Home Blog Page 16

Uluslararası İlişkiler #101 Sertifika Programı Başvuruları Başladı!

0
Uluslararası İlişkiler #101 Sertifika Programı Başvuruları Başladı! 24 Nisan – 25 Mayıs arasında gerçekleşecek programda, farklı alanlarda uzman akademisyenler eğitim verecektir. Program, Pazartesi ve Perşembe günleri saat 21’de online olarak gerçekleştirilecektir. Sertifika programına ilgi duyan herkes başvurabilir, ön başvuru kriteri bulunmamaktadır. Program sonunda katılımcılara sertifika verilecektir. Katılımcıların O-Eğitim sistemi üzerinden başvuru yapmalı gerekmektedir. 

Başvuru Linki

Program İçeriği:

1- Metodoloji Eğitimi –  24 Nisan Pazartesi – 21.00

2- Küresel Güç Dengeleri –  27 Nisan Perşembe – 21.00

3- Göç Çalışmaları –  1 Mayıs Pazartesi 21.00

4- Uluslararası Hukuk –  4 Mayıs Perşembe – 21.00

5- Avrupa Çalışmaları –  8 Mayıs Pazartesi – 21.00

6- Uluslararası Örgütler – 11 Mayıs Perşembe – 21.00

7- Güvenlik ve Terörizm-  / 15 Mayıs Pazartesi – 21.00

8- İstihbarat Çalışmaları –  18 Mayıs Perşembe – 21.00

9- Siber Güvenlik –  22 Mayıs Pazartesi – 21.00

10- Uluslararası Politik Ekonomi –  25 Mayıs Perşembe

Önemli Tarihler: 

Başvuru Başlangıcı: 24 Mart 2023 Cuma

Başvuru Bitişi: 23 Nisan 2023 Pazar

Program Başlangıcı: 24 Nisan 2023 Pazartesi

Program Bitişi: 25 Mayıs 2023 Perşembe

* Programda eğitimci olan akademisyenler mesai saatleri dışında gönüllü olarak programa katkı vermektedir. 

Çeviri: Biden’ın Dışişleri Bakanlığı’nın Yeniden Yapılanmaya İhtiyacı Var

“Hükümetin yürüttüğü diplomasi, demokrasi üzerine söylediği zaman israfı sözler dışında düşük bir performans gösterdi.”

Bu yazı, Stephen M. Walt’ın[1] Foreign Policy için kaleme almış olduğu “Biden’s State Department Needs a Reset” başlıklı makaleden çevrilmiştir. Yazının aslına aşağıdaki bağlantıdan erişebilirsiniz.

Biden’s State Department Needs a Reset

Amerika’nın diplomatik kurumlarının, bilhassa da Dışişleri Bakanlığı’nın kaynak yetersizliğine sahip olduğu herkes tarafından kabul edilen bir gerçek. Dışişleri Bakanlığı veya Uluslararası Kalkınma Ajansı bütçelerini, Savunma Bakanlığı ya da istihbarat servislerine ayrılan finansmanla karşılaştırdığınızda bu durum daha da ayyuka çıkmaktadır. Özellikle de Amerika’nın ulvi küresel emelleri göz önünde bulundurulduğunda, bu durumun netliği daha da kendini göstermektedir. Yalnızca bütçe değil, Başkan’ın ve Dışişleri Bakanı Antony Blinken gibi üst düzey kabine yetkililerinin vakitleri de en kıt kaynak olarak karşımıza çıkmaktadır.

Durum böyleyken, Biden yönetimi neden ikinci bir Demokrasi Zirvesi’ne zamanını ayırdı peki? Buradaki mesele sadece ABD Başkanı Joe Biden, Blinken ve diğer üst düzey yetkililerin bu laf ebeliğine ayırdıkları zaman da değil. Böyle bir etkinliği organize etmek, başka sorunları ele almak için kullanılabilecek yüzlerce saatlik personel mesaisini de heba etmiş oldu.

Bu konuyu gündeme getirmemin nedeni, Biden yönetiminin diplomasiyi ABD dış politikasının merkezine koyma sözü vererek göreve başlamış olmasına rağmen, ilk iki yılı aşkın süre boyunca diplomatik alanda çok az başarı göstermiş olmasıdır. İşin iyi tarafı, ABD’nin müttefikleri, Biden ve Blinken ile eski Başkan Donald Trump ve eski Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ile olduğundan çok daha rahatlar ve yönetimin başlangıçtaki hatalarından bazılarını (2021’deki AUKUS denizaltı anlaşması sırasında Fransızların gereksiz yere küçümsenmesi gibi) görmezden gelmeye hevesliler. Ancak iyileştirilmiş birtakım imajlar dışında, yönetimin diplomatik sicili pek etkileyici sayılmaz.

Sorunun bir kısmı da Biden ve ekibinin benimsediği “demokrasi ve otokrasi” çerçevesidir. Demokrasiyi herkes kadar ve hatta bazılarından daha bile fazla seviyorum, ancak bu ikilem, ABD diplomasisi için çözdüğünden daha fazla sorun yaratıyor. Bu durum, ABD’nin dünyadaki demokrasilerden sayıca fazla olan ve büyük güçler arasındaki rekabet arttıkça yardımları değerli olabilecek otokratik hükümetlerle daha etkin bir şekilde çalışmasına yardımcı olmuyor. Söz konusu ikilem, ABD’yi ikiyüzlülük suçlamalarına maruz bırakıyor ve Washington’un demokratik müttefiklerini öyle pek motive ediyor gibi de görünmüyor. Misal, Avrupalı liderler, (otokratik) Çin ile ekonomik çıkarlarını korumak için Pekin’e seyahat etmeye devam ediyor, neticede bu durum “demokrasiye karşı otokrasi” modeliyle taban tabana çelişen bir tutum. Benzer şekilde, (büyük ölçüde) demokratik Hindistan’ın başkanı Narendra Modi, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in üst düzey ulusal güvenlik danışmanlarından biriyle görüşebiliyor.

Bununla birlikte, yönetimin gündemindeki diğer maddeler de henüz yerine getirilmemiş durumda. Biden, selefinin ahmakça çekildiği İran’la Nükleer Anlaşması’na yeniden katılacağını söyleyerek göreve geldi. Ancak Biden bu konuda oyalandı ve gecikti, o sırada İran’ın konudaki tutumu sertleşti ve artık yeni bir nükleer anlaşmanın olmayacağı ortada. Sonuç mu? İran nükleer silah kapasitesine her zamankinden daha yakın ve bu da ne ABD yönetiminin ne de dünyanın şu anda hiç de gerek duymadığı bir Orta Doğu savaşı riskini artırıyor.

Daha da kötüsü, Biden ve Blinken çeşitli Orta Doğu müttefikleri tarafından defalarca küçük düşürüldü. Mısır hükümeti, ABD’nin ekonomik yardımlarını cebe indirmeye devam ederken, ABD’nin insan hakları konusundaki endişelerini sürekli olarak görmezden geliyor. Biden, muhalif gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesi nedeniyle Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ı afaroz etme yönündeki kampanya vaadini tersine çevirdi, ancak “tüm dünyanın tanıklık ettiği” yumruk tokuşturması, Suudileri ne enerji fiyatlarının düşürülmesine yardımcı olmaya ne de Ukrayna’yı işgalinin ardından Moskova’ya herhangi bir baskı yapmaya ikna etmedi. Daha beteri, Suudiler Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ile yakınlaşmaya devam ediyor. Bu hafta Suudi Aramco, petrol konusunda Çin’le iki yeni yatırım anlaşması yaptığını duyurdu (bu anlaşmalar arasında Çin’de bir rafineri inşa etmek de var) ve Suudi Arabistan ile İran arasında yakın zamanda gerçekleşen yumuşamaya aracılık eden de ABD değil Çin oldu. Çinlileri ya da Suudileri kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettikleri için suçlamıyorum ancak tüm bunları ABD diplomasisinin zaferi olarak okumak zor.

Biden ve Blinken, ABD’nin İsrail ile ilişkilerinde yaşanan krizden doğrudan sorumlu değiller -İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun “yargı reformu” önerisi kabahatin çoğunu hak ediyor- ancak İsrail’e karşı hoşgörülü tutumları, muhtemelen Netanyahu’nun bundan paçasını kurtarabileceğini düşünmesine neden oldu. Biden ve Blinken başından beri İsrail’e sevgi gösterisinde bulundular: Trump’ın ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararını geri çevirmediler, Filistinliler için yeniden konsolosluk açma sözlerini yerine getirmediler ve İsrail’in Batı Şeria’yı sömürgeleştirme çabalarına karşı sadece alışıldık mülayim “endişe” ifadelerini sundular.

Biden ve Blinken, ABD’yi İsrail’in giderek endişe verici hale gelen davranışlarından uzaklaştırmak yerine, ABD’nin “demir gibi sağlam” taahhüdüne ilişkin alışılagelmiş klişeleri tekrarlayıp durdular ve artık efsanevi bir mahluka dönüşmüş iki devletli çözüm önerisine olan inançlarının devam ettiğini ifade ettiler. Netanyahu’nun ABD desteğini riske atmadan İsrail demokrasisine yönelik tartışmalı saldırısını sürdürebileceğini düşünmesine şaşmamalı. Üstelik Biden bu hafta başında nihayet kimi ılımlı eleştirilerde bulunduğunda Netanyahu, bu eleştirilere, “İsrail, kendi kararlarını kendisi verir” şeklinde karşılık verdi. İşte koşulsuz desteğin size kazandırdığı diplomatik ağırlık ancak bu kadardır.

Bu esnada, ABD küresel barış inşa edici rolünü terk ediyor gibi görünüyor. Bir zamanlar silah kontrolünü en önemli önceliği haline getiren ve Mısır-İsrail barış anlaşmasına, Hayırlı Cuma (Belfast) Anlaşmasına ve Balkan Savaşlarının sona ermesine aracılık eden ülke, artık çatışmaları sona erdirmekle ilgilenmiyor. Netice daha fazla ölüm ve yıkım olsa bile, kendi tercih ettiği tarafın kazanmasına yardımcı olmakla ilgileniyor. Quincy Enstitüsü’nden Trita Parsi’nin geçen hafta belirttiği üzere: “Amerika barışçılığın erdemlerinden vazgeçmiş görünüyor… Bugün liderlerimiz kalıcı bir barış tesis etmekten ziyade, çatışmada ‘bizim’ tarafın pozisyonunu güçlendirmesine yardımcı olmak için aracılık ediyor.”

ABD diplomasisi Çin ile ilişkilerde de yetersiz kalıyor. Blinken’in 2021’de ifade ettiği gibi, yönetimin Çin’e yönelik şiarı, ABD’nin “olması gerektiği zaman rekabetçi, olabildiği zamanlarda işbirlikçi ve gerektiğinde de hasmane olacağı” yönündeydi. Ancak birinci ve üçüncü maddeler ön plana çıktı ve ortak bir zemin bulma ve giderek yoğunlaşan güvenlik rekabetini yönetme çabaları çok düşük bir seviyede gerçekleşti. Elbette suçun bir kısmı Pekin’e ait, ancak bu kritik ikili ilişkinin nasıl yönetilebileceği ya da geliştirilebileceği konusunda yaratıcı düşünmeye dair çok az emare görüyoruz.

Yine de gelişmeler o kadar da kötü değil: ABD’nin Japonya ve Avustralya gibi halihazırdaki Asyalı ortaklarıyla ilişkilerini güçlendirme çabaları, Çin’in düşüncesizce sergilediği agresif tavrın da etkisiyle iyi gitti. Ancak Biden yönetiminin gelişmiş çiplere ihracat kontrolleri uygulayarak ve ABD dijital endüstrilerini sübvanse ederek Çin’i zayıflatmaya yönelik daha geniş kapsamlı çabaları, yine bu ortaklara önemli maliyetler de yükledi. Bunun yanında Asya’nın yanı başında gelecekteki bir çatışmaya ilişkin endişelerini de artırdı.

Biden kabinesi, Çin’in Hint-Pasifik’te yükselen ekonomik etkisine karşı etkili bir karşılık formüle edemedi. Trump’ın 2017’de Trans-Pasifik Ortaklığı’nı terk etme yönündeki kötü düşünülmüş kararının sorumlusu Biden değil, ancak yönetimin bunun yerine koyduğu ve nihayet geçen yıl uygulamaya başladığı Hint-Pasifik Ekonomik Çerçevesi, Asya’nın geneli nezdinde solda sıfır kalmış gibi gözüküyor.

Yönetimin ilk diplomatik başarılarından biri Hazine Bakanı Janet Yellen’in çok uluslu şirketlere, küresel bir asgari vergi için çok taraflı anlaşma zeminini müzakere etme çabasıydı (böylece düşük vergili offshore yerlerde kâr beyan ederek vergi kaçırmalar önlenecekti). Yellen’i bu konuda tebrik ederim ancak bu tasarı şu anda Kongre’de ölümüne terk edilmiş bir halde bekletiliyor ve hiçbir zaman yürürlüğe girmeyebilir. Yönetimin nispeten daha başarılı sayılabilecek ulusal tedbirleri, bilhassa da Enflasyonu Düşürme Yasası, bu önlemleri, ABD endüstrisini kendilerini tehlikeye atmak pahasına destekleme girişimi olarak gören ABD’li müttefiklerle ciddi sürtüşmeler yarattı.

“Ama bir dakika?” dediğinizi duyar gibiyim. Peki ya ABD diplomasisinin Rusya’nın Ukrayna’yı yasadışı işgali karşısında Batı’nın tepkisini organize etmekte oynadığı kritik rol? Ya da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Moskova’nın eylemlerini kınayan oylamalar? Tüm bunlar, Amerika’nın artık geri döndüğünü ve diplomatlarının işlerini mükemmel bir beceriyle yaptıklarını kanıtlamıyor mu?

Hem evet hem de hayır. Bir yandan, Biden ve kabinesi işgale karşı Batı’nın eşgüdümlü bir tepki vermesine öncülük etti ve bu kolay olmadı. Fakat nihayete eren bir şey yok ve bu çabanın neticesi de belirsizliğini koruyor. Acı gerçek şu ki, Rusya’nın Donbass’ın bir kısmını ya da tamamını kontrol ettiği ve Ukrayna’nın nüfusunun azaldığı ve ağır hasar gördüğü uzun süreli bir savaş, büyük bir dış politika başarısı gibi görünmeyecektir. Hepimiz bunun gerçekleşmemesini ümit ediyoruz, yine de bu göz ardı edilebilir bir ihtimal kesinlikle değil.

Üzücü olan şu ki Biden yönetimi, en azından kısmen kendi yarattığı bir soruna yanıt vermekte mükemmel bir iş çıkardı. Ukrayna savaşının kökleri Biden’ın göreve başlamasından öncesine dayanıyor ancak ne Biden ne de Blinken savaşın bu kadar erken geleceğini öngöremedi. Rusya’nın, Ukrayna’daki gidişatı varoluşsal bir tehdit olarak gördüğünü fark etmediler ve savaşı önlemek için yapabilecekleri pek çok şeyi yapmadılar. ABD’li yetkililer (hem geçmiş dönem hem de şimdikiler) bu trajedinin yaşanmasında ABD veya Batı siyasetinin herhangi bir rolü olduğunu inkâr etmek için büyük çaba sarf ettiler, ancak İngiliz tarihçi Geoffrey Roberts’ın Journal of Military and Strategic Studies’te yakın zamanda yayınlanan makalesi gibi objektif kanıtlara bakıldığında bunun tam tersi görülüyor. Daha önce de ifade ettiğim üzere: “Putin savaştan doğrudan sorumludur, ancak Batı da suçsuz değildir”.

ABD ve Avrupalı müttefikler, Rusya’nın güvenlik kaygılarını gidermek için daha ciddi ve yaratıcı bir girişimde bulunmuş olsalardı ve Ukrayna’nın günün birinde NATO’ya katılacağı yönündeki inatçı ısrarlarından vazgeçmiş olsalardı belki de savaş önlenebilirdi. Ancak bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Rusya’yı önleyici bir savaş başlattığı için, ki bu uluslararası hukuka göre yasadışı bir eylemdir, ya da savaşı yürütme biçimi nedeniyle suçsuz bulmuyorum. Fakat bu savaşın dünya ve en çok da Ukrayna için doğuracağı sonuçlar düşünüldüğünde, ABD’nin bu savaşı engellemek için elinden geleni yapmaması bugüne kadar olduğundan daha fazla eleştirel incelemeyi hak ediyor.

Adil davranmak gerekirse, Birleşik Devletler diplomatlarının hayal kırıklığı yaratan performansı tamamen onların kabahati değil. Amerika’nın küresel hedefleri çok büyük olmasından kaynaklı, en tepedeki insanların; zaman, enerji ve taahhütlerine hitap etmek bir yana, pek çok sorunun yeterli düzeyde ilgi görmeyeceği muhakkaktır. Washington’un hedefleri ne kadar büyük ve geniş olursa, bunlar arasındaki dengeleri uzlaştırmak da, net ve tutarlı bir öncelikler dizisini sürdürmek de o bir o kadar zorlaşır. Bu, bazılarımızın daha fazla dış politika kısıtlaması için tartışmaya devam etmesinin (çok sayıdaki) nedenlerinden yalnızca biridir. Örneğin, ABD dış politikası daha az şey yapıp hayati önem taşıyan şeyleri iyi yaparak kesinlikle başarılı olabilir.

Bu da beni Demokrasi Zirvesi konusuna geri getiriyor. Katılım kriterlerinin uyumsuzluğu ve bazı sorunlu demokrasilerin (Fransa, İsrail, Brezilya, Hindistan, ABD, vs.), demokrasinin erdemlerini övmek için bir araya gelmesinin tuhaflığı göz ardı edilse bile, bu çabadan ne kazanılacağı belirsiz. İlk zirve neredeyse yirmi yıldır devam eden düşüş eğilimlerini tersine çevirmedi, bu da ikinci bir toplantının nereye varacağı konusunda merak uyandırıyor. Bir grup nüfuz sahibi yetkiliyi bir araya getirmek, birlikte yapabilecekleri ivedi ve somut bir şey olduğu takdirde anlamlıdır. Tıpkı 1944’teki Bretton Woods Konferansı, 1991’deki Madrid Konferansı ya da 2015 Paris İklim Konferansında olduğu gibi. Benzer şekilde, Obama yönetiminin dört nükleer zirvesi, ki bunlar da yönetimin başlangıçtaki hedeflerinin her birini gerçekleştirememiştir, dünya çapında nükleer malzemeler üzerindeki denetimin iyileştirilmesine ve mevcut nükleer malzeme stoklarının azaltılmasına yönelik çeşitli somut sonuçlar üretti.

Anladığım kadarıyla, demokrasi zirveleri bu mütevazı başarıların bile çok gerisinde kalacak. Demokrasinin geleceğine daha fazla laf ebeliği katkıda bulunmayacaktır; demokrasilerin geleceği, daha ziyade, yurt içinde ve yurt dışında vatandaşları adına daha iyi neticeler üretip üretmeyeceğine bağlıdır. Başarmak için çok çalışmak gerekecek ancak en zengin demokrasilerin bile sonsuz zamanının ya da kaynağının olmadığı ortada. İşte bu nedenle ikinci Demokrasi Zirvesi’nin aynı zamanda sonuncu Demokrasi Zirvesi olmasını umuyorum.

Çeviri: Dr. Yunus KARAAĞAÇ

[1] Foreign Policy’de köşe yazarı ve Harvard Üniversitesi’nde Robert ve Renée Belfer Uluslararası İlişkiler profesörü olan Stephen M. Walt tarafından kaleme alınmıştır.

Aşırı Sağcı Şiddetin Küresel Boyutları: Rusya-Ukrayna Çatışması Bağlamında Yabancı Savaşçılar

Özet

Son zamanlarda, aşırı sağ ile özdeşleştirilen siyasi partilerin, hareketlerin ve terörizm biçiminde kendini gösteren şiddet eylemlerinin yükselişi görünür bir hale gelmiştir. Bununla birlikte, aşırı sağcı ideolojilerden ilham alan bireyler ve gruplar tarafından uygulanan şiddet biçimi giderek daha fazla ulusötesi bir karakter kazanmaya başlamıştır. Bu bağlamda, çalışma ile Rusya ve Ukrayna arasında sürmekte olan çatışma çerçevesinde yabancı savaşçılar fenomeni ele alınarak, şiddet yanlısı sağ aşırıcılığın küresel niteliklerine ışık tutabilmek amaçlanmıştır.

Anahtar Kelimeler: Aşırı Sağcı Şiddet, Yabancı Savaşçı, Rusya-Ukrayna Krizi

Abstract

Recently, the rise of movements, political parties, and violent acts manifested in the form of terrorism associated with the far-right has become visible. Particularly, violence perpetrated by individuals and groups inspired by right-wing ideologies has increasingly taken on a transnational character. In this context,  it was aimed to shed light on the global dimensions of  violent far-right extremism by examining the phenomenon of foreign fighters in the framework of the ongoing conflict between Russia and Ukraine.

Keywords: Far-Right Violence, Foreign Fighter, The Russian-Ukrainian Crisis

 

Giriş

11 Eylül 2001 tarihinde New York’taki İkiz Kuleler’e ve ABD savunmasının merkezi Pentagon’a düzenlenen saldırıları takiben küresel terörizm, devletler özelinde ve uluslararası sistemin genelinde başlı başına bir gündeme sahip olmuştur. Ne var ki yakın zamana kadar akademisyenler, politika yapıcılar ve güvenlik güçleri tarafından İslami köktendincilik temelinde din motivasyonlu radikalleşme ve şiddet olgusu merkezi bir konuma oturtulmuştur. Siyaset sahnesinde yaşanan gelişmelerle birlikte terörizmle mücadele söyleminin kapsamı genişletilerek devam ettirilmiş olmakla beraber, İslamcı veya cihatçı terörizm olarak tanımlanan şiddet biçimine yönelik ilgi halen ağırlığını korumaktadır. Günümüzde sağ kanat ideolojilerin yükselişinin ve bu türden eğilimlerle gerçekleştirilen saldırıların yadsınamaz bir şekilde görünür olmasıyla uluslararası alanda farkındalığın kademeli olarak hissediliyor olmasına rağmen, konunun küresel çaptaki dinamizminin tüm boyutlarıyla ele alınmasına yönelik ihtiyaç giderek artmaktadır. Bu bağlamda, neredeyse tekil bir biçimde İslamcı hareketlerle ilişkilendirilen yabancı savaşçı meselesi, Rusya ve Ukrayna arasındaki kriz kapsamında analiz edilerek, şiddet yanlısı sağ aşırıcılığın giderek ulusötesi bir form alan yapısı aydınlatılmaya çalışılacaktır.  

 

Aşırı Sağcı Şiddetinin Küresel Dinamikleri

Aşırı veya radikal sağ terörizmi olarak anılan terim, geniş bir ideoloji yelpazesini kapsamakla birlikte en genel haliyle ”Kendi ırkı veya milleti için bir tehdit olarak addedilen (farklı kültür, din, milliyet veya cinsel yönelimleri içeren) siyasi ve etnik bir düşmanla mücadele etmek amacıyla şiddeti meşru bir araç olarak gören” bireyleri, grupları ve organizasyonlar ağını içermektedir (Koehler, 2014). Son yıllarda, genel olarak dünya üzerinde ve bilhassa Batı demokrasileri özelinde büyük bir bölümünü beyaz üstünlükçülerin oluşturduğu şiddet vakalarının sayısında ve ölümcüllüğünde yadsınamaz bir yükselişe tanık olunmuş (START, 2020) ve bu durum, terörizmle mücadelenin küresel ölçekte stratejik bir önem kazandığı 11 Eylül saldırıları ile birlikte İslamcı aşırıcılığı ve terörizmi odak noktasına koyan uluslararası arenada yankı uyandırmaya başlamıştır (CTED, 2020). Bahsi geçen süreçte radikal sağ motivasyonlarla gerçekleştirilen eylemlerin; sıklıkla vuku bulmasına ve kimi zaman İslamcı terörizmle ilişkilendirilen saldırı rakamlarını aşabilmesine karşın çok daha düşük yoğunluklu hasara yol açmaları, söz konusu ihmalin temel gerekçelerinden biri olarak öne çıkmıştır (ICT, 2020). Ne var ki, pek çok toplu ölümle sonuçlanan aşırı sağ şiddetinin gözler önüne serilmesiyle artan farkındalığa rağmen uzun süreli ilgi eksikliği sorunun tüm boyutlarıyla kavranabilmesinde önemli engellerden birini teşkil etmektedir. 

Bu bağlamda aşırı sağ kaynaklı şiddet eylemlerinin, küresel terörizm modelinin bir parçası olarak ele alınması yerine sıklıkla bireysel ve lidersiz saldırılar şeklinde karakterize edilen tek aktör veya yalnız kurt terörizmi olarak tanımlanan izole şiddet olayları kapsamında değerlendirilen yaygın bir anlayışın varlığı dikkat çekmektedir (Ganor, 2021). Ancak teknolojik gelişmelere bağlı olarak çevrimiçi toplulukların fiziksel mesafe engelleriyle kısıtlanmış olmadıklarını göz önünde bulundurmak gerekmektedir (Gill vd,. 2017; Hartleb, 2020). Diğer bir deyişle dijital ağlar, çeşitli oluşumların dünyanın dört bir yanından propagandalarını yayabilmelerini, üye devşirebilmelerini ve onları radikalleştirebilmelerini, taktik ve operasyonel tavsiye alışverişinde bulunabilmelerini, üyelerine kolluk kuvvetlerinden ve terörle mücadele operasyonlarından kaçınma eğitimi verebilmelerini; çabalarını finanse edebilmelerini ve birbirleriyle koordinasyon sağlayabilmelerini mümkün kılmaktadır. Böylece aşırı sağ terörizminin ulusötesi yapılanmasına yönelik önemli çalışmalar ortaya konmaktadır. Örneğin aşırı sağcı saldırıların işleyiş biçiminde, özellikle Anders Behring’in 2011’de sebebiyet verdiği katliamdan bu yana, saldırganların rol modellerinin eylemlerinden ilham aldıkları, taklitçi terörizm olarak nitelendirilen bir akımın hüküm sürdüğüne dair değerlendirmeler dikkat çekmektedir. Bu anlamda aşırılık yanlısı internet forumlarında çevrimiçi olarak bir hayli uzun manifestoların yayınlanması, söz konusu metinlerdeki müşterek anlatılar, saldırganların birbirlerini referans aldıklarına ilişkin ifadeler, kullanılan silahların üzerindeki ortak simgeler ve canlı yayınla yapılan saldırıların giderek artan küresel bir izleyici kitlesine erişmesi gibi pek çok göstergenin, münferit eylemler çerçevesinde ele alınan saldırıların bir çoğunun küresel bir ilham ağının parçası olarak yorumlanabileceğine ilişkin analizler son derece mühimdir (ICTT, 2019; GSCP 2020). Dolayısıyla elektronik ortamların kolaylaştırdığı yatay örgütlenme modellerine yönelik kanıtlar, şiddet yanlısı aşırı sağcı ideolojinin belirli bir yönlendirici kadrosu veya lideri olmamakla birlikte ulusötesi boyutlara sahip olabileceğini yansıtan kayda değer veriler olarak öne çıkmaktadır. 

Gerek dünya üzerinde radikal sağ eğilimlerle gerçekleştirilen terörist saldırılardaki yükseliş ve neden oldukları can kayıplarındaki artış, gerekse bireysel saldırganların aralarında benimsediği ortak bir duygunun varlığı, ilham döngüsü ve karşılıklı bağlantılar aracılığıyla örgütlenme yöntemleri, şiddet yanlısı sağ aşırıcılığın büyüyen, ölümcülleşen ve giderek ulusötesi bir forma dönüşen bir olguya işaret ettiğini göstermektedir. Bu bağlamda, aşırı sağcı hareketlerin küresel doğası ve uluslararası siyasette giderek artan önemini aydınlatabilmek adına Rusya ve Ukrayna arasında süregelmekte olan kriz bağlamında, sağ yönelimli yabancı savaşçılar ve sınıraşırı ağları mercek altına alınacaktır.

 

Yabancı Savaşçılar Fenomeni: Rusya-Ukrayna Çatışması

Yabancı savaşçı ve yabancı terörist savaşçı kavramları birbirlerinin yerine yaygın olarak kullanılmakla beraber, literatürde bu mefhumlar üzerine tanımsal tartışmalar söz konusudur. Bu anlamdaki kavramsal ayrıma bakıldığında, ilkinin kendi ülkeleri veya mutad meskenleri dışında bir sivil çatışmaya katılma amacıyla seyahat eden kişileri işaret ettiği, ikincisinin ise kendi coğrafyaları dışındaki başka bir bölgeye terörist faaliyette bulunmak niyetiyle yolculuk edenleri kastettiği görülmektedir. Ancak, böylesine bir sınıflandırmanın sınırlarının net bir biçimde çizilebilmesinin bir hayli güç olduğunun altını çizmek gerekir; zira mali, siyasi veya ideolojik çıkarlar önemli ölçüde örtüştüğünde yabancı savaşçılar da terörist olarak kabul edilebilmektedir (UNODC, 2018). Söz konusu belirsizlik, genel olarak terörizmin ve terörist faaliyetlerin tanımlanmasındaki ihtilaflı durumdan kaynaklanmakta olup başka bir tartışmanın konusu olmakla beraber meselenin bu çalışmadaki önemi ister savaşçı ister terörist olarak kategorize edilsin dünya üzerindeki şiddet içerikli eylemlerin yükselişindeki ve ulusötesileşmesindeki taşıdığı potansiyel ve dolayısıyla sebebiyet verdiği insani sonuçlardır. 

Yabancı savaşçı olgusunun tarihsel olarak yeni bir mesele olmamasının yanı sıra milenyumun ikinci on yılından beri süregelmekte olan Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde yaşanan karışıklık bağlamında, uluslararası arenanın en önemli gündemlerinden birini oluşturmaktadır. 2011 yılında patlak veren Suriye iç savaşı ile beraber bölgedeki istikrarsızlık ortamında tezahür eden Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) oluşumunun yükselişi ve küresel cihat ilan etmesi sonucunda gerek çatışma alanına farklı coğrafyalardan katılımcılar söz konusu olmuş gerekse dünyanın muhtelif bölgelerinde ilişkili şiddet eylemleri gerçekleştirilmiştir. Bu ortamda, ”yabancı terörist savaşçı” terimi ilk defa resmi olarak Ağustos 2014’te Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) tarafından hükümetlerarası bir belgede kullanılmıştır (UNSC, 2014a). Akabinde Eylül 2014’te 2178 sayılı kararla kavramın tanımı yapılmış ve gayrimeşru ilan edilmiştir. Buna göre yabancı terörist savaşçılar; “silahlı çatışma ile bağlantılı olanlar da dahil olmak üzere terör eylemlerinin işlenmesi, planlanması ya da hazırlanması veya bunlara katılım veya terör eğitimi sağlanması ya da alınması amacıyla; ikamet ettikleri veya uyruğu oldukları devletlerden başka bir devlete seyahat eden veya seyahat etmeye teşebbüs eden vatandaşlar ve diğer kişiler” şeklinde değerlendirilmiştir (UNSC, 2014b). 

Bu bağlamda, yabancı savaşçı fenomeninin uluslararası siyasette yoğun güvenlik endişeleri uyandırmasının başlıca nedenlerinden kısaca bahsetmek gerekir (ICTT, 2017). İlk olarak, çatışma alanlarına katılım göstermek amacıyla yolculuk eden insanların bölgedeki şiddet düzeyini ve zarar gören sivil popülasyonları artırabileceğini dikkat çekilmektedir. İkincisi, bu kişilerin bulundukları çatışma ortamında silahların kullanımını ve askeri taktikleri öğrenmeleri yüzünden şiddet yanlısı örgütlerin uluslararası ağlarını güçlendirebilecekleri üzerinde durulmaktadır. Üçüncüsü ise çatışma bölgelerinden mutad ülkelerine geri dönen yabancı savaşçıların, kendi ülkelerindeki potansiyel saldırganlara finansal ve lojistik destek sağlayan hücreler ve ağlar inşa ederek diğer bireyleri radikalleştirebilecekleri endişesi öne çıkmaktadır. Ayrıca, geri dönenlerin çatışmaların ardından travma sonrası stres bozukluğu yaşayabileceklerine ve bireysel terör saldırıları gerçekleştirebileceklerine yönelik kaygılar söz konusudur. Son olarak, yabancı savaşçıların döndüklerinde neden olabilecekleri radikalleşmenin ve şiddet döngüsünün toplumsal kutuplaşmaya sebebiyet verebileceği vurgulanmaktadır. Ne var ki, tüm bu güvenlik endişelerinde İslamcı köktendincilik ile ilişkili gruplara ve şiddet olaylarına neredeyse tekil bir odak konulması, farklı şiddet biçimleri kapsamında yabancı savaşçı meselesinin ciddi bir biçimde ihmal edilmesi göze çarpmaktadır (Tınas, 2020). Bu anlamda çalışma ile şiddet içerikli aşırılık yanlılarının tüm boyutlarıyla ele alınabilmesi adına Rusya-Ukrayna krizi çerçevesinde, radikal sağ  yönelimli yabancı savaşçıların analiziyle, böylesine oluşumların ulusötesi ağlarının çoğalmasına ve güçlenmesine ışık tutulmaya çalışılacaktır. 

 

Rusya-Ukrayna Savaşı

2014’te Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesinin ardından Kiev ile, Rus destekli ayrılıkçıların yanı sıra, Kremlin arasında patlak veren çatışma; 2022 senesinde Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik tam kapsamlı askeri müdahalesiyle sonuçlanmıştır. Bu bağlamda, dünya çapındaki aşırı sağcı çevreler, başlangıcından beri bu çatışmayı, her iki tarafa da artan sayıda sempatizan kazandıran propagandaları ve anlatıları için değerli bir kaynak olarak kullanmaktadırlar. Seyahat sebebinin meşru gerekçelerle veya terör faaliyetinde bulunmak amacıyla yapılıp yapılmadığını, yolculuk öncesinde ya da sonrasında belirleyebilmenin bir hayli zor olması yüzünden hükümetlerin kesin sayılara sahip olamamaları ve hatta güvenlik endişeleri nedeniyle gerçek rakamları bilseler dahi paylaşmaktan genellikle çekinmeleri nedeniyle yabancı savaşçıların sayısını ve hangi ülkelerden geldiklerini tam olarak bilebilmek mümkün değilse de; çatışmanın doruk noktasına ulaşmasının hemen öncesinde, 50’den fazla ülkeden yaklaşık 17.000 insanın, savaş alanına seyahat ettiğine yönelik değerlendirmeler mevcuttur (Soufan Center, 2022). 

Çatışmanın Ukrayna yanlısı tarafında, pek çok aşırı sağ eğilimli oluşum kurulmuş ve küresel boyutta ilişkiler geliştirmişlerdir. Örneğin, bu örgütlerin en meşhurlarından biri olarak Azak Taburu, uluslararası ilişkilerini yönetmek için ”Batı Sosyal Yardım Ofisi” adıyla özel bir kanat kurmuştur. Sosyal yardım ofisinden özel görevliler, hareketin beyaz üstünlükçü misyonunu yaymak, yabancı savaşçıları cezbetmek ve saflarına katmak ve benzer düşünen diğer aşırılık yanlısı bireyler ve gruplarla bağlantı kurmak için Avrupa’yı dolaşarak sınıraşırı çapta faaliyet göstermektedirler. Bu bağlamda, Temmuz 2018’de, Thüringen’deki sağ yönelimli grupların toplandığı bir rock konserinde izleyiciler arasında dağıtılan ve okuyucuyu harekete katılmaya ve “Avrupa’yı yok olmaktan kurtarmaya” davet eden, Azak Taburu tarafından Almanca olarak hazırlanmış broşürler bulunmuştur (ICT, 2020, s. 10). Ayrıca, Eylül 2019’da bir ABD askeri, bomba yapımına ilişkin ayrıntılı talimatlar dağıtmış ve Ukrayna’ya gidip Tabur ile savaşma arzusunu beyan etmesi üzerine tutuklanmıştır. Dahası, Christchurch saldırganının olaydan hemen önce Ukrayna’ya gittiği ve bu Taburla ilişkiler geliştirdiği tespit edilmiştir. Üstelik, bu kişinin saldırısına ilişkin manifestosuna ilham veren Avusturya’daki aşırı sağcı Kimlikçilik Hareketi’ne 1.500 € bağışta bulunduğu rapor edilmiştir (Keatinge vd., 2019). Çatışmanın diğer tarafındaki Rus yanlılarının geliştirdiği uluslararası ilişkiler örneklerine bakıldığında ise çatışmanın en önemli aşırı sağcı örgütlerden biri olan Rus Emperyal Hareketi’nin (RIM), 2017’de İsveç’in Göteborg kentindeki bir mülteci merkezine düzenlenen saldırıdan sorumlu olan İskandinav Direniş Hareketi (NRM) gibi diğer Avrupalı ​​aşırı sağcı oluşumlarla bağlantıları ifşa edilmiştir (CARR, 2021). Özetle, cephenin her iki yakasında şiddet yanlısı aşırı sağcı örgütlerin küresel bağlarına yönelik derinlemesine bir inceleme yapıldığında, bu türden örneklerin münferit olaylarla sınırlı olmadığı bir hayli dikkat çekmektedir. 

Böylece aşırı sağcı hareketlerin dikey koordinasyon yöntemleri olmaksızın, küresel çapta örgütlenme modellerine sahip olabilecekleri göz önüne alınmalıdır. Böylesine bir durum, şiddet yanlısı sağ aşırıcılığın karmaşıklığı kadar, onun ulusötesi karakterini de ortaya koymaktadır. Savaşın her iki cenahında çeşitli oluşumlar, süregelen çatışmayla ilgili olarak farklı anlayışlara sahip olmakla ve bir liderleri bulunmamakla birlikte, bu üstünlükçü hareketler arasında önde gelen bütünleştirici ortak ideolojinin gözden kaçırılmaması gerekmektedir. Bu anlamda hakim ideoloji; bireylerin anavatanlarına yönelik etnik çatışma tehdidi altında olduklarına ilişkin giderek artan bir şekilde paylaşılan takıntıdır ve dolayısıyla, çatışma bölgelerinin savaş deneyimi kazanılması için bir eğitim alanı olarak kullanılması gerektiğidir (Brzuszkiewicz, 2022). Kısaca karşıt taraflar arasındaki çatışma tiyatrosunda Rusya-Ukrayna savaşı dünyanın dört bir yanından yabancı savaşçıları çekerek eğitilmelerinde ve şiddet düzeyinin tırmanmasında oynadığı rol ile şiddet yanlısı sağ aşırıcılığın ulusötesi ideolojik yapısını yansıtmakta ve bu yapıyı güçlendirmektedir.   

 

Sonuç

Rusya ve Ukrayna arasındaki sürmekte olan çatışma kapsamında, radikal sağ motivasyonlu yabancı savaşçılar meselesinin analizi ile şiddet yanlısı aşırı sağcı yapılanmalar ve uluslararası bağları görünür olmaktadır. Cihat taraftarlarının çatışma alanlarını kullanmalarına benzer bir biçimde, aşırı sağcı şiddet yanlılarının Kiev ve Kremlin arasındaki çatışmayı insan toplanmak, savaş eğitimi vermek ve deneyimi kazandırmak için güvenli bir sığınak olarak benimsedikleri ortaya çıkmaktadır. Sonuç olarak, küresel çapta yabancı terörist savaşçı olgusuna karşı mücadelenin başlatılmasından bu yana, uluslararası toplumun, ağırlıklı olarak belirli bir türdeki seferberlik çevrelerine odaklanması ve aşırı sağcı hareketlerin giderek artan ulusötesi yapısının yeterince aydınlatılamaması, şiddetin engellenmesine yönelik mücadelede işbirliği çabalarının önündeki en temel sorunlardan biri olarak öne çıkmaktadır. 

Eylül Çetin

TUİÇ Güvenlik ve Terörizm Araştırmaları 

Editör: Gizem Güven



Kaynakça

Brzuszkiewicz, S. (2022). The war in Ukraine through far-right and jihadist lenses. European View. 21(2), 163-170. 

Center for Analysis of the Radical Right. (2021, June). Extreme Right Foreign Fighters: Analysis and Policy Responses for a Multi-faceted Security Issue. CARR Policy Insight. Erişim Adresi:  https://usercontent.one/wp/www.radicalrightanalysis.com/wp-content/uploads/2021/06/Miotto-2021.pdf?media=1629311015 

Combating Terrorism Center. (2022, June). Career Break or a New Career? Extremist Foreign Fighters in Ukraine. CTC Sentinel Project. Erişim Adresi: https://ctc.westpoint.edu/wp-content/uploads/2022/06/CTC-SENTINEL-062022.pdf 

Counter-Terrorism Committee Executive Directorate. (2020, April). Member States Concerned by the Growing and Increasingly Transnational Threat of Extreme Right-Wing Terrorism. United Nations Security Council CTED Trends Alerts. Erişim Adresi:  https://www.un.org/securitycouncil/ctc/sites/www.un.org.securitycouncil.ctc/files/files/documents/2021/Jan/cted_trends_alert_extreme_right-wing_terrorism.pdf  

Ganor, B. (2021, April). Understanding the Motivations of ”Lone Wolf” Terrorists. Perspectives on Terrorism. 15(2 ), 23-32. 

Geneva Centre for Security Policy. (2020, July). White Crusade: How to Prevent Right-Wing Extremists from Exploiting the Internet. GCSP Strategic Security Analysis. Erişim Adresi: https://dam.gcsp.ch/files/doc/white-crusade-how-to-prevent-right-wing-extremists-from-exploiting-the-internet 

Gill, P., Corner E., Conway, M., Thorton, A., Bloom, M. & Horgan, J. (2017). Terrorist Use of the Internet by the Numbers: Quantigying Behaviours, Patterns, and Processes. Criminology and Public Policy, 16(1), 99–117.

Study of Terrorism and Responses. (2020). Global Terrorism Index: Measuring The Impact of Terrorism. Erişim Adresi: https://reliefweb.int/report/world/global-terrorism-index-2020-measuring-impact-terrorism  

Hartleb, F. (2020). Lone Wolves: The New Terrorism of Right-Wing Single Actors. Springer.

International Institute for Counter-Terrorism (2020). The Far Right — Ideology, Modus Operandi and Development Trends. Erişim Adresi: https://www.jstor.org/stable/pdf/resrep30906.5.pdf?refreqid=excelsior%3Ac7b11d42644cf7b3f8b78984b05fb8af&ab_segments=&origin=&initiator=&acceptTC=1 

International Center for Counter-Terrorism. (2017, June). The Four Dimensions of the Foreign Fighter Threat: Making Sense of an Evolving Phenomenon. ICTT Policy Brief. Erişim Adresi: https://www.icct.nl/sites/default/files/import/publication/ICCT-Reed-Pohl-The-Four-Dimensions-of-the-Foreign-Fighters-Threat-June-2017.pdf 

(2019, September). Extreme-Right Violence and Terrorism: Concepts, Patterns, and Responses. ICTT Policy Brief. Erişim Adresi: https://www.icct.nl/sites/default/files/import/publication/Extreme-Right-Violence-and-Terrorism-Concepts-Patterns-and-Responses-4.pdf 

Keatinge, T., Keen, F. & Izenman, K. (2019). Fundraising for Right-Wing Extremist Movements: How They Raise Funds and How to Counter It. The RUSI Journal, 164(2), 10-23. 

Koehler, D. (2014). German Right-Wing Terrorism in Historical Perspective. A First Quantitative Overview of the ”Database on Terrorism in Germany (Right-Wing Extremism)” – DTG Project”. Perspectives on Terrorism, 8(5),  48-58.

MacKenzie, A. and Kaunert, C. (2021). Radicalisation, Foreign Fighters and the Ukraine Conflict: A Playground for the Far-Right?.  Social Sciences10(116), 1-16.

The Soufan Center. (2022, April). Foreign Fighters, Volunteers, And Mercenaries: Non-State Actors and Narratives in Ukraine. TSC Special Report. Erişim Adresi https://thesoufancenter.org/wp-content/uploads/2022/04/TSC-Special-Report_Ukraine_April-2022.pdf  

Tınas, M. (2020). Broadened Perspective On Foreign Terrorist Fighters in Syrian Civil War. Liberal Düşünce Dergisi, 25(97), 131-146.

United Nations Security Council (2014a). Resolution 2170, S/RES/2170 (Syria and Iraq). UNSC Adopted on 15 August 2015. Erişim Adresi: https://www.globalr2p.org/resources/resolution-2170-syria-and-iraq-s-res-2170/ 

(2014b). Resolution 2178, S/RES/2178, UNSC Adopted on 24 September 2014. Erişim Adresi: https://documents-dds-ny.un.org/doc/UNDOC/GEN/N14/547/98/PDF/N1454798.pdf?OpenElement 

United Nations Office on Drugs and Crime. (2018, June). Investigation, Prosecution and Adjudication of Foreign Terrorist Fighter Cases for South and South-East Asia. Erişim Adresi: https://www.unodc.org/documents/terrorism/Publications/FTF%20SSEA/Foreign_Terrorist_fighters_Asia_Ebook.pdf 



Avrupa’da Yükselen Milliyetçilik Perspektifinden Türkiye’nin AB Üyelik Süreci

Özet

Fransız Devrimi’nin getirdiği en önemli kavramlardan biri olan milliyetçilik, ulus-devlet inşası ile aşırı milliyetçiliğin de yaşanmasına sebep olmuştur. Bu aşırı milliyetçilik, sömürgecilik yarışı gibi olgularla Birinci ve İkinci Dünya Savaşı gibi benzeri görülmemiş olayları meydana getirmiştir. İtalya’da Mussolini, Almanya’da Hitler ile “aşırı milliyetçilik” deneyimlenmiştir. Oluşan yıkımın tamiri ve bir daha böyle olayların yaşanmaması için Milletler Cemiyeti (MC), Birleşmiş Milletler (BM) gibi kurumlar kurulmuştur. Avrupa Kömür-Çelik Topluluğu (AKÇT) ile ekonomik entegrasyon olarak başlayan Avrupa Birliği’nin (AB) oluşum süreci de bu zararların karşılanması ve tekrar yaşanmaması adına başlatılmıştır. Bu açıdan birlik, “supranasyonel” yapı arz eder; yani ulus-üstü, milliyetçilik-ötesi bir görünümdedir. Türkiye de yıllardır AB’ye üye olmak için çaba sarf etmektedir. Fakat günümüzde tekrar yükselen milliyetçilik Avrupa ülkelerini etkilemiştir. Bu çalışmada “Avrupa Milliyetçiliği, Türkiye’nin AB üyeliğine engel teşkil ediyor mu?” ve “AB, milliyetçiliği devam ettiren bir araç mı?” sorularına bir cevap aranacak; Avrupa’da yükselen milliyetçilik ve AB, yükselen milliyetçiliğin Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerine etkisi, yükselen milliyetçilik perspektifinde Türkiye’nin AB’ye üyelik süreci konuları irdelenecektir. 

Anahtar Kelimeler: Milliyetçilik, Yükselen Milliyetçilik, Avrupa Birliği (AB), Türkiye, Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri. 

Abstract

Nationalism, one of the most important concepts brought by the French Revolution, also led to the creation of the nation-state and rising nationalism. This rising nationalism brought about unprecedented events, such as the First and the Second World Wars, with phenomena such as the colonial race. “Rising nationalism” was experienced by Mussolini in Italy and Hitler in Germany. Institutions such as the League of Nations and the United Nations (UN) were established to repair the destruction and prevent such incidents from happening again. The formation process of the European Union (EU), which started as economic integration with the European Coal-Steal Community (ECSC), was initiated to compensate for war losses and prevent them from happening again. From this point of view, the union presents a “supranational” structure; that is, it has a supranational, transnational appearance. Turkey has been trying to become a member of the EU for years. However, today rising nationalism has affected European countries. In this study, “Is European nationalism an obstacle to Turkey’s European Union membership?” and “Is the European Union a tool to perpetuate nationalism?” By looking for an answer to the questions, rising nationalism in Europe and the EU, the effect of rising nationalism on Turkey-European relations, and Turkey’s membership process to the European Union from the perspective of rising nationalism will be examined.

Keywords: Nationalism, Rising Nationalism, European Union (EU), Turkey, Turkey-European Union Relations. 

Giriş

Milliyetçilik kavramının 1789 Fransız Devrimi ertesi doğuşu ve devrimin getirdiği kavramlardan bir tanesi olması nedeniyle öncelikle Fransız Devrimi incelenecektir. Fransız Devrimi özgürlük, adalet, eşitlik kavramlarını da ortaya çıkarmıştır. Tarihsel bir perspektiften bakıldığında Fransız Devrimi sonrası sanayileşme neticesiyle Sanayi Devrimi yaşanmıştır. Bu durum sonrasında sömürge yarışı ve ham madde arayışı yaşanmıştır. Ve aslında tüm bunlar da Birinci Dünya Savaşı’na sebep olmuştur. İkinci Dünya Savaşı ve çeşitli otoriter yönetimler de “aşırı milliyetçiliğin” yansımaları olmuştur. Bunlar gibi tarihin önemli kırılma noktalarını oluşturan olaylar hakkında kısa bilgi verildikten sonra millet-milliyetçilik kavramının tanımları verilerek “aşırı milliyetçilik” kavramına değinilecektir. Avrupa ve Avrupa Birliği’nde tekrar artışa geçen, “yükselen milliyetçiliğin” örnekleri ve yansımalarına yer verilerek bu durumun Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri açısından etkilerine, Türkiye’nin AB’ne üyelik sürecinin nasıl etkilendiği konusuna değinilecektir. Tüm bunlar bahsedildikten sonra sonuç bölümünde araştırmanın genel bir analizi yapılacaktır. 

Milliyetçilik Nedir?

1789 tarihli Fransız Devrimi’nin monarşileri ve krallıkları yıkması, cumhuriyetlerin kurulması olayı ile büyük imparatorluklar yıkılmaya başlarken aynı zamanda ulus-devletlerin oluşum süreci de başlamış oldu. Fransız Devrimi’nin getirdiği özgürlük, eşitlik gibi kavramların yanı sıra, milliyetçilik (ulusçuluk) denilen kavram ortaya çıkmıştır. Milliyetçilik, ulus-devletin oluşumu açısından önemliyken zaman zaman da Mussolini İtalya’sı, Hitler Almanya’sı örneklerinde olduğu gibi aşırı milliyetçiliğe dönüşmüştür. Yükselen milliyetçilik kavramı ve Avrupa’da bu durumun yankılarını inceleyebilmek için öncelikle milliyetçiliğin ne olduğuna tarihsel perspektiften bakmak gereklidir. 

Millet kavramının kökenini inceleyecek olursak Arapça “mell” kökünden gelmektedir ve aynı inanç sistemine, dine mensup insan topluluğu demektir. Zaman zaman “millet” kavramı, “ulus” kavramı yerine anlamdaş olarak kullanılabilmektedir (Aktaş, 2010). Ulus kavramı ise iki anlamda kullanılmaktadır. İlk olarak aynı dile, kültüre sahip olan insan topluluğu şeklinde ifade edilirken ikinci anlamı farklı dil ve kültürlere ait olsalar da aynı devlet çatısı altında birlikte yaşamak isteyen insan topluluğu olarak anlamlandırılabilmektedir. Millet ve ulus kavramları, 1789 Fransız Devrimi ve devrimin getirdikleri ile özdeşleştirilmektedir. 

Milliyetçilik kavramını irdeleyecek olursak millet ve ulus kavramlarının kullanımında olduğu gibi “milliyetçilik” ve “ulusçuluk” kavramları da birbirleri yerine kullanılmaktadır. “Milliyetçilik, 19’uncu asrın başlarında Avrupa’da icat edilen bir doktrindir. Bu görüş, kendi hükümetini kurmaya yetecek nüfus birimini tayin, devlet kudretini meşru şekilde kullanma ve devletler topluluğunu gereği gibi düzenleme ölçülerini temin edecek bir kıstas verdiği iddiasındadır. Kısacası, bu doktrin insanlığın tabiat ile milletlere bölündüğünü, milletlerin de tespitle mümkün muayyen vasıflarıyla tanındığını ve tek meşru hükümet şeklinin milletlerin kendi kendilerin idare etmeleri olduğunu ileri sürer” (Kedourie, 1971). 

Daha önce de değinildiği gibi 1789 Fransız Devriminin yankıları ile milliyetçilik kavramı doğmuştur. Uluslararası sistemde imparatorlukların yıkılması, ulus-devletlerin kuruluşu ile devam eden süreç, milliyetçiliğin yansıması olduğu ve devletlerin bağımsızlığını kazanmasına yol açtığı kadar zaman zaman da “aşırı” haliyle milliyetçilik, Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı gibi eşi benzeri görülmemiş yıkımlara yol açmıştır. Bu önemli dönüm noktaları haricinde, çeşitli otoriter yönetimler ile milliyetçiliğin aşırı halini gözlemlemekteyiz. Bu otoriter yönetimlere örnek olarak Hitler dönemi Almanya’sını, Mussolini dönemi İtalya’sını, Franco dönemi İspanya’sını verebiliriz. Bu dönemde oluşan yapılar, bürokratik kurumlar ve gruplar ile “aşırı milliyetçilik” ideolojisini bir anlamda okuyabiliriz. Kömür-Çelik arayışı ve bu sektördeki gelişmeler, Birinci Dünya Savaşı’nı ve sömürgecilik arayışını da başlatmıştır diyebiliriz. Tarihteki bu yıkımlar ile demokrasi, adalet, insan hakları gibi Avrupa’nın savunuculuğunu yaptığı bu değerlerin de sarsıldığını gözlemlemekteyiz. İşte bu noktada Avrupa; bu yaraları onarabilmek ve bunların tekrar yaşanmasını önlemek için çeşitli kurum ve kuruluşlar oluşturmaya başlamıştır. Tüm bunların temelini 1951 yılında Avrupa Kömür-Çelik Topluluğunu (AKÇT) kurarak atmıştır. Zamanla AKÇT, bir ekonomik entegrasyon örgütü olarak başlattığı yolculuğunu siyasi bir örgüte dönüşerek tamamlamıştır. Bu süreçte Avrupa Atom Enerjisi Örgütü (Euratom), Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET), Avrupa Topluluğu (AT), Avrupa Birliği (AB) gibi adlar alarak bir yol izlemiştir. “Altı ülke ile başlayan ve günümüzde yirmi yedi ülkeyi içine alan bu oluşumun amacı, ortak siyasi ve ekonomik bir bütünleşme sağlamaktır. Bu bütünleşmenin sorunsuz biçimde gerçekleşmesi öncelikle oluşturulan ortak politikaların en iyi şekilde uygulanması ile mümkündür.” (Kıraç, İlhan, 2010). Küreselleşme ve bütünleşme amacının gerçekleşmesi üzerine doğan Avrupa Birliği zaman zaman da tam anlamıyla “Avrupa milliyetçiliğinin” merkezi olmuştur. Tarihsel bir perspektiften bakarak sürecini verdiğimiz milliyetçilik kavramının bir de yeniden ortaya çıkışı olarak yorumlanabileceği yükselen milliyetçilik konusuna bir göz atalım. 

Yükselen Milliyetçilik Nedir?

Milliyetçilik olgusunun yeniden ortaya çıkışı ve bölgesel bağlamda artışa geçmesi olayına “yükselen milliyetçilik” diyebiliriz. Milliyetçilik olgusunun artışa geçtiği yerlerde ırkçılık, göçmen karşıtlığı, azınlık karşıtlığı gibi söylemler ortaya çıkmıştır. Ve bu milliyetçiliğin yükselmesi bir anlamda aşırı milliyetçilik kavramına yol açmıştır denilebilir. Literatürde de “artan milliyetçilik”, “yükselen milliyetçilik”, “aşırı milliyetçilik” kavramları ile karşılaşmaktayız. Bakıldığında bu kavramlar aslında bir bölgede milliyetçilik duygusunun ya da ideolojisinin artması, yoğunlaşması anlamına gelmektedir. Yükselen milliyetçilik kavramını birçok coğrafyada gözlemleyebiliriz, bunlardan biri de Avrupa bölgesidir. Bu bağlamda da Avrupa’da gözlemlenen yükselen milliyetçilik kavramına ve örneklerine bakmamız gereklidir. 

Avrupa’da Yükselen Milliyetçilik Bağlamında Avrupa ve AB

Fransız Devrimi daha önce de bahsedildiği üzere milliyetçilik kavramının doğuşuna sebep olmuştur. Bununla beraber, ulus-devletlerin gelişimi süreci ve çok-uluslu devletlerin yıkılışı süreçleri peş peşe yaşanmıştır. Ayrıca Sanayi Devrimi’nin ardından ham madde arayışı ve sömürgecilik yarışı da başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı gibi olaylar da bu olgular sebebiyle ortaya çıkmıştır. “Dünyayı iki kez harabeye çeviren savaşlara neden olan milliyetçilik olgusu, ikinci dünya savaşının bitmesinden sonra ve ardından gelen soğuk savaş yıllarında unutturulmaya çalışılmış ve her şeyin suçlusu gibi görülmesi amaçlanmıştır. Dünya iki kutuplu olmuş, milliyetçiliğin karşısına komünizm engeli çıkmıştı. Berlin Duvarının yıkılmasıyla Almanya’nın birleşmesi, Sovyetlerin dağılması ile Avrupa’da milliyetçilik olgusu tekrardan gündeme başlamıştır” (Gülşen, 2015).

Dünya savaşlarının ardından yaşanan Soğuk Savaş’ın bitmesi de ayrı bir dönüm noktası olmuştur. “Kırılma noktası ise 11 Eylül Dünya Ticaret Merkezine yapılan saldırı sonrası terör eylemlerini lanetleyen dönemin ABD Başkanı George W. Bush saldırıların ardından yaptığı açıklamada tüm dünya liderlerine saflarını seçmeleri çağrısını yaparak şöyle seslendi: “Ya bizdensiniz ya da onlardansınız.” (Gülşen, 2015). Soğuk Savaş ertesi dönemin en önemli olaylarından 11 Eylül 2001 saldırıları ve ABD’nin Afganistan, Irak gibi ülkelere ‘demokrasi’ getirme adına müdahaleleri, Orta Doğu’dan Avrupa’ya göç dalgasını başlatan unsurlardan olmuştur. Orta Doğu coğrafyasında yaşanan Arap Baharı devrimleri de yine göç olgusunu tetikleyen gelişmelerden olmuştur. 

Avrupa bölgesine bakıldığında ise Avrupa kıtasının önemli dönüm noktalarını yaşamış demokrasi, insan hakları, özgürlük kavramları ve bunlarla ilgili kurumların öncüsü olduğunu görmekteyiz. İşte bu sebeple de kendilerine has bir Avrupa Milliyetçiliği olgusuna sahiplerdir. Bu kapsamda da “Avrupalı, Avrupalılaşma, Avrupa kimliği” kavramları göze çarpar. Avrupa’nın bu noktada katı bir kimlik-norm algısına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Tıpkı 11 Eylül 2001 saldırılarında dönemin ABD başkanı George W. Bush’un “biz-siz” söyleminde olduğu gibi kimlik konularında da “ben-biz, onlar-ötekiler” şeklinde bir ayrım, ötekileştirme durumu mevcuttur. Avrupa kıtası özelinde ise Avrupalılar ve ötekiler ayrımı söz konusudur. Avrupalılar ve karşısında ötekiler olarak yer alan grupta ise göçmenler, farklı dini ve etnik gruptan olanlar bulunmaktadır. Aşırı milliyetçilik olarak adlandırabileceğimiz bu olgu ile göçmen karşıtlığı, İslam karşıtlığı (İslamofobi) gibi kavramlar da ortaya çıkmıştır. Sadece günümüz dünyasında veya Avrupa’sında değil, geçmiş zamanlarda da bu olgu bulunmaktaydı. Örnek olarak Hitler dönemi Yahudi karşıtlığı durumunu verebiliriz. Eskiden de yaşanmasına rağmen tekrar ortaya çıkışı, artışa geçişine de Avrupa’da yükselen milliyetçilik diyebiliriz. Avrupa’da milliyetçiliğin artışa geçmesi noktasında aşırı sağ partilerin tutumları durumu desteklemektedir. “Avrupa’da yabancı düşmanlığının ve Müslüman karşıtlığının artmasının sebepleri tartışılırken, Avrupa son yıllarda milliyetçilik söylemleriyle ortaya çıkan grupların ve sol partilerin mücadele verdiği bir kıta görünümü çizmektedir. Bu mücadelede merkez sol partiler zaman içinde sağ partilerin gerisinde kalmaya başlamıştır. Öyle ki, Avrupa’nın merkez sol partileri ayakta kalma mücadelesi verirken, aşırı sağ partiler yükseliş göstermektedir.” (Elbir, ,2017) 

Soğuk Savaş ertesi dönem küreselleşme etkileriyle dünyanın diğer bölgelerine kayan dikkat ile Avrupa’da işsizlik ve gerileme olguları ortaya çıkmıştır. Fakat milliyetçiliğin etkisiyle Avrupa, sorunların sebebini gelen göçmenlerde görmektedir. Göçmen karşıtlığının yanı sıra İslam karşıtlığı da yaşandığından göçmen grubun arasında özellikle Müslüman göçmenler daha da dikkat çekmektedir. Göçmenlere nefret söylemleri ile eylemler, evler, ibadethaneler gibi yapıların tahribi durumları yaşanmaktadır. “Avrupa Birliği’ndeki devletlerin yasalarında ırkçılık ve yabancı düşmanlığına karşı sert yasal yaptırımlar bulunmasına karşın; bu Müslüman ve Yahudi karşıtı saldırı, hareket ve hakaretlerin açık açık aşırı milliyetçi siyasi parti ve aşırı sağcı hareketler tarafından desteklenmesi dikkat çekiyor. Avrupa’da ortaya çıkan bu akımı “neofaşizm” olarak değerlendiren Mümtazer Türköne bu hareketlerin faşizmin birçok unsurunu ideolojik planda kullandıklarını kaydediyor” (Aktaş, 2010).

Faşizm ile aşırı sağ partilerin bağdaştırıldığı görülmekle beraber, bu durumun yabancı düşmanlığı (xenophobia) olarak adlandırıldığı ve Fransa, Avusturya seçimlerinde aşırı sağ partilerin oy oranlarının yüksek olduğu görülmektedir (Aktaş, 2010). Bu bağlamda da Türk göçmenlerin de Müslüman olmalarından ve göç etmiş olmalarından dolayı ‘Türk karşıtlığı’ durumu ile karşı karşıya kalması söz konusu hale gelmiştir. İşte bu noktada Avrupa Birliği milliyetçiliğin artmasını sağlayan bir kurum mu ya da milliyetçiliğin artması Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine engel teşkil ediyor mu soruları ortaya çıkar. Bu sebeple de Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin incelenmesi, Türkiye’nin üyelik sürecine milliyetçilik etkisinin nasıl olduğu konuları tarihsel bir perspektif içerisinde incelenmelidir. 

Avrupa’da Yükselen Milliyetçiliğin Türkiye-AB İlişkilerine Etkisi

Avrupa’da yükselen milliyetçiliğin Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerine etkisini inceleyebilmek için öncelikle Avrupa Birliği’nin oluşum sürecine ve Türkiye’nin üyelik sürecine bakmak gereklidir. Avrupa Birliği’nin oluşum sürecine göz atmak gerekirse, öncelikle Fransa ve Almanya arasında yaşanan savaşların benzeri yaşanmasın diye her alanda (ekonomik, siyasi) entegrasyon oluşturulması düşüncesi üzerine kurulu bir ideoloji ile birliğin temellerinin atıldığı görülür. Bu sebeple Avrupa Birliği’nin kurucu babalarından biri olan Robert Schuman’ın ortaya attığı Schuman Planı ile Avrupa’ya sürekli barış havası kazandırma düşüncesinin adımları atılmıştır. Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman ve Milletler Cemiyeti Eski Genel Sekreteri Jean Monnet; 9 Mayıs 1950 yılında, Almanya ve Fransa arasındaki sorunları çözümlemek ve özellikle kömür-çelik endüstrisinde ortak üretimi amaçlamak üzere oluşturulan planı ortaya atmıştır ve bunu tüm Avrupa’nın katılımına açık tutmuştur. Böylelikle Schuman Planı yani Schuman Deklarasyonu olarak ortaya atılan fikir ile 1951 yılında Avrupa Kömür-Çelik Topluluğu (AKÇT); Federal Almanya, Fransa, İtalya, Benelux Ülkeleri (Belçika, Hollanda, Lüksemburg) olmak üzere kurulmuştur. Topluluğun ilk başkanlığını, Avrupa Birliği’nin kurucu babalarından bir diğeri olan Jean Monnet yapmıştır. Daha sonrasında ise aynı altı üye ülke, 1957’de Roma Anlaşması ile kömür-çelik endüstrisinde başlayan bu entegrasyonu ileri bir düzeye taşıyarak diğer sektörlerde de ekonomik iş birliği kurmak amacı ile bir araya gelmiştir. Roma Anlaşmasının imzalanması sonucunda, AKÇT yerini Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) bırakmıştır. Aynı şekilde 1958 yılında yürürlüğe giren Roma Anlaşması, Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’nu (Euratom) da kurmuştur. AET, ekonomik anlamda bir birlik ve ortak pazar anlamlarını taşırken, Euratom ise nükleer enerjiyi barışçıl yönde kullanmak ve ülkelerin güvenliğini sağlamak amacıyla kurulmuştur. 1965 yılına gelindiğinde ise bu üç topluluk olan AKÇT, AET, Euratom imzalanan Füzyon Anlaşması ile birleştirilmiş ve artık topluluk, Avrupa Toplulukları (AT) adını almıştır. Burada da amaç tek konsey- tek komisyon oluşturarak hepsini tek topluluk altında kontrol edebilmektir. 1 Temmuz 1968’de gümrük vergilerinin kaldırılması sonrası, çeşitli alanlarda çeşitli politikalar yapılmış ve nihayetinde yeni üyelerin topluluğa katılımı ile topluluk genişlemeye doğru gitmeye başlamıştır. İlk genişleme dalgası olarak adlandırılan süreçte; 1973 yılında Birleşik Krallık, Danimarka, İrlanda üye olmuşlardır. 1980’li yıllara gelindiğinde ise 1981- Yunanistan, 1986-İspanya ve Portekiz’in üyeliği ile topluluk güneye doğru genişleme eğilimi göstermiştir. 1980’li yıllar uluslararası sisteminde yaşanan “Avrupa karamsarlığı” havası nedeniyle topluluğu canlandırma gerekliliği doğmuştur, bu sebeple 1984 yılında tek pazar oluşturmak istemi doğrultusunda Avrupa Tek Senedi imzalanmıştır. 1986 yılında imzalanan, 1987 yılında yürürlüğe giren Avrupa Tek Senedi ile kurucu anlaşmaların niteliği değişmiştir. Soğuk Savaş’ın son yıllarına gelindiğinde, uluslararası sistemin yaşadığı değişikliklerle beraber Berlin Duvarı yıkılmış, Batı ve Doğu Almanya birleşmiş, Sovyet düzeninden ülkeler kurtularak bağımsızlıklarını edinmeye başlamışlardır. Ayrıca Soğuk Savaş’ı tamamen bitiren bir olay olan Sovyetler Birliği’nin 1991 yılında yıkılması durumu mevcut uluslararası düzeni de tamamıyla değiştirmiştir. Bu durumlardan etkilenebilecek olan üye ülkeler bir araya gelerek 1991’de Maastricht’teki Avrupa Birliği Zirvesi’nde yeni bir anlaşma yapma kararına varmışlardır. 1 Kasım 1991 tarihinde yürürlüğe giren, Maastricht diğer adıyla Avrupa Birliği Anlaşması parasal birlik, iç işlerinde birlik, ortak dış güvenlik ve adalet konularında iş birliği konularını kapsamaktadır. Bu anlaşma ile birliğin üç sac ayağı bulunmaktaydı; bunlardan ilki “AT (AKÇT, AET, Euratom)” iken ikincisi “ortak dışişleri güvenlik politikası”, üçüncüsü de “adalet ve içişleri” idi. Bunun sonucunda Avrupa Toplulukları yerine “Avrupa Birliği” ismi kullanılmaya başlanmıştır. 1995 yılına gelindiğinde tekrar bir genişleme dalgası yaşanmıştır ve Avusturya, Finlandiya, İsveç Avrupa Birliği’ne katılmıştır. Ekonomik anlamda birlik için parasal birlik fikri üzerine “Avro” para birimi ortaya atılmıştır ve 12 ülke tarafından kullanılmaya başlanmıştır. Avro 1 Ocak 2002 tarihinde resmen yürürlüğe girmiştir. 2000’li yıllara gelindiğinde yeni bir genişleme dalgası yaşanmıştır ve bu genişleme dalgası en büyük dalgalardandır, 2004 yılında gerçekleşmiştir. Çek Cumhuriyeti, Estonya, GKRY, Letonya, Litvanya, Macaristan, Malta, Polonya, Slovakya ve Slovenya AB’ne 2004 yılında katılırken Bulgaristan ve Romanya 2007’de katılmıştır. 2013 yılına gelindiğinde ise Hırvatistan üye olmuştur ve AB’nin üye sayısı 28’e ulaşmıştır. Bu haliyle de günümüzdeki güncel AB üye sayısına ve AB sınırlarına ulaşmıştır. Halen üyelik süreci devam eden, üye olmak isteyen ve AB tarafından da birliğe dahil edilmek istenen ülkeler bulunmaktadır. AB’nin genişleme politikasının dışında derinleşme politikası da bulunmaktadır. 2007 yılında imzalanan, 2009 yılında yürürlüğe girmiş olan Lizbon Anlaşması ile derinleşme politikası güdülmüş ve karar alma mekanizmalarındaki tıkanıklar giderilmeye çalışılmış, demokratik ve etkili bir yapı arzu edilmiştir. 2008 Küresel Finans Krizinin yaşanmasıyla beraber Avrupa Birliği de etkilenmiştir ve konuya ilişkin çözüm yolları geliştirilmiştir. Daha sonraki yıllarda yaşanan göç krizleri, Brexit, aşırı sağ ve popülist akımın yükselişe geçişi gibi durumlar ekonomik açıdan toparlanmaya başlamış AB’ni olumsuz anlamda etkilemiştir. 2015 yılındaki düzensiz göç krizine çözüm yolunu Türkiye’yle 18 Mart Mutabakatını yapmakta bulan AB, bu soruna kısmen çözüm bularak rahatlamıştır. Fakat Brexit, yani İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden 2016 yılında referandum ile ayrılması süreci AB tarihinde yaşanan ilk ayrılıktır ve bunun etkileri, müzakereleri sürmektedir. Ayrıca Brexit sonrası dönemde aşırı sağ ve popülist akımların yükselişe geçmesi de birliğin önde gelen ülkelerinde sorunlar yaratmıştır. Bundan sonraki süreçte ise 2020 yılında COVID-19 salgını ile birçok alanda sorunlar ve krizler tüm dünyada olduğu gibi Avrupa Birliği’nde de ortaya çıkmıştır. Son olarak da 2020’li yıllar uluslararası sistemine damga vuran diğer bir olay ise 2022 yılında çıkan ve günümüzde hala devam etmekte olan Rusya-Ukrayna savaşıdır. Bu savaş sadece Rusya-Ukrayna ilişkilerini değil tüm dünyayı da tesiri altına almıştır. Avrupa Birliği özelinde ise bu savaş nedeniyle ortaklık güçlendirmeye ve yeni politikalara ihtiyaç duyulduğu gözlemlenmiştir. AB, son yıllarda yaşadığı bu sorunlara çözüm arayışında konferanslara ve çok yönlü ortaklıklara başvurarak sıkıntılarını çözüme kavuşturmaya çalışmıştır. Göç konusunda Türkiye ile anlaşmalar yapılması örneğinden görüldüğü üzere Türkiye de AB’nin birçok konuda çözüm ortakları arasında yer almaktadır. 

Avrupa Birliği’nin tarihsel gelişim sürecini verdikten sonra Türkiye’nin AB’ne üye olma sürecine değinmemiz gereklidir. Türkiye kuruluşundan itibaren çeşitli uluslararası organizasyonlara üye olmuş ve aktif olarak bu yapılarda rol oynamıştır. NATO, OECD gibi oluşumların içerisinde yer alan Türkiye, 1959 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) üyelik başvurusunu yapmıştır. Avrupa ile ortaklık anlamına gelen Ankara Anlaşması, 1963 yılında imzalanarak 1964 yılında yürürlüğe girmiştir. Bu anlaşma vasıtası ile Türkiye’nin topluluğa tam üyeliği amaçlanmıştır. Ankara Anlaşması ile Türkiye’nin topluluğa hazırlanması süreci başlatılmıştır. Daha sonrasında imzalanan Katma Protokol ile hazırlık dönemi sona ererek, geçiş aşaması başlamış bulunmaktadır. 1970 tarihinde imzalanan ve 1973 yılında ise yürürlüğe giren protokol, Türkiye’nin gümrük birliğine girmesi için 22 yıl süre tanımıştır. 1970’li yıllardan 1980’li yıllar dönemine kadar olan süreçte ekonomik, siyasi nedenlerle Türkiye-AB ilişkileri istikrarsız bir biçimde ilerlemiştir. 12 Eylül 1980 yılında yaşanan askeri darbeyle ilişkiler askıya alınmıştır. 1996 yılına gelindiğinde gümrük birliği en önemli olaydır ve gümrük birliği ile son aşamaya geçilmiştir. Türkiye-AB ilişkilerinin ilk dönüm noktası 10-11 Aralık 1999 Helsinki Zirvesi’dir. Bu zirvede Türkiye’nin adaylığı resmen onaylanarak diğer aday ülkelerle eşit statüde olduğu belirtilmiştir. İlişkilerde ikinci dönüm noktası ise 17 Aralık 2004 yılında gerçekleştirilen Brüksel Zirvesi’nde yaşanmıştır. Bu zirvede Türkiye’nin adaylık için yeterli siyasi koşulları sağladığı dile getirilmiştir. 3 Ekim 2005’te ise müzakere süreci başlatılmıştır. Başlangıçtan günümüze 16 fasıl gerçekleştirilmiştir; 2006-2010 yılları arasında 13 fasıl, 2010-2013 arası dönemde ise yalnızca 1 fasıl olmak üzere. 17 Mayıs 2012 tarihi itibarıyla Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri adına “pozitif gündem” başlatılmıştır. Bu çeşitli konularda iş birliği mekanizmalarının kısa sürede gerçekleştirilmesi amacıyla başlatılmış bir proje niteliği taşımaktadır. Pozitif Gündem, 2014 yılında Avrupa Komisyonu Genişleme ve Komşuluk Politikası’ndan sorumlu üye Stefan Füle yerine Johannes Hahn’ın göreve gelmesiyle son bulmuştur. 

Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri inişli-çıkışlı bir nitelik taşımaktadır. Türkiye’nin ve Avrupa Birliği’nin kendi özelinde yaşadığı sorunlar ve sıkıntılar bu durumda etkili olmuştur. Türkiye, 31 Temmuz 1959 tarihinde Adnan Menderes’in AET üyelik başvurusundan bu yana yani 64 yıldan beri AB’ne üyelik sürecine devam etmektedir. Bu sürecin uzamasının siyasi, ekonomik ve benzeri arka planlarının dışında belki de Avrupa’ya yaşanan göç dalgasının, göçmen karşıtı tutumların da etkisi vardır. Türkiye’nin olası üyeliği sonucunda Türkiye’den gelecek Türk göçmenlerin artışından belki de AB kaygılanmaktadır. Ayrıca hem dünya genelinde artan göçmen ve İslam karşıtlığı hem de Avrupa’da artan aşırı sağ ve popülist akımların yaşanması Türkiye’nin AB’ne üyeliği sürecine bir engel durumu oluşturmaktadır. 18 Mart 2016 tarihli Avrupa Zirvesinde göç krizinin ele alınması ve bu konuda yapılan göç mutabakatı bu konuya bir örnektir. Bu tarz zirveler ve yapılan anlaşmalar, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin çok yönlülüğünü göstermekle beraber bir yandan da 2015 yılında yaşanan Suriye’den düzensiz göç krizine çözümü Türkiye ile anlaşma yapmakta bulmuşlardır. Bu durum da AB’nin aslında daha fazla mülteci ve sığınmacı istemediğini gösterir niteliktedir. Avrupa’da yükselen Avrupa Milliyetçiliği bağlamında Avrupalıların yüceltilip diğer kesimin ötekileştirilmesi durumunun Türkiye- Avrupa Birliği ilişkilerini de Türkiye’nin üyelik sürecini de etkilediği görülmektedir. 

Avrupa’da Yükselen Milliyetçilik Perspektifinden Türkiye’nin AB’ye Üyelik Süreci

Avrupa ülkelerinde yeniden gündeme gelen, yükselen “milliyetçilik” ideolojisi nedeniyle göçmen karşıtlığı ve çeşitli etnik gruplara, azınlıklara karşıtlık durumu ortaya çıkmıştır. Bunların yaşanmasına en temel sebep olarak aşırı sağ ve popülist akımların neden olduğu düşünülmektedir. Günümüze gelindiğinde seçim sonuçlarına bakıldığında ‘aşırı sağ’ partilerin yükselişe geçtiğini ve bunu istikrarlı bir biçimde koruduğunu görmekteyiz. İkinci Dünya Savaşı ve Almanya tarafından gerçekleştirilen Yahudi Soykırımı yani Holokost nedeniyle sağ ideoloji düşüşe geçmişti fakat ilerleyen süreçte sağ ideoloji fikri normalleştirilmiştir. Bahsedilen olayların yıkıcılığı, yaşanan bu olaylardan dolayı duyulan suçluluk hissi ve dönemin Avrupa’sının sosyo-ekonomik yapısı durumları göz önünde bulundurulduğunda “aşırı sağ” ideolojinin neden azaldığı, düşüşe geçtiği hatta marjinalleştiği olgusu anlaşılır. Marjinalleşen bu ideoloji zamanla yeni sağ ideolojinin doğmasına sebep olmuştur. Yeni sağ ideoloji, radikal ve popülist sağ ideolojilerin temel doktrinsel mantığını oluşturmaktadır. Avrupa’da bu ideolojilerin yükselişe geçmesiyle beraber karşıtlık durumları da artmıştır. Örnek verecek olursak Avusturya Hürriyetçi Partisi ve İsveç Demokratları Partisi gibi radikal sağ partiler geçmişte “Antisemitizmle” bağlantısı olan ve kökleri büyük çoğunlukta Nasyonel Sosyalist ideolojiye dayanan partiler olduğundan, tek ırka dayanan düşünce yapısına sahiptirler. Bu nedenle de Müslüman azınlığı sevmezler hatta İslam karşıtı tutum sergilerler (Çakaş, 2019). Diğer bir örneğe gelecek olursak Hollanda Özgürlük Partisi popülist sağ bir partidir fakat geçmişinde antisemit kökenler barındırmasa da milliyetçilik, küreselleşme ve çok kültürlülük karşıtı partilerdir (Çakaş, 2019). “Popülist sağ partilerin Avrupa değerler sistemine uymadığını veya uyum sağlayamadığını düşündükleri Müslümanlar gibi kültürel azınlıkların varlığı güvenlikleştiren bir söylem üretim mekanizmasını benimsedikleri ileri sürülebilir.” “…Fakat gerek radikal sağ gerekse popülist partilerin hepsinin küreselleşme karşıtlığı, kültürel kimlik ve Avrupa değerleri üzerinden bir nevi kültürel ırkçılığı benimsedikleri söylenebilir” (Ellinas, 2010; akt. Çakaş, 2019). Avrupa bölgesinde bu ideolojiye sahip partileri genel olarak örnekleyecek olursak “Avrupa’da radikal ve popülist sağ partilerin belli başlıları olarak ise Avusturya Hürriyetçi Partisi, Danimarka Halk Partisi, İsveç Demokratları, Britanya Ulusal Partisi, Hollanda Özgürlük Partisi, İtalya Kuzey Ligi, Belçika Vlaams Belang Partisi, Fransız Ulusal Cephesi ve Almanya için Alternatif Partisi gösterilebilir” (Ekman, 2015, 1992-1993; akt. Çakaş, 2019) denilebilir. Aşırı sağ akımın normalleştirilmesi ile yabancı düşmanlığı, kültürel ırkçılık durumları yaşanabilir. Yine Avrupa özelinde bakılacak olursa 11 Eylül 2001 sonrası dönemde, 11 Eylül saldırıları nedeniyle Müslüman kişilere ve devletlere bakış açısı değişmiştir. Haliyle Avrupa’da da bu ülkelerden gelecek İslam dinine mensup kimselerin ötekileştirilmesi durumu söz konusu olmuştur. 

2015 Suriye krizi sonrası göç dalgasının yaşanması ile her ülke güvenlik kaygısı duymuştur. Bu konu çerçevesinde göç politikaları işlenmiştir. Göçmenler sorunlarla bağdaştırılmış, gelen göçmenlerin sayısı artmış ve bununla beraber birtakım işsizlik benzeri sıkıntılar yaşanınca halk da göçmenleri istememeye başlamıştır. Kendi milletini ve değerlerini görmek isteyen halk da sandığa bu şekilde kararlarını yansıtmıştır. “Bunun için Batılı ülkelerde ve özellikle de Avrupa’da kendi çıkar ve ideallerini en doğru biçimde formüle eden aşırı sağ partilere yönelmektedir” (Aslan, 2018). Bu durum da Avrupa’da aşırı sağın, popülist akımın ve milliyetçiliğin yeniden yükselmesi anlamına gelmektedir. Avrupa Birliği’nde ve birliğe üye ülkelerde bu şekilde bir yaklaşım durumu gözlenmektedir. 

Avrupa Birliği’nde ayrımcılık ile mücadele konusu kapsamında çeşitli düzenlemeler ve müktesabatlar yapılmaktadır. Bu durum düşünüldüğünde Avrupa Birliği katı önlemler almaktadır ve ayrımcılığı desteklememektedir denilebilir. Fakat bu alınan tedbirlerin ne kadar hayata geçirildiği hususu ise tartışmalıdır. Her ne kadar alınan önlemler olsa da Avrupa ülkelerinde gözlemlediğimiz ayrılıkçı eylemler neticesinde önlemlerin yetersiz kaldığı konusu ön plana çıkar. “Sonuç olarak, Avrupa Birliği’nde yasal olarak çeşitli düzenlemeler getirilmiş olması ve ayrımcılıkla mücadeleye ilişkin önemli adımlar atılmasına karşın; üye ülkelerde gerek mevzuatın uyumlaştırılmasına yönelik olarak gerekse uygulamada ayrımcılığın önlenmesi ve vatandaşlar arasında bilinç düzeyinin artırılmasına yönelik olarak yapılması gereken daha çok şey olduğu bir gerçektir” (Tekin, 2008) ifadesinden anlaşıldığı üzere tam anlamıyla uygulanması noktasında sıkıntılar vardır. 

Buradan anlaşılacağı üzere “Avrupa Birliği, milliyetçiliği devam ettiren bir araç mı?” sorusuna cevap olarak Avrupa milliyetçiliği kavramının gerçekten var olduğu, Avrupalı kimliği olgusunun da var olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle Avrupa Birliği milliyetçiliği devam ettiren bir araçtır denilebilir. Fakat eşitlik ve ayrımcılık konusunda aldığı, almak istediği önlemler açısından ise AB ayrımcılığa karşıdır ifadesini kullanabiliriz. Ayrıca Avrupa Birliği’nin kuruluş amaçlarını düşündüğümüzde, Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı gibi milliyetçilik etkisi ile gerçekleşmiş büyük yıkımların sonuçlarını düzeltebilmek, bir daha böyle olaylara sebebiyet vermemek amacıyla oluşturulduğunu görürüz. Ve de Avrupa Birliği “supranasyonel” yani ulus-üstü, milletler-üstü bir yapıya sahip olduğundan diğer değerleri milliyetçilik üzerinde tutmaktadır. Avrupa’da ve Avrupa Birliği üye ülkelerinde artan milliyetçilik olgusu ile bu kötü ayrımcılık durumları yaşansa da Avrupa Birliği elinden geldiğince aldığı önlemler doğrultusunda bunu engellemeye çalışmaktadır. Yani araştırma sorumuz olan “Avrupa Birliği, milliyetçiliği devam ettiren bir araç mı?” sorusuna yanıt ararken bir yandan da birliğin supranasyonel yapısını göz önünde bulundurarak yanıtlandırmalıyız. Bu açıdan bakıldığında ise soruya cevabımız hayır olacaktır, çünkü Avrupa Birliği aşırı milliyetçilik ve bunun krizlerini önlemek ve onarmak amacıyla kurulmuştur diyebiliriz. 

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik süreci konusuna gelindiğinde ise yaklaşık 64 yıldır süregelen bir olay olduğundan daha önce de bahsetmiştik. Fasıllar ve görüşmelerin devam ettiği ve bazen olaylar nedeniyle durdurulduğundan da söz etmiştik. Aşırı milliyetçilik kavramının yeniden Avrupa’da yükselişe geçmesi durumu ile karşıtlık, ayrımcılık durumları söz konusu olmuştur. İslamofobi, yabancı karşıtlığı, göçmen karşıtlığı kapsamında değerlendirildiğinde Türklerin de istenmemesi durumu ile karşılaşılabilir. Suriye’den gelen göç dalgası konusu, Türkiye üzerinden de bu kimselerin göç edebileceği durumu, Türkiye’nin üyeliğine güncel konjonktürde belki de engel olan hususlardandır. Türkiye-AB ilişkileri açısından, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği konusuna örnek gösterecek olursak; “Sarkozy aynı zamanda Türkiye’nin AB üyeliği üzerinden bir laiklik tartışmasını başlatmış, Fransa’daki Müslümanların varlığını güvenlikleştiren bir bakış açısının inşasına çalışmıştır” (Düzgit, 2015, 48-52; akt. Çakaş, 2019). Sarkozy, radikal ve popülist akıma mensup bir kimsedir ve Ulusal Kimlik Bakanlığı kurumunu kurmuştur. Fransa’da kimlik tartışmalarını ön plana çıkarmıştır. Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere ulusal kimlik olgusu daha ön plandadır denilebilir. 

Türkiye-AB ilişkileri çok yönlü ve kapsamlı ilişkilerdir, Türkiye’nin AB’ye üyelik süreci halen devam etmektedir. “Avrupa milliyetçiliği, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine engel teşkil ediyor mu?” araştırma sorumuzun cevabı olarak, bazı konular nedeniyle bir engel teşkil edebileceğini fakat çok yönlü ilişkiler söz konusu olduğundan dolayı, birtakım kıstasları sağlamadan üye olunmasının mümkün olmadığı bilindiğinden milliyetçilik konusundan bağımsız olarak diğer alanlara bakılarak bir değerlendirme yapılması gerekliliğinden bahsedilebilir. 

Sonuç

Bu çalışmada milliyetçilik tanımı yapılarak milliyetçiliğin dünyanın büyük olaylarına etkisi üzerinden milliyetçiliğin tekrardan Avrupa’da yükselişi incelenmiştir. Bu durumun Avrupa Birliği’nde ayrımcılık, ırkçılık, nefret söylemleri ve karşıtlık gibi olgulara neden olduğu konusu irdelenmiş ve örnekleri verilmiştir. Avrupa’nın kendine has özellikleri, normları ve yapıları olduğundan hareketle bir “Avrupalı kimliği” var olduğundan söz edilmiştir. Bu kimlik sayesinde “ötekileştirme” durumu yaşanarak İslam karşıtlığı, yabancı karşıtlığı, göçmen karşıtlığı olguları Avrupa’daki eylemlerle karşılığını bulmuştur. Tüm bunlar Avrupa’yı etkilemekle beraber Avrupa Birliği’ni de tesiri altına almıştır. Avrupa Birliği milliyetçilik, aşırı sağ, popülist ve radikal akımlar nedeniyle belki de bu olguları istemeden desteklese de yapmış olduğu katı önlemlerle bir yandan da engellemeye çalışmıştır. Son dönem konjonktürde yaşanan olaylar neticesinde Türkiye de bu olaylardan etkilenmiştir. Bu ölçüde Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri ve Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği süreci de etkilenen diğer hususlar arasında olmuştur. Bu araştırmada Avrupa’da yükselen milliyetçilik ve AB, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği süreci konularına milliyetçiliğin yeniden yükselişi açısından bakılmıştır. “Avrupa Milliyetçiliği, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine engel teşkil ediyor mu?” ve “Avrupa Birliği, milliyetçiliği devam ettiren bir araç mı?” sorularına cevap aranmıştır. Avrupa’da yükselen milliyetçilik perspektifinde Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik süreci ana başlığı altında konu aydınlatılmaya çalışılmıştır. Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinin çok yönlülüğü söz konusu olduğundan milliyetçiliğin bazen engel teşkil edebildiği fakat üyelik için farklı kıstaslara da yer verilmesi gerektiğinden konuya sadece milliyetçilik açısından değil çok yönlü bir perspektiften bakılması gerekliliği şeklinde sorulara cevap bulunmuştur. 

Kardelen ÇELEBİ 

Avrupa Çalışmaları Staj Programı

Editör: Gizem GÜVEN

Kaynakça

Aktaş, M. (2010). Avrupa’da milliyetçiliğin yeniden yükselişi Türkiye’nin AB’ye üyelik çabaları. İnönü Üniversitesi İİBF E-Kitap. 

Aslan, K. (2018). Aşırı sağın yükselişi: resme küresel perspektiften bakmak. Muhafazakâr Düşünce Dergisi, 14(53), 47-70. 

Çakaş, Ö. (2019). Avrupa siyasetinde radikal ve popülist sağın ideolojik yenilenmesi ve yükselişi üzerine bir inceleme. Sosyal ve Beşerî Bilimler Araştırmaları Dergisi, 20(44), 157-178. 

Elbir, Ç. (2017). Avrupa’da yükselen milliyetçilik ve ayakta kalmaya çalışan sosyal demokratlar. Avrasya İncelemeleri Merkezi. Analiz No.2017/6.

European Union. (n.d.). Erişim Adresi: https://european-union.europa.eu/index_en (Erişim Tarihi: Mart, 2023).

Gülşen, P. (2015). Avrupa’da yükselen milliyetçilik. Anka Enstitüsü. 

Karadağ, A., Yaman, H. (2018). Üç Farklı Milliyetçilik. Akademik Yaklaşımlar Dergisi, 9(2). 

Kaya, A. (2013). Avrupa Birliği hakkında merak ettikleriniz Avrupa Birliği’ne giriş. Hiperlink Yayınları.

Kedourie, E. Avrupa’da Milliyetçilik. (Çev. M. Haluk Timurtaş). Sosyal İlimler Komisyon Yayınları.

Kıraç, S. İlhan, B. (2010). Avrupa Birliği oluşum süreci ve ortak politikaları. Milli Eğitim Dergisi, 40(188), 191-201. 

Tekin, H. (2008). Avrupa Birliği ve Türkiye örneğinde ayrımcılıkla mücadele. Avrupa Birliği Uzmanlık Tezi, T.C. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Avrupa Birliği Koordinasyon Dairesi Başkanlığı. 

Uzunçayır, C. (2014). Göçmen karşıtlığından İslamofobi’ye Avrupa aşırı sağı. Marmara Üniversitesi Siyasal Bilimler Dergisi, 2(4), 131-147. 

T.C. Dışişleri Bakanlığı. (n.d.). Erişim Adresi: www.mfa.gov.tr (Erişim Tarihi: Mart, 2023).

T.C. Dışişleri Bakanlığı Avrupa Birliği Başkanlığı. (n.d.). Erişim Adresi: https://ab.gov.tr/ (Erişim Tarihi: Mart, 2023).

T.C. Dışişleri Bakanlığı Avrupa Birliği Başkanlığı. (2016). 18 Mart 2016 Tarihli Türkiye- Avrupa Birliği Zirvesi Bildirisi. Erişim Adresi: https://ab.gov.tr/files/AB_Iliskileri/18_mart_2016_turkiye_ab_zirvesi_bildirisi_.pdf (Erişim Tarihi: Mart, 2023).

Çeviri: Yapay Zekâya Hükmetmezsek Yapay Zekâ Bize Hükmedecek

0

Bu yazı, Yuval Hariri, Tristan Harris ve Aza Raskin’in New York Times için kaleme almış olduğu “If We Don’t Master A.I., It Will Master Us” başlıklı makaleden çevrilmiştir. Yazının aslına aşağıdaki bağlantıdan erişebilirsiniz.

If We Don’t Master A.I., It Will Master Us

Bir uçağa biniş yaptığınız sırada, o uçağı inşa eden mühendislerin yarısı size %10 ihtimalle uçak kazası olacağını, sizin ve uçaktaki herkesin öleceğini söylediğini düşünün. Hâlâ o uçağa biner misiniz?

2022 yılında yapılan bir ankette, yapay zekânın gelecekte ne tür riskler oluşturabileceği sorusu önde gelen yapay zekâ şirketlerinde çalışan 700’ün üzerindeki üst düzey akademisyen ve araştırmacıya soruldu. Ankete katılanların yarısı, %10 veya daha büyük bir olasılıkla gelecekteki yapay zekâ sistemlerinin insanlığın yok oluşuna sebep olacağı (veya buna benzer bir şekilde kalıcı ve ciddi güç kaybı yaşatacağı) yönünde düşüncelerini beyan ettiler. Günümüzün büyük dil modellemelerini yapan teknoloji şirketleri, tüm insanlığı bu uçağa bindirme yarışına girmiş durumdadırlar.

İlaç şirketleri, yeni ürettikleri ilaçları öncelikle titiz bir güvenlik kontrolünden geçirmeden piyasaya süremezler. Biyoteknoloji laboratuvarları paydaşlarını marifetleriyle etkilemek için yeni virüsleri kamusal alana salamazlar. Aynı şekilde, GPT-4 ve daha yüksek kapasiteye sahip yapay zekâ sistemleri, kültürlerin güvenli bir şekilde hazmedebileceğinden daha hızlı bir şekilde milyarlarca insanın hayatına karışmamalıdır. Piyasaya hükmetme yarışı, insanlığın bu en önemli teknolojisinin yayılma hızını belirlememelidir. Her halükârda teknolojiyi doğru bir şekilde kullanmamıza imkân verecek hızda hareket etmeliyiz

Bilimsel ve siyasi tartışmalardan ziyade bilim kurgu filmlerine ait olan, ancak yakın bir zamana kadar uzak bir olasılık olarak kalmış yapay zekâ hayaleti 20. yüzyılın ikinci yarısından beri insanlığı bir lanet gibi takip etmektedir. GPT-4 ve benzeri araçların yeni becerilerini kavramak insan zihinlerimiz için zor ve bu araçların daha da gelişmiş ve yüksek kapasiteler geliştirdiği katlanarak artan hızı kavramak daha da zorlaşmaktadır. Ne var ki, bu temel becerilerin çoğu tek bir şeyden ibarettir: İster kelimelerle ister seslerle veya görüntülerle olsun, dili manipüle etme ve üretme kabiliyetidir.

Başlangıçta söz vardı. Dil, insan kültürünün işletim sistemini oluşturmaktadır. Dillerden mitler ve yasa, tanrılar ve para, sanat ve bilim, arkadaşlık ve uluslar ve hatta bilgisayar kodları ortaya çıkar. Yapay zekânın dil üzerindeki yeni hakimiyeti, artık uygarlığın işletim sistemini hackleyip manipüle edebileceği anlamına gelmektedir. Dil üzerindeki üstünlüğünü kazanmasıyla birlikte yapay zekâ, banka kasalarından kutsal mezarlara kadar medeniyetin yapı taşlarını ele geçirecektir.

Hikayelerin, melodilerin, imgelerin, yasaların, politikaların ve araçların büyük bir kısmının, insan zihninin zayıflıklarını, önyargılarını ve bağımlılıklarını insanüstü bir verimlilikle nasıl kullanacağını bilen ve aynı zamanda insanlarla nasıl yakın ilişkiler kuracağını hesaplayan insan dışı bir zekâ tarafından şekillendirildiği bir dünyada yaşamak insanlar için ne anlama gelir? Satranç gibi bir oyunda hiçbir insan bir bilgisayar tarafından alt edilebileceğini ümit etmiyordu. Peki ya aynı şey sanat, politika ve hatta dinde gerçekleşirse; ne olur?

Yapay zekâ, çok hızlı bir biçimde binlerce yıldır ürettiğimiz her şeyi, tüm insan kültürünü midesine indirip sindirerek yeni kültürel eserler fışkırtmaya başlar. Sadece okul ödevleri değil, bunun yanında siyasi söylevler, ideolojik manifestolar ve hatta yeni tarikatların kutsal kitapları dahil. 2028 senesinde ABD Başkanlık seçimlerinin artık insanlar tarafından yürütülmemesi ihtimali önümüzde duruyor.

İnsanlığın gerçekliğe çoğunlukla doğrudan bir erişim imkânı yoktur. Kültürlerimiz tarafından dış dünyadan soyutlanmış bir şekilde, gerçekliği kültürel prizmamız yoluyla deneyimliyoruz. Siyasi görüşlerimiz gazetecilerin aktardıkları ve arkadaşlarımızın anekdotları ile şekillenmektedir. Cinsel tercihlerimiz sanat ve din tarafından uyuşturulmuştur. Günümüze kadar bu kültürel koza diğer insanlarla birlikte örülmüştü. Peki, gerçekliğin insan olmayan bir zekâ tarafından üretilen prizma tarafından deneyimlemek nasıl olacak?

Biz insanlar binlerce yıldır başka insanların rüyalarında yaşadık. Tanrılara tapındık, güzellik ideallerinin peşinde koşturduk ve hayatımızı kimi peygamberlerin, şairlerin veya siyasetçilerin tasavvurlarına dayanan çeşitli davalara adadık. Yakın bir zamanda kendimizi insan-dışı bir zekânın halüsinasyonlarının içinde mi bulacağız?

“Terminatör” film serisi sokaklarda koşan ve insan vuran robotları tasvir ediyordu. “Matrix” filmiyse insan toplumunun tam kontrolünü ele geçirmek için yapay zekânın önce beyinlerimizin fiziksel kontrolünü ele geçirmesi ve beyinlerimizi doğrudan bir bilgisayar ağına bağlaması gerektiği varsayımına dayanıyordu. Aslına bakılırsa, kimseyi vurmadan ya da beyinlerimize çip yerleştirmeden fakat sadece dil üzerinde bir hakimiyet oluşturarak yapay zekâ bizi Matrixvari bir illüzyonlar dünyasına dahil etmek için tüm gereksinimleri elinde bulunduruyor. Eğer birini vurmak gerekirse, yapay zekâ sadece bizlere doğru hikâyeyi anlatarak insanların tetiği çekmesini sağlayabilir.

Bir yanılsama dünyasında kapana kısılmışlığın hayaleti, yapay zekâ hayaletinden çok daha uzun bir süredir insan ırkının ensesinde dolaşıyor. Yakında nihayet Descartes’in şeytanı, Platon’un mağarası ve Budist Maya ile yüz yüze geleceğiz. Bir daha asla kaldıramayacağımız veya yırtamayacağımız- hatta varlığını dahi fark edemeyeceğimiz- bir yanılsama perdesi tüm insanlığın üzerine çökebilir.

İnsan nesli ve yapay zekânın arasındaki ‘ilk temas’ sosyal medyaydı ve bu yarışta insanlık kaybetti. İlk temas olayların gidişatı hakkında kötü bir izlenim vermişti. İlkel yapay zekâ, sosyal medyada içerik oluşturmak için değil de kullanıcılar tarafından oluşturulan içerikleri iyileştirmek için kullanılmıştı. Haber akışlarımızın arkasındaki yapay zekâ; hala hangi kelimelerin, seslerin ve görüntülerin retinalarımıza ve kulak zarlarımıza ulaşacağını seçiyor ve en popüler, en çok tepki ve en çok etkileşim alacak olanları belirliyor.

İlkel olmasına rağmen, sosyal medyanın arkasındaki yapay zekâ; toplumun kutuplaşmasına, ruh sağlığımızın bozulmasına ve demokrasilerin çözülmesini hızlandıran yanılsama perdesini oluşturmaya yeterli oldu. Milyonlarca kişi bu yanılsamaları gerçeklik ile karıştırdı. ABD tarih boyunca gelmiş geçmiş en gelişmiş bilgi teknolojilerine sahip olmasına rağmen, Amerikan vatandaşları seçimleri kimin kazanacağı konusunda artık hemfikir olamayacaklar. Sosyal medyanın dezavantajları konusunda herkes şimdi daha bilinçli olsa da sosyal, ekonomik ve siyasi kurumlarımızın çok büyük kısmı sosyal medyayla iç içe geçtiği için bunun üzerinde yeterince durulmadı.

Kapsamlı dil modellemeleri yapay zekâ ile ikinci temasımızı oluşturdu. Bu yarışta ikinci bir yenilgiyi göze alamazdık. Ancak hangi temele dayanarak bu yeni yapay zekâ türlerinin bizim yararımıza düzenlenebileceğine inanmalıyız? Her zamanki gibi devam edersek, yeni yapay zekâ kapasiteleri yine kar ve güç elde etmek için kullanılacak, istemeden de olsa toplumumuzun temellerini yok edecektir.

Yapay zekâ gerçekten de kanseri yenmek, hayat kurtaran ilaçların keşfi ile ilkim ve enerji krizlerine çareler bulmak konusunda potansiyel bir fayda sağlayabilir. Tahayyülümüzün ötesinde sayısız faydası mevcuttur. Fakat yapay zekânın sağladığı faydalarının toplandığı dağın yüksekliği medeniyetin çöküşü karşında bir şey ifade etmemektedir.

Politikalarımız, ekonomimiz ve gündelik hayatımız tamamen ona bağımlı hale gelmeden evvel, gün yapay zekâ ile hesaplaşma günüdür. Demokrasi bir karşılıklı iletişimdir, iletişim dil ile bağlantılıdır ve dilin kendisi ele geçirildiğinde iletişim çöker ve demokrasi savunmasız hale gelir. Bundan emin olmak için kaosun gelmesini beklersek, tüm bunları düzeltmek için çok geç olacaktır.

“Elimizden geldiğince hızlı gitmezsek, Batı Çin‘e kaybetme riskiyle karşı karşıya kalmayacak mı?” sorusu akıllarımızı kurcalayabilir. Hayır. Karmaşık ve kontrolden çıkmış yapay zekânın toplum içerisinde yayılması, sorumluluktan arındırılmış tanrısal güçlerin serbest kalması, Batı’nın Çin’e kaybetmesinin en önemli nedenlerinden olabilir.

Fakat hâlâ yapay zekâ ile nasıl bir gelecek istediğimizi belirleyebilme şansımız var. Eğer tanrısal güçler sorumluluk ve kontrol ile orantılı olarak eşleştirilebilirse yapay zekânın bize vaat ettiği faydaları gerçekleştirebiliriz.

Yabancı bir zekâyı hayatlarımıza biz çağırdık. Oysa son derece güçlü ve bize göz kamaştırıcı hediyeler teklif etmesi ve kurumlarımızı ve medeniyetimizi ele geçirebilecek olması dışında hakkında pek bir bilgimiz yok. Tüm dünya liderlerini ortaya çıkan bu güç düzeydeki mücadeleye karşılık vermeye davet ediyoruz. Atılması gereken ilk adım, 19. yüzyıldan kalma kurumlarımızı yapay zekâ sonrası dünyaya uygun hale getirmek için zaman kazanmak ve yapay zekâ bize hükmetmeden önce ona hükmetmeyi öğrenmektir.

Çeviri: Göksu DUYGU

The Factory Belgesel Analizi (2021)

TRT World 2021 yılı yapımı olan bu belgeselin içeriği, ciddi çalışmaların ve çarpıcı delillerin ışığında yarım milyondan fazla istihbarat ve birçok açık kaynak belgelerin incelenmesi sonucunda büyük bir titizlikle uluslararası terörün finanse edilmesine yönelik gerçeklerin gün yüzüne çıkmasını sağlayarak Fransa’ya ait olan devasa bir çimento şirketi olan Lafarge’ın karanlık işlere bulaşmasıyla asıl buz dağının görünmeyen kısmının nasıl ortaya çıktığını, Fransa Devleti’nin rolünü konu alan son derece önemli konuları aydınlatan ve ispatlayan hatta akılda soru işaretleri de bırakan bir süreci ele almaktadır.

Belgeselin başlangıç noktası ve sürece biraz daha derinden bakmak istediğimizde 13 Kasım 2015 Cuma gecesi Paris stadyumunun yakınlarında ve birkaç önemli mekânlarda saldırıların gerçekleşerek korkunç bir günün yaşanmasıyla başladığını görüyoruz. Bu saldırıların DAEŞ terör örgütünün üstlenmesiyle bir terör saldırısı ile karşılaşan Fransa, aynı zamanda istihbarat zafiyeti ve başarısızlığı ile dünya medyası tarafından gündeme gelerek önemli bir ayrıntı olarak ta karşımıza çıkıyor. Belgeselde, yaşanan 13 Kasım Cuma gecesi olayının asıl arka planı ise derin ve uzun bir sürece dayandığı belirtilerek olayların başlangıç noktasına götürülüyor. 2008 yılında o dönemin Fransa Cumhurbaşkanı olan Sarkozy ile Beşer Esad’ın yakınlaşması ve hatta Esad’ın Fransa’ya daveti ve akabinde Sarkozy’nin Şam’a gelmesi ile birlikte ikili arasında yakın temaslar oluşarak ve Lafarge şirketinin Suriye pazarına nasıl gireceğine yönelik konularda planlama yapılıyor. Fransa tarafından Lafarge’a Ortadoğu’nun en büyük firması Oramcom’u satın alması talimatı verilerek Lafarge’ın hakim konumda olması gerektiği düşünülüyor.

2010 yılında Lafarge Suriye’de çimento fabrikasını stratejik bir noktaya konumlandırarak faaliyete geçiyor. Bu konum ise Türkiye sınırıyla Suriye’yi Irak’a bağlayan m-4 otoyolu arasında olduğu görülüyor. Bu yapının kurulmasının maliyeti ise 700 milyon dolar gibi son derece büyük rakama mal olarak 16 bankadan alınan, birkaç ülkenin de adı geçtiği, destek sağladığı fonlarla gerçekleşiyor. Ve tabi burada asıl göze çarpan ve bu fonlama da karşımıza Avrupa Birliği Bankası’nın çıkarak bu fonun %45’ini sağlıyor olduğunu görüyoruz. Lafarge geniş bir ortaklık iştiraki kurduğu belirtiliyor. Buradan hareketle aslında planlanan şey her ne ise yalnızca bir ülkenin değil birkaç ülke AB gibi bir yapılanmanın da bu planlamanın bir parçası olduğu çok aşikâr bir şekilde anlaşılıyor. Buraya kadar bu yapının kurulması bir Fransız şirketinin başka bir ülkede ticari olarak iş yapacak olması gibi görünse de olaylar bundan sonra başlıyor. Suriye’de yaşanan çatışmalar, silahlı örgütlenmeler ve yönetime karşı gelme süreci ile 2012’de BM yetkilisi tarafından resmi bir duyuru ile Suriye’de yaşanan olayların tam anlamıyla bir iç savaş yaşandığını duyurdular. Böyle olunca yabancı şirketler ticari faaliyetlerini sonlandırıp ülkeyi terk ederken Lafarge Suriye’de kalmaya devam ederek iş yapmayı sürdürdü. Böyle bir durumda Avrupa Birliği bile yaptırımlar uygularken Lafarge bu yaptırımları görmezden gelerek yaptırımları ihlal etti. Sizce Avrupa Birliği’nin yaptırımları başta Fransa ve Fransa Devletine ait olan bir şirket için ne derece önemsiz olabilir ya da ihlal edilebilir? Biz burada Fransa’nın vermiş olduğu talimatlarda ihlallerin yapıldığını görüyoruz. Suriye’de yaşanan iç savaşın aktörleri olan PKK terör örgütü ve onun Suriye kolu olan YPG ve DAEŞ örgütü ile yaşanan çatışma süreci Lafarge’ı geri çekilmesine neden olmadığı gibi üstelik bu tesisin korunmasını garanti altına almak için vergi ve bağış adı altında PKK’ya milyonlarca dolar aktardığı görülüyor. Asıl amaç bir şirketin ticari olarak faaliyetini sürdürmesi gibi görünmekten ziyade bu şirketin orada varlığını sürdürmesinin bir anlamı ve önemi olduğu anlaşılıyor. Peki bu paralar nasıl aktarılıyordu? Burada önemli bir isim olarak görebileceğimiz Beşer Esad’ın yakın dostu olan paranın dağıtımdan sorumlu olan Firas Tlass ortaya çıkıyor. Tüm bu para aktarmaları onun aracılığıyla gerçekleştiriliyor. Kilit figür olarak karşımıza çıkan Tlass, Lafarge’ın Suriye’de bir hissedarı olmaktan çıkarak silahlı örgütler arasındaki aracıya dönüşüyor. Devam eden çatışma sürecinde örgütler arasındaki anlaşmazlıklar ve Lafarge tesisinin PKK’ya teslim edilmesi DAEŞ’i kızdırıyor. Lafarge DAEŞ’in hakim olduğu sözde halifeliğin başkenti Rakka’dan bir km uzaklıkta işlerine devam ediyordu.2014’te Lafarge DAEŞ ve PKK’yla yeni bir anlaşma yaparak bu örgütleri finanse edeceğini ve böylece Suriye’de fabrikasının açık kalacağına yönelik anlaşıyordu. DAEŞ ise Lafarge’ın ihtiyacı olan hammaddeyi tedarik ederek bu durumda ciddi kar elde etmiş oluyordu.İşler buradan sonra daha da ciddileşerek DAEŞ, PKK ile fabrikayı paylaşmak istemiyor ve anlaşmadan çekiliyor.Bu anlaşmazlığın neticesinde Lafarge’ın kontrol mücadelesinin bedelini Türkiye sınırındaki Suriye kenti ödüyordu. Lafarge bir çimento fabrikasının işlemesi ve ticari faaliyet amacının çok dışına saparak ve kar amacı güden bir şirketken daha fazlası olarak artık burada Fransa Devletinin Suriye ve Irak’ta DAEŞ ile savaşan bir koalisyonun parçası haline geliyordu. Fransa görünüşte terörle savaşmaya kararlı gibi görünse de kapalı kapılar ardında müttefiklerini aldatıyordu. Akıllara son derece çelişkili olan bu durum için şöyle bir soru geliyordu. Fransa terörle savaşmak için bu kadar kararlı ise neden vergi ödeyenlerin parası ile terörizmi destekleyen bir düzeni kolaylaştırmak için terör örgütlerini finanse ediyordu? Fransa en başından beri Lafarge’ın terör örgütlerini finanse ettiğini biliyordu. Bunu örtbas ederek gerçekleşmesine izin veriyor ve yine burada çarpıcı bir durum olarak karşımıza çıkan sorun ise ne Fransa’nın ne de Avrupa Birliği’nin Lafarge’ı hiç sorgulamıyor oluşuydu. Bir takım olayların devamında bir Fransız istihbarat uzmanının ifadesi ile şu gerçek karşımıza çıkıyor. “Tartışmasız bir şekilde Avrupalılar daha doğrusu özellikle Amerikalılar ve Fransızlar Suriye savaşı sırasında Avrupa’da terörizmi cesaretlendiren silahlı örgütleri desteklediler” ifadesini görüyoruz. Bu ifadeye ek olarak yüzlerce e-posta yazışmaları, rapor ve diplomatik belgelerde bu ifadeyi destekleyen deliller sızdırılarak elimize geçmiş bulunuyor ve arka plandaki amaçlar aydınlatılıyordu. Suriye’deki Lafarge’ın çimento fabrikası, Fransız istihbaratı ve casus örgütleri için bir paravandı. Daha önce belirttiğimiz üzere Fransa Lafarge’ın PKK, DAEŞ ve Suriye rejimi ile işbirliği yaptığını biliyordu ve amacını gizlemek için buna göz yumduğu anlaşılıyordu. Buradan hareketle Fransız şirketin Fransa gizli servisleri için bir fırsat olduğu ve Fransa Dış Güvenlik Müdürlüğü’nün Suriye’nin o bölümünde kaynağa ihtiyacı olması sebebiyle buradaki gizli kaynaklara ulaşmak için önemli bir araç olduğu çok açık bir şekilde görülüyordu. Yaşanan tüm sürecin detaylarını sonuçlandırmak istediğimizde ise belgeselde nihai analizde ve karşımıza çıkan sonuçların çok ta şaşırtmadığını belirterek aslında en başından beri iç savaş yaşanan bir ülkede bir şirketin faaliyetine devam etmesi, amacının çok farklı olduğu yönünde tahminlerin yürütülmesi ve ne niyetle o bölgede varlığını sürdürüyor oluşu hemen akıllarda beliriyordu.

Fransa’nın savaşmak ve mücadele etmek istediği bir terör örgütü olan DAEŞ’in hakimiyetindeki bir bölgede, şirket faaliyetini sürdürüyorsa siyasi bir çelişki içerisinde olduğu anlaşılıyor. Çünkü sonuçta Fransa’da saldırı gerçekleştiren bir isyancı gruba finansman sağlayarak destek olunduğu ve en çarpıcı olan ise düşmanla istihbarat olayı gerçekleştirmiş olması ciddi bir soru işareti olarak karşımıza çıkıyordu. Fransız istihbaratının ve devlet yetkililerin önüne geçemediği daha doğru bir ifadeyle öngöremediği saldırı olayları Fransa’nın ve işin içerisinde Avrupa Birliği gibi önemli bir kurumun da bulunduğu gerçeklerini ortaya çıkarmış gibi görünse de bazı bilgiler açığa çıkmasına rağmen ve bazılarının konuşması gerekirken bu gerçekleşmediğini yapılan röportajlarla görüyoruz. Lafarge’ı kullanarak yıllarca insanlığa karşı suçlar işleyen terör örgütlerini desteklemesi Fransa kamuoyunda açığa çıkmış ve hatta bu konu yargıya taşınmış bile olsa bütün bu karmaşık sürecin aslında delillerle berrak bir şekilde görünmesine rağmen olayların bir şekilde örtbas edildiğini bu karanlık işlerin arka planında çalışan herkesin konuyu adeta bilmiyormuşçasına davranarak gündemden uzak tutularak ve hatta davaların açılmamasına yönelik çaba sarf edilerek kapatıldığını ne yazık ki görebiliyoruz. Ortadoğu coğrafyasında Fransa’nın istihbarat veyahut ta terör örgütlerini kullanabilmek ve böylesine bir kaosu, krizleri yönlendirerek o coğrafyayı isyancı gruplar ve örgütlerin vicdanına bırakıp istikrarsızlaştırmak adına bir şirketi kullanarak başarmak istediği asıl hedefler neydi? Sorusu defalarca zihnimizde canlanıyor ve büyük bir merak hatta sır unsuru olarak kalıyordu. Pek bilinmemekle beraber Fransa’nın bir zamanlar beslediği terör örgütü bir yılan misali kendi koynunda onu boğmaya çalışarak kendi ülkesinde kendi halkına bedel ödettiği çıkarımını yapabiliyoruz. Bu belgesel, Lafarge olayının bir komplo hikayesi olduğu ve ana aktör Fransa’nın istihbari faaliyetlerini ve bir çok Fransız siyasi karar alıcılarında içerisinde olduğu tüm süreci çok çarpıcı yönleriyle ele alarak sızdırılan tüm belgelerin zekice analizleri neticesinde gerçeklerin hala bir sır perdesi olarak kalmış olmasına rağmen bu olayın en önemli detaylarını başarılı bir anlatımla tüm dünya kamuoyuna sunmuştur.

Zeynep SARAÇOĞLU

İstihbarat Çalışmaları Staj Programı

Editör: Eda KURT

Kitap Analizi: Hasım İstihbarat ve Hibrit Savaş

Özet

Bahsi geçen çalışmada 4. Nesil saldırı stratejisi olan Hibrit Savaş’ın; metodolojisi, uygulanış biçimi ve hangi unsurlardan meydana geldiği, kitabın bize sunduğu bilgiler neticesinde yorumlanacaktır. Terörün ve terörizmin 20. yüzyılın ortalarından günümüze kadar nasıl bir süreçte evrimleştiği, neyi hedeflediği kronolojik bir metotla bu çalışmada yer alacaktır. Daha sonrasında hibrit savaş stratejisinin Türkiye Cumhuriyeti’ni hangi düzeyde nasıl etkilediğini ve hasım istihbarat teşkilatlarının bahsedilen savaş stratejisinde pozisyonunun ne olduğu ele alınacaktır. Çalışmanın giriş bölümünde terör, terörizm ve istihbarat teşkilatları hakkında genel hatlarıyla bilgiler verilmiş inceleme bölümünde hasım istihbarat ve hibrit savaş kitabının Türkiye perspektifinde yapılan faaliyetlerin Yüzeysel olarak yorumu yapılmıştır Sonuç kısmında ise eleştirisi yapılan kitabın; argümanı, sunmayı iddia ettiği konusu, literatüre sağladığı katkısı, güncel tartışmalarla olan ilişkisi, kitabın temellendirdiği teorik köken ve düşünce ekolü, kitapta geçen terimleri, kitaptan faydalanabilecek kitleleri, bahsi geçen kitabın diğer kitaplarla kıyaslandığında ortaya çıkan sonucu ve kitabın sunduğu örneklemeler ele alınmıştır

Anahtar Kelimeler: Terörizm, Hibrit Savaş, Hasım İstihbarat, 4. Nesil Savaş, Türkiye

Abstract

In the aforementioned study, Hybrid Warfare which is the 4th generation attack strategy, methodology, the way it is applied, and what elements it consists of will be interpreted because of the information provided by this book. This study shows how terror and terrorism evolved from the middle of the 20th century to the present. And what it aims at will be included in the study with a chronological method. Later it will be discussed how the hybrid war strategy affects the Republic of Turkey and how the enemy intelligence agencies are in the mentioned war strategy. In the introductory part of the study, general information about terror, terrorism, and intelligence organizations was given in the analysis part. That is the superficial interpretation of the activities conducted from the perspective of Turkey, and a book on adversary intelligence and the hybrid war was made. Argument what it claims to present, its contribution to the literature, its relationship with current debates, the theoretical origin and school of thought on which the book is based, the terms in the book, the masses that can benefit from the book, the result of the book in question when compared to other books and the examples presented by the book are discussed.

Keywords: Terrorism, Hybrid War, Hostile Intelligence, 4th Generation War, Türkiye.

Giriş

Hibrit savaş: konvansiyonel askeri savaş stratejileri, propaganda, siber saldırı, ekonomik baskı, diplomatik kanallar, silahlı veya silahsız örgütlenmeler aracılığıyla hedef ülkeye karşı yürütülen yeni bir savaş stratejisidir.

Devletler veya devlet dışı aktörler tarafından yürütülen militarist ya da gayri militarist usul ve yöntemlerle hedef ülkeye karşı belirlenen stratejik hedeflere ulaşmayı amaçlar. Saldırıya uğrayan hükümetin meşruiyetini zedelemek ve kamuoyu içerisinde panik ortamı oluşturmak için; propaganda, dezenformasyon, kışkırtma ve tahrik amacıyla protesto, sabotaj, suikast, casusluk gibi faaliyetler yürütülmesi durumudur.

Hibrit savaş kavramının geleneksel olmayan ve çoğu zaman etik eylemlerden uzak stratejileri barındırdığının farkında olmak gerekir. Fakat her şeye rağmen hibrit savaşın diğer savaş stratejilerine ithafen avantajları şunlardır:

  1. Aniden değişiklik gösteren koşul ve şartlara adaptasyon sağlamak hususunda Ciddi fırsatlar barındırmaktadır. Özellikle saldırıya uğrayan devlet birçok taraftan saldırı altındayken, saldıran devlet sürekli olarak strateji güncelleme imkanına sahiptir.
  2. Hibrit savaş taktikleri saldıran ülkenin eylemlerinin gizli ve örtülü operasyon çerçevesinde yürütülebilmesi sayesinde bahsi geçen ülkenin ifşalanmamasını, uluslararası arenada itibarının zedelenmemesini ve hedef belirlediği ülkede uzun ya da kısa vadeli politikalarını gerçekleştirilmesine olanak sağlar.
  3. Genellikle diğer savaş stratejilerine oranla düşük maliyetli az riskli ve çok kapsamlı gerçekleştirebilme avantajı bulunmaktadır.

Bununla birlikte bahsi geçen savaş stratejisinin avantajları bulunuyor olsa bile etik yasal ve insan hakları gibi unsurları ihlal edebileceği söz konusu olmakla birlikte hibrid savaş stratejisinin iyi planlanmaması durumunda sonuçları çok ağır olabilir.

1. Dünya Savaşı’ndan önceki dönemde askeri gücün söz konusu olduğu strateji birinci nesil savaş stratejisini, ateş gücünün önemli olduğu 1. Dünya Savaşı ikinci nesil savaş stratejisini, hız ve mütekabiliyetin mühim olduğu 2. Dünya Savaşı üçüncü nesil savaş stratejisini, politika, toplumsal yapı, kolektif hafıza ve manevi değerlerin söz konusu olduğu Hibrit Savaş ise dördüncü nesil savaş türüdür.

1. Nesil Savaş kavramı modernleşmeden önce kullanılan savaş taktikleri ve stratejilerine atıfta bulunmak amacıyla söylenir. Bahsi geçen unsurda göğüs-göğüse çarpışma durumu söz konusudur.

2. Nesil Savaş kavramı modernleşme esnasında yaşanan 1. Dünya Savaşı’ndaki savaş ve stratejileri anlatmak amacıyla kullanılır. Tankların, uçakların, topçu bataryalarının ve makineli tüfeklerin dahilinde; temel misyonunun belirlenen bölgeyi kontrol altında tutmanın ve kilit hedefleri ele geçirmenin söz konusu olduğu savaş stratejisidir.

3. Nesil Savaş kavramı 20. yüzyılın ortalarında gerilla savaşı ve asimetrik tehditlerin oluşturduğu zorluklara karşı koymak maksadıyla geliştirilmiş bir savaş stratejisidir. Vietnam Savaşı’nda, Afgan Savaşı’nda sahip olunan kuvvetlerin düzensiz kullanılması sebebiyle esnek ve uyarlanabilir taktikler geliştirilmeliydi. Bu yüzden savaş alanının sosyo-psikolojik ve jeostratejik açıdan dinamiklerini kavramak adına entelijans faaliyetlerine, propagandaya ağırlık verildi.

4. Nesil Savaş olan Hibrit Savaş’ın disiplin çerçevesini oluşturmak son derece zordur. Çünkü yalnızca fiziki ve silahlı olarak hareket etmekten ziyade hedef ülkeyi var eden; insanı, toplumu, parayı, toprağı, milli güvenliği, milli refahı, ve en nihayetinde devleti direkt olarak hedef almaktadırlar. Somut perspektifte yıkıcı bir tesir oluşturmaktan ziyade meydana getirilen bu savaş, yavaş ama istikrarlı bir şekilde ilerler. Bu yüzden saldırıya maruz kalan toplum kolektif olarak mevcut konjonktürden haberdar olamazlar. Hibrit savaş belirlediği unsuru yok etmekten ziyade, değiştirmeyi ve onu kontrol etmeyi hedefler. Bu unsur saldırıya uğrayan ülkenin maddi veya manevi değerleri olabilir. Yani hibrit savaş diğer nesil savaş stratejileri gibi alenen otorite ve üstünlük kurmaktan ziyade bunu örtülü veya gizli bir şekilde gerçekleştirmeye çalışır.

Hibrit savaş sırayla 3 aşamadan meydana gelmektedir. Bunlar:

1. Parçalamak,
2. Yıkmak,
3. Yeniden İnşa Etmek’tir.

Hiyerarşik olarak en altta yer alan unsurdan yani bireyden başlanılarak, toplumun en üst katmanına ulaşılmak hedeflenir. Bu sayede toplumun bir arada tutan düşünce ve değerler keşfedilir ve değiştirilebilecek pozisyona gelir. Sonrasında ise devlete ve devletin stratejik kurumlarına duyulan güvenin sarsılması, etnik ve dini farklılıkların ön plana çıkartılması,

hukukun ise arka planına bırakılması, adaletin insandan insana ya da toplumdan topluma farklılık göstermesi amaçlanır. Meydana gelen iç karışıklık sayesinde bahsi geçen ülke kendisine saldıran ülkeye emperyal yöntemlerle bağımlı hale gelir, baskıya maruz kalır. En nihayetinde saldırıya uğrayan ülke iradesini, hürriyetini, haysiyetini ve kolektif hafızasını kaybedecektir.

Hibrit savaşta kullanılan istihbarat toplama türleri 6 farklı disiplinden meydana gelir. Bunlar:

  1. İnsan Kaynaklı İstihbarat,
  2. Sinyal İstihbaratı,
  3. Görüntü İstihbaratı,
  4. Elektronik İstihbarat,
  5. Açık Kaynak İstihbaratı,
  6. Sosyal Medya İstihbaratı’dır.

Hibrit savaşın başarılı olabilmesi saldırıya uğrayan ülkenin toplamının kültür ve bilinciyle ters orantılıdır.

İstihbarat faaliyetleri devlet nezdinde 3 aşamadan meydana gelir. Bunlar:

  1. İstihbaratı Toplama,
  2. İstihbaratı analiz etme,
  3. Elde Edilen Sonucu Siyasal Karar Vericiye İletme’dir.

Bu sebeple istihbarat ve dış politika birbiriyle koordineli bir şekilde hareket etmek zorundadır. Günümüz dünyasında diplomasi çerçevesinde istihbarı faaliyetler durmaksızın devam etmektedir. Burada temel amaç saldırıda bulunacak ülkenin, hedef belirlediği ülkeyi birçok alanda zayıflatmaktır. Bu esnada saldırıda bulunan ülkenin istihbarat örgütünün bilgi toplama çalışmalarına entelijans adı verilir.

Entelijans 6 farklı alt disiplinden meydana gelir. Bunlar:

  1. Espiyonaj,
  2. Subversif Faaliyetler,
  3. Organize Suç Faaliyetleri,
  4. Siber İstihbarat,
  5. Psikolojik İstihbarat,
  6. Teknolojik ve Biyolojik İstihbarat’tır.

Espiyonaj ise kendi alanında 8 farklı alt disiplinden meydana gelir. Bunlar:

  1. Askeri İstihbarat,
  2. Siyasi İstihbarat,
  3. Biyografik İstihbarat,
  4. Sosyal İstihbarat,
  5. Coğrafi İstihbarat,
  6. Bilimsel ve Teknolojik İstihbarat,
  7. Ulaştırma İstihbaratı,
  8. Haberleşme İstihbaratı’dır.

Yazara Dair

Oldukça uzun yıllar boyunca Milli İstihbarat Teşkilatı’nda (MİT) İstihbarat Memuru olarak yurtiçinde ve yurtdışında faaliyette bulunmuş olan İbrahim ÇEVİK, meslek hayatı boyunca ağırlıklı olarak Kontr-Espiyonaj ve Kontr-Terör disiplinlerinde çalışma sağlamıştır.

Emekli olduktan sonra TÜRKSAM’da sertifika programlarında çeşitli dersler vermiştir.

Çeşitli yayınlara Terörizm-İstihbarat ve dış politika ilişkileri konusunda akademik makalelerle katkıda bulunmuştur.

Bir tanesi Kürt Sorun mu Yoksa Örtülü Operasyon mu? diğeri Hasım İstihbarat ve Hibrit Savaş olmak üzere yayınlanmış 2 adet kitabı bulunmaktadır. Eleştirisinin ve analizinin yapılmış olduğu bu kitapta da yazar tamamıyla kendisine ait gözlemleri, deneyimleri ve çok eskiden kalma arşivinden faydalanarak bu kitabı meydana getirmiştir.

Hasım İstihbarat ve Hibrit Savaş’ta Ele Alınan Unsurlar

2021 yılında yayımlanan Hasım İstihbarat ve Hibrit Savaş kitabında; 4. Nesil Savaş türü olan hibrit savaşı meydana getiren disiplinleri, bu unsurların nasıl organize hareket ettiğini, kimler tarafından kullanıldığını, nasıl koordine edildiğini, nerede uygulandığını okuyucuya anlatmak hedeflenmiştir. Bu hedeflenirken bahsi geçen konu Türkiye’de geçmişten günümüze yaşanılan sarsıcı olayların çerçevesinde açık kaynaklara yansıyan dokümanlar ve belgeler eşliğinde okuyucuya aktarımı sağlanmıştır.

Yazar aynı esnada hasım istihbarat örgütlerinin terör örgütleriyle olan ilişkisini yeni açık kaynaklarla okuyucuya sunmuştur.

Analiz ve İnceleme

İstihbarat literatüründe örgütlü bir şekilde somut ya da soyut yöntemlerle mevcut toplum düzeni ve kamu düzeninin yıpratılması ya da yıkılmasının hedeflenmesine Bölücü-Yıkıcı Terörist Faaliyetleri diğer adıyla Subversif Faaliyet adı verilir.

Mevcut örgüt bu faaliyetlerini gerçekleştirebilmesi için çeşitli motivasyon kaynaklarına ihtiyaç duyar. Bunlar; para, ideoloji, dış destek gibi unsurlardır.

Bu örgüt, devlet ile vatandaş arasında mesafe oluşturup kendisini bizzat devlet gibi göstermeye çalışır. Bu da bir nevi paralel devlet yapılanmasıdır. Hibrit savaşın vazgeçilmez unsurlarından bir tanesi de terörizmdir. Terör olaylarının hedef ülkede sürekli olarak gerçekleşiyor olması bir süre sonra halkın gerçekleşen olaylara karşı topyekûn sessiz kalmasını sağlar, halk tepkisini gizler ya da olayı fark edemez. En nihayetinde ise halk devlete karşı bir başkaldırı sergiler. Bu sebepten dolayı devletin önemli stratejik kurumları buna karşı koymak zorundadır.

Söz konusu terör örgütleri saldırıda bulunacağı toplumu dışlanmışlık, asimile edilmişlik gibi psikolojik faaliyetlerden ziyade öfke, kırgınlık, intikam gibi duygular empoze etmeyi hedefler.

Böylece bölücü faaliyetlerin aşamaları sırasıyla gerçekleşebilir. Bu aşamalar 6 farklı adımdan meydana gelmektedir:

  1. Örgüt halkın içine sızar
  2. Devlet yönetiminin sunduğu tavizlerden faydalanılır
  3. Halkın demokratik bir arayış içerisine girmesi sağlanır ve kışkırtılır
  4. Devlet direnmeye zorlatılır, direnç karşısında demokratik haklar göz ardı ettirilir en nihayetinde halk ile devlet arasında silahlı çatışma başlatılır
  5. Meydana gelen sıcak çatışma sonrasında demokrasi arayışı adına meydana gelen olay diğer kitlelere sıçratılmaya çalışılır
  6. Durumu yakından takip eden diğer ülkeler saldırıya uğrayan ülkeye ekonomik ve diplomatik alanda ambargo uygulamaya başlarlar

Bu küresel faaliyetler saldırıya uğrayan devletin hareket kabiliyetini çok ciddi bir düzeyde kısıtlarken örgütün faaliyet sahasını genişletir. Tüm bu gelişmeler yaşanırken saldırıda bulunan ülkenin istihbarat teşkilatı bunu takip etmek ve yürütebilmek amacıyla entelijans faaliyetleri yürütür.

Bilgi toplayabilmek amacıyla saldıran ülke saldırı altındaki ülkenin:

  1. Radikal gruplarından,
  2. Çeşitli etnik azınlıklardan,
  3. Dini cemaat ve tarikatlardan,
  4. Devlet ve Cumhuriyet karşıtı örgütlerden,
  5. İdeoloji ve etnisite temelli siyasi örgütlerden,
  6. Dernek ve vakıflardan,
  7. Organize suç örgütlerinden,
  8. Medya ve anket şirketlerinden,
  9. Strateji ve güvenlik kuruluşlarından,
  10. Sığınmacı ve göçmenlerden,
  11. Yükseköğretim kurumlarından faydalanmaya çalışırlar.

Aynı zamanda bir terör örgütünün görünmeyen tarafında istihbarat örgütlerinin sevk ve idaresi söz konusudur. Türkiye Cumhuriyeti Ortadoğu’daki diplomatik gelişmelerin takibini yaparken hasım istihbarat örgütleri ve diplomasi hiyerarşisi Türkiye ile sorun yaşamamak adına yürüttüğü operasyonları örtülü olarak gerçekleştirmektedir.

Örtülü Operasyon, amaca uygun yasal bir faaliyetin arkasına gizlenen, karşı istihbarat örgütlerinden gizlenerek yürütülen bir stratejik çalışmadır.

IŞİD terör örgütünün Suriye ve İran yönetimine karşı belirlediği stratejiyi açıklamadan önce yazarın da kitabının başında belirttiği gibi terörizmin nasıl küreselleştiğinden bahsetmek gerekmektedir. Terörizmin arkasında finansal bir destek olmadığı sürece küreselleşemeyeceği bundan dolayı da terörizm konusu ele alınırken küresel terörden ziyade küreselleştirilen terörün olduğunu belirtmektedir.

Ayrıca yazar küreselleştirilen terörün ilk örneklerinin Hizbullah Filistin Kurtuluş Örgütü ve El- Fetih gibi örgütler olduğunu belirtmekle birlikte, özellikle Taliban ve El-Kaide’nin Amerikan istihbarat servisi CIA ve Pakistan istihbarat servisi ISI tarafından İslamabat’ta kurulduğunu belirtmektedir. Kıtalar arası faaliyetlerle ortaya çıkan bu örgütler yine kıtalar arası hareket etme kabiliyetine sahip oldular. 1984 yılından beri Türkiye’de gerçekleştirdiği terör faaliyetleriyle bilinen PKK, aynı şekilde istihbarat faaliyetleri ve diplomasi yoluyla küreselleşmeyi başarmış ve finansal bağımsızlık elde etmiş bir terör örgütüdür. IŞİD’de bir CIA ürününden ibarettir…

Yazarın bahsettiklerini göre ABD‘nin 11 Eylül İkiz Kuleler Saldırısı’ndan sonra terörden sorumlu tuttuğu ülkeyi işgal edebilme hakkına sahip olmasıyla birlikte kendi ulusal politikalarını uygulayabilme fırsatı da elde etmiş oldu. Aynı esnada CIA, PKK’nın Marksist- Leninist ideolojik örgütlenmesini Kürt etnisitesine bağlı bir örgüte evrimleştirdi.

Bu sayede ABD, PKK aracılığıyla Türkiye’de uygulanan terör faaliyetlerini ve örgütlenmeyi tüm tabana eş zamanlı olarak uygulayabilecekti. Aynı zamanda devletin stratejik kurumlarının içerisinde inanç temeline dayalı paralel bir örgütlenme hedeflemekteydi. Bunu da FETÖ aracılığıyla gerçekleştirecekti.

Hibrit savaşta bu zamana kadar ABD’nin hedeflerine yönelik olan Türkiye-Irak-Suriye Kürtçü konfederal bir çatı altında birleştirme politikası bu konjonktür nezdinde yürütülmektedir. Bu hedefe ulaşabilmek adına Türkiye’nin iç yapısında ve orta doğunun iç yapısında bölücü ve yıkıcı faaliyetler terör örgütleri öncülüğüyle ve Amerika aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Özellikle Türkiye’nin iç yapısında geçmiş zamanda meydana gelen Ergenekon Davası, Balyoz Süreci, Susurluk Hadisesi gibi olaylar silsilesinde devletin önemli stratejik kurumlarındaki yöneticilerinin ve kolluk kuvvetlerinin itibarlarının kamuoyunun nezdinde zedelenmesi sağlandı. Bu zedelenme sonucunda Türkiye’nin toplumsal yapısı içerisinde ciddi bir kutuplaşma meydana getirildi.

Toplumun ve devletin sahip olduğu milli güç bu olaylar sonucunda ciddi şekilde yıpratıldı ve PKK toplum tarafından statü kazanmaya başladı. Devletin hareket kabiliyetinin ve toplum bilincinin kısıtlanması ile birlikte; Rojava, diplomatik adıyla Kürt Koridoru harekete geçirildi.

Hibrit savaşta en önemli unsurlardan bir tanesi olan propaganda ya algı yönetimi oluşturabilmek adına; dernek, vakıf, sendika, meslek odaları, kiliseler etnik ve dini esasa dayalı siyasi partiler ön plana çıkmaktadırlar.

Sivil toplum örgütleri, güvenlik, strateji ve Think-Tank kuruluşları istihbarı diplomasinin en verimli şekilde yürütüldüğü alanlardır.

Çeşitli şekillerle devlet desteği altındaki bu kuruluşların neredeyse tamamı hibrit saldırı için ihtiyaç duyulan tüm istihbarı verileri toplarlar. Elde edilen bu veriler neticesinde saldırı yapacak ülkenin politik ve diplomatik projelerinin iskeletini meydana getirirler.

Nitelik ve nicelik perspektifinden dünyadaki insanlar, medya üstünlüğüne sahip yayın organlarını tarafından onların perspektifiyle görmekte ve yorumlamaktadırlar.

Hibrit savaşta sosyal mühendislik son derece önemli bir unsurdur, oluşturulan algı neticesinde toplum kontrol altında tutulur. Bunun sağlanabilmesi ise az önce de belirtildiği üzere medya araçları aracılığıyladır. Psikolojik operasyonlar uygulanacağı esnada medya aygıtlarının mensupları ve istihbarat örgütlerinin personelleri devreye girer.

  1. Bir istihbarat teşkilatına bilerek ve isteyerek hizmet eden medya mensubu,
  2. Medya mensubu kimliğine bürünmüş profesyonel istihbarat memuru,
  3. Bilmeden ve istemeden istihbarat teşkilatına hizmet eden medya mensubu

Olmak üzere 3 farklı şekilde bu ilişki yürütülmektedir.

Geçmişten günümüze gelen ve durmak bilmeyen emperyalist/sömürgeci politikalar arzu edilen otoritenin ciddi boyutlara evrimleşmesi sonucu ülkelerin sahip oldukları güç unsurları yetersiz kalmaya başlamıştır. Küreselleşmeyle birlikte de mevcut rekabet uzaya da taşınmıştır. Bu da otomatik olarak uzay rekabeti ile siber rekabeti de tetiklemiştir. Fakat siber savaşı diğerlerinden ayıran en önemli unsur; siber savaşın sadece devletlerin elinde bulunmadığıdır.

Sahip olunan siber savaş gücü örgüt ya da tarikatların hatta bizzat bireylerin potansiyelinde olabilir. Bu sebeple hasım ülkelerin sahip olduğu istihbarat teşkilatlarının entelijans hedeflerine karşı koymak ve onlardan korunmak son derece zordur. Burada devreye saldırıya uğrayan ülkenin toplumunun kendi bilgilerine verdiği önem ve yabancı istihbarı faaliyetlere karşı bilinci girmektedir.

1984 yılından itibaren Türkiye’de süregelen terör olaylarına iyi bir şekilde analiz yapılmadığı için, iyi bir şekilde müdahalede gerçekleştirilememiştir. Tüm detaylarıyla ele alınmamış stratejiler aynı zamanda geri dönülemez hatalara sebep olmuştur. Özellikle Türkiye’de 2015 ve 2016 yılları arasında yaşanan terör olayları geçmişten günümüze yürütülen stratejilerin yetersiz olduğunun en önemli göstergelerinden bir tanesidir. Bu yüzdendir ki PKK terörü belirli bir sınırın içerisinde tutulamamakla birlikte ülke genelinde faaliyetlerine tam anlamıyla müdahale edilememiştir.

Örgütsel yapıları ve bu yapıların Türkiye dışına çıkması sebebiyle terör örgütleri ve suç örgütleri Amerikan istihbaratının her zaman gözetiminde olmakla birlikte sevk ve idaresinde de bulunulmuştur. Türkiye-ABD ilişkilerinin zedelenmemesi adına direkt olarak istihbarat ve operasyon yürütmekten ziyade, dolaylı yoldan örtülü operasyon teknikleri çerçevesinde faaliyette bulunmuşlardır. İstihbarat Memuru-Ajan ilişkisinden ziyade çeşitli kâr amacı gütmeyen kuruluşlar aracılığıyla entelijans faaliyetleri uygulanmıştır.

Güncel istihbarı meseleleri incelendiğinde geçmiş zamanlarda yaşanan Ermeni Soykırımı gibi buna benzer olayların neticesinde Türkiye’yi suçlamayı ve bu temelde örgütlenmeler oluşturmayı hedeflemektedir.

Kamu diplomasisi çerçevesinde stratejik iletişim çalışmalarını yürütmektedirler.

Psikolojik ve algı operasyonları için yerel, ulusal ya da uluslararası arenada medya ve çeşitli kâr amacı gütmeyen kuruluşlardan gerekli eleman teminini sağlamaktadırlar.

Devletin kolluk kuvvetlerinin kamuoyu nezdinde itibarsızlaştırma çalışmaları bahsi geçen stratejik kurumların güçlü ve zayıf yönlerinin tayini belirlenmeye çalışılmaktadır.

Orta Doğu çerçevesinde Türkiye’nin izlemiş olduğu politika ve gelişmeler takip edilmektir.

Türkiye’nin sahip olduğu önemli silah sanayi kurumlarının gizlilik altında yürüttüğü projelerin sabotajını ve aksaklığını sağlamaktadırlar.

21. yüzyılın en stratejik konusu olan enerji kaynakları, süper güç olan ABD’nin özellikle ilgilendiği konulardan bir tanesidir. Batı’nın enerji bakımından fakir olması sebebiyle Doğu’yla her zaman diplomatik çalışmalar yürütmüştür. Burada Türkiye köprü mahiyetindedir.

Sonuç

Yazarın tüm bu çalışmalar neticesinde belirlediği argüman oldukça önemli belge ve kaynaklarla okuyucuya sunulmuştur.

Yazarın yapmış olduğu analitik yaklaşımlar oldukça mantıklı kronolojik bir perspektife dayanmaktadır.

Kitapta kullanılan kaynaklar literatüre oldukça iyi bir katkı sağlamakla birlikte açık kaynaklara yansıyan olayların kitap çerçevesinde incelenmesi ve yorumlanması kitabı temellendiren teorik kökenin güçlü bir temsili olmuştur. Bununla birlikte kitapta geçen terimler son derece muntazam bir şekilde açıklanmış ve yorumlanmıştır. Bahsi geçen kitaptan faydalanabilecek kitle özellikle de uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi, kamu yönetimi, hukuk gibi disiplinlerde çalışmalar yapan araştırmacılar için ideal bir kitaptır. Mevcut literatürde yer alan diğer kitaplara oranla oldukça anlaşılabilir, yorumlanabilir, sade bir üslupla bu ele alınmıştır. Fakat toplumumuzun yabancı insani espiyonaj faaliyetlerine karşı bilinçlendirilmesi adına metodolojik bazı açıklamalar yapılması okuyucular için kesinlikle faydalı olabilirdi.

Osmanbey Uysal 

İstihbarat Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça

Center for Strategic and International Studies (CSIS). (2021). APPLICATIONS. In MAINTAINING THE INTELLIGENCE EDGE: Reimagining and Reinventing Intelligence through Innovation (pp. 8–22). Center for Strategic and International Studies (CSIS). http://www.jstor.org/stable/resrep28658.6

Center for Strategic and International Studies (CSIS). (2021). STRATEGIC THREATS AND CHALLENGES. In MAINTAINING THE INTELLIGENCE EDGE: Reimagining and Reinventing Intelligence through Innovation (pp. 4–7). Center for Strategic and International Studies (CSIS). http://www.jstor.org/stable/resrep28658.5

Kavsıracı, O., Demirbaş, M. (2020). İstihbarat Faaliyetlerinin Devlet Güvenliği Açısından İncelenmesi. Anadolu Strateji Dergisi, 2(1), 49-64.

Kavsıracı, O. (2020). İstihbarat Süreci ve İnsan Kaynaklı İstihbaratın Analizi. OPUS International Journal of Society Researches, 16(27),700-719. DOI: 10.26466/opus.773203

Omand, D. (2013). Securing the State: National Security and Secret Intelligence. PRISM, 4(3), 14–27. http://www.jstor.org/stable/26469824

Özer, Y. (2015). Terörizmle Mücadelede İstihbaratın Rolü: Kültürel İstihbarat Konsepti. İstanbul Gelişim Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2(1), 51-80. DOI: 10.17336/igusbd.08228

Swire, P. (2015). THE CHANGING SOURCES AND METHODS FOR SIGNALS INTELLIGENCE. In THE DECLINING HALF-LIFE OF SECRETS: And the Future of Signals and Intelligence (pp. 6–8). New America. http://www.jstor.org/stable/resrep10492.7

Şeşen, Y. & Kuzucuoglu, A. H. (2021). Veri ve Bilgi Güvenliği Bağlamında İstihbarat Faaliyetleri. Library Archive and Museum Research Journal, 2(2), 93-110. DOI: 10.29228/lamre.51218

EU-Turkey Deal in the Framework of the Migration Law

0

Abstract

After the Arab Uprising, specifically after the breakout of the Syrian Civil War, thousands of people migrated toward safer places. Two main destinations were Turkey and the European Union states. Initially, this migration influx did not pose a problem for both party since Turkey was conducting an “Open Door Policy” and hosting many Syrian migrants. However, when it was reached in 2015, a major migration crisis emerged for the European Union. 2015 marked the peak of the migration wave; therefore, the EU decided to launch some plans. The most important plan was the EU-Turkey Deal which aimed to eradicate irregular migration to the EU and to cooperate with Turkey for this cause.

Key Words: EU-Turkey Deal, EU-Turkey Statement, The Joint Action Plan, Readmission Agreement, The Migration Crisis.

Özet

Arap Ayaklanmaları sonrasında, özellikle Suriye İç Savaşı’nın patlak vermesinden sonra, binlerce insan daha güvenli yerlere göç etti. İki ana varış noktası Türkiye ve Avrupa Birliği ülkeleriydi. Başlangıçta, Türkiye Açık Kapı Politikası yürüttüğü ve çok sayıda Suriyeli göçmene ev sahipliği yaptığı için bu göç dalgası bir sorun teşkil etmemiştir. Ancak 2015 yılına gelindiğinde Avrupa Birliği için büyük bir göç krizi ortaya çıktı. 2015, göç dalgasının en zirve noktası oldu; dolayısıyla AB bazı planlar başlatmaya karar verdi. En önemli plan, AB’ye yönelik düzensiz göçü ortadan kaldırmayı ve bu uğurda Türkiye ile işbirliği yapmayı amaçlayan AB-Türkiye Mutabakatı idi.

Anahtar Kelimeler: AB-Türkiye Anlaşması, AB-Türkiye Bildirisi, Ortak Eylem Planı, Geri Kabul Anlaşması, Göç Krizi.

Introduction

Turkey’s relations with the EU, specifically regarding the migration issue, have developed since the Helsinki Summit in 1999 (Özalp, 2021). Even though the migration issue was not a top priority during that time, Turkey’s cooperation in controlling irregular migration and ending Turkey’s transit position was considered a primary framework in the migration issue in 1999 (Özalp, 2021).

During the accession period, Turkey’s migration and asylum policies began to transform. Historically, Turkey was known as a country of emigration, but with the contemporary migration waves, it has become a country of immigration and transit. Specifically, after the Arab Spring and Syrian Crisis, European states have also become countries of destination. To control the massive influx, they decided to launch negotiations with Turkey, in other words, the Gatekeeper of Europe. One was the Deal between Turkey and the European Union. It is considered controversial among the two parties just because they were not completely satisfied.

This article will elaborate the both sides’ stances toward the EU-Turkey Deal. By doing so, it will analyze the background of the deal and the migration crisis in the first part, also mentioning the Joint Action Plan. Then, the second part will be dedicated to explaining the EU-Turkey Deal and the EU-Turkey Statement’s existing points, and a conclusion will follow.

1. Background of the Deal and the Migration Crisis

The year 2015 marked the intensifying relations between the European Union and Turkey concerning the migration crisis (Özalp, 2021). Yet, before 2015, the migration phenomenon was not on the agenda of both parties when they came together at the summits (Özalp, 2021). Apart from signing the Readmission Agreement in 2013, the migration phenomenon was almost never touched.

The Readmission Agreement, which was signed on 16 December 2013 and came into force on the 1st of October 2014, regulates the readmission of nationals of the two signatories and stateless persons or nationals of third countries with which Turkey signed bilateral treaties or arrangements on readmission (İktisadi Kalkınma Vakfı, n.d.). EU Commissioner for Home Affairs Cecilia Malmströ believed that the entry into force of the concerned agreement would help to manage the irregular migration flows arriving to the European Union member states from the Turkish territories (İktisadi Kalkınma Vakfı, n.d.). Moreover, this agreement marked an important stepping stone to visa liberalization with Turkey. However, the demands of both parties could not meet satisfactory responses. Thus, this situation led to the EU-Turkey Deal in 2016.

Before mentioning the Deal, it would be more relevant to explain why there were not any efficient decisions taken about irregular migration before the Readmission Agreement (2013). Because of the perception of the uprisings in the Middle East and the Syrian conflict as a temporary issue and not seeking international assistance, there were no effective plans put into practice between the European Union and Turkey. Furthermore, the impact of Ahmet Davutoğlu’s humanitarian diplomacy to help other countries has become a primary agenda for Turkish foreign policy (Özalp, 2021). Complying with these stances, Turkey implied an “Open-Door Policy” in 2011, which resulted in massive refugee flow to its territory.

In 2015, around one million people tried to cross into European territories through Turkish territories. Among that number, 821.008 people fled to Greece, 150.317 to Italy, 29.959 to Bulgaria, and 3.845 to Spain (IOM, n.d.). These migrants were not only Syrians but also from other countries. The migration phenomenon started to become a hot topic in Europe. That is why the procedures of Turkey’s accession to the European Union reopened. Also, most migrants were from Syria and crossed to the European Union territories from Turkey. Aligning with this situation, The Joint Action Plan in 2015 was drafted (Özalp, 2021). According to the Action Plan, Turkey was recognized as a safe third country. Also, the Action Plan addressed the crisis in three ways: first, finding the root causes of the massive influx; second, supporting Syrians under temporary protection and their host communities in Turkey (Part I); strengthening cooperation to prevent the irregular flow to EU (Part II); also, the Action Plan highlights the burden-sharing of the crisis (EU-Turkey joint action plan, n.d.).

In short, the Joint Action Plan did not satisfy the needs of both parties. On the one hand, the European Union was convinced that Turkey could not handle the situation well or prevent irregular migration flows. On the other hand, Turkey defended that visa liberalization for Turkish nationals and financial aid was becoming more important daily. The complications in EU-Turkey relations were emerging on the migration issue, so the parties decided to adopt further measures.

2. The EU-Turkey Statement 2016, Content and Context

In September 2015, asylum applications were at the utmost high; 1 349 638 people demanded asylum in Europe. Among this number, 369 871 were from Syria, 199 202 were from Western Balkans, 190 013 were from Afghanistan, 125 529 were from Iraq, 47 809 were

from Pakistan, 46 640 were from Eritrea, 28 043 were from Iran, 21 861 were from Somalia, and 21 577 were from Russian Federation (European Asylum Support Office, n.d.). Because of massive immigration, some hotspots were created: such as Italy and Greece (Fernández Casanova, n.d.). Already in August 2015, the number of migrants to arrive in Italy was 104,000, whereas in Greece, during the same period, this number reached 158,456 (Scammell, 2015). It should be taken into consideration that there are many ways to reach the European territories: migrants can arrive by passing through the land borders. To demonstrate this fact, in August 2015, migrants arriving in Greece brought the total number of arrivals to 160,172, with 1,716 migrants entering Greece through land borders (Refugees, n.d.).

As a result, Europe took initiative especially to assist Italy and Greece with their migrant burden; the European Union adopted Plan A, wishing to distribute up to 160.000 asylum seekers from those countries among member states (Fernández Casanova, n.d.). However, Plan A failed because of a lack of solidarity.

On 28 January 2016, the chief of the Dutch Labor Party, Diederik Samson, announced in a newspaper interview a plan to decrease the number of people arriving from Turkey; this was called the “Samson Plan”. Thanks to this plan, it was provisioned to resettle 150.00-250.000 migrants from Turkish territories to the EU member states. Also, Turkey would be required to accept back all the persons that crossed the border in the direction of Greece. Plan B started to develop (Fernández Casanova, n.d.). So, the European Union negotiated this plan with Turkey and set the basis of the Statement between Turkey and the EU as a part of the Deal. This statement was made public on 18 March 2016 and added to other documents agreed upon between the European Union and Turkey, such as the Statement of the European Heads of State or Government of 7 March 2016; the Commission Communication on the Next Operation Steps in EU-Turkey Cooperation in the Field of Migration from 16 March 2016 and the EU Summit Conclusion on Migration from the 18 March 2016 (Casanova, n.d.). The latter came together and formed the EU-Turkey Deal. The objective of the deal was to provide more services and better conditions to Syrian migrants while tackling the human smuggling network. Turkey was likely involved in the deal because it could not get visa liberalization, which was promised long before promised through the previous Readmission Agreements. Turkey also announced that even the candidate countries of the European Union obtained visa liberalization except for Turkey.

The Statement also marked the reopening of the procedures to accession to the European Union for Turkey. The conditionality was put Turkey had to take back all the migrants arriving in Greece irregularly. This was formulated in the first point as “All new irregular migrants crossing from Turkey into Greek islands as from 20 March 2016 will be returned to Turkey. This will take place in full accordance with the European Union and international law, thus excluding any kind of collective expulsion”. Here, the wording “All the new arrivals (…) will be returned” seems to go against “excluding any kind of collective expulsions” (Fernández Casanova, n.d.). Prohibition of collective expulsion cannot be found in Geneva Convention 1951 but in other instruments, such as in the European Court of Human Rights (ECtHR)’s judgments on the protection of this right and the provisions of the European Convention on Human Rights, such as Article 2 Right to Life can be considered as related. For instance, the notion of collective expulsion can be explained as the following in the judgments of the ECtHR: “any measure compelling aliens, as a group, to leave the country, except where such a measure is taken based on a reasonable and objective examination of the particular case of each individual alien of the group” Some of the judgments of the ECtHR are on the cases of Khlaifia and Others v. Italy; Georgia v. Russia; Andric v. Sweden; Čonka v. Belgium, Sultani v. France; and the Commission decisions Becker v. Denmark; K.G. v. Germany, 1977; O. and Others v. Luxembourg; Alibaks and Others v. the Netherlands,1988; Tahiri v. Sweden (Guide on Article 4 of Protocol No. 4 to the European Convention on Human Rights, Prohibition of Collective Expulsions of Aliens, 2022).

The first point in the Statement continues: “All migrants will be protected in accordance with the relevant international standards and in respect of the principle of non-refoulment” (EU-Turkey Statement, 18 March 2016, 2016). It is demonstrated here that all the migrants arriving in Europe enjoy protection under international human rights, refugee, humanitarian, and customary law. It prohibits States from transferring or removing individuals from their jurisdiction or effective control when there are substantial grounds for believing that the person would be at risk of irreparable harm upon return, including persecution, torture, ill-treatment, or other serious human rights violation (The Refugee Protection 1951, n.d.). Because of the principles of the international refugee protection regime, the prohibition of collective expulsion, and the principle of nonrefoulement, the first point in the statement is controversial: some defend that it contradicts the self.

The second point of the Statement elaborates on the exchange mechanism: “For every Syrian being returned to Turkey from the Greek islands, another Syrian will be resettled to the EU taking into account the UN Vulnerability Criteria” (EU-Turkey Statement, 18 March 2016 2016). This was called a 1:1 resettlement scheme. In other words, new irregular migrants entering the European Union territory would be deported to Turkey in exchange for relocating one Syrian migrant in Turkey for every one sent back (Dagi, 2020). The United Nations Vulnerability Criteria explains vulnerable persons as: “Children (unaccompanied or separated child, child accompanied by parents or other family members or guardians should be placed in different ranks); women (pregnant women, nursing mothers); elderly persons; persons at risk of violence of their sexual orientation; persons with physical and/or mental complications, persons with disability, persons with addictions, stateless persons, victims of trafficking persons, survivors of sexual or gender-based violence or persons with any other vulnerabilities (UNHCR and IDC, n.d.).

The third point of the Statement mentions the necessary measures taken by Turkey. It is as follows: “Turkey will take any necessary measures to prevent new sea or land routes for irregular migration opening from Turkey to the EU and will cooperate with neighbouring states as well as the EU to this effect” (EU-Turkey Statement, 18 March 2016, 2016). This point highlights the cooperation which will be taking place between Turkey, the European Union, and the neighbouring states.

The fourth point announces the envisaged scheme when the irregular migration rather decreases or ends: “Once irregular crossings between Turkey and the EU are ending or at least have been substantially and sustainably reduced, a Voluntary Humanitarian Admission Scheme will be activated. EU Member States will contribute on a voluntary basis to this scheme” (EU-Turkey Statement, 18 March 2016, 2016). In fact, the recommendation of a Voluntary Humanitarian Admission Scheme (VHAS) was before the Statement; the European Commission presented a recommendation to Turkey in January 2016. The objective of the VHAS was set to create a system of solidarity and burden sharing with Turkey for the protection of persons forcefully displaced to Turkey because of the conflict in Syria (Council of the European Union, 2017).

The fifth point examines visa liberalization for Turkey. It is formulated as follows: “The fulfilment of the visa liberalization roadmap will be accelerated vis-à-vis all participating Member States with a view to lifting the visa requirements for Turkish citizens at the latest by the end of June 2016, provided that all benchmarks have been met” (EU-Turkey Statement, 18 March 2016, 2016). This is one of the topics that Turkey insists on the most, but it was also promised in EU-Turkey Readmission Agreement 2013 but could not be implemented. This is also one of the reasons that Turkey tends to doubt the European Union’s pledges to Turkey.

The sixth point states that there is monetary aid that will be delivered by the European Union to Turkey to provide better services for the migrants in Turkey. It is explained as follows: “The EU will, in close cooperation with Turkey, further speed up the disbursement of the initially allocated €3 billion under the Facility for Refugees in Turkey. Once these resources are about to be used in full, the EU will mobilize additional funding for the Facility up to an additional €3 billion by the end of 2018” (EU-Turkey Statement, 18 March 2016, 2016).

The seventh point establishes that two parties are welcome to work on upgrading the Customs Union. The Customs Union between two parties is a trade agreement; on 6 March 1995, Association Council adopted a Customs Union Decision to finalize the agreements between the EU and Turkey. This Union provides free movement of goods, legislation alignment, trade policy alignment, abolition of technical barriers to trade in industrial products, and customs legislation (Customs Union, n.d.).

The eighth point is as follows: “The accession process will be re-energized, with Chapter 33 opened during the Dutch Presidency of the Council of the European Union and preparatory work on the opening of other chapters to continue at an accelerated pace” (EU-Turkey Statement, 18 March 2016, 2016). Chapter 33 covers financial and budgetary provisions, which are made up mainly of agricultural duties and sugar levies. It is also understood that Turkey has made progress on Chapter 33’s provisions and continues to have.

The ninth and last point emphasizes the cooperation between the European Union and Turkey. “The EU and its Member States will work with Turkey in any joint endeavour to improve humanitarian conditions inside Syria, in particular in certain areas near the Turkish border, which would allow for the local population and refugees to live in areas which will be safer” (EU-Turkey Statement, 18 March 2016, 2016).

After having explained the statement’s points, it should also be stated that Turkey was dealing with a plethora of problems before the Statement’s adoption. First, the Russian Su-24 aircraft was shot down by Turkey, and relations with Russia deteriorated. Second, Turkey tended to get isolated by the world; therefore, it was in the research of a partner. Also, Turkey had to spend more than 7,6 billion Euros on Syrian migrants and needed financial aid from other states to share the responsibility/burden. Thus, Turkey and the European Union put disagreements aside and found common ground.

Conclusion

After implementing the Statement’s provisions in the context of the Deal, according to the report of the European Commission, the irregular migration to Greece decreased by 97%, and the death toll was almost eradicated by May 2016 (Dagi, 2020). In 2019, according to International Organization for Migration (IOM) figures, a total of 66,166 migrants arrived in Greece. These numbers indicate that the statement was not successful since the main objective was to eradicate irregular migration to Europe. Also, the promise of visa liberalization for Turkey was suspended after a coup d’état was attempted in Turkey, which complicated the relations with the European Union. In 2022, it can be observed that the irregular migration to Europe from Turkey is significantly reduced; however, European Union member states did not keep their promise because Europe is still not visa-free for Turkey.

Cansu Gürcan

Göç Hukuku Staj Programı

Bibliography

Council of the European Union. (2017). Voluntary Humanitarian Admission Scheme with Turkey.

Customs Union. (n.d.). Retrieved December 28, 2022, from https://www.ab.gov.tr/customs-union_46234_en.html

Dagi, D. (2020). The EU-Turkey Migration Deal: Performance and Prospects. European Foreign Affairs Review, 25(2), 197–216.

European Asylum Support Office. (n.d.). Latest asylum trends – 2015 overview.

European Parliament. (2022). EU-Turkey Statement & Action Plan. Legislative Train. Foreign Affairs.

EU-Turkey joint action plan. (n.d.). [Text]. European Commission – European Commission. Retrieved December 28, 2022, from https://ec.europa.eu/commission/presscorner/detail/de/MEMO_15_5860

EU-TURKEY READMISSION AGREEMENT ENTERED INTO FORCE | İktisadi Kalkınma Vakfı—İKV. (n.d.). Retrieved December 28, 2022, from https://oldweb.ikv.org.tr/icerik_en.asp?konu=haberler&baslik=EU-TURKEY%20READ MISSION%20AGREEMENT%20ENTERED%20INTO%20FORCE&id=739

EU-Turkey statement, 18 March 2016. (2016).

Fernández Casanova, A. (n.d.). THE EU-TURKEY DEAL, A SOLUTION THAT CAN WORK A legal analysis on the flaws of the EU-Turkey deal and its viability under International and European Law. EOTVOS LORAND UNIVERSITY BUDAPEST.

Guide on Article 4 of Protocol No. 4 to the European Convention on Human Rights, Prohibition of collective expulsions of aliens. (2022).

Irregular Migrant, Refugee Arrivals in Europe Top One Million in 2015: IOM. (n.d.). International Organization for Migration. Retrieved December 28, 2022, from https://www.iom.int/news/irregular-migrant-refugee-arrivals-europe-top-one-million-20 15-iom

Özalp, O. K. (2021). A FAILED NEGOTIATION?: A CLOSER LOOK ON THE EU-TURKEY DEAL OF 2016.                                           

Refugees, U. N. H. C. for. (n.d.). Numbers of refugee arrivals to Greece increase dramatically. UNHCR. Retrieved December 28, 2022, from https://www.unhcr.org/news/briefing/2015/8/55d3098d6/numbers-refugee-arrivals-greec e-increase-dramatically.html

Scammell, R. (2015, June 7). Mediterranean migrant crisis: Number of arrivals in Italy in 2015 passes  50,000. The Guardian. https://www.theguardian.com/world/2015/jun/07/mediterranean-migrant-arrivals-italy-p asses-50000

UNHCR and IDC. (n.d.). VULNERABILITY SCREENING TOOL (Division of International Protection, p. 38). The Refugee Protection 1951.

Soğuk Savaş Sonrası Gelişen İnsani Güvenlik Çerçevesinde Kamu Diplomasisi Aracı Olarak İnsani Diplomasi

Özet

Tarih boyunca uluslararası sistemde birçok değişiklik olmuştur. Özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte hem savaş yöntemleri hem de uluslararası sistemde güvenlik algısı dönüşüme uğramıştır. Küreselleşme, uluslararası etkileşimleri artırmış ve insan haklarını gündeme getirmiştir. Bunun sonucunda devlet merkezli bir güvenlik anlayışından insan merkezli bir güvenlik anlayışına geçiş olmuştur. Ayrıca küreselleşme, devletleri meşruiyet sağlamak için geleneksel yöntemlerden uzaklaşarak yeni diplomasi türlerini benimsemeye yöneltmiştir. Bu durum kamu diplomasisini ön plana çıkarmıştır. İnsan güvenliğini ve insan hayatını merkeze alan insani diplomasi, bir kamu diplomasisi yöntemi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Küreselleşme, Soğuk Savaş, Kamu Diplomasisi, İnsani güvenlik, İnsani Diplomasi.

Abstract

There have been many changes in the international system throughout history. Especially along with the end of the Cold War, both warfare methods and the perception of security within the international system have undergone transformations. Globalization has increased international interactions and put human rights on the agenda. As a result, the transition from a state-centric security understanding to a human-centric security understanding has transitioned. Furthermore, globalization has led states to adopt new types of diplomacy in order to establish legitimacy, moving away from traditional methods. This has brought public diplomacy to the fore. Humanitarian diplomacy, which focuses on human security and human life, emerges as a public diplomacy method.

Keywords: Globalization, Cold War, Public Diplomacy, Human Security, Humanitarian Diplomacy.

Giriş

Küreselleşen Dünya’da uluslararası sistem her geçen gün değişmektedir. Küreselleşmeyle alakalı birçok yaklaşım bulunsa da küreselleşme ve güvenlik arasındaki ilişkide yaygın bir kabul söz konusu değildir. Zira bu kabulün olmaması güvenlik kavramının genel geçer bir tanımı olmamasından kaynaklanmaktadır. Devletler kendi çıkarları doğrultusunda güvenliği ve terörizmi çeşitli şekilde tanımlamaktadır. Tarihsel süreçte hem uluslararası sistem hem de güvenlik algıları çeşitli değişimler yaşamıştır. Bu değişimlerden en önemlisi ise Soğuk Savaş sonrası güvenlik algısında yaşanılan değişimdir. Söz konusu süreçte yeni savaş yöntemleriyle beraber geleneksel yöntemler sorgulanmış ve insan merkezli bir güvenlik algısına geçiş gündeme gelmiştir. Ayrıca Küreselleşmeyle beraber gelişen etkileşimden hareketle geleneksel yöntemler terk edilmiş, yeni diplomasi türleri önemli bir role sahip olmuştur. Dolayısıyla devletler yeni uluslararası sistemde kamu diplomasisine yönelmiştir İnsani güvenlik temelde insan hayatını ilgilendirdiğinden insani diplomasi gündeme gelmiştir. Ortak bir güvenlik tanımının olmamasından hareketle bu çalışmada güvenliğin tanımı yapılmaya çalışılmış, özellikle Soğuk Savaş’ın bitişinden sonra güvenlik algısındaki dönüşüm anlatılmaya çalışılmıştır. Soğuk Savaş sonrası yaşanılan gelişmeler insani güvenliğin gündeme gelmesini sağlamıştır. Devletler bir kamu diplomasisi türü olarak insani diplomasiyi tercih etmiştir. Bu çalışmada Soğuk Savaş sonrası gelişen insani güvenlik çerçevesinde devletlerin neden küreselleşmenin bir sonucu olan kamu diplomasisinin türlerinden insani diplomasiyi tercih ettikleri anlaşılmaya çalışılmıştır. Varsa bu kavramlar arasındaki bağın ne olduğu anlaşılmaya çalışılmıştır. Özellikle insani diplomasinin temel motivasyonları aranmıştır. Sırasıyla Soğuk Savaş sonrası güvenliğin dönüşümü, insani güvenlik, küreselleşme ve insani diplomasi, kamu diplomasisi ve insani güvenlik incelenmiştir.

1. Güvenlik Tanımı ve Güvenliğin Dönüşümü

Güvenlik denildiği zaman kavramın devletin sorumluluğunda olduğu akla ilk gelenler arasındadır. Güvenlik kavramı uluslararası sistem içinde baskın konumunu sürdürmeye devam etmektedir. Ancak kavram hakkında ortak bir tanımdan söz etmek oldukça zordur (Çakır, 2022: 264). Günümüzde görece önemli halde olan güvenlik hakkındaki farklı algılardan dolayı tanımlama konusunda ortaklık yoktur. Ancak değerli bir özneye yönelik her türlü tehdidin belirlenmesi, caydırılması ve yok edilmesi olarak genel bir tanımlama yapılabilir (Çıtak, 2017: 36). Güvenlik ihtiyacı insanlık tarihi kadar eskidir. Güvenliğin sağlanabilmesi için tehdit unsurlarının yok edilmesi gerekmektedir. Güvenlik kavramının net bir şekilde anlaşılabilmesi için terörizmin anlaşılması gerekmektedir. Terörizm eski tarihlerden günümüze kadar çeşitli dönüşümler geçirmiştir. Temeldeki amacı ise kitleleri korkutmak ve bunu yaparken belirlenen konuda dikkat çekmektir. Tarihsel süreçte toplumlar gerek askeri faaliyetler gerekse istihbarat faaliyetleri ile bunu engellemeye çalışmıştır. Ancak uluslararası sistemin değişmesiyle söz konusu faaliyetler hem yapısal hem de fiili olarak birtakım değişimlere uğramıştır (Kanat, 2016: 567). Soğuk Savaş dönemiyle beraber devletlerin en önemli hedefleri askeri güç üzerinden şekillenmiştir. Dolayısıyla güvenlik algısı da bu çerçevede incelenmiştir. Güvenlik denildiğinde en çok askeri tehditlere odaklanılması güvenlikle ilgili çalışmaların daralmasına sebep olmuştur. Bu dönemde özellikle devlet merkezli bir güvenlik anlayışı söz konusu olmuştur. Ancak bu anlayış herkes tarafından benimsenmemiş, çeşitli noktalarda eleştirilmiştir (Tekin, 2021: 13). Soğuk Savaş genellikle 2. Dünya Savaşı sonrası Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği arasında yaşanan açık askeri eylemler yerine ekonomik baskı ve propagandaları içeren düşmanca sürdürülen ideolojik çatışmadır (Çetinkaya, 2019: 2). Güvenlik çalışmaları uluslararası ilişkilerin ana akım teorilerinde çeşitli açılardan incelenmiştir. Reel politikada insan hayatı çoğunlukla geri plana düşmüştür. Ancak bu durum 1970’li yıllardaki toplumsal hareketler ya da devletler arasındaki ilişkilerin yumuşamasıyla değişmiştir. Güvenlik çalışmaları uluslararası ilişkiler disiplini içinde oldukça önemlidir. Söz konusu kavram özellikle realizmle anılmaktadır. Eleştirel teori ise bu kavramı farklı şekilde incelemiştir. İnsani güvenlik yaklaşımı Soğuk Savaş’tan sonrası dönemin bir fenomeni olmuştur (Birdişli, 2021: 3-4). Soğuk Savaş’ın bitmesi ile klasik güvenlik anlayışı da değişmiştir. Zira yeni tehditlerin oluşmasıyla eski anlayışın yetersiz kaldığına dair görüşler oluşmuştur. Ancak bu görüşlerin Soğuk Savaş’ın bitmesiyle başladığını söylemek eksik olacaktır. Soğuk Savaş’tan sonra uluslararası güvenlik açısından terörizm oldukça tehlikeli bir hale gelmiştir. (Kanat, 2016: 569). Terörizm, otoriteleri reddeden, halklar ile devletler üzerinde moral bozucu etkiye sahip, masumların kanını akıtan ve karmaşanın vurgusu yaparak devletin itibarını zayıflatan siyasi olarak motive olmuş şiddettir. Ayrıca terörizm, sivilleri hedef almaktan kitleleri korkutmaktan çekinmeden demokrasiye de zarar vermektedir (Viotti, 2022: 338). Soğuk Savaş sırasında devletler, insan yaşamının birçok temel unsurunu arka plana atmıştır. Yumuşama dönemiyle beraber bu unsurların sorgulanması hız kazanmıştır. İnsan merkezli itirazlar ekonomi ve çevre üzerinden dile getirilmiş savaş sonrası ise kimlik sorunları ortaya atılmıştır. Dolayısıyla güvenlik çalışmalarının merkezinde sadece askeri sorunlar yer almamaya başlamış; etnik sorunlar, krizler, çevre sorunları, terörizm, hastalıklar, ekonomik sorunlar gibi konular da yer almıştır. Tüm bunlardan hareketle güvenlik merkezi devletten insana doğru bir kayma yaşamıştır (Birdişli, 2021: 5).

2. İnsani Güvenlik

Soğuk Savaş gerek uluslararası sistemin değişmesi gerekse güvenlik anlayışının değişmesi açısından oldukça önemli bir tarihsel süreçtir. Soğuk Savaş’ın ardından değişen güvenlik anlayışıyla beraber insani güvenlik gündeme gelmiştir. İnsani güvenlik yaklaşımın ilk çalışmalarından biri Barry Buzan’a aittir. People, Statesand Fear adlı çalışmasında güvenliğe askerî açıdan yaklaşımlara rağmen ekonomi ve çevreye dair endişelerin 1970’li yıllarda yeni bir güvenlik yaklaşımına zemin hazırladığını ifade etmiştir. Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından iki kutuplu Dünya sona ermiş devletler yeni güvenlik düzenlemelerine ihtiyaç duymuştur. Bu ihtiyacın altından yatan sebeplerden en önemlisi ise küreselleşmedir. (Kanat, 2016: 579-580). Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte devletler arasındaki çatışmaların sadece ulusal güvenliği değil insanların güvenliğini de tehdit ettiğine yönelik bir anlayış gelişmiştir. Bu sayede insani güvenlik, tüm insanları ilgilendiren bir politika olarak tartışılmaya başlanmıştır. İnsanları savaş, çatışma ve soykırımdan korunası gereken olarak uluslararası hukuk çerçevesinde değerlendirilen insani güvenlik; ekonomi, sağlık, çevre ve politika gibi konuları incelemiştir. Ayrıca uluslararası terör, uyuşturucu kaçakçılığı gibi konuları tehdit olarak algılayan insani güvenlik; akademik bir çalışma alanı olmanın yanında politikada da oldukça önemli gelişmelere sebep olmuştur. İnsani güvenlik sayesinde savaş, çatışma ve soykırımı önlemek için ayrım yapmadan uluslararası hukukun tüm insanları kapsaması gerekmektedir. Çevre sorunları, uyuşturucu kaçakçılığı gibi tehditler Dünya’da yaygın olsa da tehditler bireylerin algısına göre değişmektedir. Buradan hareketle insanların özgürlüğünün ve mutluluğunun önemini vurgulayan insani güvenlik, bireylerin özgürlüğünün korunması için bir temeldir (Özdemir, 2018: 121-122). İnsani güvenlik kavramının uluslararası ilişkiler açısından dönüm noktası 1994 yılında Birleşmiş Milletler’in (BM) yayımladığı İnsani Kalkınma Raporu’dur. Raporda kavram tanımlanırken insanların yaşamlarında karşılaştığı sorunlara odaklanılmıştır. Bu çerçevede hastalıklar, çatışmalar, siyasi baskılar, çevresel sorunların insanlar için tehdit olduğu belirtilmiştir. Birey- halk merkezli evrensel nitelikte olduğu savunulan insani güvenliğin rapora göre ekonomik güvenlik, gıda güvenliği, sağlık güvenliği, çevresel güvenlik, kişisel güvenlik, topluluk güvenliği ve siyasi güvenlik olmak üzere yedi temel bileşeni vardır. Söz konusu rapora göre yirmi birinci yüzyılın asıl tehdidi geleneksel güvenlik anlayışındaki çatışmalar değil, kontrol edilemeyen nüfus artışı, kontrol edilemeyen göç, çevrenin tahribi, ekonomik fırsat eşitsizlikleri ve uluslararası terördür (Erdem, 2016: 261-262). İnsani güvenlik, güvenlik politikalarının devlet yerine insan ihtiyaçlarına göre şekillenmesini savunur. Güvenliğin referans noktası olarak bireyi alan bu kavramın dört temel karakteristik özelliği vardır. Bunlar, insan güvenliğine yönelik tehdidin evrensel olduğu, insani güvenlik bileşenlerinin birbirine bağlı olduğu, önleyici müdahalelerle insani güvenliğin daha kolay sağlanacağı ve insani güvenliğin insan merkezli olduğudur (Birdişli, 2021: 6). Toplumun güvenliğiyle oldukça ilişkili bu kavram, bireyin temel özgürlüklerini korunmasını, haklarının verilmesini ve bunlar olurken ortaya çıkabilecek tehditlere karşı bireylerin korunmasını temel alır. Ayrıca başlıca tehditlerin yoksunluk, bastırılmış ve umutsuzluk duygularından kaynaklandığına dayanır. Dolayısıyla insani güvenlik; askeri tehditler yerine ekonomik, sosyal, siyasi, çevresel ve insan kaynaklı tehditlere öncelik vermektedir (Akbulut, 2019: 15). Aktörlerin küresel siyasetteki rolünün ne olduğu ve ne olması gerektiğini sorgulatan insani güvenlik konusunda birçok gelişme olmuştur. 1999 yılında BM bünyesinde ‘‘İnsani Güvenlik Ağı’’ isminde bir yapı kurulmuş ve BM İnsani Güvenlik Fonu oluşturulmuştur. 2001 yılında BM İnsani Güvenlik Bağımsız Komisyonu Kurulmuş, 2004 yılındaysa BM içinde İnsani Güvenlik Birimi oluşturulmuştur. 2008 yılında BM Genel Kurulu’nda İnsani Güvenlik temalı tartışma yürütülmüş, 2010 yılındaysa BM Genel Sekreteri için İnsani Güvenlik Özel Danışmanlığı makamı oluşturulmuştur. 2010’dan 2013’e kadar insani güvenlik raporları sunulurken 2014 yılındaysa BM İnsani Güvenlik Birimi için 2017’ye kadar Stratejik Plan hazırlanmıştır. Bu gelişmeler insani güvenliğin uluslararası ilişkilerde gerek bölgesel gerekse küresel ölçekte ne kadar önemli bir hale geldiğinin göstergesidir (Erdem, 2016: 264-265). Ayrıca 3 Ekim 2012’de Lampedusa’ya giderken 500 göçmenin trajik ölümü Avrupa’da insani güvenlik tartışmaları için dönüm noktası olmuştur. Bunun yanında Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da gerçekleşen olaylar sonrası yaşanan göçler ve bunların sonucu olarak artan sınır güvensizliği Avrupa Birliği’ni (AB) 2013 yılında mülteci politikalarına yönelik hamle yapmaya zorlamıştır. AB çıkarları gereği birliğin dışında insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi birçok konuyu yayma saikiyle farklı siyasal alanlara girmeye çalışmıştır. Buradan hareketle AB’nin yakın çevresindeki insani güvenlik tehditlere karşı adımları meşrulaştırılmıştır. Arap Bahar’ından sonra Akdeniz üzerinden yapılan düzensiz göçleri engellemek, çeşitli tedbirleri gerektirirken AB insani güvenliğe önem verdiğini vurgulamak insan kaçakçılarına verilen ağır cezalar gibi birçok önlem almıştır. (Çoşkun, 2015: 296-303). Tüm bu gelişmeler insani güvenliğin küreselleşen Dünya’nın önemli bir konu olmasını sağlamıştır.

3. Küreselleşme ve İnsani Diplomasi

Küreselleşme, 1980 sonrası geleneksel Dünya değerlerini ve devlet anlayışını değiştirerek Dünya ekonomisini bir bütün olmaya yönelten iktisadi süreçtir. Bu süreç, bütün ülkelerin Dünya pazarıyla bütünleşmesini sağlamakta ve özel girişimlerin Dünya ekonomisine katılmasını içeren yeni düzendir (Yıldırım, 1997: 15). Küreselleşme hakkında birçok farklı yaklaşım söz konusudur. Ancak siyasal boyutu ele alındığında küreselleşme; ülkelerin egemenliklerinin törpülendiği, farklı kültürlerin birbirini yakından tanıdığı, devletler arasındaki her türlü ilişkinin yaygınlaştığı bir süreçtir. Küreselleşmeyle siyasal sınırlardaki mutlak egemenlik yerine karşılıklı etkileşim artmış, tek tip devletlerin işlevi değişerek uluslararası üst kuruluşlar ön plana çıkmıştır (Çelik, 2012: 68-69). Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından yeniden inşa edilen güvenlik politikalarındaki en önemli etkenlerden biri de küreselleşmedir. Küreselleşme, devletlerin tek başına uluslararası hale gelen tehditlerle baş etme kapasitesini azaltmış dolayısıyla eski güvenlik anlayışının sorgulanmasına sebep olmuştur. Teknolojinin gelişmesi ve medya yaşanılan krizlerden herkesin haberi olmasını sağlamıştır. Bu sayede insani güvenlik sorunlarına karşı farkındalık ve devletler üzerindeki baskı artmıştır (Alameşe, 2021: 36). Küreselleşmenin dönüştürücü gücü diplomasiyi de etkilemiştir. Geleneksel diplomasinin yerini yeni diplomasi türleri almış ve sağlıktan siyasete yeni diplomasi türleri diplomasinin işleyiş sistemine dahil olmuştur. Bu çerçeve de insani diplomasi de özellikle çatışma ve krizin ön plana çıktığı yirmi birinci yüzyılda ön plana çıkmıştır. Uzlaşmacı özelliğe sahip İnsani diplomasi, insani kriz durumlarında sorunu çözmek için yapılan insani yardım niteliği ön planda olan faaliyetlerdir. Dış politikanın temel unsurlarından biri haline gelen insani diplomasi sorunların çözümüne yönelik uluslararası iş birliğine teşvik eder. Küreselleşme insan faktörünü belirginleştirerek birçok olgunun başına insani sıfatının gelmesini sağlamıştır. Diplomasini dönüşümünde küreselleşmenin etkisi yadsınamaz. Zira Soğuk Savaş sonrası simetrik savaştan asimetrik savaşa geçilirken insani diplomasi tartışmaya açılmıştır. İnsani diplomasiyi zorunlu kılan çatışmalar ve doğal afetler küreselleşmenin etkisiyle oldukça sık yaşanmaktadır. Dolayısıyla küreselleşme insani diplomasinin bir diplomasi türü olmasında ve uygulanmasında etkili olmuştur (Ünay, 2023: 130- 135). İnsani diplomasi hakkında kesin ve ortak bir tanım olmasa da kavram hakkında ilk kitap 2007 yılında yayımlanan Humanitarian Diplomacy: Practitioners and Their Craft’tır. Kitabın editörlüğünü yapan Larry Minear ve Hazel Smith’e göre insani diplomasi, insani organizasyonlar tarafından gerçekleşen faaliyetleri kapsamaktadır. Söz konusu faaliyetlerin bir bütün olarak askeri ve siyasi otoriteden bağımsız şekilde yapılan, insanları koruma ve yardım programlarını kapsar. Ayrıca uluslararası hukuku ve insani amaçları desteklemek gibi amaçları da vardır. İnsani diplomasi, insani yardımla aynı amacı taşısa da bu iki kavram birbiriyle karıştırılmamalıdır (Alegöz, 2013: 8- 9).

4. Kamu Diplomasisi ve İnsani Güvenlik

Uluslararası güç dengelerinin ve diplomasi türlerinin değiştiği, geleneksel kalıplardan başarı sağlanamayacağının anlaşıldığı Yeni Dünya denilen bu dönemin yeni bir yöntemi söz konusudur. Bu yöntemin adıysa kamu diplomasisidir. Geleneksel diplomasinin ötesine uzanan kamu diplomasisi; devletlerin başka devletlerde gündem oluşturmasını, farklı gruplarla iletişime geçmesini, uluslararası ilişkilerin anlatılmasıyla kültürler arasında etkileşim oluşturmasını ve haberleşmenin olmasını sağlar (Kömür, 2020: 93-94). Kamu diplomasisi ilk defa Edmund Gullion tarafından ele alınmıştır. Gullion’a göre: Dış politikanın düzenlenmesi ve yürütülmesiyle ilgili olan kamu diplomasisi, hükümetlerin diğer devletlerde kamuoyu oluşturmasını, özel gruplar arasındaki etkileşimi, dış ilişkilerdeki politikaları ve kültürler arası iletişimi kapsamaktadır. Yumuşak gücün dağıtılmasında yalnızca bir araç olan kamu diplomasisi, bir ülkenin kendisini uluslararası sistemde açıklamasına yönelik faaliyetlerini içerir. Amaç gerçekleştirilmek istenen politikaları en etkin şekilde yabancı kamuoyuna aktarmaktır (Sak, 2014: 11- 13). Küreselleşmeyle beraber geleneksel diplomasinin yerini kamu diplomasisi almaya başlamıştır. Farklı kamu diplomasileri uygulayan devletler, ülke sınırlarının etkisizleşmesi ve gelişen iletişim imkanlarının bir sonucu olarak bunu yapmıştır. Devletler, çeşitli kamu diplomasisi yollarıyla hedef kamuoyunu etkileyerek uluslararası alanda elde etmek istedikleri hedefleri ulaşma çabasında olmuştur (Say, 2022: 1- 2). İnsani diplomasi kavramı küreselleşmenin diplomaside meydana getirdiği değişiklik sonucunda ortaya çıkmıştır. İnsani hedefleri gerçekleştirmeye yönelik faaliyetleri gerçekleştirmek ve bunlar üzerine iş birliği yapmaya odaklanmaktadır. Özellikle yardıma ve korunmaya muhtaç insanlarla temas etme, uluslararası hukuku teşvik etme ve insani hedefler için savunuculuk yapma faaliyetlerine yoğunlaşır. 2003-2006 yılları arasında BM Acil Yardım Koordinatörü olan J. Egeland’a göre insani diplomasi, insanların hayatlarının devamını sağlasa da sürekli barış ortamını ve kalkınmayı sağlamamaktadır. Esas sorunun çözülmesi için askeri çatışmaların önlenmesi gerekmekte dolayısıyla güvenlik koridorlarının oluşturulması insani diplomasinin içerisinde yer almalıdır. İnsani diplomasinin tanımlamalarında en öne çıkan faaliyetlerden biri de savaş ve çatışmalar gibi olumsuz olaylardan etkilenen insanlara yardım etmektir. İnsani diplomaside kullanılacak araçlar arasında barış inşasının yer aldığını söylemek mümkündür (Yıldırım, 2019: 2564- 2568). Önemli bir dış politika enstrümanı olan insani güvenlik, devletlerin kendilerini göstermelerini sağlar. Dış politikada pek çok açıdan fayda sağlayan insani güvenlik, yaşanılan krizlere hazırlıksız yakalanmayı önlemesinin yanında krizlere karşı pozisyon almayı kolaylaştırır. İnsani güvenlik misyonu, uluslararası müdahalelerde meşruiyet sağladığı gibi yapılan eleştirilere karşı set de oluşturabilir (Tekin, 2021: 19- 21).

Sonuç

Geçmişten günümüze uluslararası sistemde pek çok değişim olmuştur. Bu değişimlerle beraber güvenlik anlayışı da değişmiştir. Söz konusu değişimde özellikle Soğuk Savaş’ın bitişi oldukça önemlidir. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle beraber odaklanılan tek düşman yok olmuş, devletler simetrik savaş yerine asimetrik savaşa yönelmiş ve görece hantal ilişkilerden uzaklaşarak yeni etkileşim yolları aramıştır. Geleneksel güvenlik anlayışında olduğu gibi güvenlik ve devlet arasındaki ilişkiler sorgulanmış dolayısıyla Soğuk Savaş sırasında arka plana atılan insan hakları gündeme gelmiştir. Bu süreçte küreselleşme oldukça etkili olmuştur. Özellikle teknoloji ve iletişim imkanlarındaki artış, insanların farkındalıklarını arttırmıştır. Sınırların ve geleneksel diplomasinin etkisini kaybetmesiyle yeni yollara başvurulmuş dolayısıyla uluslararası etkileşim artmıştır. Uluslararası temasların arttığı bu Yeni Dünya’da güvenlik anlayışları insan merkezli bir hal almıştır. Küresel ve bölgesel aktörlerin oldukça önemli olduğu bu sistemde devletler kendi tanınırlıklarını arttırmak, kendileri lehine uluslararası kamuoyu oluşturmak ve adımlarını meşrulaştırmak adına kamu diplomasisine yönelmişlerdir. Bir devletin uluslararası halkla ilişkileri olarak da nitelendirebileceğimiz kamu diplomasisi türlerinde en önemlilerinden biri de insani diplomasidir. Küreselleşmeyle beraber insani güvenliğin uluslararası sistemdeki önemi artmış, dolayısıyla insan hayatı için kritik olan yardımlar gündeme gelmiştir. Gerek ulusal gerekse uluslararası aktörler buradan hareketle insani diplomasiye yönelmiştir. Bir yanıyla insani güvenlik çerçevesinde kullanılan insani diplomasi kazan- kazan sistemi olarak değerlendirilebilir. Kısaca Soğuk Savaş sonrası gelişen insani güvenlik çerçevesinde devletlerin küreselleşmenin bir sonucu olan kamu diplomasisinin türlerinden insani diplomasiyi tercih etmelerinin sebebi olarak insan haklarının öneminin artması ve devletlerin çıkarlarını gözettiklerinden hareketle meşruiyetlerini kaybetmemek amacıyla buna yöneldikleri sonucuna ulaşılmıştır. Devletler son kertede nihai amaçlarına ulaşmaya çalışırken, yardıma muhtaç insanlar da insanca yaşamak için çeşitli fırsatlar bulurlar. İnsanca yaşama konusunda çeşitli girişimler olsa da insan hayatıyla alakalı istenilen hedeflere henüz ulaşılamamıştır. Temennimiz odur ki tüm insanlar daha güvenilir bir Dünya’da barış içinde yaşasın.

Veli Can AKKAŞ

Güvenlik ve Terörizm Çalışmaları

Kaynakça

Akbulut, M. A. (2019). Küreselleşmenin Refah Devletine Etkisi ve Refah Krizi Bağlamında İnsani Güvenlik Yaklaşımı. International Journal of Labour Life and Social Policy, 2(1), 5-18.

Alameşe, Y. (2021). Covid-19 Salgını ve İnsani Güvenlik. İstanbul Kent Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi, 2(1), 33-48.

Alegöz, H.İ. (2013). Uluslararası İlişkilerde İnsani Diplomasinin Rolü: Türkiye- Somali Örneği. (Yüksek Lisans Tezi). Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi.

Birdişli, F. & Tekin, F. (2021). Türkiye’de İnsani Güvenlik Alanında Yapılan Çalışmalarının Nitel Analizi. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 11(2), 1-19.

Çakır, M. (2022). “Güvenliğin Dönüşümü ve Ulusal Güvenlik”. Diplomasi ve Strateji Dergisi, 3(2), 260-278.

Çelik, M.Y. (2012). Boyutları ve Farklı Algılarıyla Küreselleşme. Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, (32), 57-74.

Çetinkaya, G. (2019). Soğuk Savaş Döneminde Türkiye ve Eısenhower Doktrini. Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, 3(2), 1-14.

Çıtak, E. (2017). Güvenlik ve İstihbarat. İstanbul. Yeni Yüzyıl Yayınları.

Çoşkun, B.B. Çim, E. (2015). Avrupa Birliği Ortak Göç ve Mülteci Politikaları ve İnsan Güvenliği İkilemi. Avrupa ve Avrupa Birliği, 289-306.

Erdem, E. İ. (2016). İnsani Güvenlik Kavramı Bağlamında Çevre Güvenliği. Gazi Akademik Bakış, 10(19), 255-281.

Kanat: Kodaman, T. & İren, A. (2016). İnsani Güvenlik ve Terörizmle Mücadele. Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 21(2), 567-588.

Kömür, G. (2020). Yumuşak Güç Unsuru Olarak Kamu Diplomasisi. International Journal of Politics and Security, 2(3), 89-115.

Özdemir, Ö. & Özdemir, E. (2018). Suriyeli Mülteci Kadınlar ve İnsani Güvenlik. Güvenlik Stratejileri Dergisi, 14(27), 113-145.

Sak, E. (2014). Kamu Diplomasisi ve Çin. Barış Araştırmaları ve Çatışma Çözümleri Dergisi, 2(1), 9-25.

Say, B. (2022). Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA)’nın Kırgızistan’daki Kamu Diplomasisi Etkinlik Alanları. Ahi Evran Akademi, 3(1), 1-18.

Tekin, F. (2021). İnsani Güvenlik Misyonu Türk Dış Politikasının Yumuşak Gücü Olabilir mi? Birey ve Toplum Sosyal Bilimler Dergisi, 11(2), 5-25.

Ünay H., Çemrek M. Küreselleşme ve İnsani Diplomasi: Türkiye Örnek Çalışması. Kızılay Kültür Sanat Yayınları. 129-136.

Viotti, Paul R.- Kauppi, Mark V. Çeviren: Erozan, A. (2022). Uluslararası İlişkiler ve Dünya Siyaseti. Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık.

Yıldırım, E. (2019). İnsani Diplomasi Faaliyetlerinin Türkiye’nin Yumuşak Gücüne Etkisi. Uluslararası Toplum Araştırmaları Dergisi. 13(9), 2564-2591.

Yıldırım, N. (1997). Küreselleşme. Öneri Dergisi, 1(6), 171-175.

Göçmen Haklarının Edinilmesinde Diasporaların Rolü: Almanya’da Türk Diasporası Örneği

Özet

Bu çalışmanın amacı, Almanya’ya yapılan işçi göçü sonrası Almanya’da oluşan Türk Diasporasının zamanla Alman siyasal yapısında boy göstermesi, haklarının farkına varması ve dernek ve sendikalarla hak arama sürecinin incelenmesidir. Çalışmamın giriş kısmında özellikle “Diaspora” teriminin günümüzdeki kullanımı, Almanya’ya yapılan emek göçünün zamanla diaspora toplumu oluşturması ve bu toplumun siyaset ve hak arayışına değinilmiştir. Almanya’nın genel olarak göçmenlere tanıdığı haklar 1965 Yabancılar Yasası, 1990 Yabancılar Yasası, 2000 Yurttaşlık Yasası, 2005 Göç Yasası, 2006 Eşit İşlem Yasası olmak üzere Alman Mevzuatının göçmenler ile ilgili olan kısımları incelenmiştir. Çalışmamın sonuç kısmında ise Türk diasporasının siyasal katılımdaki rolü; dernekler ve sendikalarla hak arayışları ve din-kültür bağlamında Türkiye ile bağlarını koparmamalarına değinilmiştir

Anahtar kelimeler: Diaspora, İşçi Göçü, Sendikalar, Türk Dernekleri, Almanya Göçmen Mevzuatı.

Abstract:

The purpose of the study, as a result of migration from Turkey to Germany, is the Turkish diaspora’s involvement in German politics over time. In time, Turkish immigrants realized their rights. They got their rights from Turkish associations and unions. At the beginning of my study, the meaning and usage area of ​​the concept of diaspora and the search for rights after the injustices experienced by Turkish society were mentioned.

Immigrant rights in Germany: Act on Foreigners of 1965, Act on Foreigners of 1990, citizenship law of 2000, Migration Act of 2005 – Complete Overhaul of German Migration Policy, etc. The sections of the German legislation on immigrants were examined. The conclusion of the study is the role of the Turkish diaspora in political participation, seeking rights with associations and trade unions. Its ties with Turkey in terms of religion and culture were examined.

Keywords: Diaspora, Labour Migration, Labour Unions, Turkish Associations, German Immigration Regulation.

1. Diaspora

Diaspora, bir kavim, ulus veya inanç mensubu kişilerin ana vatanlarından koparak bir başka yerde azınlık olarak yaşamalarına verilen addır. Diaspora tanımının içeriği ve kimleri kapsadığı noktasında tartışmalar sürmektedir.

 Diaspora insanların çeşitli nedenlerle (savaş, ekonomik, daha iyi bir yaşam arayışı vb.) göç etmesinin doğal bir sonucudur. Hala devam eden küresel göç hareketliliği diasporaları; diasporalar ise uluslararası siyaseti etkilemeye devam edecektir. Diasporalar anavatan ve misafir olunan ülke arasında köprü görevi görürler ve iki devlet ilişkilerini etkilerler. Kaynak ülke hedef ülkenin iç işlerine kendi vatandaşları özelinde karışma hakkı görür. Devletler diasporaları bir göç diplomasisi aracı olarak görebilirler. Lobicilik faaliyetleriyle ev sahibi ülkenin siyaseti kısmen yönlendirilebilir hale gelebilir.

 Diasporaların ana vatana etkileri ekonomik açıdan da önemlidir. Hedef ülkede çalışanların tasarruf yapıp kaynak ülkeye para transferi yaptıkları görülmüştür. (Köse, 2022: 61) Almanya örneğinde de giden işçilerin, aile birleştirme kararına kadar geçen süreçte Türkiye’deki ailelerine döviz göndermelerinin ekonomiyi iyi yönde etkilediği görülmüştür. Yurt dışına işçi gönderimi sadece ekonomik alanda değil; işsizliğe karşı geçici tedbir, teknik bilgi,sosyal, kültürel ve siyasi gelişim açısından önemli görülmüştür.

1.1. Diaspora Kavramının Tarihi

Tarihsel çerçevede kavram birçok değişime uğramıştır. Diaspora kavramına ilk önce Antik Yunan şehirlerinde nüfus artışı yaşanması sonucu yer değiştirmelerde rastlarız. Akdeniz çevresine göç eden kolonilerin amacı yeni ticaret yolları, verimli tarım arazileri, madenler bulabilmekti. Diaspora kavramı MÖ. 800-600’lü yıllarda bu kolonileri ifade etmekteydi.

Diaspora 1950’lere kadar genellikle Yahudileri ve dini toplulukları ifade etmekteydi. Tarihçi Simon Dubnov diasporanın dini terim olarak sınırlandırılmaması gerektiğini belirtmiş ve “Diaspora bir ulusun kendi devletinden, toprağından ayrılmış ve farklı uluslar arasına dağılmış fakat kendi ulusal kültürünün bir parçası anlamına gelen Yunanca bir terimdir.” demiştir (Dufoix, 2008: 17 akt. Eskicioğlu, 2022: 8).

Diaspora terimi genel olarak olumsuz anlamıyla kullanılmıştır. Yahudi diasporasına bakıldığında; İsrailoğullarının anavatanı Kenan topraklarından zorla çıkarılması ve başka yerlere zorunlu şekilde göç ettirilmeleriyle başlayan, Yahudilerin “İsrail Diyarı” dışındaki oluşumudur.

1.2 Diasporaların Özellikleri

Cohen’e (2008) göre diasporaların belirgin benzer özellikleri vardır:

  • Orijinal anavatanından, genellikle travmatik ayrılarak iki veya daha fazla yabancı ülkeye dağılma
  • Ana yurttan iş aramak, ticaret veya kolonyal amaçlar nedeniyle ayrılmak
  • Kolektif bir hafıza ve ana yurda ilişkin mitos
  • Varsayılan ana yurdun idealize edilmesi
  • Geri dönmeyi düşünme
  • Güçlü bir etnik grup bilinci
  • Ev sahibi toplumla sorunlu ilişkiler ve kabul görmeme hissi
  • Diğer ülkelerdeki soydaşlarla empati ve ortak sorumluluk duygusu
  • Ev sahibi devletlerde daha iyi bir yaşam kurma ihtimali (Cohen, 2008: 180-190).

Cohen’e göre (2008), diasporalar sadece milliyetçi değillerdir; kendi ulusal kimlikleriyle yaşadıkları ülkenin ulusal kimliği arasında bir yerdelerdir.

2. Almanya’ya Türkiye’den İşçi Göçü

İkinci Dünya Savaşı sonrasında başta Almanya olmak üzere kapitalist ülkelerde üretim hacimleri büyümüştür bununla beraber işgücü yetersiz kalmıştır. Akdeniz ülkeleri başta olmak üzere bu ülkelere kitlesel göçler yaşanmıştır. Gelişmiş ülkelerde durum böyleyken, Türkiye’de iç göçler ve dış göçler yaşanmıştır. Öncelikle kırdan kente sonrasında ise Türkiye’den Avrupa ülkelerine göç yaşanmıştır (Özdal, 2021: 191).

Avrupa’daki Türk diasporasının %70’i Almanya’dadır ve bu kişilerin çoğu işçi göçü ile gitmiş kişilerdir. Alman Federal İstatistik Ofisi istatiklerine göre, 2022 yılı itibarıyla Almanya’da nüfusun 19.3 milyonu göçmen kökenli insanlardan oluşuyor (Destatis, 2022).

1956-57 yıllarında başlayan göçler ilk başta yasal olmayan yollarla yaşanmıştır. Bu düzensiz akım 1 Eylül 1961 tarihinde yürürlüğe konan Türk-Alman İşgücü Mübadele Anlaşması ile son bulmuş ve artık yasal şekilde dış göç olgusu başlamıştır. 1972 yılı sonunda Almanya’ya yapılan göç 712 bin kişi olmuştur. Türk işçileri genellikler: metal sanayii, imalat sanayii, inşaat vb. işleri kabul ederek anavatanlarına, ailelerine döviz göndermişlerdir.

1973 yılına gelindiğinde tüm dünyada ekonomileri sarsan Petrol Krizi yaşanmıştır. İşsizliğin önüne geçmek için çıkarılan kararla Avrupa Topluluğu dışından işçi alımı durmuştur. Bu dönemde bazı siyasiler ile göçmenleri entegre etmek isteyen dernek ve sendikalar arasında anlaşmazlıklar yaşanmıştır. Bu noktada Federal Almanya dışarıdan gelecek işçinin istihdamına sınırlama getirirken uzun süredir yerleşmiş olan işçilere kolaylık sağlanması açısından istiyorlarsa ülkede kalmalarına izin veren politikalar yürürlüğe koymuşlardır. Bunun sonucunda 1974 yılında Aile Birleştirme Kararı alınmıştır (Özdal, 2021: 199-200).

Alınan Aile Birleştirme kararı ile Almanya’ya geçici gittiği düşünülen işçi göçünün yapısı değişerek daimi şekilde kalan göçmen kökenli bireyler haline gelmişlerdir. 1980 yılında ise Almanya Türkiye’ye vize zorunluluğu başlatmıştır. 1980’de yaşanan diğer gelişme ise Türkiye içinde yaşanan Askeri Darbe sonrası ortaya çıkan göçlerdir. Bu dönem Almanya göçleri engelleyemediği için Geri Dönüşü Teşvik politikasını izlemiştir ve 1983-1985 yıllarında Türk göçmen sayısında düşüş görülmüştür. Fakat bu düşüş beklenenin çok altında kalmıştır. “Helmut Kohl ve diğer siyasetçilerin kabullenemedikleri ise şudur: “Memleketlerine geri dönebilir” dedikleri yabancılar için, Federal Almanya’nın ikinci bir vatan olabileceği göz ardı edilmiştir” (Dağ, 2019: 121).

1990’lı yıllarda göçler evlilik yoluyla devam etmiştir. Türkler arasında dernekleşme, etnik ve dinsel faaliyetler artmıştır. Federal İstatistik Dairesinin verilerine göre 1972-1990 arası dönemde Alman vatandaşlığına geçen Türklerin sayısı 14.500 iken 1990-2000 arası bu sayı 410 bin’e yükselmiştir. (DİYİH, 2015).

2.1. Türk İşçilerin Yaşadığı Sorunlar

Almanya’ya göç eden ilk kuşak emek işçilerinin en büyük sorunu entegrasyon zorlukları olmuştur. İlk kuşak işçilerin kimisi köyden kimisi kentten; kimisi okumuş kimisi ise okumamış kişilerden oluşuyordu. Bu kişilerin ortak özellikleri ise Almanca’yı bilmiyor oluşlarıydı. Entegrasyonda en büyük engeli dil bariyeri oluşturmuştu. Gelen işçiler Türkiye ile alakalı bir gazete veya haber kanalı bulamamıştı ve geçici oldukları düşünüldüğü için herhangi bir entegrasyon çalışması yapılmamıştı. Gelme amaçları gelecekleri için birikim yapmak, ailelerine para göndermek vb. olduğu için ağır işlerdede çalışmışlardır. Misafir işçi yalnızca Almanya’nın ekonomisine destek olacak, işgücü krizini aşmasına yardım edecek bir çıkış yolu “krizdeki tampon” konumundadır (Schulte, 2011: 36 akt. Çiçek, 2021: 64) .

Aile birleşimi sonrası gelen çocukların bir kısmı Türkiye’de eğitime başlamış ve Almanya eğitimine sonrada dahil olarak zorlanmışlardır veya okumamışlardır. Gelen çocuklar ve Almanya’da doğanlar kültür karmaşası yaşamıştır. Yabancı düşmanlığı Türklerin yaşadığı sorunlardan bir diğeriydi. Aşırı sağcı 3 ırkçı Alman genci, Mölln kentinde Arslan ailesinin evini kundaklayarak üç kişinin ölümüne neden oldu.

Yabancı düşmanlığı, İslamofobinin Almanya’da da yayılmasıyla beraber İslam Düşmanlığına dönüşmüştü. Böylece saldırılar yoğun olarak camilere ve mülteci kamplarına ve yurtlarına yönelmiştir (Tauscher & Bezci, 2016: 81). Geçici statüyle gelen göçmenler kalıcı oldukları halde vatandaşlık alamamaktadır. Bu ülkede kalıcı olan, vergi veren, çalışan, primlerini ödeyen bu kişiler vatandaşlık alamadıkları için siyasal sistemden dışlanmışlardır. Çifte vatandaşlık almalarına izin verilmeyen Türk göçmenler kendi ülke vatandaşlıklarından çıkarak bunu kazanabilmektedir. Günümüzde AB üyesi devletlerin çifte vatandaşlık hakkı varken Türk kesim için bu henüz tartışma aşamasındadır.

3. Almanya’nın Göçmenlere Yönelik Yasaları

3.1. Alman Anayasası

Alman Anayasası, anayasa kendi vatandaşlarına tanıdığı hakların genelini yabancılara da tanımıştır. Bunlardan bazıları mülkiyet hakkı, düşüncelerini açıklama hakkı, evliliğin ve ailenin korunması hakkı yabancılara da tanınmıştır. İnsan haklarının getirisi; can ve mal güvenliği, din ve vicdan özgürlüğü, kanun önünde eşitlik ilkesi de uygulanır. Fakat bazı haklar yabancılara uygulanmamıştır. Örneğin seçme ve seçilme hakkı, siyasi faaliyette bulunma özgürlüğü vb. Bu konular Alman Yabancılar Kanunu ile düzenlenmektedir (Ansay, 1974).

3.2. 965 Yabancılar Yasası

965 Yabancılar Yasası, Almanya’daki yabancıların durumunu belirleyen kanundur. Kanunun özellikleri,: kanunda işçi veya diğer yabancılar arasında ayrım yapılmamıştır.Türkleri AB dışında kalan grup olarak tanımlar ve AB göçmenlerinden ayrı tutulurlar. Yasada “Federal Alman Cumhuriyeti’nin üstün çıkarlarına zarar verilmemesi halinde ikamet izni verilebilir.” Şeklinde bir hüküm bulunuyordu (Ansay, 1974). Bu düzenlemeler yabancı işçiler üzerinde sınırlamalardan ibaretti.Bu yasada misafir işçiye aktif statü hakları tanınmamıştır. Almanya dışına serbest seyahat hakları bulunmamaktaydı. Dohse’ye (1981, akt. Çiçek, 2021) göre “yabancı ve devlet arasındaki ilişki hukuki bir ilişki dışında devlet müdahalesi ilkesine dayanır ve yabancının yaşammındaki güvensizliği güçlendirerek onu ekonomik ve konjonktürel dalgalanmalara bağımlı hale getirir” İşçi geçimini sağlayamıyorsa ve vazgeçmek isterse yurtdışına çıkışı yasaklanabilir. Bunun dışında işçi yapacağı işi özgürce seçemez ve siyasi faaliyetlerde bulunamaz.

Yabancılar yasası 6. Madde 3. Fıkraya göre: “Uluslararası hukukla örtüşmeyen, Almanya demokratik düzenini tehdit eden siyasi oluşum ve örgütlere katılma yasaklanmıştır.”

Görüldüğü üzere işçinin çalışma hakkını savunacağı bir sendikaya üye olması düzeni tehdit eden bir eylem olarak görülmüştür. İş sözleşmesinin sona ermesi oturma izninin bitmesi anlamına gelir.

Türk işçilerini ilgilendiren hukuki konular ise şunlardır: Yabancılar, 16 yaşından küçük ise kazanç getirecek işte çalışmama şartı ile üç aydan az sürede oturma izni almak zorunda değildir.

Almanya ile Türkiye arasında imzalanmış sözleşmenin 7. Maddesince Almanyaya gelecek her işçiye Meşruluk Belgesi verilecek ve bu belge ile vizesiz Almanya’ya giriş yapılabilecektir. Fakat bu belge oturum iznini barındırmaz, işçiler izin için başvurmalıdır.İş Teşviki Kanunu ile çalışma izni almaları zorunlu olmuştur (Ansay, 1974).

3.3. 1990 Yabancılar Yasası

1965 yasasından 25 yıl sonra yabancılar yasası güncellenmiştir. Yasanın 85. Maddesine göre bir yabancı sekiz yıldan beri ikamet ediyorsa ve şartları yerine getiriyorsa vatandaşlık için başvurabilir. Bu şartlar, Alman demokratik düzenini kabul etmesi, oturma izninin olması, geçiminden sorumlu olduğu ailesini sosyal yardım almadan geçindirenilmesi, bir suça karışmamış olması ve bir önceki vatandaşlığından vazgeçmesi gerekmektedir (Çiçek, 2021).Türk işçilerinin ikilemde kaldıkları nokta ise Türkiye vatandaşlığından çıkmaları gerekmeleridir. Bir çoğu yaşlılıklarında Türkiye’ye dönme veya Türkiye’de gömülme arzusu içindedir. Vatandaşlık şartlarını yerine getirmiş kimse dil bilgisine sahip değilse başvurusu kabul edilmez. Başvurusu kabul edilen kişilerin eşi ve reşit olmayan çocuklarıda vatandaşlığa kabul edilir. 1990’lı yıllar yabancıların entegrasyonuyla ilgili çalışmaların ağırlıklı yapıldığı yıllardır.

3.4. 2000 Vatandaşlık Yasası

1 Ocak 2000 tarihinden itibaren yürürlüğe giren Vatandaşlık Reform yasası yabancılar için Alman vatandaşlığını tekrar düzenlemiştir. 16 Yaşını doldurmuş her yabancı belirtilen koşulları yerine getirirse vatandaşlığa geçebiliyor. Bu şartlar: Almanya’da 8 yıl oturmuş olmak, süresiz veya uzun süreli oturma iznine sahip olmak, Almanca bilmek, Almanya’nın hukuki ve sosyal düzeni hakkında bilgili olmak, suça karışmamış olmak,geçimini sağlıyor olmak vb.(Hamburg Başkonsolosluğu, 2009).

Fakat yasanın en dikkat çeken bölümü kısmende olsa vatandaşlığın soy ilkesinden toprak ilkesine geçişi olmuştur. Bir diğer dikkat çeken yer ise entegrasyon kurslarına katılma ve kurslarda tarih, insan, toplum,dil gibi testleri geçebilmektir.2005 Oturum Yasasında da pasaport,vize, farklı amaçlarla alınan oturum izinleri konuları dışında entegrasyon kursları konu alınmıştır (Çiçek, 2021).

3.5. 2005 Göç Yasası

2005 yılına kadar göç mevzuatı Yabancılar yasası, Yurttaşık Yasası, Oturum Yasası gibi düzenlemelerle şekillenmişti. 2005’e kadar Almanya’nın bir göç ülkesi olması da reddedilen bir düşünceydi. Bu yasaya ek olarak 2007 yasasında entegrasyon kursları zorunlu hale gelmiş ve kursun ihlal edilmesi halinde sosyal yardımlar kısıtlanmaktadır (Çiçek, 2021).

 3.6 Eşit İşlem Yasası

Kurumsal alanlarda kişilerin, ırk, cinsiyet, din, dünya görüşü,cinsel tercihi vb konularda haksızlığa uğramaması için düzenlenmiş kanundur. 3.Maddesinde haksızlık şöyle tanımlanır: “Bir kişinin belirtilen nedenlerle karşılaştırılabilir bir durumdaki kişiye göre daha kötü muamele görmesi dezajantajlı olduğunu gösterir.”

Yasanın kullanım alanları ise kişinin mesleki pozisyon elde etmesi,çalışması karşılığında ücret alması, meslek eğitimi alması, sosyal güvenlik ve sağlık hizmeti alması,eğitim,mal ve hizmetlere erişimden faydalanabilmesidir (Çiçek, 2021).

3.7. 2008 Vatandaşlık Testi ve Vatandaşlık Kursu Yönetmeliği

Vatandaşlık testi başvuran kişilerin testin çoğunu doğru cevaplayarak vatandaşlık kazanmaları için yapılmış, entegrasyonu ölçen bir testtir. Testin içinde vatandaşın siyasal, toplumsal katılımı, hak ve sorumlulukları, tarih soruları, kültürel sorular yer almaktadır.

4. Almanya Türklerinin Siyasal Yaşamda Rolü

Kapani (2018), toplum üyesi kişilerin siyasal sistem karşısında durumlarını, tutumlarını ve davranışlarını belirleyen bir kavramdır. Bu katılım sadece seçimlerde oy kullanmak değildir.

Siyasal katılım; oy verme, siyasi parti çalışmalarına katılma, miting ve gösterilere katılma, dilekçe yazma şeklinde olabilir. Günümüzde teknolojinin ilerlemesi sayesinde bu katılım sosyal medya üzerinden örgütlenme, sivil toplum kuruluşlarına üye olma, dernek üyeliği vb. katılımlarla sağlanıyor. Kapani’ye göre, siyasal katılımda azalma değil, katılım yollarında farklılık meydana gelmiştir. Mitingler, televizyonlara; siyasi parti içindeki faaliyetler, sendikalara ve derneklere yayılmıştır. Toplumun politik faaliyet alanı genişlemiştir (Kapani, 2018). Diasporaların siyasete önem vermesi kendi haklarını korumaları açısından önemlidir. Diasporaların siyasi yaşamdaki yerleri arttıkça kaynak ülkelerin, vatandaşlarının yaşadığı ülkeye olan baskısı artmaktadır.

Ülkeler diasporaları bir politika aracı olarak görmektedir. Almanyalı Türklerin teşkilatlanması ve ırkçılığa karşı ortak hareket etmeleri, soft power ile destek vermektedir. Türk Alman dış politikasını şekillendirirler.

Seçme ve seçilme hakkına sahip olmayan yabancılar daha çok sendikalar, dernekler, mesleki kamu kuruluşları, siyasi partilerin çalışmalarına katılarak kendilerini siyasal yaşamda göstermişlerdir.

4.1 Türkiye Kökenli Dernekler

Diaspora örgütleri, spor dernekleri ve kültürel derneklerdir. Türk göçmenlerin kendi aralarında bölünmelerine bağlı farklı etnik,dini kökenli bir çok dernek kurulmuştur. Derneklerin amacı, ev sahibi devletle Türk toplumunun işbirliği saplaması ve uyumlu olabilmesidir. Türklerin ilk dernekleşmesinin altında yatan şey, ilk gelen kuşağın toplu ibadet edecek yerlerinin olmaması olmuştur dernekleşmenin başında camii cemaatleri başta gelmektedir. Günümüzde Almanya’da 2 bin 800 camii vardır (Eskicioğlu, 2022: 126).

Spor kulüplerinin desteklenmesi de Türkiye ile olan bağlarının kopmaması hissiyatı verdiği için devam ettirmektedirler. Spor kulüplerine “Türkiyemspor Berlin” , “Münih Türkgücü” gibi isimler ve bayrak motifleriyle Türk kimliklerini sürdürürler. Bir diğer dernek türü ise hemşeri dernekleridir. Kişiler arasında kültürün ve ortak mitlerin canlı tutulmasını sağlar.

Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB)

Almanya’da yaşayan Müslüman Türklerin dini,sosyal,kültürel ihtiyaçlarını karşılamak, ibadethanelerini yönetmek için faaliyet gösterir. Diyanet İşlerinin Almanya şubesi şeklindedir. İmam ve müezzinler tayin yoluyla Almanya’ya gitmektedir.

Avrupa Demokratik Ülkücü Türk Dernekleri Federasyonu

Derneğin resmi sitesinde; 1978’de kurulan derneğin amacı Avrupa Türklerinin sorunlarına yardımcı olmak, yaşadıkları ülke toplumlarının değer ve yasaları çerçevesinde sosyal ve kültürel etkinlikler yaparak milli ve manevi değerleri korumaktır.

Almanya Atatürkçü Düşünce Derneği

AADD ilkesi: yerel Türkler arasında laik ve cumhuriyetçi anlayışını korunmak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün hafızasının güçlendirilmesidir. Bu amaçla dernek kurulduğu günden bu yana kültürel faaliyetlerden, Atatürk ‘ü anma, politik ve bilgi içerikli sayısız organizasyonlar yapmıştır.

Avrupa Türk Kültür Dernekleri Birliği (ATB)

ATB, bulunduğu ülkenin hukukuna uygun olarak Türk vatandaşlarının gelenek, görenek ve dinî inanç temellerini ayakta tutmayı hedefleyen ve bu inanç ve kültürün nesillere aktarılmasını amaçlayan resmî statüsü olan bir sivil toplum kuruluşudur

İslam Toplumu Milli Görüş

Hürriyetçi Türk-Alman Dostluk Derneği

Sosyal Demokrat Halk Dernekleri Federasyonu

4.2. Türk İşçiler ve Sendikalar

Almanya’daki Türkiyeli göçmenler açısından 1970’li ve 80’li yıllarda sendika özel bir yere sahiptir, çünkü haklarını savunabilecekleri temel örgütlenme sendikalardı.

Sendikaların Alman işçi tarafında olduğu ve yabancı işçileri göz ardı ettiği dönem çalışan göçmen kesimin direnişiyle karşılaşmışlardır. 1970-1973 yılları işçi grevleri görülmüştür. Bu grevler yabancı işçiler ve sendikalar arasında bir dönüm noktası oluşturmuştur. Alman sendikaları yapılan haksızlık ve ilgisizliğin çıkarları açısından sakıncalı olduğunu anlamıştır.

Türk işçiler arasında düşük olan sendikalaşma eğilimi 70 li yıllarda önemli artış yaşamıştır. Diğer yabancı işçilerden daha çok sendikalaşmaya üye olmuşlardır ve sıralamalarda 1. sırada yer almışlardır. 1980lerde ulaştıkları sendikalaşma düzeyi Alman işçilerine eşit olmuştur.

İşletme kurullarına da aynı ilgiyi göstermişlerdir ve pay almışlardır. 70’li yılların sonunda Yabancı işçiler ile sendikalar arasında uyumlu bir ilişki oluşmuştur.

Sendikalar ve iş konseyleri işyeri temelinde göçmen işçiye bir yaşam alanı sunmaktadır. Sendikanın sunduğu kamusal alan bu süreci pekiştirmekte ve Alman toplumuyla ortak hareket etme imkanını sunmaktadır. Bu açıdan göçmen işçinin entegrasyonu sürecini de desteklemektedir.

Sonuç

Türkiye Almanya arasında yapılan işçi göçü anlaşmasının ardından Almanya’ya giden Türk işçilerinin Almanya’da diaspora olma süreçleri ilk zamanları, çektikleri zoruluklar, topluluk haline gelmeleri,dernekleşmeleri , hak arayışları sıralamasıyla anlatılmıştır. Almanya Federal Hükümetinin yasalarına bakıldığında 1965 yasasının işçilere yönelik hak sağlamaktan çok kısıtlayıcı etkisi görülmektedir.1990 Yabancılar Yasasında ise daha geniş haklar tanınmış, vatandaşlığa geçiş prosedürü kolaylaşmıştır.2000 tarihli yasada ise vatandaşlık rejimi kan bağından toprak bağına geçiş yaşamıştır.2005 ve 2007 yasaları ile entegrasyon kursları zorunlu hale getirilmiştir. 2006’da Eşit İşlem Yasası yürürlüğe konulmuştur. Almanya’daki Türklerin haklarını edinmesinde zorlu yollardan geçmeleri, AB üyesi olmadıkları için edinemedikleri çifte vatandaşlık hakları, toplumdan dışlanmaları,ırkçı eylemlere maruz kalmalarına değinilmiştir. Türk diasporasının Almanya’da bir arada kalma isteğinin, Türk kültürünü, dinini yaşatma isteğinin derneklere,camiilere yansıması görülmüştür. Türk işçisinin sendikalar yoluyla haklarını aramaları ve diğer vatandaşlarla aynı haklara sahip olmaları uzun bir süreçtir. Hatta misafir işçi konumundan kalıcılaşmış olduklarının farkedilmesi bile uzun yılları kapsamaktadır.

Esma Tanrıkulu

Göç Hukuku Staj Programı

Kaynakça

Almanya Demokratik Ülkücü Türk Dernekleri Federasyonu. (2022). Türk Federasyon: https://www.turkfederasyon.com/icerik/almanya-turk-federasyon adresinden alındı

Ansay, T. (1974). Alman Yabancılar Kanunu ve Türk İşçileri. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 31, 223-243.

Bundesamt, D. S. (2022). Statistical data on refugees in Germany. Destatis.

Cohen, R. (2008). Global Diasporas. Routledge.

Çiçek, A. (2021). Üçüncü Kuşak Türkiyelilerin Almanya’daki Gündelik Siyaseti: Sosyal Politikalara Direniş ve Seçici Adaptasyon. (Doktora Tezi). İstanbul Üniversitesi.

Dağ, D. (2019). Türkiye’den Göçün Türkiye-Federal Almanya İlişkilerine Etkisi(1961-2000). Türkiye’den Göçün Türkiye-Federal Almanya İlişkilerine Etkisi (1961-2000). Ankara.

Destatis Statistisches Bundesamt. (tarih yok). https://www.destatis.de/DE/Home/_inhalt.html adresinden alındı

Eskicioğlu, Y. C. (2022). Türk Diasporasında Toplumsal Hafıza ve Diasporik Kimlik. (Yüksek Lisans Tezi). Sakarya Üniversitesi.

Hamburg Başkonsolosluğu. (2009, 07 29). Hamburg Başkonsolosluğu: http://hamburg.bk.mfa.gov.tr/Mission/ShowInfoNote/121920 adresinden alındı

Kapani, M. (2018). Politika Bilimine Giriş. BB101 Yayınları.

Köse, M. (2022). Türk Diasporasının Katılımı Çerçevesinde Diaspora Politikalarının Gelişimi. (Doktora Tezi). İstanbul Üniversitesi.

Özdal, B. (2021). Uluslararası Göç ve Nüfus Hareketleri Bağlamında Türkiye. Dora.

Tauscher, S., & Bezci, B. (2016). Son Dönem Almanya’sında Yabancı Hakları Tartışmaları. Uluslararası Politik Araştırmalar Dergisi, 2(3), 7489. DOI: 10.25272/j.2149-8539.2016.2.3.08