kabul etmeden Kıbrıslı Türklerin hükümetteki görevlerine dönmelerine izin verilmediğini tespit etmiştir. 15 Temmuz’da Makarios, mahkeme kararını görmezden gelmiş ve 30 Kasım’da 13 öneriyi yasalaştırmıştır. 1963’te hükümetin Kıbrıs Rum kanadı, Kıbrıslı Türkleri hükümetten uzaklaştıracak ve nihayetinde Yunanistan ile birleşmeye yol açacak bir politikayı ana hatlarıyla belirleyen Akritas planını oluşturmuştur. Plan, Kıbrıslı Türklerin itiraz etmesi halinde “yabancı güçler müdahale etmeden önce şiddetle boyun eğdirilmeleri” gerektiğini belirtmekteydi. 21 Aralık 1963’te başlayan ve sonrasında Kıbrıslı Türklere yönelik büyük bir Kıbrıslı Rum paramiliter saldırısı ile sonuçlanan toplumlar arası şiddet patlak vermiştir. Süreç içerisinde hükümetin Kıbrıslı Türk üyeleri uzaklaştırılmış, devletin tüm kurumlarını kontrol eden esasen bir Kıbrıs Rum yönetimi yaratılmış, ortaklık hükümeti çökertilmiştir. Sonrasında 28 Aralık 1967’de Kıbrıs Türk Geçici Yönetimi kurulmuştur. 6 Temmuz 1974’te Makarios, Yunan hükümetini Kıbrıs Ulusal Muhafızları’nı bir işgal ordusuna dönüştürmekle suçlamıştır. 15 Temmuz 1974’te, Yunan askeri cuntası ve Kıbrıs Ulusal Muhafızları, Kıbrıs’ta bir Kıbrıs Rum askeri darbesini desteklemiştir. Nikos Sampson, yeni başkan olarak Başkan Makarios‘un yerini almıştır. Kıbrıslı Rum darbeciler “Kıbrıs Yunan Cumhuriyeti”nin kurulduğunu ilan etmişlerdir. Türkiye için 1960 Garanti Antlaşması uyarınca darbe, Kıbrıs Türk halkını korumak için askeri harekât için yeterli bir neden olmuş ve bu nedenle Türkiye, 20 Temmuz’da Kıbrıs’a barış harekâtı düzenlemiştir. Bu gelişme Ağustos 1974’te Kuzey Kıbrıs’ın ilk egemen idari organı olan Özerk Kıbrıs Türk Yönetimi’nin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. 2 Ağustos 1975’te Viyana’daki müzakerelerde, Birleşmiş Milletler himayesinde toplum liderleri Rauf Denktaş ve Glafkos Klerides arasında bir nüfus mübadelesi anlaşması imzalanmış, anlaşmaya dayanarak yaklaşık olarak kuzeyde yaşayan 196.000 Kıbrıslı Rum ile güneyde yaşayan 42.000 Kıbrıslı Türk yer değiştirmiştir (Oran, 2018; Armaoğlu, 2018; Şener, 2013; Gür, 2021). 

Harita 1. Kıbrıs Barış Harekâtı Öncesi ve Sonrası

Kaynak: https://www.pavlos-andronikos.id.au/2ndTurkishInvasion.htm 

1975’te ilk adım olarak, Kıbrıs Türk Federe Devleti ilan edilmiş, ancak Kıbrıs Cumhuriyeti (Güney Yönetimi) ve Birleşmiş Milletler tarafından reddedilmiştir. Kuzey tek taraflı olarak 15 Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adıyla bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu, BM tarafından Güvenlik Konseyi’nin 541 sayılı kararı ile reddedilmiştir (Erçakıca, 2017). 

2. Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması ve Uluslararası Hukuk 

UNCLOS’un 76(1) maddesi kıta sahanlığını “kara topraklarının doğal uzantısı boyunca kıta kenarının dış kenarına veya bir mesafeye kadar karasularının genişliğinin ölçüldüğü esas hatlardan itibaren 200 deniz mili ötesine uzanan deniz yatağı ve toprak altı” olarak tanımlamaktadır. Madde 76(3), kıta kenarını kıyı devletinin kara kütlesinin su altında kalan uzantısını içeren ve kaya tabakasını, eğimi ve yükseltiyi tanımlar. 76. maddenin 6. Paragrafı, “denizaltı sırtlarında, kıta sahanlığının dış sınırı, karasularının genişliğinin ölçüldüğü esas hatlardan itibaren 350 deniz milini geçemez” biçimindedir. Bu paragrafta “kıta kenarı” terimi, kıta kara kütlesinin tüm su altındaki uzantısını ifade etmektedir. Bir başka deyişle normalde kıta sahanlığı, eğim ve yükseltiden oluşmaktadır ancak bazen sadece kıta sahanlığı ve eğimi ifade etmektedir (Gray, 1993).

2.1. 1958 Cenevre Sözleşmesi Öncesi Devlet Uygulaması

1958’den önce deniz sınırlarının sınırlandırılmasında devlet uygulaması asgari düzeyde olmasına rağmen 1930’daki Lahey Kodifikasyon Konferansı’nda kıyı devletinin deniz yatağı ve toprak altı dâhil olmak üzere karasularının kaynakları üzerinde mülkiyet haklarına sahip olduğu kabul edilmiştir (Gözügüzelli, 2020). Uluslararası Hukuk Komisyonu’nun (ILC) hazırlık çalışmaları başladığında karasularının ötesindeki deniz alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin tek anlaşma, Paria Körfezi’ne ilişkin 1942 Anglo/Venezuela Anlaşması’ydı. Bu anlaşma türünün ilk örneği olduğu için “sınır oluşturma için herhangi bir genel ilke veya yöntem” geliştirememiş ve “gelecekteki sınırlamalar için potansiyel bir emsal olarak kapsamı oldukça sınırlı” hale gelmiştir (Kuran, 2016).

1945’te ABD Başkanı Truman tarafından yapılan Truman Bildirisi, sınırlandırma kriterlerine yapılan ilk önemli referans olmuştur. Bu bildiride “bir devletin kıta sahanlığı başka bir devletin kıyılarına kadar uzanıyorsa veya komşu devlet olarak paylaşılıyorsa sınır, Amerika Birleşik Devletleri ve ilgili devlet tarafından hakkaniyet ilkelerine göre belirlenecektir”. Truman Bildirgesi’ni diğer devletler tarafından yapılan benzer iddialar izlemiştir. Bazıları kıta sahanlığı kaynakları üzerinde yetki ve kontrol iddiasında bulunurken diğerleri bunlar üzerinde egemenlik iddiasında bulunmuştur (Ying, 2006).

2.2. 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi

Truman Bildirisini takip eden yıllar boyunca diğer bazı devletler kıta sahanlığı üzerinde bir tür hak iddiasında bulunmuştur. Kıyı devletlerinin kıta sahanlıkları üzerinde belirli haklara sahip olması gerektiği fikri, 1958 Cenevre Konferansı’nda genel olarak kabul edilmiştir. Konferansta kabul edilen Kıta Sahanlığı Sözleşmesi, bu hakların kıta sahanlığının kaynaklarını “araştırma ve işletmeye yönelik egemenlik hakları” olmasını şart koşmaktaydı (CSC, Madde 2). Bu olayın kıta sahanlığı doktrininin 1958 yılına kadar uluslararası hukukta sağlam bir şekilde yerleşmesine yardımcı olduğu ve o zamandan beri konumunun zayıflamadığı oldukça açıktır (Gözügüzelli, 2020).

Kıta Sahanlığı Sözleşmesi, egemen haklara ilişkin konumu nedeniyle özellikle önemlidir. Daha da önemlisi, Sözleşme, kıyı devletinin kıta sahanlığı üzerinde “egemenlik” yerine “egemenlik haklarına” sahip olmasını sağlar. Sözleşme, kıyı devletine tam egemenlik vermemekle birlikte kıta sahanlığının doğal kaynaklarının araştırılması ve işletilmesi için gerekli ve bunlarla bağlantılı tüm hakları ona vermektedir. Kaynaklar bir devletin mülkiyeti, onun egemenlik hakları olarak nitelendirilmiştir. Böyle bir nitelendirme devletlerin çağdaş ihtiyaçlarını yansıtan, uluslararası hukukun kaynağı açısından genel bir ilke olmuştur. Ayrıca denizlerin serbestliği ilkesiyle de uyumludur denebilir.

Daha önce de belirtildiği gibi 1945’te Amerika Birleşik Devletleri, Truman Bildirgesi aracılığıyla, Kıta Sahanlığı üzerinde tek taraflı olarak hak ve yargı yetkisi iddia etmiştir. Bu bildirgeyi takiben ve hidrokarbon kaynaklarının açık denizde araştırılmasına yönelik artan ilgi göz önüne alındığında 1958 Kıta Sahanlığı Sözleşmesi, 6. maddede aşağıdaki şekilde düzenlenmiştir:

  • Aynı kıta sahanlığının kıyıları birbirine karşı olan iki veya daha fazla devletin topraklarına bitişik olması durumunda kıta sahanlığının bu devletlere ait sınırları, aralarındaki anlaşma ile belirlenecektir. Anlaşma yokluğunda ve özel koşullar başka bir sınır hattını haklı çıkarmadıkça sınır, her bir devletin karasularının genişliğinin ölçüldüğü esas hatların en yakın noktalarından eşit uzaklıkta olan orta hattır.
  • Aynı kıta sahanlığının iki komşu devletin topraklarına bitişik olması halinde kıta sahanlığının sınırı, aralarındaki anlaşma ile belirlenecektir. Anlaşma yokluğunda ve özel koşullar başka bir sınır hattını haklı göstermiyorsa sınır, her devletin karasularının genişliğinin ölçüldüğü esas hatların en yakın noktalarından eşit mesafe ilkesinin uygulanmasıyla belirlenecektir.

Yukarıdaki hüküm, karasularının sınırlandırılmasıyla ilgili olarak bu tez ile daha önce vurgulanan eşit mesafe/özel koşullar kuralına benzemektedir. Cenevre sözleşmelerinde somutlaşan eşitlik ve özel koşullarla ilgili yukarıda bahsedilen kural yasal argümanların, teknik konuların ve devletlerin görüşlerinin dengelendiği ve dikkate alındığı yıllar süren tartışmaların sonucu olarak meydana gelmiştir. ILC tartışmaları ve taslak maddelere ilişkin yorumlar, deniz sınırlarının sınırlandırılmasında eşitliğin genel bir kural olarak görüldüğünün kanıtıdır. “Makul değişiklikler” kavramı, özel koşulların var olduğu düşünülen her yerde kabul edilebilir olarak görülmüştür. Kural kuşkusuz “oldukça esnek” olarak düşünülmek üzere tasarlanmış ve çok esnek bir şekilde uygulanmıştır (United Nations, 1959).

Sözleşmenin bazı önemli eksiklikleri olduğu gerçeğine dikkat çekmek de önemlidir. Böyle bir kusur, sözleşmenin kıta sahanlığının dış sınırlarını tanımlayan kesin bir parametre ortaya koymayı ihmal etmesidir. Bir diğer eksiklik ise 200 metrelik derinliğin uygulanabilirliği ve kullanılabilirlik kriterlerinin sorgulanabilir olmasıdır. Ayrıca, sözleşmedeki bazı tanımlar biraz belirsiz olduğundan “kıta sahanlığı” ve Adalar”ın amaçlanan anlamlarını yorumlamak zorlaşmaktadır. Sözleşme, Madde 1’de kıta sahanlığını şu şekilde tanımlamaktadır:

Bu maddelerin amacı doğrultusunda, “kıta sahanlığı” teriminin, atıfta bulunulan hali; “Kıyıya bitişik ancak karasuları alanı dışında kalan denizaltı alanlarının deniz tabanı ve toprak altı, 200 metre derinliğe veya bu sınırın ötesinde, üst suların derinliğinin doğal kaynakların işletilmesine izin verdiği yerlere söz konusu alanlardan, adaların kıyılarına bitişik benzer denizaltı alanlarının deniz tabanına ve toprak altına” şeklindedir (United Nations, 1959).

Sözleşme’nin 1. maddesindeki “işletilebilirlik kriteri” ile ilgili çok sayıda tartışma olduğu görülebilmektedir. Özellikle komşu veya karşı komşu devletlerin birbiriyle örtüşen iddialarda bulunduğu durumlarda argümanlar çok yönlü olmuştur. Ayrıca, Sözleşme’nin 6. maddesi “orta hat” ve “özel durumlar” gibi temel kriterlerin doğasında bulunan karışıklığı da ortaya koymaktadır. Kıta sahanlığının yakınında adaların bulunması da önemli yasal sorunlar doğurabilir. Asıl soru, ana kara kıyılarında veya komşusunun kıyılarında küçük bir adaya sahip olan bir devletin, ana karasından ziyade adacık kıyısının, deniz dibi sınırının komşuya karşı olarak tanımlanması gereken başlangıç noktası olduğunu iddia edip edemeyeceğidir. Sözleşme yalnızca “ada” veya “körfez”in kesin tanımlarını sağlamakta başarısız olmakla kalmamakta, aynı zamanda yukarıda bahsedilen sınırın çizilmesiyle ilgili soruya da yanıt verememektedir.

Anlaşmazlık taraflarının Cenevre Sözleşmesi’ne taraf olmadığı durumlarda yetersiz ve muğlak kılavuzlar sorunu daha da karmaşık hale gelmektedir. 1958 Cenevre Sözleşmesi hükümlerinin küresel topluluk tarafından uluslararası teamül hukuku olarak kabul edilecek kadar genel olarak kabul edilip edilmediği ve bu nedenle Cenevre Sözleşmesi’ne taraf olsun ya da olmasın tüm tarafları bağlayıcı olup olmadığı noktasının dikkate değer bir husus olduğunu söylemek mümkündür.

Kuzey Denizleri Kıta Sahanlığı davalarında Uluslararası Adalet Divanı (UAD), 1958 Cenevre Sözleşmesi’nde yer alan eşit mesafe ilkesinin “temel kıta sahanlığı doktrinine eşlik eden kaçınılmaz bir ilke” haline gelmediğine karar vermiştir. Bu nedenle bu devlet, davranışı sırasında aksini ortaya koyan kanıtlar göstermedikçe Mahkeme, imzacı olmayan bir devletin sözleşme normlarına bağlı tutulamayacağını kabul etmiştir (The North Sea Trials of, 1969).

2.3. 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi Sonrası Devlet Uygulaması

Hukuki ilkeler, tahkimde veya mahkemelerde alınan yaklaşımlara rehberlik etmektedir. Mahkemeler, devlet uygulamasında genel olarak uygulanabilir normlara dair herhangi bir kanıt bulmakta isteksiz davranmışlardır. Bununla birlikte sınırlandırmanın yasal ilkeleri ile devlet uygulamaları arasında karşılıklı bir etkileşim oluşturulmuştur. Devlet uygulamasının tahkimler ve mahkemeler tarafından benimsenen pratik yöntemler üzerinde etkisi olmuştur. Aynı zamanda, hukukta geliştirilen hukuk ilkeleri ve hakkaniyet ölçütleri, müzakere edilen anlaşmalarda devletlerin kabul edilebilir gördüğü şeyler üzerinde eşit derecede önemli bir etkiye sahiptir.

Hukuk doktrininin devlet uygulaması üzerindeki etkisi, Amerikan Uluslararası Hukuk Derneği tarafından yürütülen deniz sınırları projesi tarafından derlenen istatistiklerde kanıtlanmıştır. Kuzey ve Batı Avrupa’da deniz sınırlarına ilişkin 1958 sonrası 13 anlaşmadan 1969’dan önce akdedilen altı tanesi eşit mesafeye dayalıyken 1970’den beri yapılan yedi tanesi nispeten eşitlikçi ilkelere dayanıyordu. Bu nedenle, ilk dönemde hükümetler tarafından benimsenen yaklaşımın 1958 Sözleşmesi’nin harfi harfine yorumlanmasının kontrol ettiği ve 1969’dan sonra müzakerelerde eşit derecede Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı davaları ilkesinin hâkim güç olduğunu söylemek mümkündür (Ying, 2006).

Öte yandan devlet pratiğinin içtihat üzerindeki etkisi, belirli kararların ve ödüllerin nedenleri açısından genellikle örtük ve açıklanmamıştır. Bununla birlikte devlet uygulamasının benzerlikler önermede ve mahkemelere aralarından seçim yapabilecekleri çeşitli yöntemler sağlamada etkili olması gerekirdi. Bunun örneğini “yarı etki” için ilham kaynağı olan 1977’de Scilly Adaları’na uygulanan devlet uygulaması verebilmektedir (Merrills, 1980).

2.4. 1982 UNCLOS Sözleşmesi

1982 UNCLOS Sözleşmesindeki önemli bir yenilik, Münhasır Ekonomik Bölge’nin (MEB) oluşturulması olmuştur. Bu sözleşme, kıta sahanlığı hakları ile kara sularının ötesindeki su sütunu üzerindeki hakları birleştirmiştir. MEB ve kıta sahanlığının her ikisi de temel olarak kaynaklarla ilgili alanlar olduğu için, bunların 1982 Sözleşmesi’nde birlikte ele alınması fikri anlaşılabilmektedir. Öte yandan bu iki tabanı ayrı tutmak da önemlidir. Kıta sahanlığının sınırlandırılması 1958 Sözleşmesi’nde zaten incelenmişti. Ancak MEB’in sınırlandırılmasını çevreleyen tartışma yeni bir girişim olmuştu. MEB, klasik doktrin kapsamında jeomorfolojik kıta sahanlığının genişliğinden daha fazla veya daha az olabilen 200 deniz mili genişliğe sahiptir. Bununla birlikte Deniz Hukuku Sözleşmesi uyarınca kıta sahanlığının minimum genişliği 200 mildir, yani MEB’den daha az değildir. MEB’siz bir kıta sahanlığı olabilir, ancak kıta sahanlığı olmayan bir MEB olamaz.

Sözleşmenin 76. maddesi, bir kıyı devletinin kıta sahanlığını “kara topraklarının kıta kenarının dış kenarına kadar doğal uzantısı boyunca karasularının ötesine uzanan denizaltı alanlarının deniz tabanı ve toprak altı” olarak tanımlamaktadır. Tanım, 200 deniz mili genişliğinden daha az veya daha büyük olan kenar boşlukları arasında ayrım yapar. Bu mesafeden daha dar kenar boşluklarına sahip olan devletler, bu mesafeyi MEB’e karşılık gelen 200 deniz miline kadar talep edebilirler. 200 deniz milinden daha geniş jeomorfolojik kenar boşluklarına sahip devletler, kenar boşluğunun dış kenarını iki yoldan biriyle çizebilir. Birinci yöntemden sonra devlet, kıta yamacının ayağının denize doğru olan noktaları arasında tortul kayaçların derinliğinin bu noktalar ile kıta yamacının ayağı arasındaki en kısa mesafenin en az yüzde 1’i olduğu kıta kenarı dış sınırlarını çizebilir. Bu öneri İrlanda Formülü olarak bilinir. İkinci yöntem, devletin kıta yamacının eteğinden denize doğru 60 deniz milinden fazla olmayan sınırlar çizmesine izin verir (Prescott ve Schofield, 2005). Marjın fiziksel kapsamına bakılmaksızın, devlet yargı yetkisi (bazı istisnalar dışında) temel çizgiden 350 deniz milinin veya 2500 metrelik izobattan 100 deniz milinin ötesine geçemez (United Nations, 1982).

UNCLOS’un 76. maddesinde ayrıntılı bir şekilde ifade edilmesine rağmen formül önemli ölçüde belirsizliğe yer bırakmaktadır. Bazı bilim insanları, sınırların belirlenmesi için katmanların kalınlığını yeterli ve kesin olarak hesaplamak imkânsız olduğundan sınırları tanımlamak için bir parametre olarak tortu kalınlığının kullanımını ciddi şekilde eleştirmişlerdir. Kıta sahanlığı araçlarının UNCLOS tanımı yetersizdir ve sadece belirli terimler kesin olmamakla kalmaz, aynı zamanda katman kalınlığı formülünün uygulanabileceği ilgili verileri elde etmek ve doğrulamak zordur (Prescott & Schofield 2005).

Ayrıca 1958 Cenevre Sözleşmesi tartışmalı bir şekilde yetersiz ve muğlak olduğundan UNCLOS’taki bazı hükümlerin taslağı hazırlanırken bazı müzakereler gelişmiştir. Bu tartışmalar, “Eşitlik Grubu” ve “Adil İlke Grubu” şeklinde iki karşıt çıkar grubunun varlığını ortaya çıkarmıştır. Eşit Mesafe Grubu, sınırlamanın “genel bir ilke olarak bunun haklı olduğu herhangi bir özel durumu dikkate alarak ortanca veya eşit mesafe çizgisini” kullanması gerektiğini önermiştir. Adil İlke Grubu ise sınırlamanın “hakkaniyet ilkelerine uygun olarak, ilgili tüm koşullar dikkate alınarak ve uygun olan yerlerde adil bir çözüme ulaşmak için her türlü yöntem kullanılarak” yapılması gerektiğini ileri sürmüştür (Antunes, 2003).

UNCLOS Madde 15, 74(1) ve 83(1) sırasıyla kara sularının MEB’in ve kıta sahanlığının sınırlandırılmasını öngörmektedir. Kıta sahanlığı ve MEB’in sınırlandırılmasına ilişkin hükümler aynıdır. Kıta sahanlığı ile ilgili 83(1) maddesi aşağıdaki gibidir (United Nations, 1982):

“Kıta sahanlığının veya MEB’in karşı veya komşu kıyıları olan devletler arasında sınırlandırılması, adil bir çözüme ulaşmak için uluslararası Adalet Divanı Statüsü’nün 38. Maddesinde belirtildiği üzere uluslararası hukuka dayalı bir anlaşma ile gerçekleştirilecektir.”

Geniş anlamda Madde 83(1) ve 74(1) birlikte, sınırlandırmanın nasıl gerçekleştirileceğini belirleyen üç ana yapısal bölümden oluşan bir gövdeyi içermektedir. Öncelikle “anlaşarak” yapılmalı; ikincisi, “Uluslararası Adalet Divanı Statüsü’nün 38. maddesinde belirtilen uluslararası hukuka dayanarak” yapılmalı ve üçüncüsü adil bir çözüme ulaşmalıdır. Ne yazık ki UAD Tüzüğü’nün 38. maddesi ayrıntılı bir reçete sunmamaktadır. Daha ziyade itiraz eden devletler tarafından açıkça tanınan uluslararası sözleşmeleri uygulayarak uluslararası gelenekleri göz önünde bulundurarak gelişmiş milletler tarafından tanınan genel hukuk ilkeleriyle kararlara varmak mahkemeye bağlıdır. Kara sularının sınırlandırılmasını ele alan 15. maddenin aksine, yukarıda belirtilen hükümlerin eşit mesafe gibi belirli bir sınırlama yöntemine atıfta bulunmadığına dikkat etmek önemlidir. Açıkça vurgulanan, “adil bir sonuç” elde etmektir. Bu, sınır oluşturucuların, sınırın konumu üzerinde makul bir etkiye sahip olabilecek herhangi bir sayıda olası koşulu ve muhtemelen kullanılabilecek farklı teknik yöntemleri dikkate almalarını sağlamıştır. Bu ilkeye hakkaniyet ilkesi/ilgili koşullar kuralı denir (Ying, 2006).

Deniz hukuku, deniz sınırlarının hangi yöntemle sınırlandırılması gerektiğini belirtmez. Gerçekte taraflar, üçüncü tarafların hakları ihlal edilmediği sürece istedikleri herhangi bir deniz sınırı sınırlama yöntemini kabul etmekte özgürdürler. Bu nedenle, taraflar mutabık kaldıkları veya mahkeme veya başka herhangi bir yasal mahkemenin adil olduğunu düşündüğü sürece kullanılabilecek sınırlama yöntemlerinde bir sınırlama yoktur.

Normatiflik söz konusu olduğunda 83(1) maddedeki formülün sınır tanımlamada bir araç olarak kullanılması, hukuki belirsizliğe neden olabileceği ve anlamsız hale gelebileceğinden bilim adamları tarafından muğlak ve belirsiz olmakla eleştirilmiştir (Oxman, 1982). 

Hukuki açıdan gerçek normatif standartların sağlanamaması pek anlaşılabilir değildir ve önemli bir dezavantaj, bir “ilke” olarak eşitliğe yapılan atıflarla örneklenmiştir. Başka bir yorumcunun görüşüne göre 1958’de yapılan öneri nesnellik (eşitlik) ve öznellik (özel koşullar) arasındaki dengeyi korumuştur. Buna karşılık, UNCLOS’ta eşitlik ilkesi de dâhil olmak üzere tüm standartlar “öznel”dir (adil ilkeler, ilgili koşullar). Dahası yeni hüküm açıkça “herhangi bir yöntem” kavramına atıfta bulunarak sınırsız takdir yetkisi vermektedir. Bu şartların getirdiği karışıklık Sözleşme’deki herhangi bir tarafsızlık ölçüsü ile dengelenmemektedir (Antunes, 2003).

UNCLOS’un 83(1) Maddesi, kıta sahanlığı sınırlarının sınırlandırılmasında normatiflik sağlamamıştır. Bu, bizi bir deniz sınırının hakkaniyetli karakterinin nasıl tespit edileceğini sormaya sevk etmektedir. UNCLOS’ta ortaya konan bir hüküm, adaletsiz bir çözümden kaçınılması gerektiğidir. Bu hakkaniyetli çözümlerin elde edilmesinin yolları dolaylı olarak ve “uluslararası hukuk temelinde” ifadesi ile belirtilmiştir. UAD Statüsü‘nün 38. maddesine yapılan açık atıf, uluslararası hukuku uygulamakla yükümlü olan tarafların mahkemelere başvurması gerektiği fikrini pekiştirmektedir.

Bu nedenle mahkemeler, sınırlandırma uygulamalarının gerçekleştirileceği normatif temeli uluslararası hukukta aramakla yükümlüdürler. Adil çözüm arayışlarında, deniz sınırlarının sınırlandırılmasında uygulanacak koşullar ve yöntemler kesinlikle izin verilen ve daha da önemlisi uluslararası hukukun gerektirdiği koşullardır. Madde 83(1)’in yargıçlara “adil bir çözüme yol açması muhtemel” herhangi bir sınırlama formülü, yöntemi veya ilkesini seçme özgürlüğü sağladığı önerisi hâlihazırda ileri sürülmüştür.

UNCLOS’un yürürlüğe girmesi, ardışık anlaşmaların uygulanmasına ilişkin fikri de ortaya çıkarmaktadır. 1958 Sözleşmesi otomatik olarak yürürlükten kalkmayacağından, iki rejim uyumluysa, Cenevre Sözleşmesi’nin uygulanmaması için bir neden yok gibi görünmektedir. Örneğin her iki devlet de UNCLOS’a taraf ise sınırlama Madde 83(1) uyarınca yapılacaktır. Ancak bu hüküm yalnızca elde edilecek sonuca (adil bir çözüme) atıfta bulunduğundan ve belirli bir yöntemin kullanılmasını zorunlu kılmadığından hem UNCLOS’a hem de 1958 Sözleşmesine imza atan taraflar arasında 6. maddenin (eşitlik-özel koşullar kuralı) uygulanıp uygulanmayacağı sorulmalıdır.

UNCLOS’un 83(1) maddesinin adil bir sonuç elde etmek için hangi sınırlandırma araçlarının uygulanması gerektiğine dair bir cevap vermediği ve 6. Maddenin eşitlik-özel koşullar kuralına atıfta bulunduğu tespit edilmiştir. Bu eşitlik belirleme yöntemi, dikkatli olunmasını gerektirir. Özel koşullar kavramı, Madde 83(1)’de yer alan sonuç yükümlülüğünün yerine getirilebilmesi için eşitsizlikten kaçınmayı amaçlayan bir kaçış maddesi gibi bir şey olarak dâhil edilmiştir. Bu nedenle, UNCLOS’taki iki sınırlandırma ilkesi ve Cenevre Sözleşmesi sırasıyla belirli koşullar altında uyumlu olabilmektedir.

Deniz sınırlandırma tarihinin her zaman bir yandan coğrafi ve jeolojik düşünceler ile diğer yandan yasal ilkeler arasındaki gerilim etrafında döndüğünü düşünmek de son derece önemlidir. Özellikle teknik ve hukuki konular geçmişte açıkça ayırt edilememiştir.

3. Ada Devleti Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Deniz Yetki Alanları 

Akdeniz, kıyı devletlerinin kendi kıta sahanlıklarını ve MEB’i ayırmak için deniz sınırları çizmelerini gerektiren dar ve kapalı bir denizdir. Doğu Akdeniz’in şu anda en çok tartışılan bölüm olduğunu söylemek mümkündür. Kıyı devletleri, deniz sınırlarının olası sınırları konusunda karşıt görüşlere sahiptir. Sınırlandırılmış alanlar üzerindeki anlaşmazlıkların yanı sıra, ikili anlaşmalar yoluyla kurulan sınırlar, ilgili tüm tarafların onayı ile sağlanmamıştır. Bu deniz sınırı anlaşmazlıkları, bir veya daha fazla taraf enerji ile ilgili faaliyetler yürüttüğünde siyasi gerilimin alevlenmesine neden olmaktadır. Hemen hemen her durumda bir kıyı devleti, diğerinin bir hamlesini neredeyse askeri bir çatışma noktasına getirmişçesine yapılan eyleme itiraz etmektedir (Acer, 2021).

Yaşanan gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda ve Ada ya da adalar söz konusu olduğunda deniz sınırlarının belirlenmesi çok daha zor olmakta ve çatışma ortamlarının oluşmasına sebebiyet vermektedir. Devletler, adalara verilecek deniz yetki alanlarının sınırları noktasında uzlaşıya varmakta zorluk çekmektedirler. Adaların, neredeyse tüm deniz sınırlandırma müzakerelerinde anlaşmazlıkların merkezinde yer aldığını söylemek mümkündür. İlgili devletlerin kıyılarının coğrafi konumu ve ilgili kıyı uzunlukları gibi diğer coğrafi özellikler, nispeten daha az karmaşıktır ve çözüm bulmak daha olasıdır.

Doğu Akdeniz’in çevresindeki siyasi koşullar ne olursa olsun, temel olarak adaların, yani Kıbrıs adasının ve Girit, Rodos, Çoban, Kerpe ve Meis gibi Yunan adalarının varlığı nedeniyle deniz sınırlandırması için zor bir bölge olduğunu söylemek mümkündür. Bu nedenle bölgedeki devletlerin bu teknik meseleyle ilgili hukuki argümanları, çözümün uluslararası hukuk yoluyla aranması durumunda önem arz etmektedir. 

Doğu Akdeniz’deki sınırlandırma, ilgili devletlerin katılımıyla “ilgili veya özel tüm durumlar dikkate alınarak hakkaniyet ilkeleri” uygulanarak gerçekleştirilmelidir. Bu genel eşitlik çerçevesinde Türkiye, Doğu Akdeniz’in yarı kapalı bir deniz olarak kendine özgü coğrafi koşullarına işaret etmekte ve tüm kapalı ve yarı kapalı denizlerde olduğu gibi, Doğu Akdeniz’in ilgili veya özel koşullarına uyulması yönünde vurgu yaptığı görülmektedir. 

Türkiye’ye göre Doğu Akdeniz’in dikkate alınması ve önemsenmesi gereken ilk nokta, sınırlandırmada coğrafi faktörlerin hâkim olması gerektiği ilkesine göre, Doğu Akdeniz’de ‘en uzun’ olan Türkiye kıyı şeridinin uzunluğudur. Bu nedenle, daha uzun kıyı şeridi unsuru ve ilgili veya özel bir durum olarak dikkate alınmalıdır. Türkiye’ye göre dikkate alınması gereken ikinci faktör, konumları ve boyutları ile karşılaştırıldığında Yunan adalarının olası bir kesme etkisi ile azaltılmaması gereken Türk anakarasının kıyı projeksiyonudur. Türkiye’nin “Adalar, Doğu Akdeniz’in en uzun kıtasal kıyı şeridine sahip ülkesi olan Türkiye’nin kıyı projeksiyonu üzerinde bir kesme etkisi olamaz” açıklamasında bu oldukça açık bir şekilde görülmektedir. Yunan adaları, yani Girit, Çoban, Kerpe, Rodos ve Meis tamamen göz ardı edilmelidir çünkü kara sularının ötesindeki deniz alanlarının verilmesi, adaletsiz bir sonuç üretecek şekilde Türk ana karasının projeksiyonunun kesilmesine yol açacak ve bu kesinti etkisi Türkiye’ye göre, ilgili anakaralar arasındaki coğrafi dengeyi bozacaktır. Uluslararası Adalet Divanı’nın birçok kararı, deniz alanları oluşturmak için orta hattın aksi tarafında kalan adaları ya tamamen görmezden gelmiş ya da konumları adil bir sınırlamayı bozuyorsa deniz alanlarının sınırlandırılmasında yalnızca kısmi etki vermiştir (MFA, 2020a; 2020b; 2020c).

Girit adasına Türkiye’ye göre kara sularının ötesinde oldukça büyük bir deniz alanı tahsis edilmesi, benzer şekilde coğrafi dengeyi ve eşitliği bozacaktır. Bu, daha küçük ve Türkiye anakarasına daha yakın olan Rodos ve Kerpe adaları için de geçerli olmalıdır. Türkiye, “iki anakara arasındaki orta hattın aksi tarafında bulunan adaların, karasularının ötesinde deniz yetki alanı oluşturamayacağını” ve “deniz yetki alanı belirlenirken kıyıların uzunluk ve yönünün dikkate alınması gerektiğini” açıkça ortaya koymaktadır (MFA, 2020a; 2020d).

Bu noktada Kıbrıs adası farklı bir yaklaşımı gerektirmektedir. Bahsi geçen bölgedeki diğer Yunan adalarından farklı olarak Kıbrıs, bölgenin başka bir kıyı devletinin adası değildir ve ana kara ülkesinden ayrı bir siyasi oluşumdur. Türkiye, kendi durumuyla ilgili olarak, ilgili kıyı uzunlukları arasında önemli bir fark olduğuna dikkat çekmektedir. Türkiye bu faktörü göz önünde bulundurarak Kıbrıs adasına Türkiye’ye göre daha az denizalanı vermeyi hakkaniyetli görmektedir (Acer, 2021). Bu yaklaşımı hem Türkiye ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti arasındaki Sınırlandırma Anlaşması’nda hem de Türkiye’nin kıta sahanlığı olarak belirttiği ve BM’ye sunduğu resmi haritadan da anlamak açıkça mümkündür.

Türkiye’nin yüksek siyasi gerilim yaratan kaynaklarla ilgili faaliyetleri önem arz etmektedir. Mısır ve GKRY’nin 2003 yılındaki Sınırlandırma Anlaşması’nın ardından bu tür faaliyetlere başlamalarına karşılık Türkiye bu kaynaklarla ilgili faaliyetlerini meşru görmektedir. Mısır ve GKRY, Türkiye’ye haklarını korumak için ilgili faaliyetleri başlatmaktan başka seçenek bırakmadan yasa dışı hareket etmişlerdir. Bölgedeki bu tür “yasadışı” faaliyetlere son vermedikleri sürece, Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin sahada kendi haklarını fiilen göstermekten ve kullanmaktan başka seçeneğinin kalmadığını söylemek mümkündür (MFA, 2007a; 2007b). 

Türkiye’nin kıta sahanlığının sınırlandırılması konusunda resmi yaklaşımı, “Kıbrıs sorununun kapsamlı çözümü ile ilgilidir ve bundan sonra deniz sınırları müzakereler yoluyla belirlenmelidir” şeklindedir. Ayrıca Türkiye, Kıbrıslı Türkleri ve Kıbrıslı Rumları, dolayısıyla bir bütün olarak Kıbrıs’ı müşterek olarak temsil etmeye kanunen veya fiilen yetkili tek bir merci bulunmadığını ve Kıbrıslı Rumlar, eşit statüye sahip Kıbrıslı Türkler veya Kıbrıs adasının tamamı üzerinde yetki, yargı veya egemenlik iddiasında bulunamayacağını belirtmektedir. Ayrıca Dışişleri bakanı Çavuşoğlu’nun bir açıklaması (2019) da şu şekildedir : 

“Ada’nın ortak zenginlikleri üzerinde herhangi bir karar alınırken, Kıbrıs Türklerinin de bu kararların alındığı mekanizmalara dâhil edilmeleri gerektiğini biz en başından bu yana vurgulamaktayız. Kıbrıs Türk makamlarının 2011 ve 2012 yıllarında yapmış oldukları işbirliği önerilerini Rum tarafı geri çevirmiştir. Üstelik GKRY maalesef, hidrokarbon konusunu, Kıbrıs Türkleriyle paylaşması ve birlikte karar alması gereken bir unsur olarak görmemekte; Kıbrıs Türklerinin haklarını çözümden sonra vermek üzere korumaya aldığını iddia etmektedir. Rum tarafı Ada’nın zenginliklerini şimdi pazarlarken ve gelir elde etmeye başlarken, Kıbrıs Türklerinin bu haklardan yararlanmalarını kendilerinin engellediği çözümden sonraya bırakması ne bizim ne de Kıbrıs Türklerinin kabul edeceği bir durumdur. Bu nedenle Kıbrıs Türklerinin hidrokarbon kaynakları konusunda 13 Temmuz 2019 tarihinde yaptığı öneri son derece isabetli ve zamanlı olmuştur. Tam destek verdiğimiz bu öneri, Kıbrıs Türklerinin ve Kıbrıslı Rumların, Ada’nın eşit ortakları olarak, eşit haklara sahip oldukları hidrokarbon kaynakları konusunda, gelir paylaşımı dâhil işbirliği yapmalarını ve bu kaynaklardan eşzamanlı olarak birlikte yararlanmalarını öngörmektedir. Bu önerinin hayata geçirilmesi, yeni bir işbirliği dönemi başlatacak, bölgesel barış, istikrar ve işbirliğinin gelişimine katkıda bulunacak ve Kıbrıs meselenin çözümü için de uygun bir zemin yaratacaktır” (Çavuşoğlu, 2019).

Bu açıklamada da anlaşılabileceği gibi Kıbrıslı Rumlar, adanın Türk tarafının katılımı olmadan Doğu Akdeniz’de ne bölge ülkeleriyle sınırlandırma anlaşmaları imzalayabileceği ne de Doğu Akdeniz’de petrol/doğal gaz arama faaliyetleri yürütebileceğinin mümkün olmadığı anlamı çıkarılabilir. Aksi yönde bir takdir, “Kıbrıs Türk halkının temel ve doğuştan gelen hak ve çıkarlarını ihlal edecektir”. Bu tür anlaşmalar ve davranışlar, “Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rumların siyasi eşitlik temelinde takdirine bırakılmalıdır.” 

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olarak kabul görmesi halinde ise adanın deniz yetki alanlarını bir bütün olarak ele almak mümkün olmayacaktır. Güney ile Kuzey arasında her iki tarafın sınırları çerçevesinde ayrı ayrı deniz yetki alanları olacaktır. Böyle bir durumda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Türkiye, Suriye ve GKRY ile deniz sınırlandırma anlaşmasına gitmesi gerekmektedir. Böyle bir durumda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin muhtemel deniz sınırları belirtilen haritadaki şekilde olacaktır:

Harita 2. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Muhtemel Deniz Sınırları I

Bu bir yaklaşıma göre muhtemel ortaya çıkacak bir deniz sınırlandırma haritası olabilecekken, Adaların tam etkisi olmadığı yaklaşımı ile de ilgili olarak Türkiye, Suriye ve Lübnan ile karşı kıyı komşusu olarak hat belirleyebilirler. Bu durumda ada devletine kendi alanları verilirken ana kara devleti tarafından ada anklav edilerek karşı komşusu ile deniz sınırlandırması yapabilmektedir. Bu seçenekte Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Türkiye ve GKRY ile deniz sınırlandırma anlaşması yapması yeterli olacaktır. Böyle bir durumda ise ortaya çıkabilecek muhtemel harita ise şu şekilde olacaktır;

Harita 3. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Muhtemel Deniz Sınırları II

Birinci haritada Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti biraz daha geniş bir alana sahip olurken, Türkiye için daha az, Suriye için daha fazla alan anlamına gelmektedir. İkinci harita da ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti biraz daha az Türkiye daha fazla, Suriye daha az alan anlamına gelmektedir.

Sonuç ve Değerlendirme

Doğu Akdeniz’deki kırılgan siyasi atmosfer, devam eden deniz sınırı anlaşmazlıklarının bir sonucudur. Bu gerçek, ilgili tüm devletlerin herhangi bir çözüm sürecine ilişkin siyasi, hukuki ve pratik yaklaşımlarını önemli ölçüde etkilemektedir. Gerek Türkiye’nin gerekse Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin yukarıda özetlenen hukuki argümanları, hem genel olarak Deniz Sınırlandırma Yasası ile hem de onun Doğu Akdeniz’in özel bağlamına uygulanmasıyla ilgilidir. Türkiye genel olarak hem kendisi için hem de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyet için hakkaniyet ilkesi ve adil çözüme güçlü bir vurgu yapmaktadır. Bu açıkça uluslararası teamül hukuku ve 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin ilgili maddeleri aracılığıyla oluşturulan ve ilgili tüm uluslararası hukukta onaylanan ana sınırlama kuralıdır. Türkiye ayrıca, ilgili uluslararası içtihatta tanımlandığı üzere, deniz sınırlarının sınırlandırılmasına ilişkin hakkaniyet ilkelerini de vurgulamaktadır.

Türkiye’nin bu ilkeleri Doğu Akdeniz örneğine uygulama şekli, Türkiye’nin hukuki yaklaşımının birçok önemli yönünü ortaya koymaktadır. Türkiye’nin argümanlarında öne çıkan en önemli faktör olan coğrafi faktör, Türkiye’nin kıyı uzunlukları ile komşularının kıyı uzunlukları arasındaki farktır. Bu, Türkiye’ye göre daha büyük kıta sahanlığı/MEB deniz alanlarının Türkiye’ye tahsis edilmesinde saygı gösterilmesi gereken bir coğrafi faktördür. 

Yine deniz hukukuna dayalı olarak  Türkiye, Türk anakarasına daha yakın konumdaki Yunan adalarına karasularının ötesinde herhangi bir denizalanı verilmemesi gerektiğini de savunmaktadır. Aksi takdirde, bu, Türkiye anakarasının kıyı projeksiyonlarından kopacak, coğrafi dengeyi bozacak ve kaçınılmaz olarak adaletsiz bir sınırlandırma ile sonuçlanacaktır. Kıbrıs adasının durumu bazı açılardan ayrı ele alınmaktadır. GKRY çeşitli sınırlandırma anlaşmaları imzaladığı ve Ada’nın çevresindeki sular üzerinde eşit haklara sahip olan Türk tarafını görmezden gelen faaliyetler yürüttüğü için, Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti tüm bu anlaşmaları ve eylemleri hukuken asılsız kabul etmektedir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin mevcut durumda ayrı tutulması asla kabul edilebilir bir durum olamamaktadır. Burada iki seçenek ortaya çıkmakta: 

  • Mevcut durumda tüm adanın haklarından Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin faydalanması gerekmektedir.
  • İki ayrı bağımsız devlet olarak her iki devlet kendi sınırlarında kendi haklarını kullanmalıdır.

Türk tarafının hariç tutulmasının yanı sıra Türkiye, Ada’nın batısındaki Türkiye’nin kıta sahanlığı/MEB haklarını da ihlal ettiği için özellikle GKRY-Mısır sınırlandırma anlaşmasına ve ilgili faaliyetlere itiraz etmektedir. Kıbrıs adasına kıyı şeridi çok daha kısa olduğu için Türkiye’ye kıyasla kısıtlı deniz alanları verilmelidir. Bu durum bütün bir ada ya da iki devletli bir ada olması durumunda da geçerli olacaktır. Türkiye, tüm bunların nihayetinde Türkiye’ye kendi haklarını ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin haklarını korumak için sınırlandırma anlaşmaları yapmaktan ve kaynaklarla ilgili faaliyetler yapmaktan başka bir seçenek bırakmadığını vurgulamaktadır.

Halit Gür
Deniz Çalışmaları Staj Programı

Editör: Gizem Güven


Kaynakça

Acer, Y. (2021). Turkey’s legal approach to maritime boundary delimitation in the eastern mediterranean sea, Insight Turkey, 23(1), 99-114.

Aksu, F. (2008). Türk dış politikasında zorlayıcı diplomasi. Bağlam Yayınları.

Armaoğlu, F. (2018). 20. Yüzyıl siyasi tarihi. Kronik Kitap.

Bölükbaşı, S. (2001). Barışçı çözümsüzlük. İmge Yayınları.

Cai, Y. (2006). International Law Principles Of Continental Shelf Delimitation And Sino-Japanese East China Sea Disputes. World Maritime University Dissertations, 162.

Cyprus Reconsidered. (t.y.). The second Turkish offensive in Cyprus, 14 August 1974. Erişim Adresi: https://www.pavlos-andronikos.id.au/2ndTurkishInvasion.htm 

Erçakıca, M. (2017). Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ve Güvenlik Konseyi kararları ışığında Kıbrıs ve Kosova sorunları, Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 16(1), 161-178.

Gözügüzelli, E. (2020). Uluslararası deniz hukuku. Nobel Yayıncılık.

Gray, D. (1993). Seaward limits of the continental shelf and EEZ: Technical concerns. The Continental Shelf and Exclusive Economic Zone içinde (ss. 19-23).

Gür, H. (2021). Türk-Yunan ilişkilerinde zorlayıcı diplomasi. Paradigma Akademi.

Kuran, S. (2016). Uluslararası deniz hukuku. Beta Yayınları.

Antunes, N. M. (2003). Towards the conceptualisation of maritime delimitation. Brill Publishing. 

Merrills, J. (1980). The United Kingdom-France continental shelf arbitration. California Western International Law Journal, 10(2), 314-364.

Çavuşoğlu, M. (2019). Ya Öneriye Uyun Ya da Devam Ederiz. Kıbrıs Postası. Erişim Adresi: https://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayin-mevlut-cavusoglu_nun-kibris-postasi-gazetesinde-yayinlanan-makalesi.tr.mfa 

Oran, B. (2018). Türk dış politikası. İletişim Yayınları. 

Oxman, B. H. (1982). The third United Nations Convention on the law of the sea: the tenth session. American Journal of International Law, 76(1), 1-23.

Prescott V., & Schofield, C., (2005). The maritime political boundaries of the world. Martinus Nijhoff. 

Şener, B. (2013). Türk dış politikasında güç kullanma seçeneği 1923-2010. Barış Kitap.

The North Sea Trials of 1969, The Principles and Rules of law Applicable (paras. 83-101 of the Judgment).

MFA. (2020c). Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilciliğinin Genel Sekreter’e hitaben 14 Ağustos 2020 tarihli Sözlü Notu, A/74/990. 

Sinirlioğlu, F. H. (2020). Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi’nin Genel Sekreter’e hitaben yazdığı 18 Mart 2020 tarihli mektup, A/74/757. Erişim Adresi: https://documents-dds-ny.un.org/doc/UNDOC/GEN/N20/071/59/PDF/N2007159.pdf?OpenElement 

MFA. (2020b). Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi’nin Genel Sekreter’e hitaben 2 Temmuz 2020 tarihli mektubu, A/74/936.

MFA. (2020d). Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi’nin Genel Sekreter’e hitaben 21 Ağustos 2020 tarihli mektubu, A/74/997–S/2020/826. 

MFA. (2020a).Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi’nin Genel Sekreter’e hitaben yazdığı 18 Mart 2020 tarihli mektup, A/74/757.

MFA. (2007a).Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi’nin Genel Sekreter’e hitaben yazdığı 23 Temmuz 2007 tarihli mektup.

MFA. (2007b). Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi’nin Genel Sekreter’e hitaben yazdığı 8 Ağustos 2007 tarihli mektup.

United Nations. (1982). Convention on the Law of the Sea. Erişim Adresi: https://www.un.org/depts/los/convention_agreements/texts/unclos/unclos_e.pdf 

United Nations. (1945). Statute Of The International Court Of Justice. Erişim Adresi: :https://legal.un.org/avl/pdf/ha/sicj/icj_statute_e.pdf 

United Nations. (1959). Yearbook Of The International Law Commission (Cilt I). Summary records of the fifth session.

United Nations. (1959). Yearbook Of The International Law Commission (Cilt II). Summary records of the fifth session.



TUİÇ Üniversite Elçileri Başvuruları Açıldı!

0

Siz de TUİÇ Üniversite Elçisi olmak ister misiniz?

TUİÇ Üniversite Elçileri, birlikte yapacağımız etkinliklere ve çalışmalara, elçisi olduğu üniversiteler adına katılım sağlayarak derneğimizin çalışmalarında gönüllü görev alacak arkadaşlardır.

Eğer “ben de TUİÇ Üniversite Elçisi olmak istiyorum” diyorsanız aşağıda yer alan başvuru formunu doldurabilirsiniz. 

Başvuru Formu

Çeviri: Biden Asya’da

Bu yazı, David Leonhardt’ın Mayıs 2022’de ‘New York Times’ için kaleme almış olduğu “Biden in Asia” başlıklı makaleden çevrilmiştir. Yazının aslına aşağıdaki bağlantıdan erişebilirsiniz.

Biden in Asia

Yeni ticaret mutabakatı iki büyük fikre dayanıyor: Neoliberalizmden uzaklaşmak ve Çin‘i çevrelemek.

ABD’de ticaret politikası siyaseti giderek toksik bir hal almış durumda.

On yıllar boyunca hem Demokrat hem de Cumhuriyetçi partilerin ana damarı, ABD ile diğer ülkeler arasındaki ticaretin genişlemesini destekledi. Bu politikacılar, daha fazla küreselleşmenin ekonomik büyümeyi artıracağını ve bu büyümeden elde edilecek gelir sayesinde ülkenin artan ticaretten zarar gören işçilerin mağduriyetlerini telafi edebileceğini vaat ettiler. Lakin işler böyle yürümedi.

Ticaret bunun yerine iyi ücretli mavi yakalı işlerin sayısını azaltarak milyonlarca işçi sınıfı Amerikalının yaşam standartlarının gerilemesine neden oldu. Lisans mezunu olmayan işçilerin gelirleri uzun yıllardan beri sadece düşük bir oranda arttı. Birçok refah ölçütü ve hatta ortalama yaşam süresi bile son yıllarda düşüş gösterdi.

Bu süre boyunca pek çok politikacı ve uzman, ticaretin ekonomi pastasını büyüttüğünü ısrarla savunmaya devam ettiler. Ve çoğu zaman da haklı çıktılar. Ancak zorluklarla mücadele eden işçiler anlaşılır şekilde bu iddiaları ya yanlış ya da yersiz buldular ve ticaret hacminin genişlemesini desteklemeyi reddettiler.

Başkan Barack Obama’nın Trans-Pasifik Ortaklığı (Trans-Pacific Partnership) ya da TPP olarak bilinen yeni ve büyük bir ticaret anlaşmasını müzakere etmesinin ardından her iki partinin üyeleri de bu anlaşmayı eleştirdi ve Senato, bunu onaylamayı reddetti. Donald Trump daha sonra başkanlığı, kısmen ticaret karşıtı bir platform oluşturma çerçevesinde kazandı ve ABD TPP’den resmen çekildi.

Bu sabah, göreve geldiğinden beri Asya’ya ilk seyahatini gerçekleştiren Başkan Biden, ticaret politikasının geleceğini şekillendireceğini umduğu bir anlaşmayı açıkladı. Hint-Pasifik Ekonomik Çerçevesi (Indo-Pacific Economic Framework) olarak bilinen bu anlaşma; Hindistan, Japonya, Endonezya, Güney Kore, Avustralya, Vietnam, Filipinler, Tayland ve diğer birkaç ülkeyi kapsıyor.

Neoliberalizm Karşıtlığı

Bu çerçeve, Obama‘nın TPP’sine kıyasla çok daha mütevazı. Gerçi TPP ABD’de hiçbir zaman yasalaşmadığı için bu bazı açılardan manasız bir karşılaştırma. Biden’ın amacı, ticaret politikasını hem Trump’ın yaklaşımından daha az hamasi ve kapanma yanlısı, hem de seçmenlerin endişelerini Trump başkanlığından önce her iki partinin de yaptığının aksine göz ardı etmeyecek şekilde yönetmek.

Bir Biden danışmanının bana ifade ettiği kadarıyla, bu yeni çerçeve Biden yönetiminin “neoliberalizm sonrası dış politikasının” merkezinde bulunuyor.

Biden’ın çerçevesi ile geçmişteki ticaret anlaşmaları arasındaki en önemli fark, bu anlaşmanın ekonomistlerin “pazar erişimini”, yani azaltılmış gümrük tarifeleri ve düzenlemeler yoluyla bir ülkenin piyasalarının diğer ülkelerin mallarına açılmasını, içermiyor olması. Çerçeve bunun yerine temiz enerji ve internet politikası gibi alanlarda artan iş birliği etrafında şekilleniyor. Sonuç olarak anlaşmanın Senato tarafından onaylanması gerekmiyor.

Buna somut bir örnek olarak küresel tedarik zinciri verilebilir. Çerçevenin bir parçası olarak 13 ülke, tedarik zinciri kaynaklı sorunları erkenden tespit etmeyi ve çözmeyi taahhüt ediyor. Bir ülkedeki COVID-19 salgını herhangi bir fabrikayı kapanmaya mecbur bırakırsa, başka bir ülkedeki yedek fabrika üretimi hızla arttırabilir ve dünya genelindeki kıtlıkları asgari düzeye indirebilir.

Çin Etkeni

Asya’nın büyük bölümünde devlet yetkilileri ABD’nin TPP’yi terk etmesinden dolayı hayal kırıklığına uğramış durumdalar. Malezya Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü’nde kıdemli analist olan Calvin Cheng, Al Jazeera’ye verdiği demeçte haklı olarak Biden’ın çerçevesinin çok daha dar olduğunu ve Asya ekonomilerinin ABD’ye ihracatlarını artırmalarına yardımcı olmayacağını belirtiyor: “Gelişmekte olan, ticarete dayalı ülkelerin uğradığı düş kırıklığını hissedebiliyorsunuz.”

Yine de Biden yönetimi, çerçeveye katılmak isteyen neredeyse her ülkeyi katılmaya teşvik etti. Bu ülkelerdeki yetkililer, Trump’ın “Önce Amerika” yaklaşımının aksine Biden’ın Asyalı müttefikleriyle yeniden ilişki kurmaya çalıştığının farkında ve birçoğu, ABD’nin Pasifik’te aktif bir rol oynamasını yürekten istiyor. Aksi takdirde Çin’in bölgeye hâkim olması ihtimalinden korkuyorlar.

ABD’li yetkililer de aynı endişeyi taşıyor ve yeni çerçeve (belli kısımları muğlak olsa da) ekonomik iş birliği için Çin’i es geçen bir yapı vaat ediyor. ABD ve diğer büyük Asya ekonomileri tedarik zinciri, internet politikası, enerji ve daha pek çok konuda standartlar üzerinde anlaşabilirse, Çin bu kurallar doğrultusunda hareket etmek ya da yeni ticaret fırsatlarını kaçırmak arasında seçim yapmak zorunda kalacaktır.

Biden’a gezisinde eşlik eden ABD’nin en üst düzey ticaret yetkilisi Katherine Tai, Associated Press’e verdiği demeçte ABD’nin “Çin ile rekabete oldukça odaklandığını” belirtti. Tai, yeni çerçevenin Çin’in Pasifik bölgesinde artan nüfuzuna karşı koymayı amaçladığını da ekledi.

Çeviri: Derya AZER

Editör: Ayşenur ALİŞİROĞLU

Captain Phillips (2013)

Paul Greengrass’ın yönetmen koltuğunda oturduğu, 55 milyon dolarlık bir bütçeyle çekilmiş olan Captain Phillips filmi 2013 senesinde gösterime girmiştir. Oyuncu kadrosunun içinde Tom Hanks, Barkhad Abdi, Faysal Ahmed, Max Martini, Billy Ray gibi isimlerin yer aldığı, 2009 senesinde yaşanmış olan gerçek bir olaydan esinlenilerek çekilmiş olan bu film, hem deniz haydutlarının yaşam koşullarını hem de korsanlık tehdidiyle karşılaşan denizcilerin korkularını, izleyicilere çarpıcı bir şekilde yansıtmayı hedeflemiştir.

Filmin konusu, ana karakterimiz olan Kaptan Phillips’in, ihtiyaç sahibi olan Afrika ülkelerine erzak taşıyan yardım gemisi Maersk Alabama İle birlikte Somali yakınlarına ulaştıklarında, mürettebatıyla birlikte karşılaştıkları korsan saldırısına karşı verdikleri mücadele ve kaptanın korsanlar tarafından fidye için rehine olarak alınmasının ardından USS Bainbridge Korsanlıkla Mücadele Gücü 151 ve ABD özel timleri tarafından kurtarılışıdır.

Korsanlık faaliyetlerinde bulunanların, bu işi yapmalarındaki temel motivasyonları filmin ilk sahnelerinde izleyiciye gösterilmektedir. Bu hukuksuz faaliyeti sürdürenler, karınlarını doyurmak, ailelerine bakmak, yaşamlarını sürdürmek için para kazanmak zorundadırlar ve bu yüzden bölgede korsanlık faaliyeti adeta ekonomik bir sektöre dönüşmüştür. Bu korsanlık eylemlerini yürüten kişiler, patronları tarafından belirli periyotlarla seçilerek “gemi avına” gönderilirler. Zaten deniz haydutluğunu uluslararası hukukta “bireysel suç” kategorisine yerleştiren unsur da budur; eylemin şahsi amaçlara hizmet etmesi… Filmde de deniz haydutluğunu bir terör faaliyetinden farklı kılan bu niteliğine çeşitli diyaloglarla işaret edilmiştir. Örneğin:

Kaptan sakin ol, burada El Kaide yok. Sadece iş… Para istiyoruz, paramızı alınca her şey yoluna girecek…

Bunun yanında, filmde korsanların silahları vardır fakat bu silahları öldürmekten ziyade tehdit amacıyla kullanırlar ve yine filmde gördüğümüz üzere bu yöntem belli bir noktaya kadar işlerine yaramaktadır.

Kaptan Phillips ve mürettebatının motivasyonlarına bakacak olursak; herkes kendi görev tanımının sorumluluğunu almış vaziyettedir ve korsanlarla mücadele etmenin bu tanımın içerisinde yer alıp almadığı filmin ilerleyen sahnelerinde işçiler tarafından sorgulanmıştır. Kendilerinin silahları yoktur ama korsanların vardır. Bu durum, mevcut riskleri güvenlik açısından daha da üst bir perdeye taşımaktadır ve denizde seyir halindeyken, kendilerini koruyabilecek ya da hukuki bir tavsiye verebilecek bir sendika da mevcut değildir, yani işler karada olduğundan çok daha zordur… Bunun anlamı, gemi çalışanlarının, kendi görev tanımları içerisinde yer almasa da korsanlara karşı mücadele etmekten başka bir seçeneklerinin olmamasıdır. Captain Phillips

Filmin ilerleyen sahnelerinde, gemideki işçilerin korsanlara karşı verdikleri mücadeleyi kaybetmelerinin ardından gelişen olaylar neticesinde korsanlar, Maersk Alabama’nın kaptanı olan Phillips’i fidye istemek amacıyla rehin alıp cankurtaran aracılığıyla Somali’ye doğru yola çıkarlar. Bu haydutluk eyleminin uluslararası sularda gerçekleştirilmesinden dolayı, bahsedilen eyleme karşı gerçekleştirilecek olan müdahale de bu bölgede gerçekleşmelidir. Kurtarma ekibinin ya da korsanların Somali’ye girmesi halinde işler hukuki olarak zorlaşacaktır. Bu sebeple hızlıca bir operasyon başlatılır ve korsanların bulundukları yer, bir hava istihbarat aracı sayesinde tespit edilir. İlgili ekipler kurtarma operasyonu için harekete geçmişken, bizler izleyiciler olarak, kaptanla korsanlar arasındaki -eşitsiz gelişim teorisine işaret eden ve filmin izleyiciye vermek istediği mesajların özünü yansıtan- bazı diyaloglara şahitlik ederiz:

“Bizim sularımıza gelirseniz bunun bedelini ödersiniz…

  • Uluslararası sulardaydık, sizin sularınızda değil… Afrika’daki açlar için yiyecek taşıyoruz, Somalililer için bile…
  • Tabii, zengin ülkeler Somalililere yardım etmeye bayılır… Büyük gemiler sularımıza gelir ve tüm balıkları avlar. Bize tutacak hangi balık kalır?
  • Balıkçı mısınız?
  • Evet, hepimiz balıkçıyız.”

Bu diyalogda seyirciye verilmek istenen iki mesaj oldukça dikkat çekicidir. Birincisi, Somali’nin uzun yıllar boyunca Batı Avrupa devletlerinin sömürge yönetimleri altında var olması ve günümüzde bağımsızlığını kazanmış bir devlet olmasına rağmen, bir “üçüncü dünya” ülkesi olarak kapitalizm içerisindeki eşitsiz gelişim sürecinin yarattığı krizden nasibini dramatik bir boyutta almış olmasıdır. Öyle ki kolonyalizmin çöküşüyle birlikte siyasi bağımsızlığını kazanmış ve 1960’ta Birleşmiş Milletlere üye olmuş olan Somali’nin, ekonomik ve toplumsal olarak hala sömürge dönemindeki acılarını ve fakirliğini sürdürdüğünü bizlere gösterir. Diğer taraftan, bir yardım gemisi olan Maersk Alabama’nın, Batılı sömürgeciler tarafından yardıma muhtaç hale getirilen Somali’deki korsanlar tarafından ele geçirilmesinin bedelinin 1 kişinin alacağı 30 senelik cezayla çözüme kavuşturulmaya çalışılması oldukça ironiktir. Bunun yanında fakirlik, yardımlarla çözülemeyecek kadar derin ve yapısal bir sorundur. Bu diyalog, fakir ülkelere yönelik olarak gerçekleştirilen yardım faaliyetlerinin altında yatan derin bir riyakarlığı gözler önüne serer.

Diyalogda verilmek istenen ikinci mesaj ise, başlangıçta uluslararası sulardaki kontrolsüz avcılık faaliyetlerine işaret ediyormuş gibi görünür. Balıkçılık bölgesi tabiriyle işaret edilen alan, 1974’te İngiltere ve İzlanda arasındaki Balıkçılık Davası (UAD) sonucunda nispeten belirginleşmiştir ve 12 millik münhasır balıkçılık bölgesi uygulaması bir yapılageliş değeri kazanmıştır. Fakat söz konusu diyalogla izleyiciye anlatılmak istenen asıl şey, balıkçılığın nerede başlayıp nerede bittiği meselesinden ziyade bir metafordur. Elinde tutacak bir balığı kalmadığı zaman, en cılız balıkçı bile ürkütücü bir korsana dönüşür. Cılız balıkçı korsana dönüştüğündeyse artık avlanacak olan şey büyük gemilerdir.

Son olarak, başlangıçta da değinildiği gibi Captain Phillips filmi hem deniz haydutlarının yaşam koşullarını hem de korsanlık tehdidiyle karşılaşan denizcilerin korkularını, yaşanmış bir olay üzerinden izleyicilere aktarmayı hedeflemiş gibi görünmektedir. Yine de yönetmenin filmi işleyişi açısından şu eleştiriyi yapmak gerekir ki; eğer yapımcı ya da yönetmen, deniz haydutluğunun çok yoğun bir şekilde yaşandığı ve korsanlığın adeta bir sektör haline geldiği Somali’nin toplumsal, ekonomik ve siyasal koşullarının arka planına, Amerikan güvenlik güçlerinin denizdeki operasyonel çabalarına yer verdiği ölçüde bir alan tanımış olsaydı, film muhtemelen çok daha nesnel bir hal alırdı. Captain Phillips

Dilara Korkmaz

Deniz Çalışmaları Staj Programı

Editör: Eda KURT

 

Deniz Güvenliği Perspektifinden Ege Denizi

Özet

Bu çalışma, bir Uluslararası İlişkiler kavramı olan deniz güvenliği perspektifinden Ege Denizi’nde halihazırda tırmanan güvenlik sorunlarını incelemektedir. Bu bağlamda öncelikle deniz güvenliği kavramı açıklanmıştır. Ardından Türkiye ve Yunanistan arasından bir türlü paylaşılamayan ve anlaşmazlıkları ulusal güvenliğe tehdit oluşturacak boyutlara ulaştıran problemlerin ana sebebi Ege Denizi’nin jeopolitiği incelenmiştir. Son olarak da deniz güvenliği bağlamında Ege Denizi’nin problemleri tartışılmıştır.

Anahtar Kavramlar: Deniz Güvenliği, Ege Denizi, Ege Adaları, Türkiye, Yunanistan.

Abstract

This study examines the current escalating security challenges in the Aegean Sea from the perspective of maritime security as an International Relations concept. In this context, the concept of maritime security is first explained. Then, the geopolitics of the Aegean Sea, which is the main cause of the problems that cannot be shared between Turkey and Greece and which have brought the disputes to a level that threatens national security, is analyzed. Finally, the problems of the Aegean Sea in the context of maritime security are discussed.

Keywords: Maritime Security, Aegean Sea, Aegean Islands, Turkey, Greece.

Giriş

Uluslararası ilişkilerde güvenliğin alt çalışma alanlarından biri de deniz güvenliği kavramıdır. Son yıllarda deniz güvenliği çalışmaları hız kazanmıştır. Bu hususta Türkiye’de Ege Denizi’ni Akdeniz ve Karadeniz’den ayıran en önemli özelliği sınırları belirlenip çizilmemiş bir deniz olmasıdır. Bu belirsizlikler çeşitli güvenlik sorunlarını da beraberinde getirmektedir.

Ege Denizi, çağlar boyu bölgede hakimiyet kurmak isteyen medeniyetlerin hedefinde yer almış bir denizdir. Üzerinde barındırdığı yüzlerce irili ufaklı ada, adacık ve kayalıklar onu özel bir yere taşımaktadır. 

Günümüzde Türkiye kıyılarına oldukça yakın konumlarda Yunanistan hakimiyetinde çok sayıda ada bulunmaktadır. Lozan Barış Antlaşmasıyla gayri askeri statü verilmiş, silahsızlandırılmış adalar, Türkiye’nin güvenlik kaygısı göz önünde bulundurularak Yunanistan’a devredilmiştir. Ancak bugün Yunanistan Doğu Ege adalarını silahlandırmaktadır. Türkiye doğal olarak bu duruma karşı çıkmaktadır. Aynı zamanda Yunanistan yine tamamen hukuka aykırı olarak hava sahası genişliğini 10 mile çıkarmıştır. Ege Denizi’nde henüz belirlenmemiş olan karasuları ve kıta sahanlığı sınırları, yaşanan bu olumsuzlukların temelinde yatmaktadır. 

Bu çalışmada öncelikle uluslararası ilişkilerde deniz güvenliği kavramı ve ardından Ege Denizi’nin jeopolitiğine değinilecektir. Bu bilgiler doğrultusunda da deniz güvenliği bağlamında Ege Denizi’nin güncel güvenlik problemleri açıklanacaktır. Yunanistan ile yaşanan gerginliğin Türkiye’nin ulusal güvenliği açısından oluşturduğu tehditler tartışılacaktır.

1. Deniz Güvenliği Kavramı

Yaşadığımız karaların etrafını çepeçevre saran yüzyıllardır gizemini çözemediğimiz denizler; bahşettiği tüm olanaklara rağmen bir güvensizlik ortamı olarak görülmüştür (Özel, 2020). Çağlar boyunca da tüm medeniyetler için ulaşım ve gelir kaynağı gibi avantajlarının yanında bir güvenlik meselesi olmuştur.

Deniz güvenliği kavramı Uluslararası İlişkilerde sıklıkla kullanılıyor olmasına rağmen kapsadığı anlam itibariyle ortak bir tanımda hemfikir olunabilmiş kavramlardan değildir (Irkörücü, 2019: 9). Rahman, deniz güvenliğini; denizin üzerinde, içinde ve altında uluslararası sistemin istikrarlı olduğu bir süreç olarak tanımlamaktadır (2009; akt. Irkörücü, 2019: 16). Cordner, kavramın daha geniş tartışılması gerektiğini savunarak bir deniz güvenliği tanımı yapmıştır. Ona göre deniz güvenliği; deniz alanlarının sistematik doğasında ortaya çıkan güvenliğin sağlanması için birbiriyle iç içe geçmiş koşulların ve gerekliliklerin düşünülüp ortaya konulduğu, devlet ile devlet dışı aktörlerce geleneksel ya da geleneksel olmayan güvenlik zorluklarını kapsayıp ele alan bir kavramdır  (2014; akt. Şahin, 2020: 1). Dar veya geniş anlamlarıyla aktarılan deniz güvenliği, hangi hususların denizlerde güvensizliğe yol açarak tehdit oluşturduğu konusunda da tartışmaktadır. Bu hususta deniz güvenliğinin insan güvenliği ile yakından ilgili olduğunu savunan ve güvensizlik yaratan durumlar üzerinde araştırmalar yapan Chapsos, deniz güvensizliklerinden bazılarını terörizm, modern korsanlık, deniz yoluyla göçmen kaçakçılığı ve balıkçılık suçları olarak saymaktadır (2016; Şahin, 2020: 1-2). Bueger (2015; akt. Irkörücü, 2019: 16) ise alternatif bir yaklaşımla deniz güvenliği kavramını; deniz gücü, deniz emniyeti, mavi ekonomi ve insan güvenliği kavramlarıyla açıklamanın önemli olduğunu vurgulamıştır.

Şekil 1. (Bueger, 2015; akt. Şahin, 2020)

Şekil-1’de de gördüğümüz gibi Berger’in ilişkilendirdiği bu dört kavram deniz yönetişimi hususundaki zorluklara işaret etmektedir. Deniz gücü, ulusal beka tehditlerini ifade etmekte ve savaşın denizcilik boyutunu temsil etmektedir. Deniz emniyeti; limanların ve taşımacılığın güvenliğinin sağlanması ile ilgilidir. Mavi ekonomi, denizden faydalanılabilecek her türlü ekonomik faaliyeti kapsamaktadır. İnsan güvenliği ise gıda güvenliği temelinde hükümetleri marjinalleşme riski taşıyan kıyı topluluklarının yaşam koşullarını incelemektedir. Güvenlik aktörleri bu riskleri nasıl konumlandırdıkları hususunda hatırı sayılır bir ölçüde ayrışmaktadır (2015; akt. Irkörücü, 2019: 16-17).

 Deniz güvenliği kavramının gelişimi, güvenlik çalışmalarına paralel olarak Soğuk Savaş döneminden itibaren derinleşip hız kazanmıştır (Özel, 2020). Ancak deniz güvenliği, Uluslararası İlişkiler literatüründe diğer güvenlik konularıyla kıyaslandığında geri planda kalmış bir kavramdır. Tabi son yıllarda denizlerde ticaretin önem kazanmasıyla ulaşım, balıkçılık gibi sektörlere artan ilgi uluslararası alanda da çalışmaların hızlanmasını sağlamıştır (Şahin, 2020). Deniz politikaları, uluslararası güvenlik ve okyanus yönetişimi alanında yer alan başlıca sektörler deniz güvenliğini görevlerine son yıllarda dahil etmeye başlamışlardır (Bueger, 2015; akt. Irkörücü, 2019: 9).

Deniz güvenliği kavramının uğradığı değişim üzerinde duran Germond, 1990’ların sonu ve 2000’lerin başından itibaren deniz güvenliği kavramının denizde taşımacılığı güvende tutmak ve yasadışı faaliyetlere karşı alınan önlemleri tanımladığını ifade etmektedir. Soğuk Savaş döneminde ise süper güçlerin hegemon olma mücadelesinde deniz güvenliği kavramı, süper güçlerin denizlerdeki kontrol edebilme düzeylerine referans olarak kullanılmaktaydı. Günümüzde ise özellikle de 11 Eylül itibariyle daha çok terörizm, deniz haydutluğu, silah, uyuşturucu ve insan kaçakçılığı, yasadışı balıkçılık, kirlilik gibi yıkıcı özellikteki konuları temsil etmektedir. Saydığımız bu risk ve tehditlere karşı savunmayı temsil eden deniz güvenliği; denizler, denizlerde kullanılan araçlar, limanlar ve kıyılar hususunda da barış, istikrar ve güvenlik bağlamında oluşturulan politikaların birçoğunu kapsayan bir yönetişimi işaret etmektedir. Deniz güvenliği; belirlenmiş kurallar doğrultusunda deniz ve limanların kullanımı ile buralardaki yasadışı faaliyetlerin engellenmesi amacıyla uluslararası alanda sivil ve askeri önlemlerin hepsini kapsayan bir yöne sahiptir. Bu doğrultuda deniz güvenliği, devletlerin denizlerde meydana gelebilecek herhangi bir güvensizlik ortamına karşı bölgesel ve küresel anlamda gerekli önlemleri alıp yine bu konuda düzenlemeler yapabilecekleri bir alana dönüşmektedir (Şahin, 2020, s. 3-4).

2. Ege Denizi Jeopolitiği

Ege Denizi’ne adını veren Ege kelimesinin kökeni veya nereden türemiş olduğu kesinlik kazanmamış iken Türkler bu denizi Adalar Denizi olarak da adlandırılmaktadır. Yer kabuğunun alçalması sonucunda Akdeniz’in suları bu bölgeye dolmuş ve Ege Denizi böylelikle oluşmuştur. Ege Denizi; Doğu Akdeniz’in kuzeyinde, Anadolu ve Balkan yarımadaları arasında kuzey güney istikametinde uzanan yarı kapalı, kendine has bir denizdir. Ege Denizi’ni dünyadaki diğer denizlerle kıyasladığımızda onu diğerlerinden ayıran en dikkat çekici özelliğinin farklı büyüklüklerdeki yüzlerce kara parçasının Ege Denizi boyunca adeta serpilmiş gibi durmalarıdır (İnce, 2013: 102). Bu kadar çok adanın oluşu Ege Denizi’ni eşsiz bir değer haline getirmektedir. Osmanlı Dönemi’nde bölgeye Adalar Denizi de deniyor olması hiç de tesadüf değildir. Ege adaları, özellikle de Kiklad Adaları, Yunanistan anakarası ile Anadolu kıyıları arasında köprü oluşturmakta ve çağlar boyunca deniz yolculuğu için uygun ortamı sağlamıştır (Kızılkan, 2022: 152).

Ege Denizi, özellikle içerisinde barındırdığı adalar nedeniyle jeolojik ve tarihsel olarak çok önemli bir denizdir. Yüzyıllar boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmış bu bölge aynı zamanda bölgede egemenlik kurmak isteyen çeşitli devletlerin ilgi odağı olmuştur. Günümüzde Ege Denizi’nin hukuki statüsü Lozan Antlaşması, Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve Paris Antlaşması ile belirlenmiş olmasına rağmen iki ülke arasında Ege Denizi üzerinden kurulan dengelerin değiştirilmek istendiği de elbette açıktır (Cevri, 2015: 1).

Ege Denizi’ndeki adalar değişik şekillerde düzensizce denizin her tarafına serpilmiş gibi görünüyor olsa da adaların dağılış ve konumlarında belli bir gruplaşma ve düzen dikkati çekmektedir. Ada gruplarının, adacıkların, kayalıkların çoğunun aslında Anadolu’nun bir doğal uzantısı olduğu açıkça görülmektedir. Bugün bu adaların çoğu Yunanistan’a aittir (Cevri, 2015: 20).

Ege Bölgesi’nin coğrafi etkilerini incelediğimizde çevrili olduğu adalarla, Yunanistan, Makedonya ve Trakya’nın doğu, Anadolu’nun ise batı ve güneybatı kıyılarını içine alan bir konuma sahiptir. Ege Denizi, bu bölgenin çeşitli bölgelerini birleştirici bir rol üstlenmektedir. Mısırlıların da Ege kavimlerini deniz kavimleri olarak tanımlamaları coğrafi olarak bir gerçeğe işaret etmektedir. Ege Denizi yalnızca birleştirici bir rol üstlenmemiş aynı zamanda verimli kaynaklarıyla iç bölgelerdeki kavimlerin tarih boyunca Ege kıyılarına inip Ege Denizi’nden yararlanma hayalleri kurdurtmuştur. Ege kıyıları aynı zamanda doğal yapısıyla iyi korunmuş limanlara sahiptir (Cevri, 2015).

Ege Denizi jeopolitik açıdan son derece önemlidir. Ege Denizi, Akdeniz, Ortadoğu veya Karadeniz’de çıkabilecek herhangi bir askeri harekatta önemli bir tutunma noktası ve bir üs konumundadır. Bu açıdan bile uluslararası güvenlik bağlamında Ege Denizi, elde tutulması çok önemli bir denizdir. Denizlerin stratejik önemiyle ilgili ABD Deniz Harp Akademisi’nden Alfred Thayer Mayan, denizlere hâkim olan devletin dünyadaki ekonomik kaynaklardan en güzel şekilde yararlanabileceği ve denizdeki gücünün kara devletleri üzerinde de geçerli olacağını savunmuştur. Ege Denizi’nde Türkiye Yunanistan arasında gerçekleşecek bir saldırıda adaları elinde tutan taraf çok önemli stratejik öneme sahip olacaktır (Cevri, 2015).

3. Deniz Güvenliği Bağlamında Ege Denizi

Ege Denizi, bir iç deniz olarak Türkiye kara sınırlarının çok yakınında veya tam olarak kara sınırının içinde Yunanistan’ın egemenliğinde birçok ada bulunmaktadır. Yunanistan hakimiyetindeki bu adalar Anadolu’yu kuzeyden güneye bir hat şeklinde kapatmaktadır. Diğer denizlerle kıyaslandığında Ege Denizinin diğer denizlerden daha çok tartışılıyor olmasında birçok adanın anlaşmazlık durumunda ada statüsünde bulunmasının payı büyüktür. Ege Denizinin coğrafi gerçekleri bilinerek her iki devletin de uluslararası antlaşmalar ışığında bir analiz yapması bu koşullarda hayatidir (Kızılkan, 2022: 152)

Ege Denizinde sorun doğuran başlıca konular beş başlık altında toplanmaktadır. Bunlar arasından dördü aynı zamanda Ege Denizi güvenliği sorunudur. Bunlardan ilki karasuları ve kıta sahanlığı ile bu alanların sınırlandırılmalarını da içeren deniz yetki alanlarıyla ilişkilidir. Karasuları hususunda Türkiye ve Yunanistan arasında henüz bir deniz sınırı antlaşma ile belirlenmemiştir. Ege’de henüz Türkiye ve Yunanistan arasında kıta sahanlığı sınırları da belirlenmemiştir. Ege Denizi sorunlarının ikincisi 1923 Lozan Barış Antlaşması, 1947 Paris Antlaşması ve konuyla ilgili diğer uluslararası belgeler doğrultusunda Doğu Ege adalarının silahsızlandırılmış statüsüdür. Ancak Türkiye’nin tüm itirazlarına rağmen Yunanistan 1960’lardan beri adalarını silahlandırarak Doğu Ege adalarının silahsızlandırılmış statüsüne aykırı hareket etmektedir (T.C. Dışişleri Bakanlığı, t.y.). Adaların silahsızlandırılması statüsünün esas amacı Ege’de bir denge kurabilmektir. Bahsi geçen adalar Türkiye’ye çok yakın mesafelerde olan ve Türkiye’nin ulusal güvenliğini son derece etkileyen adalardır. Bu sebeple bahsi geçen adalar Yunanistan’a verilirken Türkiye’nin güvenlik kaygıları göz önünde bulundurularak adaların gayri askeri statü de olmalarına karar verilmiştir. Bu durum tüm Doğu Ege adaları için aynen geçerlidir (Türmen, 1986; akt. Kızılkan, 2022). 

Adaların konumu ile ilgili şu hususa da değinilmelidir ki Çanakkale Boğazı’nın savunulmasında Limni adası büyük rol oynamış, 1915 Çanakkale Savaşları sırasında bir üs olarak kullanılmış ve her şeyden önemlisi Çanakkale Boğazı için bir tehdit bölgesi olduğu anlaşılmıştır (Kızılkan, 2022). Tüm bunların ötesinde üçüncü temel sorun olarak Yunanistan’ın antlaşmalarla egemenliği kendisine devredilmemiş ada, adacık ve kayalıklarda da egemenlik iddiasında bulunmaktadır (T.C. Dışişleri Bakanlığı, t.y.). Söz konusu alanlarda ayrıca askeri faaliyetler de yürütmektedir. Yunanistan’ın söz konusu bu tutumu uluslararası hukuka aykırı olmasından öte Türkiye’nin özellikle Anadolu yarımadasına güvenlik tehdidi oluşturmaktadır. Bunların üzerine Yunanistan günümüzde AB ülkelerini yanına çekme amacıyla “AB sınırını koruma güvenlik algısı” oluşturarak takındığı tutumlarına meşruiyet kazandırmaya çalışmaktadır. Ege Denizi’nde Türkiye’nin ulusal güvenliğini Türk Boğazları ve Anadolu kıyıları oluşturmaktadır. Türkiye’nin güvenliği hususunda Türk Boğazları hayati öneme sahiptir. Boğazlar, Karadeniz’den çıkış yoludur ve güvenli geçişe Ege adalarından önce Anadolu kıyıları eşlik etmektedir. Ege’de sahip olacağımız karasuları ve kıta sahanlığının önemli boyutlarda olması Türkiye’nin Anadolu kıyılarının güvenliği açısından çok önemlidir (Kızılkan, 2022). Ege Denizi güvenliği sorunlarından dördüncüsü uluslararası hukuka aykırı bir şekilde Yunanistan’ın karasuları genişliğinin 6 mil olmasına karşın ulusal hava sahasının 10 deniz mili genişliğinde olduğunu iddia etmesi ve Uçuş Bilgi Bölgesi (FIR) sorumluluğunu istismar etmesidir (T.C. Dışişleri Bakanlığı, t.y.). 

Bu hususlarda Yunan askeri stratejistler, Yunanistan’ın Yunan kıtasının dışında konuşlandırılması gerektiği ve Ege adalarını koruma amacıyla gerekli tüm harcamaları yapacağını, silahlı kuvvetlerini modernizeleştireceğini belirtmektedirler. Buradan anlaşılıyor ki Yunanistan, olası bir durumda Trakya ve Ege adaları üzerinden bir savunma doktrini hazırlamış ve bu hususta tüm harcamalara razıdır. Bu durum Türkiye için ciddi bir güvenlik tehdidi oluşturmaktadır. Yunanistan kendi siyasetinde her zaman Türkiye’den kendilerine karşı bir güvenlik tehdidi olduğu algısı üzerinde dursa da yaptığı her hareketle Yunanistan, Türkiye’ye karşı bir güvenlik tehdidi oluşturmaktadır (Kızılkan, 2022).

Sonuç

Ege Denizi’nde Yunanistan ve Türkiye arasında deniz güvenliğinin sağlanması, sorunların çözülebilmesi için idealist bir perspektifle ve hakkaniyet ilkeleri ile hareket edilmelidir. Günümüzde henüz maalesef ufukta böyle bir zeminin oluştuğunu görememekteyiz (Uzuner, 2021). 

Özünde güvenlik bağlamında karalardan gelen tehlike denizleri, denizlerden gelen tehlike de karaları etkilemektedir. İstikrarlı bir bölgede deniz güvenliği problemlerinin olmaması bu duruma kanıt olarak gösterilebilir. Ege Denizi adaları bu hususta incelendiğinde limanlarda oturtulmuş bir güvenlik, ticaret ağının sağlıklı yürütülmesini sağlayacaktır. Büyüyen ekonomiyle birlikte iki ülkenin de çıkarları barışı sağlama yönünde değişebilecek ve güvenlik hakimiyetinin sağladığı fayda gözler önüne serilebilecektir (Kızılkan, 2022).

Aynı zamanda günümüzde tartışılan Ege Deniz güvenliği sorunları ve güvensizlik ortamı, statükonun sağlam temellere dayanmıyor oluşundan ortaya çıkmaktadır. Yunanistan, Türkiye’nin attığı her adımdan rahatsız görünmekte ve Türkiye’nin Ege Denizi’nde var olmamasını temenni ediyormuş gibi politika yürütmektedir (Kızılkan, 2022). Öte yandan her iki ülkenin de askeri gücünü hızla artırıyor oluşu güvenlik tehdidi algısını büyütmektedir. Yunanistan’ın bölgede yürüttüğü politikalar ve uluslararası hukuka aykırı faaliyetlerde bulunması, bölgedeki gerilimin daha da tırmanmasına neden olmaktadır. İpler bu kadar gerginken ulusal güvenliğimiz büyük bir tehlike altına girmektedir. Kaldı ki diğer devletlerde de bir kaos ortamı yaratma isteği olduğundan bölgede huzursuzluk daha da artmaktadır. Örneğin Rusya, tam da bu hususta ve belli bir zaman aralığı vererek Türkiye ve Yunanistan’ın çatışacağını iddia etmiş ve Ege kıyılarında tatil yapan vatandaşlarını ülkesine geri çağırmıştır. Savaşın savaşan taraf devletlere ne kadar zarar verdiği yüzyıllardır ortadayken iki ülke barış ortamında buluşup sorunlarını masaya yatırıp tartışmalıdır. Türkiye ve Yunanistan, uluslararası anlaşmalara bağlı kalarak Ege Denizinde bir güven ortamı sağlamaya çalışmalıdır. 

Rabia UZUN

Deniz Çalışmaları Staj Programı

Editör: Eda KURT

Kaynakça:

Cevri, A. (2015). Adalar Denizi’nin Jeopolitik Özellikleri. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. İstanbul: İstanbul Üniversitesi SBE.

İnce, F. (2013). Lozan Barış Antlaşması ve Ege Adaları. Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, 53, 101-128.

Irkörücü, S. (2019). Yirmi Birinci Yüzyılda Deniz Güvenliği Kavramının Kopenhag Okulu Güvenlikleştirme Yaklaşımı Çerçevesinde Analizi. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Ankara: TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi SBE.

Kızılkan, C. (2022). Türkiye’nin Ege Denizi’nde Deniz Güvenliği ve Gayri Askeri Statüdeki Ege Adalarının Güvenlik Tehdidi. Milli Savunma Üniversitesi Yayınları Uluslararası İlişkilerde Güncel Sorunlar, 140-185.

Özel, M. (2020). Deniz Güvenliği: Kavramsal Gelişimi, Ulusal ve Uluslararası Uygulama ve Stratejik Belgelerine Yansıması. Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi. Erişim Adresi: https://tasam.org/tr-TR/Icerik/53548/deniz_guvenligi_kavramsal_gelisimi_ulusal_ve_uluslararasi_uygulama_ve_stratejik_belgelerine_yansimasi (Erişim Tarihi: 23.08.2022).

Şahin, K. (2020). Deniz Güvenliği. Milli Savunma Üniversitesi Güvenlik Yazıları, 52, 1-6.

T.C. Dışişleri Bakanlığı. (t.y.). Başlıca Ege Denizi Sorunları. https://www.mfa.gov.tr/baslica-ege-denizi-sorunlari.tr.mfa (ERişim Tarihi: 24.08.2022).

Uzuner, Z. M. (2021). Türk Yunan İlişkilerinde Bir Uluslararası İlişkiler Kavramı Olarak Deniz Güvenliği. Atlantik’ten Hint Okyanusu’na Geleceğin İnşası. 230- 246.

Akademik Online Staj Başvuruları İçin Son 4 Gün!

0

16 Ocak’tan 24 Şubat’a kadar 6 hafta sürecek olan akademik online staj başvuruları için son 4 gün kaldı!

Araştırma ve analiz yapmayı içeren, akademik tartışmaların yer aldığı staj programlarını kaçırmayın.

Açılacak olan programlar: 

Neden O-Staj?

  • Özgür Ortam
  • Metodoloji ve APA-7 Yazım Atölyesi
  • Akademik Yazım ve Sunum Becerileri
    • Staj döneminin sonunda gerçekleştirilecek O-Staj Kongresinde bildiri sunma ve yayın yapma fırsatı
  • Dinamik Network
  • Makale Tartışmaları
  • Uluslararası Akreditasyonlu Sertifika
  • İçerik Üretimi ve Yayın Tecrübesi
    • Araştırma Yazısı
    • Belgesel/Film Analizi
    • Uliwiki İçerik Yazısı

Ocak-Şubat O-Staj Dönemi Son Başvuru Tarihi: 12 Ocak

Detaylı Bilgi ve Başvuru için: https://o-staj.com/program-kategorilerimiz 

Çeviri: Putin’in Son Direnişi

Rus Yenilgisinin Vaadi ve Tehlikesi

Bu yazı, Liana Fix ve Michael Kimmage’ın Ocak/Şubat 2023 tarihinde ‘Foreign Affairs’ için kaleme almış olduğu “Putin’s Last Stand” başlıklı makaleden çevrilmiştir. Yazının aslına aşağıdaki bağlantıdan erişebilirsiniz.

Putin’s Last Stand

Rus devlet başkanı Vladimir Putin’in Ukrayna Savaşı, Putin’in en büyük başarısı ve Sovyet imparatorluğunun 1991’de çöküşünden bu yana Rusya’nın ne kadar yol kat ettiğinin bir göstergesi olması gerekiyordu. Ukrayna ilhakının, bir Rus imparatorluğunu yeniden inşa etmenin ilk adımı olması gerekiyordu. Putin, ABD’nin Batı Avrupa olmadan bir kâğıt kaplan olduğunu ortaya çıkarmayı ve Rusya’nın kaderinde Çin ile birlikte yeni, çok kutuplu bir uluslararası düzende liderlik rolü olduğunu göstermeyi amaçlamıştı. Fakat sonuç öyle olmadı. Kiev güçlü olan oldu ve Ukrayna ordusu, kısmen ABD ve Batılı müttefiklerle yakın ortaklığı sayesinde ezici bir güce dönüştü. Buna karşılık Rus ordusu, zayıf bir strateji ve organizasyon sergiledi. Rus ordusunun arkasındaki siyasi sistem, önceki hatalarından ders çıkaramadığını kanıtladı. Putin’in eylemlerini kontrol etme ihtimali çok az olan Batı, Rusya’nın feci seçim savaşının bir sonraki aşamasına hazırlanmak zorunda kalacak. 

Savaş, doğası gereği tahmin edilemezdir. Gerçekten de çatışmanın gidişatı, Ukrayna’nın hızla düşeceğine dair erken tahminleri geçersiz kıldı ancak talihin tersine dönmesi göz ardı edilemez. Rusya’nın yenilgiye doğru gittiği görülüyor. Bundan sonraki aşama ise yenilginin nasıl bir şekil alacağı. Üç temel senaryo var ve her birinin Batı ve Ukrayna’daki politika yapıcılar için farklı sonuçları olacaktır.

İlk ve en az olası senaryo, Rusya’nın Ukrayna’nın şartlarına göre müzakere edilmiş bir çözümü kabul ederek yenilgisini kabul etmesidir. Bu senaryonun gerçekleşmesi için çok şeyin değişmesi gerekecek çünkü Rusya, Ukrayna ve Batı arasındaki herhangi bir diplomatik diyalog görüntüsü ortadan kalkmış vaziyette. Rus saldırganlığının kapsamı ve savaş suçlarının boyutu, Ukrayna’nın Rusya’nın tamamen teslim edilmesinden daha azına varan herhangi bir diplomatik çözümü kabul etmesini zorlaştıracaktır.

Bununla birlikte Putin veya halefi yönetimindeki bir Rus hükümeti, Kırım’ı elinde tutmaya çalışabilir ve başka bir yerde barış için arayışa girebilir. Kremlin, ülke içindeki itibarını kurtarmak için Ukrayna’da uzun soluklu bir oyuna hazırlandığını iddia ederek yeni askeri saldırılara açık kapı bırakabilir. Ukrayna’nın gücünün değil ittifakın silah sevkiyatının Rusya’nın zaferini engellediğini öne sürerek düşük performansının suçunu NATO‘ya yükleyebilir. Bu yaklaşımın rejim içinde kabul görmesi için -muhtemelen Putin’in kendisi de dahil olmak üzere- aşırılık yanlılarının marjinalleştirilmesi gerekecek. Bu zor olacaktır ama imkânsız değildir. Yine de savaşa yaklaşımının başından beri maksimalist olduğu göz önüne alındığında, Putin yönetimi için bu sonuç pek olası değil.

Rusya’nın yenilgisini öngören ikinci senaryo ise gerilimi tırmandırarak başarısızlığa uğramayı içermektedir. Kremlin bir yandan nihilist bir şekilde Ukrayna’daki savaşı uzatmaya çalışırken öte yandan da Kiev’i destekleyen ülkelerde ve Ukrayna’nın kendisinde kabul edilmemiş sabotaj eylemleri kampanyası başlatacaktır. En kötü durumda Rusya, Ukrayna’ya nükleer saldırı düzenlemeyi tercih edebilir. Bu durumda savaş, NATO ile Rusya arasında doğrudan bir askeri çatışmaya doğru ilerleyecektir. Rusya, revizyonist bir devletten haydut bir devlete dönüşecek ve bu Batı’nın, Rusya’nın emsalsiz ve kabul edilemez bir tehdit oluşturduğuna dair halihazırda mevcut olan inancını pekiştirecektir. Nükleer eşiğin aşılması, NATO’nun savaşa konvansiyonel katılımına yol açarak Rusya’nın karadaki yenilgisini hızlandırabilir.

Ukrayna’nın Harkiv bölgesinde tahrip edilmiş bir Rus havan mermisi Eylül 2022 Ukrayna Silahlı Kuvvetleri / Reuters

Savaşın sona erdirilmesi için son senaryo ise Ukrayna’da değil, Kremlin’in salonlarında veya Moskova sokaklarında belirleyici çatışmaların yer aldığı ve rejimin çökmesiyle sonuçlanan yenilgidir. Putin, gücü katı bir şekilde kendi ellerinde yoğunlaştırdı ve kaybedilen bir savaşın peşine düşme konusundaki inadı, rejimini sallantılı bir zemine oturttu. Ruslar, beceriksiz çarlarının arkasında yürümeye ancak bir yere kadar devam edeceklerdir. Putin, Rusya’ya siyasi istikrar getirmiş olsa da -Sovyet sonrası yıllardaki kırılmalar göz önüne alındığında değerli bir durum- savaş genel bir yokluğa yol açarsa vatandaşları ona sırt çevirebilir. Putin rejiminin çökmesi, Rusya’nın devam eden iç kaos ortamında yürütemeyeceği savaşın derhal sona ermesi anlamına gelebilir. Bir darbe ve ardından gelen bir iç savaş, Rusya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan çekilmesini hızlandıran 1917’de Bolşeviklerin iktidara gelmesinden sonra yaşananların bir benzeri olacaktır.

Nasıl olursa olsun, bir Rus yenilgisi elbette memnuniyetle karşılanacaktır. Ukrayna’yı işgalden bu yana maruz kaldığı terörden kurtaracaktır. Başka bir ülkeye yapılan saldırının cezasız kalmayacağı ilkesi pekişecektir. Belarus, Gürcistan, Moldova ve Batı için Avrupa’yı kendi imajlarına göre düzenlemeleri için yeni fırsatlar yaratacaktır. Belarus için diktatörlüğün sona ermesine ve özgür ve adil seçimlere giden bir yol ortaya çıkacaktır. Gürcistan, Moldova ve Ukrayna, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Orta ve Doğu Avrupa hükümetlerinin modelini izleyerek Avrupa Birliği’ne ve muhtemelen NATO’ya nihai entegrasyon için birlikte çabalamaları da muhtemeldir.

Rusya’nın yenilgisinin birçok faydası olsa da ABD ve Avrupa bunun yaratacağı bölgesel ve küresel düzensizliğe hazırlıklı olmalıdır. 2008’den bu yana Rusya revizyonist bir güç olmuştur. Sınırları yeniden çizdi, toprakları ilhak etti, seçimlere karıştı, kendisini çeşitli Afrika çatışmalarına soktu ve Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı destekleyerek Orta Doğu’nun jeopolitik dinamiğini değiştirdi. Rusya, müzakere yoluyla bir yenilgiyi kabul etmek yerine radikal tırmanışa devam ederse veya kaosa sürüklenirse bunun yansımaları Asya, Avrupa ve Orta Doğu’da hissedilir. Düzensizlik, dünyanın en büyük kara ülkesi olan Rusya’da ve çevresinde ayrılıkçılık ve yenilenen çatışmalar biçimini alabilir. Rusya’nın iç savaşın parçaladığı başarısız bir devlete dönüşmesi, Batılı politika yapıcıların 1991’de boğuşmak zorunda kaldığı soruları yeniden gündeme getirecektir: Örneğin, Rusya’nın nükleer silahlarının kontrolünü kim ele geçirecek? Düzensiz bir Rus yenilgisi, uluslararası sistemde tehlikeli bir boşluk bırakacaktır.

Müzakeresiz Çıkış Yok

Putin’i müzakere yoluyla yenilgiye uğratmaya çalışmak zor, belki de imkânsız olurdu (Bir halefin yönetiminde bu çok daha olası olacaktır). Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski; Moskova’nın Donetsk, Herson, Luhansk ve Zaporizhzhia’daki sözde Rus kontrolündeki topraklar üzerindeki iddiasından vazgeçmesini talep edecektir. Putin bu bölgelerin ilhakını şimdiden ihtişamla kutladı. Rusya’nın bu topraklardaki zayıf kontrolüne rağmen bu hamasi gösterisinden geri adım atacağı şüphelidir. Putin ya da herhangi bir Rus lider, Rusya’nın 2014’te ilhak ettiği parçası olan Kırım’dan vazgeçmeye direnecektir.

Rusya’da sahadaki koşulların uzlaşmaya elverişli olması gerekecektir. Yeni bir Rus liderliği, morali bozuk bir orduyla mücadele etmek ve teslimiyeti kabul eden kayıtsız bir halk üzerinde kumar oynamak zorunda kalacaktır. Savaş net bir çözüm olmadan sürerse, Ruslar sonunda kayıtsız hale gelebilir. Ancak Doğu Ukrayna’nın bazı bölgelerinde çatışmalar muhtemelen devam edecek ve iki ülke arasındaki gerilim yüksek kalmaya devam edecektir.

Yine de Ukrayna ile yapılacak bir anlaşma, Batı ile ilişkilerin normalleşmesini sağlayabilir. Bu, Putin’den daha az militarist bir Rus lider için güçlü bir teşvik olacak ve birçok Rus’un ilgisini çekecektir. Batılı liderler de savaşı sona erdirmek için müzakereleri zorlamaya ikna edilebilir. Buradaki pürüz zamanlama. Şubat 2022’deki işgalden sonraki ilk iki ayda Rusya’nın Zelenski ile müzakere etme ve savaş alanındaki kozlarını kullanma şansı vardı. Ancak Ukrayna’nın başarılı karşı saldırılarından sonra, Kiev’in herhangi bir şeyi kabul etmek için çok az nedeni var. İşgalden bu yana, Rusya uzlaşmaya istekli olduğunu göstermek yerine bahsi yükseltti ve düşmanlığı tırmandırdı. Putin’den daha az uzlaşmaz bir lider, Ukrayna’yı müzakere etmeyi düşünmeye sevk edebilir. Yenilgi karşısında Putin, küresel sahnede saldırıya başvurabilir. Batı’nın ülkeyi yok etmek amacıyla Rusya’ya karşı bir vekalet savaşı yürüttüğünü iddia ederek savaşın çerçevesini giderek genişletti. Putin’in 2022 konuşmaları, 15 yıl önce Münih Güvenlik Konferansı’nda ABD’nin “ulusal sınırlarını her şekilde aştığını” öne sürerek Amerikan istisnacılığını kınadığı konuşmasının daha megalomanyak versiyonlarıdır.

Kısmen palavra, kısmen saçmalık, kısmen test balonu olan Putin’in retoriği Rusları duygusal olarak harekete geçirmeyi amaçlıyor. Ancak bunun arkasında taktiksel bir mantık da var: savaşı Ukrayna’nın ötesine genişletmek, Putin’e arzuladığı toprakları kazandırmasa da Ukrayna ve Batı’nın çatışmayı kazanmasını engelleyebilir.  Putin’in kavgacı dili, çatışmanın tırmanışı için zemin yaratırken 21. yüzyılda Rusya’nın Batı ile haydut veya terörist bir devlet olarak asimetrik avantajlarından yararlanarak girişeceği bir çatışmaya ortam yaratmaktadır.

“Rusya’nın nükleer saldırısının sonuçları sadece Ukrayna için değil, tüm dünya için felaket olacaktır.”

Rusya’nın çatışma araçları arasında Ukrayna içinde veya dışında kimyasal veya biyolojik silahların kullanılması da yer alabilir. Putin, enerji boru hatlarını veya deniz dibi altyapısını yok edebilir veya Batı’nın finans kurumlarına siber saldırılar düzenleyebilir. Taktik nükleer silahların kullanımı Putin için son çare olabilir. 30 Eylül’de yaptığı bir konuşmada Putin, Hiroşima ve Nagazaki’den söz ederek İkinci Dünya Savaşı’nın bitiş aşamasına dair karışık yorumlar yaptı. Bu benzetme en hafif tabirle kusurludur. Rusya, Ukrayna’da taktik nükleer silah kullanacak olsaydı Kiev teslim olmazdı. Öncelikle Ukraynalılar, Rus işgalinin ülkelerinin yok olması anlamına geleceğini biliyorlar ki, 1945’te Japonya için durum böyle değildi. Ayrıca Japonya o sırada savaşı kaybediyordu. 2022’nin sonları itibariyle kaybeden nükleer güç Rusya’dır.

Bir nükleer saldırının sonuçları sadece Ukrayna için değil bütün dünya için felaket olurdu. Yine de savaş devam ediyor ve nükleer silahlar Rus askerlerine karada pek yardımcı olmamaktadır. Bunun yerine Rusya, uluslararası öfkeyle karşı karşıya kalmaktadır. Şimdilik Brezilya, Çin ve Hindistan Rusya’nın işgalini kınamayan ülkeler arasındadır. Ancak hiçbir ülke Moskova’yı bu korkunç savaşta gerçekten desteklemiyor ve hiçbiri nükleer silah kullanımına sıcak bakmıyor. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, bunu Kasım ayında açıkça dile getirdi: Almanya Şansölyesi Olaf Scholz ile görüştükten sonra liderlerin “nükleer silahların kullanılmasına veya kullanılması tehdidine müştereken karşı çıktıklarını” beyan eden bir bildiri yayınladı. Putin bu uyarıya karşı gelseydi küresel bir koalisyon tarafından ekonomik ve belki de askeri olarak cezalandırılan izole edilmiş bir parya olurdu.

O halde Rusya için nükleer silah kullanma tehdidinde bulunmak, bunu gerçekten yapmaktan daha faydalı. Ancak Putin yine de bu yola girebilir. Ne de olsa işgali başlatmak son derece kötü düşünülmüş bir hareketti ve yine de yaptı. Eğer nükleer tabuyu yıkmayı seçerse NATO’nun kıyamet benzeri bir nükleer mübadele riskinden kaçınmak için aynı şekilde karşılık vermesi olası değildir. Ancak ittifak büyük olasılıkla Rusya’nın ordusunu zayıflatmak ve daha fazla nükleer saldırıyı önlemek için konvansiyonel güçle karşılık verecek ve karşılığında Rusya’nın NATO‘ya konvansiyonel saldırılar başlatması durumunda tırmanan bir sarmalı riske atacaktır.

Bu senaryo önlenebilse bile nükleer kullanımdan sonra bir Rus yenilgisinin yine de tehlikeli sonuçları olacaktır. Soğuk Savaş’ın ve Soğuk Savaş sonrası 30 yıllık dönemin kusurlu nükleer dengesinin olmadığı bir dünya yaratılacaktır. Bu, dünyanın dört bir yanındaki liderleri nükleer silahlanmaya teşvik edecektir çünkü güvenliklerinin ancak nükleer silah edinerek ve bunları kullanmaya istekli olduklarını göstererek sağlanabileceği görülecektir. Küresel güvenliğe büyük zarar verecek bir silahlanma çağı başlayacaktır.

Lider Olmanın Yükü

Bu noktada Rus halkı savaşa karşı çıkmak için ayağa kalkmış değil. Ruslar Putin’e şüpheyle yaklaşabilir ve hükümetine güvenmeyebilir. Ama aynı zamanda oğullarını, babalarını ve üniformalı kardeşlerini de savaş alanında kaybetmek istemiyorlar. Yüzyıllar boyunca Rusya’nın büyük güç statüsüne alışmış ve Batı’dan izole edilmiş Rusların çoğu, ülkelerinin Avrupa’da herhangi bir güçten ve nüfuzdan mahrum kalmasını istemiyorlar. Bu, Rusya’nın Ukrayna’daki yenilgisinin doğal bir sonucu olacaktır.

Bir Ukraynalı asker Donetsk bölgesinde bir havan mermisinin üzerine yazı yazıyor, Ukrayna Kasım 2022 Serhii Nuzhnenko / Radio Free Europe / Reuters

Yine de uzun bir savaş Rusları kasvetli bir geleceğe sürükleyecek ve muhtemelen ülkede devrimci bir kıvılcımı ateşleyecektir. Rus kayıpları yüksek ve Ukrayna ordusu güçlendikçe daha da büyük kayıplar olabilir. Birçoğu çok yetenekli olan yüzbinlerce genç Rus’un göçü hayret vericidir. Zamanla savaş, yaptırımlar ve beyin göçünün birleşimi olarak büyük bir bedel ödeyecek olan Ruslar sonunda başkanlık kariyerine kendini modernleştirici ilan ederek başlayan Putin’i suçlayabilirler. Rusların çoğu Putin’in önceki savaşlarından etkilenmemişti çünkü bu savaşlar genellikle cepheden uzakta gerçekleşmiş ve asker takviyesi için kitlesel bir seferberlik gerektirmemişti. Ukrayna’daki savaşta ise durum böyle değil.

Rusya, başarısız savaşların ardından bir rejim değişikliği geçmişine sahip. 1904-5 Rus-Japon Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı, Bolşevik Devrimi’ne yol açtı. 1991’de Sovyetler Birliği’nin çöküşü, Sovyet ordusunun Afganistan’daki talihsiz macerasının sona ermesinden iki yıl sonra geldi. Rusya’da hükümet ekonomik ve siyasi hedeflerinde başarısız olduğunda ve krizlere tepkisiz kaldığında devrimler meydana geldi. Genel olarak, coup de grâce (son darbe, bardağı taşıran son nokta ç.n.), 1917’de açlık, yoksulluk ve bocalayan bir savaş çabasının ortasında Rusya monarşisinin ve çarlığının meşruiyetini kaybetmesi gibi, hükümetin temelinde yatan ideolojinin delinmesi olmuştur.

Putin tüm bu kategorilerde risk altındadır. Savaşın yönetimi berbattı ve Rus ekonomisi daralıyor. Bu kasvetli eğilimler karşısında Putin, savaşın “plana göre” gittiği konusunda ısrar ederken hatalarını ikiye katlamaktadır. Baskı, onun bazı sorunlarını çözebilir: Muhaliflerin tutuklanması ve kovuşturulması ilk başta protestoları bastırabilir. Ancak Putin’in ağır eli, daha fazla memnuniyetsizliği teşvik etme riskini de taşıyor.

Putin görevden alınırsa yerine kimin geçeceği belli değil. 1999’da iktidara gelmesinden bu yana ilk kez, Putin’in “güç dikeyi” -Rusya başkanına sadakate dayalı, oldukça merkezi bir hükümet hiyerarşisi- dikeyliğini bir dereceye kadar kaybediyor. Geleneksel seçkin yapıların dışında kalan iki olası rakip, Ukrayna savaşı için paralı askerler sağlayan özel bir askeri müteahhit olan Wagner Group’un başkanı Yevgeny Prigozhin ve Çeçen Cumhuriyeti lideri Ramzan Kadirov. Bu rakipler, Putin’in ayrılmasından sonra, Rusya’nın yeni güç yapısının merkezinde bir konum elde etme umuduyla rejim içindeki iç çatışmayı teşvik ederek, Putin’in dikey gücünden kalınları parçalamak isteyebilirler. Ya da kendileri de güç talep etmeye çalışabilirler. Savaştaki başarısızlıklara yanıt olarak Rus ordusunun ve Savunma Bakanlığı’nın liderliği üzerinde zaten baskı kurdular ve sadık paramiliter güçlerin desteğiyle kendi güç tabanlarını genişletmeye çalıştılar. Diğer adaylar, başkanlık yönetimi, kabine veya ordu ve güvenlik güçleri gibi geleneksel seçkin çevrelerden gelebilir. Putin, saray entrikalarını bastırmak için, son 20 yıldır etrafını sıradan insanlarla çevreledi. Ancak başarısız savaşı, iktidarı elinde tutmasını tehdit ediyor. Son konuşmalarına gerçekten inanıyorsa, astlarını bir hayal dünyasında yaşadığına ikna etmiş olabilir.

Kharkiv bölgesindeki yıkım, Ukrayna, Aralık 2022 Vyacheslav Madiyevskyy / Reuters

Batı yanlısı bir demokratın, Rusya’nın bir sonraki başkanı olma şansı yok denecek kadar az. Putinist kalıpta otoriter bir liderin gelmesi çok daha olası. Güç dikeyinin dışından bir lider savaşı bitirebilir ve Batı ile daha iyi ilişkiler kurmayı düşünebilir. Ancak Putin’in, Kremlin’inden gelen bir liderin böyle bir seçeneği olmayacaktır çünkü bu kişilerin savaşı desteklediğine dair kamuya açık bir sicil bulunmaktadır. Putin’den sonra “Putinist” olmanın zorlukları çok büyük olacaktır.

Savaş; bir halef için, özellikle de Putin’in Rusya’nın büyük güç statüsünü yeniden kazanma hayalini paylaşan biri için, yönetimi kolay olmayan zorluklardan biri olacaktır. Diğer bir zorluk, geleneksel kaynaklarından herhangi biri olmayan bir siyasi sistemde meşruiyet inşa etmek olacaktır. Rusya’nın ne bahse değer bir anayasası ne de bir monarşisi var. Putin’i takip eden herhangi biri halk desteğinden yoksun kalacaktır ve Putin’in cisimleştirmeye başladığı neo-Sovyet, neo-emperyal ideolojiyi somutlaştırmakta zorlanacaktır.

En kötü durumda, Putin’in düşüşü iç savaşa ve Rusya’nın dağılmasına dönüşebilir. Güç tepede tartışılacak ve devlet kontrolü ülke genelinde parçalanacaktır. Bu dönem, on 16. yüzyılın sonları ve 17. yüzyılın başlarında isyan, kanunsuzluk ve yabancı istilasının damgasını vurduğu 15 yıllık bir veraset krizi olan Sorunlar Zamanı ya da smuta‘nın bir tekerrürü olabilir. Ruslar o dönemi ne pahasına olursa olsun kaçınılması gereken bir aşağılanma dönemi olarak görüyor. Rusya’nın yirmi birinci yüzyıldaki sorunları, çok sayıda etnik azınlığa ev sahipliği yapan ülkenin ekonomik açıdan sıkıntılı bölgelerinde güvenlik servislerinden savaş ağalarının ve şiddet yanlısı ayrılıkçıların ortaya çıkmasına tanık olabilir. Kargaşa içindeki bir Rusya, Ukrayna’daki savaşı resmen sona erdiremese de savaşı yürütemeyebilir, bu durumda Rusya anarşiye sürüklenirken Ukrayna barışını ve bağımsızlığını geri kazanabilecektir.

Kaosun Temsilcisi

Putin’in, bir Rus imparatorluğunu yeniden şekillendirmenin ilk adımı olarak Ukrayna’yı işgal etmesi tam tersi bir etki yarattı. Savaş, Rusya’nın komşularını güçlü bir şekilde silahlandırma yeteneğini azalttı. Azerbaycan geçen yıl Ermenistan ile sınır çatışmasına girdiğinde Rusya, Ermenistan’ın resmi müttefiki olmasına rağmen Ermenistan adına müdahale etmeyi reddetmişti.

Kazakistan’da da benzer bir dinamik yaşanmaktadır. Kiev teslim olmuş olsaydı, Putin bundan sonra Kazakistan’ı işgal etmeye karar verebilirdi çünkü Eski Sovyet Cumhuriyeti’nde büyük bir etnik Rus nüfus var ve Putin’in uluslararası sınırlara saygısı yok. Şimdi farklı bir olasılık beliriyor: Kremlin rejim değişikliğine giderse, Kazakistan’ı Rusya’nın pençesinden tamamen kurtarabilir ve ülkenin sürgündeki Ruslar için güvenli bir sığınak olarak hizmet etmesine izin verebilir. Bölgedeki tek değişiklik bu olmayacaktır. Güney Kafkasya ve Moldova’da eski çatışmalar canlanabilir ve şiddetlenebilir. Ankara, Ermenistan’a karşı ortağı Azerbaycan’ı desteklemeye devam edebilir. Türkiye, Rusya’nın kınamasından duyduğu korkuyu kaybederse, Azerbaycan’ı Ermenistan’a daha fazla saldırmaya teşvik edebilir. Rusya’nın geri çekilmesi halinde Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığını artırmak için bir nedeni olacaktır.

Rusya kaosa sürüklenirse Gürcistan daha rahat hareket edebilir. 2008’deki Rusya-Gürcistan savaşından bu yana ülkenin üzerinde beliren Rus askeri gücünün gölgesi kalkacaktır. Gürcistan, geçen yıl iç karışıklıklar ve iç reform eksikliği nedeniyle adaylığını atlamış olsa da sonunda Avrupa Birliği’ne üye olma arayışına devam edebilir. Rus ordusu bölgeden çekilirse, bir yanda Gürcistan ile Güney Osetya, öte yanda Gürcistan ile Abhazya arasında yeniden çatışmalar çıkabilir. Bu dinamik, Moldova’da ve 1992’den beri Rus askerlerinin konuşlandığı ayrılıkçı Transdinyester’de de ortaya çıkabilir. Moldova’nın Haziran 2022’de açıklanan Avrupa Birliği üyeliği adaylığı, onun bu uzun süredir devam eden çatışmadan kaçışı olabilir. Avrupa Birliği, anlaşmazlıkların çözümünde Moldova’ya yardım etmeye kesinlikle istekli olacaktır.

“Putin’in düşüşü iç savaşa ve Rusya’nın parçalanmasına yol açabilir.”

Rusya’daki liderlik değişiklikleri, diktatör Aleksandr Lukaşenko’nun Rus parası ve askeri gücüyle desteklendiği Belarus’u sarsabilir. Putin düşerse, sıradaki düşüş muhtemelen Lukaşenko’nun olacaktır. Sürgünde bir Belarus hükümeti zaten var: Litvanya’da yaşayan Svetlana Tikhanovskaya, kocasının Lukaşenko’ya karşı yarışmaya çalıştığı için hapse atılmasının ardından 2020’de ülkenin muhalefet lideri oldu. Özgür ve adil seçimler düzenlenebilir, bu da ülkenin kendisini Rusya’dan izole etmeyi başarması halinde diktatörlükten kurtulmasına olanak tanır. Belarus bağımsızlığını sağlayamazsa Rusya’nın potansiyel iç çekişmeleri oraya sıçrayabilir ve bu da Letonya, Litvanya, Polonya ve Ukrayna gibi komşuları etkileyebilir.

Rusya gerçekten parçalanır ve Avrasya’daki etkisini kaybederse Çin gibi diğer aktörler devreye girer. Savaştan önce Çin bölgede çoğunlukla askeri değil, ekonomik nüfuz kullanıyordu. Bu durum şimdi değişiyor. Çin, Orta Asya’da ilerleme kaydediyor. Güney Kafkasya ve Orta Doğu, Çin’in bir sonraki müdahale alanları olabilir.

Yenilmiş ve kendi içinde istikrarsızlaştırılmış bir Rusya, yeni bir küresel düzen paradigması talep edecektir. Hüküm süren liberal uluslararası düzen, gücün yasal yönetimi etrafında dönmektedir. Bu düzenin kuralları ve çok taraflı kurumları vardır. Eski ABD Başkanı Donald Trump’ın favorisi olan büyük güç-rekabet modeli, güç dengesiyle ilgiliydi ve nüfuz alanlarını üstü kapalı veya açık bir şekilde uluslararası düzenin kaynağı olarak görmektedir. Rusya, Ukrayna’da bir yenilgiye uğrayacak olursa politika yapıcılar gücün varlığını ve yokluğunu, özellikle de Rus gücünün yokluğunu veya şiddetli düşüşünü hesaba katmak zorunda kalacaklar. Rusya’nın gücünün azalması, Avrupa’nın yanı sıra Afrika ve Orta Doğu’dakiler de dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki çatışmalar üzerinde etkili olacaktır. Yine de küçülmüş ya da çökmüş bir Rusya’nın altın bir düzen ve istikrar çağı başlatması şart değil.

Yenilmiş bir Rusya, ülkenin yükselen bir güç olduğu son yirmi yıldan farklı olacaktır. 1990’lar boyunca ve bu yüzyılın ilk on yılında, Rusya gelişigüzel bir şekilde Avrupa’ya entegre olmayı ve Amerika Birleşik Devletleri ile ortak olmayı arzuladı. G-8’e ve Dünya Ticaret Örgütü’ne katıldı. ABD’nin Afganistan’daki savaş çabalarına yardım etti. Dmitry Medvedev’in 2008’den 2012’ye kadar Rusya’nın başkanı olduğu dört yılda, perde arkasına çok yakından bakılmadığı takdirde, Rusya kurallara dayalı uluslararası düzene uyum sağlıyor gibi görünüyordu.

Batı ile barış içinde bir arada yaşamaya uygun bir Rusya, en başından beri bir yanılsama olabilirdi. Putin, başkanlığının başlarında uzlaşmacı bir hava sergilese de başından beri Batı’ya karşı nefret, kurallara dayalı düzeni küçümseme ve Ukrayna’ya hükmetme hevesi beslemiş olabilir. Her halükârda, 2012’de başkanlığı yeniden geri aldığında, Rusya kurallara dayalı düzenden çıktı. Putin bu sistemi, otoriter bir ABD için kamuflajdan başka bir şey olmadığı gerekçesiyle alaya aldı. Rusya, Kırım’ı ilhak ederek Ukrayna’nın egemenliğine şiddetle saldırdı, Suriye iç savaşında Esad’ı destekleyerek Ortadoğu’ya yeniden yerleşti ve Afrika’da Rus askeri ve güvenlik nüfuz ağları kurdu. İddialı bir Rusya ve yükselen bir Çin; Pekin, Moskova ve hatta Trump sonrası Washington’da bir büyük güç rekabeti paradigmasına katkıda bulundu.

“Eğer Rusya dağılır ve Avrasya’daki etkisini kaybederse Çin devreye girecekti.”

Saldırganlık eylemlerine ve önemli nükleer cephaneliğine rağmen Rusya hiçbir şekilde Çin ya da ABD’nin denk bir rakibi değildir. Putin’in Ukrayna’daki aşırılığı bu önemli noktayı kavrayamadığını gösteriyor. Ancak Putin dünyanın dört bir yanındaki bölgelere müdahale ettiği için, Ukrayna’da Rusya’yı parçalayan bir yenilgi, uluslararası sistem için büyük bir şok olacaktır.

Yenilgi, kuşkusuz, Rusya’nın komşusu olan birçok ülke için olumlu sonuçlar doğurabilir. Sovyetler Birliği’nin çöküşünün Avrupa’da bir düzineden fazla özgür ve müreffeh ülkenin ortaya çıkmasını sağladığı Soğuk Savaş’ın sonundan başka bir şeye bakmaya gerek yok. ABD Başkanı George H. W. Bush’un Soğuk Savaş sona erdikten sonra Amerika’nın kıtaya yönelik emellerini tanımlamak için kullandığı ifadeyi ödünç alırsak içe dönük bir Rusya “bütün ve özgür bir Avrupa’nın gelişmesine yardımcı olabilir. Aynı zamanda, Rusya’daki kargaşa bir istikrarsızlık girdabı yaratabilir: Büyük güç rekabetinden çok büyük güç anarşisi, bu da art arda bölgesel savaşlara, göçmen akışlarına ve ekonomik belirsizliğe yol açar.

Rusya’nın çöküşü aynı zamanda bulaşıcı olabilir veya bir zincirleme reaksiyonun başlangıcı olabilir; bu durumda ne ABD ne de Çin kâr elde edemez çünkü her ikisi de yayılmayı kontrol altına almakta zorlanacaktır. Bu durumda, Batı’nın stratejik öncelikler belirlemesi gerekecektir. Rusya’nın düzensiz bir yenilgisinin yaratacağı boşluğu doldurmaya çalışmak imkansız olacaktır. Orta Asya ve Güney Kafkasya’da ABD ve Avrupa’nın, Çin ve Türkiye’nin boşluğa doğru ilerlemesini engelleme şansı çok az olacaktır. Onları dışarıda bırakmaya çalışmak yerine etkilerini sınırlamaya çalışmak ve özellikle Çin’in hakimiyetine bir alternatif sunmak daha gerçekçi bir ABD stratejisi olacaktır.

Rusya’nın yenilgisi ne şekilde olursa olsun, Balkanlar da dahil olmak üzere Doğu ve Güneydoğu Avrupa’yı istikrara kavuşturmak zorlu bir görev olacaktır. Avrupa genelinde Batı, 1991’den sonra asla çözülemeyen sorulara yaratıcı bir cevap bulmak zorunda kalacaktır: Rusya Avrupa’nın bir parçası mı? Değilse, Rusya ile Avrupa arasındaki duvar ne kadar yüksek olmalı ve hangi ülkeleri çevrelemelidir? Rusya Avrupa’nın bir parçasıysa nereye ve nasıl uyuyor? Avrupa’nın kendisi nerede başlar ve nerede biter? Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya katılması bu projenin sadece başlangıcı olacaktır. Beyaz Rusya ve Ukrayna, Avrupa’nın doğu kanadını korumanın zorluklarını gösteriyor: Bu ülkeler, Rusya’nın büyük güç olma hayallerinden vazgeçeceği son yerlerdir. Yıkılmış bir Rusya bile tüm nükleer ve konvansiyonel askeri kapasitesini kaybetmeyecektir.

Son 106 yılda iki kez -1917’de ve 1991’de- Rusya’nın çeşitli versiyonları parçalandı. Rusya’nın versiyonları kendilerini iki kez yeniden oluşturdu. Rusya’nın gücü geri çekilirse Batı; Avrupa’da NATO üyelerini, müttefiklerini ve ortaklarını korumaya hizmet eden bir ortamı şekillendirmek için bu fırsattan yararlanmalıdır. Bir Rus yenilgisi pek çok fırsat ve pek çok ayartıcı unsur getirecektir. Bu unsurlardan biri, yenilmiş bir Rusya’nın esasen Avrupa’dan tamamen silineceğini beklemek olacaktır. Ancak mağlup Rusya bir gün kendini yeniden gösterecek ve kendi şartlarına göre çıkarlarının peşinden koşacaktır. Batı hem Rusya’nın yenilgisi hem de Rusya’nın dönüşü için siyasi ve entelektüel olarak donanımlı olmalıdır.

Çeviri: Hicran ÇOKYAMAN

Editör: Gizem GÜVEN

Çeviri: Piyasa Başlı Başına Bir Amaç Değildir

Bu yazı, Larry Kramer’ın ‘Financial Times’ için kaleme aldığı “The market is not an end in itself” başlıklı görüş yazısından çevrilmiştir. Yazının aslına aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz: 

The market is not an end in itself

Kapitalizm bu siyasi ve toplumsal çalkantıdan sağ çıkacaksa, geçmişte olduğu gibi adapte olması gerekecektir.

“Neoliberalizm” olarak bilinen siyasi ve ekonomik paradigmanın başarısızlıkları artık hepimizin malumu. Neoliberal politika, 1970’lerde stagflasyonla mücadele etmek için ne kadar uygun olsa da o zamandan bu yana korkunç bir eşitsizliği besledi, popülist demagogların yükselişini körükledi, ırksal eşitsizlikleri şiddetlendirdi ve iklim değişikliği gibi krizlerle başa çıkma becerimizin önünü kesti. 2008 finansal krizi tüm bu kusurları ortaya çıkardı ve hükümet ile piyasaların toplumla ilişkisinin yeniden değerlendirilmesini sağladı. Neoliberal söylemlerle çelişen bir dizi başarılı kamu eylemini ortaya çıkaran pandemi, bu çabaya yeni bir soluk kazandırdı.

Ancak nüfuz sahibi çıkar grupları, kendilerine iyi hizmet etmiş olan neoliberalizme sıkı sıkıya bağlı kalmaya devam ediyor. Ne yazık ki enflasyonun yeniden ortaya çıkması onlara sadece ABD Başkanı Joe Biden‘ın harcamalarını eleştirmek için değil, aynı zamanda hakim paradigmayı değiştirme çabalarını kapitalizmi yok etmeye yönelik “sosyalist” hamleler olarak kınamak için de bir koz verdi. Bugünkü enflasyonun nedenleri karmaşık olsa da, bununla başa çıkmak için araçlarımız var ve bunları kullanmaya başladık. COVID-19 ve Ukrayna’daki savaşın ekonomik etkilerini yönetme çabasının, bir 21. yüzyıl ekonomisi ve toplumu için yönetişimi dönüştürmeye yönelik halihazırda gecikmiş çabayı sekteye uğratmasına izin verilmemelidir.

Neoliberaller ideolojilerinin egemen olduğu 50 yıl içinde pek çok şey başardılar ancak hiçbiri oldukça spesifik ve sınırlı bir kapitalizm anlayışını, kapitalizmin kendisiyle özdeşleştirmekteki başarıları kadar çarpıcı değil. Neoliberallerin hükümet ve piyasa yaklaşımlarından herhangi bir sapma karşısında sanki kapitalizmden bir kopuş gerçekleşiyor ya da kapitalizmin doğasına aykırı hareket ediliyormuş gibi tepkiler veriliyor.

Ancak kapitalizm, doğru anlaşıldığı takdirde, yalnızca ticaret ve sanayinin öncelikli olarak özel aktörlerin eline bırakılmasını gerektirir ki bugün buna kimse karşı çıkmıyor zaten. Bu da özel sektör, hükümet ve sivil toplum arasında sayısız farklı ilişkiye fırsat tanır ve ihtimaller sadece hayal gücü ve tercihlerle sınırlıdır. Merkantilizm, laissez-faire ve Keynesçilik, Roosevelt’in Yeni Düzen’i gibi kapitalizmin farklı biçimleriydi. Kuzey Avrupa’nın sosyal demokrasileri de aynı şekilde.

Tüm bu sistemlerde üretim özel sektörün elindedir ve piyasa faaliyetleri, ekonomik faaliyetin başat biçimidir. Piyasalar yasalar tarafından oluşturulup sınırlandırıldığından, hükümetten bağımsız piyasa diye bir şey yoktur. Neoliberalizm, hükümet düzenlemelerini fiyat açısından verimli işleyen piyasaları güvence altına alarak sınırlar. Ki bu kapitalizmin konseptlerinden biridir ama kesinlikle yegane konsepti değildir.

Aslında kapitalizmin mahareti, değişen koşullara uyum sağlarken özel teşebbüsün sunabileceği enerji, yenilik ve fırsatları yakalamanın yeni yollarını bulmak olmuştur. Merkantilizm yerini laissez-faire’e, laissez-faire Keynesçiliğe, Keynesçilik de neoliberalizme bırakmıştır – her bir kapitalist sistem, maddi ve ideolojik değişimler karşısında yeni şartlara daha uygun bir sisteme geçmeden önce bir süre kullanılmıştır.

Bugün açıkça; büyük ölçüde artan servet eşitsizliği, küresel ısınma, artan ırksal eşitsizlikleri giderme talepleri, popülizmin yükselişi ve yeni teknolojiler tarafından tetiklenen böyle bir dönüşümün ortasındayız. Bu gelişmelere endişe verici siyasi ve toplumsal çalkantılar eşlik etmektedir. Neoliberalizme olan inanç azalırken, Donald Trump‘tan Jair Bolsonaro’ya, Viktor Orbán‘dan Vladimir Putin‘e kadar liderlerin toksik etnik-milliyetçilik biçimlerini benimsediğini ve Çin’in devlet kapitalizmi vizyonunun bir alternatif olarak belirmeye başladığını gözlemliyoruz. Bunlar korkunç senaryolar. Ancak insanları çoktan inançlarını yitirdikleri neoliberal bir sisteme bağlı kalmaya zorlayarak bunların önüne geçemeyiz. Değişim gerçekleşiyor, asıl soru bunun daha iyiye doğru bir değişim olup olmayacağı.

Kapitalizmin sağ kalması için geçmişte yaptığı gibi uyum sağlaması gerekecektir. Neoliberalizmin nasıl başarısız olduğunu tanımalı ve zarara uğrattığı kesimlerin meşru taleplerine cevap vermeliyiz. Alternatif olasılıklar fazlasıyla mevcut: Kapitalizmin ne yönde değişmesi gerektiğini tartışmalıyız. Mantıksız olabilecek tek tutum, Milton Friedman ve arkadaşları 1970’lerde mükemmel ve zamansız bir bilgeliğe ulaşmışçasına herhangi bir değişimin “kapitalizm karşıtı” olduğunu iddia etmek olur.

Nihayetinde piyasalar ve hükümetler, vatandaşlara gelişmeleri ve onurlu bir şekilde yaşamaları için gereken fiziksel ortamı ve maddi başarı fırsatlarını sağlayan araçlardır. Neoliberaller bunu unuttular ve piyasayı başlı başına bir amaç olarak görmeye başladılar. Kendi piyasa anlayışlarının insanların çoğunluğu için işlemediğini göremediler. Şimdi onların bu gafletinin sonuçlarını yaşıyoruz ve çok geç olmadan yeniden inşaya ve tasavvura başlamamız gerekiyor.

Çeviri: Derya AZER

Editör: Ayşenur ALİŞİROĞLU

Suça İtilen Çocuklar

Ders esnasında çeşitli tahta materyalleri sivrilterek büyük bir ustalık ve ciddiyetle “kelebek” gibi kesici aletler yapan, okulda yaptıkları veya okula dışarıdan getirdikleri kesici cisimlerle kendilerine ve arkadaşlarına zarar veren, kalemle “şaka” olsun diye bir diğerinin yüzünü çizen, “oyun” olsun diye arkadaşlarına vuran çocuklar… Bu çocuklar daha 13-14 yaşlarında. Onları bu “şakalara, oyunlara” iten nedir peki? Suça mı meyilliler yoksa suça mı itildiler? Çalışması ne kadar zor bir konu olsa da bu konuyu ele almanın gerekliliği tartışılmaz bir boyutta. 

Çocuğun suç olgusuyla ilişkisini araştıran literatür, suça itilmesini sosyal, psikolojik, kültürel, ekonomik, fizyolojik ve zihinsel faktörleri ele alarak değerlendirmektedir. Batı literatüründe “Juvenile Delinquency” olarak geçen kavramın Türkçe’de tam karşılığı “reşit olmayanın suçluluğu”dur fakat ülkemizde genellikle bu olgu “Çocuk Suçluluğu” olarak kullanılmaktadır ve bu tanım hem çocukluk hem de ergenlik döneminin büyük bir kısmını kapsamaktadır (Bayındır, Özel ve Köksal, 2007). Öte yandan birçok gelişmiş ülkede olduğu gibi Türkiye’de de herhangi bir suç durumuna karışan çocuk için “suçlu çocuk” ifadesi yerine “suça itilen/sürüklenen çocuk” ifadesinin kullanılmasına özen gösterilmektedir. Çünkü çocuk suçluluğu kavramı bir önyargıyı içinde barındırmaktadır. Suç belirli bir irade doğrultusunda işlenirse suç sayılmaktadır, iradesi dışında suç işlemek ise rasyonel bir durum değildir. Çocuk suçu bilinçli ya da kasti bir şekilde işlememektedir. Onlar, korunması gereken varlıklardır fakat yetişkinler onları sömürmekte ve suçlu konuma düşürmektedir (Çopur, Ulutaşdemir ve Balsak, 2015). Bu bağlamda çocuk suçluluğu olarak nitelendirilen kavram aslında bir çocuk istismarıdır.

Toplum bilimlerine göre “suç” kültürel, toplumsal ve bireyin yaşadığı çevresel faktörlerin kötü bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Ceza hukukuna göre ise “suç” yasaların cezalandırdığı davranışlar olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla suç olgusu insanların gruplar halinde yaşamaya başlamasından itibaren toplumsal bir sorun olarak ele alınmaktadır (Bayındır, Özel ve Köksal, 2007). Çocuk suçluluğu, daha doğru bir tabirle çocukların suça sürüklenmesi de dünyanın her yerinde olduğu gibi ülkemizde de sadece hukuksal değil aynı zamanda toplumsal bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Suç, çocuğun kişilik yapısı, yetenekleri, çevresel etkenler, yetiştiği aile yapısı ve yaşam koşulları gibi etmenlerin ortak bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Özellikle düşük gelirli, eğitim düzeyi düşük, kötü barınma koşullarına sahip ailelerin çocuklarının daha çok suça itildikleri görülmektedir (Çopur, Ulutaşdemir ve Balsak, 2015). Uzman Psikolog Merve Demir, çocukken şiddete maruz kalan bireylerin suç işlemeye daha meyilli olduklarını, çocukluk travmalarının suç olgusu üzerinde oldukça etkili olduğunu dile getirmiştir. Demir, suça yönelmiş çocuklarda davranış bozuklukları, alkol ve madde bağımlılığı, dikkat eksikliği, hiperaktivite bozukluğu gibi tanılara sık sık rastlandığını da verdiği demeçte ifade etmiştir. Özellikle ailede çocuk sayısı arttıkça ebeveynlerin çocukların ihtiyaçlarını karşılama oranında düşüş yaşanır ve gereksinimleri karşılanmayan çocuklar farklı baş etme stratejilerine başvurarak suça sürüklenebilir. Ayrıca baskıcı, tutucu tavırlar sergileyen ailelerin çocuklarının da saldırgan tavırlar sergilediklerini dile getiren Demir, bunun tam tersi, çocuğu aşırı serbest bırakan ailelerin çocuklarının da kuralları öğrenemeyeceğini ve dolayısıyla suça sürüklenebileceklerini konuşmasına eklemiştir (Yeni Şafak, 2017). 

Göç eden ailelerin çocuklarının da büyük oranda suça itildikleri metropol kentlerde karşımıza çıkan bir diğer toplumsal sorundur. Sanayi devrimi ile birlikte kırsaldan kente göçün artmasıyla kentlerdeki lüks, pahalı yaşama ayak uydurma problemlerinin ortaya çıkması çocukların suça itilmesinde önemli bir faktördür. Göç sürecinde alışılmış çevreden kopma, ekonomik yoksunluklarla başa çıkma, manevi destekten yoksun kalma gibi durumlar da suça sürükleyebilmektedir (Yeni Şafak, 2017). Risk altındaki çocukların öncelikle sokağa düştükleri ve kötü çevrelerle etkileşime girdikleri daha sonra da cezai sorumluluk yaşıyla birlikte ıslahevi veya cezaevine düştükleri görülmektedir (Çopur, Ulutaş ve Balsak, 2015). Çocukların bu riskten kurtulabilmeleri için okullarda tutulması, sokağa düşmelerinin engellenmesi gerekse de olumlu okul şartlarının da sağlanması gerekmektedir. Ailenin çocuğun gereksinimlerini karşılayamaması durumunda bu görevi okulun üstlenmesi gerekmektedir. Düzenli okula gitmek çocuğun okul dışındaki kötü çevrelerden uzaklaşmasını sağlayabilir fakat okulda karşılaşılan sert disiplin ve kat kurallar çocukların topluma karşı saygısının azalmasına ve dışarıya yönelmesine zemin hazırlayabilir. Çocuğun akranları tarafından dışlanması, bir gruba dahil edilmemesi onun suça yönelme olasılığını artırabilmektedir. Diğer yandan arkadaş grubunda suça eğilimli ve saldırgan davranışlar sergileyen çocukların bulunması çocuğu olumsuz etkileyen bir diğer faktör olarak karşımıza çıkmaktadır (Yeni Şafak, 2017). 

Yapılan çalışmalar göstermektedir ki çocuğun suça sürüklenmesinde en az pay bireysel faktörlere aittir. Çocuk doğduktan sonra ilk olarak aile ile daha sonra da çevreyle etkileşime girmektedir. Sorunlu aile yapısı ve kötü çevresel koşullar çocukların suça itilmesinde önemli bir yere sahiptir. Bu noktada alınması gereken bazı önlemler bulunmaktadır ve sivil toplum kuruluşları ve devlet yapılarının birlikte çalışması önem kazanmaktadır. Bireysel müdahalelerin ötesinde topyekûn çalışmalar bu bağlamda önem arz etmektedir. Her geçen gün artan çocuk suçluluğu olgusunun önüne geçilmesi için rehabilitasyon uygulamaları yürürlüğe konulmalıdır. Aslına bakılırsa 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu bu konuyla alakalı düzenlemeler yapmış olsa da altyapı yetersizliği nedeniyle uygulamada sorunlar yaşanmaktadır. Çocuklar suça itilmeden önce önlemler alınması önem arz etmektedir ama ne yazık ki çocuklar suça karıştıktan sonra uygulamalara dahil edilmekte ve bu çocukların suça sürüklenmesini engellemede yetersiz kalmaktadır (Bayındır, Özel ve Köksal, 2007). Bu bağlamda yerel yönetimlere ciddi sorumluluk düşmektedir. Yerel yönetimler toplumun ihtiyaçlarını tespit etme ve bu konuda çalışmalar yapmada öncelik olmalıdır. Şiddete veya istismara maruz kalan çocukların yerel yönetimlerce tespit edilmesi, göç eden ailelerin çocuklarına yönelik uygulamaların yapılması ve onlara yönelik psikolojik destek sağlanması önem arz etmektedir (Çopur, Ulutaş ve Balsak, 2015). 

Çocuklar toplumun geleceğidir ve desteklenen her çocuk topluma kazandırılmış sağlıklı bireyler demektir. Unutulmaması gerekir ki suç işleyen çocuk yoktur, suça itilen çocuk vardır.

Bennur ÖZTÜRK

TUİÇ Sosyoloji Çalışmaları 

Kaynakça:

Bayındır, N., Özel, A. ve Köksal, E. (2007). Çocuk Suçluluğu Demografisi: Kütahya Şehri Örneği. Polis Bilimleri Dergisi, 9(1-4), 95-108. 

Çopur, E., Ulutaşdemir, N. & Balsak, H. (2015). Çocuk ve Suç. Hacettepe University Faculty of Health Sciences Journal. Uluslararası Katılımlı 3. Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Kongre Kitabı. 

Yeni Şafak. (2017). Çocukları Suça İten Nedenler. Erişim Adresi: https://www.yenisafak.com/hayat/cocuklari-suca-iten-nedenler-2808616 (Erişim Tarihi: 02.01.2023).

İngiltere’nin Kıbrıs Hakimiyeti Bağlamında Egemen Üs Bölgelerinin Deniz Yetki Alanları Sorunu

Özet

Doğu Akdeniz’in önemi gereği devletlerin bu coğrafyada yer almak istemelerinin sonucunda bölgede hareketlilik yaşanmaktadır. İngiltere’nin 82 yıl hakimiyet kurduğu Kıbrıs Adası ise gerginliklerin dinmediği bir coğrafyadır. Kıbrıs Adası’nda İngiltere’nin varlığını meşrulaştıran ve çözümün içinde yine İngiltere’nin de yer alacağı Kıbrıs meselesine dair açıklamalar yapılmıştır. Egemen Üs Bölgeleri olarak adlandırılan Ağrotur ve Dikelya üslerinin hukuki statüsünün tartışılması, deniz yetki alanları konusunda izlenecek yolu belirlemiştir. Yapılan çıkarımlar neticesinde Egemen Üs Bölgelerinin deniz yetki alanlarına sahip olmada etkisi tartışılmıştır. 

Anahtar kelimeler: Doğu Akdeniz, Kıbrıs, İngiltere, Egemen Üs Bölgeleri, Deniz Yetki Alanları.

Abstract

Due to the importance of the Eastern Mediterranean, there is mobility in the region as a result of the states’ desire to take place in this geography. The island of Cyprus, which the British ruled for 82 years, is a geography where tensions do not subside. Statements have been made regarding the Cyprus issue, which legitimizes the existence of the UK on the island of Cyprus and in which the UK will also take part in the solution. Discussing the legal status of the Akrotiri and Dhekelia bases, which are called the Sovereign Base Areas, determined the path to be followed in the maritime jurisdiction areas. As a result of the inferences, the effect of the Sovereign Base Areas on having maritime jurisdiction areas has been discussed.

Keywords: Eastern Mediterranean, Cyprus, England, Sovereign Base Areas, Maritime Areas.

Giriş 

Doğu Akdeniz havzasında hidrokarbon rezervlerinin keşfinin akabinde, küresel güç elde etmek isteyen devletlerin dikkatleri bu havzaya yönelmiştir. Kıbrıs Adası’nın stratejik önemini önceden kavrayan İngiltere, 1960’lı yıllarda Kıbrıs Adası’nda yaşanan gerginliklerden karlı çıkmayı başarmıştır. Ağrotur ve Dikelya askeri üslerindeki egemenliğini saklı tutmuştur. O gün şartları için askeri amaçlarla kullanmaya oldukça elverişli olan bu üslerin İngiltere’nin tam hakimiyetinde olması sebebiyle rezervlerin keşfedilmeye başlandığı tarihlerde İngiltere, Egemen Üs Bölgelerinin karasuları olduğu iddiasını yeniden gündeme taşımıştır. Bu iddianın hukuki zemini belirlenerek, İngiltere’nin Egemen Üs Bölgelerinin hukuki statüsü belirlenmelidir. Devletlere münhasır yetkiler sağlayan münhasır ekonomik bölgenin İngiltere tarafından ilan edilmesi İngiltere’nin bölgedeki zenginliklerden faydalanmasını sağlayacaktır. Egemen Üs Bölgelerinin deniz yetki alanlarının olup olamayacağı bu çalışmanın temel amacını oluşturmaktadır. 

1. Doğu Akdeniz

Doğal kaynaklar bakımından zengin bir havza olan Doğu Akdeniz havzası, aynı zamanda mevcut kaynakların dünyaya aktarımında da önemli bir güzergahtır. Bu güzergahın en önemli adası ise Kıbrıs adasıdır (Kaya, 2016: 144). 

Bölgenin birçok devlete kıyıdaş olması ve güçlü devletlerin kendi çıkarlarını korumak adına Kıbrıs Adası’nda bulunmak istemesi, siyasi hareketliliği beraberinde getirmiştir. Bunun yanında Doğu Akdeniz’de dünya rezervlerinin %5’ine tekabül eden (Başeren, 2021: 30) hidrokarbon kaynaklarının keşfedilmesiyle hareketlilik fazlasıyla artmıştır. Bunun bir yansıması olarak, Doğu Akdeniz’de 2000’li yılların başından bu yana yetki alanları sınırlandırma antlaşmaları yapılmakta, arama-üretim sahaları ilan edilmektedir. (Kütükçü ve Kaya, 2016: 82). GKRY, Kıbrıs Adası’nın sözde meşru temsilcisi sıfatıyla hareket ederek ikili anlaşmalar ile deniz yetki alanlarını belirlemiş ve 2007 yılında 13 adet petrol-doğalgaz arama ruhsat sahası ilan etmiştir (Kütükçü ve Kaya, 2016: 90). 2011 yılından itibaren başta ABD, Fransa ve İtalya şirketlerine verilen ruhsatlar neticesinde çeşitli parsellerde arama faaliyetleri yürütülmüştür (Yılmaz, 2018: 3). Uluslararası şirketlerin aktif yer almak istedikleri bu coğrafyada deniz yetki alanlarına sahip olmak, güç elde etmek için kritik öneme sahiptir. Bu bağlamda, İngiltere’nin Kıbrıs Adası’nda 1878’de elde ettiği üstünlüğün bir kalıntısı olarak iki askerî üssü bulunmaktadır (Tamçelik, 2011: 1521) ve bu egemen üs bölgelerine sahip çıkmak İngiltere açısından küresel güç dengesi için bir zorunluluktur. (Tamçelik, 2011: 1534). Ancak, İngiltere’nin sahip olduğu egemen üslerin deniz yetki alanına sahip olup olamayacağı tartışılması gereken bir husustur. 

Adanın önemini kavrayan İngiltere, 82 yıllık egemenliği süresince Kıbrıs’ta yaşanan gelişmelere farklı politikalar geliştirmiş ve adada aktif rol almıştır. Kıbrıs Adası’nda yaşanan ayrılıkçı hareketlerin ardından adada bağımsız bir politika izleyemeyeceğini anlayan İngiltere, üslerle yetinmek zorunda kalmıştır. Hatta İngiltere, Kıbrıs meselesinde Türkiye ve Yunanistan arasındaki “dürüst arabulucu” rolünü üstlenmiştir ancak bunun adadaki çıkarlarını güvence altına almak istemesinden kaynaklandığı aşikardır. (Tamçelik, 2011: 1516). 

2. Kıbrıs Adası’nın Tarihi ve İngiltere Hakimiyeti

Geçmişten bugüne jeostratejik ve jeopolitik önemini muhafaza eden Kıbrıs, zaman içinde birçok medeniyetin egemenliğinde bulunmuştur. Kültürel zenginliğe sahip olan adanın 1571 yılında Osmanlı hakimiyetine girmesi ile adada uzun süreli bir egemenlik başlamıştır (Yılmaz, 2017: 87). 

Kıbrıs Adası, Osmanlıların Ruslarla savaşta olduğu 1877-1878 yıllarında İngilizlerin ittifak teklifini kabul etmek zorunda kalan Osmanlılar tarafından antlaşma ile İngilizlere devredilmiştir (Orhun, 2017: 61). Ancak belirtilmesi gerekir ki adanın İngilizlere devri tam bir hakimiyet sağlayacakları bir devri içermemektedir. Osmanlı’nın savaşın zorlu şartları altında ve yardıma duyduğu ihtiyaç doğrultusunda imzaladığı 1878 Kıbrıs Antlaşması gereği, İngiltere adanın yönetim hakkına sahip olacaktı fakat adanın mülkiyet hakkı Osmanlı’da kalmaya devam edecekti. Hatta bu anlaşmaya ek olarak yapılan bir başka anlaşmaya göre de Rusya, Osmanlı’nın doğu illerinden çıktığı takdirde İngiltere’nin de Kıbrıs yönetimini tekrar Osmanlı’ya devretmesi gerekiyordu. Ancak İngiltere antlaşmalara uymamış ve Kıbrıs adasını adeta kolonisi haline getirmiştir (Yiğit Yüksel, 2018: 313). 

Uygun koşulların sağlanmasının ardından I. Dünya Savaşı’nın siyasi gerginliğinden istifade eden İngiltere, 1914’te tek taraflı olarak Kıbrıs’ı ilhakını ilan etmiştir. Türkiye bu ilhaka ilk başta sadece tepki göstermekle yetinmiş fakat I. Dünya Savaşı’nın akabinde imzaladığı 1923 Lozan Antlaşması’nın 20. maddesi ile Kıbrıs’ın ilhakını tanımıştır. Böylelikle ada resmen İngiltere toprağı olmuştur (Çakmak, 2008: 208; Tezel, 2008: 19). 1925’de, Kral V. George’un imzaladığı “ihtira beratı” ile Kıbrıs, “İngiliz Taç Kolonisi” ilan edilmiştir (Savrun, 2017: 15). Adada yaşayan Rum kesimi, Kıbrıs’ta İngiliz yönetiminin hâkim olmasını, Enosis hayalini, yani Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakını gerçekleştirmelerine yardımcı olacakları düşüncesiyle sevinçle karşılamışlardır. Ancak bu sevinç hali kısa sürmüştür (Gazioğlu 2000: V, 41, akt. Baytal, 2021: 303). İngiltere’nin adada hakimiyetini devam ettirmesi ve Kıbrıs’ın stratejik öneminden faydalanması gerekmekteydi. Enosis düşüncesi bu hakimiyeti zedeleyecek nitelikte olduğu için bu düşünce İngiliz yönetimi tarafından kabul edilmemiştir. Rumların hayallerini gerçekleştirmesinin diplomatik yollarla olmayacağı düşüncesi Kıbrıslı Rumlar arasında yaygın düşünce halini almasının ardından Ethnikí Orgánosis Kipriakoú Agónos (EOKA) adında bir örgüt kurulmuştur. Silahlı eylemlerde bulunarak dikkatleri Kıbrıs’a çekmeyi ve İngiliz sömürgesinde yaşayan Kıbrıs halkına self determinasyon hakkının bir çözüm olarak sunulmasını amaçlayan bu örgüt, Kıbrıs adasını adeta kan gölüne döndürmüştür (Şahin, 2020: 26-30). Adanın iki halktan oluşması ve yönetimde sömürgeci bir devletin olması Kıbrıs’ı çıkmazlara sokmuştur. İngiltere arabuluculuğu ile Türkiye-Yunanistan-İngiltere arasında çeşitli görüşmeler yapılmış fakat tarafların taleplerinin farklı olması sebebiyle ortak bir zeminde buluşmak zaman almıştır. 16 Ağustos 1960’da Kıbrıs Cumhuriyeti ilan edilmiş ve 82 yıllık İngiltere egemenliği son bulmuştur (Yılmaz, 2017: 91). 1959 yılında imzalanan Garanti Antlaşması ile Türkiye-Yunanistan-İngiltere, adanın garantör devletleri olarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını, bütünlüğünü ve güvenliğini garanti ettiklerini beyan etmişlerdir. Kurulan yapıda İngiltere’nin adadaki askeri üstlerinde egemenliği Lefkoşa tarafından kabul edilmiştir (Tezel, 2008: 28).

Ancak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin iki toplumlu yapısı ve Rumların Enosis hayalleri çerçevesinde gerçekleştirdikleri silahlı örgüt faaliyetleri neticesinde söz konusu devlet de 1963 Kanlı Noel vahşeti ile yıkılmıştır. Devam eden örgüt faaliyetleri neticesinde Türkiye, 1960 Garanti Antlaşması gereği haiz olduğu garantörlük hakkını kullanılarak öncelikle İngiltere’ye başvurmuş, birlikte askerî harekât düzenlemeyi teklif etmiş ancak teklif İngiltere tarafından reddedilince, Türkiye tarafından 1974 yılında Barış Harekâtı gerçekleştirilmiştir (Kocakılıç, 2021: 66; Göktürk ve Çelik, 2017: 161). Düzenlenen harekât dünya kamuoyunda tepkilere yol açmış, BM tarafından tüm devletlere Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenliğine saygı göstermeye ve adadaki tüm yabancı kuvvetleri geri çekmeye yönelik çağrıda bulunulmuştur. Fakat Kıbrıslı Türkler, self-determinasyon hakları olduğu iddiasıyla 1975’te Kıbrıs Federe Devleti’ni, 1983’te ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ilan ettiler (Akbulut, 2011: 28). BM Güvenlik Konseyi tarafından alınan kararla KKTC’nin ilanını Tek Taraflı Bağımsızlık İlanı olarak nitelemiş, Kıbrıs Türk tarafını ilanı geri çekmeye, BM üyesi devletleri ise ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nden başka bir devleti tanımamaya çağırmıştır (Tezel, 2008: 45-46). Günümüzde Kıbrıs Rum Yönetimi, adanın tamamını temsil edecek şekilde hareket etmektedir ve Türkiye dışında KKTC’yi tanıyan bir devlet bulunmamaktadır. Ülkenin de jure olarak sözde Kıbrıs Cumhuriyeti’ne bağlı olduğu kabul edilmektedir (Akarçay, 2017: 448-449). Görüldüğü üzere, İngiltere’nin aktif yer almadığı bir çözümün adaya huzur getirmesi mümkün değildir zira dengeler İngiltere lehinedir. 

3. İngiltere’nin Egemen Üsleri: Ağrotur ve Dikelya 

İngiltere’nin 1878 yılında başlayan Kıbrıs egemenliği, Rum ve Türk toplumuna devredilirken İngiltere kendi askeri üslerinin üzerindeki egemenliğini devretmeme konusunda kararlı davranmıştır. Zira bu kararlılık neticesinde, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kuruluş Antlaşması’nın imzalandığı 1960 yılında uzun süren görüşme ve pazarlıklardan sonra İngiliz egemenliğindeki askerî üslerin 99 millik olması kararlaştırılmıştır. Ağrotur ve Dikelya üslerinin toplam yüz ölçümü, ülke topraklarının %2,76’sına tekabül etmektedir ve İngiltere bu topraklar üzerinde tam egemenliğe sahiptir (Tamçelik, 2011: 1522-1523). 

İngiltere’nin sahip olduğu bu üslerde egemenliğinin sınırı ve kapsamı dolayısıyla üslerin hukuki statüsü tartışmalı bir konudur. 1960 Kuruluş Antlaşması’nın ilk maddesinde “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin toprakları, bu Antlaşma’nın Ek A’sında tanımlanan iki alan dışında, kıyılarındaki adalarla birlikte Kıbrıs adasını oluşturacaktır, bu alanlar Birleşik Krallığın egemenliği altında kalacaktır. Bu Antlaşma ve Eklerinde Akrotiri Egemen Üs Bölgesi ve Dikelya Egemen Üs Bölgesi olarak anılan alanlardır.” ifadelerine yer verilerek İngiltere’nin Kıbrıs Adası’nda üsler vasıtasıyla toprak sahibi olduğu belirlenmiştir (MFA, 1960). Dolayısıyla İngiltere burada tam egemendir.

Öte yandan, 2004 yılında Kıbrıs sorununa çözüm getireceği düşüncesiyle hazırlanan Annan Planı’nda İngiltere yine üslerdeki hakimiyetini korumak istemiştir. Annan Planı’nın ‘Kuruluş Antlaşması’na Ek Protokol başlığı altında İngiltere’nin Ağrotur ve Dikelya egemen üs bölgesinin bazı kısımlarındaki egemenliğinden vazgeçme niyetinde olduğu Ek Protokol’de yer alan “vazgeçilmiş bölgeler” lafzından anlaşılmaktadır (Tamçelik, 2011: 1531). Hukukun evrensel ilkelerinden olan “Hiç kimse sahip olduğundan fazlasını devredemez” ilkesi gereğince İngiltere’nin egemen üs bölgesinde tam hakimiyete sahip olduğunu söylemek gerekir. Ayrıca GKRY ve İngiltere arasında Ağrotur ve Dikelya bölgelerinde bazı kısımların yerleşime açılmasına yönelik 2014 yılında akdedilen ve 2020 yılında yürürlüğe giren bir antlaşma yapılarak İngiltere’nin toprak devretmesi de bunu destekler niteliktedir.

Annan Planı kapsamında değinilmesi gereken bir diğer husus da karasularına dairdir. Daha önce 1960’taki Kurucu Antlaşmanın üçüncü kısmında çizilen sınırlara göre Egemen Üs Bölgelerinin kara sularında da egemen olduğu belirtilmiştir (Dumlu, 2022: 135). Egemenliğin kara sularını da kapsadığını ileri süren bu düşünce Annan Planı’nda da yerini bulmuştur. Buna göre, yeni kurulan devlet tarafından Dikelya egemen üs bölgesinin, denizle birleşen alanda ve buna bağlı kara sularında hak iddia edilemeyeceği belirtilmiştir (Tamçelik, 2011: 1532). Görüldüğü üzere Egemen Üs Bölgelerinin uluslararası statüsü gereği, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin arada kalan bölgelerde deniz yetki alanı iddia edemeyeceği şekilde bir plan yapılmıştır (Özgöker ve Çelik, 2016: 6). Anılan plan dahilinde İngiltere, Egemen Üs Bölgelerinin karasuları olduğunu kabul etmiş ve bunu dile getirmiştir. İlerleyen süreçte İngiltere’nin bu bölgede kıta sahanlığı ardından münhasır ekonomik bölgesi ilan etmek isteyeceği aşikardır (Özgöker ve Çelik, 2016: 3).

4. Egemen Üslerin Deniz Yetki Alanı Olabilir Mi?

Bir devletin oluşum unsurları; ülke, egemenlik ve millettir. Ülke, devletin siyasal yönetiminin üzerinde etkin olduğu insan topluluğunun üzerinde yaşadığı tespit edilmiş sınırlardır. Devlet vasfının kazanılması için devletin üzerinde egemenliğini icra ettiği bir ülke olmalıdır (Aksar, 2017: 204-205). Bu egemenliğin kapsamını ise devletin herhangi bir üst otoriteye tabi olmaksızın iç ve dış işlerinde bağımsız olması oluşturur (Sur, 2019: 118). İngiltere’nin Kıbrıs’ta sahip olduğu Egemen Üs Bölgelerinin ayrı bir devlet oluşturduğunu söylemek mümkün değildir. Zira egemenlik İngiltere’dedir, bölgelerde ayrı bir otorite mevcut değildir. Dolayısıyla egemen üslerin yer aldığı bu coğrafyayı İngiltere’nin hakimiyetine ve anakarasına bağlı bir toprak parçası olarak kabul etmek gerekir.

Bir devletin oluşumundan sonra toprak kazanması pekâlâ mümkündür. Bunun yollarından ilhak ve antlaşma yoluyla toprak kazanımı (Aksar, 2017: 252), Kıbrıs üzerinde etkili olmuştur. 

İngiltere’nin 1914 yılında Kıbrıs’ı ilhak ettiğini ilan etmesi sonucunda Kıbrıs, İngiltere’nin topraklarına dahil olmuştur ve 1960 yılında egemenlik haklarını Kıbrıs Cumhuriyeti’ne devretmiştir. Antlaşma yoluyla devirde devir işlemi, egemenlik haklarının tamamının devrini kapsar mahiyettedir. Dolayısıyla kara suları, kıta sahanlığı, münhasır ekonomik ve her türlü hak ve yetkiler devredilmiş sayılır (Aksar, 2017: 260). Ancak, 1960 Kuruluş Antlaşması’nda İngiltere, askeri üslerindeki egemenlik haklarını saklı tutmuştur. Devrin kapsamına dair açıklamanın mefhum-u muhalifinden anlaşılacağı üzere, İngiltere’nin egemen üsleri üzerindeki hakimiyeti, deniz yetki alanlarına da sirayet etmektedir. 

Burada değinilmesi gereken asıl husus, BMDHS’ne göre ada özelliği taşıyan Kıbrıs’ta deniz yetki alanlarının belirlenmesinde üslerin etkisinin ne olacağıdır. 

Deniz hukukuna dair temel kuralların kodifiye edilmesi ile 1982 yılında Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS) imzalanmıştır. Çoğu kuralının teamül nitelikte olduğu bu Sözleşme deniz hukukuna dair temel kavramları düzenlemektedir (Gündüz, 2015: 220). Ada tanımına yer veren 121. Maddeye göre ada, su ile çevrilmiş, suların en çok yükseldiği zaman su üstünde kalan doğal olarak oluşmuş bir arazi sahasıdır. Maddenin ikinci fıkrasında adanın karasuları, münhasır ekonomik bölgesi ve kıta sahanlığı belirlemesinin kara ülkesi gibi değerlendirilmek suretiyle tespit edileceği hükme bağlanmıştır. Dolayısıyla bu kavramların açıklanması yerinde olacaktır.

Kara suları, devlet kıyılarından ya da iç suların bittiği yerden başlayıp belli bir mesafeye kadar uzanan ve kıyı devletinin egemenliğinin tam olduğu deniz yetki alanıdır (Sur, 2019: 349). Kara sularının genişliği hususunda devletlerin 12 mile kadar genişlik tespit etme hakları mevcuttur (BMDHS m.3). Kıta sahanlığı ise kara ülkesinin deniz altındaki 200 mile kadar genişliğe sahip olabilen doğal uzantısıdır (BMDHS m. 76). Kıta sahanlığı içindeki haklardan faydalanabilmek için kıyı devletinin kıta sahanlığı ilanında bulunmasına gerek yoktur, zira bu kural teamül niteliğindedir (Aksar, 2017: 58). Münhasır ekonomik bölge (MEB); kara sularının genişliğinin ölçülmeye başlandığı esas hatlardan itibaren 200 deniz miline kadar kıyı devletine, özellikle deniz yatağının üzerindeki suların ve deniz yatağının ve bunun toprak altının canlı ve cansız doğal kaynaklarını araştırma ve işletme, koruma ve idare etme hususunda münhasır yetki tanıyan alandır (BMDHS m. 55 vd.). Devletin bu alana kendiliğinden sahip olmadığı, münhasır ekonomik bölgeyi tesis eden kararın ilan edilmesi gerektiği kabul edilmektedir. Kıyıları karşılıklı veya bitişik olan devletlerin antlaşma yoluyla sınırlarını tayin etmeleri gerekir (Sur, 2019: 383). 

Belirtilmelidir ki, adaların hak kazanımı ile sınırlandırmaya etkileri iki farklı konudur (Sali, 2021: 47). İngiliz egemen üslerinin bulunduğu bölgenin bu ayrım temelinde değerlendirilmesi neticesinde şunlar söylenebilir:

  • Adaların karasuları, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgelerinin olduğu BMDHS m.121’de açıkça belirtilmiştir. İngiltere’nin adası statüsüne sahip olduğunu kabul edersek Egemen Üs Bölgeleri’nin de bu deniz yetki alanlarına sahip olması gerekir. Ayrıca BMDHS m.121/3’te belirtilen adada ekonomik ve sosyal yaşamın var olması koşulu da sağlandığına göre, Egemen Üs Bölgeleri’ne kıta sahanlığı tanınması ve münhasır ekonomik bölge ilan etme hakkının tanınması önünde bir engel yoktur. 
  • Devletlerin deniz yetki alanlarının sınırlarını belirlerken uymaları gereken ilkeler UAD’ın yargı kararlarında yer bulmuştur. UAD tarafından özel şartlar çerçevesinde ele alınan adalar, sınırlandırma hukukunda kara ülkesi ile aynı statüyü taşımamaktadır. Kendilerinin ve sınırlandırılacak bölgenin özelliklerine göre adaların sınırlı etkisi olduğu veya hiç etkisinin olmadığı kabul edilmektedir. (Kaya, 2016: 48). Adaların ana karaya uzaklıkları kıyı devletinin sınırlandırmada dikkate alması gereken bir husustur. İngiltere anakarasına yaklaşık 2000 mil uzaklıktaki bu adanın İngiltere anakarasının deniz yetki sınırlandırmasına etkisinin olmayacağı pekala kabul edilmelidir. Ancak bu adanın kendi başına bir sınırlandırma tayin edip edemeyeceği ayrı bir husus olarak ele alınmalıdır. Kanaatimce, Egemen Üs Bölgeleri’nin ayrı bir devlet olmamasına karşın bir devletin egemenliğine tabi olarak kendine ait bir deniz yetki alanı olması gerekir. Bu bağlamda İngiltere’nin diğer devletlerle sınırlandırma antlaşması akdetmesi mümkündür ve çıkacak herhangi bir uyuşmazlık halinde uluslararası yargı yollarına başvurma hakkı da mevcuttur. 

Açıklanan bilgiler ışığında İngiltere’nin Egemen Üs Bölgesi’nde tam egemenlik hakkına sahip olması dolayısıyla karasuları, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge sahibi olduğu ancak bunların UAD kararlarına yerleşmiş olan ilkeler (Kaya, 2016: 38-62) bağlamında belirlenmesi gerektiği söylenebilir. 

Sonuç

İngiltere’nin 1878’de Kıbrıs üzerinde elde ettiği hakimiyet, 1914 yılında koloni yapısına bürünmüştür. Kıbrıs’ın iç karışıklıkları neticesinde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması aşamasında İngiltere askeri üslerindeki egemenliğini korumuş ve adadaki varlığını devam ettirmiştir. Çalışmada Egemen Üs Bölgelerinin hukuki statüsüne dair temellendirme faaliyetinde bulunulmuş ve bu bölgedeki egemenliğin kapsamına işaret edilmiştir. 1960 Kuruluş Antlaşması’nda Egemen Üs Bölgeleri’nin kara sularına sahip olacağı hüküm altına alınmıştır. İngiltere’nin bu bölgede tam egemen olması neticesinde Egemen Üs Bölgelerini ayrı bir ‘devlet’ olarak tanımlamak mümkün olmadığına göre, bu topraklar İngiltere’nin adası statüsündedir. Adaların sahip oldukları deniz yetki alanlarının tespitine yönelik BMDHS maddelerine yer verilmiştir. Sonuç olarak, İngiltere’nin adası konumundaki Egemen Üs Bölgelerinin deniz yetki alanlarına sahip olması uluslararası hukuka uygundur. Ancak adaların nispi ve olayın şartlarına göre deniz yetki alanlarına sahip olduğu göz ardı edilmemelidir.

Seher ÇAKI

O-Staj Deniz Çalışmaları Staj Programı

Editör: Gizem GÜVEN

Kaynakça:

Akarçay, P. (2017), KKTC’nin Türk Dünyası Tarafından Tanınması: Durumlar, Etkiler ve Sonuçlar. The Journal of Academic Social Science Studies, 62, 443-454. Doi: 10.9761/Jasss7307 

Akbulut, İ. (2011). Geçmişten Günümüze Kıbrıs Sorunu ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Hukuk Sistemi, Bursa Barosu Dergisi, 35(90), 27-40. 

Aksar, Y. (2017). Teoride ve Uygulamada Uluslararası Hukuk  II. (4. Baskı). Seçkin Yayıncılık. 

Başeren, S. H. (2021). Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları Uyuşmazlığında Yeni Anlaşmalar ve Uygulamalar. (Ed. N. Ünüvar) Doğu Akdeniz Sorunlarına Hukuki ve Siyasi Yaklaşım İle TBMM’nin Çözümdeki Muhtemel Rolü Sempozyumu İçinde. TBMM Basımevi. 

Baytal, Y. (2021). 1950-1960 Yılları Arasında Kıbrıs Anlaşmazlığı: Enosis Meselesi ve Türkiye. Avrasya Uluslararası Araştırmalar Dergisi, 9(28), 301-322.

Çakmak, Z. (2008). Kıbrıs’tan Anadolu’ya Türk Göçü (1878-1938). Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 36, 201-223.

Dumlu, H. (2022). Kıbrıs’taki İngiliz Üslerinin Jeopolitik ve Jeostratejik Açıdan Önemi. Türk-İngiliz İlişkileri Dergisi, 3(1), 126-156.

Geniş, K. C. (2021). Londra-Zürich Anlaşmalarına Giden Süreç (05.02.1959-19.02.1959). Belgi Dergisi, (21), 233-252. Doi: 10.33431/Belgi.726417 

Göktürk, T. B. (2017). Kıbrıs’ta Rumların Gerçekleştirdiği 1974 Katliamları. Türk Dünyası Araştırmaları, 116(228), 159-170.

Gündüz, A. (2015), Milletlerarası Hukuk Konu Anlatımı, Temel Belgeler, Örnek Kararlar. (8. Baskı). Beta Yayıncılık.

Kaya, İ. S. (2016), Uluslararası Deniz Hukuku Çerçevesinde Doğu Akdeniz’deki Petrol Ve Doğalgaz Kaynakları (2. Baskı). Adalet Yayınevi. 

Kocakılıç, G. (2021). Kıbrıs Meselesinin Genel Seyri. Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dergisi, 3(1), 57-70.

Kütükçü, M., Kaya, İ. S. (2016), Uluslararası Deniz Hukuku Kapsamında Doğu Akdeniz’de Petrol ve Doğalgaz Kaynakları İle Türkiye’nin Hukuki Durumu. Batman Üniversitesi Yaşam Bilimleri Dergisi, 6(2/1), 81-96. 

MFA (1969). Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kuruluşuna İlişkin Temel Antlaşma. Erişim Adresi: https://www.mfa.gov.tr/kibris-cumhuriyeti_nin-kurulusuna-iliskin-temel-antlasma-_-1960__ingilizce_.tr.mfa 

Orhun, F. Ç. (2017), Kıbrıs Türkünün Milli Mücadelesi- Kitap İncelemesi. Tarih Kritik, 3(3), 61-64.

Özgöker R, U. ve Çelik, H. (2016). Kıbrıs’ta Enerji Politikaları ve İngiltere ‘İlgisi’. Uluslararası Boyutlarıyla Kıbrıs Meselesi ve Geleceği Uluslararası Sempozyumu. (Ed. Türker Çelik, D.). Atatürk Araştırma Merkezi. 

Sali, Ö. M. (2022), Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasında Doğu Akdeniz Adaları. Uluslararası İlişkiler ve Diplomasi, 5(1), 38-61.

Savrun, E. (2017). 1571 Türk Yönetiminden, 1878-1925 İngiliz Taç Kolonisi’ne; Kıbrıs Üzerinde Enosis Faaliyetleri ve İngiliz Stratejisi. Uluslararası Beşeri Bilimler Ve Eğitim Dergisi, 3(1), 1-20.

Sur, M. (2019), Uluslararası Hukukun Esasları (13. Baskı). Beta Yayıncılık.

Şahin, İ. (2020), Düşünceden Eyleme EOKA. Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları, 37, 21-49.

Tamçelik, S. (2011), Kıbrıs’taki İngiliz Üslerinin Stratejik Önemi. Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, 8(1), 1510-1539.

Tezel, A. (2008), Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Devlet Olarak Kıbrıs Sorununun Çözümüne Etkisi. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul, Kadir Has Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

UN. (n.d.). United Nations Convention on the Law of the Sea. Erişim Adresi: https://www.un.org/depts/los/convention_agreements/texts/unclos/unclos_e.pdf (Erişim Tarihi: 19.04.2022).

Yılmaz, E. (2018), Doğu Akdeniz’de Enerji Çıkmazı. Setav Perspektif, 188, 1-5. Erişim Adresi: https://setav.org/assets/uploads/2018/03/P188_AkdenizdeEnerji.pdf (Erişim Tarihi: 18.04.2022).

Yılmaz, H. (2017), Kıbrıs Barış Harekatı Ve Sonuçları. İnönü Üniversitesi Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi, 6 (1), 87-98.

Yiğit Yüksel, D. (2018), Kıbrıs’ta Yaşananlar ve Türk Mukavemet Teşkilatı (1957-1964). Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 34 (2), 311-376.