Home Blog Page 17

Yurt Dışı Gönüllülük Fırsatları Etkinliği

0

Yurt dışında gönüllülük yapmak isteyen gençler için harika bir fırsat sunuyoruz! 16 Mart 2023 tarihinde, saat 17.30‘da başlayacak etkinlikte, yurt dışında gönüllülük yapmanın tüm detaylarını öğreneceksiniz. Etkinlik çevrimiçi ve tüm katılımcılara ücretsiz olacaktır. 

Yurt dışında gönüllü olmanın pek çok faydası var: Yeni kültürleri tanıma fırsatı, yabancı dillerde kendinizi geliştirme şansı, farklı insanlarla tanışma imkanı ve sosyal sorumluluk bilincinizi artırma gibi sayısız avantajı barındırıyor. Etkinliğimizde, yurt dışında nerede, nasıl ve hangi alanlarda gönüllülük yapabileceğinizi öğrenebileceksiniz.
Siz de bu fırsatı kaçırmayın! Yurt Dışı Gönüllülük Fırsatları Etkinliği‘ne katılarak, yurt dışında gönüllülük yapmanın tüm detaylarını öğrenin ve kendinize yeni bir kapı açın.

Başvuru Linki

Not: Etkinlik başlangıç tarihinden önce katılım linki tarafınıza gönderilecektir.

16 Mart Perşembe günü saat 17.30-18.30 arası çevrimiçi görüşmek dileğiyle!

2. Dünya Savaşı Sonrası Japonya’ya Göç ve Göçmen İşçi Hakları

Özet

Japonya 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ekonomik anlamda kalkınmayı başarmış ülkelerden biridir. Ekonomik büyüme ise beraberinde artan işgücü ihtiyacını getirmiştir. Almanya gibi gelişmiş ekonomi ülkelerinde göçmen kabul etme sistemi varken Japonya uzun yıllar boyunca göçmen kabulü konusunda isteksiz kalmıştır. Çünkü toplumun etnik-homojen yapısının bozulacağı düşünülmüş ve bu nedenle oldukça katı bir göç politikası izlenmesine karar verilmiştir. Fakat her gelişmiş ülkenin kaderi olan göç konusu, Japonya için de geçerli. 1970’li yıllarda başlayan göç, en yüksek rakamlarına 1980 ve 1990’lı yıllarda ulaşmıştır. Artık göç ve göçmen haklarının hayatlarının bir parçası olduğunu bilen Japon hükümeti, göçmen hakları ile ilgili gerekli düzenlemeleri yapmaya başlamıştır. Bu çalışmada Japonya’ya 2. Dünya Savaşı’ndan sonra hangi milletlerin neden göç ettiği, göçmen işçilerin yasalar çerçevesinde ne gibi haklara sahip oldukları ve Japonya’nın bu haklar ile ilgili yaptığı düzenlemelere yer verilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Japonya, Göç, Göçmen İşçi Hakları, Kadın Göçmen İşçiler.

Abstract

After World War II, Japan was one of the countries that underwent economic development. Economically developed countries like Germany had an immigration system. Japan, however, will be reluctant to accept immigrants for many years to come. Since the societies will  provide for a deterioration of the ethnic-homogeneous structure, they have decided to adopt a very strict immigration policies. But immigration, which is the fate of every developed country, was also applied to Japan. Immigration beginning in the 1970s reached its highest numbers in the 1980s and 1990s. The fact that immigration and immigrants’ rights are now a part of life in Japan have led the Japanese government to make the necessary arrangements regarding immigrants’ rights. This study will examine which nations immigrated to Japan after World War II, what rights migrant workers have under the law, and what regulations Japan is making regarding rights.

Key Words: Japan, Immigration, Rights of Migrant Workers, Migrant Women Workers.

 

Giriş

Japonya, 126 milyon nüfusu ile Doğu Asya’da bulunan bir ada ülkesidir. Ada ülkesinde Japon Göç Ajansı’nın verilerine göre 2,760 yabancı ikamet etmektedir. En fazla çoğunluğa sahip olan 716,606 nüfus ile Çinli yabancılardır. Çin’i sırasıyla Vietnam, Güney Kore, Filipinler, Brezilya, Nepal, Endonezya, Amerika, Tayvan ve Tayland takip etmektedir. İkamet statülerinde ise çoğunlukla daimi ikamet derecesidir. İkinci ve üçüncü sırada ise özel daimi ikamet ve teknik stajyer eğitimi ikamet statüsü yer almaktadır (Japon Göç Ajansı, 2021:3).

Japonya, 2. Dünya Savaşı sonrası ekonomik mucize yaratan ülkelerin başını çeker. Japon toplumu, tarımsal ağırlıklı bir ülkeden yüksek sanayi toplumuna dönüşmeye başlamış ve zaman içinde bu süreç tamamlanmıştır (Hunter, 2002:153). Bu sürecin başladığı 1954 sonrası döneme dönersek 1980’li yıllara gelindiğinde çoğu kırsal bölge şehirleşmiş ve Japon halkı sanayi sektöründe çalışmaya başlamıştı. Bununla beraber giderek artan bir işgücü açığı da ortaya çıkmıştı. Uzun yıllar Japonya göçmen almak konusunda herhangi bir isteklendirme ortaya koymadığı gibi kendi vatandaşlarının da yeterli olduğu görüşündeydi. Fakat eğitim seviyesi giderek yükselen Japon gençlerine çalışma koşulları riskli ve az maaşlı işler cazip gelmemeye başladı. Hükümet ise katı göç politikalarını korumaya kararlıydı. 1973 yılında yaşanan petrol krizi ile Japonya’nın yaşadığı durgunluğa rağmen 1970’li yılların sonunda ülkeye göç dalgası başlayacaktı. Endüstri sektöründeki problemin çözümü olarak Teknik Stajyer Sistemi adı verilen bir mekanizma ortaya çıktı. Çünkü göçmen alınacak ise bu insanların kalifiye olmaları gerekiyordu. Fakat bu sistemde yasal yollar adı altında ülkeye girişleri sağlananların çoğunluğu Doğu, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika gibi bölgelerden gelenler olarak daha çok göçmen işçi olarak çalışıyorlardı. Bu sistemle çoğunluğu vasıfsız göçten oluşan grup ülkeye giriş yapmıştı. Bu dönemden itibaren “yeni gelenler” olarak adlandırılan grubu dört başlıkta toplayabiliriz:

  1. İlki, 1970’lerin sonlarında seks ve eğlence endüstrisinde çalışan kadınlardı ve bunların büyük kısmı Filipinler, Kore, Tayvan ve Tayland’dan gelmişti.
  2. İkinci grup, akınları Mültecilerin Statüsüne İlişkin Sözleşme’nin imzalanmasını tetikleyen Vietnam, Kamboçya ve Laos’tan oluşan Çinhindi ülkelerinden gelen mültecilerden oluşuyordu.
  3. Üçüncü “yeni gelenler” ise Çin’den dönen ikinci ve üçüncü nesillerdi.
  4. “Yeni gelenler” için genişleme dönemi, 1980’lerin sonundan 1990’ların başındaki “balon ekonomisinin” çöküşüne kadar uzanır (Asya ve Pasifik Göç Dergisi, 2000; Komai, 2000:314-315).

2. Dünya Savaşı Sonrası Japonya’ya Göç

İkinci Dünya Savaşı sonrası Japonya’ya göçü anlatmadan önce Japonya için yabancı kelimesinin ne ifade ettiğine bakmak daha iyi olacaktır. 1945’te savaşın sona ermesinden sonra anavatanlarındaki siyasi belirsizlik ve yüksek enflasyon oranı nedeniyle ve kısmen de biriktirdikleri varlıklarını ülkelerine geri göndermenin zorlukları nedeniyle uzun süredir Japonya’da bulunan “eski gelenler” ve onların soyundan gelenler olarak adlandırılan Koreli, Tayvanlı ve Çinli halkın bir kısmı geri dönmedi. Teknik olarak Japon topraklarından geldikleri için göçmen sayılmıyorlardı. Japonya’nın San Francisco Barış Antlaşması’nın imzalanmasıyla bağımsızlığını yeniden kazanmasıyla 1952 Göç Kontrol Yasası yürürlüğe girdi. Aynı yıl, Adalet Bakanlığı Sivil İşler Bürosu genel müdürü tarafından yayınlanan bir genelge ile Göç Yasası uyarınca “Japonya’da ikamet edenler de dahil olmak üzere hiçbir Koreli ve Tayvanlı bundan böyle Japon vatandaşı değildir.” kararına varıldı (Asya ve Pasifik Göç Dergisi, 2000; Komai, 2000:313). Böylece ülkede yabancı tanımı oluşmuş oldu. 

Japon ekonomisi 1960’lardaki ekonomik patlama sırasında işgücü sıkıntısı yaşamasına rağmen hem Japon hükümeti hem de büyük şirketler yabancı işgücüne bağımlı olmamayı seçti. 1960’lar ve 1970’lerdeki düşük göç seviyesi daha sonra analistlerin göçmenleri iki kategoriye ayırmasına yol açtı: 1952’den beri Japonya’da ikamet eden “eski gelenler” ve onların soyundan gelenler ve “yeni gelenler” ile 1980’lerde veya sonrasında Japonya’ya gelen yabancılar.

Japonya 1970’li yıllarda Vietnam Savaşı nedeniyle mültecilerin ülkesine girmesi konusunda isteksiz olsa da Çinhindi’deki 3 ülkeden (Vietnam, Laos ve Kamboçya) kaçan mülteciler yaygın olarak “tekne halkı” olarak bilinen 10 binden fazla mülteciyi ülkesine kabul etti. Japonya ise Almanya gibi dönemin endüstriyel açıdan gelişmiş ülkeleri gibi vasıfsız işçi göçünü kabul etmedi. Japonya kırsal kesimde yaşayan vatandaşlarını gelişen endüstride yeterli işgücüne sahip olarak görüyordu. Bu durum uzun yıllar boyunca devam etti. Ülkenin etnik-yapısal olarak kendisini homojen olarak tek bir toplum olarak görmesi göç konusunda agresif tutumunun anlaşılması bakımından ayrıca çok önemlidir. 1980’li yıllarda Japonya’nın endüstrisi gelişmiş ve çoğu bölgesi kentleşmişti. Bununla birlikte artan kentsel işgücü ihtiyacı gözler önüne serildi ve ülke gerekli olan işgücü talebini karşılayamadığı gibi sanayi sektörü de felç noktasına kadar geldi. Çünkü iyi eğitim almış, yüksek vasıflara sahip Japon gençlerinin “3K” (kirli, tehlikeli ve zor) olarak adlandırdıkları işleri yapmayı reddetmesi nedeniyle yerli iş gücü vasıfsız işgücüne yönelik artan talebi karşılayamaz hale geldi. Sonuç olarak ülke birdenbire kendisini artan yabancı işgücü talebine yanıt olarak Japonya’ya gelen çeşitli Pasifik Kıyısı ülkelerinden (esas olarak Doğu ve Güneydoğu Asya ve Latin Amerika) hızla artan bir göçmen işçi stokuyla karşı karşıya buldu.

1990’ların ortalarında Japonya’da ortalama çoğu imalat ve inşaat sektörlerindeki küçük ve orta ölçekli şirketlerde çalışan yaklaşık 800.000 vasıfsız yabancı işçi vardı (Tsuda, 2022). Bu göçler ile birlikte ülkede eğlence sektörü adı altında özellikle Tayland, Filipinler gibi ülkelerden yasal veya bazen de kaçak yollardan yüksek borçlandırma ile seks endüstrisinde çalışmaya zorlanan kadınların sayıca fazlalığı da bu yıllarda başlamıştır (Focus, 1996; Ishikawa, 1996). Bu, Japonya’nın o dönemde karşılaştığı en fazla göçmen sayısıydı. Fakat gelenler Japonya’nın katı göç politikasını yumuşattığı veya açık kapı politikası uyguladığı anlamına gelmiyor. Tam tersi olarak 1990’da son derece kısıtlayıcı yasa olan Göç Kontrolü ve Mülteci Tanıma Yasası getirildi ve özellikle vasıfsız işçi göçü engellenmeye çalışıldı. Bu dönemde göçler “yan kapı” veya “stajyer” sistemi olarak da karşımıza çıkan bir mekanizmanın sonucu doğrultusunda gerçekleşti. Böylece yasal yollardan vasıfsız işçiler ve Nikkeijin’i (Brezilya ve Peru’dan gelen Japon kökenli işçiler) ülkeye girmiş oldu. Ön kapı vasıflı ve profesyonel işçiler dışında herkese sıkıca kapatıldığından Japonya’daki tahmini 800.000 vasıfsız göçmen işçinin neredeyse tamamı ya yan kapıdan ya  da “arka kapıdan” düzensiz göç halinde girdi. Japonya’daki göç çalışmaları da ilk olarak en geniş kapsamlı olarak 1990’lı yıllarda yapılmaya başlanmıştır. 28-29 Nisan 1996’da Japonya’nın Fukuoka kentinde “Göçmen İşçilerin Sorunları” konulu ilk forum yine bu yıllarda düzenlendi. 2015 yılında ülke rekor sayıda 7.500 mülteci başvurusu aldı ancak yalnızca 27 kişiye mülteci statüsü verdi. Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’nın nispeten cömert politikalarının tam tersine Japonya’nın 1951 Mülteci Sözleşmesi‘ni yorumlaması, savaş mültecilerini uygunluk dışında bırakarak oldukça dar kalıyor (Green, 2017).

Kikuko Nagayoshi’nin 2021 yılında yaptığı çalışmaya göre Japon hükümeti ülkeyi büyük ölçekli göçe, özellikle de vasıfsız işgücüyle uğraşanlara açma  konusunda  isteksiz  davranıyor. Ancak nüfus grileşip azaldıkça ve işgücü sıkıntısı daha da büyüdüğünden yurt dışından pek çok kişinin birkaç farklı programa girmesine zaten izin verildi. Hükümetin resmi bir istatistiği yok, ancak Japonya’daki göçmen sayısının yaklaşık 1,5 ila 2,5 milyon kişi olduğu tahmin ediliyor. Bu da tüm nüfusun yaklaşık %1,2 ila %2’sini oluşturuyor (Nagayoshi, 2021). 2003 yılında Japonya’nın İş Ve Ticaret Federasyonu tarafından yayımlanan “Japonya 2025” isimli 16 sayfalık çalışmada yabancılar ile ilgili açık kapının olması gerektiğine yer verilmiştir. ’’Japonya, Doğu Asya’nın yükselen ekonomilerini kendisi için birer rakip veya tehdit olarak algılamamalı. Eğer sınırlarını açar ve düşünsel kaynak biriktirebilmek için etkin bir şekilde çaba gösterirse, bölgenin canlılığına ve çeşitliliğine büyük fayda sağlayabilir’’ (Clements, 2014:117-119).

Japonya’da Göçmen İşçi Hakları

Japonya, Mültecilerin Statüsüne İlişkin 1951 Sözleşmesi’ne ve Mültecilerin Statüsüne İlişkin 1967 Protokolü’ne taraf olan devletlerden birisidir. 1970’lerin sonlarına ve 1980’lerin başlarına kadar yabancı sakinler toplu konutlara erişim, ulusal sağlık sigortası ve kamu sektöründe istihdam dahil olmak üzere Japon vatandaşlarının yararlandığı bir dizi sosyal ayrıcalıktan büyük ölçüde dışlandı. Aynı zamanda kötü çalışma koşulları, işçi komisyoncuları tarafından da sürekli olarak sömürü ve işveren suiistimalleri gibi sorunlarla da baş etmeye çalıştılar. Japon ekonomisi gelişmeye devam ederken ve ülke uluslararası itibarını artırmaya çalışırken hükümet bir dizi uluslararası sözleşme ve anlaşma imzaladı. Bu anlaşmalar, Japonya’yı uluslararası topluluğa daha fazla dahil etmenin yanı sıra, halihazırda Japonya’da ikamet eden yabancılara daha fazla eşitlik sağladı. Belediye, ulusal ve yerel yönetimler göçmenlerin devlet hizmetlerine erişimin önündeki ayrımcı engelleri kaldırdı. Yabancı uyruklu kişiler, hak kazanmaları koşuluyla ulusal sağlık sigortası sistemine katılıp emekli maaşı alabilme ve çocukları devlet okullarına kayıt yaptırma hakkını elde ettiler. (Green, 2017). Medeni ve Siyasi Haklar ile Ekonomik ve Sosyal Haklara İlişkin Uluslararası İnsan Sözleşmesi 1979’da onaylandı. Japonya Göç Yasası 1981’de revize edildi. Bunun sonucunda daimi ikamet statüsündeki göçmen işçilere sosyal güvenlik sistemine başvurma hakkı tanındı. Fakat göçmen işçiler emeklilik sigortası veya sağlık sigortası için devlet kurumlarına başvuru yapmamışlardır. Bunun nedenlerinden en önemlileri toplumda göçmen işçilere karşı duyulan önyargının çok fazla olması ve bu tür başvuruları takip etmemeleri gösterilebilir. 1989  yılında, high-skilled (yüksek vasıflı) işçilerin istihdamını artırmak için Göç Yasası yeniden revize edildi. Yapılan değişiklikle ikamet durumu listesi 18’den 28’e çıkarılarak yeniden düzenlendi. Amaç ise işçi sıkıntısını en aza indirmekti. Japonya’nın Teknik Stajyer Eğitim Programı (TITP), gelişmekte olan ülkelerden gelen vatandaşların Japonya’da beş yıla kadar imalat, inşaat, tarım ve sağlık hizmetleri alanlarında becerilerini geliştirmelerine olanak tanır (Migrants & Refugee Section, 2022). Fakat bu alanlarda çalışan belirli nitelikli işçi aile üyelerini yanına almadan 5 yıla kadar oturma izni hakkı tanınıyordu. 2019 yılında göçmenlere vizelerini kalıcı olarak yenileme ve aile birleşimi hakkı tanındı. Bu hakkın yıllar sonra verilmesinin nedeni Japon nüfusun yaşlı ve azalan genç işgücüdür. Aynı zamanda Adalet Bakanlığı gibi devlet makamlarının da bu konuda isteksiz olması ve Japonya’nın etnik-homojenlik, kültürel saflık ve jus sanguinis’e (kan ve soy ilkesi) dayalı bir ulus-devlet ideolojisiyle işleyen anlayışından dolayı özellikle vasıfsız göçmen işçilere verilen haklar ve düzenlemeler günümüzde de devam eden toplumun bazı kesimlerinden eleştirilere maruz kalmıştır.

1980’lerin başından itibaren kadın göçmen işçiler için iş fırsatı fabrika ve restoranlara doğru genişlese de çok sayıda kadın göçmen işçi, eğlence vizesiyle Japonya’ya geliyordu. Şarkıcı veya dansçı olarak çalışıyorlardı. Ancak işveren genelde göçmen kadınları seks endüstrisinde çalışmaya zorluyordu. Çünkü eğlence vizesi eğlence sektöründe yer alan işçileri aslında işçi olarak görmüyordu ve iş kanunu uygulanmıyordu ve göçmen kadınlara genelde altı aylık sözleşme yapılıyor ve para sözleşmenin sonunda veriliyordu. Birçok kadın göçmen işçi barlarda ve kulüplerde hostes, şarkıcı, dansçı ve striptizci olarak çalışıyor ve işveren tarafından zorla fuhuş yapmaya zorlanmaktaydı. Bu durumu genellikle “işlerinin” bir parçası haline getirmişlerdi. (Matsuda, 2022:3). Bu durum giderek artınca Göç Yasası dışında İş Güvenliği Yasası ve İşçi Sevk Yasası gibi yasalarla göçmen kadınların hakları korunmaya başlanmış oldu. Eğer kadın göçmen işçiler hosteslik ve garsonluk gibi işlerde çalışıyorlarsa işveren haksız yere yüksek miktardan çalışanı borçlandıramayacak ve pasaport gibi seyahat belgelerine el koyamayacaktı. Ayrıca işveren kadın göçmen işçileri şiddet kullanarak veya borçlarını ödemeye zorlayarak fuhuş yapmaya zorlarlarsa, Fuhuşla Mücadele Kanunu’nu ihlal etmiş olacaklardı.

Günümüze geldiğimizde ise göçmen işçilerin çalışma haklarıyla ilgili yapılan düzenlemeler ve sahip oldukları haklar Japonya Göç Ajansı tarafından 2021 tarihinde yayımlanan kitapta mevcuttur. Ayrıca teknik stajyer programı ile gelen göçmenler Uygun Teknik Stajyer Eğitimi ve Teknik Stajyerlerin Korunmasına İlişkin Kanun/Göç Kontrolü ve Mülteci Tanıma Yasası’na tabidirler. Yüksek vasıflı işçiler ise Göç Kontrolü ve Mülteci Tanıma Yasası’na tabidirler. İlk olarak istihdam türlerine göre göçmenlerin çalışacağı alanlar sıralanmış ve buna bağlı olarak geçici çalışma, sözleşmeli personel, taşeron ve yarı zamanlı işçilerin çalışma saatleri, haftada 1 gün olmak üzere kullanacakları izin günleri, özel günlerde veya bayramlarda çalışan süre için ekstra ücret hakkı verilmiştir. Sosyal güvenlik hakkı olarak sağlık sigortası, emeklilik sigortası, iş kazası sigorta hakları bulunmaktadır. Kadın göçmen

işçiler için hamile kadınların sağlık kontrollerine kaçıncı haftada gidecekleri ve doktor, hemşire ve ebe gibi sağlık çalışanlarının ücretsiz şekilde ev ziyaret etmeleri de verilen haklar arasındadır. Doğan çocuğun kesinlikle bildirilmesi gerekmektedir. Çünkü çocuk için de sağlık sigortası mevcuttur. Doğum yapan kişiye ise 420.000 Yen ödenir. İstihdam sigortası kapsamında olan bir sigortalı bir yaşından küçük (belirli koşullar karşılanıyorsa bu süre 14 ay yahut ilave bazı koşullar da karşılanıyorsa 18 ay veya 24 ay olabilir) bir çocuğa bakmak için çocuk bakım izni almış ise çocuk bakım izni ödeneği ödenir. Son yıllarda yüksek vasıflı işçiler için daimi ikamet sürecini hızlandırmak için hükümet ‘hızlı geçiş’ programını başlattı. 2019 itibari ile birlikte Adalet Bakanlığı Göç Kontrol Dairesi’ni kurdu.

Sonuç

Günümüzde dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biri olan Japonya’nın konu göçmenler olduğunda ne kadar katı ve isteksiz olduğunu söylemek yanlış olmaz. Fakat şu da bir gerçek ki Japonya’da doğum oranı her geçen yıl giderek azalıyor ve nüfusunun çoğu 65 yaş üstü insanlardan oluşuyor ve aynı zamanda giderek yaşlanan bir nüfusa sahip. Hükümet isteksiz olsa da nüfus yapısının farkında olduğu için kademeli de olsa 2019 yılından itibaren göçmenler konusuna daha ılımlı yaklaşıyor. Fakat bu ılımlı yaklaşım Japon halkının bazı kesimleri tarafından çok fazla eleştiriliyor ve desteklenmiyor. Japonya Araştırma Enstitüsü’nün (JRI) Başkanı Yuri Okina’nın yazısında da paylaştığı gibi “Japonya’nın toplumu ve ekonomisi, yabancıları kabul etmeye devam etmedikçe sürdürülebilir değildir. Bu sadece ekonomik büyümeyi iyileştirmek için değil, aynı zamanda Japon toplumunda yabancıların sorunsuz bir şekilde kabul edilmesini ve uygun muameleyi teşvik etmek için de gereklidir.”

Merve Gizem Aydın
TUİÇ Akademi Stajyeri

Editör: Gizem Güven

 

KAYNAKÇA

Clements J. (2014). Japonya nasıl Japonya oldu?. Metropolis Yayınları,117-119.

Green D. (2017). As its population ages, Japan quietly turns to immigration. https://www.migrationpolicy.org/article/its-population-ages-japan-quietly-turns- immigration (Accessed 23.12.2022)

Hunter E. J. (2002). Modern Japonya’nın doğuşu. İmge Kitabevi, 153. Immigration Services Agency of Japan. (2022). https://www.moj.go.jp/isa/content/930004452.pdf (Accessed 20.12.2022)

Ishikawa Y. (1996). Migrants workers in Japan. Focus. 1996 Volume 4. https://www.hurights.or.jp/archives/focus/section2/1996/06/migrant-workers-in-japan.html (Accessed 21.12.2022).

Japonya Göç Ajansı (2021). Japonya’da yaşayan yabancılar için yaşama ve çalışma rehberi. https://www.moj.go.jp/isa/content/001371764.pdf (Accessed 24.12.2022).

Komai H. (2000). Immigrations in Japan. Asian and Pasific Migration Journal. Vol:9, No.3, 313-314-315.

Matsuda M. An assessment of international labour migration situation: the case of the female labour migrants. Genprom Working Paper. No.5, 3-4.

Migrants&Refugee Section (2022). “Migraiton profile Japanhttps://migrants-refugees.va/it/wp-content/uploads/sites/3/2021/10/2021-CP-Japan.pdf (Accessed 22.12.2022).

Nagayoshi K. (2021). Prejude against immigrants explained in numbers. https://www.u-tokyo.ac.jp/focus/en/features/z0508_00213.html (Accessed 23.12.2022).

Tsuda T. Reluctant hosts: the future of Japan as a country of immigration. https://migration.ucdavis.edu/rs/more.php?id=39_0_3_0 (Accessed 21.12.2022).

Yuri O. (2019). Japan opens its doors to foreign labour. https://www.eastasiaforum.org/2019/06/19/japan-opens-its-doors-to-foreign-labour/ (Accessed 20.12.2022).

Vaat Edilen Cennet (2005)

Yapım Adı: Vaat Edilen Cennet / Paradise Now

Yapım Yılı: 2005

Yönetmen: Hany Abu Assad

Türü: Dram, Savaş, Gerilim

Filistin sinemasının En İyi Yabancı Dilde Film Altın Küre ödüllü yapımı Vaat Edilen Cennet, Hany Abu Assad’ın yönetmenliğinde Filistin, Fransa, Almanya, Hollanda ve İsrail ortak yapımı bir filmdir. Film, ‘Vaat edilen toprakları’ işgal eden İsrail’e karşı elemanlarına cenneti vaad eden Filistinli bir direniş örgütü tarafından intihar bombacısı olarak yetiştirilen 2 çocukluk arkadaşı Said ve Khaled’in Tel Aviv’de yapılması planlanan bir canlı bomba eylemine hazırlanırken yaşadıkları gelgitleri, sığındıkları ön kabulleri olanca gerçekliğiyle aktarmaya çalışır. İntihar bombacılarının iç dünyasına ışık tutarken bölge gerçekliğinin yarattığı toplumsal sorunları yalın yer yer yavan bir tutumla işleyen bu filmde karakterler üzerinden verilen mesajları doğru anlamlandırabilmek için yönetmeni bu konuyu işlemeye iten koşulları değerlendirmek faydalı olacaktır.

Hany Abu Assad, 1961 yılında İsrail’in Arap nüfus yoğunluğu fazla olan şehirlerinden biri Nasıra’da Filistinli Müslüman bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Diaspora koşullarında yetişen yönetmenin filmde tıpkı kendisi gibi Filistin diasporasında yetişen bir karaktere yer verdiği görülür. Süha, Filistin asıllı olmasına rağmen Fransa’da doğmuş Fas’ta yetişmiş savaş ve şiddet karşıtı bir kadındır. Filmde pek çok yerde aksanıyla dalga geçenleri uyardığı görülür. Şiddete karşı duruşu canlı bomba hazırlığındaki Said ve Khalid için bir denge unsuru olarak öne çıkmaktadır. Hümanist söylemleri sebebiyle yer yer Filistinli olmamakla suçlanan Süha, örgüt bünyesinde yetişirken milliyetçi ve islami duyguları giderek radikalleşen Said ve Khaled için güçlü ve kafa karıştırıcı bir unsurdur.

İki arkadaşın karakterlerinin zıtlıkları pek çok sahnede kolaylıkla gözlemlenebilir. Said nispeten suskun, içe dönük ve gizemliyken Khaled dışadönük ve coşkuludur. Silahlı direniş örgütleri, üyeleri arasında görev tasnifi yaparken canlı bomba eylemleri için silik, kendisini faydalı hissetmeyen, sosyal hayatı olmayan kısacası yaşamakla ölmek arasında fark görmeyen kişileri önceler. Bu bağlamda Said ‘in eylem için aranan özelliklere sahip bir profil olduğunu söylemek mümkündür. Üstelik, Said’in babası işbirlikçi olduğu için idam edilmiş, ailesi de onun yüzünden zor günler geçirmiştir. Said babasının yediği hain damgasını kendi kahramanlığıyla değiştirmek istemektedir. Bu tanıya göre, tüm sorgulamalara rağmen Said’in eylemi gerçekleştirmesi Khaled’in ise vazgeçmesi beklenir. Nitekim filmin sonundaki netice tam olarak budur.

Said ve Khaled’e ulaşan örgüt yetkilileri “ölmek, onursuzca yaşamaktan iyidir”, “işgal altında yaşarken zaten ölüyüz” gibi telkinler eşliğinde bu kanlı eylemi kutlu, şerefli ve zaruri bir yolculukmuş gibi anlatır. Yıllardır örgüt içinde canlı bomba eylemleri için yetiştirilen bu iki arkadaşa aileleriyle vedalaşmak için örgüt yetkililerinin gözetiminde son bir akşam yemeği yeterli görülür. Hemen yarın kendi hayatıyla beraber başkalarının hayatına da son verecek olmanın ağır psikolojisi Said’in yıllardır yapmadığı sorgulamaları son gecesine sıkıştırır. Nitekim bu sorgulamalar onu şehre yeni gelen ve halkın saygı duyduğu bir şehidin kız kardeşi olan Süha’nın yanına götürür. Aralarında şöyle bir diyalog geçer:

-“Ebu Asam’ın kardeşi olduğun doğru mu? Kahraman olduğunu söylüyorlar. Onunla gurur duyuyor olmalısın.”

-“Yaşıyor olmasını gurur duyuyor olmaya tercih ederdim.”

Süha’nın cevabı ertesi gün kendini patlatacak bir canlı bomba adayını davalarını sahiplenmeye iter.

“Ama bugün davamız devam ediyorsa bu onun sayesinde.”

Özgürlük ve kurtuluşu kendini düşman safından birilerinin hazırlıksız ve ani ölümü için feda etmekte görenler tarafından yetiştirilen Said için direniş, işgal tarafından şekillenmektedir. Süha, İsrail ve Filistin arasındaki savaşın eşitsizliğini ve kendilerinin askeri güçten yoksun olduğunu kabul eder. Ancak mücadele ve direnişin başka yollarla da yapılabileceğini vurgular. Bu noktada, film İsrail ve Filistin arasındaki savaşın asimetrik bir savaş olduğuna dikkat çeker. Nitekim, İsrail bir devlet olup devlet imkan ve kaynaklarına sahipken karşısında gayri nizami harp unsurlarını kullanan silahlı bir direniş örgütü vardır. Ayrıca film Said’in şu sözleriyle İsrail ve Filistin geriliminin yarattığı güvenlik ikilemine de değinir.

“Biz güvende değilsek onlar da güvende değiller bunu anlamaları gerek.”

İsrail topraklarında Filistinli intihar bombacılarının kendini patlatması İsrail’in kendi güvenliği için başka bir ülkenin topraklarında yarattığı güvensizlik durumunun bir sonucudur. Filistinlilerin içinde bulunduğu güvensizlik durumu onları bu koşulları yaratan ülkenin güvenliğine karşı bir tehdit oluşturma hatta bir bakıma intikam alma arzusuna itmiştir. Yasal statüleri eşit olmayan savaşın bu iki muhatabı Khaled’in iddiasına göre yaşarken eşit değilseler bile ölümde eşit olabilirler.

Said ve Khaled son sözlerini söylemek için örgütün gizli yerleşkesine götürülür. Besmeleyle başlayıp kelime-i şehadetle biten kayıtta eylem şu şekilde gerekçelendirilir.

İşgale, haksızlıklara ve zulme tepki göstermek ve direnişe destek olmak amacıyla bu davada kendimi kurban etmeye karar verdim…. Bizi bu askeri, politik ve ekonomik baskılarla onursuzca yaşamak ve ölmek arasında bir tercih yapmaya zorladılar… Onların tehditlerinin üstesinden gelmek politik ve askeri güçlerini alt etmek için bir şehit olarak ölmeye karar verdim.

Örgüt bayrağı önünde elinde silahla din motifli pek çok vurgu eşliğinde yapılan bu kayıt yerini yine din motifli bir dizi cenaze ritüeline bırakır. Said ve Khalid çoktan ölmüş sayıldığı için musalla taşında yıkanıp abdest alır. Birazdan ölümleriyle davalarını parlatacak bu iki genç için örgüt masraftan kaçmadık imajı çizmeyi ihmal etmez ve bu iki kahramanı takım elbiseleriyle mükellef bir sofraya oturtur. Masanın şekli, konukların sofraya dizilişi ve masadaki kişi sayısı Da Vinci’nin Son Akşam Yemeği isimli tablosuna sembolik bir gönderme olduğunu düşündürebilir. Üstelik, Said tam da İsa’nın oturduğu yerde oturmaktadır.

Bombalar bedenlerine yerleştirildikten sonra eylemle ilgili gerekli detaylar verilir. Tel Aviv sınırına getirilen Said ve Khaled arasında Said’in tereddütlerini ve Khaled’in kararlılığını yansıtan bir diyalog geçer.

– “Khaled, doğru mu yapıyoruz?

– Ne demek bu? Tabii ki doğru yapıyoruz. Tam 1 saat sonra ikimiz de kahraman olacağız. Allah’ın vaadi cennete kavuşacağız.

– Biliyorum, ama başka bir yolu olamaz mı?”

Sınırdan geçerken beklenmedik birşey olur ve ikilinin yolları ayrılır. Khaled başlangıç noktasına geri dönebilmişken Said kaybolur. Örgütün önde gelenlerinden Ebu Kerim Said’in derhal bulunması için bir emir verir. Said’in sadakatinden duyulan şüphe örgütlerin mensuplarını ne kadar kolay harcadığının bir kanıtıdır.Başından beri tereddütleri olan Said yalnız kalınca kafasındaki bütün şüpheleri susturur ve aynaya karşı şu sözleri sarf eder:

“Alın yazını değiştiremezsin başka yolu yok”

Süha refakatinde yaşadıklarını sorgulama sırası Khaled’e gelir. Aralarında hararetli bir diyalog başlar.

-“Eğer sen birilerini öldürürsen zalimle mazlum arasındaki fark ortadan kalkar!”

-“Eğer uçaklarımız olsaydı şehitlere ihtiyacımız olmaz aramızda fark olurdu!”

Uçaklara karşı şehitler. Bu kıyas aracılığıyla asimetrik savaş bir kez daha vurgulanır. Süha cennete inanmayı cehennemde yaşamaya tercih eden Khaled’e bu eylemlerle kendilerini yok etmekten öteye gitmediklerini, ölümlerinin bir şeyi değiştirmediğini hatta İsrail’in eline saldırması için yeni kozlar verdiğini anlatır. Khaled benimsediği bu yeni doğrularla Said’i ikna etmeye çalışır. Ancak film İsrail askerleriyle dolu bir otobüste Said’in bakışlarında son bulur.

Nisa Yıldırım

Güvenlik ve Terörizm Staj Programı

Kaynakça:

Eren, M., E. (t.y.). Vaat Edilen Cennet. Beyaz Perde. Erişim Adresi: https://www.beyazperde.com/filmler/film-57572/elestiriler-beyazperde/ (Erişim Tarihi: Ocak, 2023).

Kısaoğlu, Ö. (2020). Diasporada Filistin Denge Sinemasi: Vaat Edilen Cennet. Kocaeli Üniversitesi İletişim Fakültesi Araştırma Dergisi, (16), 7-29.

Sadi, B. (2021). Diasporadan Direnişe: Paradise Now. Palto Kültür. Erişim Adresi: https://paltokultur.com/diasporadan-direnise-paradise-now/ (Erişim Tarihi: Ocak, 2023).

Tatar, Üç (2012). Paradise Now / Vaat Edilen Cennet. Maksat Sinema. Erişim Adresi: http://www.maksatsinema.com/2012/02/paradise-now-vaat-edilen-cennet-2005.html (Erişim Tarihi: Ocak, 2023).

Tozal, Y. E. (t.y.). İntihar Bombacısının Vaat Edilen Cenneti Arayışı: Paradise Now. Erişim Adresi: http://www.yunusemretozal.com.tr/intihar-bombacisinin-vaat-edilen-cenneti-arayisi-paradise-now (Erişim Tarihi: Ocak, 2023).

Antisemitizm: İsrail’e Giden Yol

Özet

Günümüzde de etkisini sürdüren antisemitizm en genel anlamıyla Yahudi karşıtlığı olarak bilinmektedir. Antisemitizm nedeniyle birçok kötü muameleye maruz kalan Yahudiler Tanrı’nın onlara vaat ettiği Ken’an topraklarında bir Yahudi devleti kurma kararı almışlardır. 1948 yılında İsrail devletini kurduklarında aslında bugün var olan Filistin diasporasına da neden olmuşlardır. Bu makalede genel olarak antisemitizmin nedenleri anlatılmış ve bu nedenler tarihsel olaylar ışığında aktarılmaya çalışılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Antisemitizm, Hıristiyanlar, Almanya, Theodor Herzl, İsrail.

Abstract

In this article, the causes of antisemitism are explained in general, and these reasons are tried to be conveyed in light of historical events. Antisemitism, which continues its influence today, is known as anti-semitism in the most general sense. Jews, who were subjected to much ill-treatment due to antisemitism, decided to establish a Jewish state in the land of Canaan that God had promised them. When they established the state of Israel in 1948, they actually caused the Palestinian diaspora that exists today.

Keywords: Antisemitism, Christians, Germany, Theodor Herzl, Israel.

Giriş

Antisemitizm kavramı Yunanca karşı anlamındaki önek ‘anti’ (Skolnik ve Berenbaum; 2007: 88) ile Yahudi taraftarlığı anlamında kullanılan ‘semitizm’ kelimelerinden müteşekkil bir terkiptir (Yılmaz, 2017: 1189). Bu kavramın, özellikle XIX. yüzyıl sonlarına doğru, tarihsel ve güncel bütün Yahudi düşmanı düşünce ve uygulamaları tek bir çatı altında ifade etmek amacıyla Avrupa toplumunda, Yahudi karşıtı politik platformlarda geliştirilmiş bir kavram olduğu söylenmektedir (Davis ve Chazan, 2005: 397). Bu çerçeveden hareketle bazı araştırmacılar antisemitizmi Herhangi bir şekilde Yahudi dinini reddetmekten başka, Yahudilerden nefret etmeyi ifade eden modern bir terim olarak tanımlamaktadırlar (Karesh, 2006: 23). Başka bir tanıma göre ise, “Yahudileri toplum içerisinde tehlikeli ve menfûr bir grup olarak kabul eden bir çeşit ırkçılıktır” (Yılmaz, 2017: 1190). Burada açıklanması gereken bir husus ise semitizm kelimesidir. Semitizm kelimesi ‘sami’ kelimesinden türetilmiştir ve ‘Yahudiler gibi Araplar ve tarihte var olmuş benzer toplulukları da kapsamaktadır. Bu kavramsallaştırmayı 1781’de ilk kullanan Avusturyalı bilim adamı August Ludwig von Schölezer’dir (1735-1809). Özetle o, Tevrat’ta Nuh’un oğlu Sam’a yapılan vurgudan (Tekvin, 10\21-31) mülhem olarak yapı itibariyle birbirlerine yakın olan Akadca, Babilce, İbranca, Aramice, Arapça ve Habeşçe gibi diller için bir şemsiye kavram olarak sami kelimesini kullanmıştır (Yılmaz, 2017: 1191). Fakat Batı dünyasının kavramsal hafızasında bununla, genel itibariyle, Yahudiler kastedilmektedir (Yılmaz, 2017: 1191). Yahudilik, kuramsal yapısının teşekkülünü, dört önemli aşamadan geçerek tamamlamıştır: Hz. İbrahim dönemi, Hz. Musa dönemi, Babil sürgünü öncesi ve sonrası dönem ve İkinci Tapınağın yıkılışından sonraki dönem (Yılmaz, 2017: 1194) İlk iki dönem monoteizmin temellerinin atılması ve sağlamlaştırılması dönemleri olarak, son iki dönem de bütün kavramlarıyla birlikte dinsel ve kültürel boyutunu tekâmül ettiren dönemler olarak nitelendirilebilir (Yılmaz, 2017: 1194).

Antisemitizmin Nedenleri

M.Ö. IV. yüzyılın ortalarından sonra Yakındoğu uygarlıkları yeni bir durumla karşılaşmışlardır. Büyük İskender’le birlikte Yunanlılar Ortadoğu’yu işgal etmişler, diğer uluslar ve inanç grupları gibi Yahudiler de Yunan egemenliği altında yaşamaya başlamışlardır (Yılmaz, 2017: 1194). Bu işgal, Yahudiler için sıkıntılı bir sürecin başlangıcı ve Avrupa’nın gerçek anlamda Asya’yı ilk istilasıydı (Yılmaz, 2017: 1194). Bu durum aynı zamanda, büyük bir proje olan dünyayı ortak değerler etrafında birleştirme ülküsüyle ortaya konulan Helenleştirme projesinin de başlangıcıydı. Yunanlılar, kendi fikirlerinin hâkim olduğu medeni toplumlara, çok uluslu toplum olarak bakıyorlardı katılmayı reddedenler ise insan düşmanı olarak kabul ediliyordu (Yılmaz, 2017: 1194-5).

Yahudiler de monoteizm temelinde yükselen entelektüel bir birikime sahiptirler ve bu birikimlerine bir tehdit olarak algıladıkları yabancı kültürlerin hâkimiyetlerini kabul etmeyecek kadar köklü bir bilince sahiptirler.  İşte bu nokta çatışmanın başladığı yerdir. Yahudilerin bu tarz duruşu, Grekler tarafından bir tür kendini beğenmişlik ve araya mesafe koymak olarak algılandı. Ayrıca Eski Ahit’in Yunancaya çevrilmesi de monoteist değerleriyle birlikte birçok Yunan vatandaşını cezbediyordu. Dolayısıyla dünyayı Helenleştirmek için uğraş veren Grekler için Yahudilik ve değerleri, kendi pagan ve değerleri için ciddi bir tehdit teşkil ediyordu.

Hıristiyanlığın ortaya çıkışı, antisemitik düşünce için bir dönüm noktası olmuştur. Daha önce pagan dünya tarafından Yahudileri nitelendirmek için üretilen Tanrının nefret ettiği insanlar biçimindeki imaj canlandırılmış fakat bu nefret imajı, yeni dönemin şartlarına göre farklı bir şekilde gelişmiştir (Yılmaz, 2017: 1195). Hıristiyanlığın ortaya çıkışı, antisemitik düşünce için bir dönüm noktası olmuştur. Daha önce pagan dünya tarafından Yahudileri nitelendirmek için üretilen Tanrının nefret ettiği insanlar biçimindeki imaj canlandırılmış fakat bu nefret imajı, yeni dönemin şartlarına göre farklı bir şekilde gelişmiştir. Erken dönemlerden itibaren bu düşünce gerek politik gerek etnik ve gerekse de dini çatışmalarda Hıristiyanlıkla birlikte gelişmiştir. Tarihin kimi kesitlerinde de bu kendini göstermektedir ki II. Dünya Savaşı ve Holokost’un temel referansı, bu döneme kadar uzanmaktadır. Bu erken dönem Hıristiyan düşüncesinin kristalize olmasında Pavlus’un (M.S. 4?-62\64) önemli bir etkisi vardır. Esasında Yahudiler Hıristiyanları bir Musevi mezhebi olarak görüyorlardı. Ancak farklılaşma Hıristiyanlığı Yasa’dan ve sünnetten uzaklaştıran Pavlus ile başladı (Yılmaz, 2017: 1197). Onun merkezi vurgusuna göre günaha batmış Yahudi toplumunun yerine Tanrı yeni bir toplum, yani yeni İsrail olarak Hıristiyanları seçmiştir (Skolnik ve Berenbaum; 2007: 99). Daha da ötesi Hz. İsa ile ilgili anlatımlarda, özellikle de haça gerilmesine giden yola ve ölümüne ilişkin kutsal metinlerin anlatımının satır aralarındaki mantığa göre uygulayıcılar, her ne kadar Romalılar olsa da bütün sorumluluk Yahudilere yüklenmiştir (Davis ve Chazan; 2005: 398-399). Bir anlamda klasik antisemitizm şeklinde de ifade edilecek bu bağlam, Hıristiyanlığın Yahudilere karşı ayrımcılığının temelidir (Yılmaz, 2017: 1197). Ayrıca eski paganist imgelemlerle harmanlanan bir yapının ortaya çıkması da judeophobia ((Skolnik ve Berenbaum; 2007: 99) olarak nitelendirilebilecek güçlü bir nefretin kökleşmesine neden olmuştur (Johnson, 2001: 183). Hıristiyanlığa göre Museviler Hz. İsa’yı tanımamışlar, Hıristiyanlık âleminin bu biricik peygamberinin çarmıha gerilmesine neden olmuşlardı (Öke, 2021: 31). Buna göre var olabilecek en büyük suç olarak temellendirilen Tanrı katli, günümüze kadar uzanan antisemitizm kavramsalının çekirdeğini oluşturmuştur. Buna karşın tapınağın Romalılarca yıkıldığı meşhur savaşlarda diğer Yahudi gruplarla benzer akıbete uğrayan diğer Yahudi Hıristiyanlarının dağılması ve kiliselerinin yıkılmasıyla birlikte Yunan Hıristiyanlığı zaferini ilan etmiştir. Dolayısıyla bu durum, Yahudilerin de Hıristiyanlara karşı bir tavır geliştirmelerine sebebiyet vermiştir (Yılmaz, 2017: 1197). 

Mezkûr birikim temelinde ilerleyen ve kökleşen Yahudi düşmanlığı, asılsız ithamlarla daha da yoğunlaşmış ve bu nedenle kıyımlar devam etmiştir. Yahudiler özellikle gençlerin ve çocukların kaçırılması vakalarıyla itham edilmişlerdir (Johnson, 2001: 282). Bu ithamlar 1144’te İngiltere’de yayılmaya başlamış ve 1250 yılında İspanya’ya da sirayet etmiştir (Özdemir, n.d., 251). Diğer taraftan Hıristiyan halkın Yahudilere karşı düşmanlığı dinlerinden olduğu kadar mesleklerinden ve eğitim düzeylerinin genellikle yüksek olmasından da kaynaklanıyordu (Yılmaz, 2017: 1201). Hıristiyanlardan ayırt edilmeleri amacıyla Yahudilere reva görülen meslekler; seyyar satıcılık, rehincilik ve tefecilikti. İlginçtir ki “to judaize” diye bir fiil üretilmiş, sapkın olmak ve faizle borç vermek anlamında kullanılır olmuştur. Ne var ki tefecilik vb. aşağılayıcı ekonomik faaliyetlere zorlanan Yahudiler, daha sonraları Avrupa’nın ekonomik hayatına yön veren insanlar konumuna geleceklerdi. Yahudiler Hıristiyanlığın biricik peygamberinin çarmıha gerilmesine neden olmuş olmalarına rağmen dinlerini değiştirmek ve vaftiz olmak koşuluyla toplumsallaşabiliyorlardı. Fakat Musevilerle Hıristiyanlar arasındaki bu balayı uzun sürmedi (Öke, 2021: 31). Ancak Yahudiler’e karşı yapılan tüm bu muamelelerin bir diğer nedeni ise onların kendilerini üstün ırk, seçilmiş olarak görmeleri ve yaşadıkları yerde bulunan insanlarla çok fazla iletişim kurmamalarıydı. 

Reformasyon dönemine gelindiğinde reformun öncü ve müddeilerinin enerjilerini tamamen Roma Katolik Kilisesi’nin otoritesini sarsmaya yoğunlaştırdıkları bilinen bir gerçektir. İlk bakışta bu durumun, Yahudiler’in lehine birtakım sonuçlar getirdiği düşünülebilir (Yılmaz, 2017: 1202). Ancak zannedilen bu olumlu hava zaman geçmeden etkisini kaybetmiş ve antisemitik bakış açısı ağırlığını korumaya devam etmiştir. Örneğin reformasyonun en etkili öncüsü kabul edilen Martin Luther’in (1483-1546) evvelinde Katolik zulmüne karşı Yahudileri savunurken daha sonraları şiddetli bir Yahudi düşmanı olduğu söylenmektedir (Yılmaz, 2017: 1202). Roma Katolik Dünyasından sonra Reformist Protestanların katılımıyla birlikte Yahudilerin, Kristendom’da Yahudilerin beşinci kolu olarak faaliyet gösteren ajanları olduğu fikri benimsenmiştir. Bütün bu gelişmeler neticesinde, XVI. yüzyıla gelindiğinde Batı Avrupa’da neredeyse hiçbir Yahudi’nin kalmadığı nakledilir (Şenay, 2002, 130-131). Bundan sonra Yahudiler, Haçlılar ve modern çağlara kadar gelen engizisyondan kurtulmak için Doğu Avrupa’ya belki de karşılaşabilecekleri en korkunç zulümleri görecekleri Polonya ve antisemitizmin devlet politikası olarak benimsendiği Rusya’ya (Johnson, 2001: 432) göç etmek zorunda kalmışlardır (Yılmaz, 2017: 1203). Ancak 1648’de başlayan ve Doğu Avrupa’da yüzlerce Yahudi topluluğunun yok olmasına neden olan Chmielnicki gibi soykırımlar, tekrar Yahudilerin başta modern Yahudi toplumunun oluştuğu İngiltere ve Amerika gibi ülkelere göç etmelerine neden olmuştur (Yılmaz, 2017: 1203). Aydınlanma çağı, bir realite olarak var olan dinsel temelli çatışmaların izale edilmesine yönelik çalışmaların yoğunlaştığı bir dönemdir. Bu dönemin önde gelen düşünürlerinden John Locke’un (1632-1704) bir kimsenin herhangi bir dini gruba aidiyetini ortaya koymaksızın akıl temelinde var olup olamayacağını tartıştığı ifade edilir (Yılmaz, 2017: 1203). Batı toplumlarındaki bilimsel ve teknik açıdan hızlı gelişmeler yeni bilgi paradigmalarını ortaya koymakta ve geleneksel dinsel ve teolojik bakış açısında önemli şüpheler oluşturmaktadır. Bir taraftan Kilisenin önceki uygulamaları ahlaki ve entelektüel açıdan Yahudilere karşı yapılan kötü muamelelerin sorgulanmasını gerektirmektedir. Diğer taraftan ise Yahudilik, Hıristiyanlığın zalimâne yapısının temel kaynağı olarak görülmektedir (Yılmaz, 2017: 1203). Bu bağlamda Hıristiyanlığın kaynaklarından bir sapma ve Greko-Romen değerlere geri dönüş çıkmakta, bununla birlikte tarih boyunca Yahudi imajına ilişkin olumsuz bakış açısı kendisini hissettirmektedir. 

Yahudi Aydınlanma Düşüncesi olarak adlandırılan haskala hareketi ise Yahudiler arasında Avrupa kültürünün yaygınlaşmasında önemli bir işlev görmüştür. Aydınlanmanın ruhuyla mütenasip bir şekilde gelişen Haskala, İsrail topraklarına dönüşü politik ve seküler bir vakıa olarak değerlendirmesinden dolayı muhafazakâr Yahudilerce Mesih inancını zayıflatan bir hareket olarak kabul edilmiştir. Bu hareketin amacı “Yahudi toplumunun varlığını sürdürmesi ve bu kitlenin manevi-kültürel anlamda terakki etmesine hizmet etmek” (Yılmaz, 2017: 1204) şeklinde açıklanabilir. Aydınlanmanın toplumsal ideallerinin gerçekleştirilmesi, XVIII. yüzyıl sonlarında gerçekleşen iki devrimle hayat bulmuştur. Amerikan devriminde kıtaya gelen Yahudi nüfusu minimal boyutlardadır ve dolayısıyla buradaki hakların elde edilmesi evrensel insan hakları bağlamında değerlendirilmiştir. Fransız devrimine gelince burada büyük bir Yahudi kitlesi vardır ve geçmişten gelen bir tecrübe söz konusudur. Dolayısıyla buradaki sürecin işletilmesi Amerika’dan farklı bir boyutta gerçekleşmiştir. Sonuç itibariyle buradaki Yahudilerin birtakım haklarını kazanmalarına rağmen önceki dönemlerin kalıntısı algılar Fransa’da olduğu gibi diğer Avrupa ülkelerinde de var olmaya devam etmiştir (Yılmaz, 2017: 1204-5). XIX.ve XX. yüzyıllar Yahudi nefretinin yoğunlaştığı dönemlerdir. Halihazırda antisemitizmi, sadece Adolf Hitler’in Yahudi Holokost’u ile sınırlandırmak çok da doğru olmayacaktır. Çünkü modern anlamda ilk planlı Yahudi katliamı Rusya’da 1871 yılında Odessa’da gerçekleşmiştir. Bu katliam ve buna benzer olaylar sonrasında 1881 ve 1914 yılları arasında kitleler halinde Doğu Avrupa’dan ve Balkanlar’dan Amerika’ya göç etmeye başlamışlardır. İlk zamanlar ülkeye girmelerine izin verilmemiş olsa da sonradan Amerikan toplumunun ayırt edilmez bir parçası olacaklardır. 1894 yılında Fransa’da yaşanan Dreyfus davası da bu olayların üzerine eklenince özellikle Theodor Herzl tarafında Filistin’de bir Yahudi devleti kurma fikri sık sık tekrarlanır hale gelmiştir. Theodor Herzl’in yazmış olduğu Yahudi Devleti adlı eser Yahudi devletinin kurulmasında önemli bir yere sahiptir. Hatta O’nun adı geçen kitapta bahsettiği bayrak şu anda İsrail devletinin bayrağıdır. Yahudiler’in Filistin topraklarını yurt olarak seçmeleri Kutsal Kitap’ta Tanrı’nın Ken’an topraklarını İsrailoğulları’na yurt olarak vermelerinden kaynaklanmaktadır. Bu döneme ilişkin dikkat çeken bir diğer nokta da antisemitik çevrelerin, olaya yeni bir kavramsal boyut ekleyerek Yahudileri dinî bir grup olmaktan öte ırksal bir grup olarak kabul etme temayülünde olmalarıdır. Bu bağlamda Almanya önem kazanmaktadır (Yılmaz, 2017: 1209). Adolf Hitler I. Dünya Savaşı’nı kaybetmelerinin sebebi olarak Yahudileri görmüş ve Yahudilerin Almanları sırtlarından bıçakladıklarını söylemiştir. Ayrıca yazdığı Mein Kampf adlı eserinde de ari ırktan bahsederken Yahudileri bu ırkın dışında tutmuştur. Kurulan kamplarda bu insanlar üzerinde muhtelif denemeler yapılmıştır. Yaşanan tüm bu katliamlar neticesinde diasporada yaşayan Yahudiler Filistin topraklarına gelmeye başlamışlardır, ancak bu belirli bir süreye yayılmış olup bir anda gerçekleşmemiştir. 1948 yılında Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulmuş ve bu devleti işgalden sadece birkaç saat sonra tanıyan ilk devlet ABD olmuştur. Yahudilerin, Yahudi devletini kurmaları kolay olmamakla birlikte orada varlıklarını devam ettirmeleri de pek kolay olmamıştır zira bölgedeki Arap devletleri Yahudi devletine oldukça sert tepkiler göstermişler ve bir dizi savaş yaşanmıştır.  

Sonuç

Antisemitizm, Yahudilerin yüzyıllardır çilesi, ama Yahudiler en nihayetinde Tanrı’nın vaat ettiği topraklarda kendilerine ait bir devlet kurmayı başardılar. Bu devleti kurarken gerek maddî gerekse manevî zorluklar yaşadılar. Onların varlıklarına karşı düşünceler, politikalar oluşturuldu.

Yahudilere olan nefretin ekonomik, sosyal ve dinî gibi boyutlarının söz konusu olduğundan bahsedilebilir. Yahudi nefretinde adı en çok anılan Adolf Hitler daha 1880’li yıllarda Yahudiler hakkında “Sudan hoşlanmayan insanlardı bunlar. Onun için insan onlara baktığı zaman çok defa gözlerini kapamak zorunda kalırdı. Hele o uzun kaftanları giyenlerin kokusu kaç defa içimi bulandırırdı. Elbiseleri pek kirli, dış görünüşleri bayağı idi.” bu kelimeleri sarf etmiştir. Antisemitizm yalnızca Hitler Almanyası ile sınırlı değildir. Hitler’den çok daha önce antisemitizmi bir politika haline getiren devletler de vardır. Ama özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan holokostlar çok sarsıcı olmuştur, aynı zamanda Hitler’in ırk sınıflandırması bu insanlar üzerine uygulanan zulümleri daha da arttırmıştır. Buradan da anlaşılacağı üzere antisemitizm ırkçılığa dönüşmüştür. Antisemitizmin bir sonucu olarak kurulduğunu söyleyebileceğimiz Yahudi devleti bugün bile devam eden İsrail-Filistin meselesini meydana getirmiştir. Ve bu mesele uzun yıllar boyunca güncelliğini koruyacak gibi görünmektedir.

Müşerref HELLİ

Ortadoğu Staj Programı

Kaynakça

Davis, A., Chazan, R. (2005). Anti-Semitism. In Encyclopedia of Religion. (Ed. Lindsay Jones).

Johnson, P. (2001). Yahudi Tarihi. (Çev. Filiz Orman). Pozitif Yayınları. 

Karesh, S. E., Hurvitz, M. M. (2006). Antisemitism. In Encyclopedia of Judaism. (Ed. by Gordon Melton). 

Öke, M., K. (2021). Siyonizm ve Filistin Sorunu. Timaş Yayınları.

Skolnik, F., Berenbaum, M. (Eds.) (2007). Anti-Semitism. In Encyclopedia Judaica, vol. 3 Keter Publishing House.

Şenay, B. (2002). Yahudi-Hıristiyan İlişkileri Tarihi ve Anti-Semitizm-Oryantalizm İlişkisi.  Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 11( 2).

Yılmaz, M. S. (2017). Bir Terimin Arkeolojisi: Antisemitizmin Teolojik ve Politik Tarihi. Cumhuriyet İlahiyat Dergisi, 21(2), 1181-1216. https://doi.org/10.18505/cuid.343001 

Zorunlu Bir Göç Hikayesi: Die Fremde (2010)

Filmin Adı: Die Fremde

Çıkış Tarihi: 2010

Yönetmen: Feo Aladağ 

Film Türü: Drama

Kişinin şiddet gördüğü bir yerden güvenli gördüğü başka bir yere sığınması göz önünde bulundurulduğunda Die Fremde zorunlu bir göç hikayesini anlatıyor denilebilir. Ümay şiddet gördüğü kocasını terk edip Almanya’daki ailesinin yanına gider. Sorun talep ettiği sığınmanın, Ümay ailenin kızları için uygun gördükleri kalıba göre şekillenmediğinden, reddedilişidir. Şeytani bir kısır döngünün içinde kalbi kırıkların öyküsü olarak gördüğüm bir film. 

Filmde temel konunun kendilerine göre bir namus anlayışı belirleyip bu anlayış uğruna kendilerini ve çocuklarını kurban eden bir aileyi izliyoruz. Daha doğru ifadelendirmek gerekirse, onlar böyle görmüş böyle bulmuş, sorgulama gereği duymamışlar. Babası Kader ve annesi Halime’nin kızlarının evlenip de “yolunu çizdikten” sonra karar değişikliğine gitmiş olması ikisinin de kafasını karıştırmış gibi görünüyor, karar şiddet neticesinde ortaya çıkmış olsa bile durum çok değişmiyor.

Göçün farklı sebeplerine şahit oluyoruz, Die Fremde’de. Ümay aile içi şiddet sebebiyle kendisi için zor olacağının farkında olarak Almanya’ya göç ediyor. Bu manada, zorunlu göç kategorisine alabiliriz Ümay’ın göçünü. Bu kategoride değerlendirecek olursak ailesinin Ümay’a desteği de olmadığından, Ümay mülteci olmalıdır diyebiliriz rahatça çünkü özellikle filmin ilerleyen sahnelerinde göreceğimiz üzere Ümay hem işkence hem ölüm tehdidi ile karşı karşıya, liseyi Almanya’ya göçünden sonra bitiriyor, hemen çalışabilmesi mümkün olmadığından maddi bir güvencesi de yok. 

Die Fremde bizlere bağnaz pratiklerin insan hayatını, özellikle büyük ölçüde kadın hayatını nasıl tehdit edebileceğini gösteriyor. Bu gibi sebeplerle farklı ülkelere göç edildiğinde bir kimse iltica başvurusunda rahatça bulunabilmeli, hukuki manada bu güvence altına alınmalıdır. Dünya üzerinde geleneklerden dolayı mağduriyet yaşayan zulüm gören pek çok kadın ve erkek var. Bireylerin korkularının sebebi, belli coğrafyalarda pratiklerine rastlanan kadınların sünnet edilmesi ya da başlık parasının erkek veya kadının ailesinden yüksek miktarlarda istenilip, ödememesi durumunda işlenen cinayetlerden kaynaklı olabilir. Bunlar, farklı gelenekleşmiş pratiklerin insanlara zulüm korkusu yaşatabileceğinin delilleridir. Filmde konu edilen namus cinayetleri de bunlardan biridir. 

Eşinden şiddete, ailesi tarafından duygusal istismara maruz kalan Ümay’ın tutunacak maddi ve manevi hiçbir dalı yoktu. filmde bir detay daha bizi çileden çıkarıyor. Ümay’ın kendisini suçlu görüp görmediği konusunda tereddüte düşüyoruz çünkü sürekli “Ben sizi üzmek istemedim” minvalinde ifadeler kullanıyor. Bu da izleyicide, karşı karşıya kaldığı duygusal istismar konusunda, Ümay’ın, bilinçsiz olduğu fikrini uyandırıyor. Bu bilinçsizlik de belki doğru yerlere korunma için başvuramamasına, sıkıntılarını enine boyuna anlatamamasına sebep oluyor. 

Eran Rabia AKYOL

Göç Hukuku Staj Programı

Kanal İstanbul Projesi ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile İlişkisi

 

Özet

İstanbul gerek tarihsel açıdan gerekse de günümüz şartlarında hala dünyanın odak noktası şehirlerinden biri olarak varlığını sürdürmektedir. Bu bağlamda burada gerçekleşecek olan herhangi bir kanal projesi birçok tartışmaya da ev sahibi olacaktır. Yapılması planlanan Kanal İstanbul Projesi de bunlardan biridir. Çünkü bu kanal, Türkiye açısından oldukça önemli görülen Montrö Sözleşmesi’nin de tartışmaya açılması anlamına gelecektir. Bu bağlamda konu, kanalın tarihsel bağlamından ve ne sebeple yapılmak istediğinden başlayarak anlatılacaktır. Ardından projenin Montrö Sözleşmesi’nin statüsünü ne bağlamda etkilediği ele alınacaktır. Son olarak da kanalın olası olumlu ve olumsuz etkileri de kanal üzerindeki tartışmaların dayanağı olarak işlenecektir.

Anahtar Kelimeler: Montrö Sözleşmesi, Kanal İstanbul Projesi, Boğazlar, Karadeniz, Statü.

 

Abstract

Istanbul still exists as one of the focal point cities of the world, both historically and in today’s conditions. In this context, a channel project that will take place here will be the host of many discussions. The Canal Istanbul Project of 2011, which is planned to be built, is one of them. Because this channel will mean that the Montreux Convention, which is considered very important for Turkey, will be a subject for discussion. In this context, it would be essential to explain the subject starting from the historical context of the channel and why it is wanted to be built. Then, it will be discussed in what context the Montreux Convention affects its status. In addition, the possible positive and negative effects of the channel are the basis of the discussions on the channel.

Keywords: Montreux Convention, Canal Istanbul, Straits, Black Sea, Status.

 

1. Literatür Taraması

Bu konunun ele alınmasındaki amaç hem güncel bir konu olması hem de literatürde henüz pek yer edinmemiş olması. Temel olarak başvurulan kaynak Dikran M. Zenginkuzucu ve Abdülbari Çintan tarafından yazılmış olan “Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin Statüsünün Güncel Gelişmeler ve Kanal İstanbul Projesi Bağlamında Değerlendirilmesi” makalesidir. Bu makale, boğazların statüsü, Kanal İstanbul’un bu statüye ve Montrö’ye etkileri ile bu çalışmaya yardımcı olmuştur. İbrahim Atilla Karataş’ın tablolarla desteklediği “Kanal İstanbul Projesi’nin Türk Lojistik Sektörüne Olası Etkileri” adlı çalışması da Kanal İstanbul’un hem Türk ekonomisine etkisini hem de Montrö Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması halinde Türkiye’nin karşılaşacağı problemleri ele alması bakımından çalışmayı beslemiştir. Son olarak ise Ayşe Nur Tütüncü’nün “Montrö Sözleşme ve Kanal İstanbul” makalesi statü kaybı ve yaratacağı tahribatlar bakımından Kanal İstanbul Projesi’ni irdelemeyi kolaylaştırmıştır.

 

2. Araştırma Metodu

Tanımlayıcı bir araştırma yolu tercih edilen çalışmada konu tarihsel bağlamdan başlayarak bugüne dek ele alınmıştır. Böylece karşılaştırmalı bir yol izleyerek araştırma sorusu neden-sonuç ilişkisi içerisinde incelenmiştir. Yapılan araştırmalar, finansal analizler ve hukuksal statüleri inceleyerek olası bir kanal inşasının sonucunda kazanımlar veya kayıplar sırayla listelendi. Ayrıca araştırma sorusu, Montrö Sözleşmesi üzerine tekil olarak ele alınmayıp ülke içerisinde ve dış ilişkilerde de yaşanacak sorunlar bazında Sözleşme’nin Türkiye’nin haklarını etkileyip etkilemeyeceği tartışılmıştır.

 

3. “Kanal İstanbul Projesi” Tanımı ve Amacı

Kanal İstanbul Projesi, fikir olarak oldukça uzun bir geçmişe sahiptir. Öyle ki alternatif bir su yolu düşüncesi Roma İmparatorluğu dönemine dayanmaktadır. Daha sonra bu fikir 1500’lü yıllarda Osmanlı’da tekrar gündeme gelmiştir. Şimdi ele alınan proje ise önceleri “çılgın proje” olarak nitelendirilen ve 2011 yılında projenin detaylarının açıklandığı “Kanal İstanbul” üzerine olacaktır (Akkaya, 2017, s.246-247). Projenin inşasının dayandırıldığı birçok sebep bulunmaktadır. Boğazda artan gemi trafiği bu sebeplerden biridir. Uluslararası ulaşıma ek olarak ülke içerisinde de oldukça yoğun kullanılan bir Boğaz söz konusu. Bu yoğunluğun yaşanmasının en önemli sebeplerinden biri de Karadeniz-Akdeniz arasında kullanılabilecek tek su yolu kaynağı olması (Çınar, 2017, s.24-25).

Bir başka sebep ise boğaz suyunun iki farklı yoğunluktaki akıntıya ev sahipliği yapması. Bu yoğunluk farkı ve bölgenin coğrafi koşulları ele alındığında, zaman zaman gemiciler için riskler ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple Boğaz üzerindeki yük, su yolu projesi ile ortadan kaldırılmak istenmektedir (Çınar, 2017, s.25). Diğer bir önemli konu ise boğazların hukuki statüsünden kaynaklanmaktadır. Yani gemi trafiğinin bu denli  yoğun olduğu bir alanda, boğazların statüsü sebebiyle ücret alınmamaktadır. Oysa dünyadaki benzer projeler (Süveyş ve Panama Kanalları) sayesinde bulundukları bölgenin önemli bir gelir kaynağı mevcuttur (Ecemiş Yılmaz, 2020, s.99).

 

4. Montrö Sözleşmesi ve Kanal İstanbul

İstanbul Boğazı yoğun bir trafiğe ev sahipliği yapmaktadır. Bunun yanı sıra enerji taşımacılığının da kalbi konumundadır (Ece, 2011, s. 49). Bu sebeple İstanbul Boğazı’nın yükünü hafifletmeyi planlayan alternatif bir rota olarak ‘Kanal İstanbul Projesi’ ele alınmaktadır. Proje kapsamında Karadeniz’e uzanan alternatif bir rota söz konusu olacaktır. Proje için Küçükçekmece’de karar kılınmıştır. Bu sayede geçişler düzenli takip edilerek Boğaz üzerindeki yük azaltılacaktır (Çınar, 2017, s.27).

Montrö Boğazlar Sözleşmesi 20 Temmuz 1936 yılında imzalanmıştır. Sözleşmenin kapsamı ele alındığında en temel prensipler, bölgede Türkiye’nin egemenlik haklarının korunması üzerine inşa edilmiştir. Karadeniz’in güvenliği açısından da dayanak noktalarındandır. Günümüzde ve geçmişte de görüldüğü üzere, Karadeniz talep gören ve karmaşaya oldukça müsait bir coğrafyadır. Ayrıca Akdeniz’in güvenliği için de değer taşımakta ve bölgede barış ve dengenin korunması için kilit roldedir. Bu bağlamda kazanılan iki temel hak mevcuttur. Bunlardan ilki, Boğazlar Komisyonu kaldırılarak boğazlar hakkında karar makamı Türkiye olmuştur. İkincisi ise Lozan Sözleşmesi’nde ortaya atılan bölgede asker bulundurmama politikası, Montrö’de kaldırılmıştır. Her iki maddede görüldüğü üzere Türkiye açısından kısıtlanmaya çalışılan egemenlik hakları geri kazanılmıştır (Ecemiş Yılmaz, 2020, s.104). Ayrıca Montrö, ele aldığı detaylar bakımından kıyıdaş devletlerin ve kıyıdaş olmayan ama boğazları kullanmak isteyen gemilerin seyrüsefa özgürlükleri bakımından da detaylı açıklamalar getirmektedir. Buna göre geminin türü (savaş gemisi ve ticaret gemisi), hangi şartlarda geçiş sağlanmak istendiği (savaş veya barış zamanı) veya içerdikleri tehditlere göre bir ayrıma ve düzenlemeye tabidirler. Ticaret gemilerinin geçiş usulleri “bayrağı ve yükü ne olursa olsun” Türkiye’nin belirlediği denetimler dışında hiçbir kurala bağlı olmadan geçiş özgürlüğüne sahiptir. Savaş gemileri içinse belirli kriterler mevcuttur. Karadeniz’e kıyıdaş olup olmaması bu statüyü şekillendirmektedir. Eğer gemi kıyıdaş devletlere ait değilse ağır teçhizat ve büyük savaş gemileri bulundurması yasaktır. Bulunma süreleri de 21 günü aşamaz. Ayrıca tonajlarına da göre de geçiş hakkı kısıtlanabilmektedir. Bu sınır 15.000 ton olarak belirlenmiştir (Ecemiş Yılmaz, 2020, s.107-108).

“Kanal İstanbul projesi neden Montrö bağlamında ele alınmalı?” sorusu ise Montrö’den gelen statü değişikliğine yol açması ile alakalıdır. Çünkü Türk Boğazlarında yapay bir kanal inşası, sözleşmenin tarafları açısından da bazı değişikliklerin yaşanabileceğine işaret eder. Kanal İstanbul sonrası hem Montrö Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması söz konusu olabilir hem de güvenlik ve egemenlik alanları konusunu gündeme getirmektedir. Çünkü, Türkiye tarafından inşa edilecek olan bu kanalın tüm yetki alanları kendisinde saklı olacaktır. Bu sebeple taraf devletlerin Montrö Sözleşmesi ile elde ettikleri kazanımların tartışmaya açılması anlamına gelmektedir (Pazarcı, 2011, s.1). Yani kanal inşası sonrası savaş gemilerinin Montrö Sözleşmesi’nden doğan hakları taraf devletlerle korunmak istenecektir. Kanal sonrası da Türkiye egemenlik hakkına sahip dahi olsa kanalı savaş gemilerine tamamen kapatmayı gündeme getirmesi pek olanaklı görünmektedir. Çünkü Montrö, Türk tarafının da baskın egemenlik haklarını içeren bir sözleşmedir. Kanal sonrasında Montrö Sözleşmesi’ne temelden aykırı uygulamaların sözleşmenin feshine kadar varan bir sürece uzanabilme tehlikesine sahiptir (Akkaya, 2015, s.250). Ayrıca sözleşme Türk Boğazlarını baz alarak oluşturulmuştur. Yani Çanakkale Boğazı’nı ve Marmara Denizi’ni de kapsamaktadır. Dolayısıyla Kanal İstanbul sonrasında da Montrö kapsamındaki diğer egemenlik alanlarıyla varlık sürdürülmek istenecektir (Tütüncü, 2017, s.117). Kanalla ilgili bir kafa karışıklığı ise gemilerin hangi durum ve tonajlarda ne şekilde geçiş sağlayacağının tam olarak ortaya konmamasından kaynaklıdır. Dolayısıyla Türkiye’nin bu hükümleri Montrö ışığında ele alması güvenlik prensibi açısından oldukça önemlidir. Çünkü kıyıdaş olmayan devletlerin boğazlarda savaş gemisi bulundurmasının önünde birçok engel bulunmaktadır. Amerika gibi büyük bir güç, özellikle Rusya üzerinde baskı kurmak için Karadeniz’de asker ve savaş gemisi bulundurma istekleri vardır. Ancak doğal boğazların Montrö tarafından ele alınan hükümlerce korunuyor olması işlerini zorlaştırmaktadır. Bu sebeple bölgedeki bir kanalın bu kapsama girmemesi, ABD için bulunmaz bir fırsattır. Ancak Türk tarafı içinse Rusya-ABD arasında bir sıkışmışlık sonucunu doğuracaktır (Tütüncü, 2017, s.119).   

 

5. Kanal İstanbul Projesi ve Yaklaşımlar

Kanal İstanbul projesi güncelliğini koruyan ve birçok tartışmaya açık bir projedir. Bu araştırma genel olarak Montrö Sözleşmesi bağlamında ele alınmış olsa dahi başka birçok tartışma da bu temele dayanak sağlamaktadır. Bu sebeple önce olumlu bir perspektiften Kanal’ın sağlayacağı olası yararları ve daha sonra bu yararlara rağmen bazı çevrelerce neden olumsuz karşılandığına değinmekte fayda var.    

Kanal İstanbul projesinin olası faydaları şu şekilde sıralanabilmektedir: Proje en temelde Türkiye’nin en büyük şehri denebilecek İstanbul’un boğazlardaki karışıklık ve yoğunluğunu hafifletmeyi hedeflemektedir. Proje, bir “mega proje” niteliği göstermektedir. Dolayısıyla kanal hem dünya kamuoyunda bir prestij yaratacak hem de büyük oranda istihdam imkanı sağlayacaktır. Projenin “yap-işlet-devret” prensibiyle yapılacak olması, yani kamu harcaması içermiyor olması da bir yük teşkil etmeyecektir ve kısa zaman içerisinde kara geçeceği öngörülmektedir. III. Köprü ile uyumlu hale getirilerek karayolu taşımacılığı da desteklenebilecektir (Fidan, 2015, s.54-55). Boğazlar doğal oluşumlar olduğundan geçişlerde ücret alınamamaktadır. Bu sebeple Süveyş Kanalı gibi bir proje olacağından maddi kaynak yaratacaktır. Ayrıca tanker trafiğinden de kurtulmak mümkün olacaktır (Akkaya, 2017, s.252).

Kanal İstanbul’un yaratabileceği olası olumsuz faktörler de ele alınabilir. Temelde iki konu üzerine yaklaşımlar yoğunlaşmaktadır: Montrö Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması ihtimali ve doğal çevre üzerinde yaratacağı tahribatlardır. Montrö Sözleşmesi bağlamında savaş gemilerinin statüsünün belirsizliği sıkıntılı bir durum yaratmaktadır (Akkaya, 2017, s.253). Ayrıca proje İstanbul üzerindeki nüfus baskısının daha da artmasına sebebiyet verecektir. Umudu İstanbul’da arayan kırsal nüfusunun büyük bir kısmı tarafından yeni bir göç dalgasına sebebiyet verecektir. Bu istihdam umudu kanal odaklı olacaktır. Ancak Kanal sürdürülebilir bir istihdam kaynağı değildir. İlk etapta yarattığı istihdamın üzerine çıkamayacaktır.

Bir diğer konu ise beklenen “Büyük İstanbul Depremi” ile alakalıdır. Projenin, İstanbul’un üzerinde bulunduğu fay hattını tetikleyeceği ve büyük bir enerji boşalmasına sebep olması bekleiyor. Bu durum da milyonlarca insanın hayatına mal olabilir. Ayrıca yapılacak çalışmalarda denizin üstünde ve altında birçok canlı yaşam alanı tahribata uğrayacaktır. Bölgenin ekonomisi baz alındığında zaten tutarsız ilerleyen gayrimenkul fiyatlarında ani yükselmeler yaşanabileceği ve bunun da gayrimenkul satışının iyice yabancı müşteriye yönelik olmasına yol açması bekleniyor. İstanbul Boğazı’nın akıntıları ve rüzgar kuvveti dikkate alındığında detaylı düşülmediği takdirde civardaki yerleşimler için felaketle sonuçlanma riski taşımaktadır (Fidan, 2015, s.56-57).

 

6. Sonuç

Proje tarihi ve yapısı itibariyle oldukça köklü bir geçmişe sahiptir. Temelde bu düşünceyi Boğaz üzerinde yapay bir su yolu şeklinde nitelendirmek daha sağlıklı olacaktır. Boğazlar statü ve prestij bağlamında oldukça değerlidir. Özellikle İstanbul Boğazı, Asya ve Avrupa arasında bir köprü görevi üstlenmektedir. Uzun yıllardan beri birçok medeniyete ev sahipliği yapmış ve hala dünyanın hatırı sayılır şehirlerinden biri olan İstanbul üzerinde yapılacak olan bir “mega proje” elbette birçok tartışmanın da odak noktası olacaktır. Kanal İstanbul projesinin ne denli gerekli olduğu gerçekleşmesi halinde birçok tartışmaya sebep olacaktır.

Proje temelde İstanbul Boğazı üzerindeki yoğun trafiğin düzenlenmesi ve ekonomik açıdan boğazlar üzerinden gelir elde edilmesi prensibiyle yola çıkmıştır. Ancak bu konunun ele alınması gereken birçok boyutu vardır. Öncelikle boğazlar doğal oluşumlardır ve bu sebeple kanunlar ve sözleşmelerle birçok açıdan taraf devletler lehine prensipler geliştirilmiştir. Ancak yapay bir kanal söz konusu olduğunda sözleşmenin taraf devletleri açısından birçok dezavantajlı duruma neden olacaktır. Ayrıca böyle bir yapının varlığı Montrö Sözleşmesi’nden gelen Türkiye’nin egemenlik haklarının da tartışmaya açılması söz konusu olabilmektedir. Bunun da Karadeniz üzerinde yetki kaybıyla sonuçlanma ihtimali vardır. Günümüzde yaşanan krizler de baz alınırsa Ukrayna-Rusya Savaşı ve bölgenin her an çatışmaya açık hali Montrö Sözleşmesi’nin Türkiye açısından ne denli gerekli olduğunu gözler önüne sermektedir. Çünkü Türkiye şu an egemenlik hakkı bakımından savaş gemilerinin geçiş durumlarına karar verme yetkisine sahiptir. Olası bir tartışmaya açılması halinde bölgenin savaş gemilerine açık bir hale gelmesi de söz konusu olacaktır. Bu da Karadeniz’e kıyıdaş devletler açısından da güvenlik tehdidi manasına gelmektedir. Ayrıca bölge üzerinde baskınlık kurmak isteyen ABD için de bulunmaz bir egemenlik alanı yaratacaktır. Karadeniz’e kıyıdaş olmayan ABD, kıyıdaş devletler açısından birçok tehdit ve gerginliğin temelini oluşturacaktır. Özellikle Rusya ile ABD arasındaki güç savaşında Karadeniz başka bir deyişle savaş meydanı haline gelecektir.

Salt olarak ele alınacak problem sadece Montrö odaklı olmayacaktır. Kanal İstanbul projesinin kabul görmemesinin daha birçok sebebi bulunmaktadır. Ülke içerisindeki en büyük muhalefet iki alana yoğunlaşmaktadır: Montrö Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması ve oluşacak çevresel tahribat. Bu bağlamda ele alındığında Kanal İstanbul Projesi oldukça önemli bir proje ancak gerekli olup olmadığı konusu asıl soru işaretini yaratmaktadır. Ayrıca Türkiye’nin deprem kuşağında olması ve beklenen büyük İstanbul depremi söz konusuyken fay hattını bu denli tetikleyecek bir gelişme uzun vadede hem ekonomik hem de sosyal açıdan büyük sorunların yaşanmasına sebebiyet verecektir. Bir başka önemli dezavantaj ise ülke içerisinde dengesiz nüfus dağılımı ve buna karşılık olarak bölgenin ekonomisinin bunu kaldıramayacak olmasıdır.

Halime DAĞHAN
TUİÇ Stajyeri

Editör: Gizem GÜVEN

Kaynakça

Akkaya, M. A. (2017). Kanal İstanbul Projesi’nin Karadeniz kıyısındaki devletlerle olan ilişkilerimize etkisi ve Montrö Sözleşmesi. OÜSBAD. 242-262.

Çınar, M. (2017). Kanal İstanbul’un uluslararası hukuk bağlamında değerlendirilmesi. Uluslararası Afro-Avrasya Araştırmaları Dergisi. 20-34.

Ecemiş Yılmaz, H. K. (2020). Uluslararası hukuk perspektifinden kanallara kazandırılabilecek hukuki statüler: Kanal İstanbul örneği. Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi. 95-132.

Ece, J. N. (2011). Kanal İstanbul ve Montrö Sözleşmesi. Middle Eastern

Analysis / Ortadoğu Analiz. 29: 48-64.

Fidan, A. (2015). Kanal İstanbul Projesi ve Çılgın İstanbul Uydukent Projesi Üzerine Bütünleşik Fütz Analizi. Kent Kültürü ve Yönetimi Hakemli Elektronik Dergi. 53-62.

Pazarcı, H. (2011). Çılgınlığın Olası Etkileri. http://www.yeniyaklasimlar.org/m.aspx?id=739, (10 Nisan 2018)

Tütüncü, A. N. (2017). Montrö Sözleşmesi ve Kanal İstanbul. Public and Private International Law Bulletin. 113-123.

 

 

 

 

Birlikte İyileşiyoruz: Uluslararası İlişkiler Online Eğitim Programı

2

6 Şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş’ın Pazarcık ve Elbistan ilçelerinde gerçekleşen 7.7 ve 7.6 büyüklüklerindeki depremler, çevredeki 10 ilde ve Suriye’de büyük bir yıkıma yol açtı. Felakette ailelerini, yakınlarını kaybedenlere baş sağlığı, yaralılara acil şifalar diliyoruz.

Deprem sonrasında ivedilikle aksiyona geçen, büyük bir özveri ve dayanışma ruhuyla hareket eden tüm kurumları, sivil toplum örgütlerini ve bireysel çabaları canı gönülden destekliyoruz. Depremden etkilenen vatandaşlarımızın en kısa sürede enkazdan sağ salim çıkarılmalarını ümit ediyoruz. Yaralı vatandaşlarımızın tedavi ve ilaç ihtiyaçlarının ve evsiz kalanların barınma gereksinimlerinin acilen giderilmesini diliyoruz. Uluslarararası İlişkiler Çalışmaları (TUİÇ) Derneği olarak bütün imkanlarımızla depremzedelere yardım ve katkı sunmaya açık olduğumuzu bildiririz.

Amaç

Depreme birinci dereceden maruz kalan ve birinci derece etkilenmese dahi çevresindeki yakınları etkilenen insanların yaşadıkları zorlu sürecin farkındayız. Birincil travma geçiren insanların maddi ihtiyaçlarının giderilmesinin yanında ruhsal olarak da etkilendiklerinin bilincinde olarak psiko-sosyal yardım sunabilecek tüm oluşumları destekliyoruz.

Depremin yol açtığı travmaların uzun vadeli etkilerinin farkındayız. Tüm Türkiye olarak depremin yarattığı yıkım ve acıya televizyon ve sosyal medya üzerinden tanıklık ettik. TUİÇ Akademi kolaylaştırıcılığında farklı üniversitelerden akademisyenler olarak bu süreçte depremden birincil olarak etkilenen ve sosyal medya veya televizyondan takip ederek ikincil travma yaşayan tüm vatandaşlarımıza elimizden gelen tüm imkanlarla destek olmak istiyoruz.

Bu amaçla Birlikte İyileşiyoruz: Uluslararası İlişkiler Online Eğitim Programını başlatıyoruz. Derneğimizin çalışma alanı gereği programımız, tüm Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler lisans öğrencilerinin katılımına açıktır. Başlıca hedefimiz, öğrencilere hiyerarşik bir öğrenme modeli sunmak veya alternatif olmak değil, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler alanında aldıkları eğitime en iyi şekilde destek vermektir. Bu amaçla dijital araçları kullanarak ek öğrenme kanalı oluşturup elimizden geldiğince çok insana dokunarak ‘birlikte iyileşme’ sürecini başlatıyoruz.

Program Kapsamı

Birlikte iyileşme hedefiyle başlattığımız program kapsamında, hiyerararşik bir öğretmen-öğrenci modeli yerine karşılıklı iletişimi öne çıkarararak etkileşim temelli bir eğitim ortamı sağlamayı amaçlamaktayız. Katılımcıların motivasyonlarını teşvik etmek amacıyla program sonunda düzenli katılım gösterenlere bir Online Eğitim Sertifikası verilecektir. Program ücretsiz olarak yürütülecektir.

Program İçeriği

27 Şubat 2023 Pazartesi günü başlayıp, 26 Mayıs Cuma günü sona erecek şekilde toplamda 12 haftalık bir izlenceyi içermektedir. Bu tarih aralığındaki 17-22 Nisan 2023 haftası Ramazan Bayramı olduğu için tatil olarak öngörülmüştür.

Program hafta içi her gün 2 oturum ve 4 ders olarak tasarlanmıştır. Bir akademisyenin 12 hafta süreyle haftada 1 gün 1,5 saatlik ders anlatması beklenmektedir. Dersler zoom platformu üzerinden gerçekleştirilecektir. Akademisyenler dilerlerse kendi derslerine başka akademisyenleri de konuk olarak alabilir, böylelikle daha çok akademisyenin katkı vermesine imkan sağlanabilir.

Program online eğitim platformu olan www.o-egitim.com üzerinden gerçekleştirilecektir. Katılacak öğrencilerin www.o-egitim.com sitesindeki ‘kayıt ol’ butonuna tıklayıp basit bir form doldurarak bu web sayfasına kayıt olmaları gerekmektedir. Her bir sınıf için TUİÇ Akademi ekibinden kolaylaştırıcılar belirlenecektir.

Eğitim Programına Katılım İçin

Birlikte İyileşiyoruz: Uluslararası İlişkiler Online Eğitim Programına akademisyen olarak ders vererek destek olabilir veya öğrenci olarak katılım gösterebilirsiniz. 

Akademisyen veya öğrenci olarak katılmak için aşağıdaki linkte yer alan başvuru formunu doldurmanız yeterlidir. 

Başvuru Formu

Alternatifler Birliği

1951 yılında temelleri Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu ile atılan ve 1993 yılında Maastricht Antlaşması ile bugün Avrupa Birliği (AB) olarak isimlendirilen Birlik, 1973 senesinden itibaren kuzeye, batıya ve güneye doğru genişleyerek kıtasal birliği sağlama amacı gütmüştür. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Bilik’in genişleme sürecine doğuyu dâhil etmesi hem kıtasal bütünlüğü tamamlama hem de olası Rusya tehdidine karşı bir arada olma amacı çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Bu genişleme süreçlerinde, özellikle doğuya doğru genişleme kısmı AB içerisinde problemli bir konu başlığı olmuştur. Bu çerçevede AB çalışmaları literatürüne de “koşulluluk ilkesi” kavramı (Türkiye Cumhuriyeti Avrupa Birliği Başkanlığı, n.d.) giriş yapmıştır.

Bu düşünce yazısında AB’nin koşulluluk ilkesi, doğuya doğru genişleme çabaları, Türkiye’nin yarım asrı aşmış adaylığı, Bosna Hersek’e aday ülke statüsü verilmesinin AB devlet başkanları tarafından onaylanması (Çam et al., 2022), Ukrayna ve Moldova’ya adaylık statüsünün verilmesi (Perspektif, 2022), Gürcistan için Avrupa perspektifinin sunulması ve son olarak Hırvatistan’ın Euro bölgesine girişini AB’nin alternatifler sunan bir Birlik olması çerçevesinde inceleyeceğim.

Öncelikle Türkiye’nin adaylığı sürecinde önerilen alternatiflerle başlamanın yerinde olacağını düşünüyorum. Türkiye-AB ile ilişkilerine Avrupa Ekonomik Topluluğu’na yaptığı başvuru ile 1959 senesinde başlamıştı. Gümrük Birliği kurulması adımı ile başlanan süreç Katma Protokol ile devam ettirilmiş ancak Türkiye’de yaşanan siyasi istikrarsızlıklar nedeni ile sekteye uğramıştı. 1983 yılında yeniden sivil yönetimin kurulması ve 1984 yılından itibaren ithal ikameci politikaların bırakılması ile Topluluk ve Türkiye arasındaki ilişkiler tekrar canlandırılmıştı (T. C. Dışişleri Bakanlığı Avrupa Birliği Başkanlığı, 2020). 1996 yılında Gümrük Birliği kurulmuş, ardından 1999 yılında yapılan Helsinki Zirvesi’nde Türkiye AB’ye aday ülke olarak belirlenmişti. 2004 yılında yapılan Brüksel Zirvesi’nin sonucunda Türkiye için üyelik müzakerelerinin 3 Ekim 2005’te başlaması onaylanmıştı. Fakat 2006 yılından bugüne üye ülkelerden kaynaklanan siyasi engeller nedeniyle birçok fasıl müzakereye açılamamıştı (T. C. Dışişleri Bakanlığı Avrupa Birliği Başkanlığı, 2020).

AB sürecinde Türkiye için birçok alternatif sunulmuştur. Bunlar, Avrupa Ekonomik Alanı Artı (European Economic Area Plus, EEA+), Genişletilmiş Ortak Üyelik (Extended Associated Membership, EAM), İmtiyazlı Ortaklık (Privileged Partnership) ve son olarak Aşamalı Entegrasyon (Gradual Integration) modelleridir (Arslantaş, 2018). Bu alternatiflerden EEA+, EAM ve İmtiyazlı Ortaklık incelendiği zaman Türkiye için tam üyelikten ziyade AB içinde karar alma mekanizmalarına dahil olmadan ikili ilişkileri optimum seviyede tutma amacının AB üye devletleri için daha akla yatkın olduğu yorumunu yapmak yanlış olmayacaktır. Bahsedilen modeller temel olarak siyasi ve ekonomik iş birliğini pekiştirmeyi amaçlamaktadır. Bu modelleri Türkiye reddetmiş ve önceden yapılmış olan düzenlemelerin ihlali olarak nitelendirmiştir (Arslantaş, 2018, p. 275). Alternatiflerden bir diğeri olan Aşamalı Entegrasyon (Karakaş, 2007) ise üç aşamada ilgili ülkeyi AB yapılarına dâhil etmeyi öngörür. Ancak bu modele göre üyelik sürecine geçilebilmesi için Birlik içindeki tüm ülkelerin onayının alınması gerekmektedir. Bu durumda Türkiye’nin birçok faslına blokaj koymuş olan devletler göz önüne alındığında bu modelin Türkiye için net ve sağlıklı bir şekilde ilerlemeyeceği tahmin edilebilir. Ankara Antlaşması’nda belirtilen dönemler (hazırlık, geçiş, nihai dönem) bu modeldeki dönemlere benzemektedir (T. C. Dışişleri Bakanlığı Avrupa Birliği Başkanlığı, 2020). Bu durum da Türkiye’nin 1959 yılında ilk başvurusunu yaptığı dönemden beri uygulanan bütün düzenlemelerin (her ne kadar Türkiye’nin birçok alanda kendini geliştirmesine olanak sağlamış olsa da) AB’ye adaylık adına boşa giden çabalar olarak görülmesine ve Türkiye için kabul edilemez olmasına sebep olacaktır. 

Öte yandan 1973 yılından başlayarak kuzeye, batıya ve güneye doğru genişleyen AB, 2004’te “büyük patlama (big bang)” olarak isimlendirilen eski Sovyet ülkelerinin Birlik’e dâhil edilmesi ile kıtasal bütünlük açısından belli bir noktaya ulaşmış, ardından 2007’de Romanya ve Bulgaristan, son olarak 2013’te Hırvatistan’ın Birlik’e dâhil olmasıyla üye sayısını 28’e çıkarmıştı. Genişleme süreçleri boyunca üye olan ülkelerin profillerine göre çeşitli koşullar belirtilmiş ancak Türkiye için uygulananın aksine, dışarıdan bakıldığında AB’ye üye olmaya henüz hazır görünmeyen devletler her şeye rağmen üye olarak kabul edilmişlerdi. Özellikle büyük patlama olarak adlandırılan büyük genişleme sürecinden sonra sıkça ifade edilen hazmetme kapasitesi kavramı (Esen, 2007), AB’ye entegrasyona tam olarak hazır olmayan devletler için koşullu üyeliğe çevrilmişti. Yani Kopenhag Kriterleri’nin tamamını istenen şekilde sağlamıyor olsalar da Birlik’e dâhil edildikten sonra kriterleri tam olarak yerine getirmeleri için müsaade edilmişti.

2013 yılında son olarak Birlik’e dâhil edilen Hırvatistan’dan sonra hazmetme kapasitesi göz önüne alınınca Birlik’in daha fazla genişlemek için adım atmayacağı düşünülebilirdi. Buna rağmen, yazımın başında belirttiğim gibi Bosna Hersek’e aday ülke statüsü verilmesinin onaylanması, Ukrayna ve Moldova’nın aday ülke olarak tanınması, Gürcistan için Avrupa perspektifi sunulması hazmetme ve hatta derinleşme süreçlerinin tam tersi bir durum yaratmış gibi görünüyor. Burada özellikle Ukrayna ve Moldova’nın adaylıklarının dikkat çekici olduğunu düşünüyorum. Bu iki ülkenin aday ülke statüsüne alınmasını AB’nin genişleme perspektifini Rusya tehdidine karşı bir araç olarak kullanıyor şeklinde yorumlamanın hatalı olmayacağı kanaatindeyim. Diğer taraftan, Gürcistan için Avrupa perspektifinin başlamış olması Helmut Schmidt’in şu sözlerini akıllara getiriyor: “…Türkiye’nin üyeliğini destekleyen bir kişi aynı zamanda ileride Mısır, Libya, Cezayir ya da Fas gibi ülkelerden gelecek katılım talebine nasıl karşılık vereceğini de göz önünde bulundurmalıdır. Tüm bu ülkeler farklı kıtadadırlar ve AB’yi Asya ve Afrika’ya doğru genişletmek doğru olmaz” (Bayraktar, 2016 akt. Arslantaş, 2018).

O halde, Gürcistan gibi Avrupa kıtasıyla Türkiye’nin aksine herhangi bir bağı olmayan bir ülke için adaylık perspektifinin başlamasının AB’ye yönelik ikiyüzlülük tartışmalarını destekleyen bir durum olduğunu düşünüyorum. Öte yandan, bugün birçok tarihçinin Avrupalı kimliğinin oluşumunu Roma’ya dayandırması (Todorov ve Bracher, 2008; Aksoy, 2020) ve tarihte Batı ve Doğu Roma’ya, ardından bütün Balkan topraklarında yüzyıllarca hüküm sürmüş Osmanlı’ya başkentlik yapmış İstanbul’un Avrupa’nın bir parçası sayılmaması manidardır. Yine aynı şekilde, Türkiye’yi Avrupa kıtasına bağlayan bir “Avrupa Yakası” olmasına rağmen, Gürcistan gibi AB kıtasında bulunmayan bir ülke için adaylık perspektifinin başlaması AB’ye yönelik çifte standart tartışmalarını da destekleyecek bir durumdur.

Alternatifler birliği deyimini temellendirecek birkaç örnek daha vermek yerinde olabilir. Bilindiği üzere bazı ülkeler AB’ye üye olmasa bile Schengen’den, Gümrük Birliği’nden ve bazı diğer ayrıcalıklardan yararlanabiliyor, bu durum “opt out (opt in)” olarak nitelendiriliyor (European Union, n.d.; EUR, n.d.). Opt outa sahip olan ülkeler çeşitli yasal düzenlemelerin ve politikaların dışında kalıyorlar, bu durum da onlara daha fazla hareket imkânı sağlamış oluyor. Diğer taraftan Birlik içinde aynı hızda ilerleyemeyen ülkelerin varlığı da bazı alternatiflerin ortaya çıkmasına sebep oluyor. Örneğin Romanya ve Bulgaristan, Hırvatistan’dan daha önce Birlik’e dahil edilmiş olmalarına rağmen bugün gelinen noktada Hırvatistan çok daha hızlı bir şekilde AB kurumsal yapısına entegre olmuş ve Ocak 2023 itibariyle hem Schengen hem de euro bölgesine dahil edilmiştir. Yani aslında AB sadece aday ülkeler arasında değil kendi bünyesindeki ülkeler arasında da belirli durumları ve konuları baz alarak ayrıma gidiyor. Bence AB’ye üye devletlerin Euro bölgesinde olmaması belki ekonomileri göz önüne alınınca anlaşılabilir bir durum ancak Schengen’de olmamaları son derece absürt, zira AB denince akla gelen en önemli özgürlük alanlarından biri hiç şüphesiz kişilerin serbest dolaşımıdır.

Yukarıda yazdıklarımdan hareketle birkaç soru ile yazımı tamamlamak istiyorum. Öncelikle AB’nin Türkiye için ürettiği ve teklif ettiği alternatifler bugünkü Türkiye-AB ilişkilerinin geldiği nokta düşünüldüğünde zaten bu duruma gelineceği önceden tahmin edildiği için mi öne sürülmüştü? Ukrayna ve Moldova’ya adaylık statüsü verilmesi Soğuk Savaş döneminde Sovyet tehdidine karşı bir araya gelen Batı ittifakı gibi bugün de ortaya çıkmış olan Rusya tehdidine karşı atılmış bir adım mı? Eğer öyleyse AB’nin bu adımlarıyla Rusya’nın saldırganlığını daha fazla perçinlediğini görmemesi mümkün olabilir mi? Bosna Hersek’in yeni statüsü AB’nin Batı Balkanlara genişleme isteğini hala devam ettirdiğini gösteriyor. O halde AB ekonomisi Batı Avrupa devletleri kadar güçlü olmayan bir ülkeyi daha bünyesine katmak için bir sürece başladığına göre AB’nin kurulmasından yüzyıllar önce ortaya atılmış olan “Birleşik Avrupa” fikri (Shahin ve Wintle, 2000), AB için ekonomiden daha önemlidir denilebilir mi? Gürcistan gibi Avrupa kıtasına son derece uzak ancak din ve sosyal yapı olarak Avrupa’ya benzer bir ülkeye Avrupa perspektifinin verilmesi AB için Hıristiyanlığın hala kültürel ve hatta siyasal açıdan önemli bir etken olduğu düşüncesini desteklemektedir yorumu yapılabilir mi? Bir yandan AB bütünleşmesi bünyesindeki belki de en güçlü devletlerden biri olan İngiltere’nin ayrılması ile sarsılırken öte yandan AB hala genişleme yönünde adımlar atmaya devam ediyor. Yanı başındaki savaşın ve dünyanın yaşadığı buhranın etkileri sonucunda AB’nin akıbetinin ne olacağını bize zaman gösterecek.

Büşra Özyüksel

TUİÇ Akademi Dergi Koordinatörü

Kaynakça

Aksoy, E. G. (2020). Avrupa kimliğinin oluşumu ve evrimi. Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 17 (45), 26-39. 

Arslantaş, E. (2018). Türkiye’nin AB Tam Üyelik Alternatifleri. Akademik Bakış Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler Dergisi, (65), 265-278.

Çam, Ö. T., Lejla Biogradlija, & Yılmaz, M. Ş. (2022, December 15). AB Liderleri Bosna Hersek’e Adaylık Statüsü Verilmesini Onayladı. Anadolu Ajansı. Retrieved January 25, 2023, from https://www.aa.com.tr/tr/dunya/ab-liderleri-bosna-herseke-adaylik-statusu-verilmesini-onayladi/2764994

Esen, A. T. (2007). Avrupa Birliği’nin hazmetme kapasitesi ve Türkiye’nin üyeliği: Tanımlar ve yorumlar. Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı Politika Notu.

European Union. (n.d.). Retrieved January 27, 2023, from https://european-union.europa.eu/easy-read_en

EUR. (n.d.). Retrieved January 28, 2023, from https://eur-lex.europa.eu/EN/legal-content/glossary/opting-out.html  

Karakaş, C. (Kış 2007-2008). Üye Olmadan Entegrasyon Mümkün mü? Türkiye’nin AB Üyeliğinin Hukuki Dayanakları ve Tam Üyelik Alternatifleri. Uluslararası İlişkiler, 4(16), ss. 23-49.

Perspektif. (2022, June 24). Avrupa Birliği’ne Aday ülke sayısı 7’ye çıktı. Retrieved January 25, 2023, from https://perspektif.eu/2022/06/24/avrupa-birligine-aday-ulke-sayisi-7ye-cikti/

Shahin, J., Wintle, M. (2000). Introduction: the Idea of a United Europe. In: Shahin, J., Wintle, M. (eds) The Idea of a United Europe. Palgrave Macmillan, London. https://doi.org/10.1057/9780230520479_1

T. C. Dışişleri Bakanlığı Avrupa Birliği Başkanlığı. (2020, February 12). Türkiye-AB İlişkilerinin Tarihçesi. Retrieved January 24, 2023, from https://www.ab.gov.tr/111.html

Todorov, T., & Bracher, N. (2008). European Identity. South Central Review25(3), 3–15. http://www.jstor.org/stable/40211275 

Türkiye Cumhuriyeti Avrupa Birliği Başkanlığı. (n.d.). Avrupa Birliği’nin Genişlemesi. Retrieved January 26, 2023, from https://www.ab.gov.tr/p.php?e=109#:~:text=Kat%C4%B1l%C4%B1m%20ko%C5%9Fullulu%C4%9Fu%20k%C4%B1saca%20AB’ye,gereken%20y%C3%BCk%C3%BCml%C3%BCl%C3%BCkler%20b%C3%BCt%C3%BCn%C3%BC%20olarak%20tan%C4%B1mlanabilir

Çeviri Röportaj: Kapitalizmin Üstesinden Nasıl Geliriz?

Bu yazı, Tom Wetzel’in Current Affairs dergisine vermiş olduğu “How Do We Overcome Capitalism?” başlıklı röportajdan çevrilmiştir. Yazının aslına aşağıdaki bağlantıdan erişebilirsiniz.

How Do We Overcome Capitalism?

Tom Wetzel, planlı bir sosyalist ekonominin nasıl görüneceğini ve sosyalizmi gerçeğe dönüştürmek için ihtiyacımız olan stratejiyi açıklıyor.

Tom Wetzel’in Overcoming Capitalism: Strategy for the Working Class in 21st Century (Kapitalizmin Üstesinden Gelmek: 21. Yüzyılda İşçi Sınıfı İçin Strateji) adlı kitabı hem kapitalizmin temel sol eleştirileri üzerine bir başlangıç hem de yeni bir ekonomik sistem oluşturmak için bir el kitabı niteliğinde. Wetzel sömürü, israf ve çevresel yıkımın neden kapitalist modelin yapısının birer parçası olduğunu açık ve anlaşılır bir dille açıkladıktan sonra olası alternatif ekonomik yapıları inceliyor ve bunlara nasıl ulaşabileceğimizi gösteriyor. “Seçim siyasetinin rolü nedir?”, “Nasıl sendikalara ihtiyacımız var?” ve “Marksizm-Leninizm tarihi bize hangi dersleri öğretti?” gibi önemli sorular soruyor. 

Wetzel, en iyi özgürlükçü sosyalist gelenekte, yalnızca çağdaş kapitalist ekonomideki tahakküm ve hiyerarşiyi değil, aynı zamanda sosyalizmi otoriter kurumlar aracılığıyla getirme girişimlerini de eleştiriyor. Demokrasinin önemini ve neden yaptığımız her şeyde bize rehberlik etmesi gerektiğini açıklıyor. Overcoming Capitalism (Kapitalizmin Üstesinden Gelmek) on yılı aşkın bir araştırmanın ürünü ve sol literatüre önemli bir katkı. Wetzel, fikirlerinin temel noktalarını açıklamak üzere Current Affairs Baş Editörü Nathan J. Robinson ile konuşmak için Current Affairs podcast’ine katıldı. Bu söyleşi, dilbilgisi ve anlaşılırlık açısından düzenlenmiş ve kısaltılmıştır.

ROBINSON

Kitabınız günümüz için kapitalizm karşıtı politika ve strateji üzerine bir başlangıç niteliğinde. Robin Hahnel tanıtım yazısında şöyle diyor: “Sade bir dille yazılmış, sol jargondan arınmış, sağduyu ve nüanslarla dolu. Wetzel adeta bir cevher yaratmış.” Heyecanlıyım çünkü yıllardır bu kitabın gelişimini takip ediyordum. Tebrik ederim. Kitap tam anlamıyla bir başyapıt.

WETZEL

Teşekkür ederim.

ROBINSON
Kitap birkaç bölümden oluşuyor. İlk bölüm kapitalizmin temel eleştirisini ortaya koyuyor. Sonra strateji kısmı var. Nasıl etkili bir solcu olabileceğimizi ve kapitalizmin üstesinden nasıl gelebileceğimizi anlatıyorsunuz. Kitabınız akademik olmayan bir kitle için yazılmış. Okur-yazar olan herkes bu kitabı okuyup keyif alabilmeli. Kapitalizmde bir sorun görmediklerini söyleyen insanlarla karşılaştığınızda, onları sol eleştirinin argümanına ikna etmeye nasıl başlıyorsunuz? Kitapta ortaya koyduğunuz stratejiyi gerekli kılan kapitalizmin temel sorununun ne olduğunu düşünüyorsunuz?

WETZEL
Genellikle, kapitalizmin en temel yapısı olan sınıf baskısı ve sömürüsü ile başlarım. İşçi sınıfı, kendi geçim kaynaklarına sahip olmayan insanlardır. İşverenlerden iş aramak zorunda bırakılıyoruz ve bu otokratik, işletmeci rejimlere boyun eğmek zorundayız. Yaptığımız iş üzerinde hiçbir söz hakkımız yok. Dolayısıyla kendi yeteneklerimizin nasıl kullanılacağı konusunda bile kendi kendimizi yönetmemiz engelleniyor. Yönetimle olan ilişki, doğası gereği zora dayalı bir ilişkidir. Herhangi bir şeye karşı çıkarsanız, sizi kovmakla ya da rütbenizi düşürmekle tehdit edebilirler. İşte kapitalizmin dayandığı temel sınıf baskısı ilişkisi budur.

ROBINSON
Sınıf, başlamak için en mantıklı yer. Az sayıda insan sermayenin sahibi ve emirleri de onlar veriyor; çok daha fazla sayıda insan ise emirleri yerine getirmek zorunda ve çalışmak ya da açlıktan ölmek arasında bir seçim yapmak durumunda bırakılıyor. Bir de kapitalizmin ürettiği şeyler açısından makroekonomik bir yönü var. Örneğin, kapitalizm tüketim için talep üretir ve insanlara ihtiyaç duydukları şeyleri vermeden büyük miktarda atık üretir ve ekolojik yıkıma sebep olur. Dolayısıyla, hem işyeri içindeki ilişkiler var hem de kapitalist ekonominin ürettikleri var.

WETZEL

Doğru. Kitapta “Maliyet Yansıması” adlı bir bölüm var. Kapitalizmin doğasında olan özelliklerden biri, kapitalistlerin kâr elde etmek için üretim maliyetlerini diğer insanlara – hava ve su kirliliği yoluyla işçilere ve toplumlara – yüklemeleridir. Bu durum, biriken etkilere ve küresel ısınma krizine yol açmıştır. Kapitalistler, doğayı adeta bedava bir musluk olarak kullanmaktadır. Mecbur bırakılmadıkça çevre konusunda endişelenmezler. Bu da kapitalizmin üstesinden gelmemiz gereken bir başka yapısal kusurudur.

ROBINSON

“Irksal eşitsizlik” üzerine bir bölümünüz var. Irksal eşitsizlik ve kapitalizm arasındaki ilişkiyi nasıl kavramsallaştırmalıyız?

WETZEL

Irksal eşitsizlik kapitalizmin bir özelliğidir. Amerikan kapitalizmi en başından beri ırkçı ve ataerkil bir karaktere sahip olmuştur. Bazı gruplar ırksal olarak aşağı görülüyor ve bu yüzden devletin ya da yönetimin onlara diğerlerinden daha kötü davranması sorun teşkil etmez. Bu durum, kapitalizm için avantajlıdır çünkü daha az fırsata erişimi olan insan havuzları yaratır. Firmalar, onlara daha düşük ücretler ödeyerek ve daha kötü davranarak onları sömürebilir. Bu, aynı zamanda nüfusun farklı alt grupları arasında ırksallaştırılmış bir hınç duygusu yaratır ve bu da işçi sınıfının sendikalarda bir araya gelerek kapitalist sınıfa karşı mücadele etmek için siyasi ittifaklar kurmasını zorlaştırır. Irkçılık ve ırksal bölünmeler, işçi sınıfının genel toplumsal müzakere gücünü azaltır ve bu da daha düşük ücretlere ve daha kötü sosyal haklara yol açar. Örneğin, ABD‘de evrensel sağlık sistemimiz yok. Buna karşı çıkan bazı beyaz gruplar var çünkü bu insanların kamu yardımı almasını istemiyorlar. Irkçılık da bunun bir parçası.

ROBINSON

Alternatifler hakkında düşünelim. Kapitalizm karşıtlığı ile yeni tanışan biriyle kahve içiyorsanız ve onun aklını başından alıyorsanız – hayatları boyunca sahip oldukları çeşitli varsayımları sorguluyor ve toplumsal dünyanın sabit özellikleri olarak kabul ettikleri ya da kanıksadıkları şeylerin değiştirilebileceğini öne sürüyorsanız – alternatif vizyonumuza rehberlik etmek için nereden başlarsınız? Adaleti sağlamak için ne tür bir ekonomi yaratmamız gerek?

WETZEL

Ben doğal adalet ilkeleri olarak adlandırdığım iki ilkeye başvuruyorum. Çünkü bunların insan doğasından kaynaklandığını düşünüyorum. Birincisi, insanların kendilerini etkileyen kararlar üzerinde kontrol sahibi olmaları gerektiği ilkesidir. Bu, işçilerin emek sürecini, kendi işlerini ve işyerlerini iş birliği içinde, kolektif olarak kendi kendilerine yönetebilmeleri gerektiği anlamına gelir. Özyönetim, sosyal kurumların yeniden inşası için genel bir ilkedir. İnsanlar kendi kararlarını verebilir ve başkalarıyla iş birliği yapabilir; bu insani bir yetenektir. Diğer ilke ise potansiyelinizi geliştirmek, becerilerinizi geliştirmek ve yeteneklerinizi korumak için kaynaklara eşit erişim dediğim prensiptir. Bu da ücretsiz sağlık hizmeti, eğitim ve benzeri imkânlar anlamına geliyor. Bunlar temel ilkeler olacaktır. Tüm bunlar bizi sosyalist ekonomi vizyonumuza götürür.

ROBINSON

Bu iki ilke çok ama çok kullanışlı. Şu anda var olan toplum ve kurumlar hakkında düşünebilir ve bu ilkeleri gerçeğe dönüştürmek için yapmamız gereken değişiklikleri hayal edebiliriz. Bu ilkeleri kullanarak sol kurumları ve grupları analiz etmeye başladığımızda, bu tür değişiklikleri aramanın daha az ve daha çok demokratik yolları olduğunu görebiliriz.

WETZEL

Evet, bu doğru. Kitapta çeşitli radikal sol stratejileri tartışıyorum. Israrla ortaya çıkan sorunlardan biri de en tepede bürokratik bir katman oluşması. Bu da sıradan insanların karar alma süreçlerini kontrol etmelerini ve katılımlarını engellemektedir. Örneğin, seçim sosyalizminin sorunlarından biri, profesyonel politikacılar ve parti aygıtıyla bu bürokratik parti makinelerini inşa etme eğilimi olmuştur. Bunlar kendi çıkarlarını geliştirirler ve bu çıkarlar işçi sınıfı tabanının çıkarlarıyla aynı olmak zorunda değildir. Aynı sorun sendikalar için de geçerlidir. AFL-CIO [American Federation of Labor and Congress of Industrial Organizations (Amerika İş Federasyonu ve Sanayi Organizasyonları Kongresi)] sendikalarının çoğu zaman içinde giderek merkezileşmiş ve bürokratikleşmiş; güç, ücretli memurların ve personelin elinde toplanmıştır. Bu durum, söz konusu sendikaların tabandan gelen üyelerinin kontrolünü fiilen engellemektedir. Bunların her ikisi de bürokratik katman olarak adlandırdığım şeyin örnekleridir. Tarihsel olarak bu, sol kanadın çabalarında önemli bir sorun olmuştur.

ROBINSON

Leninizm üzerine bir bölümünüz var. Özgürlükçü sosyalist gelenekten geliyorsunuz. Merkeziyetçi ya da bürokratik sosyalizmin sadık bir eleştirmenisiniz. Yirminci yüzyıl boyunca sosyalizmin Marksist-Leninist versiyonu hâkim unsur oldu; otoriter eğilimleri nedeniyle sağ tarafından ağır bir şekilde eleştirildi. Ancak kitapta ortaya koyduğunuz otoriter sosyalizme yönelik güçlü bir sol eleştiri var. Bunun insanlara neden cazip geldiğini ve neden buna direnmemiz gerektiğini açıklar mısınız?

WETZEL

Burada üç bileşen var. Birincisi, militanlara, aktivist insanlara dayanan bir siyasi örgüt kurmaya yönelik vurgu. Buna sözüm ona öncülük deniyor. Bu fikir kendi başına bir sorun teşkil etmez. Sorun şu soruyu sorduğunuzda ortaya çıkıyor: Leninist örgütün rolü nedir? Onların anlayışı, devletin kontrolünü ele geçirmeleri ve devlet üzerindeki kontrolü tekellerine almaları ve ardından devleti kendi sosyalizm anlayışlarını uygulamak için kullanmaları gerektiğidir. Bu da kapitalizmde olduğu gibi, işçilerin tâbi olduğu bir yönetim bürokrasisi yarattığınız, merkezileştirilmiş kamulaştırılmış bir ekonomi ile sonuçlanıyor. Dolayısıyla sosyalizmin başarması gereken temel meseleyi, yani işçi sınıfının ezilen bir sınıf ya da tâbi bir sınıf olmaktan kurtulmasını başaramaz. Bir partinin devlet üzerinde kontrolü ele geçirmesi ve ardından ekonomiyi kendi elinde merkezileştirmesine dayanan tüm yaklaşım, bu fikri tamamen çiğniyor. 1920’lerdeki sendikalistler Leninizmi ve komünist hareketi tam da bu nedenle eleştirdiler. Geriye dönüp baktığımızda, eleştirilerinin çeşitli komünist rejimlerin tarihi tarafından haklı çıkarıldığını söyleyebiliriz.

ROBINSON

Kendilerini demokratik sosyalistler olarak nitelendiren bazı kişiler, sorunun devlet gücünü ele geçirmek ve kullanmak isteyen sosyalistlerde değil, demokratik seçimler yoluyla hesap verebilirliğin olmamasında yattığını söylüyorlar. Sanırım Jacobin‘de okuduğunuz bakış açısı muhtemelen bu. Burada merkezi bir devlete karşıtlık söz konusu değil; örneğin kapitalist bir ekonomiyi tamamen yeşil bir ekonomiye dönüştürecek olursanız, işleri halletmek için güçlü bir devlete ihtiyacınız olduğunu hissedersiniz. Kaynakları hareket ettirebilmek ve insanlara ne yapmaları gerektiğini söyleyebilmek için devletin gücüne ihtiyacınız var. Ancak devleti mesul tutabiliriz. Leninizm ve Stalinizm ile ilgili sorun, devletin ne yaptığına dair halk katkısının ortadan kaldırılmasıydı. Ama anladığım kadarıyla siz bu perspektifi reddediyorsunuz ya da gerçekten güçlü bir merkezi aygıtın ortaya çıkmasından kaynaklanan sorunlara yeterince duyarlı olmadığını söylüyorsunuz?

WETZEL

Evet. Sorun, devletin halk denetiminden ayrı olmasıdır. Politikacıların seçilmesi, sıradan halk kitlelerine politikaların ne olacağı konusunda etkili bir kontrol sağlamaz. Örneğin, ABD’nin bir oligarşi olduğunu söyleyen iki sosyal bilimcinin yaptığı bir çalışma vardı. Popüler olan politikalar, elitlerin çıkarlarına ters düşüyorsa uygulanmıyor. Yani sınıf baskısının yapısı devletin içine yerleştirilmiştir. Kamu sektörü çalışanlarının devlet yönetimi karşısındaki ikincil konumuna bakın. Bu, kapitalist şirketlerde bulduğunuz sınıf egemenliği ilişkisinin aynısıdır. Ekolojik sorunlarla ilgili olarak devletin kullanılmasının çözüm olacağını düşünmüyorum çünkü kirletmeye devam etmekte çıkarı olan çıkar gruplarının potansiyel denetleyici zapt sorunu var. Ekolojik maliyetlerin otomatik olarak dikkate alınmasını sağlayacak farklı bir ekonomik sisteme ihtiyacınız var. Ve bence bunu yapabilmenin tek yolu, bölgelerdeki ve şehirlerdeki halk kitleleri tarafından katılımcı bir demokratik kontrol seviyesine sahip olmanızdır. Kirliliğe maruz kalan insanların başkalarının çevreyi kirletmesini engelleme gücüne sahip olması gerekir. Oysa oy kullanmak insanlara yeterli gücü vermiyor.

ROBINSON

Solda yeterince tartışılmayan ilginç bir nokta da, akla gelebilecek en hiyerarşik, zorlayıcı kurumun ne olduğunu düşünürsek, bunun muhtemelen ordu olduğudur, değil mi? Muhtemelen devletin bir kolu olan ve size ölmenizi emredebilen ordudur. Askere alınabilirsiniz. Bu işin en uç kısmı. Tabii ki sıradan bir askerin katılımcı bir demokraside rol alabileceğinden bahsetmek neredeyse saçma çünkü ordu doğası gereği hiyerarşik bir kurum. Ancak sizin de belirttiğiniz gibi, eğer bir ortamda katılım eksikliği hakkında bir eleştiri yapıyorsak, bunu sadece kâr amacı güden şirketlere değil, her sektöre uygulayabiliriz. Örneğin, öğretmenlerin kendi müfredatlarını belirleyememesine ne demeli?

WETZEL

Bu doğru. Evet. Devlete ve onun çeşitli bileşenlerine baktığınızda da aynı sorunu yaşarsınız. Kamu sektörü çalışanları, toplu taşıma çalışanları ve eğitim çalışanları kendi işleri üzerinde söz sahibi olamıyorlar. Kendi kendini yönetmenin sosyal kurumların yeniden inşası açısından ne anlama geldiğini düşünürsek, bence bunun iki yönü var. İş üzerinde öz-yönetim ve üretim sisteminin etkileri üzerinde nüfusun öz-yönetimi. İşte bu noktada konuyu kirliliğin giderilmesi meselesine geri getiriyorum. Toplumun içinde de katılımcı demokrasiye sahip olmalısınız. Bu aynı zamanda ne tür kamu hizmetlerine sahip olmak istediğinize dair plan ve önerileri geliştirmek gibi konular için de geçerlidir. Bu hizmetleri talep eden nüfusun, bu hizmetlere ilişkin planların hazırlanmasına doğrudan katılabilmesi gerekir.

ROBINSON

Sol örgütlenmenin pek çok farklı modelini eleştiriyorsunuz. Sendikaları eleştiriyorsunuz; demokratik merkeziyetçiliği ve Leninizmi eleştiriyorsunuz, piyasa sosyalizmini eleştiriyorsunuz. İnsanlar şöyle düşünmeye başlayabilir: Tamam, peki, hedeflediğimiz model nedir? Bu bürokratik katmanı ortadan kaldıran ve gerçek bir katılım yaratan başarılı örnekler nelerdir? Özgün katılımcı demokratik kurumlar olarak gördüğünüz oluşumların tarihsel örnekleri var mı?

WETZEL

1930’lardaki İspanyol Devrimi’nden bazı örnekler vereceğim. İspanya’da insanlar sanayilerin kontrolünü çok büyük ölçekte ele geçirdiler. Bu, önceki on yıllar zarfında kurulan kendi kendini yöneten bir tür sendikalist örgütlenme sayesinde gerçekleşti. İşçiler devrimci bir ortamda yapmaları gerekenleri kendi aralarında tartışmışlardı. Ve işyerlerini ele geçirmeleri gerektiği sonucuna vardılar. Sadece birbirleriyle rekabet eden izole işyerlerine sahip değillerdi. Tüm endüstrilerin varlıklarını birleştirerek, endüstriyel federasyon dedikleri ve tüm bir endüstriyi kontrol eden bir yapı oluşturdular. Örneğin, sağlık sektöründe ilaç fabrikalarını devraldılar ve ücretsiz klinikler kurdular. Demiryolu endüstrisinde, demiryollarını birleştirdiler. Tüm mobilya endüstrisini birleştirdiler. Bunu pek çok farklı sektörde yaptılar.

Katalonya ekonomisinin yüzde 80’i ve Valencia’nın yüzde 70’i bu şekildeydi. Bunlar İspanya’nın en sanayileşmiş iki bölgesiydi. Tüm ekonomileri ele geçirildi ve yeniden organize edildi. Eksiksiz değildi ve bazı hatalar yaptılar. İstedikleri kadar ileriye gidemediler çünkü devletin yerini alamadılar. Fikirleri, tüm bu çeşitli endüstriyel federasyonları, mahalle meclisleri ve işyeri meclisleri gibi şeyleri de içeren bir tür dağıtılmış demokratik planlı ekonomiye bağlamaktı. Ancak ekonomiyi doğrudan işçi gücü temelinde yeniden inşa etme yönünde uzun bir yol kat ettiler. İşyerlerinde meclisleri vardı. Dolayısıyla bu çok önemli bir olumlu örnek.

ROBINSON

Günümüz ABD’sinde kendini sosyalist olarak tanımlayan bir hareket yeniden canlanmış durumda yahut sosyalizme uzun zamandır olmadığı kadar büyük bir ilgi var. Bu kısmen Bernie Sanders’ın kampanyaları ve DSA’nın [Democratic Socialists of America (Amerika’nın Demokrat Sosyalistleri)] büyümesi ile gerçekleşti. Kitabınız strateji hakkında. Bernie’den Alexandria Ocasio-Cortex’e ve DSA’ya kadar çağdaş sosyalistlerin bazı taktiklerinin bir çıkmaza doğru gittiğini düşünüyor musunuz? Sınıfsız bir toplum için aynı değerleri ve aynı özlemleri paylaşıyor olsak bile, şu anda elimizdeki hareketlerle istediğimiz sonuçları elde edebilecek miyiz?

WETZEL

Bu, sosyalizme seçim yoluyla ulaşma sorununa geri dönüyor. Avrupa‘daki sosyalist ve komünist partilere bakarsanız, profesyonel politikacılardan oluşan bürokratik katmanlar oluşturma eğiliminde olduklarını görürsünüz. Ve bu politikacıların kendi çıkarları söz konusuydu. Avrupa deneyimine bakarsanız, bu liderler zaman içinde taleplerini ılımlı hale getirdiler çünkü yeniden seçilmek istiyorlardı; orta sınıf oylarını kaybetmek istemiyorlardı. Ve genellikle işçilerin doğrudan eylemlerine ve işyerindeki militanlığa karşı çıktılar.

Örneğin İsveç‘te Sosyal Demokratlar bazı sektörlerde grevleri yasaklamaya çalıştılar, örneğin bağımsız bir sendikanın olduğu kıyı sektöründe. Eğer stratejiniz oy almaksa bu tür sorunlarla karşılaşırsınız. İşçi sınıfının bazı kesimlerinin seçimlere bir fark yaratma yolu olarak bakması kaçınılmazdır. Bu yüzden insanların oy kullanmaması gerektiğini söylemiyorum. İnsanların bunu neden yaptığını anlıyorum. Sadece toplumu değiştirmek açısından sosyalist aktivistlerin odaklanması gereken şeyin, doğrudan işçiler tarafından kontrol edilen sendikalar kurmak gibi doğrudan mücadeleler inşa etmek olduğunu söylüyorum. JKF8 deposundan Justine Medina ile röportaj yaptınız. Bu harika bir örnek. Bağımsız bir sendika kurdular. Ve şimdi seçimlere başlıyorlar. Bu, kitabımda söylediğim bazı şeyleri haklı çıkarıyor. Sendikalar kurmamız gerekiyor. Gitmemiz gereken yön bu.

ROBINSON

Ülkedeki başlıca sendikalar Amazon’da örgütlenmek istediler ama başarılı olamadılar. Bir de bu bağımsız sendika meselesi var. Justine, sendikanın işçiler tarafından yönetildiğinden, dışarıdan bir yapılanma olmadığından ve sendika bürokrasisi tarafından uzaktan yönlendirilmediğinden emin olduklarından bahsetti. Bu da başarılı olma ihtimallerini artırdı. Amazon, diğer bazı durumlarda olduğu gibi işçilere bunun dışarıdan bir organizasyon olduğunu söyleyemedi. Tamamen tabana dayanıyordu. Ayrıca depodaki insanların sendikaya yatırım yaptıklarını hissetmelerini sağladı. Bu onların kendi isteklerinin gerçek bir ifadesiydi. Bu anlamda, bahsettiğiniz ilkeleri somutlaştırıyordu.

WETZEL

Doğru. Bu çok önemli bir örnek. Benim önerdiğim türden bir stratejiyi haklı çıkarıyor. Bu, üzerinde çalışmamız gereken türden bir şey. Bu tür doğrudan işçi kontrolündeki işyerlerini ve bu tür kendi kendini yöneten bağımsız sendikaları inşa etmek için çalışmalıyız. Ve eğer bunu daha fazla noktada daha büyük ölçekte inşa edebilirsek, belki de bunları bir araya getirebiliriz.

ROBINSON

Eğer işyeri ve sendikalar merkezi mücadele alanıysa, solcuların inşa etmesi gereken başka tür örgütler var mıdır? Eğer sol örgütlenme seçimlerle ilgili değilse, merkez neresidir?

WETZEL

İşyerleri merkezidir. Eğer işçi sınıfı ileride kendine daha fazla güvenecekse, bu işyeri örgütlenmesi yoluyla gerçekleşecektir. Bu tür bir örgütlenme, üretimi durdurma becerisine dayanır. Ancak elbette başka mücadele alanları da var. İki yıl önce, pandemiden önce, Los Angeles’ta bir kira grevi dalgası vardı. Kiracı sendikaları orada önemli bir rol oynadı. Yani önemli mücadeleler veren başka tür kitle örgütleri de var. Irkçı polis şiddetine karşı yürütülen harekete bakın. Bir de çevresel adalet/iklim ve işçi hareketi arasındaki ilişki var. Bu tür bağlantıların kurulması gerekiyor.

ROBINSON

Kapitalist olmayan, piyasa ekonomisi olmayan bir ekonominin nasıl işleyebileceğinden bahseder misiniz? Bunu daha iyi anlayabilmemiz için kitabınızdan bir ya da iki vurgu yapabilirsiniz.

WETZEL

Kitapta ortaya koymaya çalıştığım şey, karar alma mekanizmasının nerede gerçekleştiği açısından dağıtılmış planlı bir ekonomi fikri. İşçiler kendi işyerlerini yönetir ve sektörler arasında koordinasyon içinde üretimi belirlerler. Kendi kendini yönetmenin diğer bir alanı da ekonominin genel nüfus içindeki sıradan insan kitlelerine karşı hesap verebilirliğidir. Kamu malları ve hizmetleri, barınma, ekolojik koruma ve benzerlerini planlamak için mahalle meclisleri ve mahallelerden gelen delegelerden oluşan şehir çapında kongreler gibi şeylere ihtiyacınız olacaktır. İhtiyacınız olan şey, her şeyi birbirine bağlamanın bir yoludur. Piyasa ekonomisinde şirketler ve tüketiciler arasındaki ilişkinin fiyatlar üzerinden ayarlandığını kabul ediyoruz. Fiyat burada aynı şekilde işlemeyecektir. Bunun yerine, ifade edilen talebe ve her bir sektörün üretim planlarına dayalı olarak fiyatları belirleyen tüm çeşitli toplum kuruluşları ve işyerlerinden oluşan bir tür federe sosyal düzenlemeye sahip olmanız gerekir. Başka bir deyişle, planlı bir sosyalist ekonomide fiyatları belirlerken arz ve talebin ne olacağını dikkate almanız gerekir.

Bu bir piyasa ekonomisi değildir. Bahsettiğim ekonomide para, sermaye işlevi görmez. Tek tek hanelerin, toplulukların ve işyeri gruplarının aldığı planlama kararlarını yansıtan bir fiyat sistemi olacaktır. Temel olarak Robin Hahnel’in katılımcı planlama fikirlerinden faydalanıyorum. Kendisi Democratic Economic Planning (Demokratik Ekonomik Planlama) adlı büyük eserini yeni yayınladı. Onun bazı fikirlerini kullanıyorum ve ayrıca bazı daha farklı fikirlerim de var.

ROBINSON

Onlarca yıldır solcusunuz. Yazarlık ve aktivistlik yaptınız. Yeni Sol’un, Reagancılık’ın ve neoliberalizmin yükselişine ve çöküşüne tanık oldunuz. Bu neslin gençleri arasında sol siyasetin yeniden canlanışını gördünüz. Kitapta ortaya koyduğunuz yolun başarılabileceğine dair hala umutlu olmasaydınız bu kitabı yazmazdınız sanırım. Önerilerinizin radikalliğini ve sol siyasetin yıllar içindeki başarısızlıklarını göz önünde bulundurarak, burada ortaya koyduğunuz şeylerin gerçekten uygulanabilir olduğuna neden inandığınızdan bahseder misiniz?

WETZEL

Kapitalizmin son derece vahşi bir biçimi altında yaşamımızı sürdürüyoruz. Bu ülkedeki işçi sınıfının nesnel koşullarına bakarsanız – son 50 yıldaki iş yoğunlaşması, uygun fiyatlı konut bulma zorluğu açısından – bu koşullar ayaklanmaları destekliyor. Staten Island’daki Amazon ayaklanması, neler olabileceğine dair sadece bir örnek. İşverenlerin şu anda çalışan bulmakta zorlandığını düşünürseniz, bence işçilerin bundan geliştirebilecekleri potansiyel bir baskı unsuru var. Ayrıca, eleştirdiğim önceki sol stratejilerin birçoğu tarihin akışı tarafından zayıflatıldı. Marksizm-Leninizm artık daha önceki dönemlerde sahip olduğu türden bir desteğe sahip değil. Komünist Parti tarafından yönetilen çeşitli ülkelerde yaşanan gerçekler nedeniyle büyük ölçüde itibarını yitirdiğini düşünüyorum. Nesnel çalışma koşulları ve süregelen ekolojik kriz nedeniyle, sınıf oluşumu sürecini destekleyen bir döneme girdiğimizi düşünüyorum.

ROBINSON

“Sınıf oluşumu” terimini tanımlayabilir misiniz?

WETZEL

İşçi sınıfı kendiliğinden kapitalizmden kurtulma kapasitesine, yeteneğine ya da gücüne sahip değildir. Dolayısıyla, işçi sınıfı insanlarının daha iyi ve daha güçlü örgütler kurdukları ve bunu yaparken de daha fazla güven duygusu geliştirdikleri bir süreç olmalıdır. İnsanlar bir şeyleri değiştirebileceklerini, ırk ve cinsiyet ayrımlarının üstesinden gelebileceklerini düşünmeye başlarlar. Bu da sınıf oluşumu sürecidir. İşçi sınıfının kendisini daha birleşik bir güce, sisteme karşı koyacak fiili ve potansiyel gücü geliştiren toplumsal bir güce dönüştürmesi gerekiyor. Ve bence bu uzun bir süreç. Bunun kendini göstermesi zaman alacaktır. İnsanlar başarılı örgütlenme çabalarına girdiklerinde bu gerçekleşir. Bir sınıf bilinci ve bir şeyleri değiştirme potansiyeli geliştirirler.

Çeviri: Derya AZER

Editör: Ayşenur ALİŞİROĞLU

Çeviri: Avrupa Kendi Çöküşüne Giden Yolda Birleşmiş Durumda

Bu yazı, Jan Krikke’nin ‘Asia Times’ için kaleme almış olduğu “Europe united on road to its own decline” başlıklı makaleden çevrilmiştir. Yazının aslına aşağıdaki bağlantıdan erişebilirsiniz.

Europe united on road to its own decline

Avrupa içinde bulunduğu durumun muhasebesini yaptığı vakit kendisini yalnız bulacaktır.

Uzun tarihi boyunca Avrupa, Ukrayna savaşı sırasında sergilediği kadar nadiren birlik içinde olmuştur. Neredeyse tüm Avrupa ülkeleri ve ana akım medyaları Ukrayna’yı destekliyor. Vietnam, Afganistan ve Irak savaşları sırasında gördüğümüz türden savaş karşıtı protestolar gibi muhalif görüşler de oldukça nadir.

Aynı şekilde, Avrupa’nın Ukrayna çatışmasına yönelik politikaları da ABD politikalarıyla tamamen uyumlu. Her ikisi de aynı söylem ve terminolojiyi kullanıyor: “Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik kışkırtılmamış saldırganlığı, Başkan Vladimir Putin‘in eski Sovyet İmparatorluğu’nun ihtişamını yeniden diriltme girişiminin bir parçası.”

Sadece on yıl önce, çok az kişi Avrupa’nın, vücutlarında Nazi sembollerinin dövmesi olan askerlerden utanmayan bir ülke ile eski bir komünist ülke arasında, görünürde enerji ile ilgili olan ve Avrupa Birliği’nin politik solunun yanı sıra “Yeşiller”in de desteğini alan bir savaşa tanık olacağını tahmin edebilirdi.

Harvard Grubu

1992 yılında Rusya ve AB’li ortakları Rus gazını Avrupa’ya taşıyan ilk boru hattını inşa etti. 4.100 kilometrelik Yamal-Avrupa boru hattı, Yamal Yarımadası ve Batı Sibirya’daki Rus gaz sahalarını Polonya, Belarus ve Almanya’ya bağladı.

Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından gelen “barış temettüsü” meyvelerini vermeye başlamıştı. Berlin Duvarı’nın yıkılması, Batılı enerji devlerini Rusya’ya çekti. Shell, BP ve ExxonMobil ile Japon enerji şirketleri, modernleşmek ve üretimi artırmak için hem sermayeye hem de teknik bilgiye ihtiyaç duyan Rusya’nın enerji sektörüne milyarlarca dolar yatırım yaptı.

Harvard Uluslararası Kalkınma Enstitüsü’nden bir grup ekonomist Harvard Grubu‘na katıldı. Mikhail Gorbachov’un halefi Boris Yeltsin döneminde Rus ekonomisi çökmüştü ve Harvard ekonomistleri, dönemin ABD Başkanı Bill Clinton’ın onayıyla, ekonomide reform yapılmasına yardımcı olmak üzere Rusya’ya gönderildi.

Önerdikleri reçete Ronald Reagan ve Margaret Thatcher tarafından başlatılan ve Clinton ve Tony Blair tarafından pekiştirilen neoliberal ekonomi politikalarıyla uyumluydu: Özelleştirme, liberalleşme ve serbest piyasa kapitalizminin “şok terapisi”.

“Reform”, milyonlarca Rus’u yoksulluğa sürükledi. Yaşlı kadınlar yiyecek alabilmek için Moskova sokaklarında ilaçlarını satarken, bağlantıları güçlü olan küçük bir grup işadamı, aralarında eskiden devlete ait olan Rus enerji şirketlerinin de bulunduğu milyarlarca dolar değerindeki devlet varlıklarını yağmaladı.

Yeni milyarderler kısa bir süre içinde Avrupa’da boy gösterecek, İngiliz futbol kulüplerini, Hollandalı süper yatları ve Fransız Rivierası’ndaki malikaneleri satın alacaklardı. Harvard Grubu tarafından Rusya’ya tanıtılan serbest piyasa kapitalizminden kazanç sağlamanın karşılığında Avrupa’nın servetlerine el koyacağını bilmiyorlardı.

Neoliberalizm, hükümetin ekonomi ve toplumdaki artan etkisine karşı bir tepkiydi. Bu yaklaşım ekonomik liberalleşme, özelleştirme, deregülasyon, küreselleşme, serbest ticaret, monetarizm, devletin küçültülmesi ve özel sektörün ekonomide ve toplumda daha büyük bir rol oynamasından yanaydı.

Reagan neoliberalizmi, refah devletinin başarısızlığı olduğunu iddia ettiği duruma bir çözüm olarak görüyordu. (Reagan’a göre hükümet çözüm değil, sorunun kendisiydi). Neoliberaller, Sovyetler Birliği’nin çöküşünü ideolojilerinin zaferi ve doğrulanması olarak değerlendirdiler.

1990’larda neoliberal dalga Avrupa kıyılarına vurdu (neoliberalizm Avrupa’da ilk olarak Büyük Buhran sonrasında ortaya çıkmıştı). Kayda değer düzeyde direnişe rağmen, çoğu Avrupa ülkesi özelleştirme gibi neoliberal politikaları yürürlüğe koydu ve refah devletini tasfiye etti.

Atlantikçiler

Amerikalı ve Avrupalı neoliberaller birbirlerini “Atlantikçi konsensüs” içinde buldular. Serbest piyasayı farklı derecelerde savunuyorlardı, ancak Batılı değerlerin küresel gündemi belirlemesinin bir gereklilik olduğu inancını paylaşıyorlardı.

Yüzyılın başında Avrupa’daki siyasi elitlerin neredeyse tamamı Atlantikçi kimliğe sahipti. Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Ekonomik Forumu (WEF), Trilateral Komisyon, Bilderberg Konferansı ve Dış İlişkiler Konseyi (Council on Foreign Relations, CFR) gibi ulusötesi örgütleri kullanarak kendi gündemlerini dayattılar.

Nixon’ın doları altından ayırması ve neoliberal politikaların yürürlüğe konmasıyla eşitsizlik arttı.

Neoliberal politikalar artan eşitsizliğe, durgunlaşan ücretlere ve diğer toplumsal hastalıklara yol açtı ve yaygın bir huzursuzluk hissine neden oldu. Bu da, malum yüzde birlik kesimin halkı yoksulluğa ve hatta teknolojik köleliğe sürüklediğine inanan komplo teorisyenleri için verimli bir zemin yarattı.

Komplo teorisyenlerinin baş düşmanı, Orwellvari özelliklere sahip distopik bir dünyaya yol açacak bir “Büyük Sıfırlama” planladığından şüphelenilen WEF’ti. Bu komplo teorisyenleri, WEF’in teknolojinin etkilerine ilişkin bir makalesinde yer alan ve internette popüler bir caps haline gelen “Hiçbir şeye sahip olmayacaksın ve mutlu olacaksın” cümlesinden yola çıktılar.

Büyük Sıfırlama (great reset) korkusu, Danimarkalı milletvekili Ida Auken’in 2016 yılında kaleme aldığı ve WEF’in 2030’da Dünya için 8 Öngörü başlıklı raporunda yer alan bir makaleden doğdu. Makalede yapay zeka ve diğer (Endüstri 4.0) teknolojilerin potansiyel etkisi tartışılıyor ve tüm ürünlerin hizmete dönüşmesi gibi basit bir nedenden ötürü hiçbir şeye sahip olmamaktan mutlu olacağımız öne sürülüyordu.

Zavallı Avrupa

Avrupalı ve Amerikalı Atlantikçilerin ideolojileri mükemmel bir şekilde örtüşürken, aynı şey hayati ekonomik çıkarları için söylenemez. ABD doğal kaynaklar açısından zengin, uluslararası ticarete daha az bağımlı ve dünyanın rezerv para birimini çıkarma gibi “ölçüsüz bir ayrıcalığa” sahip.

Kaynak yetersizliği Almanya’yı Rusya’ya yönelmeye itti. Rusya’dan düşük maliyetli enerji kullanımı Almanya’nın yıllık gayrisafi yurtiçi hasılasına yaklaşık bir trilyon dolar eklemesini sağladı. Rusya ise her yıl Avrupa’dan gelen milyarlarca dolarlık düzenli akıştan yararlandı, bu tam anlamıyla bir kazan-kazan anlaşmasıydı.

1990’lar ile 2020’ler arasında Avrupa ve Rusya, Rusya’nın merkezinden Kuzey, Orta ve Güney Avrupa’ya gaz ve petrol taşıyan devasa bir boru hattı ağı inşa etti. Bu, dünyanın açık ara en büyük enerji altyapı projesiydi.

1990’lardan başlayarak AB-Rusya ticareti yılda birkaç milyar dolardan 2021’de 270 milyar dolara çıktı. AB, 2020 yılında Rusya’nın 1 numaralı ticaret ortağı oldu ve ülkenin dünya ile yaptığı toplam mal ticaretinin %37,3’ünü oluşturdu. Rusya’nın ithalatının yaklaşık %36,5’i AB’den gelirken, ihracatının %37,9’u AB’ye gitti.

Birbirini izleyen ABD yönetimleri, Avrupa’nın Rus enerjisine, özellikle de doğal gazına aşırı bağımlı hale gelmesinden endişe duymaya başladı. Dönemin Almanya Başbakanı Angela Merkel‘in böyle bir kaygısı olmadığı gibi, boru hattı ağının bir parçası haline gelen diğer birçok Avrupa ülkesinin de böyle bir kaygısı yoktu. Başlıca transit ülkeler olan Ukrayna ve Polonya, transit ücretlerden milyarlar kazandı.

Rus gazının Ukrayna üzerinden giriş ve çıkış noktaları.

Rusya, Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından Varşova Paktı‘nı feshetti. Lakin Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) dağılmak yerine doğuya doğru genişledi. Avrupalılar, Rusya ile karşılıklı yarar sağlayan ilişkiler geliştirirken aynı zamanda sınırına büyük bir ordu konuşlandırmanın yarattığı çelişkiyi fark etmediler.

Rusya’yı kaybetmenin maliyeti hesaplanamayacak kadar fazla. Kötümser senaryolara göre Avrupa sanayisizleşme, trilyonlarca yatırım sermayesinin kaybı ve yaşam standartlarında ciddi bir düşüşle karşı karşıya. Tüm bunlara pek çok AB ülkesinin kırılgan mali durumu ve henüz kontrol altına alınamayan enflasyon da eklenince kasvetli senaryoların haklılığı ortaya çıkıyor.

Avrupa kendi durumunu gözden geçirdiğinde – ve siyasi elitlerinin Rusya ile Ukrayna arasındaki ateşkes anlaşmasını neden bozduğunu sorguladığında – kendisini yapayalnız bulacaktır. Rusya yüzünü Doğu’ya dönmüş olacak. ABD’nin kendi sorunlarıyla başa çıkmak için içe dönmesi muhtemeldir. Avrupa’nın da aynı şeyi yapmaktan başka çaresi kalmayacaktır ki bu da Ukrayna trajedisinin tek olumlu sonucu olabilir.

Konfüçyüs’ün 2,500 yıl önce söylediği üzere: “Eğer evde uyum varsa, uluslarda da düzen olacaktır. Uluslarda düzen olduğunda, dünyada da barış olacaktır.”

Çeviri: Derya AZER