Home Blog Page 15

Akdeniz Yoluyla Düzensiz Göçün Önlenmesi

 

Nuh Civelek

Göç Çalışmaları Staj Programı

Özet

Akdeniz, düzensiz göçmenlerin Avrupa’ya ulaşmak için kullandığı ana güzergahlardan biridir. Bu yol boyunca pek çok insan yasa dışı yollarla Avrupa’ya geçiş yapmaya çalışırken, insan kaçakçıları tarafından da istismar edilmektedirler. Akdeniz yoluyla göç etmeye çalışırken kaybolan ve hayatını kaybeden göçmenlerin sayısının sadece 2022 yılında 2,406 olduğu bilinmektedir (IOM). Bu nedenle, Akdeniz yoluyla düzensiz göçün önlenmesi oldukça yüksek önem arz etmektedir. Önlemler, sınır kontrollerinin sıkılaştırılması, insan kaçakçılığının ve insan ticaretinin engellenmesi, yasal göç yollarının güçlendirilmesi ve kaynak ülkelerdeki ekonomik ve sosyal sorunların çözülmesi gibi farklı adımları içerebilir. Düzensiz göçmenlerin güvenliği ve insan hakları korunarak bu soruna çözüm bulunması hem göçmenler hem de hedef ülkeler için faydalı olacaktır. Aynı zamanda, bu önlemler sayesinde, göçmenlerin Avrupa’ya yasadışı yollarla geçişi azaltılabilir ve ülkelerin sınırları daha iyi korunabilir. Akdeniz yoluyla düzensiz göçün önlenmesi aynı zamanda, hedef ülkelerin ekonomik, sosyal ve kültürel istikrarını korumak için de önemlidir. Çünkü düzensiz göç, hedef ülkelerde sosyal ve ekonomik problemlere neden olmaktadır (Isaias, 1989). Bu nedenle, ülkeler bu sorunun üstesinden gelmek için çaba göstermektedirler.

Abstract

The Mediterranean is one of the main routes irregular migrants use to reach Europe. Along this road, many people are being exploited by human traffickers as they try to cross into Europe using illegal ways. It is known that the number of migrants who lost their lives or disappeared while trying to migrate through the Mediterranean is 2,406 in 2022 alone (IOM). Therefore, prevention of irregular migration via the Mediterranean is of high importance. Measures can include different steps such as tightening border controls, preventing human smuggling and human trafficking, ensuring legal migration routes, and resolving economic and social problems in source countries. Finding a solution to this problem by protecting the safety and human rights of irregular immigrants will be beneficial for both immigrants and destination countries. At the same time, thanks to these measures, irregular migration to Europe can be reduced and the borders can be better protected. Preventing irregular migration through the Mediterranean is also important for maintaining the economic, social and cultural stability of the destination countries, as such migration causes problems in destination countries (Isaias, 1989). Therefore, countries are making efforts to overcome this problem.

Giriş

Akdeniz yoluyla düzensiz göçün önlenmesi sadece hedef ülkelerin sorumluluğunda değildir. Bu sorun, kaynak ülkelerin ve köprü vazifesi gören ülkelerin de sorumluluğundadır. Kaynak ülkelerdeki sosyal ve ekonomik sorunlar (inter alia), insanları yasa dışı yollarla göç etmeye yönlendirmektedir (Koser, 2007). Transit ülkeler ise anlaşılacağı üzere hedef ülkeler kadar refah vadedememekle birlikte göçü düzene sokmayı da başarabilmiş değillerdir. Bu nedenle, çözüme katkı sağlaması gerekenlerin tek başına hedef ülkelerden ibaret olduğunu düşünmek yanlıştır. 

Akdeniz yoluyla düzensiz göçün önlenmesi, göçmenlerin güvenliği, insan hakları, hedef ülkelerin ekonomik, sosyal ve kültürel istikrarı için önemli bir yerdedir. Bu soruna çözüm bulmak için hedef ülkeler, transit ülkeler ve kaynak ülkeler iş birliği yapmalı ve çeşitli önlemler alarak düzensiz göçü önlemeye çalışmalıdırlar. Bu araştırma deniz yoluyla gerçekleşen düzensiz göç hareketlerini ve uluslararası camianın hukuki düzlemde bunu önleme çabalarını incelemektedir. Akdeniz ve Türkiye – AB odaklı bir örneklem tercih edilmiştir. Öncelikle göç rotaları temel olarak incelenecek daha sonra uluslararası sözleşmeler ve düzensiz göçün önlenmesine yönelik alınan önlemlerden bahsedilecektir. Nihayet Avrupa Birliği’nin Akdeniz yoluyla düzensiz göçe yaklaşımı ve Türkiye ile ilişkileri bağlamında bir değerlendirme yapılarak sonuçlanacaktır. 

Deniz ve Göç

İnsanlar farklı birçok sebepten ötürü göç ederler. Bu sebepler politik, ekonomik, sosyolojik ya da iklimsel olabilir. Ancak göç eden bütün insanların ortak özelliği daha iyi yaşam standartlarına ulaşmaktır. Bu amaç doğrultusunda göç ederken farklı hedef ülkelere çeşitli coğrafi zorluklara sahip yollardan giderler. Konumuz bakımından denizler düzensiz göçmenlerin geçişleri sırasında birçok tehlike ve risk teşkil etmektedir. Birçok göç yolunda denizden geçişin zorunlu olduğu görülmektedir. Bu bağlamda göç yollarından deniz sebebiyle yüksek risk barındıran Güneydoğu Asya yolu ve Akdeniz yolu konu bakımından çarpıcıdır.  Güneydoğu Asya yolunda yoksulluk ve siyasi baskı nedeniyle ülke değiştiren insanlar görülmektedir. Deniz yolunun sıkça kullanıldığı bölgede göçmen kayıp ve ölümleri oldukça yüksektir. 

Akdeniz yolu da denizde kaybolan ve hayatını kaybeden göçmenler bakımından çarpıcı olan bir diğer rotadır. Bu yol düzensiz göçmenlerin Avrupa’ya ulaşmak için kullandığı ana güzergahlardan biridir. Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgesinde yaşanan istikrarsızlıklar, savaşlar ve ekonomik problemler insanların ülkelerini terk etmelerine neden olmuştur. Bu insanlar, daha iyi yaşam şartlarına kavuşacaklarına inandıkları Avrupa’ya gitmek için Akdeniz’i geçmek zorunda kalmaktadırlar. Ancak bu yol, insanların güvenliği açısından birçok risk barındırmaktadır. Akdeniz’deki deniz yolculukları, kötü hava koşulları, teknelerin batması, insan tacirlerinin kötü muamelesi ve diğer faktörler nedeniyle oldukça tehlikeli olabilmektedir. Her yıl birçok insan Akdeniz’de hayatını kaybetmektedir.  Bu nedenle, Akdeniz yoluyla yapılan göçler, insani ve güvenli bir şekilde yönetilmesi gereken önemli bir konudur. Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerin iş birliği yapması ve uluslararası toplumun yardımı ile mültecilerin güvenli bir şekilde taşınması ve yerleştirilmesi gerekmektedir.

Ayrıca, Akdeniz yoluyla yapılan göçlerde suç boyutu da sıkça görülmektedir. İnsan tacirleri, insanları Avrupa’ya taşımak için tehlikeli yollarla para kazanmaktadırlar. Bu tür yasa dışı göçler, insanların kötü muamele, sömürü ve insan haklarının ihlal edilmesi gibi risklerle karşı karşıya kalmalarına neden olmaktadır. Bu durumu önlemek için uluslararası diyaloglar ve anlaşmalar yoluyla küresel etkiye sahip bu durumun en azından şiddetinin azaltılması gerekmektedir. Uluslararası hukukun da gündeminde olan bu konu hakkında bazı düzenlemeler mevcuttur. 

Cenevre Sözleşmesi

I.Dünya Savaşı sonrasında göçmenler ile ilgili çalışmalar hız kazanmıştır. Birleşmiş Milletler nezdinde Cenevre’de düzenlenen Mülteciler ve Vatansız Kişilerin Statüsü Hakkında Konferans sonrasında, 1951 Cenevre Sözleşmesi kabul edilmiştir. Bu sözleşme göç çalışmalarında kullanılan en temel hukuki belge olma özelliğini taşımaktadır. 

Bu sözleşmeyle mültecilerin hukuki durumları düzenlenmiştir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 14. maddesinde yer alan sığınma hakkı kavramı bu sözleşmeyle daha somut bir zemine kavuşmuştur. Bunun yanı sıra uluslararası iş birliği sağlanarak mülteci sorununun çözümlenmesi, devletlerin bu konuda benzer kuralları uygulaması, göç sebebiyle devletler arasında yaşanabilecek yükün diplomatik gerginlik oluşturmayacak vaziyete getirilmesi amaçlanmıştır. Sözleşmeyle mülteci tanımı yapılmış ve devletlerin mültecilere karşı yerine getirmesi gereken yükümlülükler belirtilmiştir. Mültecilere ırk, din ya da geldikleri ülke bakımından ayrım yapılmaması; dini vecibelerini yerine getirme, eğitim, sosyal yardım, sosyal güvenlik, iaşe ve dini ihtiyaçlar konusunda kendi vatandaşlarından ayırmaması gerektiği belirtilmiştir. 

Sözleşmenin getirdiği belki de en önemli kural “Geri Göndermeme (non-refoulment) İlkesi” olacaktır. Buna göre: “Hiçbir Taraf Devlet, bir mülteciyi, ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi fikirleri dolayısıyla hayatı veya özgürlüğü tehdit altında olacak ülkelerin sınırlarına, her ne şekilde olursa olsun geri göndermeyecek veya iade (refouler) etmeyecektir”.

 Bu sayede zorluklarla ülkesinden kaçan bir göçmeni sığındığı devlet tekrar o zorlukların içine atamayacaktır. Böylece göçmenlerin korunması ve haklarının güvence altına alınması sağlanmış olacaktır. Bu ilkenin aynı zamanda içinde göçmenlerin sınıra geldiğinde reddedilmesini de yasakladığından bahsetmek faydalı olacaktır. 

Palermo Sözleşmesi ve Ek Protokol

Palermo Sözleşmesi ya da diğer adıyla Sınır Aşan Örgütlü Suçlara Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi, 2000 yılında Palermo’da düzenlenen Sınır Aşan Suçlarla Mücadele Konferansı neticesinde imzalanmıştır. Sözleşme, yolsuzluk, kara para aklama gibi uluslararası suçlarda iş birliğini öngörürken göç bakımından önemli olan insan ticareti ve göçmen kaçakçılığına dair konulara de yer vermiştir. 

Palermo Sözleşmesinin ekinde kabul edilen Göçmen Kaçakçılığı Protokolü de göçmenlerin deniz, hava ve kara yollarıyla yapılan göçmen kaçakçılığı karşısında uluslararası iş birliği kurarak olumsuzlukları en aza indirmeyi hedeflemektedir. 

Amacı “göçmen kaçakçılığını önlemek ve bununla mücadele etmek, kaçak göçmenlerin haklarını korurken, Taraf Devletler arasında bu amaçla yapılan işbirliğini geliştirmek” olan Protokol, evrakta sahtecilik gibi 6. maddede düzenlenen suçlardan dolayı göçmenlerin kovuşturulmasını önlemekte, böylece zaten zor durumda olan göçmenlere daha fazla zorluk çıkarmamaktadır (Ek Protokol, madde 2 ve 6).

8.maddede ise deniz yoluyla göçmen kaçakçılığına karşı iş birliği öngören önlemler almakta ve ayrıntılı açıklamalara yer vermektedir. Buna göre bir devlet bir geminin göçmen kaçakçılığına karıştığından şüpheleniyorsa geminin bu amaçla kullanılmasını durdurmak için diğer taraf devletlerden yardım isteyebilecektir. Bunun yanında taraf devletlerden birinin gemisinden şüphe duyan diğer taraf devlet, bunu geminin tabi olduğu devlete bildirerek ondan yetki isteyebilecek, böylece gemiye çıkmak, gemiyi aramak ve suça karşı önlem almak konusunda verilen yetkileri kullanabilecektir. Aynı zamanda yetki ya da teyit talep edilen devlet hızlıca bu talepleri yanıtlayacak, yetkilendirilen devlet de bu yetkiyi nasıl kullandığı ve sonuçlarının ne olduğu konusunda diğer devleti bilgilendirecektir. Böylelikle arada iletişim köprüsü kurularak sıkı bir iş birliği sağlanmış olacaktır. 

Bunların yanında Protokolün 9. maddesiyle birlikte gemiye karşı alınacak önlemlerde taraf devletler, gemideki kişilerin güvenliğini ve insanca muamele görmelerini sağlamakla birlikte, gemi ve yükünün güvenliğini tehlikeye atmamak ve çevreye zarar vermemek için gerekli önlemleri alacaktır. 

Palermo Sözleşmesi’nin Ek Protokolü, denizde göçmen kaçakçılığına karşı mücadeleye odaklanmıştır ve uluslararası toplumun bu alanda daha etkili bir şekilde iş birliği yapmasını amaçlamaktadır. Bu protokol, uluslararası deniz hukuku ve insan hakları standartlarına uygun olarak, denizde göçmen kaçakçılığına karşı önlemler alınmasını ve sorumluların cezalandırılmasını sağlamaktadır. Türk Ceza Kanunu’nun göçmen kaçakçılığı suçunu düzenleyen 79. maddesi de gerekçesinden anlaşılacağı üzere, Protokol’ün gerekliliklerinden biri olarak kanuna eklenmiştir. Protokol, devletlerin denizde göçmen kaçakçılığına karşı mücadelede iş birliği yapmalarını ve bilgi paylaşmalarını gerektirmektedir. Böylelikle göçmen kaçakçılığına karşı mücadelede uluslararası iş birliği arttırılarak bu suçun önlenmesi ve mağdurların korunması konusunda daha etkili bir çerçeve oluşturulması hedeflenmektedir.

Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi ve Denizde Can Emniyeti Sözleşmesi

Göçmenlerin denizlerden geçerken yaşadıkları tehlikenin azaltılmasına yönelik hukuki düzenlemelerden biri de Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesinin 98. maddesinde yer alan yardım etme yükümlülüğüdür. Bu yükümlülük aslında örf ve âdet hukukundan kaynaklanmaktayken bu sözleşmeyle birlikte maddi hukukta yerini almıştır. Bu düzenlemeye göre her gemi kaptanı, denizde tehlike içerisinde bulunan herkese yardım etme yükümlülüğü altındadır. 

Yardım etme yükümlülüğü başlıklı maddede deniz kazaları ve acil durumlarda yürütülecek eylemler düzenlenir. Buna göre denizde seyir halindeki kaptanlara denizde bir tehlike meydana geldiğinden haberi olduğunda buna müdahale etme yükümlülüğü yüklenmiştir. Böylece gemideki hayatların kurtarılması ve tehlikenin giderilmesi sağlanmaya çalışılmıştır. Ayrıca, deniz kazaları veya acil durumlarda, diğer devletlerin deniz araçlarına ve mürettebatlarına uluslararası hukukun gerektirdiği her türlü yardımı sağlamaları gerekmektedir. Bu, geminin veya mürettebatının güvenliğini sağlamak ve çevre kirliliği gibi olası zararları önlemek için gereken önlemleri içerebilir. 98. madde, deniz kazaları ve acil durumlar gibi beklenmedik durumlarda uluslararası iş birliği ve yardımlaşmayı teşvik etmektedir. Bu madde, denizdeki can ve mal kaybını en aza indirmeyi amaçlamaktadır.

Daha teknik bir sözleşme olan Denizde Can Emniyeti Sözleşmesi (SOLAS) gemilerin göçmenlerin kurtarılması için hazır bulunmalarını ve gerekli tedbirleri almalarını zorunlu kılar. Bu, insan hayatını korumak ve denizdeki güvenliği sağlamak için çok önemlidir. SOLAS, gemilerin can kurtarma ve emniyet tedbirlerini alması gerektiğini belirtir. Bu bölüm, gemilerin her zaman hazır bulunması ve gerekli durumlarda can kurtarma operasyonlarını gerçekleştirmek için uygun teçhizatı bulundurması gerektiğini vurgular. Bu hüküm, gemilerin göçmenleri de dahil olmak üzere tüm insanları kurtarmaya hazır bulunmasını ve gerekli tedbirleri almalarını zorunlu kılar.

Aynı zamanda SOLAS, gemilerin seyir bilgi sistemi (Voyage Data Recorder – VDR) veya sadeleştirilmiş seyir bilgi sistemi (Simplified Voyage Data Recorder – S-VDR) kullanımını zorunlu kılar. Bu hüküm, gemilerin denizdeki göçmenleri kurtarmaları durumunda, seyir bilgi sistemlerinin kaydettiği verilerin ya da kazanın nedenlerinin belirlenmesinde yardımcı olacağını belirtir. Ayrıca, SOLAS, uluslararası seyrüsefer kuralarına uyulması gerektiğini vurgulayarak, gemilerin denizdeki göçmenlere yardım etmek için gereken manevraları yapmaları gerektiğini belirtir. Bu, diğer gemilerin de göçmenleri kurtarma operasyonuna dahil olmalarını ve gerektiğinde diğer gemilere yardım etmelerini teşvik etmektedir. Böylece uluslararası sözleşmelerle gemi kaptanlarına tehlikede olan gemileri kurtarma görevi verilmiş, gerekli düzenlemelerle tehlikenin fark edilmesini kolaylaştırıcı ekipmanlar da zorunlu tutulmuştur. 

Denizde Arama ve Kurtarma Sözleşmesi (SAR)

Deniz yoluyla düzensiz göç bakımından önemli olan bir diğer uluslararası sözleşme de Denizde Arama ve Kurtarma Sözleşmesidir. Bu sözleşmeyle denizde herhangi bir insana yardım etmek için gemilerin ve arama kurtarma araçlarının harekete geçmesi gerektiğini belirtir. Bu bakımdan göçmenlerin de dahil olduğu herhangi bir insanın denizde hayatını kaybetmesini önlemek için önemlidir. 

Sözleşme, göçmenlerin kurtarılmasıyla ilgili olarak uluslararası düzenlemeleri belirler ve bu operasyonların koordinasyonu, yöntemleri ve ilgili diğer konuları düzenler. Bu sayede, göçmenlerin hayatını kurtarmak için gerekli önlemler alınır.

Akdeniz’de Düzensiz Göçün Önlenmesine Yönelik Adımlar

Deniz yoluyla düzensiz göçü önleme yetkisi, devletlerin kendi egemenlik hakları çerçevesinde, genellikle Sahil Güvenlik veya Deniz Kuvvetleri gibi yetkili kurumlar tarafından yürütülür. Ancak, bu yetkinin kullanımı sırasında devletlerin, uluslararası hukuk ve insan hakları normlarına riayet etmesi gerekmektedir.

Ayrıca, deniz yoluyla düzensiz göçü önleme faaliyetleri genellikle bölgesel iş birliği ve koordinasyon çerçevesinde yürütülmektedir. Örneğin, Avrupa Birliği (AB) ülkeleri, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan gelen göçmen akınlarını önlemek için birlikte çalışmaktadır. Bu çerçevede, AB’nin Frontex adlı ajansı, AB ülkelerinin sahil güvenlik birimleriyle iş birliği yaparak, deniz yoluyla düzensiz göçü önlemek için çeşitli operasyonlar yürütmektedir.

Ancak, deniz yoluyla düzensiz göçü önleme faaliyetleri sırasında, göçmenlerin insan haklarına saygı gösterilmesi ve uluslararası hukukun gerekliliklerine uyulması önemlidir. Göçmenlerin insanlık dışı muameleye veya işkenceye maruz kalması, zorla geri gönderilmeleri veya can güvenliklerinin tehlikeye atılması gibi durumlar kabul edilemez ve uluslararası hukukun ihlali sayılır. Bu nedenle, deniz yoluyla düzensiz göçü önleme faaliyetleri sırasında, devletlerin bu hususlara özen göstermeleri gerekmektedir.

Fakat geri göndermeme (non-refoulement) ilkesi ve devletlerin egemenliği bir yerde çatışmaya girmektedir. Özellikle Arap Bahar’ından sonra meydana gelen Avrupa’ya doğru yoğun uluslararası göç, bazı ülkelere uluslararası hukukun getirdiği kuralların uygulanabilirliğini sorgulatmıştır. Özellikle Avrupa Birliği ve Birleşik Krallık’a yönlenen göçmenler sınırlarda yoğunluk oluşturmaktadır ki bu göçmenlerin büyük çoğunluğu Orta Doğu coğrafyasından gelmektedir (Europe arrivals, Displacement Tracking Matrix).  Bu bölgeden gelen yoğun göç isteğini Avrupa ülkeleri yasal yoldan kabul etmediği için göçmenler düzensiz yollara başvurmaktadır. Bunun da sonucu olarak Avrupa ülkeleri düzensiz göçü önlemek için bazı çalışmalar yapmakta, bu bağlamda uluslararası iş birliklerine gitmektedir. Birlik politikası olarak bazı ülkelerin anlaşma yoluyla ‘tampon bölge’ olarak kullanılması çokça eleştiriye maruz kalmaktadır (Lutterbeck, 2006). Özellikle İtalya – Libya ve Türkiye – AB anlaşmaları öne çıkmaktadır. Bunun yanında düzensiz göçü engellemek isterken gerçekleştirdiği bazı eylemler uluslararası hukuk kurallarına aykırılık teşkil edebilmektedir (Goldner, 2021).

Avrupa Birliği’nin göçmenler konusundaki ortak tutumu, Avrupa Birliği Antlaşması’nda (Maastricht Antlaşması) öngörülen ortak dış ve güvenlik politikasının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Örneğin; AB, göçmenlerin Avrupa’ya ulaşımını engellemek için Türkiye ile bir anlaşma yapmıştır. AB, ayrıca Avrupa sınırlarının daha etkili bir şekilde korunmasına yardımcı olmak amacıyla Frontex adlı ajansı kurmuştur. Ortak mülteci kabul politikaları ve mültecilerin entegrasyonu konusunda ortak standartlar belirlemekte ve uyum sağlamayı teşvik etmektedir. 

Avrupa Birliği içerisinde kişilerin serbest dolaşımı ilkesi, birliğe bir şekilde girilmesi durumunda birlikteki bütün ülkeleri etkiler nitelikte sonuçlar doğurur. Göçmenlerin Avrupa’ya ulaşmasıyla, AB ülkeleri arasında eşitsiz bir şekilde dağılır ve bazı ülkeler, diğerlerine kıyasla daha fazla sayıda göçmen kabul etmiş olur. Bu durum, AB içinde bölgesel eşitsizliklere ve ayrılıklara yol açabilir. Ortak politika ve iç düzenlemelerle AB, göçmenlerin üye devletler arasında hakkaniyetli dağıtılmasını ve böylece yükün tek bir ülkenin omuzlarına yüklenmesinin önüne geçilmesini amaçlamaktadır (Holtung, 2016).

Frontex

Frontex ajansı, Avrupa Birliği’nin dış sınırlarının yönetimi için alınacak tedbirlerin etkin şekilde uygulanmasını sağlamak üzere kurulmuş olup, bu sınırların gözetim ve kontrolünden sorumludur. Temel görevi; AB dış sınırlarının korunması ve düzensiz göçle mücadele etmek için operasyonel işlevlerin yanı sıra, araştırma ve geliştirme, eğitim, teknik yardım ve bilgi paylaşımı da sunmaktır. (bkz. Frontex Operations) Frontex’in deniz yoluyla düzensiz göçle mücadeledeki önemi, sahip olduğu deniz araçları, hava araçları, araştırma ve gözetleme ekipmanları, uydu takip sistemleri ve sahil güvenlik ekipleri sayesinde sınır güvenliği için önemli bir rol oynamasıdır. Ayrıca, Frontex, AB ülkeleri arasında bilgi paylaşımını ve iş birliğini artırarak, üye ülkelerin sınır güvenliğine yardımcı olmakta ve birlikte hareket ederek düzensiz göçmen akınlarıyla mücadele etmektedir. Bu nedenle, Frontex, AB’nin göç ve sınır politikalarının etkili bir şekilde uygulanmasına yardımcı olan önemli bir araçtır. 

Frontex, deniz yoluyla düzensiz göçle mücadelede etkin bir şekilde çalışabilmesi için, AB ülkelerinin sahil güvenlik birimleri, ulusal polis birimleri ve sınır güvenliği birimleri ile yakın iş birliği içinde çalışmaktadır. Bu iş birliği, güvenli ve etkili bir sınır yönetimi için önemlidir. Ayrıca, Frontex, AB’nin komşu ülkeleriyle ve uluslararası örgütlerle de iş birliği yapmaktadır. Bu iş birliği sayesinde, sınır güvenliği konusunda bilgi paylaşımı ve kapasite artırımı sağlanmakta, sınır güvenliği standartları yükseltilmekte ve düzensiz göçmen akınlarının önlenmesine yönelik çözümler araştırılmaktadır. Bu iş birliklerinden konumuz bakımından en önemli olanları Frontex – Türkiye Mutabakat Zaptı ve NATO iş birliği olacaktır. Frontex ile Türkiye ilişkileri 2012 yılında resmi olarak başlasa da bu tarihten önce tarafların iş birliği konusunda sıcak tutumları olduğunu görmek mümkündür (Cangönül, 2019).

Resmi olarak iş birliği 2012 yılında Mutabakat Zaptı’nın imzalanması ile başlamaktadır. Bunun ardından tecrübe ve bilgi paylaşımının yanında göçe ilişkin ortak değerlendirmeler yapılmasını öngören İşbirliği Planları ile resmi temaslar devamlılık arz etmektedir.  Bununla beraber Türkiye ve Yunanistan’ın da bir parçası olduğu NATO, Ege Denizinde Frontex’e destek olmaktadır. 2016 yılında Almanya, Türkiye ve Yunanistan tarafından talep edilen bu iş birliğinde NATO, Ege Denizinde gözetleme ve istihbarat çalışmaları yaparak Türkiye ve Yunanistan’a bilgi vermektedir (Assistance for the refugee and migrant crisis in the Aegean Sea, NATO).

Sonuç

Akdeniz yoluyla göç, güzergâh itibariyle yoğun ve tehlikelidir. Coğrafi konumundan dolayı yoğun göçe maruz kalmakta ve düzensiz göçmenler için tehlike oluşturmaktadır. Kaynak, hedef ve transit ülkelerin yakın bölgelerde yoğunlaşması sebebiyle birçok devletin (hatta ulusüstü yapıların) düzensiz göçle mücadelede rolü olduğu görülmektedir. Öyle ki, bu bölgede sorumluluk tek bir kuruma yüklenememektedir. Bu durumda uluslararası iş birliğinin hâkim olduğu görülmektedir. Temelde insan haklarının korunduğu göç önleme mekanizmaları hedeflenmektedir. Cenevre Sözleşmesi, Palermo Sözleşmesi ve Ek Protokolü uluslararası arenada göçmenlerin durumunu düzenleyen ve düzensiz göçle ilgili kurallar koyan önemli belgelerdir. Bunun yanında deniz yoluyla göçe ilişkin problemleri çözmeyi amaçlayan Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (UNCLOS), Denizde Can Emniyeti Sözleşmesi (SOLAS) ve Denizde Arama ve Kurtarma Sözleşmesi (SAR) de dünya çapında göçmen kayıplarının önlenmesinde önemli bir yere sahiptir. 

Son olarak değerlendirilen AB politikaları ve Frontex ajansı, Avrupa bölgesinin düzensiz göçle mücadelesinde anahtar roldedir. Göçmenlerin sosyal ve ekonomik problemlere neden olmaları, Avrupa ülkelerin yoğun göçe karşı önlem almalarındaki en büyük etmendir. Avrupa, ulusüstü kurumlarıyla aldığı kararların yanında uluslararası iş birlikleri de kurarak düzensiz göçü önlemek için çaba göstermektedir. Göçün yoğunluğu zaman zaman önlemlerin uluslararası hukuka aykırılığı tehlikesini gündeme getirebilmektedir. Ancak Avrupa gibi refahından sebep hedef ülke konumunda olan bir coğrafyanın hukuka riayet etmesi gerekmektedir. Görüldüğü üzere düzensiz göç uluslararası enstrümanlarla önlenmeye çalışılmaktadır. Bu önlemler düzensiz göçü tamamen kesemeyecekse de iş birliği bakımından değerli adımlar teşkil etmektedir. Bu adımlar, insan haklarının öncelikle gözetilmesiyle sürdürülmelidir. 

Editör: Eda Kurt

 

Kaynakça

Assistance for the refugee and migrant crisis in the Aegean Sea. NATO. https://www.nato.int/cps/en/natohq/topics_128746.htm   

Aydın, G. (2016). Deniz Yoluyla Gerçekleştirilen Düzensiz Göç ile Mücadelede Devletlerin Yetki ve Uygulamaları. Göç Araştırmaları Dergisi2(2), 120–211. 

Aydın, G. (2016). Uluslararası Hukukta Deniz Yoluyla Gerçekleştirilen Yasa Dışı Göç ile Mücadele (Tez). 

Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (Türkçe Metin). Türk-Yunan İlişkileri Forumu. http://www.turkishgreek.org/kuetuephane/item/153-unclos-turkish  

Bodur, M. Z. (2010). Ege’de Denizden Yapılan Yasa Dışı Göç ve Göçmen Profilleri, Göçmenlerin Geleceğe Yönelik Beklentileri ve Öngörüler. Güvenlik Stratejileri Dergisi, 6(12), 103-136. Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/guvenlikstrtj/issue/7531/99191

Cangönül, M. (2019). (tez). Frontex’s Cooperation with Turkey: Beyond Technicality. Orta Doğu Teknik Üniversitesi. https://etd.lib.metu.edu.tr/upload/12623651/index.pdf 

Conant, E. (2021). The world’s congested human migration routes in 5 maps. Culture. https://www.nationalgeographic.com/culture/article/150919-data-points-refugees-migrants-maps-human-migrations-syria-world  

Drennan, J. (2015). Southeast Asia’s migrant crisis explained, in maps. Foreign Policy. https://foreignpolicy.com/2015/05/18/southeast-asias-migrant-crisis-explained-in-maps-rohingya-boats/  

Europe arrivals. Displacement Tracking Matrix. https://dtm.iom.int/europe/arrivals  

EU’s external borders in 2022: Number of irregular border crossings highest since 2016. FRONTEX. (2023). https://frontex.europa.eu/media-centre/news/news-release/eu-s-external-borders-in-2022-number-of-irregular-border-crossings-highest-since-2016-YsAZ29  

Frontex Operations. FRONTEX. https://frontex.europa.eu/we-support/types-of-operations/types-of-operations/  

Goldner Lang, I., & Nagy, B. (2021). External border control techniques in the EU as a challenge to the principle of non-refoulement. European Constitutional Law Review17(3), 442–470. https://doi.org/10.1017/s1574019621000249  

Holtug, N. (2016). A fair distribution of refugees in the European Union. Journal of Global Ethics12(3), 279–288. https://doi.org/10.1080/17449626.2016.1251483  

IOM. Missing Migrants Project: Mediterranean. Mediterranean | Missing Migrants Project. https://missingmigrants.iom.int/region/mediterranean  

Isaias, E. B. (1989). Social effects of group migration between developing countries. International Migration27(2), 225–231. https://doi.org/10.1111/j.1468-2435.1989.tb00253.x  

Kara, Deniz ve Hava Yoluyla Göçmen kaçakçılığına Karşı Protokol. madde14. http://madde14.org/index.php?title=Kara%2C_Deniz_ve_Hava_Yoluyla_G%C3%B6%C3%A7men_Ka%C3%A7ak%C3%A7%C4%B1l%C4%B1%C4%9F%C4%B1na_Kar%C5%9F%C4%B1_Protokol  

Koser, K. (2007). International Migration: A Very Short Introduction. Oxford University Press. 

Lloyd-Damnjanovic, I. (2020, Ekim 9). Criminalization of search-and-rescue operations in the Mediterranean has been accompanied by rising migrant death rate. Migration Policy Institute. https://www.migrationpolicy.org/article/criminalization-rescue-operations-mediterranean-rising-deaths 

Lutterbeck, D. (2006). Policing migration in the Mediterranean. Mediterranean Politics11(1), 59–82. https://doi.org/10.1080/13629390500490411  

Moreno-Lax, V. (n.d.). (issue brief). The Interdiction of Asylum Seekers at Sea: Law and (mal)practice in Europe and Australia. https://www.unhcr.org/en-us/5a0574597.pdf. 

Ratcovich, M. (2019). International law and the rescue of refugees at sea (Tez). 

Ultan, M. Ö. (2020). Ege Denizi’nde Yasa Dışı Göç Hareketlerini Önleme Çabaları ve Frontex Örneği. In  Ege Jeopolitiği (pp. 1547–1555). Nobel. https://www.researchgate.net/publication/339827469_Ege_Denizi%27nde_Yasa_Disi_Goc_Hareketlerini_Onleme_Cabalari_ve_Frontex_Ornegi 

Uygun, A. G. XI. Uluslararası Uludağ Uluslararası İlişkiler Kongresi. In Akdeniz’de Düzensiz Göç ile Mücadele Kapsamında Avrupa Birliği’nin Sınır Güvenliği Politikaları. https://www.researchgate.net/publication/351529230_Akdeniz%27de_Duzensiz_Goc_ile_Mucadele_Kapsaminda_Avrupa_Birligi%27nin_Sinir_Guvenligi_Politikalari 

Şeker, B. Ş. (2017). International Law of the Sea and Maritime Security Implications Arising From the Ongoing Crisis Related to Migration by Sea. Bilge Strateji, (17), 105-118. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/677956

Uluslararası Göç Dalgaları ve Kentsel Kalkınma: İstanbul Örneği

Nur Sude Kuzucu

Göç Çalışmaları Staj Programı

Özet

Kentsel kalkınma bir şehrin ekonomik, sosyo-kültürel ve çevresel olarak daha iyi bir yaşam sunması adına kentlerin sahip olması gereken oldukça önemli bir boyuttur. Kalkınma ve bununla birlikte gelişen kentleşmenin günümüzde göç akışları tarafından etkilendiği ve aynı şekilde kentlerin de bu göç süreçlerini etkilediği bilinmektedir. Günümüzde Türkiye’nin nüfus yönünden en kalabalık ve yabancı göçmenin bulunduğu İstanbul kentsel kalkınma perspektifinden incelenmesi gereken bir mekan olarak karşımıza çıkmaktadır. Öncelikle, Türkiye’nin göç ile kalkınma sürecinin anlaşılması ve kalkınmanın nasıl bir seyir izlediği, ardından İstanbul’un tarihsel süreç içerisinde dış göçler tarafından nasıl şekillendiği, 21. yüzyılın uluslararası en derin göç meselesi olan Suriyeli mülteci akınının etkisi vurgulanarak değerlendirilecektir. 

Anahtar kelimeler: Göç, Uluslararası göç, Kentsel Kalkınma, İstanbul, Göç dalgaları.

Abstract

Urban development is a very important dimension that cities should have in order to offer a better life economically, socio-culturally and environmentally. It is an indisputable fact that development and developing urbanization are affected by migration flows, and cities also affect these migration processes. Today, Istanbul, which is Turkey’s most populous and has the most foreign immigrants in terms of population, emerges as a place to be discussed in this regard. First, the comparison of Turkey with the migration and development process and how development began to be understood, then how Istanbul was shaped by external migrations in the historical process will be evaluated by emphasizing the impact of the Syrian refugee influx, which is the deepest international migration issue of the 21st century.

Keywords: Migration, International migration, Urban Development, Istanbul, Migration waves.

Giriş

Göç, bir yere geçici olarak veya orada yaşama niyetiyle hareket etme, yeni bir ülke veya bölgeye taşınma sürecidir. İnsanlar, istihdam fırsatları, şiddetli bir çatışmadan kaçmak, çevresel faktörler, eğitim amaçları veya aile ile yeniden bir araya gelmek gibi çeşitli nedenlerle göç etmeyi seçebilirler. Göç resmi olarak kabul edilen yollarla veya düzensiz bir şekilde olabilmektedir ve etkisi pek çok açıdan bölgeleri ve ülkeleri süreç içinde dönüştürür (Barışık, 2020).  Göçler, iç göç ve dış göç olarak ikiye ayrılır ve göç ile kalkınma ilişkisi buna göre de farklılık gösterir. Göç ile birlikte göç alan ülkeye gelen ekonomik ve insani sermaye, aynı zamanda oluşan beyin göçü ülkenin kalkınmasını olumlu yönde etkilerken göç veren ülkede ise nitelikli insan gücünün azalması kalkınma pratiklerini sekteye uğratmaktadır (Koser, 2005). Fakat göçmenler tarafından göç veren ülkeye aktarılan havaleler (remittances) ülke için bir umut yaratmaya ve göçmenlerin ülkeleri ile bağlarının kopmamasına yol açar. Bu hareketlilik süreçleri ve kentlerin kalkınması arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır. Farklı göç hareketleri, kentleri ekonomik, politik ve sosyal anlamda değiştirebileceği gibi ekolojik ve mimari boyutlarda da dönüştürebilir. Dünya’daki göç hareketlerinin kentleri etkilemesiyle beraber “kent mültecisi” kavramı da günümüzde etkili olmaya başlamıştır. Çünkü artık mülteci ve sığınmacılar kamplarda kalmaktansa şehirlerde ikamet etmeyi tercih ediyor. Bazı tahminlere göre, şimdi mülteci kamplarında dünyadaki bütün mültecilerin sadece ¼’ü yaşıyor (Agier, 2002). Göçmenlerin büyük kentleri seçmelerinin ekonomik ve sosyal imkanlarının yanında kentin yapısal olarak onlara bir anonimlik imkanı sağlaması da göçmenlerin hayatlarında yeni bir sayfa açmasına vesile olduğu bir gerçek. Bu durumun güvenlik sağlayıcı olması da kenti hem göçmenler hem de mülteciler için oldukça cazip kılmaktadır.

 Dünya üzerinde göçlerle birlikte büyümüş ve kalkınmasını buna bağlı olarak gerçekleştirmiş pek çok ülke ve küresel kent vardır. Bunlar sanayi devrimi ve kolonizasyon süreçleri ile ekonomi de ulusal ve uluslararası merkezler haline gelmiş genellikle küresel kuzeye ait kentlerdir. Bu konuda ABD’de New York ve Chicago Avrupa’da ise sömürge yarışında önde gelen ülkelerin başkentleri olan Paris ve Londra örnek gösterilebilecek önemli göç kentleridir. 21. Yüzyılda küresel güneyde yaşanan kentleşme ve göç, tarihte yaşanmış klasik göç hareketliliklerinden pek çok noktada ayrılır. Küresel güneyde, sanayileşme ve buna bağlı olarak küresel ticari ağların gelişimi diğer gelişmiş ülkelerden çok daha sonra şekillenmeye başlamış ve çoğu gelişmekte olan ülke bu konularda sınırlı bir zemine sahip kalmaya devam etmiş ve kalkınma biçimleri gelişmiş küresel kuzey ülkelerinden farklı bir yolda ilerlemiştir. Sanayi devriminin getirdiği üretim merkezi kentler ve olağanüstü düzeydeki göç akınları yerine yalnızca tüketim odaklı kent merkezlerinin oluşumunun kentsel gelişim ve göç açısından bize farklı bir perspektif sunabilir (Öner, 2022: 6).  Türkiye’nin nüfusu en çok uluslararası göçmeni barındıran kenti olan İstanbul’un zaman içerisinde göç ile büyüme hikayesi, hem dış göçlerin kentsel kalkınma açısından ne gibi etkilerinin olduğunu hem de göç dalgalarının akışlarını bir metropol olarak nasıl dönüştürdüğü öncelikle İstanbul’un var olan göçleri nasıl algıladığı üzerinden ardından yeni Suriyeli göçmenlerin kalkınma tartışmalarını hangi yönlerden yapılandırdığının güncel bir çerçevesini yaratmak çalışmanın birincil hedefidir. Öncelikle göç ve kentsel kalkınma ile alakalı kavramsal çerçeve oluşturulacak ardından dış göç ile gelen toplulukların Türkiye’de nasıl bir etkisinin olduğu yorumlandıktan sonra Türkiye’nin en kalabalık kenti olan İstanbul’da kalkınma sürecini nasıl dönüştürdüğü ele alınacak ve iş gücüne katılım oranları, kentsel yaşama uyum gibi faktörleri tartışılarak var olan sorunları nasıl değerlendirebileceğimize dair fikirler var olan literatür üzerinden ortaya atılacaktır.

1. Türkiye’de Uluslararası Düzensiz Göçmenler, Mülteciler ve Sığınmacılar

Türkiye’yi transit ülke olarak kullanan bu sığınmacı sayısı 2006 yılında 5.190 iken, 2012 yılında bu sayı 14.051’e çıkmıştır. 2014 yılında bu sayı 18.645’dir. 2016 yılında Türkiye’ye sığınmacı olarak başvuran sayısı 233.648’e ulaşmıştır (Göç İdaresi Başkanlığı, 2017). Sadece 10 yılda sığınmacı sayısı 40 kat artmıştır. Sığınmacıların önemli bir bölümü Afganistan, Irak, İran ve Somali’den gelmektedir. Türkiye’de resmi rakamlara göre yaklaşık 5 milyonu aşkın uluslararası göçmen ve sığınmacı bulunmaktadır. Önümüzdeki yıllarda da bu sayı artacağı düşünülüyor. Bu göçmen ve sığınmacıların arasında geçici koruma statüsünde bulunan Suriyelilerin büyük bir çoğunluğu kent mültecisidir ve en fazla Suriyeli İstanbul’da bulunmaktadır. Bundan dolayı İstanbul ve dış göç arasındaki etkileşimleri doğru bir şekilde ifade etmek kentlerin geleceği açısından hayati önem taşımaktadır. Suriye’deki iç savaşın ardından Türkiye’ye göç eden suriyeliler savaşın ilk yıllarında sınır kentleri olan Gaziantep ve Şanlıurfa gibi Güneydoğu Anadolu bölgesi’nde yoğunlaşırken iş imkanları ve Avrupa’ya göç etme şansını elde etme amacıyla büyük şehirlere ve özellikle İstanbul’a göç etmeyi tercih etmiştir. Mülteciler bunun haricinde kentte yerleşecekleri yerlerde kamu hizmetlerine daha kolay ulaşacakları; çalışma, eğitim, sağlık ve barınma gibi imkanları da bireysel beklentilerinin yanında önemli bir öncelik olarak görüyorlar. Düzensiz göçmen ve mülteciler çoğunlukla şehirlerin en ucuz konut imkanlarına sahip semtlere yöneliyor aynı zamanda gecekondu bölgelerinin kentsel dönüşüm nedeniyle boşaltılmış çöküntü alanlarını genellikle başka seçenekleri olmadığından dolayı tercih ediyorlar. Kent yoksulları ve mültecilerin arasındaki ayrımlar ve ekonomik rekabet COVID-19 pandemisi sonrasında daha da derinleşmiş, ekonomik durgunluklar ve iş bölümü eşitsizlikleri daha görünür kılmıştır. Bu gibi ekonomik ve sosyal koşullar mültecilerle kentlerin diğer sakinleri arasındaki sosyal mesafeyi daha da arttırırken mültecilerin son yıllarda artan görünürlüğü ayrımcı söylemleri şiddetlendirmiş, güvenlik ve gelecek hakkındaki endişeler ideoloji farketmeksizin bütün siyasi arenada mülteci karşıtı görüşleri güçlendirmiştir.

2. İstanbul, Kalkınma ve Göç

3. yüzyıldan 19. Yüzyılın başına kadar İstanbul’un nüfusu 300.000 civarında seyretmekteydi (Öner, 2023: 7). 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda yaşanan çeşitli iç karışıklıklar , politik dönüşümler ve bir takım zorunlu göçler nedeniyle kentin nüfusu dört kat arttı. Cumhuriyetin ilanının ardından halen seyrek nüfuslu bir kent olarak kabul edilebilecek olan İstanbul 1950’li yıllara gelindiğinde kırdan kente göç olgusu büyük oranda artmış ve ilk defa Türkiye’de kent nüfus oranı kıra yaklaşmaya başlamıştır. Bu duruma neden olan en önemli faktör yüksek oranda artan sanayileşme değil, tarımda makineleşmenin artmasıydı. İstanbul’un nüfus artış hızı Türkiye’deki diğer kentlere oranla o kadar fazlaydı ki, sınırlı sanayileşme kırdan kente olan göç hareketlerini kaldırabilecek yeterli istihdam üretemedi. İstihdam sorununun enformel bir emek piyasası oluşturmasının yanında kentte oluşan konut yetersizliği göç edenlerin kentte yeni barınma stratejileri yaratmasına ve gecekondulaşma olgusunun ortaya çıkmasına yol açtı. Ancak o yıllarda hala köy ve kent ile olan güçlü iletişim ağları kente uyum sağlanması bakımından çeşitli destekler sağlamıştır. 1980’lere gelindiğinde ise, Turgut Özal hükümetinin ülkeye getirdiği neoliberal ekonomi politikaları kente yeni göç eden insanların imkanlarını ve kaynaklara ulaşmalarını sıkıntıya sokmuştur. O yıllarda Türkiye, 1960’larda Almanya gibi ülkelere işçi göçü veren, genel itibariyle göç gönderen bir yapı sergilerken artan küreselleşme ile birlikte dışarıdan göç alan, Avrupa’ya gitmeye çalışan uluslararası göçmenlerin ve sığınmacıların kullandığı bir istasyon işlevi görmeye başladı. 1979 İran İslam Devrimi, Birinci Körfez savaşı, Bulgaristan’da Türk azınlıklara uygulanan ayrımcı politikalar, Soğuk savaş’ın bitmesi, ABD’nin Irak’ı işgal etmesi gibi çeşitli olaylar kitlesel zorunlu göç hareketlerinin meydana gelmesini ve Türkiye’nin jeopolitik konumu nedeniyle bu göçlerden etkilenmesini beraberinde getirmiştir. 1990’lara gelindiğinde ise enformel emek piyasasının etkisiyle İstanbul’da Doğu Avrupa, Balkanlar, Orta Doğu, Afrika ve Asya ülkelerinden çeşitli siyasi ve ekonomik sorunlar doğrultusunda göç eden insanları kendine çekmeye devam etmiş, esnek ve düzensiz göçmen emeği yıllar geçtikçe görünürlüğünü arttırmıştır. Kentte iç göçmenlerin halihazırda deneyimlediği yoksulluk ve iş bulma sıkıntıları, dış göçmenlerin de etkisiyle eşitsizlik, kültürel ayrışma, kutuplaşma gibi toplumsal meseleler göç olgusunun mekansal olarak etkisini yoksulluk süreçleri ile beraber birleştirmiş ve hala günümüzde bununla bağlantılı kentsel sorunlar derinleşerek devam etmektedir. Halihazırda bulunan bu kentsel çatışmalar göç dalgalarını ülke düzeyinde başka şehirlere çekebiliyor ve tersine göç de konuşulması gereken bir mesele olarak ortaya çıkıyor. İstanbul’da uzun zamandır ikamet eden iç göç etmiş kişiler, düzensiz göçmen ve mültecilerin ucuz emek istihdamının yarattığı işsizlik nedeniyle memleketlerine yönelme eğilimi gösterebiliyor. Bu yerel nüfusta artan işsizlik oranları kentsel yoksulluğu kronikleştirmekte ve kente tutunma şansının azalmasına yol açmaktadır. Tersine göç eyleminin en çok Esenyurt, Bağcılar, Sultanbeyli gibi düzensiz göçmenlerin yoğun olarak barındığı ilçelerde görmekteyiz. Bu gibi olgular, İstanbul’da ilçelere göre göçün örüntüsünü değiştirmekte ve mekan ile kalkınma seviyesi bakımından farklı pratik ve sosyal yapıların olduğunu görmemizi sağlamaktadır. Ayrıca göçmenlerin yoğunlaştığı kentin çeperi diyebileceğimiz alanların yanında kentin merkezi sayılabilecek semtlerde de göç olgusu önemli bir unsur olarak karşımıza çıkar. Bunu İstanbul’un en önemli turistik ve kültürel noktalarından olan Beyoğlu ilçesini göstererek açıklayabiliriz. Mekâna Tutunmanın önemli bir unsuru olarak istihdam olanakları Beyoğlu’na yerleşen göçmenler arasında genelde geçici, güvencesiz ve düşük ücretli işlerde çalışma yaygınken, bir kısmı da küçük girişimcilik ve bavul ticareti ile uğraşmaktadır. İlçedeki enformel iş ve istihdam olanakları göçmenlerin ilçeye yerleşiminde etkili olmuştur. Pek çok göçmen, Beyoğlu ekonomisini şekillendiren yeme-içme, eğlence ve konaklama gibi hizmet sektörlerinde çalışmaktadır. Ayrıca, merdiven altı tekstil atölyelerinde, ışıklandırma üreten atölyelerde ve başka küçük imalat sektöründe çalışanlar olduğu görülmektedir. Diğer yandan, göçmenler arasında bavul ticareti yapanlar ve dükkanlar işleten küçük girişimciler de bulunmaktadır. Göçmenlerin geçim sorunlarını çözerken başvurdukları önemli bir unsur göçmenlik ağlarıdır. Bu nedenle katı sınırlar çizilemese de göçmen gruplarının çeşitli sektörlerde yoğunlaşarak geçimlerini sağlamaktadır. Beyoğlu’ndaki en büyük grubu oluşturan Suriyelilerin, ikamet ettikleri mahalleler, mesleki vasıfları, çalışma hayatına katılımdaki durumları değişkenlik göstermekle birlikte, çoğu düzensiz ve güvencesiz işlerde çalışmaktadırlar. Tekstil atölyelerinde işçilik, marangozluk, lokantalarda garsonluk, inşaat işçiliği, marketlerde hamallık, bulaşıkçılık dile getirilen işlerden bazılarıdır. Suriyelilerin bir kısmının geçici koruma statüsünün bulunmaması veya başka bir ilde kayıtlı olmaları güvencesiz ve geçici işlerde çalışmayı onlar için de zorunlu kılmaktadır.  

3. Suriyeliler ve Kentsel Kalkınma

Suriyelilerin kente katkılarının olup olmaması, iş gücüne katılım oranları, işsizlik oranları ve kente olan uyum süreçleri üzerinden değerlendirilebilir. Türkiye’de var olan genel yargı Suriyelilerin Türklerden işlerini elinden aldıkları ve işsizlik sorunlarının da bu nedenle ortaya çıktığını söylerken, işin aslı tam olarak böyle değildir. Suriyelilerin çoğu işsizdir. İşi olanlar ise, kayıt dışı ekonominin insafına terk edilmiştir ve açlık sınırının altında ücretler almaktadırlar. Uzun mesai süreleri, ağır çalışma koşulları, düşük ücretlerin yanında dil bilmediği için yasa ve hukuktan yararlanamamak Suriyeli sığınmacıların çalışma hayatında yaşadıkları başlıca sorunlar olarak gözlemlenir. Suriyeliler, yerel halkın iş fırsatlarını elinden almak değil, tersine vasıfsız işgücü gerektiren iş kollarındaki açığı kapatmıştır (Man, 2015: 431). Ayakkabı, deri işleme, tekstil vb. bazı sektörlerde mevcut olan işgücü açığı sığınmacılar sayesinde kapatılmaktadır. Sosyal devlet anlayışının tasfiye edildiği ve işgücü maliyetlerinin düşürülmesi amacıyla emek piyasasının esnekleştirildiği bu dönemde göçmenler, sığınmacılar aranan işçilerdir. İşverenler için göçmen emeğini cazip kılan yalnızca yerli emekten ucuza çalışmaları değil, aynı zamanda, ekonomik genişleme dönemlerinde kolayca işe alınacak, kriz dönemlerinde ise kolayca işten çıkarılacak uysal ve esnek bir iş gücü olmalarıdır (Ulukan, 2013: 36). Suriyeli sığınmacıların ekonomik bakımından doğurdukları etkilerin bir tanesi de kentteki konut piyasalarında olmuştur. Özellikle sığınmacıların ağırlıklı yaşadığı kentlerde neden oldukları maliyet artışları 2015’den itibaren gözle görülür bir artış yaşamıştır. Bu mali artışların başında artan kira ve ev fiyatları gelmektedir. Örneğin, Suriyeliler geldikten sonra Mersin’de kiralar % 20-30 oranında artmıştır. Bu durum hem Suriyeliler hem de Mersinliler için hayat pahalılığı anlamına gelmektedir (Karaca ve Doğan, 2014: 63). Diğer taraftan, Suriyeli sığınmacılar daha yüksek kira bedeli ödemek zorunda kalmaktadır. Üstelik yüksek kira ödenen evlerin durumu içler acısıdır. İstanbul Eminönü ve Bayramtepe’de yapılan bir araştırmada, sığınmacıların kaldığı evlerin hem sağlık hem de güvenlik açısından yaşamaya uygun olmadığı görülmüştür.Lavabosu ve banyosu olmayan evlerde, çoğu zaman tek odada onlarca kişi kalmakta, rutubet ve soğuk yaşam koşullarını zorlaştırmaktadır.

Suriyeli sığınmacıların Türkiye’ye gelmesi kimi fırsatlar da yaratmaktadır. Aslında köklü bir ticaret geleneğine sahip olan Suriye’de, özellikle Halep’ten gelen sığınmacılar Türkiye’de kimi yatırımlarda bulunmaktadır. Kendilerine yeni bir hayat kurmak zorunda olan sığınmacılar bakkal dükkânından kuyumcuya, sağlık merkezinden ihracat yapan şirketlere kadar onlarca farklı biçimde varlık göstermektedir. Suriye’deki iç savaş nedeniyle pek çok Suriyeli iş adamının Türkiye’ye sermaye taşıdığı ve bunun da ciddi bir dış sermaye girişi sağladığına dair iddialar vardır. Günümüzde Suriyelilerin en çok şirket kurduğu ve girişim yaptığı kent İstanbul’dur. Bu kentler hem göçmenlerin istihdamın göçmenler içerisinde artmasına hem de kentlerin ve ülkenin refahına katkı sağlamaktadır. “İstanbul’da en çok Suriyeli işletmenin bulunduğu semtler ise Fatih, Esenyurt, Bağcılar, Küçükçekmece, Avcılar ve Zeytinburnu. Sadece Fatih Aksaray’da 100’ün üzerinde Suriyeli işletme var. Bölgede en çok elektronik eşya satımı, gıda ve nargile kafe gibi işletmeler bulunuyor.” *** Devletin Suriyeli mültecilere verdiği hizmetlerde kullandığı malları, yerel tedarikçilerden temin etmesinin yerel ekonomiyi canlandırdığı gözlenebilen bir gerçektir. Ancak bu memnuniyet fazla uzun sürmemiştir. Başlangıçta, göç eden mültecilerin hem beraberlerinde getirdikleri sıcak paraları hemen tedavüle koymaları piyasayı canlandırmış, satışları artırmış olsa da mal ve hizmetin fiyatı da aynı şekilde artmıştır. Gelen mültecilerin merkezde kalanlarının çoğunun sosyo-ekonomik seviyesi orta sınıfa dahil edilemeyecek olsa bile ellerindeki tüm imkanları kullanarak ev kiralama ve hatta satın alma yoluna gitmesi nedeniyle ev satış fiyatı ve kiralarında fahiş fiyatlar ortaya çıkmış ve dar gelirli ailelerin zor durumda kalmasına neden olmuştur. Türkiye’de orta gelir grubuna mensup bir ailenin asla karşılayamayacağı kira bedeline Suriyeliler razı olduğundan, bunun sonucunda mültecinin barınma sorunu ortadan kaldırılırken, vatandaşın barınma sorunu ortaya çıkmaktadır. Suriyelilerin en yoksul kesimlerinin kenar mahallelerde oluşturdukları yerleşimler, gecekondulaşmada artışa, düzensizliğe, çevre sorunlarına yol açmaktadır. Ayrıca, bir arada topluca yaşamlarını sürdürmeleri kente uyum sürecini zorlaştırmaktadır. Ülkemizde daha önce bu ölçekte bir göç yaşanmadığı gibi, Suriye’den gelen göçün ülkemizin geçmişte aldığı göçlerden farklı özellikleri bulunmaktadır. Örneğin, daha önceleri Balkan ülkelerinde yaşayan Türklerin göç hareketi ile ilgili yeterli düzeyde çalışma yapılmasa da, Balkan ülkelerinden gelenlerin Türk kökenli olmaları, aynı dili konuşmaları ve aynı kültürel özelliklere sahip olmaları gibi nedenlerle bu kişiler Türk toplumu içinde uyumlu yaşadıkları için göçmen statüleri dahi kalmamıştır. Suriyeli göçmenlerin ise, farklı kökenleri ve kültürel farklılıkları olması, büyük çoğunluğun Arapça konuşması, nüfuslarının çok yüksek olması, kentlere düzensiz dağılmaları, yetersiz istihdam olanakları, düşük ücretlerle ve sigortasız çalıştırılmaları gibi nedenlerle yerel halkla uyum sağlama ve kültürleşme sürecinde sorunlar yaşanmıştır. Ballany’nin (2019) İstanbul’daki suriyeliler ile etkileşime geçerek yürütmüş olduğu kentsel yaşama uyum süreci hakkında yaptığı araştırma bu konuda bize önemli bilgiler vermektedir:

Suriyeli mültecilerin en fazla İstanbul’a ve en az Türkiye’ye aidiyet duyduğu görülmüştür. Bu durum İstanbul’un suriyeliler arasında kültürel çeşitliliğin yoğun olduğu bir kent olarak öne çıkmasından kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin özellikle Suriye’ye sınır olan kentlerinin hala iç savaş ve terör eylemlerinin merkezi olarak görülmesi ve diğer batı kentlerine nazaran İstanbul’da daha fazla iş imkanının olması İstanbul’u hem güvenli hem de iş fırsatların yüksek olduğu bir şehir olarak anlaşılmasına yol açmıştır. “Buna rağmen, Türkiye’ye aidiyet hissetme oranı 5 üzerinden yaklaşık 3.43 olarak oldukça yüksektir. Türkiye’nin diğer gelişmiş ülkelerden farklı olarak aynı dini ve kültürel yapıda olduğunun düşünülmesi Türkiye’yi suriyeliler gözünde daha cazip göstermektedir. Mültecilerin mahalleye duydukları aidiyet ise, yaşadıkları konut alanına duyulan aidiyetten daha yüksektir. Diğer yandan, mahalle memnuniyeti, genel yaşama konut alanına ve konuta dair memnuniyet derecelerinden daha fazla işaretlenmiştir. Bulgulara göre, mültecilerin yaşadıkları mahalleden memnun oldukları ve kendilerini buraya ait hissettikleri görülürken, konut alanı ve konuttan memnuniyetin düşük olmasının konut alanına aidiyeti de düşürdüğü izlenmektedir” (Ballany, 2019). Buna sebep olan faktörlerinde İstanbul’da genellikle göçmen ağlarının yoğun olduğu mahallerde kendi milletinden olan insanların daha kolay iş bulabilmesi ve enformel emek piyasasına dahil olması konusunda imkanların bulunabilmesi ile açıklayabiliriz. Ancak yaşadıkları konut alanlarının genellikle çöküntü alanı olan gecekondu bölgelerinde olması ve konutlarda çok miktarda insanın birlikte yaşaması ve yeterli hijyen koşullarının sağlanamaması kentlerde Suriyelilerin yaşamını bitmek bilmeyen bir süreklilik içerisinde negative etkilemektedir. Bütün bunların çözümü adına nasıl bir yol izleneceği konusunda karar alma mekanizmaları yetersiz kalmaktadır.

Mülteciler konusunda tüm sorumluluğun belediyelere yüklenmesi, hizmet kapasitesinde ve çözüm üretiminde yetersizliğe neden olmaktadır. Bundan dolayı yerel yönetimler kentlerin kalkınması adına ekonomik ve altyapı özelinde çalışmalar yapmasının gerekliliğinin yanında kentsel uyum ve entegrasyon adına da çeşitli politikalar geliştirmelidir ve mümkün olduğunca strateji geliştirirken sivil toplum ve siyasi mercilerin desteğiyle uzun vadeli stratejiler geliştirmelidir.

Sonuç ve Öneriler

Göç insanları etkilemesinin yanında yaşanılan mekanı da derinden etkileyen bir hareketlilik sürecidir. İnsanların yaşadıkları yerlerden göç edip kentlerde daha iyi bir yaşam elde etme isteği hem toplumları hem de kentlerin kalkınma süreçlerini etkilemiştir. Bu makalede özellikle küreselleşmeden sonra muazzam miktarda artmış olan dış göç faktörünün Türkiye kentlerini nasıl dönüştürdüğü ve göçmenlerin bu hareketlilik ve kent mekanından nasıl etkilendiği güncel ve oldukça büyük bir göç akını olan Suriyeli göçmenlerin İstanbul’daki varlığı vurgulanarak aktarılmaya çalışılmıştır. Göçler kentin ekonomik hayatına yeni bir boyut kazandırabilir, kendi sermayelerini yeni geldikleri ülkeye aktarabilir veya ihtiyaç duyulan niteliksiz iş gücüne katkı sağlayabilirken, bulundukları kentlerde fiyatların artmasına ve işsizlik oranlarının yükselmesine de yol açabilir. Kentler bu şekilde ekonomik hayatın etkilenmesinin yanında fiziki görünümü de göç dalgaları tarafından şekillenmektedir. Suriyelilerin İstanbul’da daha çok gecekondu bölgelerinde barınması ve hanelerin çok fazla sayıda insan barındırması altyapı sorunlarını ortaya çıkarmakta ve kentin çehresini değişime uğratmaktadır. Ayrıca kentin durumu var olan ilçelerin yapısına göre de farklı örüntüler göstermektedir, Örneğin kentin çeperinde olan, suriyelilerin en çok barındığı İstanbul ilçelerinden biri olan Sultanbeyli ile farklı bir kültürel yapı ve çeşitlilik gösteren şehirin merkezi olan Beyoğlu farklı plan ve politikalarla göçü ele almalıdır.Kentlerin kalkınması adına göçmenlerin kente uyum sağlaması hayati bir unsurdur. Kentleri göçmen sorunlarını önemseyen mekanizmalarla yönetmek öncelikle yerel bazda faaliyet gösteren kurumlar tarafından sağlanmalı ardından sosyal, politik, kültürel, mimari ve ekonomik boyutları ulusal faktörler ve sivil toplum ile iş birliği içinde uzun bir sürece katkı sunması bakımından dikkatli stratejiler oluşturarak planlanmalıdır.

Editör: Bervan KAYA

Kaynakça:

Agier, M. (2002). Between war and city: Towards an urban anthropology of refugee camps. Ethnography, 3(3), 317-341.

Aktaş, M. T. (2014). Göç olgusu ekonomik kalkınmada itici güç olabilir mi. Aksaray Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi7(1), 37-48.

Akbaş, S., & Ulutaş, Ç. Ü. (2018). Küresel fabrika kentinin görünmeyen işçileri: Denizli işgücü piyasasında Suriyeli göçmenler. Çalışma ve Toplum1(56), 167-192.

Ballany, N. İstanbul’da Yaşayan Suriyeli Göçmenlerin Kültürleşme Ve Uyum Süreci İle Kentsel Yaşam Memnuniyeti İlişkisi. Göç-Mekan-Siyaset, 28.

Başel, H. (2006). İç Göçün Sonuçlari ve İşgücüne Etkileri. In Journal of Social Policy Conferences (No. 51, pp. 287-321).

Barişik, Salih. (2020). Bölüm 1 Göç Kavramı, Tanımı ve Türleri.

Dalal, Ayham. 2015. A Socio-Economic Perspective on the Urbanisation of Zaatari Camp in Jordan. Migration Letters, 12(3): 263-278.  

Dicle, B. O. Z. (2016). Dış göçler olgusu ve etkisi: Türkiye-Suriye üzerine bir inceleme. Sosyoekonomi24(30), 147-154.

Erdoğan, E. K., Kurtuluş, H., & Yükseker, D. (2022). İstanbul’da Göçmenlerin Mekâna Yerleşme Ve Tutunma Dinamikleri: Beyoğlu Örneği. İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi21(Özel Sayı), 135-158.

Gazete Duvar. (2018). Suriyeliler Türkiye’de 7 bin 243 şirket kurdu. Erişim Adresi: https://www.gazeteduvar.com.tr/turkiye/2018/07/26/suriyeliler-turkiyede-7-bin-243-sirket-kurdu 

Göç İdaresi Başkanlığı. (2017). Erişim Adresi: https://www.goc.gov.tr/arama/ara/s%C4%B1%C4%9F%C4%B1nmac%C4%B1lar 

Karaca, S., Doğan, U. (2014). Suriyeli Göçmenlerin Sorunları Çalıştayı Sonuç Raporu. Mersin Üniversitesi Yayını

Karasu, M. A. (2018). Türkiye’ye Yönelik Diş Göçler, Suriyeli Siğinmaci Göçü ve Etkileri. Paradoks Ekonomi Sosyoloji ve Politika Dergisi14(1), 21-41.

Kaypak, Ş., & Bimay, M. (2016). Suriye savaşı nedeniyle yaşanan göçün ekonomik ve sosyo-kültürel etkileri: Batman örneği. Batman Üniversitesi Yaşam Bilimleri Dergisi6(1), 84-110.

Koser, K. (2007). International migration: A very short introduction. Oxford University Press.

Lordoğlu, K., & Aslan, M. (2016). En fazla Suriyeli göçmen alan beş kentin emek piyasalarında değişimi: 2011-2014. Çalışma ve Toplum2(49), 789-808.

Man, F. (2015). Modernlik ve Yabancılar: Bir ‘Günah Keçisi’ Kategorisi Olarak Emek Piyasasındaki Suriyeli Göçmenler Örneği. 7. Sosyal İnsan Hakları Sempozyumu, Denizli: Pamukkale Üniversitesi.

Öner, S. G. I. (2022). İstanbul’un Değişen Dokusu ve Göç Profili, İstanbul Kent Araştırmaları ve Düşünce Dergisi. 2023/008, 6-11.

Sağkal, S. (2022), “CHP’li Gürsel Tekin: ‘Taşı Toprağı Altın’diye İstanbul’a Geldiler Sefaletle Dönüyorlar.” Cumhuriyet, 21 Ağustos.

Sezik, M. (2017). Yurt Dişi Zorunlu Göçlerin Türkiye Kentleri Üzerindeki Etkileri. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi7(2), 139-156.

Ulukan, N. C. (2013). Göçmenler İçin Kaçış Yok: Göç Politikaları ve Göçmen Emeği. Eğitim Bilim Toplum, 11(44), 32-47.

Röportaj: Gülüm Özçelik ile Uluslararası Hukuk ve İnsan Hakları Bağlamında Göç

Bu röportaj, Gülüm Özçelik ile Uluslararası Hukuk ve İnsan Hakları Bağlamında Göç üzerine yapılmıştır.

Elif KOCAMAN

Göç Çalışmaları Staj Programı

1. 1951 Cenevre Sözleşmesi’nde Türkiye’nin koydurmuş olduğu çekinceyle birlikte sözleşmeyi coğrafi sınırlama ile kabul etmesinin uluslararası anlamda sebep ve sonuçları nelerdir?

Bu soruda bir yere işaret etmek lazım. Türkiye 1951 Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Sözleşme’yi (Cenevre Sözleşmesi) aslında coğrafi çekince ile kabul etmemiş, bu sözleşmeyi coğrafi sınırlamaya uygulamaktadır. Bu ikisi aslında teknik olarak farklı şeyler. Bu sözleşme taraf olan devletlere sözleşmeyi sadece Avrupa’da meydana gelen olaylar sebebiyle uygulama imkânı vermiş idi. Türkiye de bu imkândan yararlandı. Bu durumun sonucu şu, Türkiye 51 sözleşmesini mülteciler bakımından uygularken bu sözleşmede bulunan mülteci olma şartlarının yanı sıra mültecinin Avrupa ülkelerinde meydana gelen olaylar sebebiyle Türkiye’ye sığınmış olmasını arıyor. Dolayısıyla sözleşmede öngörüldüğü şekilde kişi dili, dini, ırkı, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri sebebiyle vatandaşı olduğu ya da yaşamakta olduğu ülkeden haklı sebeplerle veya zulüm korkusu sebebiyle kaçtığı durumlarda Türkiye bu şartlara ek olarak bu kişinin Avrupa’da meydana gelen olaylar sebebiyle kaçmış olması şartını arıyor. Dolayısıyla bunun sonucu şudur, Türkiye’de bir kişinin mülteci statüsünde olabilmesi için Avrupa’da meydana gelen olaylar sebebiyle Türkiye’ye sığınmış olması gerekir. Dolayısıyla Avrupa dışında meydana gelen olaylar sebebiyle ve aynı gerekçelerle Türkiye’ye sığınmış bir kişi varsa biz bu kişiye mülteci diyemeyiz. Dolayısıyla 51 sözleşmesinin Türkiye bakımından birinci sonucu ancak Avrupa’da meydana gelen olaylar sebebiyle sözleşmede öngörülen gerekçelerle Türkiye’ye sığınan kişilere mülteci statüsünün verilmesidir. Aynı yaklaşım, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nda (YUKK) da kabul edilmiştir. YUKK’ta da “mülteci” kavramı tanımlanırken aynı kısıtlamaya başvurulmuştur. Bunun Türkiye açısından ikinci sonucu, Avrupa’da meydana gelen olaylar sebebiyle Türkiye’ye sığınan kişilere mülteci diyorsanız, o zaman Avrupa dışında meydana gelen aynı olaylar sebebiyle Türkiye’ye sığınan kişilere ne diyeceksiniz sorusudur. Türk kanunu koyucusu YUKK’ta, bu kişilere “şartlı mülteci” demiştir. YUKK öncesi dönemde ise bu kişiler “sığınmacı” olarak anılmaktaydı. Dolayısıyla da sözleşmeyi coğrafi kısıtlamayla uygulamamızın Türkiye bakımından böyle de bir sonucu oldu. Uluslararası hukuk açısından sözleşme, taraf devletlere coğrafi kısıtlamada bulunma imkânı verdiği için Türkiye bu imkândan yararlanıyor. Fakat Türkiye bu imkândan yararlanan tek ülke. Dolayısıyla diğer tüm taraf devletler sözleşmeyi böyle bir coğrafi sınırlama olmadan uyguluyorlar. Uzun süredir böyle bir sınırlama olmaksızın ve bu gerekçelerle sığınan kişileri Türkiye mülteci olarak kabul edebilsin diye, özellikle Avrupa Birliği tarafından Türkiye’nin kısıtlamayı kaldırması yönünde bir baskı var. Tabii şunu da söylemek lazım, mültecilik bir statüdür. Türkiye’de uluslararası koruma altında ele alınan bir statü, dolayısıyla kişinin kendisini mülteci olarak tanımlamasının hukuki olarak hiçbir sonucu yok. Türkiye’ye bir kişi sığınma talebiyle geldiğinde veya uluslararası koruma talebiyle geldiğinde yetkili makamlar bireysel bir değerlendirme yapar. Ve bu kişinin eğer mülteci olma şartlarını taşıyorsa, mülteci statüsünde olmasına karar verir. Dolayısıyla ben kendimi mülteci olarak tanımlıyorum veya sen mültecisin gibi bir şey olması söz konusu değil. Bu bir statüdür. Başvuru yapılır, bireysel değerlendirme olur ve yetkili makamlar bu statüyü kişi bakımından kabul edebilir ve verebilir.

2. Türkiye birçok ülkeden fazla olarak sığınmacıya ev sahipliği yapmaktadır. Türkiye, uluslararası mevzuata göre bu kişilerin temel hak ve özgürlükleri ve insani yaşamak için ihtiyaç duydukları gereksinimi karşılayabiliyor mu?

Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu benim kişisel kanaatimce son derece başarılı bir kanundur. Elbette her kanunun eksiklikleri olabilir. Fakat bu kanun gerek yapılış süreci gerek kabul süreci gerek çok fazla paydaşın içerisine dahil ederek hazırlanmış olması yani Üniversitelerden temsilciler, sivil toplumdan gelen kişiler gibi çok fazla ve farklı gruptan temsilcinin katılımıyla, göç ve uluslararası korumaya ilişkin temel uluslararası ilkeler ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin vermiş olduğu kararlar dikkate alınarak yapılmış bir düzenlemedir. Bugün itibariyle eksiklikleri mutlaka olmakla beraber, Türkiye’nin mevzuat açısından bir sıkıntısı olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla Türkiye şu anda bu konuda bence iyi durumdadır. Mevzuat günceldir ve uluslararası düzenlemelere paraleldir. Sonuç olarak mevzuatın bu anlamda sığınmacıların temel hak ve özgürlükleri bakımından büyük bir engel olduğunu düşünmüyorum.

3. Eğer imkanları olsaydı kayıtsız olarak çalıştırılan sığınmacı ve düzensiz göçmen işçilerin insan hakları ihlaline yönelik öne sürebilecekleri uluslararası mevzuat bulunmakta mıdır?

Göç hukukundaki temel meselelerden bir tanesi şu: göç farklı şekillerde cereyan edebilen insan hareketliğini ifade eden çok genel bir kavram. Dolayısıyla “göçmen” kavramı da değişik şekillerde cereyan eden göçe göre farklılık arz ediyor. Düzenli göçmenler var, düzensiz göçmenler var, bireysel olarak göç edenler var, kitlesel olarak göç edenler var, zorunlu göç edenler var, isteğe bağlı olarak göç edenler var gibi. Bütün bu göçmen gruplarını ele alan bir milletlerarası sözleşme yok. Uluslararası toplumda da bunun eksikliği tartışıyor. Ancak bu mümkün mü? Bu soru da tartışmalıdır. İlk olarak göç konusu devlet egemenliği ile doğrudan ilgili bir meseledir. Her devlet yabancıların kendi ülkesine girişi, kalışı, istihdamı ve çıkışı konusunda düzenleme yapmak bakımından münhasıran yetkilidir. İkincisi göç kavramının çok geniş olması, göçmen kavramının değişken olması, göç konusunda ve göçmenlerin temel hak ve hürriyetleri bakımından son derece kapsamlı bir düzenleme yapılmasını engeller. Şu anda da bütün boyutları itibariyle konuyu ele alan bir düzenleme yok. Fakat çalışma hakları bakımından statüleri ne olursa olsun göçmen işçilerin temel hak ve özgürlüklerini ele alan bir milletlerarası sözleşme var. O da Tüm Göçmen İşçiler ve Aile Bireylerinin Haklarının Korunmasına ilişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi. Türkiye de bu Sözleşmenin tarafı. Ancak Sözleşmenin varlığı da sorunların hepsini çözmüyor. Çünkü maalesef bu Sözleşmeye daha çok göçmen gönderen gelişmekte olan ülkeler taraf. Halbuki bu Sözleşmenin tam anlamıyla başarılı olabilmesi için göç alan ülkelerin de sözleşmeye taraf olması gerekir. Göç alan hiçbir ülke bu sözleşmeye taraf değildir. Dolayısıyla sözleşme mevcuttur ama etkili olarak işleyip işlemediği konusunda önemli tereddütler vardır.

4. Ülkemizde yaşayan sığınmacı statüsünde bulunan Suriyelilerin sahip olduğu haklardan bahsedebilir misiniz? Mülteci konumuna geçmeleri mümkün müdür?

2010 yılında Suriye’de meydana gelen iç karışıklıklar sebebiyle Türkiye’ye kitlesel olarak acil ve geçici koruma bulmak amacıyla sığınmış olan Suriyeliler, Türkiye’de geçici koruma statüsündedir. Dolayısıyla bu kişiler geçici korumadan yararlanırlar. Geçici koruma, Türk Hukukunda ve dünyada uluslararası korumanın bir parçası olarak düzenlenmemiştir. Uluslararası koruma dediğinizde bu tanım içine mülteciler, şartlı mülteciler ve mülteci ve şartlı mülteci olma şartlarını yerine getirmemekle beraber ülkesine döndüğü takdirde işkence görecek, insanlık dışı muameleye maruz kalacak, ölüm cezasına çarptırılacak veya bu cezası infaz edilecek durumda olan kişilere de ikincil koruma statüsü altındaki yabancılar girmektedir. Geçici koruma ise uluslararası korumadan farklıdır. Bu koruma türü sınırlarımıza kitlesel olarak gelen acil ve geçici koruma bulma amacı bulunan sığınmacılara tanınan bir statüdür. 2011 yılından itibaren de Türkiye’de bulunan Suriyelilere bu imkân tanınmıştır. Geçici korumaya ilişkin genel düzenleme YUKK’un 91. maddesinde yer almaktadır. Bunun yanı sıra, Geçici Koruma Yönetmeliği ve Geçici Koruma Altındaki Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkındaki Yönetmelik’te düzenleme yapılmıştır. Mevzuatın geçici koruma altındaki yabancılara tanımış olduğu haklara kısaca bakılırsa: Kendilerine tanınmış ilk hak, Türkiye’de kalma hakkıdır. Fakat kendilerine verilen kalma hakkı teknik olarak bir ikamet hakkı değil. Geçici Koruma Yönetmeliği’nde de açıkça bu kişilere verilen hakkın, kendilerine Türkiye’de ikamet izninin verildiği şeklinde anlaşılmaması gerektiği ve Türkiye’de kaldıkları süre ikamet izninin süresinden sayılmayacağı düzenlenmiştir. Dolayısıyla burada, kişinin geçici olarak kalacağı düşüncesiyle sadece Türkiye’dekilere tanınmış bir kalma hakkından bahsediyoruz. Mevzuatımızda Türk vatandaşlığının kazanılmasının bazı yollarında olduğu gibi, eğer yabancıların bir haktan yararlanması, Türkiye’de ikamet şartına bağlandıysa Suriyeliler bundan yararlanamaz. Çünkü onların sahip olduğu hak sadece burada kalma hakkıdır. Bunun dışında temel sağlık hizmetlerine erişim hakları var. Pandemi döneminde aşılanma hakkından yararlandılar. Çocukların zorunlu aşılamalarından ücretsiz olarak yararlanma hakları var. Temel eğitimden ücretsiz olarak yararlanma hakları var. Üniversitede, yükseköğretimde okuma hakları var. Fakat bu durum Türkiye’de yanlış anlaşılan bir durum. Bu kişilerin sanki hiç sınavsız üniversiteye girdikleri düşünülüyor. Böyle bir durumun olmadığını biliyoruz. Yabancı devlet vatandaşlarının tâbi olduğu üniversiteye giriş sınavında başarılı olmak suretiyle Türkiye’deki üniversitelerde okuma haklarına sahipler. Türkiye’de çalışmak için çalışma izni almak mecburiyetindedirler. Mevzuatta bazı iş ve meslekler Türk vatandaşlarına ayrılmıştır. Diğer yabancılar gibi, geçici koruma altındaki yabancılar da bu iş ve meslekleri Türkiye’de icra edemezler. Kural olarak çalışma izni almak zorundadırlar, ancak ilgili yönetmelik bazı işler bakımından örneğin hayvancılık ya da mevsimlik işçilik bakımından çalışma izni almayacaklarını düzenler. Yine Türk vatandaşlarıyla beraber aynı işyerinde çalışmaları için kontenjan esası da benimsenmiştir. Bir başka özellik olarak diğer yabancılar bakımından da öngörülen bir sınırlama var. Bazı meslekler bakımından bu yabancının Türkiye’de çalışma izni almadan önce ön izin alması gerekir. Mesela öğretim üyesi olarak çalışacaksa YÖK’ten ön izin almalıdır, öğretmen olarak çalışacaksa Millî Eğitim Bakanlığı’ndan ön izin almalıdır, doktor veya hemşire olarak çalışacaksa Sağlık Bakanlığı’ndan ön izin almalıdır. Geçici koruma altındaki Suriyeliler bakımından da aynı sınırlamalar geçerlidir. Eğer ihtiyaç sahibi iseler bunu ispat ettikleri takdirde sosyal yardım alabilirler. Türkiye’de taşınmaz edinemezler. Ancak, bunun gerekçesi geçici koruma altında olmaları değildir. Yabancıların Türkiye’de taşınmaz edinmelerini Tapu Kanunu’nun 35. maddesi düzenler. Tapu Kanun’unun 35. maddesi hangi devlet vatandaşlarının Türkiye’de taşınmaz edinebileceği tespitinin yetkisini Cumhurbaşkanı’na verir. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı, vatandaşları Türkiye’de taşınmaz edinebilecek devletleri tespit eder. Suriye bunlardan bir tanesi değil. Zaten Suriyelilerin Türkiye’de taşınmaz edinimi meselesi ya da Türkler bakımından da Suriye’de taşınmaz edinme meselesi son derece eski bir meseledir. 1930’lu yıllara dayalı olarak karşılaşılan bir sorundur. Önce Suriye’deki Türk vatandaşlarının taşınmaz edinimi hakkı sınırlanıyor karşı işlem olarak 1934’te Türkiye bir kanun çıkarıyor ve Türkiye’deki Suriye vatandaşlarının taşınmaz mallarına el koyuyor. O tarihten bu yana da Türkiye’de taşınmaz edinmelerine izin verilmiyor. Dolayısıyla Suriyeliler çok eski bir sebeple Türkiye’de taşınmaz edinemez. Türk vatandaşlığına başvurabilirler mi? Evet, başvurabilirler ama ayrı bir kanun ve ayrı bir düzenleme yok. 5901 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunu’na bağlı olarak Türk vatandaşı olmak istediklerinde bireysel olarak başvurabilirler. Toplu olarak Suriyelileri Türk vatandaşlığına almak gibi bir yasal imkân mevcut değildir. Dolayısıyla, Türk Vatandaşlığı Kanunu’nda öngörülen şartları yerine getirdikleri takdirde, orada düzenlenen usuller çerçevesinde Türk vatandaşı olabilirler. Siyasilerin yaptığı basın açıklamalarından belli sayıda Suriyelinin Türk vatandaşlığını kazandığını biliyoruz, ancak hangi hükümler çerçevesinde alındıklarını bilmiyoruz. Fakat tahminimiz şu, az önce açıkladığım gibi Türkiye’de ikamet şartına bağlı olarak Türk vatandaşlığını kazanmaları mümkün olmadığından, ikamet şartının aranmadığı ihtimaller Suriyeliler bakımından değerlendirilebilir olduğu yönündedir. Bir Türk vatandaşıyla evlenme yoluyla Türk vatandaşlığını kazanabilirler. Bir de istisnai yoldan Türk vatandaşlığının kazanılması imkânı var. Burada ise Cumhurbaşkanı kararıyla vatandaşlığa alınması zaruri görülenler alınır şeklinde bir düzenleme mevcut. Hüküm kamu düzeni ve milli güvenliğine aykırı olmamak şartıyla alınabileceğini bildiriyor. Bu çerçevede alınabileceklerini tahmin ediyoruz.

5. 10 yılı aşkın süredir Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin aniden ülkelerine gönderilmesi insan hakları ihlali anlamına gelir mi?

Bir kere aniden evlerine gönderilmeleri gibi bir durum yok. Yasal olarak ancak şu ihtimaller çerçevesinde geri dönüşleri söz konusu olabilir: İlk olarak bu kişiler geçici koruma altındaysa geçici koruma sonlandırılabilir. Geçici korumayı ya Cumhurbaşkanı sonlandırır, o zaman kişilerin ülkeyi terk etmeleri gerekir veya geçici koruma bireysel olarak kişinin talebiyle sonlanabilir. Bir de, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nda da hükme bağlanan “güvenli geri dönüş” imkânı mevcuttur. Kişilerin güvenli yollardan ülkelerine dönüşlerinin sağlanması göç hukukunda istenen bir durumdur. Yani mülteciler bakımından da geçici koruma altında bulunan yabancılar bakımından da kalıcı çözüm yöntemlerinden en isteneni budur. Fakat bu çok kolay bir şey değil. Çünkü uluslararası literatürde de kabul edildiği gibi bunun olabilmesi için o ülkedeki koşulların kapsamlı ve kalıcı şekilde değişmiş olması gerekir. Yani Suriye örneğinden bahsediyorsak eğer Suriye’deki iç karışıklıklara sebebiyet veren rejimin yıkılması ve onun yerine demokratik bir rejimin kurulmuş olması, bunun da Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası örgütlerin de dahil olduğu uluslararası işbirliği içinde bir süreçte tespit edilmesi gerekir. İlk şartımız bu ve böyle bir durum Suriye bakımından şu anda mevcut değildir. İkinci olarak uluslararası göç hukukundaki temel ilkelerden biri geri gönderme yasağıdır. Geri gönderme yasağı ya da geri göndermeme ilkesi (non-refoulement) hem bir örf adet hukuku kuralıdır hem de 1951 Cenevre Sözleşmesi’nde düzenlenmiştir. YUKK’ta da hem genel bir ilke olarak hem de yabancıların sınırdışı edilemeyeceği durumlardan biri olarak düzenlenmiştir. Bu ilke çerçevesinde, eğer kişi geldiği ülkeye gönderildiği takdirde işkenceye, ölüm cezasına, insanlık dışı muameleye maruz kalacak ise o zaman kişi geri gönderilmez. Bu kişi ister ülkenizde bulunan bir Alman vatandaşı olsun, ister bir Suriyeli olsun, ister bir Mısırlı olsun, ister bir Bosnalı olsun. Bu fark etmez. Ülkenizde bulunduğu statü ne olursa olsun ister düzenli göçmen olsun ister düzensiz göçmen olsun ister hakkında sınır dışı kararı vermiş olun ister geçici korumayı sonlandırmış olun geri gönderemezsiniz. Bu çok temel bir ilkedir. Dolayısıyla kişinin böyle bir muameleye maruz kalacağı bir ülkeye geri gönderilmesi zaten söz konusu değildir. Dolayısıyla Türkiye’de geçici koruma altındaki bulunan Suriyelilerin Suriye’ye geri gönderilmelerine ilişkin açıklamaları da bu kapsamda değerlendirmek gerekir.

Editör: Bervan KAYA

Göçün Feminenleşmesi: Toplumsal Cinsiyet Perspektifinden Kadın Göçmenler

Yazının PDF formatına aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz:

Göçün Feminenleşmesi: Toplumsal Cinsiyet Perspektifinden Kadın Göçmenler

Olida BATMAZ

Göç Çalışmaları Staj Programı

“Göçmen Kuşlar Aynı Zamanda Kadındır”

-Mirjana Morokvasic

Özet

Göç literatüründe kadın sorunu uzun süredir önemsiz bir konu olarak kalmıştır. Ancak ikinci dalga feminizmin bir sonucu olarak toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin ortaya çıkarılması, cinsiyet körlüğünü ortaya çıkarmış ve feminist akademisyenler, göç süreçlerinde kadınların ve toplumsal cinsiyetin önemini ve işlevselliğini vurgulayan çalışmalarla “göçün feminizasyonu” olgusunu açığa çıkarmışlardır. Toplumsal cinsiyet literatürünün geliştiği 1980’lerden itibaren yaşanan küresel ekonomik ve sosyal değişimler, Batının uyguladığı neoliberal politikalar, dünya genelinde yaşanan savaşlar, kadınları olumsuz olarak etkilemiş ve göç olgusu giderek kadınlaşmıştır. Göçmen kadınların giderek artan bir oranla işgücü piyasalarına katılımı bu kadınların görünürlüğünü arttırmak ile birlikte birçok olumsuz etkenlerle karşılamasına da neden olmuştur. Bu hassasiyetle yazılan bu çalışma, göç deneyimi yaşayan kadınların toplumsal cinsiyet rollerinden kaynaklanan mağduriyetlerini ortaya çıkarmaya, bu kadınların göçlerinin nedenleri ve yöntemlerine, göç esnası ve sonrasında karşılaştıkları risklere ışık tutmaya çalışmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Göç, Kadın, Küreselleşme, Göçün Feminizasyonu, Kadın Göçmenler, Toplumsal Cinsiyet. 

Abstract

The problem of women has long been treated as an unimportant subject in the literature on migration. Yet the growth of gender inequality as a result of second-wave feminism has exposed gender blindness, and feminist scholars have exposed the phenomena of “feminization of migration” with studies highlighting the significance and functionality of women and gender in migratory processes. The neoliberal policies put in place by the West, the conflicts that have taken place all over the world, and the phenomena of migration have all harmed femininity since the 1980s when gender literature first emerged. Immigrant women’s growing presence in the job market has raised their visibility but also exposed them to several disadvantages. This sensitively written study attempts to uncover the complaints of women who have migrated as a result of their gender roles as well as provide insight into the causes and methods of these women’s migration as well as the risks they face both before and after migration.

Keywords: Migration, Women, Globalization, Feminization of Migration, Women Migrants, Gender.

Giriş

Göç, insanlık tarihi kadar eski bir olgudur ve hemen hemen her insanın hayatında bir göç hikayesi vardır. Ulus devletler ve sınırlar var olduğundan beri önemli bir mesele haline dönüşen göç, bir yandan yaşanan savaşlar, çatışmalar, ekonomik ve çevresel sorunlar, diğer yandan da ulaşım ve iletişim kanallarının yaygınlaşması ve hızlanması ile giderek daha fazla insanın hayatını etkiler hale gelmiştir (Biehl & Danış , 2020: 8). Dolayısıyla son yıllarda göç çalışmaları büyük bir ivme kazanmıştır. Fakat göç çalışmalarında genellikle özne olarak erkek hareketinden söz edilmiştir. Bu durum ise uzun yıllar boyunca göçün erkek bir olgu olarak ele alınmasını ve kadınların göç çalışmalarında görünmez kılınmasına neden olmuştur. Toplumsal cinsiyet literatürünün ön plana çıktığı 80’lere gelmeden önce göç çalışmalarında kadınlardan söz edilmemesinin en önemli faktörü göç literatürünün “cinsiyet körü” (gender blind) olmasıdır. Bunun bir yansıması olarak göç konulu makalelerde, 70’li yıllara kadar ki göç araştırmalarının cinsiyet farklılıklarını hiçbir şekilde önemsemeden kadının genellikle arka planda tutulduğu ve “erkekle birlikte”, “erkeğin arkasından” veyahut “erkekten sonra” gibi kavramsallaştırmalarla sürekli önünde bir erkekle anlatıldığına vurgu yapılmıştır (Gürkan, 2021a). Dolayısıyla göçmen kadınlar her daim erkek tarafından gerçekleştirilen bir olayın ‘edilgen figüranları’ olarak incelenmiştir ve bu dönem çalışmalarında göçmen kadınların geleneksel değerlerin taşıyıcısı ve koruyucusu olmaları vasfıyla ‘kurban göçmen kadın’ stereotipine dönüştürüldüğü üzerinde de sıkça durulmuştur (Gürkan, 2021a). 1980’lerden itibaren ise kadınlar uluslararası göç alanında daha görünür olmaya başlamışlardır. Göçmen kadınların bir kategori olarak basitçe ‘eklendiği’ bu çalışmalar, zamanla yerini toplumsal cinsiyetin feminist bir perspektifinden sorgulandığı çalışmalara bırakmıştır (Çoşkun, Göçmen Kadınlar, 2021). Mirjana Morokvasic’in (1984) “Göçmen Kuşlar Aynı Zamanda Kadındır” başlıklı çığır açan makalesi, toplumsal cinsiyet perspektifinden göç hareketlerini inceleyen akademik araştırmaların önemli bir başlangıcıdır. Morokvasic bu makalesinde; tüm dünyada yaşanan göç olgusunda kadınların daima çalıştıklarını ve hem ekonomik hem de demografik olarak önemli bir rol oynadıklarını ancak ekonomik aktivitelerin dışında tutulmalarından dolayı göçmen kadınların 1980’lere kadar sosyolojik olarak görünmez olduklarını vurgulamıştır (Morokvasic, 1984 akt. Gürkan, 2021a). Son tahlilde bu çalışma, son yıllarda akademide kendine daha çok yer bulan veya bulmaya çalışan ‘göçün feminizasyonuna’ ve göç eden kadınların neden göç ettiklerine, göç esnasında ve sonrasında ne gibi sorunlar yaşadıklarına ve son tahlilde göçün kadınlar üzerinde nasıl bir etki yarattığına dair sorulara cevap bulmaya odaklanmıştır.

1. Tarihsel Süreç İçerisinde Göç Olgusu ve Küreselleşmenin Etkisi

Göç, bir devinimdir ve insanlığın varoluşundan beri gerçekleşen evrensel bir olgudur. Tarih boyunca insanlar bazı sebeplerden dolayı yaşadıkları alanları terk edip, daha iyi koşullarda yaşamayı amaçlayarak başka yerlere göç etmişlerdir. Bu mekân değişimi basit veya sıradan bir olgu olmayıp; kendi kültürel öğelerini de gittikleri yerlere taşımaları ve gittikleri yerin de kültürel öğelerini benimseyip benimseyememe olayıdır (Gürkan, 2021b). Göçü zorlayan sebepler arasında ekonomik ve sosyal eşitsizlik, yoksulluk, siyasi baskı, zulüm, savaş ve doğal afetler gibi çok çeşitli ve kompleks durumlar yer almaktadır. Dolayısıyla göç olgusunda iki eğilim olduğunu söyleyebiliriz; ilki insani gerekçelerle daha iyi yaşam koşulları ve daha iyi iş fırsatları için gerçekleştirilen göç (ekonomik nedenler), ikincisi ise siyasi nedenlerle yaşanılan alanların terk edilmesidir (zorunlu göç).

Günümüzde göçün değişen anlamına şahit olmaktayız. Bu noktada da tetikleyici etken şüphesiz “küreselleşmedir”. 1950’lerin başından itibaren Avrupa’da kitlesel göçlerin başlaması, işçi/emek göçünün devletlerarası düzenlemeye konulması, 90’larda yaşanan siyasi değişikliklerle birlikte mülteci ve kayıt dışı göçmenlerin sayısının artması göçün bu yüzyılda daha da hızlanmasına neden olmuştur (Kaya, 2020). Dolayısıyla bu faktörlerle göçler küreselleşmiş ya da küreselleşmeyle bu faktörler ortaya çıkmıştır diyebiliriz. Küreselleşme, göçün yapısı ve biçimi üzerinde etkili olmakla birlikte, yeni göç biçimlerini de ortaya çıkarmıştır. Castles ve Miller’e göre 21. yy, “göçler çağı” olarak adlandırılmakta ve göçün küreselleşmesi, hızlanması, farklılaşması, siyasallaşması ve kadınlaşması bu çağın temel dinamiklerini ortaya koymaktadır ve küresel nitelikli göçlerde artık kadının fark edilmeye ve özne olarak ele alınmaya başlandığı görülmektedir (Castles & Mark, 2008: 15). 1960’lara kadar ki göç çalışmalarında özne, bekar ve genç erkek göçmenler olarak kabul edilmekteydi ve bu durumda da kadın göçmenler göç çalışmalarındaki istatistikî verilere dahil edilmemekteydi. Kadınlar daha çok aile birleşmeleriyle eşini takip eden, göç sürecinde karar mekanizmasına dahil olmayan ve gittiği ülkede de özel alanda kalmak zorunda olan göçmenler olarak görülmekteydi. Fakat, ikinci dalga feminizmin etkisiyle toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin ortaya çıkarılması, kadınların özel alandaki konumunun sorgulanması ve özel olan politiktir anlayışıyla hareket edilmesi göç çalışmalarındaki cinsiyet körlüğünü (gender-blindness) ortaya çıkarmıştır (Kaya, 2020). Nitekim sayısal verilere de bakacak olursak; Anadolu Ajansı (AA) muhabirinin, BM Uluslararası Göç Örgütünün (IOM) 2022 Dünya Göç Raporundan derlediği bilgilere göre, 2020 itibariyle dünya genelinde 281 milyon göçmen bulunmaktadır. Bir önceki yıla göre yüzde 3,5 artış gösteren göçmen nüfusunun 135 milyonu kadın ve 146 milyonu ise erkektir (Tarhan, 2022). Dolayısıyla küresel olarak kadın göçmenler bu oranın %48’ini oluştururken cinsiyet körü çalışmalar yürütmek ve sadece erkek göçmeni göçün aktörü olarak görmek tam anlamıyla göç hareketliliğini ve göçmen ilişkilerini anlayamayacağımızı göstermektedir.

2. Göç Çalışmalarında Kadının Yeri: Toplumsal Cinsiyet Olgusu

Toplumsal cinsiyet literatürünün ön plana çıktığı 1980’lerde yazılmış olan akademik çalışmalar göç literatüründe toplumsal cinsiyetin önemli bir faktör olarak gelişmesini sağlamıştır. Toplumsal cinsiyet, kadın ve erkek olma biçimlerinin kültür ve toplumsal normlar tarafından oluşturulduğunu iddia etmektedir. Cinsiyetin sadece biyolojik bir olgu değil aynı zamanda toplumsal olarak kodlanan bir norm olduğunu ve insanların kadın ve erkek gibi davranmaya başlayarak toplumun kendileri için biçtikleri roller içerisinde yaşadıklarını savunmaktadır (Kaya, 2020). Nitekim göçmen kadının bir kültür taşıyıcısı rolü üstlenmesiyle birlikte çocuklarına kendi kültür ve geleneğini aktarması, evdeki bütün sorumluluğu üstlenmesi ve emek piyasasında güvencesiz, vasıfsız ve ucuz işlerde çalışmak zorunda kalması toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin önemli göstergeleri olarak görülmektedir (Kaya, 2020).

Bu alan içerisinden kendine yer bulan feminist teorisyenler ise göç çalışmalarında kadının yeri ve göçün toplumsal cinsiyet temelli sonuçlarının anlaşılmasına katkıda bulunarak, kadınların toplumsal aktör olarak göçü etkileme gücüne dikkat çekmektedirler. Bu açıdan kadınların kendileri ve aileleri için seçim ve planlar yapan bireyler olduklarına ve göç sürecinde sadece eşlerini takip eden pasif bireyler olmadıklarına ilişkin vurgu artmıştır (Dedeoğlu & Ekiz Gökmen, 2020: 25). Aynı zamanda toplumsal cinsiyeti göz önünde tutarak yapılan göç araştırmaları, kadınların dört farklı sosyal ilişki seti ve dolayısıyla iktidar ilişkisi içinde olduğuna dikkat çekmektedir: kadın olmaları, göçmen olmaları, farklı bir etnik gruba ve işçi sınıfına ait olmaları. Böylece göçmen işçi kadın, göçmen olarak yerli işçi kadın karşısında, kadın olarak erkek göçmen karşısında, işçi olarak vasıflı göçmen işçi karşısında dezavantajlı konumdadır (Toksöz, 2006: 83).

Son tahlilde toplumsal cinsiyet olgusunun göç çalışmalarına girmesiyle birlikte, göçün aile hiyerarşisini ve göçmen kadını nasıl dönüştürdüğü, kadın göçmenlerin hangi sektörlerde iş bulabildikleri, iş gücünün ve göçün feminizasyonu gibi konular araştırılmaya başlanmıştır.

2.1. Göçün Feminizasyonu

Göçün feminizasyonu tanımı en yalın haliyle, kadın göçmenlerin tüm göçmenler içindeki oranının artması, daha görünür olması ve birisine özellikle de erkeklere pasif biçimde bağımlı olmadan, çalışmak üzere göç edebilme eğilimlerinin artışını ifade etmektedir. (IOM, 2009) Kadın göçmenlerin oransal büyüklüğü aslında yeni bir olgu değildir. Neredeyse 1960’lardan bu yana kadınların göç içerisindeki payı erkeklere oldukça yakın seyrede gelmektedir. Ancak, özellikle Avrupa ve Kuzey Amerika’daki göçmenler içerisinde kadın göçmenlerin oransal olarak ağırlığının artması, hatta bazı bölgelerde kadın göçmen oranının %70-80 lere çıkması göçün feminizasyonu kavramını gündeme getirmiştir (Doğan, 2021, ss. 41-42).

Bu sürecin başlangıcı 1970’lerden sonraki dünya içerisinde düşünebileceğimiz, kırılma noktalarından biri olan SSCB’nin yıkılışıdır. Aynı zamanda 70’lerin sonundan 90’ların başına kadar gelen süreç içerisinde yaklaşmakta olan neoliberal dalganın esintileri de önem arz etmektedir. Genel olarak imalat sektörünün yerini hizmet sektörüne bırakması söz konusu olmakla birlikte bu durum tepe noktasına Sovyetlerin dağılışıyla ulaşmıştır. Sovyetlerin dağılmasından sonra buradaki kadınlar başta Avrupa ve ABD olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerine göç etmişlerdir. Çünkü yıkılan siyasi-iktisadi ortamda hayatta kalabilmek oldukça zordu. Dolayısıyla SSCB’nin yıkılışı ile kitleselleşen bir kadın devinimi söz konusu olmuştur denilebilir. Sonuç olarak dünya küresel sisteminin belirginleştiği 70’li yıllardan itibaren kadınların göçünün oranca artmaya başlaması ve göç literatüründeki cinsiyet körlüğünün yavaş yavaş ortadan kalkması göçün feminizasyonu kavramının ortaya çıkmasında önemli iki etmen olarak görülebilir.

Eleştirel olarak bazı çalışmalar ise göçte kadınlaşma eğiliminin kabulünü, göçmen kadınların sayılarının artmasından ziyade kadınların göç deneyimlerinin yüksek düzeyde toplumsal cinsiyetle ilişkili olduğunu gösteren, toplumsal cinsiyeti analitik bir kategori olarak ele alan feminist araştırmaların bir sonucu olduğunu söylemektedir (Coşkun, 2021a). Feminist çalışmalar, toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizliklerin, baskıların, rollerin ve sorumlulukların kadınların göç kararlarını etkilediğini ve kadınların göçü erkeklerden farklı olarak deneyimlediklerini çok bariz bir şekilde göstermekle birlikte kadınlar için boşanmanın zorluğu ya da boşandıktan sonra gelen toplumsal baskı, can güvenliğinin ve ekonomik özgürlüğün kimi kadında olmamasının yarattığı zorlayıcı faktörler ve aile içi şiddet kadınların göç etmesinde önemli unsurlar olarak yer almaktadır. Aynı zamanda göçmen kadınların kendi aralarındaki farklılıklar ve değişik geçmişlere ve tecrübelere sahip oldukları gerçeği göz ardı edilmektedir. Kofman’a göre egemen göç modelinde “dışarıda yeni fırsatlar arayan maceracı erkek ve ona sonradan katılan ailesi” şeklinde bir erkek sapması mevcuttur (Kofman, 1999 akt. Toksöz, 2006: 83). Bu model kadınları, istihdamına ikincil önem atfedilen pasif izleyicileri ve bağımlı aile üyeleri olarak sunarken kendi başına göç eden ve aile karar alma süreçlerine katılan kadınlar bu modelde temsil edilmemektedir. Fakat literatürde gelişen bir alan olan göçün feminizasyonu ile kadınların geride kalan pasif bireyler olmadıklarını ve günümüzde göç sürecinin etken unsurları haline geldiklerini görmekteyiz. 

Bu anlamda göçün feminizasyonu penceresinden göç olgusuna bakan literatür esasen, göç öncesinde, sırasında ve sonrasında cinsiyete ve toplumsal cinsiyet normlarına bağlı olarak kadınların yaşadıkları deneyimleri hem mikro hem de makro etkileri açısından irdeleyen bir çalışma alanıdır.

Son olarak göçün feminizasyonu temel olarak beş alandaki eğilim veya durum ile ilişkili görülmektedir: 

Piper’a göre bunlardan ilki, ekonomik yönden gelişmiş ülkelerdeki kadın göçmen oranın daha fazla olması, ikincisi, genel olarak kadın göçmen sayısındaki artış, üçüncüsü, kadının sadece aile birleşmesi ya da evlilik gibi klasikleşmiş kadın göç hareketlerinin dışına çıkarak, işçi göçünden, insan ticareti ve sığınmacı göçüne kadar göçün tüm çeşitlerinde yer alması, dördüncüsü ise doğrudan olmasa da dolaylı olarak kadınla ilgilidir. Buna göre kadınların göçte daha çok yer almasının bir nedeni, erkeklerin ülkelerinde tam zamanlı iş bulmasındaki güçlüklerin kadınları başka coğrafyalarda iş aramaya yöneltmesidir. Beşinci ve son eğilim ise hedef ülkelerde, “kadınlarla özdeşleşmiş” işlere (hemşirelik, hasta bakıcılığı, ev temizliği, bakıcılık vb.) olan talebin artmasıdır (Piper, 2006; akt. Yılmaz, 2019: 387).

2.2. İşgücünün Feminizasyonu

Göçün feminizasyonu ile bağlantılı bir kavram olan işgücünün feminizasyonu, kadınların istihdamının düzenli bir şekilde artması anlamına gelmektedir ve şüphesiz bunda en büyük etmen küreselleşmedir. Küresel ekonomi içerisinde iş gücününün feminizasyon sürecini yaşaması göç eden kadın sayısının ve oranının artmasına katkı sağlamıştır (Küçük, 2022: 29). Aynı şekilde küreselleşme süreciyle göçün kadınlaşmasını birlikte okuyan Sassen, göçmen kadının yoğunlukla kadınlık rolleri gerektiren işlerde çalışmasının toplumsal cinsiyet rollerinin tekrarlanmasına yol açtığını ve kadın göçmenlerin uluslararası bakım ve hizmet sektöründe ucuz emek sağlayıcısı olduğunu belirtmektedir (Sassen, 1984; akt. Kaya, 2020). Bu nedenle küresel kapitalist sistemde göçmen kadın emeği her zaman karşılık bulacaktır ve gelişmiş ülkelerin düşük ücretli işçiler talep etmesi, hizmet sektörünün gelişerek fiziksel güce dayalı işlerin azalması, yerli kadının politikleşmesi ve üretimin sınıf ve ırk ekseninde yeniden şekillenmesi kadın göçmen işçi talebini arttıracaktır (Sassen, 1998; akt. Kaya, 2020). Dolayısıyla kadınların uluslararası göç süreçlerinin önemli aktörleri haline gelmesi, göç çalışmaları içerisinde daha görünür olması ve kadın odaklı çalışmaların sayısının artması hem göçün feminizasyonu hem de buna paralel olarak meydana gelen işgücü piyasasının feminizasyonu ile ortaya çıkmıştır denilebilir.

Sonuç olarak 21.yy.’da kadının göç olgusu ile artan bir şekilde anılmaya başlanmasını tek başına niceliksel bir veriyle açıklamak yetersiz kalacaktır. Şöyle ki: kadının hane ekonomisine katkısının artması ya da bunu bizzat üstlenmesi nedeniyle iş piyasasına katılışındaki artış; münferit olarak göç etme eğilimi, sosyal yaşamın tüm alanlarında olduğu gibi, gündelik hayatta görünürlüğünün artması kadın göçünü daha belirgin kılmıştır (Yılmaz, 2019: 387). Son tahlilde göç olgusunun kadınlar perspektifinde niteliğini anlamak adına, kadın göçmenlerin neden göç ettikleri, göç esnasında ve sonunda ne gibi risklerle karşılaştıkları sorularını cevaplamak doğru olacaktır.

3. Kadınlar Neden Göç Ediyor? / Zorunlu ve Gönüllü Göç Odağında Sınıflandırma

Genel olarak kadınlar; yoksulluk, güvenlik sorunları, iş pazarı talebi, aile birleşmeleri, evlilik, ücret farklılıkları ve yurt dışı bağlantıları gibi nedenlerle göç etmektedirler (Mollard, 2010 akt. Yılmaz, 2019). Dolayısıyla göçmen profillerindeki çeşitliliğin yanı sıra göçmenlerin göç etme nedenlerinde de bir çeşitlenmenin var olduğu bir gerçektir (Koser, 2007).

Bu noktada işçi göçü, aile birleşimi ile yapılan göçler ve evlenme amacıyla yapılan göçler kadınların gönüllü göç sınıflandırmasına dahil edilirken; zorunlu göç kategorisinde, mülteci/sığınmacılar ile insan ticareti mağdurları yer almaktadır.

İşçi Göçü: Kadınlar geleneksel rollerin dışında, göç ettikleri ülkede geçimlerini sağlayabilmek için istihdam sürecine katılmak zorunda kalabilmekte veya istihdam sürecine katılmak amacıyla göç edebilmektedir (Küçük, 2022: 30). Göçmen kadınların iş gücü piyasalarındaki konumu da yerli kadınlara ve göçmen erkeklere göre farklılık göstermekle birlikte göçmen kadınlar çoğu zaman eğitim durumlarından veya sahip oldukları mesleklerinden bağımsız olarak göç ettikleri ülkelerde toplumsal cinsiyet normları itibariyle kadın işi (gender segregated work) olarak görülen işlerde çalışmaktadırlar (çocuk bakıcılığı, ev içi hizmetler, hasta bakımı, bavul ticareti vb.). Dolayısıyla geldikleri ülkelerde nitelikli işgücü olarak sayılabilen göçmen kadınlar göç ettikleri ülkelerde nitelik gerektirmeyen ev ve bakım hizmetlerinde iş bulabilmektedirler. Gelişmiş ülkelerdeki bu bakım hizmetlerine daha fazla ihtiyaç duyulmasının birincil etmeni ise hedef ülkedeki nüfusun yaşlanması ve sosyal devlet anlayışının çökmesidir. Yani devletin bakım hizmetleri için vermiş olduğu kurumsal ve maddi desteklerin kesilerek, bakım hizmetlerini bireylerin sorumluluğuna yüklemesidir. Bu da zaten neoliberal siyasi ve iktisadi politikaların özünü oluşturmaktadır (Sapmaz, 2017). Göçmen kadınların kayıt dışı ve ev içinde çalışıyor olmaları aynı zamanda bu kadınların sömürüye ve istismara açık hale gelmelerini arttırmıştır. Pasaportlarına el konulan ve bu nedenle işverene bağımlı olan kadın göçmenler, çalışma saat ve süreleri belirli olmadan uzun saatler boyunca ve sürekli olarak çalıştırılmaya zorlanmakta, taciz, tecavüz gibi çeşitli istismarlara maruz kalabilmektedirler.

Ev hizmetlerinin yanı sıra hemşirelik ve öğretmenlik gibi eğitim gerektiren işler ve cinsiyete dayalı seks işçiliği de kadınlara özgü iş sınıflandırmasında yer almaktadır (Yılmaz, 2019: 388). Dolayısıyla göçmen kadınların, göçmen erkeklere kıyasla daha az ücretle, daha zor koşullarda ve daha fazla baskı altında çalıştıkları söylenebilir. Aynı zamanda Güneydoğu Asya ülkeleri devlet politikası olarak özellikle kadın göçünü desteklemektedir çünkü göçmen kadınların göçmen erkeklere oranla ülkelerine döviz gönderme eğiliminde daha istikrarlı ve güvenilir olduğu görülmüştür. 

Aile Birleşimi ile Yapılan Göç: Kadının ikincil bir konumda görüldüğü ve göçün daha az çalışılmış bir alanı olan aile birleşmesi amacıyla yapılan kadın göçü, ekonomik açıdan gelişmiş ülkelere yapılan kadın göçünün birincil şeklini oluşturmaktadır. Örneğin ABD, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Avrupa ülkelerine yapılan kadın göçünün temel nedeni aile birleşimidir (Yılmaz, 2019: 389). Eşlerinin ardından yola çıkmış kadın göçmenlerin deneyimleri üzerinden çalışılan bu alanda gerek dil bariyerleri gerekse erkek egemen toplumun genel hakimiyeti üzerinden baktığımızda kadın göçmenler için güvenli olmayan yerlerdir. Diğer bir yandan öncü olarak kadının göç etmesi ve ona sonradan katılan ailesi şeklinde de sapmalar mevcuttur. Örneğin ev hizmetlerinde çalışan kadın göçmenler ilk göç eden aile bireyleridir ve kadınlar daimi oturma izni aldıktan sonra, ailenin diğer bireyleri de göçe katılmaktadır (Yılmaz, 2019).

Evlenme Amacıyla Yapılan Göç: Evlilik sonrası eşlerden birinin, diğerinin yaşadığı yerleşim yerine göç etmesiyle oluşan bu göç türünde, kocanın ailesinin bulunduğu yerleşim yerine göç edilmesi geleneği “babayerlilik”, kadının ailesinin yerleşim yerine göç edilmesi de “anayerlilik” olarak anılmaktadır (Yılmaz, 2019: 390). Dünya geneline bakıldığında evlilikle beraber çoğunlukla kadınların kocalarının yerleşim yerine göç ettikleri görülmektedir. Sıklıkla karşılaşılan bir diğer durum ise Sovyetlerin dağılmasıyla oluşan göç dalgasının içerisinden kâğıt üstü evliliklerin yoğunlaşmış olmasıdır. Literatüre ‘’sipariş evlilik’’ olarak geçen bu durum ekonomik açıdan gelişmiş ülke erkeklerinin, daha az gelişmiş ülkeden kadınlarla evlenmesi şeklinde de yapılmaktadır.

Mülteci/Sığınmacı Göçü: Savaş ya da iç savaş gibi durumların yanı sıra ülkelerinde ayrımcılığa uğrayan ya da kötü muameleye maruz kalan kadınlar da sığınmacı olarak başka ülkelere göç etmektedirler. Kadın sığınmacılar normal göçmenlerin aksine temel güvenlik ve korunma sorunlarıyla daha fazla karşı karşıya kalmakta, fiziksel saldırı ve istismara karşı daha kırılgan olmaktadırlar. Dolayısıyla çocuklar ve kadınlar gibi, normal şartlarda bile farklı şekillerde sömürüye uğrayan sosyal gruplar, “göçmen olma” halinden çok daha fazla etkilenebilmekte ve diğer sığınmacılarda olduğu gibi, belge eksikliği nedeniyle haklı nedenini ıspatlamakta güçlüklerle karşılaşabilmektedirler (Yılmaz, 2019, ss. 390-391).

İnsan Ticareti Mağdurları: İnsan ticareti de kadın göçmenlerin mağdur olduğu alanlardan bir diğeridir. Göç politikaları nedeniyle kimi zaman kadınlar göç sürecine kendiliğinden katılamamakta, aracılara başvurabilmekte ve kandırılarak insan tacirlerinin kölesi haline gelmektedirler (Şeker & Uçan, 2016: 209). Göçmen kadınlar yasadışı fuhuş yaptığı veya bulaşıcı hastalık taşıdığı gerekçesiyle gözaltına alınarak sınır dışı edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalmakta, dil yetersizliği ve bilgi eksikliği nedeniyle kendini kolluk güçlerine karşı savunmakta güçlük çekmekte, bu durum göçmen kadınların insan tacirleri tarafından istismara uğramasını kolaylaştırabilmektedir (Coşkun, 2014, ss. 196-197).

4. Göç Sırasında ve Sonrasında Kadınlar Ne Gibi Sorunlar Yaşıyorlar?

Göçmen kadınlar, yukarıda sıralanan alanlarda çeşitli sömürü ve istismarlara maruz kalmakla beraber, başta sağlık koşullarının yetersizliğinden kaynaklanan sorunlar olmak üzere farklı sorunlar ve risklerle karşılaşmaktadırlar. Bu sorunlar şu şekilde sıralanabilir:

  • Hijyen olanaklarına sınırlı erişim,
  • Üreme sağlığıyla ilgili ve gebelik önleyici sağlık önlemlerin yeterince alınmaması ya da bunlara ulaşamama,
  • Cinsel yolla bulaşan hastalıklardan korunamama,
  • Aile içi şiddeti bildirememe,
  • Fiziksel, ruhsal ve cinsel şiddet,
  • Sınır dışı edilme korkusuyla her türlü sömürüye açık hale gelme,
  • Dil yetersizlikleri nedeniyle her türlü imkândan yoksun kılınma (Yılmaz, 2019, ss. 393-394). 

Dolayısıyla göç etmenin kendisi başlı başına zorlayıcı bir süreç iken kadın olarak göç etmek daha da zor bir hal almaktadır. Diğer bir taraftan, bu kadınlar içinde daha fazla korunmaya muhtaç olan kadınlar vardır. Bunlar;

  • Refakatsiz ve tecrit edilmiş olan tek kadınlar,
  • Cinsel şiddet kurbanı olan kadınlar,
  • Eşcinsel olan kadınlar,
  • Ruh sağlığı bozuk olan kadınlar,
  • Geçici koruma bölgelerinde ya da göz altında bulunan kadınlar olarak sıralanabilir (Yılmaz, 2019: 394).

Sonuç

Kadının göç literatüründeki yerinin ve durumunun toplumsal cinsiyet perspektifinden ele alındığı bu çalışmada küreselleşme ile göçün değişen anlamına değinilmiş, iş gücünün ve göçün feminizasyonu ile kadınların uluslararası göçte daha görünür ve aktif olması üzerinde durulmuştur. Kadınların zorunlu ve gönüllü göç sınıflandırması altında neden göç ettiklerine değinilmiş, göç esnasında ve sonrasında göçmen kadınların ne gibi riskler ve sorunlarla karşılaştıkları ile çalışma bitirilmiştir.

Morakvasic’in ‘’Göçmen Kuşlar Aynı Zamanda Kadındır’’ adlı çalışması ile irdelenmeye başlanan, kadının göç çalışmalarındaki yeri ve durumu, günümüzde kadın göçmenlerin kaynak ülkedeki entegrasyon politikalarına kadar ciddi bir dönüşüm geçirmiştir. Günümüzde kadın göçmenler toplumsal cinsiyete dayalı, sosyal ve ekonomik eşitsizlikler karşısında dezavantajlı olsalar da feminist çalışmalar, bugün kadınların göçün aktif katılımcıları olduğuna ve göçü etkileyici kapasitelerine vurgu yapmaktadır (Dedeoğlu & Ekiz Gökmen, 2020: 25). Kadınlar her ne kadar göç süresince zorlu şartlarla karşılaşsalar da göç etmekten vazgeçmemektedirler. Çünkü göç bazen aile hiyerarşisine direnmek, zorba bir eşten kaçmak, toplumsal etiketlenmelerden kurtulmak için de bir yoldur (Kaya, 2020). Bu noktada göçün, kimi kadın için özgürleştirici bir etkisi olduğu da yadsınamaz bir gerçektir.

Sonuç olarak kadın göçmenlerin göç süresince yaşadıklarının düzenli olarak incelenmesi ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi için ulusal ve uluslararası alanda çeşitli düzenlemeler yapılmalı ve insanlık hakları gözetilmelidir. Fakat unutulmamalıdır ki göç edenler her zaman rakamların ve istatistiklerin çok daha ötesindedir (Doğan, 2021).

Editör: Eda KURT

Kaynakça

Biehl, K., & Danış , D. (2020). Toplumsal Cinsiyet Perspektifinden Türkiye’de Göç Araştırmaları. İstanbul: SU Gender ve GAR.

Castles, S., & Mark, M. J. (2008). Göçler Çağı: Modern Dünyada Uluslararası Göç Hareketleri. (B. U. Bal, & İ. Akbulut, Çev.) İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi.

Coşkun, E. (2014). Türkiye’de Göçmen Kadınlar ve Seks Ticareti. Çalışma ve Toplum Ekonomi Hukuk Dergisi, 42(3), 185-206.

Çoşkun, E. (2021, Ocak 5). Göçmen Kadınlar. Mart 14, 2023 tarihinde feministbellek: https://feministbellek.org/gocmen-kadinlar/ adresinden alındı

Dedeoğlu , S., & Ekiz Gökmen, Ç. (2020). Göç Teorileri, Göçmen Emeği ve Entegrasyon: Kadının Yeri. K. Biehl, & D. Danış (Dü) içinde, Toplumsal Cinsiyet Perspektifinden Türkiye’de Göç Araştırmaları (s. 18-37). İstanbul: SU Gender ve GAR.

Doğan, D. (2021, Mayıs). Kadın ve Göç İlişkisini Anlamak. (M. Alpar, Dü.) Kış Stajı Özel Sayısı 2, s. 41-46.

Gürkan, F. A. (2021, Ekim 19). Göç Olgusunun Kavramsal Boyutu. Mart 16, 2023 tarihinde STRASAM: https://strasam.org/ua-iliskiler/uluslararasi-sorunlar/goc-olgusunun-kavramsal-boyutu-163 adresinden alındı

Gürkan, F. A. (2021, Ekim 19). Uluslararası Göçte Kadın. Mart 15, 2023 tarihinde STRASAM: https://strasam.org/ua-iliskiler/uluslararasi-sorunlar/uluslararasi-gocte-kadin-166 adresinden alındı

IOM. (2009). Göç Terimleri Sözlüğü (Cilt No:18). Cenevre: IOM.

Kaya, S. B. (2020, Mayıs 2). Göçmen Kadının Dayanılmaz Hafifliği vs Ağırlığı Üzerine. Mart 16, 2023 tarihinde daktilo 1984: https://daktilo1984.com/forum/gocmen-kadinin-dayanilmaz-hafifligi-vs-agirligi-uzerine/ adresinden alındı

Koser, K. (2007). International Migration: A Very Short Introduction. Oxford: Oxford University Press.

Küçük, H. (2022, Haziran). Toplumsal Cinsiyet Bağlamında Göç Sürecinde Kadın ve Erkek. Toplumsal Politika Dergisi, 3(1), 26-37.

Sapmaz, H. (2017). Kadın, Neoliberal Politikalar ve Küreselleşme. Yasama Dergisi, 32, 52-53.

Şeker, D., & Uçan, G. (2016). Göç Sürecinde Kadın. CBÜ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ, 14(1), 200-2014.

Tarhan, M. (2022). Dünya nüfusunun yüzde 3,6’sı göçmen. Ankara: Anadolu Ajansı. Mart 16, 2023 tarihinde https://www.aa.com.tr/tr/yasam/dunya-nufusunun-yuzde-3-6si-gocmen/2766130 adresinden alındı

Toksöz, G. (2006). Uluslararası Emek Göçü. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayını.

Wikipedia. (2022, Mayıs 27). Nisan 1, 2023 tarihinde Kişisel Olan Politiktir: https://tr.wikipedia.org/wiki/Ki%C5%9Fisel_olan_politiktir adresinden alındı

Yılmaz, A. (2019). GÖÇ VE KADIN: “GÖÇÜN FEMİNİZASYONU” ve Kadın Göçmenlerin Durumu. CBÜ Sosyal Bilimler Dergisi, 17(1), 384-397.

Suriye İç Savaşı Sonrası Yaşanan Göçün Terör Bağlamında AB’ye Etkileri

Yazının PDF formatına aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz:

Suriye İç Savaşı Sonrası Yaşanan Göçün Terör Bağlamında AB’ye Etkileri  

İlker VAROL

Özet

Bu yazıda AB kuruluşu ve gelişim süreci kısaca ele alındıktan sonra Suriye İç Savaşı’nın patlak vermesiyle başlayan süreç ve iç savaşın şiddetlendiği yıl olan 2015 ve sonrasında Avrupa ülkelerinde görülen terör olayları üzerinde durulacaktır. Aynı zamanda bu süreçte oluşan göç dalgalarının Avrupa’da aşırı sağın ve İslamofobinin yükselişi üzerindeki etkileri ele alınacaktır. Son olarak da AB üyesi devletlerin bu dönemde ortaya çıkan güvenlik problemlerini çözmek adına ne türden politikalar izlediği üzerinde durulacaktır ve söz konusu politikaların genel bir eleştirisi sunulacaktır.

Anahtar Kelimeler: AB, Terör, Irkçılık, Göç, Mülteci, Güvenlik.

Abstract

In this article, after briefly discussing the establishment and development process of the EU, the process that started with the outbreak of the Syrian Civil War (2011) and the terrorist incidents in European countries in 2015, the year the civil war intensified, and afterwards will be emphasized. At the same time, the effects of migration waves on the rise of the far right and Islamophobia in Europe will be discussed. Finally, it will be analyzed what kind of policies the EU member states have pursued to solve the security problems that emerged during this period, and general criticism of these policies will be presented.

Keywords: EU, Terror, Racism, Migration, Refugee, Security.

1. AB’nin Kuruluşu ve Gelişim Süreci

Tarihinde 1. ve 2. Dünya Savaşları, birçok kanlı iç savaş ve devrimlere ev sahipliği yaptığı gibi aynı zamanda Rönesans ve Reform hareketlerinin doğduğu bilim ve özgür düşünce idealinde en büyük atılımları yapmış coğrafya olan Avrupa Kıtası’nda İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan yeni dünya düzeninde yerini alabilmek ve kıta içi bölgesel ekonomik istikrarı sağlayabilmek adına 6 kurucu ülkenin bir araya gelmesiyle ileride tarih sahnesinde adından sıkça söz ettirecek yeni bir güç birliği kurulmuştur. Tarih 1950’yi gösterdiğinde dönemin Fransız Dışişleri Bakanı Robert Schuman öncülüğünde günümüzde AB’nin merkezi Belçika, o dönemki adıyla Federal Almanya, Fransa, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda arasında Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu antlaşması imzalanarak ittifakın temelleri bölgede yapılacak kömür ve çelik ticaretinin ortak bir pazara dayanması ülküsüyle atılmıştır. Birliğin fikir babası ve ilk başkanı 1888-1979 yılları arasında yaşamış ve 1. Dünya Savaşından itibaren bütün amacını Avrupa’yı siyasi ve ekonomik olarak yek vücut haline getirmek isteyen Fransız iktisatçı ve maliyeci olan birçoğumuzun adını duymuş olduğu meşhur Jean Monnet’dir (T.C. Dışişleri AB Başkanlığı, 2022).

1973 ve 79 yıllarında yaşanan iki büyük petrol krizi dünya çapında parasal istikrarsızlığın daha da artmasına ve ABD para birimi olan Dolar’ın konvertibilitesini olumsuz anlamda etkilemesi birlik adına fırsat doğurmuş ve ilk olarak 1981’de Yunanistan,1986’da da İspanya ve Portekiz’in katılımlarıyla Güney bölgelere (Akdeniz) genişleyerek stratejik açıdan denizlere açılma ve liman ticaretinde daha çok söz sahibi olmak adına son derece akılcı bir hamle yapmışlardır. Birlik 1973 yılında bünyesine Birleşik Krallığı da katarak hem bölge hem de Dünya siyasetindeki güç dengelerini değiştirecek bir hamle daha yapmıştır (Tokatlı, 2023).

Avrupa Kömür ve Çelik Birliği Anlaşması’nın yapılmasının temel gayesi ilk etapta Avrupa’daki kömür ve çelik endüstrileri yönetimini bir araya getirmekti. Avrupa ülkeleri ittifakının ilk adımları bu tarihlerde atılmıştır. Birlik, ekonomik açıdan daha fazla güçlenebilmek ve Dünya siyasetinde kendisine daha sağlam bir pozisyon yaratabilmek amacıyla 1981 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu inşa etmişlerdir. Amaç yine bölgeyi ekonomik açıdan ortak Pazar tek şemsiye altında birleştirmektir.

Avrupa Birliği terimi tarihte ilk kez resmi olarak 7 Şubat 1992 tarihinde imzalanan Maastricht Antlaşması’nda kullanılarak uluslararası politika literatürüne girmiştir. Antlaşma üç sütün prensibine dayanmakla birlikte bu sütunlar birliğin politika, uluslarüstü işlemler, dış politika ve iç işleri ile ilgili iş birliğini kapsamaktadır.

ABD’nin Soğuk Savaş döneminde Doğu bloğunda etkisini gittikçe artıran Sovyet tehdidine karşı bölgede dengeleyici ve denetleyici bir güç unsuru olması adına Avrupa Birliği’nin kurulmasını desteklemiş ve diğer Avrupa ülkelerini de birliğe katarak Transatlantik Batı ittifak bloğunun temellerini atmıştır (Tokatlı, 2023).

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla beraber bölgede oluşan siyasi ve ekonomik güç boşluğunu da AB eliyle kendi lehine değerlendiren ABD, birçok eski Sovyet ülkesini AB ve Transatlantik ittifakı bünyesine çekerek Batı ittifakı hegemonik alanını birçok alanda genişletmiştir. Bu doğrultuda 2004 yılında çoğunluğu eski Doğu Bloğu ülkelerinden oluşan tam 17 yeni aday ülkenin de birliğe resmi olarak katılmasıyla AB, kuruluşundan bu yana tarihindeki en büyük genişlemeye ulaşmıştır.

2. AB’nin Göçmen Sorunu

Sovyetlerin dağılmasından sonra gündemini uzun bir süre eski Doğu Bloğu ülkelerinden gelen “yabancı işçiler” üzerinde yoğunlaştıran AB, 2011 yılında Suriye İç Savaşı’nın patlak vermesi ve buna mukabil milyonlarca Suriyeli sığınmacının Avrupa’ya kaçak göçmen olarak girmeye çalışması AB demirbaş ülkelerinin gündemini uzun yıllar meşgul edecek temel problem haline gelecektir (Ay, 2019).

Ortadoğu ülkelerinden Avrupa ülkelerine sosyal, ekonomik, dini ve politik sebeplerden dolayı dalga dalga artan göç hareketleri kısa sürede bölge ülkeleri içinde de toplumsal çalkantılara sebebiyet verecektir. Artan göç ve mülteci akını sebebiyle kıta Avrupası’nda İslamofobi ve aşırı sağ akımları toplum nezdinde tekrardan hareket alanı bulmaya başlamış, bunun sonucunda Avrupa siyasetinde aşırı milliyetçi ve ırkçı gruplar artık parlamentoda ve medyada kendilerine daha fazla yer bulmaya başlamışlardır. Farklı kültürden, dinden ve etnik kökenden insanların Avrupa ülkelerine göç etmesi ve toplum içinde kendilerine yer edinmeye çalışmaları gelecek yıllarda Hristiyan Avrupa toplumu ile bölgeye sonradan yerleşecek topluluklar arasında artacak gerilime ve toplumsal ayrışmaya sebebiyet verecektir. İki grup arasındaki gerek kültürel gerek dini ve milliyet farklılıkları toplulukların uç gruplarının birbirlerine karşı olan tutum ve söylemlerinin giderek radikalleşmesine sebep olacaktır. Giderek radikalleşen söylemler bölgedeki tansiyonun artmasına neden olacaktır. ABD’de yaşanan 11 Eylül 2001 (El-Kaide) terör saldırılarının ve bunun sonucunda ABD’nin Irak’ı işgal etmesi ve bölgede yaptığı katliamlar Hristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki ilişkiye maalesef telafisi uzun yıllar mümkün olmayacak derecede zarar verdiği, iki grup arasındaki gerilimi ciddi oranda arttırarak aralarındaki erozyonu çok daha derinleştirdiği söylenebilir.

3. Artan Terör Eylemlerinin Avrupa’ya Etkisi

Özellikle 2015 ve sonrasında Suriye iç savaşının çok daha kanlı ve radikal hale dönüşmesi sebebiyle milyonlarca Suriyeli göçmen yeni bir hayat kurabilme umuduyla iş imkanlarının ve refah seviyesinin Ortadoğu ülkelerine kıyasla çok daha ileri düzeyde olan AB ülkelerine göç etmek istemişlerdir. Savaştan kaçan milyonlara mülteci kapılarına tabiri caizse akın etmişlerdir. AB’nin göçmenlere karşı tavrı son derece sert olmuş ve sınır kapılarında çok ciddi güvenlik önlemleri alarak sınır kapılarından içeri kimseyi sokmamışlardır. Bu durumun yaşanmasında, IŞİD’in 2015 ve 2016 yıllarında Fransa ve AB’nin kalbi diyebileceğimiz Brüksel’de peş peşe yapmış olduğu kanlı terör saldırılarının etkisinin çok büyük olduğunu söylenebilir (Euronews, 2016). Fransa’nın başkenti Paris’te eş zamanlı farklı yerlerde gerçekleştirilen silahlı ve bombalı saldırılarda tam 130 kişi yaşamını kaybetmiş, 368 kişi ise yaralanmıştır (Euronews, 2017). IŞİD terör örgütünün diğer üstlendiği saldırılardan biri 32 kişinin öldüğü ve 270 kişinin yaralandığı Brüksel hava limanı ve bir metro istasyonunda yapılan intihar saldırısı iken bir diğeri ise Fransa’nın en önemli milli bayramlarından olan “Bastille” gününde Nice’de 84 kişinin kamyonun altında kalarak yaşamını yitirdiği terör saldırısıdır (BBC Türkçe, 2016). Politikacılar bu terör saldırılarını “Belçika’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşadığı en kara günler” şeklinde değerlendirmişlerdir.

2015 ve sonrasında yaşanan terör saldırıları tüm Avrupa ülkelerinin dikkatini kırmızı alarm seviyesinde kaçak göçe ve sınır bölgelerinden geçişlerde mültecilerin arasına sızarak izini kaybettirmeye çalışan teröristlere çevirmiştir. Nitekim IŞİD’in yapmış olduğu eylemlerin faillerinin Suriye bağlantılı olduğu, Suriye ve Irak bölgelerinden geldikleri ortaya çıkmış, bunun sonucunda teröristlerin eylemlerinin hazırlığını yaptığı birçok uyuyan hücre evlerinin varlığı Avrupa’da hem de Avrupa Birliği’nin tam kalbi sayılan Belçika Brüksel’de tespit edilmiştir (BBC Türkçe, 2021). Yaşanan olaylardan sonra halk, artan terör tehdidine karşı yeterince güvenlik önlemi almadıkları konusunda ülke yönetimlerine ciddi tepkiler göstermiştir. Faillerden bazılarının Fransa ve Belçika doğumlu olup bu ülkelerin vatandaşı olması ise Hristiyan Avrupa toplumunun bir arada Müslüman topluluklara karşı şüpheyle bakmalarına sebep olmuş ve Müslümanların tamamını potansiyel terörist olarak görenlerin sayısı artış göstermiştir. Batı toplumu bir arada yaşadıkları Müslümanların gerek giyim kuşamları gerekse kültürel farklılıklarından dolayı bölge kültürüne hiçbir zaman entegre ve adapte olamadıklarını düşünmüştür. Batı toplumunda İslam karşıtlığı yaşanan terör olayları sonrasında artış göstermiş ve buna bağlı olarak Avrupa’nın birçok kentinde sokak eylemleri ve gösteriler yapılmıştır. Gösterileri yapan grupların içinde en çok sivrilen gruplardan biri de ırkçılığıyla bilinen Batı’da İslam ve göçmen karşıtlığıyla dikkatleri üzerine çekmiş ve kökeni 2014 yılına dayanan, Türkçe açılımı “Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Yurtsever Avrupalılar” olan PEGİDA’dır. PEGİDA ilk gösterisini Dresden’de 300 civarında taraftarıyla 20 Ekim 2014’de yapmıştır. Bu sayı ilerleyen aylarda git gide artarak 24 Kasım’da 5 bin 500’e, 22 Aralık 2014’te 17 bin 500’e ve 5 Ocak 2015’te Dresden’de 18 bin kişiye ulaşmıştır. PEGİDA’nın bütün bu gösterileri yapmasındaki temel sebep, dönemin Almanya hükümetinin PKK terör örgütüne yaptığı silah yardımlarının bölgedeki savaşı ve iç gerilimleri artırarak bölgeden Almanya’ya ve Avrupa’ya ciddi oranda düzensiz göçe sebep olmasıdır. Onlara göre düzensiz göçle Avrupa’ya gelen Ortadoğulular bölgenin kültürel ve demografik yapısını bozduğu gibi yerli halkın iş imkanlarını da kısıtlayarak ekonomik sıkıntılara sebep olmaktaydı. PEGİDA’nın taleplerine baktığımızda kontrollü bir göç politikasıyla birlikte uygulanacak sıkı bir sınır dışı uygulaması; denetimin çok yoğun ve aktif olarak yapılacağı bir seyahat politikası; özellikle suç dosyası kabarık olan göçmenlere karşı hiç taviz verilmemesi ve son olarak Hristiyan Batı kültürünün ve Alman kimliğinin korunması hususları üzerinde önemle durulmaktadır (Topçu, 2015). Suriye iç savaşının şiddetlenmesi sonrasında maruz kaldığı yoğun mülteci akımlarının ülkelerinde sebep olduğu terör olayları sebebiyle kırmızı alarm pozisyonuna geçen AB yönetimi, kaçak göç tehlikesini kendilerinden mümkün olduğunca uzakta tutabilmek adına Doğu Avrupa ülkelerinden başlayacak sınır duvarları inşa etmiş ve sayıları on milyonlara varacak göçmenleri yerleştirecek bir tampon bölge stratejisini hayata geçirmiştir. AB 2015 ve sonrasında yüksek oranda artış gösteren göç dalgalarına karşı ülkelerinin öncelikle güvenliğini düşünerek sonrasında ekonomik durumunu, sosyolojik, kültürel ve demografik yapısını koruyup bozulmadan devam ettirebilmek adına ilk olarak sınırlarını kaçak göçlere karşı güvende tutup mültecilerin kendilerine tehdit yaratamayacağı bir ortam oluşturma gayesiyle hareket etmişlerdir.

Tampon bölge olarak en ideal ülke ise Asya ile Avrupa arasında coğrafi köprü vazifesi gören Türkiye olmuştur. AB Suriyeli mültecilerin Türkiye Cumhuriyeti’nde barınmaları hususunda Türkiye Cumhuriyeti hükümeti ile anlaşmalar yaparak ülkemize 3 milyar euro maddi destek vermişlerdir. Türkiye ile AB arasındaki göçmen anlaşması 18 Mart 2016’da Türkiye-AB zirvesi sonrası yürürlüğe girdi. Anlaşma kamuoyunda ’18 Mart Mutabakatı’, ‘Göçmen Mutabakatı’ ismiyle bilinmektedir. Anlaşma kapsamında AB, Türkiye için Sığınmacı Mali İmkânı kapsamında başlangıç olarak tahsis edilen 3 milyar euronun ödenmesini hızlandırmış ve 2016 Mart ayı sonundan önce geçici koruma altındakilere yönelik projelerin finansmanı sağlanmıştır (Dönmez Ersöz, 2021). Kaynaklar tamamıyla kullanılma aşamasına yaklaştığında ve yükümlülükler karşılandığında AB, Sığınmacı Mali İmkânı çerçevesinde 2018’in sonuna kadar 3 milyar euroluk ilave bir fonu devreye sokmuştur. Türkiye, AB’ye yönelen yeni düzensiz göç güzergahlarının oluşumunu engellemiş, deniz ve kara güzergahlarını önlemek için her türlü tedbiri almış ve bu doğrultuda AB’nin yanı sıra komşu devletlerle de iş birliği yapmıştır (BBC Türkçe, 2020).

Sonuç olarak AB ülkelerinin Suriye ve diğer Ortadoğu ülkeleri üzerindeki ekonomik ve politik çıkarlarını artırma emelleri doğrultusunda bölge devletlerinin yönetimlerine müdahale edip tahakkümleri altına almaya çalışmaları, Ortadoğu’da son yıllarda artan kaos ve iç savaşların çıkmasına sebep olmuştur. Bölgede oluşan devlet otoritesi boşluğunu fırsat bilen terör örgütleri ABD ve Rusya’dan aldıkları askeri, lojistik ve ekonomik desteklerle etki alanlarını ciddi derecede arttırmış, Irak ve Suriye’nin kuzey bölgelerinde hakimiyet kurmuşlardır. Nitekim terör örgütlerinin himayesinde hayatlarını tehlikede hisseden sayıları milyonlara varan göçmen gruplar rotalarını ya Türkiye’ye ya da Türkiye üzerinden Avrupa Birliği ülkelerine çevirmişlerdir. Tampon bölge projesi kapsamında mültecilerin yerleştirildiği Türkiye’nin mülteciler konusunda AB ile olan anlaşmalarını devam ettirip ettirmeyeceği ve AB’nin bu konudaki tavrı ve stratejisinin hangi yönde seyredeceğini önümüzdeki yıllarda hep birlikte göreceğiz.

Kaynakça:

Ay, E. (2019). Avrupa Birliğinin ortak göç ve mülteci politikası: Suriye İç Savaşı Örneği. (Yüksek Lisans Tezi). Sakarya Üniversitesi. Sosyal Bilimler Enstitüsü.

BBC Türkçe (2016). Nice saldırısı hakkında bilinenler. Erişim Adresi: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-36802089 (Erişim Tarihi: Nisan, 2023).

BBC Türkçe. (2020, Mart 3). Mülteci krizi: Türkiye ile AB arasındaki ‘göçmen anlaşması’ neleri kapsıyordu? Erişim Adresi: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-51724776 (Erişim Tarihi: Nisan, 2023).

BBC Türkçe. (2021). 2015 Paris saldırıları davası başladı, zanlı Abdeslam kendisini ‘IŞİD’in askeri’ diye tanıttı. Erişim Adresi: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-58492629 (Erişim Tarihi: Nisan, 2023).

Dönmez Ersöz, B. (2021). AB-Türkiye Göçmen Anlaşması Beş Yıl Sonra Hangi Noktada? VoA. Erişim Adresi: https://www.voaturkce.com/a/ab-turkiye-gocmen-anlasmasi-bes-yil-sonra-hangi-noktada/5828396.html (Erişim Tarihi: Nisan, 2023).

Euronews. (2016). Terör 2016’da Avrupa’yı kana buladı. Erişim Adresi: https://tr.euronews.com/2016/12/19/teror-2016-da-avrupa-yi-kana-buladi (Erişim Tarihi: Nisan, 2023).

Euronews. (2017). Avrupa’yı kana bulayan büyük terör saldırıları. Erişim Adresi: https://tr.euronews.com/2017/08/18/avrupayi-kana-bulayan-buyuk-teror-saldirilari (Erişim Tarihi: Nisan, 2023).

T.C. Dışişleri Bakanlığı Avrupa Birliği Başkanlığı. (t.y.). Avrupa Birliği’nin Tarihçesi. (Son Güncelleme: 15.11.2022). Erişim Adresi: https://www.ab.gov.tr/avrupa-birliginin-tarihcesi_105.html (Erişim Tarihi: Nisan, 2023).

Tokatlı, S. G. (2023). Avrupa’da yükselen aşırı sağ ve değişen küresel dinamikler. Europolitika Dergisi, (16), 34-42.

Topçu, E. (2015) PEGIDA: ‘Son Alman fenomeni’ hakkında bilmeniz gereken her şey 9 Soruda. Diken. Erişim Adresi: https://www.diken.com.tr/9-soruda-pegida-son-alman-fenomeni-hakkinda-bilmeniz-gereken-sey/ (Erişim Tarihi: Nisan, 2023).

Küresel Güç Dengesi: Özel Vakalar Olarak Avrupa Birliği ve Türkiye Konferans Programı Belli Oldu

0

10-11 Mayıs 2023 tarihlerinde online olarak gerçekleştirilecek konferans, Kocaeli Üniversitesi tarafından yürütülen ve Avrupa Komisyonu tarafından finanse edilen “AB’nin Gücü: Ekonomi, Politika ve Hukuk Açısından AB’nin Küresel Etkisini Yeniden İncelenmesi” (POW-EU-R) başlıklı Jean Monnet Modülünün bir çıktısı olarak düzenlenmiştir ve Avrupa Gündemi başlıklı konferans serisinin ilki olma özelliğini taşımaktadır.

Dışişleri Bakanlığı Türkiye Avrupa Birliği Başkanlığı, Kocaeli Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Çalışmaları Derneği (TUİÇ) ve Diplomasi Araştırmaları Derneği (DARD) tarafından ortaklaşa düzenlenen konferansa katılmak için aşağıdaki linkte yer alan formu doldurmanız gerekmektedir. Konferanstaki oturumların %70’ine katılanlara program sonunda ‘katılım belgesi’ verilecektir. 

https://docs.google.com/forms/d/1suT0CEzcxUUNoA4HoNA58ghr08D8718_Jfmw8LwXYa0/edit?ts=644ba144

Konferans Programı

Program

 

 

 

Swimmers (2022)

Yapım Adı: Swimmers / Yüzücüler
Yapım Yılı: 2022
Yönetmen: Sally El Hosaini
Tür: Biyografi, Dram

The Swimmers bu aralar haberlerde sık sık karşılaştığımız göçmen hikayelerini sadelikten gücünü alan bir dokunaklılıkla sinematografiye işliyor. Göçmenlerin yol boyunca yaşadığı başlıca sorunları seyirciye herhangi bir duygusal yönlendirmede bulunmadan olduğu gibi aktarıyor. Sahnelerin ve diyalogların çok doğal olmadığı konusunda eleştirilebilse de verdiği sosyal mesajı karşı tarafa makyajlamadan iletmeyi başarıyor. Müziğin sahnelerle uyumu ve popüler parçalardan oluşması seyirciye izlerken keyif katıyor. Filmin gerçek hayatta yaşanan bir olaydan uyarlanmış olması manevi değerini ölçülemez kılıyor. 

Yusra ve Sara Mardini kardeşlerin hikayesini ele alan film iç savaşın çıktığı Suriye’nin başkenti Şam’da başlıyor. Babası tarafından yüzmeye yönlendirilen kız kardeşlerin Olimpiyat’larda ülkelerini temsil etme hayalleri var. Başrollerimiz sıkı antrenman programları arasında sosyal hayatlarını sürdürmeye çalışırken, iç savaşın meydana getirdiği karamsarlıkta mümkün olduğunca umutlarını yitirmiyorlar. Ancak gün geçtikçe yakınlarından gelen ölüm haberleri hayallerinin sürdürülebilirliğini adeta baltalıyor. Çevrelerindeki insanların savaş koşullarından ötürü bir bir Avrupa’ya göç etmeye başladıklarını gören kız kardeşler, çareyi Almanya’ya yola çıkmakta buluyor. Yanlarına kuzenleri Nizar’ı da alarak Avrupa’ya gittikten sonra aile birleşimi yoluyla geride bıraktıklarını tekrar görmeyi planlıyorlar. Sınır kapılarının yollarını kesmesine aldırış etmeden hayallerini sürdürebilmenin peşine düşerek mevcut vaziyetten kurtulmaya çalışırken verdikleri mücadelede yolları Türkiye’den geçiyor. İstanbul’da buldukları bir mülteci kaçakçısı onları botla Ayvalık’tan Yunan Adalarına geçirmeyi taahhüt ediyor. 

Film, yol boyunca yaşananları seyirciyi acımaya yönlendirmeden aktarmasına rağmen olaylar saf haliyle izleyicileri gözyaşlarına boğuyor. Göç yolundaki güvenlik sorunları, kafileyi hareket ederken büyük riskler almaya zorluyor. Buna rağmen Yusra, Sara ve Nizar birbirlerine sımsıkı kenetlenerek içlerinden hiç kimseyi ardında bırakmıyor, bu tehlikeli yolculukta olumsuzluklara geçit vermiyorlar. 

Göçün farklı sebeplerini de işleyen filmde Suriye’nin yanı sıra farklı ülkelerden gelen göçmenlerin bu yolda aynı kaderi paylaştıklarını görüyoruz. Farklı kültürlerden ve geçmişlerden gelen kişiler bulundukları müşkül durumdan en kısa sürede kurtulabilmek üzere insanları ayıran bütün yapay kalıplardan arınarak sınırsız bir dayanışma örneği sergiliyor. Aynı yolun yolcusu olan göçmenlerin kendi aralarındaki yardımlaşmalar, umutsuzluğa kapıldıklarında birbirlerine verdikleri teselliler, tehlikeye düştüklerinde kurdukları dayanışmalar, süreç boyu yaşananlar arasında en değerli şeylerden birkaçı olarak yerini alıyor. Taciz, dolandırıcılık ve diğer birçok belayla karşı karşıyayken hedeflerinden vazgeçmiyor ve bu süreçte geride kalan memleketlerinden haber almayı ihmal etmiyorlar. 

Filmde Avrupa vatandaşlarının göçmen karşıtlığı ve devletlerin politikaları açıkça işleniyor. Yunan Adaları sakinlerinin tutumu, Almanya’daki grafitiler ve girerlerse geri çıkamayacakları göçmen kampları karşısında başrollerin de aralarında bulunduğu göçmen grubunun durumu ekranlara yansıyor. Buna karşın yolculuklarında her şeylerini kaybeden göçmenlere yardım eli uzatan insani yardım gönüllülerinin varlığı seyircinin içine ferahlık, yüzüne bir tebessüm konduruyor. Berlin’de yüzme koçu Sven’in başrollerimizin hayatlarını değiştirdiğini görmek göçmen karşıtlığı karşısında umutları yeşertiyor. Sven’in göçmen kızın hayallerine kavuşmasına hiçbir karşılık beklemeden yardım etmesi, onu yüreklendirmesi gerçek bir özveri timsalini ortaya koyuyor.  

Bazı diyalogların yapay, fazla basit ve zorlama olması, karakterlerin derinine inilmeyip olayda ne olduğuyla tanıtılması, filmin aceleyle bitirilmiş olması rahatsız etse de izlediğine pişman etmeyen bir yapımın ortaya çıktığını görüyoruz. Suriyeli iki kızın profesyonel yüzücü olarak ülkelerini temsilen Olimpiyat’lara katılmak olan hayallerini bu zorlu yolda nasıl ve ne derece gerçekleştirdiğini görmek insanın ufkunu genişletiyor. Bunun yanı sıra göç yolculuğunun göçmenlerin gözünden işlendiğini görmek empati yeteneğini geliştiriyor. Hiç kimsenin yaşamaması umuduyla izlediğimiz olaylar silsilesi, yaşayanların duygularına bizi de ortak ediyor. 

 

Nuh CİVELEK

Göç Çalışmaları Staj Programı

 

Röportaj: Kutluhan Bozkurt ile Avrupa Birliği’nin Göç Politikaları ve Uluslararası Hukuk Perspektifinden Türkiye

Bu röportaj, Kutluhan Bozkurt ile Avrupa Birliği’nin Göç Politikaları ve Uluslararası Hukuk Perspektifinden Türkiye üzerine yapılmıştır. Yazının PDF formatına aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz. 

Kutluhan Bozkurt ile Avrupa Birliği’nin Göç Politikaları ve Uluslararası Hukuk Perspektifinden Türkiye

Tarık Emir İSEN

Göç Çalışmaları Staj Programı

Kutluhan Bozkurt Kimdir?

Kutluhan Bozkurt, lisans derecesini Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden 1990 yılında almıştır. İstanbul’da 2 yıl serbest avukatlık yaptıktan sonra 1993 yılında, Adli Yargı Hâkim-Savcı Adayı olarak İstanbul Adliyesinde staja başlamıştır. 1995-1999 yılları arasında farklı şehirlerde Hâkim olarak görev yapmıştır. Doktora eğitimini Şubat 2000-Haziran 2004 yılları arasında, Avrupa Birliği Hukuku ve Devletler Genel Hukuku Anabilim dallarında; Avusturya, Viyana Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamlamıştır. Aynı süreçte; Almanya, Münih Ludwig Maximilians Üniversitesi Hukuk Fakültesinde, Avrupa ve Uluslararası Ekonomi Hukuku alanlarında yüksek lisans eğitimi (LL. M. Eur.) tamamlamıştır. 2004-2006 döneminde Denizbank AG Hukuk İşleri Müdürü olarak Viyana’da görev yapmıştır. Daha sonra, 2006–2007 yılları arasında Birleşmiş Milletler Üniversitesinde, Belçika/Bruges, doktora sonrası araştırmalarda bulunmuştur. 2009-2012 döneminde Belçika/Anvers’te, A Law Uluslararası Avukatlık Firmasında çalışmıştır.

Çalışma alanlarını; AB, AB ve Uluslararası Hukuk, AB ve Uluslararası Ekonomi Hukuku, Uluslararası Yatırım Hukuku, Bankacılık Hukuku, Enerji ve Petrol Hukuku, Sözleşmeler Hukuku, Taşınmaz Hukuku, Yabancılar Hukuku, AİHM’ne Bireysel Başvurular, Proje Yönetimi ve Proje Uzmanlığı oluşturmaktadır. Ayrıca, Doç. Dr. Kutluhan Bozkurt, Uluslararası ve AB projelerine de 2012 yılından beri uzman olarak katılmaktadır.

Avrupa Birliği alanında çalışmış bir hoca olarak Avrupa Birliği’nin sığınmacılara karşı uyguladığı politika ve izlediği yolu kısaca özetleyebilir misiniz?

Hemen şunu söyleyebilirim, Avrupa Birliği’nin göçe ihtiyacı var hele ki nitelikli göçe ihtiyacı var. Buradan kasıt, sığınmacılıktan ziyade nitelikli iş gücünün kendi toprakları içine, 27 ülkeden oluşan mega yapıya gelmesi için bunu teşvik ediyor ve bir nevi Green Kart uygulamasının benzerini da Avrupa Birliği’nde görmemiz mümkün. Ama çok başarılı olduğunu söyleyemeyiz çünkü hâlâ üye ülkelerin ulusal doktrininde nitelikli iş gücünü sınırlayacak veya sınırlayabilen uygulamalar var. Avrupa Birliği bu çerçevede nitelikli göç uygulamasını yerine getirirken hayli sorunla karşılaştı diyebiliriz. Nitelikli iş gücü dışındaki niteliksiz iş gücüne ihtiyacı yok. Bu sebeple kendisi için faydası olmayacak, ekonomik sisteme yük olacak niteliksiz iş gücü, hatta doğru bir tanımla niteliksiz insanların kendi topraklarına gelmesine izin vermiyor. Bu yüzden bir ayrımcı politikasının ya da ayrımcılık politikasının var olduğunu söyleyebiliriz. 

Göç, nitelikli göç ve düzensiz göç sorunsalı Avrupa Birliği’nin yumuşak karnıdır. Üye ülkelerin sıklıkla birbirlerinin politikalarını eleştirdikleri ve bu sebeple çelişkiye düştükleri görülmektedir. Sonuç itibariyle göç alanı sıkıntılı bir alan, özellikle düzensiz göçler açısından baktığımızda üye ülkelerin birbirlerinden farklı uygulamalar ve yöntemler sergilediklerini görmekteyiz. Gelecek için baktığımızda da yıkıcı ve sıkıntı doğuracak bir alan olarak karşımızda duracak. Sorun devam edecek ve 15-20 yıl boyunca Avrupa Birliği’nin uğraşacağı temel sorunlardan birinin de göç olacağını düşünüyorum.

AB ülkeleri, 2015 yılındaki göç krizinde çoğu Suriye’den kaçan 1,2 milyon göçmeni topraklarında ağırlamak istemedi. Türkiye’den tehlike bir şekilde denizi aşarak Yunan adalarına gitmeye çalışan göçmenlerin, Avrupa’ya girişini önlemek için bu göçmenlerin Türkiye’de kalmaları koşuluyla mali yardımda bulunmayı vaat etti. AB’nin Türkiye ile yapmış olduğu bu tür anlaşmalara örnek verebilir misiniz ve bu tür anlaşmalar yasal bir dayanağa sahip midir?

Avrupa Birliği düzensiz göçü önlemek için son 10 yılda yeni stratejiler geliştirmek zorunda kaldı. Bunlardan biri de geri kabul anlaşmalarıdır ve Türkiye’yle de bunu imzaladılar. Bu anlaşmalar vize serbestisi ve geri kabul anlaşması olarak bilinir. Ben o dönemde İstanbul’da başka bir üniversitede hoca olarak görev yaparken anlaşma imzalandığında öğrencilerim artık sorun yaşamayacağımızı söylediler ancak ben bu duruma çok olumlu bakamadım. Çünkü Avrupa Birliği Türkiye ilişkileri gerçekten ciddi sıkıntılar yaşayan bir alan ve uzun yıllardır hatta çeyrek asrı aşan bir süredir tarafların gerçekte bir adım boy bile alamadıkları, ilerleyemedikleri bir alan. Türkiye’yle yaptıkları geri kabul ve vize serbestisi anlaşması ile Suriyelilerin Türkiye içinde muhafaza edilmesi, korunması ve özellikle Yunanistan ve Bulgaristan üzerinden geçişlerinin engellenmesi hedeflenmekte idi. Bu anlaşmaya baktığımız zaman bir de 72 kriterden oluşan vize serbestisi var. Bu kriterlerin çoğunu Türkiye yerine getirdi. Yanlış hatırlamıyorsam 5 ya da 6 kriter kaldı yerine getirilmeyen ancak bu kalan kriterlerin yerine getirilmesi Türkiye açısından hayli zor. Türkiye kabul etmediği bu kriterleri pekâlâ yerine getirebilirdi. Ancak Türkiye Avrupa Birliği üyeliğine biraz siyasi bakıyor, kendi menfaatine olabilecek düzenlemeleri kolaylıkla yaparken aleyhine olacak düzenlemeleri kolaylıkla yapmıyor. 

Sonuç itibariyle Geri Kabul Anlaşması ve vize serbestisi çok başarılı oldu mu? Bana kalırsa Avrupa Birliği için başarılı oldu diyebiliriz. Suriyelilerin büyük bir kısmı Türkiye’de kaldı. Bunun karşılığında da Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye mali destek sözü vardı. Bu konunun önemli bir kısmı mali destek verildi, verilmedi tartışmalarıyla geçti. Hatta bundan bir ya da iki yıl önce bu ödemenin tam olarak yapılmadığı Türkiye tarafından direktör edildi ama Avrupa Birliği tam tersine ödemelerin yapıldığını söyledi. Türkiye’deki resmi Suriyelilerin sayısı 4.000.000 civarında. Bu sayının azaldığı söyleniyor fakat yeni bir göç dalgası daha var. Afganistan’dan gelenler ve Afrika ülkelerinden gelenler bu sebeple geri kabul anlaşmaları Avrupa Birliği’nin yaratmış olduğu bir strateji olarak karşımıza çıkıyor. Bu anlaşmaları sadece Türkiye’yle yapmadılar. Tunus, Fas ve Mısır gibi bazı Afrika ülkeleriyle anlaşmalar yaparak düzensiz göçü engellemeye çalıştılar ve bunun adını da geri kabul anlaşmaları olarak koydular. Başarılı oldular mı? Kısmen denilebilir ancak buradaki sorun şu siz duvar da örseniz, geri kabul anlaşmaları da yapsanız tel örgüler de çekseniz düzensiz göçü engelleyemeyeceksiniz. Çünkü ekonomik kalkınma, adaletsiz büyüme ve yoksul ülkelerin sayısının fazla olması düzensiz göçü tetikliyor. Sorunun düzeltilmesi için yoksul ülkelerin kalkınması gerekiyor. O ülkelerdeki yaşam standartlarının arttırılması gerekiyor. Diğer türlü geçici tedbirlerle bu sorunu çözemezsiniz. 

Mülteci, sığınmacı ve düzensiz göçmenlerin yaşadıkları insan hakları ihlalleri için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde bireysel başvuru yolu izlemeleri mümkün müdür?

Tabii ki mümkün. Hem Türkiye’den hem Yunanistan’dan hem de başka ülkelerden yapılan başvurular var. Sadece Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne değil Avrupa Birliği’nin kendi yüksek yargı organı olan Adalet Divanı’na yapılan başvurular da var. Buradaki yargılamalarda üye ülkelerin 1951 tarihli Cenevre Konvansiyonu ve 1967 tarihli ek protokolünü açık bir şekilde ihlal ettiklerine dair mahkûmiyet kararları var. Bu mahkûmiyet kararları verilirken şu sorulara dikkat etmek gerekir. Bir kişi niye mülteci olur? Neden sığınmacı olur? Çünkü yaşama tehdit altındadır, hayatı büyük bir sıkıntı içindedir, yaşamını idame ettiremeyecektir, ülkesinde terör olayları vardır, iç savaş vardır ve bu koşullarda bulunan göçmenlerin daha güvenceli bir yere ulaşma gayreti var. Bu koşullarda gelen kişiyi siz tekrar kendi ülkesine iade ederseniz yaşam hakkını tehlikeye atmış oluyorsunuz. Bu bağlamda hem AİHM kararları hem de Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın kararları örnek kararlar olarak karşımıza çıkıyor. Son zamanlarda Anayasa Mahkemesi’nin de bireysel başvurular kapsamında vermiş olduğu kararlar var ve şu ana kadar herhangi bir hak ihlali kararı çıkmadı. Muhtemeldir ki bu kararlar bireysel başvuru yöntemiyle Avrupa insan hakları mahkemesine taşınmıştır ya da taşınmak üzeredir ve çok büyük olasılıkla oradan da mahkûmiyet kararları çıkacaktır. Mahkumiyetten kasıt bir hak ihlalinin bulunduğudur. Bunu ayırmak gerekiyor. Burada ceza mahkemesinden bahsetmiyoruz. AİHM’nin verdiği kararlar genelde bir hak ihlalinin tespitine yöneliktir ve bu hak ihlalini doğuran koşulların düzeltilmesini, mahkemenin yargı yetkisini tanıyan ülkelerden talep etmektedir. Türkiye de AİHM’nin yargı yetkisini tanıyor. Son birkaç yıldır bazı kararlarını tanımama konusunda direniyor ancak genel olarak AİHM kararlarına uyduğunu söyleyebiliriz. Avrupa Konseyi’nin daimî ve kurucu üyesidir ve bu sebeple Avrupa insan Hakları Sözleşmesi ve AİHM kararları Türkiye için bağlayıcıdır. Bu bağlamda mülteciliğe veya sığınmaya ilişkin verilen kararlarda, Türkiye hak ihlalinde bulunmuşsa ve AİHM de kararlarında bunu vurgulamışsa Türkiye’nin bu kararlara uyması gerekiyor. Öte yandan Avrupa Birliği üyeleri aynı zamanda Avrupa Konseyi’nin de üyeleri, bu üye ülkelerin ikili bir yargılama seçenekleri var. Seçeneklerden ziyade bu ülkeler aleyhine ikili bir başvuru yapabilirsiniz. Ya AİHM’de hak ihlali, yaşam hakkı ihlali, özel hayatın korunması gibi düzenlemelerden yararlanarak başvuru yapılabilmekte veya Avrupa Birliği Adalet Divanı’nda Avrupa Birliği’nin temel haklar şartı bağlamında başvuru yaparak yine mülteci ve sığınma hakkı ihlali davası açabilmektedir. 

Günümüz politikacıları Türkiye’de bulunan sığınmacıları ülkelerine geri gönderme yönünde vaatler vermektedirler. Gerçek hayatta sığınmacıların kısa sürelerde ülkelerine geri gönderilmesi uluslararası hukuk bağlamında mümkün müdür? Varsa bunun önündeki engeller nelerdir?

En başta bir geçerli prensibimiz var. Non-refoulement kuralı yani geri gönderme yasağı. Eğer kişinin hayatını riske edecek koşullar ortadan kalkmamışsa, kaos devam ediyorsa, buna ekonomik ayrımcılık, şiddet olayları, kültürel farklılıklar devam ediyorsa genel kural bu kişilerin gönderilmesinin yasak olduğunu söyler. Ülkeler bu kurala uyuyor mu? Bana kalırsa uymuyorlar. Çünkü istedikleri zaman aksine uygulamalar yapıyorlar. Bunu zaman zaman İtalya, Yunanistan, Fransa ve Türkiye gibi pek çok ülkenin bu kuralı kolaylıkla ihlal edebildiğini görüyoruz. Buna rağmen mahkûmiyet kararları çıkıyor. Tekrar düzeltiyorum buradaki mahkûmiyet kararı hak ihlalidir. Yani bu ülkeler hakkında hak ihlalleri kararı çıkıyor. Yunanistan, Belçika gibi ülkeler hakkında mahkûmiyet kararlarının olduğunu söyleyelim. Bazı ülkelerin 1951 tarihli Cenevre Konvansiyonu’nun düzenlemelerine açıkça aykırı ifalarda ve edimlerde bulunduğunu söyleyebiliriz. Ne yazık ki göç ve düzensiz göç sorunsalı, kolaylıkla halledilebilecek bir konu değil. Bu konu hakkında Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin iç hukukları biraz belirleyici oluyor. Hâlâ Avrupa Birliği’nin genel düzenlemelerine ve bu alanda önemli olan Dublin sözleşmesi gibi düzenlemelere uymamakta direndiklerini görüyoruz. Şunu söyleyebiliriz, Avrupa Birliği’nin dış sınırları özellikle güney ve doğu sınırları yani Bulgaristan, Yunanistan, İtalya, İspanya ve Portekiz’i alacak şekilde en çok göçe maruz kalan ülkeler, dış sınırlar oldukları için kuzeydeki ülkeler sorumluluk almak istemiyorlar. Ne ekonomik olarak ne de göçmenlerin paylaşımı konusunda, bu da Avrupa Birliği politikalarının kendi üye ülkeleri açısından güvenilirliği tartışmasını ortaya çıkarmakta. Bu sorun Avrupa Birliği’nin kolaylıkla üstesinden kalkabileceği bir alan değil. Sorun çok daha derinlerde. Ekonomik sorun açısından baktığımızda kapitalist üretim tarzı ne yazık ki gelişmiş ülkeleri çok daha yüksek refah seviyesine ulaştırırken, az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeleri de yoksulluk sınırına ittiği için sorunun temelinde farklı unsurları aramak gerekiyor. Geri kabul anlaşmaları veya bu tarz başvurularla siz hak ihlalleri tespitinde bulunabilirsiniz ama sorunu çözemezsiniz. Benzer sorun Amerika kıtasında da oluyor. Meksika ve Amerika Birleşik Devletleri arasında Trump’ın duvar örme projesi vardı sonrasında yeni Başkan Biden bu projeyi durdurdu. Göçü hiçbir şekilde engelleyemezsin sayısını azaltabilirsiniz, zorlaştırabilirsiniz ama insanlar hayatta kalmak için göç etmek zorundalar. Bu sorunu, kaynağını anlayarak çözmek gerekiyor. Duvarlarla, tel örgülerle ya da geri göndermeyle sorununu çözmeniz çok mümkün gözükmüyor.

İklim krizi sebebiyle oluşan ve oluşacak göçler için Avrupa Birliği’nin aldığı önemler var mı, varsa nelerdir? Sizin görüşleriniz doğrultusunda ne gibi adımlar atılabilir?

Küresel ısınma ve iklim değişikliği adında çok büyük bir kriz geliyor. Bizi çok daha büyük sıkıntı bekliyor. Ekonomik, siyasi, politik, askeri sebeplerle oluşan göçlere baktığımızda 10 milyon, 100 milyon gibi ciddi sayılardan bahsediyoruz. Örnek olarak en büyük göç dalgası Suriye İç Savaşıyla yaşandı. Milyonlarca insan ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Rusya’nın Ukrayna müdahalesiyle yine 10 milyondan fazla Ukraynalı yer değiştirmek zorunda kaldı. Bunlar ciddi rakamlar ancak asıl dalga küresel ısınma ve iklim değişikliğiyle olacak. Paris İklim Anlaşması’nda küresel ısınmanın 100 yılın sonunda 2 derecenin altında tutulması hedefi var hatta mümkünse doksanlı yılların seviyesinde yani bir buçuk dereceye sabitlenmesi hedefi bulunmakta. Bir buçuk derecelik bir sıcaklık artışında birkaç yüz milyon kişinin yerinden olacağı ve iklim mültecileri kavramıyla karşılaşacağımız hesaplanıyor. 2 derecede sabitlenme olursa dünyanın ortalama sıcaklığı 2 dereceyle sabitlenir ise ki bu bile çok zor birkaç milyar insandan bahsedebilecek bir göç gerçekleşebilir. Göç etmek zorunda kalan evini, yurdunu, ülkesini ve topraklarını kaybedecek insanların sayısı birkaç milyarı bulacak. Dünya nüfusunun belki de dörtte biri, beşte biri yaşam koşulları elinden alınmış ve başka ülkelere göç etmek zorunda kalacak ve hiçbir siyasi sistem hiçbir ülkenin ekonomisi bunu kaldırabilecek durumda değil. Avrupa Birliği darmadağın olacak, Türkiye bundan etkilenecek. Hatta Türkiye’nin kendisi aşırı derecede göç verecek. Son zamanlarda çok ciddi bir kuraklık tehlikesi var ve temiz suya erişim imkanları da çok kısıtlı. Gençlerin bu noktada çok daha bilinçli olması hızlı bir şekilde örgütlenip taleplerini bir an önce iletmesi gerekiyor. Karar alıcılar ve siyasi otoriteler harekete geçme noktasında farklı kaygılarla hareket ettikleri için harekete geçme konusunda çok yavaş kalmaktalar. Bu sebeple küresel ısınma, iklim değişikliği, göç hareketine mega boyutlara ulaştıracak çok önemli bir kriz olarak karşımızda duruyor. Bizler hazır mıyız? Değiliz. Avrupa Birliği hazır mı? Değil. Avrupa Birliği’ne baktığımız zaman küresel ısınmayla en radikal mücadele içerisinde bulunan kurumlardan biri ancak kendi içlerinde bile birlikteliği sağlamıyorlar. Buna bir örnek olarak birkaç gün öncesine kadar içten yanmalı motorların üretiminin kaldırılması, kısıtlanması konusunda Avrupa Parlamentosu karar aldı ve 2035 yılından itibaren benzin ve dizel motorların araçlarda kullanımını yasakladı. Ancak Almanya itiraz etti ve yapılan müzakerelerde Almanya’nın otomotiv sektörünü korumak uğruna birtakım tavizler verildi. Ancak bu yeterli değil bana kalırsa biz 2100’ü bırakın, 2050 yılını bile kurtarmanın çok uzağındayız. Gelecek 2-3 kuşak ne yazık ki çok amansız koşullarda yaşam mücadelesiyle karşılaşacak ve bunların sorumlusu sizler, bizler olmakla beraber aslında doğayı meta olarak gören, doğayı tüketim unsuru olarak gören bu zihniyetin sonucunda bu insanlar bedel ödemek zorunda kalacak. Çok sayıda açılan dava var, Urgenda davası buna örnek gösterilebilir. Deniz sularının yükselmesi, kutuplu sularının erimesiyle ülkelerin büyük bir oranı, deniz kıyısında olan ülkeler, ada ülkeler ne yazık ki yeryüzünden silinecekler. Çok optimist bir gelecek çizemiyorum ama durum göründüğünden daha ağır ve geometrik olarak risk daha da artıyor. Bu konuda hızlı bir şekilde harekete geçmek gerekiyor. 

Editör: Bervan KAYA

Avrupa’da İslamofobi

0

Özet

İslam’ın ilk yıllarına kadar uzanan İslamofobi, İslami kimlik adıyla yapılan saldırılar sonucunda artış göstermiştir. Şiddet, suikast, bombalama, cinayet, terörizm gibi dehşet verici kavramlar İslam ve Müslüman kavramları ile birlikte sıklıkla kullanılmaktadır. IŞİD ve El Kaide gibi İslam’ın kurallarına uymayan terör örgütlerinin gerçekleştirdikleri faaliyetler tüm Müslümanlara mal ediliyor. İslamofobinin artmasıyla birlikte Müslümanlara yönelik saldırı, şiddet, ayrımcılık, ötekileştirme ve dışlama da artış gösteriyor. Bu yazımızda Avrupa’da İslamofobinin nedenlerini ve sonuçlarını inceleyeceğiz.

Anahtar Kelimeler: İslamofobi, Medeniyetler Çatışması, Avrupa’da İslamofobi. 

Abstract

Islamophobia, which is based on the first years of Islam, has increased as a result of attacks under the name of Islamic identity. Terrifying concepts such as violence, assassination, bombing, murder, and terrorism are often used together with the concepts of Islam and Muslims. The negativities of terrorist organizations such as ISIS and al-Qaeda, which do not comply with the rules of Islam, are attributed to all Muslims. With the increase of Islamophobia, attacks, violence, discrimination, marginalization, and exclusion against Muslims also increase. In this article, we will investigate the causes and consequences of Islamophobia in Europe.

Keywords: Islamophobia, Clash of Civilizations, Islamophobia in Europe.

Temeli İslamiyet’in ilk yıllarına dayanan İslamofobi IŞİD, el-Kaide gibi terör örgütlerinin yaptıkları olumsuz davranışlar sonucunda artmaya başlamıştır. Aslında İslam’ın kurallarına uymayanların İslam adı altında yaptıkları olumsuzluklar bütün Müslümanlara atfedilmektedir. Şiddet, suikast, bombalama, cinayet, terör gibi korku veren kavramlar genellikle İslam ve Müslüman kavramlarıyla birlikte kullanılmaktadır. Bu makalede İslamofobinin ne olduğu açıklanarak Avrupa’da İslamofobinin nedenleri ve sonuçları incelenecektir. 

1. İslamofobi

Belirli durumlara ve nesnelere karşı duyulan korku ya da kaygıya fobi denir. İslamofobi ayrımcılık, dışlama, kin, nefret, fiziksel ve psikolojik şiddete yol açmaktadır. Bazı Avrupalı yazarlar İslamofobinin ruh hastalığı olarak düşünüldüğünü öne sürerek İslamofobi kavramını İranlı İslamcıların, İslam’ın eleştirilmesini engellemek için bulduklarını söylemektedirler. Bu nedenle İslamofobi ve İslam karşıtlığının aynı anlama gelmediğini savunmaktadırlar  (Er ve Ataman, 2008).                  

1.1. İslamofobi ve Medeniyetler Çatışması Teorisi

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetler’in dağılmasıyla iki kutuplu düzen sona erdi. ABD’nin düşmanı artık Komünistler değil, Müslümanlar olmaya başladı. İslam ve Batı arasındaki karşıtlıklarla ilgili teoriler ortaya çıktı. Bu teorilerden birisi Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması teorisidir. Huntington, Medeniyetler Çatışması teorisinde asıl mücadelenin ideolojik değil kültürel olacağını ve medeniyetler çatışmasının ortaya çıkacağını ifade etmektedir. Medeniyet kimliğinin gittikçe önemli hale geleceğine ve Batı, İslam, Konfüçyüs, Slav-Ortadoks, Latin Amerika, Japon ve büyük ihtimal Afrika medeniyetlerinin etkileşimiyle şekilleneceğine vurgu yapmaktadır. Çatışmaların ise bu medeniyetler arasındaki farklılıklardan dolayı ortaya çıkacağını söylemektedir. 

Huntington, İslam’ın terörizm, nükleer silahlanma ve göçmenlerin nedeni olarak düşünüldüğünü ve bu düşünceye hem halkların hem de liderlerin sahip olduğunu ifade etmiştir. Huntington bu teorisiyle İslam medeniyeti ve Batı medeniyeti arasındaki çatışmanın kaçınılmaz olduğunu vurgulamıştır. Huntington’un öğrencisi olan Francis Fukuyama ise Tarihin Sonu adlı teorisiyle siyasal İslam’ın şiddete meyilli olduğunu ifade etmiştir. 35000 Amerikalıyla yapılan anket sonucuna göre İslam’ın güçlenmesi, ABD’nin Orta Doğu’daki çıkarlarını tehdit edecektir. Amerika’nın 11 Eylül saldırılarına karşı terörizme destek verdiğini öne sürerek Afganistan’daki Taliban rejimini yıkması, nükleer silahlara sahip olmaları ve tehdit oluşturmaları nedeniyle de Irak’taki Saddam rejimini yıkması Huntington’un tezini doğrular niteliktedir.

İslamofobinin artmasını hedefleyenlerden biri olan Bernard Lewis, Alman Die Welt dergisine verdiği mülakatta Avrupa’da İslam’ın egemen olacağını söylemiştir. Lewis, Arapların gözlerinin arasına sopayla vurmak gerektiğini çünkü Arapların güçlü olana saygı duyduklarını savunmaktadır. Huntington, Medeniyetler çatışması teorisini ortaya koyarken Lewis’in “The Roots of Muslim” makalesinden etkilenmiştir.

2. Avrupa’da İslamofobi

Tarihi Libya, Tunus ve Endülüs’ün Müslümanlar tarafından fethedilmesine, Hristiyanların kutsal yerleri Müslümanların elinden almak ve Doğu’daki zenginliklere ulaşmak gibi nedenlerle yaptıkları Haçlı Seferlerine, hatta İslamiyet’in ortaya çıktığı ilk günlere dayanan İslamofobi, Radikal İslamcı terör örgütü el-Kaide’nin 11 Eylül 2001’de Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı dört koordineli terör saldırısı düzenlemesinden sonra artarak devam etmiştir. 11 Mart 2004 Madrid, 7 Temmuz 2005 Londra saldırıları da İslamofobinin artmasına neden olmuştur. İslam karşıtlığı milliyetçilik ve ırkçılık çerçevesinde artmış ve bu düşünceler yayın organlarıyla diğer insanlarla paylaşılmıştır. Bu saldırılar neticesinde George W. Bush “Terörle Savaş” kavramını kullanmış ve çoğunluğu Müslüman olan Orta Doğu ülkeleriyle mücadeleye girişmiştir. Birçok radikal sağ parti kurulmuştur. 

Osmanlı uzun süre Avrupa’da egemen güç konumunda olduğu için Avrupalılar Müslümanlara ve Türklere karşı korku ve düşmanlık beslemişlerdir. Sırp ve Hırvatların Bosna’da yaptıkları soykırım ve Osmanlı’dan kalan tarihi eserlere zarar vermelerinden yola çıkarak düşmanlıklarının devam ettiğini söyleyebiliriz. Batı medeniyetinin tek tipçi yapısı ve zenofobi, İslamofobiye neden olmaktadır. Huntington’un da öngördüğü üzere “The West and The Rest” yani Batı ve diğerleri şeklinde bir kutuplaşma mevcuttur.

Batılıların korkularından birisi olan Müslümanların Avrupa’ya göç edecekleri düşüncesi Brexit sürecinde de propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Ayrılıkçılar, Türklerin gelmesinin birçok olumsuzluğa yol açabileceğini söylemişlerdir. Müslümanların Avrupa’ya göç etmesi bir tehdit olarak algılanmaktadır ve kitle iletişim araçları kullanılarak halk ayrımcılığa sürüklenmektedir.

Müslüman göçmenler nedeniyle işsizliğin artması, Müslüman göçmenlerin toplumun huzurunu bozacağı gibi düşüncelerle hareket eden siyasiler Müslümanları hedef olarak göstermektedirler.  İslam’ın hızla yayılmasını Gayrimüslimler tehdit olarak algılamaktadırlar. Müslümanları geri kalmış, cahil, barbar, cinsiyetçi, saldırgan gibi hoş görülmeyen kalıpların içine koyarak Batı’nın gerisinde kaldığını iddia etmektedirler. Müslümanları köktendinci olarak niteleyerek onları ötekileştirmektedirler.

Türklerin çoğu Müslüman olduğu için Avrupa’da Türklerle ilgili bazı ırkçı deyimler kullanılmaktadır. Bu deyimlerden bazıları şunlardır: Bir ite bir de Türk’e güvenilmez, öfkesinden Türk oldu, anneciğim Türkler geliyor. Bazı filozoflar eserlerinde Türklerle ve İslamiyet ile ilgili olumsuz düşüncelerine yer vermişlerdir. Voltaire Türklerin köle ticareti yaptıklarını, Hegel ve Kant ise Müslümanların barbar olduklarını ifade etmişlerdir. Salman Rüşdi, Şeytan Ayetleri kitabıyla İslam dünyasının tepkisini çekmiştir. İngiliz hükümeti ise Salman Rüşdi’ye şövalyelik madalyası vermiştir. Bu tür olaylar karşısında Müslümanlar öfkelenerek tepki gösterdiklerinde ise barbar olarak nitelendirilmişlerdir.

İngiltere’de “Yıllık İslamofobi Ödülleri” adı verilen ödül töreninde yılın en İslamofobikleri seçilmiştir. Bunlar David Blunkett ve Nick Griffen’dir.  Nick Griffen İngiliz Ulusal Partisi’nin lideridir. Griffen, Müslümanların nüfusunun giderek arttığını ve bunun büyük bir tehlike olduğunu ifade etmiştir. Müslüman nüfusun artmasıyla diğer insanların etnik temizliğe maruz kalabileceğini savunmaktadır. Ayrıca İslam’ın şiddeti savunan bir din olduğunu ve Müslümanların siyasal olarak başarısız olduklarını söylemiştir.

Amerikan Başkanı George Bush, İslami faşistlerin özgürlük karşıtı olduklarını ve bu kişilerin Amerika’ya zarar vermek istediklerini söyleyerek onları düşman olarak nitelendirmiştir. Siyasi liderlerin, yazarların, filozofların açıklamalarından etkilenen insanların düşünceleri de bu yöne everilmektedir. 

Şiddet, suikast, bombalama, cinayet, terör gibi korku veren kavramlar genellikle İslam ve Müslüman kavramlarıyla birlikte kullanılmaktadır. Bu düşüncelerin şekillenmesinde 11 Eylül saldırıları gibi olaylar etkili olmuştur.  İnsanların Müslümanlara karşı bu kadar çok nefret duymalarında ve önyargılı olmalarında yetiştiği ortam, ailesi, sosyal çevresi ve kitle iletişim araçları yoluyla öğrendikleri de etkili olmaktadır. Örneğin Danimarka’da bir din dersi kitabında “Her ne kadar her Müslüman terörist değilse de her terörist Müslümandır” ifadesi yer almaktadır. Bu düşünce tarzı çocuklara empoze edilmeye çalışılmaktadır. Çocukların, Müslümanlara karşı önyargılı olmalarını, nefret ve kin gibi duyguları beslemelerini sağlamaya çalışmak İslam’ın bir fobi haline gelmesine sebep olmaktadır. Daha küçükken kendilerine kodlanan bu düşünceler çocukların ayrımcılık yapmasına neden olup ilerleyen yaşlarda ise şiddet uygulamalarına neden olabilmektedir. Avrupa’daki İslam karşıtları, Müslüman mülteci ve göçmenlere ayrılan bütçenin ülkesindeki vatandaşlar için kullanılması gerektiğini savunarak ekonomik krizin Müslümanlar nedeniyle ortaya çıktığını iddia etmektedirler.

Müslümanlar artık konuk işçi olmayı değil, yaşadıkları yerde birey olarak kabul edilmeyi ve ayrımcılığa maruz kalmamayı istemektedirler. Ama Avrupalılar göçmenlerin entegre olmasını değil, asimile olmasını istiyorlar. Yaşanan ekonomik krizlerden dolayı Avrupa yabancı işçilere ihtiyaç duymamaktadır. Hatta işsiz kalan Avrupalıların birçoğunun orada çalışan Müslümanlara karşı öfkesi, nefreti ve zorbalıkları her geçen gün artmaktadır. 

Avrupalılar İslam karşıtlığını filmler, sosyal medya, dergi ve gazeteler yoluyla insanlara empoze etmektedirler. Gerçekleri araştırmadan onlara anlatılanları olduğu gibi kabul eden halk, Müslümanlara karşı öfke duymaktadır. Örneğin The Sheik isimli filmin posterinde Arapların gördükleri her kadını istedikleri yazılmıştır. Bunu gören ve Araplar hakkında bir fikri olmayan birisinin Araplarla ilgili olumsuz şeyler düşünme ihtimali yüksektir. Bu tarz genellemeler yapmak İslamofobinin artmasına, Müslümanlar ve Gayrimüslimler arasındaki çatışmaların çoğalmasına neden olmaktadır. 

İslami İnsan Hakları Komisyonu’nun raporuna göre İngiliz Müslümanlar genellikle İngiliz yasa sisteminin çifte standart uyguladığını, önyargılı olduğunu ve Müslümanların ihtiyaçlarına saygı duymadıklarını düşünmektedirler. Böyle düşünmelerinin birçok nedeni vardır. Örneğin Müslüman birisi İngiltere’de inancının gerekliliklerini yerine getirdiği için herhangi bir ayrımcılığa, zorbalığa maruz kalırsa ve inancından dolayı bu davranışlara maruz kaldığını söyleyerek mahkemeye başvurursa davayı kazanmama ihtimali yüksektir. Eğer davranışını Müslüman olduğu için yaptığını değil de etnik grubunun özelliği olduğunu ve bu yüzden yaptığını söylerse davayı kazanma ihtimali vardır. Bunun gibi olaylardan dolayı Müslümanlar kendilerini güvende hissetmemektedirler. Hakkını arama hakkından bile inancından dolayı mahrum bırakılmaları oldukça önemli bir sorundur. Bu şekilde ayrımcılığa uğrayan bazı Müslümanların da nefreti artmaktadır.

11 Eylül saldırılarının sorumlusu olarak gösterilen Müslümanlara yönelik nefret, şiddet ve tehditler saldırının olduğu dönemde artış göstermiştir. Saldırıyla bir alakası olmamasına rağmen öldürülen, tehdit edilen, şiddet uygulanan insanlar olmuştur. Sadece Müslüman olduğu için hedef gösterilen kişiler her türlü zorbalığa maruz bırakılarak saldırının intikamı alınmaya çalışılmıştır. Bu gibi olaylar neticesinde Müslümanların korkuları, endişeleri artmaktadır. Bazı insanlar ibadetlerini gizli gizli yapmaktadırlar. Güvende olabilmek için gerçek kimliklerini gizlemek durumunda kalabilmektedirler. 

21 Ocak 2023’te aşırı sağcı politikacı Rasmus Paluda, Türkiye’nin Stockholm Büyükelçiliği önünde Kuran-ı Kerim’i yakmıştır. Bunun üzerine İsveç Başbakanı Ulf Kristersson, bu davranışın saygısızca olduğunu söylemiştir. Kimse başka bir dine ait kitabı yakma hakkına sahip değildir. Rasmus’un yaptığı sadece dini bir kitabı yakmak değil, Müslümanlara yönelik kışkırtıcı ve nefret dolu bir davranıştır. Müslümanlara yönelik saldırıların artmasında bu saldırıların çoğunun “ifade ve düşünce özgürlüğü” olarak değerlendirilmeleri ve saldırganlara gerekli cezayı vermemeleri etkili olmaktadır. Avrupa’da Müslümanların olmasını istemeyen kişiler birçok grup oluşturmuşlardır. Bu gruplardan biri de PEGIDA Hareketi’dir. “Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Yurtsever Avrupalılar” anlamına gelen bu hareket İslamofobiktir. Angela Merkel ve Joachim Gauck, PEIGDA’yı eleştirenler arasındadır.

Sonuç

Eğitim, sağlık, kariyer gibi birçok alanda sadece dininden dolayı dışlanan, kabul görmeyen insanlar vardır. Özellikle Avrupa’daki Müslümanlar şiddete, ayrımcılığa maruz kalmaktadırlar.  Müslümanların bu denli kabul görmemesinde antipatik davranışları da etkili olmaktadır. Özellikle bazı İslam ülkelerinin cezalandırma konusunda radikal, sert ve hatta bazen acımasızca karar verdiklerini görmekteyiz. Bunları gören Gayrimüslimler İslam’a karşı olumsuz duygular beslemektedirler. Son zamanlarda İran’da başörtüsü zorunluluğundan dolayı yaşananları gören Gayrimüslimler İslam’ın baskıcı, zorba, özgürlüklere saygı duymayan, şiddeti emreden bir din olduğunu düşünmektedirler. Ancak gerçek İslam bu değildir. Evet, örtünmek kadınlara farz ama Allah şiddeti yasakladığını ve zalimleri affetmeyeceğini söylemiştir. Allah iyiliği, hoşgörüyü emreder. Yani hiç kimse başörtüsü örttüğü için ya da örtmediği için öldürülemez, dışlanamaz, zorbalığa maruz bırakılamaz. Herkesin dini kendinedir. 

11 Eylül saldırılarını yapanlar Müslüman evet ama bu kişiler İslam’ın emirlerine uymamışlardır. İslam şiddeti, saldırganlığı, bozgunculuğu yasaklamıştır. İslam’ın ne olduğunu bilmeyen kişiler bu tür olaylar karşısında genelleme yaparak Müslümanlarla ilgili olumsuz düşüncelere sahip olmaktadırlar. Avrupalılar, İslam adı altında yapılan çocuk kaçırma, tecavüz, şiddet, cinayet, saldırı, katliam haberlerini gördüklerinde normal olarak Müslümanların gerici, terörist, vahşi olduklarını düşüneceklerdir. Bence öncelikle yapılması gereken İslam’ın yanına artık kan, dehşet, terör gibi kavramların konulmaması için çabalamak ve artık İslam’ın yanında saygı, hoşgörü, dürüstlük gibi kavramlar kullanılması için bir şeyler yapmak gerekmektedir. Ayrıca bir grup teröristin yaptığı kötülükleri bütün o dine, dile, ırka sahip olan kişilere atfetmek doğru değildir. Terörün dini, ırkı yoktur.

Karşıtlıklar ve çatışmalar yüzünden özgürlük, yaşama, barınma gibi en temel haklara ulaşmak oldukça zorlaşıyor. Bu çatışmaların temelinde ise nefret, saygısızlık ve hoşgörüsüzlük yer almaktadır. Maalesef insanlar kendinden olmayanları dışladıkları, ırkçılık yaptıkları, önyargılı davrandıkları sürece İslam karşıtlığı gibi düşünceler artmaya devam edecektir. 

Sena Kul

Editör: EDA KURT

Kaynakça:

Aktaş, M. (2014). Avrupa’da yükselen i̇slamofobi ve medeniyetler çatışması tezi. Ankara Avrupa Çalışmaları Dergi̇si̇, 13(1), 31-54. https://doi.org/10.1501/Avraras_0000000199

Bbc, (2023, Ocak). Bbc News Türkçe . https://www.google.com/amp/s/www.bbc.com/turkce/articles/c4n8yrnyr1po.amp

Er, T. ve Ataman, K. (2008). İslamofobi ve avrupa’da birlikte yaşama tecrübesi üzerine. Uludağ Üni̇versi̇tesi̇ İ̇lahi̇yat Fakültesi̇ Dergi̇si̇, 17(2), 747-770.

Karabulut, B. (2013). Strateji Jeostrateji jeopolitik . Barış Ki̇tabevi̇.

Karslı, N. (2013). İslamofobi’nin psikolojik olarak i̇ncelenmesi. Di̇n Bi̇li̇mleri̇ Akademi̇k Araştırma Dergi̇si̇, 13(1), 75-100.

Kedi̇kli̇, U. ve Akça, M. (2017). Soğuk Savaş Sonrası Avrupa’da artan İslamofobi̇. Journal Of Tesam Akademy, 4(1), 57-95.

Sertel, D. (2021). Avrupa’da Düşman Algısının Antisemitizmden İslamofobiye Dönüşümü (Almanya örneği) [Yayımlanmamış yüksek lisans tezi]. Afyon Kocatepe Üni̇versi̇tesi̇.

Si̇li̇ni̇r, M. (2016). Stratejik Bir İnşa Planı olarak Medeniyetler çatışması. Batman Üni̇versi̇tesi̇ Yaşam Bi̇li̇mleri̇ Dergi̇si̇, 6(1), 54-83.

Yeri̇nde, E. E. (2016, Eki̇m). Avrupa’da i̇slamofobi. Tui̇ç Akademi̇. https://www.tuicakademi.org/avrupada-islamafobi/

Çeviri: Macron Gensoru Oylamasından Galip Çıkarken Fransa’nın Tartışmalı Emeklilik Reformları Hakkında Bilmeniz Gerekenler

Bu yazı, Conor Murray’ın ‘Forbes’ için kaleme almış olduğu “Here’s What To Know About France’s Controversial Pension Reforms As Macron Survives No-Confidence Vote” başlıklı makaleden çevrilmiştir. Yazının aslına aşağıdaki bağlantıdan erişebilirsiniz.

Here’s What To Know About France’s Controversial Pension Reforms As Macron Survives No-Confidence Vote

Fransa’nın tartışmalı emeklilik reformu teklifi, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hükümetinin Pazartesi günü yapılan gensoru oylamasından kıl payı kurtulmasının ardından, ülkeyi aylardır etkisi altına alan yoğun protesto ve grevlerin doruk noktası olurken, ülkenin emeklilik yaşını iki yıl yükselterek yasalaşacak.

Önemli Bilgiler

  • Macron Ocak ayında, emeklilik maliyetlerini düşürmek amacıyla Fransa’nın yasal emeklilik yaşını 2030 yılına kadar kademeli olarak 62’den 64’e çıkarma ve insanların vergilerden sonra ayda ortalama 1.400 avro olan tam emekli maaşı alabilmeleri için şu anda 42 yıl olan çalışma sürelerini 43 yıla çıkarma planını açıkladı.
  • Fransa’nın nüfusu yaşlandıkça, Macron emeklilik sisteminin önümüzdeki yıllarda bütçe açığı vereceğini söylüyor (Fransa’nın emeklilik sistemini denetleyen kurum önümüzdeki on yıl için bir bütçede açık öngördü, ancak sistemin acil bir iflas tehdidiyle karşı karşıya olduğunu reddetti ve uzun vadeli açıkları tahmin etmenin zor olduğunu belirtti).
  • Macron 2022’deki başarılı yeniden seçim kampanyasında emeklilik yaşının yükseltilmesini önermiş, ancak seçim öncesinde yapılan kamuoyu yoklamaları önemli bir çoğunluğun bu plana karşı çıktığını göstermişti.
  • Teklif, Ocak ayında ortak bir bildiri yayınlayarak emeklilik sisteminin tehlikede olduğunu reddeden ve “hiçbir şey böylesine acımasız bir reformu haklı çıkarmaz” diyen işçi sendikalarının direnişiyle karşılaştı.
  • Fransa parlamentosunun üst kanadı olan Senato geçen hafta Macron’un planını onayladı ancak Macron, merkez Rönesans partisinin geçen yıl çoğunluğu kaybetmesi nedeniyle destek eksikliği nedeniyle tam oylamayı atlatmak için tasarıyı alt meclis olan Ulusal Meclis’ten geçirmeye zorladı.
  • Macron’un planı, Marine Le Pen’in aşırı sağcı Ulusal Rally partisi ve Jean-Luc Mélenchon’un aşırı solcu La France Insoumise partisi de dahil olmak üzere siyasi yelpazenin her kesiminden dirençle karşılaştı ve hükümet tedbirin Ulusal Meclis’ten zorla geçirileceğini açıkladığında birçok milletvekili yuhaladı ve “istifa” diye bağırdı.
  • Macron, hükümetin Ulusal Meclis oylaması olmaksızın bir yasa tasarısını geçirmesine izin veren Fransız Anayasası’nın 3. Maddesine başvurdu, ancak bu, milletvekillerinin 24 saat içinde hükümete karşı güvensizlik oyu vermesine izin vermektedir.

Haber Değeri

Macron hükümeti Pazartesi günü Ulusal Meclis’te yapılan güvensizlik oylamasını atlattı ve bu da emeklilik planının yasalaşacağı anlamına geliyor. Yaklaşık 278 milletvekili önerge lehinde oy kullanırken, önergenin kabul edilmesi için gereken 287 oydan dokuz oy eksik kaldı. Önerge kabul edilmiş olsaydı, Başbakan Élisabeth Borne ve kabinesi istifa etmek zorunda kalacak, ancak Macron cumhurbaşkanı olarak kalacaktı. Güvensizlik oylamasının yazarı Charles de Courson, hükümetin düşürülmesinin “bu ülkedeki sosyal ve siyasi krizi durdurmanın tek yolu” olduğunu söyledi.

Eleştirel Açıklama

Fransız Sosyalist Parti lideri Olivier Faure, Macron’un planını oylama yapılmaksızın Ulusal Meclis’ten geçirmesinin ardından yaptığı açıklamada “Sürekli darbe yapan bir cumhurbaşkanımız var” dedi.

Karşıt Görüş

Fransız hükümet sözcüsü Olivier Veran “Emeklilik reformunu popüler olmak için değil, sorumlu olmak için yapıyoruz. Sonuna kadar gideceğiz çünkü sosyal modelimizin ayakta kalabilmesinin tek yolu bu” dedi.

Temel Arkaplan

Tartışmalı olsa da Macron’un bu planı beklenmedik değildi: Dünyanın en düşük emeklilik yaşlarından birine ve en yüksek emeklilik harcamalarına sahip olan Fransa’da emeklilik reformu tartışmaları on yıllardır devam ediyor. Macron’un maliye bakanı, emeklilik yaşının yükseltilmesinin, hükümetin emeklilik ödemelerini düşürmek veya vergileri artırmak gibi potansiyel olarak rağbet görmeyen diğer önlemleri almasını engelleyeceğini söyledi. Fransa Emeklilik Danışma Konseyi tarafından Eylül 2022’de yayınlanan bir rapor, emeklilik sisteminin önümüzdeki çeyrek yüzyılda ortalama olarak açık vereceğini ortaya koymuş, sistemin mali durumunun 2023 ile 2027 yılları arasında kötüleşeceğini öngörmüş, ancak reformlar yapılmasa bile 2030’ların ortalarında başabaş noktasına dönüleceğini tahmin etmiştir. Ancak daha önce yapılan reform çağrıları, Fransa’nın emekliler için Avrupa’nın en düşük yoksulluk riski oranlarından birine sahip olmasını sağlayan bir sistemin değiştirilmesine karşı çıkılması nedeniyle sert bir muhalefetle karşılaştı. Macron’un ilk döneminde, emeklilik reformu planları 2019’da büyük protestolara yol açtı. Pandemi nedeniyle emeklilik sistemini elden geçirme planları ertelenmiş olsa da 2020’ye yayılan ulaşım grevleri ülke tarihinin en uzun grevleri oldu. Protestocular daha önce de hükümeti emeklilik reformlarından vazgeçmeye itmeye başarmışlardı: 1995 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Jacques Chirac bazı devlet memurlarının emeklilik yaşını yükseltmeyi planladığında, milyonlarca kişinin haftalarca süren ve ülkenin on yıllardır gördüğü en büyük protesto gösterilerini gerçekleştirmesinin ardından hükümet reform çabalarından vazgeçmişti.

Ana Muhalif

Macron’un önerisi, ülkenin işçi sendikalarının öncülüğünde aylarca süren şiddetli protestoların yanı sıra öğretmenler, ulaşım işçileri, öğrenciler, çöp toplayıcıları ve petrol rafinerisi işçilerinin grevlerine yol açtı. Macron’un planını mavi yakalı işçiler üzerinde gereksiz bir yük ve emeklilik haklarına bir hakaret olarak gören protestocuların tahmini sayısı, Ocak ve Mart ayları arasında düzenlenen çeşitli gösterilerde bir milyonu aştı. Ülkenin en büyük işçi sendikası olan Genel Emek Konfederasyonu işçileri “Fransa’yı durdurmaya” çağırdığı Mart ayı başındaki protestolar, polis tahminlerine göre 1.28 milyon protestocuyu aştı ve sokaklarda çöpler yığılırken pek çok kişiyi ulaşımdan ve elektrikten yoksun bıraktı. Ülke genelindeki protestolarda yüzlerce kişi gözaltına alındı ve Fransız polisi huzursuzluğu bastırmak amacıyla belirli kamusal alanlarda toplanmayı yasakladı.

Çeviri: İlayda ÖZDEMİR