Home Blog Page 139

Kosova Ordusu’na ABD Dopingi

Balkan ülkelerinde Avrupa Birliği (AB) tam üyeliği için reform çalışmaları, sınır diyalogları, tanınma sorunlarının çözümü konusunda yürütülen faaliyetler hızlanarak devam ediyor. ABD’nin Avrupa ve Avrasya İşlerinden Sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Wess Mitchell, Balkan ülkelerinin yaptıkları çalışmaları görmek ve ülkesinin desteklerini sunmak üzere bölge devletlerini ziyaretlere başladı. Makedonya’dan sonra Kosova’ya gelen Mitchell, Kosova’nın Sırbistan ile ilişkilerin normalleşmesi, Karadağ ile sınır anlaşmasının sonuçlandırılması ve Silahlı Kuvvetlerin anayasa değişiklikleri yoluyla dönüşümü de dahil olmak üzere Kosova’nın önemli adımlar attığını söyledi.

Kosova ve ihtilaflı olduğu devletler arsasında hâlihazırda bahsedilen konulardan birçoğu belirlenen takvime uygun şekilde çözüm yolunda ilerliyor. Çözülmesi konusunda tıkanıklık yaşanan ve Sırbistan’ın kendisine tehdit unsuru olacağı gerekçesiyle karşı çıktığı “Kosova Silahlı Kuvvetleri”nin oluşturulması fikri gerilimi tırmandırmaya devam ediyor.

Mitchell’in Kosova ziyareti sırasında Kosova Ordusu kurulması fikrinin, Kosova’nın güvenliğini ilgilendiren konulardan biri olduğunu ve bağımsız bir ülkenin güvenliği söz konusu olduğunda kimsenin bu kararı veto etme hakkına sahip olmadığını söylemesi Rusya tarafından sert bir dille eleştirildi.

Moskova’da düzenlenen haftalık basın bilgilendirme toplantısında konuşan Rusya Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Maria Zakharova, hem kuruluşu hem de günümüzdeki mevcut yapısı itibari ile Kosova’nın hiçbir şekilde bir devlet yapısı barındırmadığını ve böyle bir yapının profesyonel bir silahlı güce sahip olmasının bölgede gerilimi artıracağını söyledi. İfadelerinde üstü kapalı olarak ABD’yi hedef alan Zakharova, Kosova’nın bağımsızlığını kazanış şeklinin Avrupa’daki tüm bağımsız ulus devletlerin geleceğini ve Avrupa barışını tehlikeye sokacak şekilde olduğunu ve bunun basın ve siyaset yoluyla örtbas edildiğini belirtti.

Mitchell ise gelen eleştirilere Sırbistan ziyaretinde cevap verdi. Cumhurbaşkanı Vucic ile görüştükten sonra konuşan Mitchell, Kosova Ordusu’nun kuruluşunun anayasal temellere dayandırılacağını söyledikten sonra Kosova Ordusu’nun bölgede tehdidi değil güvenliği artıracağını belirtti. Konu hakkında çekincelerini dile getiren Vucic’e ise ordu içinde Sırp askerlerin de görev alacağını ve böylelikle Kosova Silahlı Kuvvetleri’nin Sırbistan için bir tehdit olamayacağını dile getirdi.

Kosova’nın kendi silahlı gücünü kurma hakkı olduğunu savunan Mitchell’e Sırbistan Savunma Bakanı Aleksandar Vulin ise bu tarz söylemlerin hukuka değil güce dayandırıldığını dolayısı ile böyle bir girişimin Balkanlar’da barış ve istikrara zarar vereceğini söyledi. Öte yandan Kumanova’da imzalanan askeri anlaşmaya ve BMGK’nin 1244 sayılı kararına göre Kosova’da KFOR dışında bir güç bulunması olanaksız. Tüm bunlar ışığında Kosova Ordusu’nun kurulmasının tüm uluslararası hukuka ve anlaşmalara rağmen olacağını belirten Vulin, bu durumun Balkanlar’da dengeleri değiştireceğini söyledi.

Yaşanan gelişmeler gösteriyor ki, ABD bir yandan bölgede barışı destekliyor görünüyor. Öte yandan ise Rusya’nın Balkanlar’da hareket ve etki alanını daraltmaya çalışıyor. Bunları yaparken de uluslararası hukuku sümen altı etmeyi ihmal etmiyor. Seçilirken milliyetçi tavırları ve Milosevic’in fikirlerine yakın oluşu ile dikkat çeken Vucic’in ise pragmatist bir liberale dönüşümü ABD’nin ekmeğine yağ sürüyor. Bilindiği üzere hukuk haklının değil, güçlünün yanında ve şu an göründüğü kadarıyla “güçlü” Kosova’nın yanında…

Yusuf MEHMET
o-Staj 2018 BALKAM Stajyeri

Kaynakça:

Sırp Bakan, NATO Generaline Ateş Püskürdü

Sırbistan’ın Savunma Bakanı Aleksandar Vulin, NATO’nın önde gelen generalinin açıklamalarına sert tepki gösterdi.

ABD Ordusu Genel Başkanı ve Avrupa’daki NATO Komutanı, General Curtis Scaparrotti, ABD Senatosu Silahlı Hizmetler Komitesi duruşmasında yaptığı açıklamada, Balkanlar’daki Rus etkisinin yayılmasının bölgedeki en büyük tehdit olmasına yönelik endişelerinden bahsetmiş ve Balkanlar’daki en problemli ülkenin Sırbistan olduğunu söylemişti.

Vulin, bu açıklamanın, Batı askeri ittifakının 1999’da ülkeyi Kosovalı Arnavut bölücülere yönelik kanlı baskılar yüzünden ülkeyi bombalamasından bu yana en tehlikeli “Sırp karşıtı” ifadeyi temsil ettiğini söyledi. Rus yanlısı olarak bilinen Vulin, 1999 yılından beri bundan daha sorumsuz bir açıklama yapılmadı dedi.

“Bütün Sırp milletinin Balkanlar için bir tehlike temsil ettiğini söyleyerek tüm Balkan halklarının Sırplara karşı birleşmesi için bir çağrıda bulunuyor.” sözlerini açıklamasına ekledi.

Batı’da, Rusya’nın tarih boyu çatışmalara ev sahipliği yapan ve Avrupa’nın en büyük katliamını gören Balkanları istikrarsızlaştırmak için Sırbistan ile olan tarihi Slav bağını kullandığıyla ilgili korkular var. Bununla ilgili olarak Vulin, açıklamasında şu sözleri kullandı:

“Sırbistan’da Rus etkisi yoktur. Sırbistan, kendi dostlarını seçebilen bağımsız bir millettir.”

Sırbistan, resmi olarak AB’ye katılma çabalarında olan bir ülke. Ancak devlet liderleri, devlete yapılan ‘gerçekten üye olmak istiyorsa, dış politikalarını hizalaması gerektiğine’ yönelik uyarılara rağmen, hem askeri hem de siyasi açıdan Moskova’yla olan ilişkilerine devam ediyor. İki tarafı da dengede tutmaya çalışan Sırbistan’ın, Rusya ile olan yakın ilişkileri, AB’ye hem de NATO’ya karşı duruşunu zedeliyor. NATO generalinin açıklamalarına bakanın verdiği tepki sert olsa da, Sırbistan üzerindeki Rus etkisini reddetmesi, bu duruşu toparlamaya yönelik bir ifade sayılabilir.

Dilek KARADAY
o-Staj 2018 BALKAM Stajyeri

Kaynakça:

Suudi Prens:” İran, Nükleer Silah Edinirse Biz de Alırız”

Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman, CBS televizyonuna yaptığı röportajda, ülkesinin gelecekte nükleer bomba geliştirme amacının olmadığını ama sürekli Orta Doğu’da süper güç olma çabası içinde olan İran’ın nükleer bomba geliştirme teşebbüsü olduğunda kendilerinin en kısa süre içinde İran’a karşı nükleer bomba geliştireceklerini söyledi. Ülkesinin nükleer silahlanmayı istemediğini belirten Prens Selman, “Ancak İran bir nükleer bomba geliştirirse, biz de geri durmayız.” dedi.

İran Ruhani Lideri Ayetullah Hamaney’i, genişleme politikası nedeniyle “Hitler”e benzeten Selman, İran’ın, daha küçük ordusu ve ekonomisiyle, Suudi Arabistan’ın dengi olmaktan uzak olduğunu belirterek, “Avrupa ve pek çok ülke, çok geç olana dek Hitler’in ne kadar tehlikeli olduğunu göremedi. Ben Avrupa’da yaşanan olayların Orta Doğu’da yaşanmasını istemiyorum.” dedi.

Program sunucusu Norah O’ Donnell’in “İran ile yüzyıllardır rakipsiniz. Bu rekabetiniz İslam için mi?” sorusuna Salman “İran’ın ordusu Orta Doğu’da en büyük beş ordudan bir tanesi değil, Suudi’nin ekonomisi İran’ın ekonomisinden çok daha büyük. Bu yüzden İran, Suudi ile rakip olacak seviyede değil.” cevabını verdi. Veliaht Prens Selman, 2005 yılından beri ABD’de bir röportaj veren ilk Suudi lider oldu. Hemen hemen her gün sıcak gelişmelerin yaşandığı Ortadoğu Bölgesi’ndeki güç çatışmalarının yarattığı gerginliklerin etkisi gün geçtikçe daha çok tırmanmaktadır.

Hacer  KARKİN
o-Staj 2018 ORTAM Stajyeri

Kaynakça

Ürdün’de “Ortadoğu’da Mülteciler Konferansı” Gerçekleştirildi

Türk İş birliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığının (TİKA) katkılarıyla Ürdün’ün Başkenti Amman’da “Ortadoğu’da Mülteciler-Uluslararası Toplum: Fırsatlar ve Zorluklar” konulu uluslararası konferans düzenlendi.

Prens El Hassan bin Talal’ın himayesinde, Yarmouk Üniversitesi Mülteciler, Yerinden Edilmiş Kişiler ve Zorunlu Göç Çalışmaları Merkezi tarafından düzenlenen konferans Amman’da gerçekleştirildi.  Konferans TİKA tarafından desteklendi. “Ortadoğu’da Mülteciler-Uluslararası Toplum: Fırsatlar ve Zorluklar” konulu uluslararası konferansa Prens El Hassan bin Talal açılış konuşması yaptı. Konuşmasında; “Nüfus tsunamisi” olarak nitelendirdiği mültecilerin yüzde 80’inin Müslüman olduğunu belirtti. Ayrıca Talal; İslam dünyasının bu konuda yeterli çabayı göstermediğini, bu sorunun hiçbir ülke tarafından tek başına çözülemeyeceğini, Arap ülkelerinin ve mülteci krizinden en çok etkilenen üç ülke olan Türkiye, Ürdün ve Lübnan’ın iş birliği yapmasının önemli olduğunu vurguladı.
Konferansta mülteci krizleri karşısında uluslararası toplumun çabalarının yetersiz kaldığı, eğer bir çözüm bulunamazsa ABD’nin UNRWA bütçesi ile ilgili kararının Filistinli mültecilerin yaşam koşullarını daha da zor hale getireceği üzerinde de duruldu.

Bu gelişmenin Ortadoğu halkları için Arap birlikteliği önünde büyük bir ön adım niteliği taşıdığı düşünülebilir. Ek olarak, birliktelik çağrısı yapan bu konuşmanın prens tarafından belirtilen üç ülkeden ziyade tüm Ortadoğu’yu kapsamasının daha nitelikli bir kenetlenme oluşturacağı fikrindeyim. Zira, bölgedeki yaygın nüfusun Arap olmasına bakarsak milliyetçilik düşüncesi ile bölgede bir bütünlük oluşturmak daha kolay olacaktır.

Hacer AKSU
o- Staj 2018 ORTAM Stajyeri

Kaynakça:

İsrail, Muhtemel Savaş İçin Geniş Çaplı Askeri Tatbikat Yapıyor

İsrail Ordusundan yapılan açıklama ile, 11.03.2018 tarihinde yerel saat 19.00’ da sirenlerin çalması ile  tüm İsrail kolluk kuvvetlerinin olası bir savaş durumuna karşı tatbikata gireceğini kamuoyuna bildirdi. İsrail, Gazze Şeridi’ne yakın olan bölgeyi tatbikat sahasının dışında tuttuğunu da ifadelerine ekledi. Bu sahada tatbikatın yapılmaması şunu gösteriyor ki her hangi bir savaş durumunda İsrail, Filistin Bölgesi’ne askeri destek göndermeyecek.

ABD ve İsrail 2001’ den bu yana ortaklaşa olarak tatbikat düzenliyor. Yine Mart 2018 başlarında ABD ordusuyla iş birliği dahilinde Lübnan ile Gazze topraklarından gelecek muhtemel terör saldırılarına karşı tetikte günler geçiren İsrail, kendi yönetiminin yaptığı savaş hazırlıklarının da mart sonuna kadar sürebileceğini belirtti.

Anlaşılıyor ki İsrail, Lübnan merkezli Hizbullah hareketinin İsrail’ e karşı savaşa kalkışmasından mütereddit. Özellikle, İsrail Savunma Bakanı Avgidor Liberman’ ın yaptığı, ‘ Lübnan merkezli Hizbullah hareketinin savaşa kalkışması durumunda, İsrail tüm gücünü kullanacak ve kara kuvvetleri Lübnan’ a girecek.’ açıklamalarından sonra İsrail’ in ciddi olarak bu aktörden çekindiğini ve sert tedbirler aldığını görmekteyiz.

Liberman’ın tehdidine karşı, Başbakan Saad Hariri ile üst düzey yetkililerin yer aldığı Lübnan Yüksek Savunma Konseyi, Başkent Beyrut’taki Baabda Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ nda, “Lübnan’ın Güvenliği” konulu toplantı düzenlemiş ve ardından,İsrail’in muhtemel saldırısına karşılık verebilmesi için Lübnan ordusuna tam yetki verildiği bildirilmişti.

Ahmet Mert İZMİR
o-Staj 2018 ORTAM Stajyeri

Kaynakça:

Literatür Taraması: Arap Baharı Sonrası Yemen’de Uluslararası Hukuk ve İnsan Hakları İhlalleri

0
  1. Muslu, Ensar, “Yemen Ortadoğu Yıllığı” 2015, Sayfa aralığı: 247-263

2104 yılı sonlarında Husilerin Yemen’de güçlenmesi ve Cumhurbaşkanı Hadi ve Başbakan Baha’ nın başkentten ayrılmasıyla başlayan ve Hadi’ nin Suudi Arabistan’a yardım çağrısı yapmasının ardından koalisyon güçleriyle Husiler arasındaki çatışmayla devam eden süreç incelenmiştir. Bu süre zarfında El-Kaide ve DEAŞ gibi farklı aktörlerin de sahaya girmesiyle Yemen’de insani krizin derinleşmesi ve bu çeşitli aktörlerin çatıştığı ortamda, çatışmadan etkilenen sivillere yönelik yardımların yerine ulaşamaması gibi problemlere de yer verilmiştir.

Makalede ilk olarak çatışan Husi ve Hadi güçleri ele alınmış, bunlar arasındaki siyasi mücadelenin kökleri irdelenmiştir. Bunun dışında, çatışmanın ilerleyen zamanlarında ortaya çıkan ve çatışmaya dâhil olan aktörlere de yer verilmiştir. Daha sonra Yemen ekonomisi incelenmiştir. Fakat bu ekonomik inceleme bir devlet politikası olarak değil, insanların yaşadığı bir kriz bağlamında ele alınmıştır. Bu bakımdan bölgede çatışan güçler arasında kalan sivil halka dikkat çekilmiş ve insan hakları ihlallerine yer verilmiştir. Makalede dikkat çekilen husus Suudi Arabistan müdahalesi ile ülkede diğer aktörlerin çatışmasıdır. BM çözüm çabalarına da yer verilmiştir. Makale 2015 yılında yazıldığı için, bu dönemde gerçekleşen olaylar üzerinden Yemen anlatılmaya çalışılmıştır.

  1. Salih, Mehmet, “Yemen’de Arap Baharı”, Yasama Dergisi 22, Sayfa aralığı: 120-140

Tunus’ta bir seyyar satıcının intiharıyla başlayan Arap Baharı ayaklanmaları Ortadoğu’da diğer ülkelere de sıçrayarak devam etmiştir. Tunus, Libya, Mısır ve Yemen’de ilk başta bu ayaklanmalar başarılı olduysa da Suriye’de Esad rejiminin direnişe karşılık vermesiyle de durum tersine dönmüştür. Zira Mısır’da bir karşı devrimin vuku bulması, Yemen’ de Ulusal Diyalog Konferansı’nın çözüm üretememesi ile bu durum kanıtlanmaktadır. Ortadoğu’nun en fakir ülkesi olan Yemen’ de de ayaklanmalar yaşanmıştır.

Bu makale Arap Baharı’ nın başlamasından 2013 yılına kadar olan Yemen’deki iç siyasi sorunlara yönelik olarak hazırlanmıştır. Daha çok Arap Baharı’ na giden süreçte Yemen’de hangi sorunların etkili olduğunu açıklayacaktır. Uluslararası toplumun Yemen’deki bu halk ayaklanmalarına tepkisinin ne olduğu analiz edilecektir. Makale, yazıldığı dönemde Yemen’in durumunu açıklarken, en son aşamada rejimin ilerde karşılaşabileceği sorunlara da değinmiştir.

  1. Semin, Ali, “Yemen Krizi, Husiler ve İran-Körfez Güç Mücadelesi”, BİLGESAM Analiz/Ortadoğu No:1201, 3 Nisan 2015

Ortadoğu bölgesinde son dönemde olan gelişmeler bu bölgedeki ittifak ilişkilerini daha da karmaşıklaştırmaktadır. İran’ın Şii yayılmacılığı ekseninde yürüttüğü politikaların Beyrut, Şam ve Sanaa’ daki etkisi, Suudi Arabistan ve diğer körfez ülkeleri tarafından bir tehdit olarak algılanmıştır. Yemen’de Husi güçlerinin Başkent Sanaa’ da kontrolü sağlaması ile Suudi Arabistan ve koalisyon güçlerinin Yemen’de Şii Husilere karşı müdahalesi bunun ispatıdır.

Bu makale Yemen üzerinden bölgesel olayları analiz edilmiş ve yine Yemen örnekleminden yararlanarak Ortadoğu’da İran’a karşı oluşturulan ittifak kuşağının nedenleri ve sonuçlarını analiz ederken, bu ittifak kuşağının bölgedeki etkileri ortaya konmuştur. Yemen örneklemi üzerinden Ortadoğu’daki olayları anlayabilme girişimi nedeniyle, makale bir tümevarım yöntemi örneğidir. Bu makale örneği, 2015 ve öncesinde Yemen’de yaşanan olayları incelemiştir.

  1. Kurt, Veysel, ‘’Devrim’’ den Askeri Müdahaleye Yemen”, SETA Analiz Aralık 2015, Sayı:144

Ali Abdullah Salih’in Yemen’deki baskıcı yönetimi, Arap Bahar’ının getirmiş olduğu hava ile halk grupları tarafından protestolarla devrilmeye çalışıldı. Geçiş sürecinde ise Abdurrabu Mansur Hadi’nin ülkenin başına geçtiği ve Ulusal Diyalog Konferansı’nda ise ülkenin geleceği ile ilgili bir karar verileceği süreç başlamıştı. Ancak Ulusal Diyalog Konferansı çalışmalarını yürütmek üzereyken çatışmalar daha da şiddetlenerek artmıştı. Çünkü ülkedeki Husiler ve diğer aktörler daha fazla güç kazanmak için bir yarışa girmişlerdi.

Yemen’in bir iç siyasi sorundan uluslararası aktörlerin çatışma alanına doğru evrilen sürecini konu alan bu makale, Salih iktidarının devrilmesine sebep olan temel motivasyonları irdeleyerek bir başlangıç yapmış UDK ‘nin kuruluşuyla devam etmiştir. Daha sonra ise Husilerin ilerleyişi ve Suudi Arabistan’ın Kararlılık Fırtınası operasyonunun sonuçları ve etkilerine değinilmiştir. Bu iç savaşın uluslararası operasyona dönüşümü, makalede analiz edilmiştir.

  1. Jeremy, M.Sharp, “Yemen: Civil War and Regional Intervention”, Specialist in Middle Eastern Affairs, March 21,2017

Mart 2015’te Suudi Arabistan ve beraberindeki koalisyon güçleri Yemen’e müdahale etmeye başladı. Bu koalisyon güçleri, Suudi Arabistan liderliğinde Yemen’ de yeni bir yönetim kurmayı amaçlıyordu. Halen Husi güçleri ve Hadi yanlıları ülkede çatışmayı sürdürmekte. Ocak 2017’de açıklanan BM raporuna göre son iki yılda yaklaşık 10 bin kişi hayatını kaybetti ve ülkenin %60 ‘ı acil gıda yardımlarına muhtaç yaşıyor.

Bu makale 2017 yılında yazıldığı için diğer makalelerden daha yeni ve daha güncel bilgileri yansıtıyor. Makale ABD’nin Ortadoğu politikasının Yemen’de yaşananlara etkisini analiz ediyor. Obama yönetimiyle başlayan Husilere karşı Suudi koalisyonunu destekleme politikasının, Obama döneminde daha yumuşak ve barışçı söylemlere evrilmesi ve sonrasında ise Trump yönetimindeki değişimler incelenmiştir. Makalede ABD merkeze konularak bir analiz yapılmıştır.

  1. Salisburg, Peter, “Yemen and Saudi-Iranian ‘’Cold War’’, Middle East and North Africa Programme, February 2015

Suudi Arabistan ve İran arasında bölgedeki liderliği üstlenebilmek adına süregelen rekabet, Yemen’de vekâlet savaşları üzerinden yürütülmeye devam ediyor. Şii bir Yemen formülasyonu ile başlayan Husiler son on yılda Kuzey Yemen’de güç kazandılar. Suudi Arabistan ise Husileri bir İran vekâleti olarak görüyor. Bu iki gücün farklı aktörler üzerinden güç devşirmeleri, bölgede Yemen dâhil birçok ülkede istikrarsızlığın sürmesinin temel nedenidir. Suudi Arabistan Huti liderleri ile İran’daki Devrim Muhafızları komutanlarının bağlantılarını ispat etmeye çalışmaktadır.

Bu makale Yemen’deki çatışmanın itici gücünü yerel aktörlerin oluşturduğunu fakat bu aktörlerinde dış kaynaklı itici güçleri olduğunu vurgulamaktadır. Makalede bölgedeki sorunun çözümü için ABD ve Suudi Arabistan’ın kilit unsurlar olduğu anlatılmıştır. Özellikle Ortadoğu’da yaşanan kaos ve istikrarsızlık ortamının tetikleyici unsurunun, Suudi Arabistan ve İran’ın birbirlerinin tehdit olarak algılamaları ve rekabet etmeleri olduğu belirtilmiştir.

  1. Al Zandani, A.Ahmed, “Yemen’s Question: From the Struggle for Freedom to the Struggle for Survival”, Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, Cilt 2, Sayı2, 2015, ss. 89-108

Yemen halkının yolsuzluk yapan liderleri Salih’i devirmek için yaptıkları kitle gösterileri, büyük bir umutla başlamış olsa da ne yazık ki istenildiği gibi olmamış ve ülke gittikçe daha da derinleşen bir kaosun içine sürüklenmiştir.

Makale 2015 yılında henüz Suudi Arabistan’ın Yemen’e müdahalesi başladığı zaman yazılmıştır ve Yemen halkının, bağımsızlıklarını ve özgürlüklerini kazanmak adına verdikleri savaşta yaptıkları en büyük hatanın, başka devletlerden ve dış güçlerden medet ummak olduğunu aktarmıştır. Makalenin analiz çerçevesi büyük güçlerin uluslararası ve bölgesel meselelerde müdahale etkisinden yola çıkılarak oluşturulmuştur. Ayrıca analiz çerçevesi küçük devletlerin uluslararası denklemdeki konumunu da göstermek zorunda olduğundan, Yemen özelinde büyük devletlerin küçük devletler üzerindeki etkisi ve bölgesel aktörlerin rolü incelenmiştir.

  1. ARI, Tayyar, “Yemen’de Arap Baharı’ndan Husi Darbesine: Bir Demokrasi Denemesinden Başarısız Devlete mi?”,SDE NO:8, Mart 2015

Kuzey Yemen yaklaşık 4 yüzyıl boyunca Osmanlı hâkimiyetindeydi ve Başkenti Sanaa idi. Güney Yemen ise bağımsızlığını elde ettiği süreye kadar İngiliz hâkimiyetindeydi ve Başkenti Aden idi.  1990 ‘daki birleşme sonrasında ise Salih rejimi otoriter bir rejim olarak 2011’e kadar etkisini sürdürmüştür. Arap ülkeleri içinde en fakir ülkelerden olan Yemen, 26 milyonluk nüfusunda kii başına düşen milli gelir 2 bin dolar olarak belirlenmiştir. Gelen darbe ile birlikte 2011’de Abdullah Salih’in görevi yardımcısına bırakması ve belirlenen süre içerisinde seçimlere gidilmiş fakat anayasa üzerinde mutabakat sağlanamamıştır. Tüm bunların sonucunda Yemen’de yaşanacak olaylar ile uluslararası toplumun müdahalesizliği Yemen’i daha da istikrarsız bir toplum haline getirebilecektir.

Makale Yemen’deki demokrasi denemesinin arka planını incelemiş ve Husi grubunun ortaya çıkışından 2015 yılına kadar güçlenmesini analiz etmiştir.

  1. Çamyaran Elif, “Yemen within the framework of failed state theory – Başarısız devlet teorisi çerçevesinde Yemen Danışman: Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali TUĞTAN, İstanbul Bilgi Üniversitesi

Çalışma Yemen tarihini irdeleyerek, Yemen’in başarısız bir devlet olup olmayacağını sorgulamaktadır. Başarısız devlet teorilerinin ülkeyi dış müdahaleye açık hale getirdiği söylenerek, bu durumundan yaşanan insani krizleri daha da derinleştirdiği, bu yüzden de başarız devlet olarak tanımlanabilecek devletlerin tarihi ile genel olarak her şeyinin incelenmesi gerektiği ifade edilmiştir. Çalışmanın amacı da Yemen ile ilgili başarısız devlet söylemine eleştirisel bir boyut getirmektir. Bu yüzden de 1990’dan başlayarak, Arap Baharı sürecine ve sonrasında kadar Yemen’in durumu devlet yapısı ve tarihi çerçevesiyle birlikte ele alınmıştır.

  1. Koyuncu, Çiğdem Aydın, “Arap Baharı ve Sonrasında Yemen’de Kadın: Beklentiler ve Gerçekler”, The Journal of Academic Social Science Studies

Ortadoğu’da Arap Baharı ile birlikte gelen demokratikleşme beklentisi ve iyimser hava kadın haklarınınn geliştirilmesi alanında da hissedilmiştir. Fakat demokratikleşme alanında yaşanan hayal kırıklığı, kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olma mücadelesinde de yaşanmıştır. Hatta daha da kötüye giden bir gelişme göstermiştir.Kabiel kültürü ve ataerkil yapının hakim olduğu Yemen’de kadınlar güvenli,adil ve eşit standartlarda yaşayamamışlardır. Arap Baharı ile birlikte kadınların en ön saflarda yürümeleri ve sorunlarını yüksek sesle dile getirmeleri de uluslararası toplumun dikkatini Yemen’deki kadınlara çekmesi de olayın farklı bir boyutu olmuştur.

Bu çalışma Yemen’de Arap Baharı öncesinde kadınların sahip olduğu veya olamadığı hakları analiz edilmiş ve Arap Baharı sonrasında beklenen gelişmeler belirtilmiştir. Şuan ki Yemen kadınlarının durumu, sahip olduğu haklar geçmişle karşılaştırılarak analiz edilmiştir.

Yapacağım çalışma da insan haklarına vurgu yapacağımdan, Kadın hakları ile ilgili bu makalede, çalışmama farklı bir boyut kazandırabilir.

Birsen AKYÜZ
Araştırma Asistanı

Suriye’ye Zeytin Dalı: Rusya, ABD Analizi

Tunus’ta başlayan Arap Baharı, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da domino etkisi yaratarak çevre ülkelere sıçramıştı. Özellikle Ortadoğu’da taşları yerinden edecek hareketlerin ortaya Tunus’ta başlayan Arap Baharı, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da domino etkisi yaratarak çevre ülkelere sıçramıştı. Özellikle Ortadoğu’da taşları yerinden edecek hareketlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Etkinin halen sürdüğü Suriye’de Türkiye’nin Fırat Kalkanı ile bu bölgeye müdahalesi sonrasında gelişen olaylardan sonra ABD’nin PYD konusundaki tutumu yeni operasyonun sinyallerini verdi ve Türkiye Zeytin Dalı Operasyonu ile Suriye’de taşları tekrar yerinden oynattı.

Giriş

Aralık 2010’da Tunus’ta kısa çaplı bir protesto ile başlayan Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerine yayılıp Arap Baharı ile anılan kriz domino etkisi yaratarak halen süren ateşin bir kıvılcımı olmuştu. Kriz kısa sürede Libya, Mısır, Yemen, Bahreyn ve Suriye gibi ülkeleri etkisi altına almıştı. Fakat bundan en çok etkilenen ülkeyi sorarsak nitekim herkesin cevabı Suriye olacaktır. 2011’de başlayan protestolarda Beşar Esad reformlar gerçekleştirip yıllardır süren olağanüstü hali kaldırmıştı. Fakat ilerleyen zamanlarda reform hareketlerine baskı ve şiddet ile müdahale etmesi, reform isteklerine sessiz kalması iç savaşın başlamasına sebep olmuştur. Bu iç savaş başta Türkiye olmak üzere bölge ve dünya ülkelerini etkilemiştir. Bölgesel ve küresel güçlerin de müdahale girişimlerinden sonra sorun küresel bir boyut kazandı. Ortadoğu’daki olayların Suriye’ye sıçramasıyla Türkiye, konum itibariyle en çok etkilenen ülke konumundadır. Suriye ile en uzun kara sınırına sahip ülke olan Türkiye, Suriye’de ortaya çıkan her oluşumdan etkilenmiştir. Halen Suriye odaklı pek çok problem ile karşı karşıya kalmaktadır. Ülkede Suriye Hükümeti ortaya çıkan oluşumlara karşı güç yarışına girdi. Muhalifler dışında ortaya çıkan oluşumlardan küresel boyut kazanan Irak Şam İslam Devleti dünya için büyük bir tehdit haline geldi. Bunun önüne geçmek ve IŞİD ( Irak Şam İslam Devleti ) ile mücadele için ABD’nin liderliğinde koalisyon güçleri ortaya çıktı. Koalisyon güçleri küresel boyut kazanan terör örgütü IŞİD’ e karşı ortak hareket etmeye başladı. IŞİD ile mücadele eden muhalif ve farklı oluşumlara ekonomik ve silah yardımında bulunuldu. Fakat bütün bunlar yapılırken bölgede farklı oluşumların siyasi kazanım sağlamasının önü açılmış oldu. Bunlardan biri de PKK’nın Suriye uzantısı olan PYD / YPG’ dir. PYD ABD liderliğinde ki koalisyon güçleri tarafından ekonomik, silah teçhizatları ile donatılmıştır. IŞİD ile mücadelede meşruiyet kazanan PYD / YPG geri aldığı yerleri ele geçirerek kendisi için siyasi bir zemin hazırlamaya çalışmıştır. Kantonlar ilan ederek buralarda kendi ideolojisini ön plana çıkarmaya başlamıştır. Türkiye sınırı boyunca uzanan bu örgüte karşı ileride kendi adına bir tehdit oluşmaması için çaba sarf etmiştir. Fırat Kalkanı ile bunu kararlı bir şekilde duyurmuştur. Sınır güvenliğini korumak isteyen Türkiye’nin bu konuda adımlar atması ve sınır hattında herhangi bir örgütsel oluşuma izin vermeyeceğini açıklamasına rağmen DAİŞ ile mücadele adı altında koalisyon güçleri PYD / YPG’ ye silah ve ekonomik yardımda bulunmaya devam etmiştir. Pentagon; DAİŞ ile mücadele sonunda silahların geri alınacağını belirtmiştir.   

Fakat Türkiye’ye herhangi bir açıklama yapılmadan PYD / YPG’ ye silah yardımı yapılmaya devam edildi. Türkiye sınır güvenliğini korumak adına 24 Ağustos 2016 tarihinde, BM Güvenlik Konseyi kararları ve BM Sözleşmesi’nin 51. Maddesinde yer alan meşru müdafaa hakkını kullandığını açıklayarak, Fırat Kalkanı Harekâtı’ nı başlatmıştır. Bu hareketin amacı sınır güvenliğini korumak ve DAİŞ terör örgütüne müdahale etmektir. PYD / YPG’ nin oluşturmak istediği ve kantonları birleştirme adına koridor oluşturma hareketinin de sonu olacak harekât resmen başlamış oldu. Türkiye bu hareketle koalisyon dışında ilk kez Suriye iç savaşına müdahil olmuştur. Fırat Kalkanı operasyonunda, Cerablus’ tan Azez –  Mare Hattı’ndan ve El – Bab Bölgesi’ ne kadar olan alandan DAİŞ terör örgütü çıkarılmış ve güvenli bir bölge oluşturulmuş oldu.

Suriye iç savaşına siyasi anlamda da çözüm yollarına başvuruldu. Bu bağlamda Rusya, İran ve Türkiye kalıcı çözümler için 23 Ocak 2017 tarihinde Kazakistan’ın başkenti Astana’da bir araya geldi.  Burada DAİŞ’ in bulunduğu bölgeler hariç Suriye’de ateşkes ilan edildi. Sonrasında yapılan Astana Görüşmeleri’ nde Çatışmasızlık bölgeleri oluşturuldu. İdlib’ te bu alanlardan biri haline geldi.  Türkiye’de bu alanda Afrin’e yakın yerlerde gözlem yerleri oluşturdu ve askeri varlığını gözle görülür derecede artırdı. Tüm bunlar olurken ABD; PKK’ nın Suriye uzantısı olan PYD / YPG öncülüğündeki Suriye Demokratik Güçleri’ nden ( SDG ) oluşacak 30 bin kişilik bir sınır gücü oluşturacağını açıkladı. Açıklamalardan sonra Türkiye sert bir şekilde karşılık verdi. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, kararı, “PYD – YPG’yi meşrulaştırmaya yönelik endişe verici adım olduğunu’’ belirtmiştir. Türkiye, ulusal çıkarları doğrultusunda güvenliğini sağlamak için gerekli tedbirleri almaya devam edecektir. Bu çerçevede, meşru hedef olan terör örgütlerine karşı yeri, zamanı ve şekli Türkiye tarafından belirlenmek üzere her tür müdahale hakkı mahfuzdur. açıklamasında bulunmuştur. Bu açıklamalardan sonra Türkiye’nin sınır güvenliğini korumak adına Afrin’ e harekât yapacağı açıklamaları yapılmıştır.

Harekât başlarken ABD, Savunma Bakanlığı Pentagon üzerinden Türkiye’nin meşru güvenlik endişelerinin farkında olduğunu belirtti. Pentagon sözcüsü Eric Pahon, “Terörle mücadelede Türkiye’nin yanındayız” ifadeleriyle birlikte kurulmak istenen gücün yeni bir “ordu” veya “konvansiyonel sınır muhafız gücü” olmadığını, ABD’nin Birleşmiş Milletler (BM) Cenevre Sürecine destek sağlayacak bir güvenlik gücü olacağını ifade etti.  Diğer yandan ABD sözcüsünün “Bu güvenlik güçleri içeride DEAŞ savaşçılarının Suriye’den kaçışını engellemeye ve kurtarılmış bölgelerdeki yerel güvenliği sağlamaya odaklıdır. Bu güçler yerel halkı koruyacak ve Cenevre’de Suriye iç savaşının uzun dönemde çözümünü beklerken DEAŞ’ ın ABD’ye, müttefik ve ortaklarına karşı yeni saldırı gerçekleştirmelerini engelleyecek.” Şeklinde yaptığı açıklamadan sonra, Türkiye’nin ABD’nin Suriye hedefleri ile ilgili kaygılarını artırdı ve harekâtı gerçekleştirme kararlılığını arttırdı. Zeytin Dalı Harekâtı bu olaylardan sonra 20 Ocak 2018’de PYD’ nin Afrin kantonuna yönelik operasyon ile başladı.

Zeytin Dalı Harekâtı’ nın Sebepleri

Zeytin Dalı Harekâtı, Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğünce;

  1. 10 bin kilometrekarelik bir alanın, ÖSO nüfuzuna geçmesini sağlamak.
  2. Doğu Akdeniz’e ulaşmayı hedefleyen PKK kuşağını tamamen engellemek.
  3. Türkiye’nin Arap dünyasıyla coğrafi irtibatının kesilme ihtimalini ortadan kaldırmak.
  4. Suriye ile olan sınırlarımızın güvenliğini sağlamak.
  5. PYD/PKK’nın Amanos Dağları üzerinden Türkiye’ye yaptığı sızmaları önlemek.
  6. Terör örgütünün Akdeniz’e ve buradan dünyaya açılmasını engellemek.
  7. Fırat Kalkanı’ nın güvenliğini ve devamını sağlamak.
  8. Tel Rıfat bölgesinin kontrolünü ele geçirerek sivillerin evlerine geri dönmesini sağlamak.
  9. ABD’nin terör örgütlerine desteğini önlemek.
  10. Türkiye’nin sınır illerinin güvenliğinin sağlanmasında ve Fırat Kalkanı’nın korunmasında Afrin’in kritik önemdedir.
  11. Terör örgütlerinin Afrin’de bulunması demek, Kilis ilinin tamamının ve Hatay ilinin büyük bir kısmının terör örgütlerinin ateş menziline girmesi demektir.
  12. Türkiye, Afrin ile Kobani’nin birleşmesini ‘Kürt koridoru’ projesinin en önemli ayağı olarak görüyor.

Türkiye Afrin Harekâtı’nı böyle 12 nedene dayandırmıştır. Bu nedenlere bakıldığında en dikkat çeken maddenin Türkiye’nin Arap bölgesi ile irtibatı, ABD’ nin faaliyetleri ve bölge üzerindeki etkisi son olarak ‘Kürt Koridoru’ terimine değinmesiyle son dönemlerde Kürt oluşumlarına yönelik olanlardır. Tüm bu nedenleri göz önüne aldığımızda Türkiye’nin Arap Coğrafyası ile olan iletişimi ve ‘Kürt Koridoru’ gibi söylemlere bakarak Ortadoğu’da düşünülen projelere karşı olduğunu dile getirmektedir. Fırat Kalkanı ile bölge güvenliğini korumak adına önemli bir ilerleme olmuştu. Zeytin Dalı Harekâtı ile yine başarıya ulaşması durumunda bölgenin tamamındaki kararlarda etkin güç konumunda görülüp Türkiye’nin bu bölgede yapılan her hareketten önce dikkate alınmasına kadar sürmesi mümkündür. Özetlemek gerekirse Türkiye artık kendisini küresel güçlerden bağımsız olarak gördüğü ve bölgesel bir güç olduğunu gelişecek her olayda aktif müdahale edebileceğini ortaya koymaktadır. Türkiye’nin kendi sınırları içinde halen mücadele ettiği PKK’nın Suriye kolu PYD ile ilgili kaygıları geçmiş günlere dayansa da asıl ABD ve Rusya tarafında desteklenen tek güç haline gelmesiyle artmıştır. İleride kullanılacak bir güç haline getirilmeye çalışılan PYD’nin Türkiye’nin sınırları için sorun teşkil edileceği düşüncesi herkes için kabul gören bir durumdur. Türkiye bölge politikaları ile son dönemlerde pasif duruşunu yıkıp olayların bizzat kurucusu haline gelmiştir. ABD’nin Türkiye’yi bölgeden uzak tutma çabalarına karşı Türkiye Fırat Kalkanı ile Suriye konusunda söz sahibi olmuş fiilen şuan hüküm sürmektedir. Rusya ile yaşanan krizi atlatarak Soçi sürecinde yer almıştır. İdlib’te söz sahibi olması ve Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde yapılan referandumda Irak Hükümeti’nin yanında yer alması farklı oluşumların ortaya çıkmasını engellemiştir. Türkiye, Kürt Koridoru’ nu engelleme adına doğru adımlar atarak süreci iyi değerlendirmiştir.

Türkiye, ABD’nin Suriye’de en etkili müttefik haline getirdiği PYD / YPG öncülüğündeki Suriye Demokratik Güçleri ( SDG ) konusundaki kaygılarını gidermediği için politikalarını değiştirmiştir. ABD’nin iç politikada bütçe görüşmelerine odaklandığı dönemde yapılan operasyonda ABD Dışişleri Bakanı R. Tillerson, Türkiye’de güvenli bölge önerisinde bulunmuş. Fakat Türkiye bu önerilerin daha çok oyalama amaçlı olduğunu dile getirmiştir. Hükümet Sözcüsü ve Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, operasyonun PKK, KCK, PYD/YPG ve DEAŞ’a yönelik olduğunu ifade etti. “Hedef, terör örgütlerinin, teröristleri, barınak, sığınak, araç, gereç, silahları, lojistik noktaları, üsleridir. Bunun dışında bir hedef bulunmuyor.” diyerek ABD’nin “güvenli bölge” önerisinin kabulü için “silahları vermeyi durdurmak, ondan önce verilmiş olan silahları toplamak” koşulunu öne sürdü. Fakat ABD bu konuda herhangi bir adım atmamış olması Zeytin Dalı Harekâtı’ nın başlamasına ilerlemesine neden oldu.

Halen süren operasyonlarda 674 hedef imha edildi. TSK tarafından son açıklamalara göre Zeytin Dalı Harekâtı kapsamında Afrin operasyonun 29. gününde şehit olan asker sayısı 32 olmuştu. Harekât kapsamında toplam 1595 terörist de etkisiz hale getirildi.

Türkiye’nin Zeytin Dalı Operasyonu bölge politikaları açısında gereklilik arz eden bir durum olarak çıkıyor karşımıza. Ülke sınırlarını en güvenli şekilde koruması gereken Türkiye’nin küresel güçleri ikna edememesi bu harekâtı ortaya çıkardı. ABD’nin oyalama tavrı ve PYD / YPG’ yi silahlandırmaya devam etmesi güvensizlik ortamı yarattı. İki müttefik devletin ortak hareket etmesi belki de farklı sonuçlar ortaya koyacaktı. Operasyonunun neticeleri operasyon sonunda ortaya çıkacaktır. Harekâtın zaman içerisinde bölge için ne denli değişkenlik gösterdiğini anlamak için beklemek gerekecektir.

Celal CAVLAK
Araştırma Asistanı

Kaynakça:

Doğu Guta’ da Çocuk Olmak

7 Şubat’ta Anadolu Ajansı’nın servis ettiği bu fotoğraf, Suriye iç savaşının en kanlı yerlerinden Doğu Guta’da çekilmiştir. Fotoğraftaki kişi Beyaz Baretliler olarak adlandırılan sivil savunma çalışanı Said el- Masri… Esad rejiminin sabah 11 sularında Doğu Guta’ya havadan ve karadan saldırı düzenlemesiyle, Said-el Masri diğer insanları kurtarmak adına hemen çalışmalara katıldı. Fakat çok geçmeden kendi evinin bulunduğu sokağa da bomba atıldığını öğrendi. Fotoğraf, Said el-Masri’nin 3 aylık bebeğini kurtarmasıyla yaşadığı duyguları ‘’acı ve umut bir arada’’ başlığıyla yayımlandı.

Arap Baharı ile birlikte başlayan halk ayaklanmaları Mısır’da Hüsnü Mübarek’in devrilmesine sebep olmuş, bununla birlikte ise diğer Ortadoğu ülkelerindeki halklar da demokrasi umuduyla sokaklara dökülmüştür. Suriye’de ise Dera kentinde iki doktorun ‘’Mübarek devrilmiş. Darısı başımıza..’’ şeklindeki telefon konuşmaları istihbarata takılmış ve bu iki doktor hapse konulmuşlardır. Yine bu iki doktorun yakını olan çocuklar duvarlara ‘’halk rejimin düşmesini istiyor.’’ şeklinde yazılar yazmışlardır. İşte bu duvar yazısı Suriye’nin bütün gidişatını değiştirmiş, yıllar sürecek olan iç savaşın başlamasına neden olmuştur. Yazıları yazan çocukların tutuklanmaları, Dera halkının sokaklara dökülmesine neden olmuş fakat Dera halkı rejimin orantısız gücüyle karşılaşmıştır. Bunu diğer şehirlerde yaşayan Suriyelilerin Dera halkına destek olmak için sokaklara dökülmeleri izlemiş, Cuma namazından sonra halkın toplanmasına karşı rejimin sert müdahalede bulunması ise daha büyük halk kitlelerinin ayaklanmasına neden olmuştur. Kısacası Suriye’de işler Mısır’daki gibi olmamış, çok daha kötü bir vaziyete doğru evrilmiştir. Mübarek’in devrilmesiyle Ortadoğu’da başlayan demokrasi umudu, Suriye’de yaklaşık 7 yıldır devam eden bir çatışma ortamıyla yerini büyük dramlara, acılara ve çaresizliğe bırakmıştır.

Bu zamana kadar Suriye’nin pek çok yerinden aldığımız haberler bir yanda dururken, bu yılın şubat ayında ise Doğu Guta’da yaşanan dram gözler önüne serilmiştir. Peki Doğu Guta’nın önemi nedir? Doğu Guta, şuan muhaliflerin kontrolünde bulunan bir şehirdir. 2017 yılının mayıs ayında yapılan Astana görüşmelerinde Doğu Guta’nın ‘’gerginliği azaltma bölgesi ilan edilmesi’’ kararlaştırılmıştır. Ve temmuz ayında da rejimin garantörü Rusya tarafından Doğu Guta’da ateşkesin yürürlüğe girdiği duyurulmuştur. Bu bölgede İran, Rusya ve Türkiye’nin bir araya gelip ateşkesin ilan edilmesinde ısrar etmesinin sebebi ise birçok insanın açlık sorunuyla karşı karşıya kalması ve hatta ölümlerin yaşanmasıydı. Burada amaç insani koridorun açılması ve erzak yardımının yapılabilmesiydi. Çünkü bilindiği üzere Esad rejiminin en büyük silahı ‘’açlık’’ idi. Fakat Esad rejimi, yaptığı ateşkes anlaşmasını bozdu ve 29 Aralık 2017’den bu yana Doğu Guta’yı abluka altına aldı.

Havadan ve karadan saldırılar ile kuşatılan Doğu Guta’ya aynı zamanda Esad rejiminin kimyasal saldırılarda bulunduğu söyleniyor. Bölgeye yardımların girişinin de engellenmesiyle insanlar bir yandan açlıkla mücadele ederken bir yandan da pek çok sağlık problemleriyle karşı karşıya kalıyor. Bütün bunlar en temel insan haklarının ihlal edilmesi anlamına geliyor. 400 bin insanın yaklaşık 5 yıldır  zor şartlar altında ve dar bir alanda yaşamlarını sürdürmeye çalışmasına karşı Birleşmiş Milletler’in bu konuyla ilgili sessizliğini koruması ise dikkat çekiyor.

Suriye hükümetinin taraf olduğu sözleşmelerden bir tanesi olan 1989 Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 6.maddesinde ‘’Taraf Devletler, her çocuğun temel yaşama hakkına sahip olduğunu kabul ederler.’’ İfadesi yer almaktadır. Suriye iç savaşının başladığı günden bu güne bu madde ihlal edilmiştir. Sadece bu madde değil, sözleşmedeki pek çok maddenin ihlali söz konusudur. Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) ‘nun 2018’in ilk ayı için yayımladığı raporda, Esad rejimi tarafından yapılan saldırılar sonucunda, Doğu Guta’da ilk 14 günde 30’dan fazla çocuğun öldüğü belirtilmiştir. Son haberlerden yola çıkarsak Suriye’de çocuk olarak hayatta kalmanın hiç de kolay olmadığını söylemek gerekecektir. UNICEF Suriye temsilcisi Fran Equiza, rejimin sivillere yönelik havadan ve karadan saldırılarının yanı sıra çevredeki hastanelerin ve sağlık kuruluşlarının  da abluka altına alındığını belirtmektedir. Fran Equiza yaptığı yazılı açıklamada ‘’2013’ten bu yana yaklaşık 200 bin çocuğun kapana kısıldığı Doğu Guta’da tırmanışa geçen şiddet olaylarında yılın sadece ilk 14 gününde 30’dan fazla çocuğun öldürülmesi şok edici.” ifadesini kullandı. Equiza ayrıca 7. yılında olan Suriye iç savaşında başlangıçtan bu yana çocuk ölümlerinin gerçekleştiğini ve dünyanın buna sessiz kalmasının da utanç kaynağı olduğunu vurguladı.

Çatışma Suriye’de en temel hak olan yaşama hakkını ortadan kaldırarak diğer temel hak ve özgürlükleri de etkilemektedir. Doğu Guta’da saldırılardan yaralanan insanlar, sağlık kuruluşlarının,  yoğun bombardımandan dolayı kapatıldığı ya da kullanılamaz hale geldiği ve  kentteki 120 çocuğun ise acil müdahale edilmek üzere tahliye edilmeyi beklediğini vurgulanıyor. 15 Şubat’ta ise Doğu Guta’daki Duma’ya düzenlenen hava saldırılarında 2’si çocuk 6 kişi ölmüştür. Bu sadece en son haberlerden biri… Burada çocuklar ya hava bombardımanlarıyla ölüyor ya da  açlıktan. Özellikle çocukların ve diğer sivillerin çok fazla sağlık problemleri yaşadıklarını belirtmek gerekiyor ki bunlardan bir çoğuna kanser teşhisi konulmasına karşın tedavileri sağlanamamaktadır.

Suriye hükümetinin taraf olduğu anlaşmalardan biri de 1925 Cenevre Boğucu, Zehirleyici ve Benzeri Gazların ve Bakteriyolojik Araçların Kullanılmasının Yasaklanması Protokolü ‘ dür. Bu anlaşma doğrultusunda taraf devletler kimyasal ve biyolojik silahları kullanmamayı taahhüt etmişlerdi. Fakat 14 Şubat’ta Suriye İnsan Hakları Ağı, Esed rejiminin Suriye’de düzenlediği 211 kimyasal silah saldırısında bin 357’si sivil, toplam bin 421 kişiyi öldürdüğünü açıkladı. 7 yıldır zaman zaman rejimin kimyasal silaha başvurduğu haberleri medyaya yansısa da Esad rejimi bunu resmi olarak kabul etmemektedir. 2013 yılında Doğu Guta’da kimyasal silah saldırısında 400 sivil ölmüş ve uluslararası kuruluşlar devreye girmiştir. Fakat saldırılar  durdurulamamıştır. Ocak ve şubat aylarında ise Doğu Guta’ya klor ile yapılan bir saldırı gerçekleşmiş ve aralarında çocukların yoğun olduğu 21 sivil etkilenmiştir. Esad’ın bu saldırılarının, muhaliflerin yoğun olarak yaşadığı Doğu Guta’dan insanları göçe zorlama amacı taşıdığı ise aşikardır.

Suriye hükümetinin taraf olduğu 1989 Çocuk Hakları Sözleşmesi incelendiğinde de tamamen bu sözleşmenin tüm maddelerinin uygulanmadığı görülecektir. Bu sözleşme çocukların barınmasından eğitimine,gıda ihtiyacından ebeveyn yapısına kadar her şeyi kapsıyor. Fakat Suriye’de bir çok çocuk açlıktan,hastalıklardan ya da bombardımanlardan dolayı ölüyor ya da göçe zorlanıyor. Bu sırada temel eğitim hakları da ellerinden alınıyor.

Doğu Guta’ya atılan kimyasal silahlar bir anda binlerce insanı öldürebiliyor. 2013 yılında kimyasal silahlar ile yapılan saldırıda 1500 kişi ölürken, bunlardan bir çoğunun da çocuk olduğunu unutmayalım. Hala 5 yıl önceki bu saldırıdan dolayı bir çok çocuğun nefes alma problemleri yaşadığını, pek çok sağlık problemleriyle mücadele etmek zorunda kaldıklarını biliyoruz.

Şam’ın Doğu Guta bölgesinde yaşayan insanların bu abluka altında yaşayabilmeleri çok zor gözüküyor. Burada annelerin,  çocuklarına alacak ekmek için para bulamadığından gazete yedirdiklerini biliyoruz. Yeterli beslenememekten, açlıktan ölen çocuk sayısı günden güne artırıyor. Öyle ki şu hikaye yürekleri parçalıyor. Doğu Guta’nın Hamuriye semtindeki küçük bir evde eşi ve dört çocuğuna bakan Menal hanım çocuklarının açlığını bastırmak ve onları oyalamak için içerisinde sadece su olan tenceyi saatlerce ocakta kaynattığını ve çocukların yemeğin pişmesini beklerken uyuya kaldıklarını söylüyor. Bu yaşanılan dramı duydukça,  uluslararası örgütlerin çatışmaya müdahalesizliğinin ne ağır sonuçlara yol açtığını daha net anlayabiliyoruz.

2017 yıllanın sonuna doğru Doğu Guta’da Esad rejiminin gerçekleştirdiği saldırılar ile yüzlerce çocuk hayatını kaybetmişti.Bu yılın şubat ayında da yine aynı şeyleri yaşıyoruz. Yine hiçbir şey değişmedi.

Birleşmiş Milletler (BM) Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura’nın Danışmanı Jan Egeland, 2017 yılının aralık ayında yaptığı açıklamada,  BM yardım güçlerinin Doğu Guta’ya alınmadığını, bu arada insani krizin günden güne derinleştiğini ve yetersiz beslenmeden dolayı ölen çocuk sayısının artmaya devam ettiğini belirtmiştir.

Doğu Guta’da çocuklara yapılan hak ihlallerinden bahsederken, tüm dünyanın dikkatini çeken Kerim bebekten bahsetmeliyiz. Kerim bebek, Doğu Guta’da Esad rejiminin saldırısıyla 1 aylıkken annesini ve sol gözünü kaybetmiş ve Doğu Guta direnişinin sembolü olmuştu. O günlerde ise sosyal medyadan bütün dünyanın da katıldığı,  Doğu Guta’da katliamın bitmesi adına kampanyalar başlamıştı. Bölgedeki çocuklar ve çevredeki insanlar ise buna sol gözlerini kapatarak destek vermişlerdi. Kerim bebeğin acısı daha dinmeden, yeni saldırılar yapıldı ve yine yüzlerce çocuk öldürüldü.

SONUÇ

Çatışan çıkarların Ortadoğu’nun pek çok yerinde olduğu gibi Suriye’de de kanlı canlı savaş şekline dönüştüğünü görüyoruz. Savaşın tek kaybedeni olan çocuklara yönelik şiddetin ve vahşetin tüm dünyada sona ermesini temenni ederken, uluslararası örgütlerin de daha bağlayıcı kararlar alabilmesini umuyoruz.

Birsen AKYÜZ
Araştırma Asistanı

Kaynakça:

İsrail:”Türkiye ile AB’ye Gaz Sevkiyatı Konusundaki Görüşmeler Sürüyor”

İsrail Enerji, Altyapı ve Su Kaynakları Bakanı Yuval Steinitz, Tel Aviv’le Ankara arasında Türkiye ve Avrupa Birliğine (AB) gaz sevkiyatı için gaz boru hattının yapımıyla ilgili görüşmelerin sürdüğünü, nihai anlaşmanın henüz imzalanmadığını söyledi.

CERAWeek 2018 Enerji Konferansı’nda konuşan Steinitz, “Türkiye ile hala bir anlaşmamız yok, İsrail’den Türkiye’ye giden bir boru hattı da yok, bu konudaki görüşmeler hala devam ediyor.” ifadelerini kullandı.

İsrailli bakan, “Görüşmeler şimdilik gayet dostane bir şekilde devam ediyor. Ancak bildiğiniz üzere, iş dünyasıyla hükümet arasında diyalog kurmak için bazen belli bir zamana ihtiyaç oluyor.” diye konuştu.

Steinitz, geçen temmuz ayında İsrail ve Türkiye’nin iki ülke arasındaki doğal gaz boru hattının yapımıyla ilgili çatı anlaşmayı imzalama kararı aldıklarını, ayrıca bu proje ile ilgili nihai anlaşmayı 2017’nin sonuna kadar imzalama konusunda anlaştıklarını açıklamıştı. Steinitz ayrıca, İsrail’in biri Türkiye’ye ve oradan AB’ye, diğeriyse Güney Kıbrıs ve Yunanistan üzerinden İtalya’ya uzanacak toplam iki boru hattının yapımıyla ilgili görüşmelerin de yoğun bir şekilde sürdüğünü söylemişti.

Bu konudaki tartışmaların, arkadaş canlısı olarak sürdüğü görülmektedir. Fakat İsrail ile Türkiye arasında gerek ekonomik gerek siyasi açıdan dostane bir ilişkinin olacağını söyleyebilmek pek mümkün değil.

Suna KAYA
o-Staj 2018 ORTAM Stajyeri

Kaynakça:

Haşdi Şabi, Irak Ordusuna Resmen Dahil Oldu

Haşdi Şabi’yi, Irak güvenlik güçlerinin resmi bir unsuru haline getiren yasa, geçen yıl Irak Meclisinde kabul edilmişti. Irak Başbakanı Haydar İbadi de, Haşdi Şabi’nin Irak güvenlik güçlerine katılımını resmileştiren bu kararnameyi imzaladı .

Irak’ta, IŞİD’e karşı kurulan Şii milislerden oluşan Haşdi Şabi Ordusu, İbadi’nin imzaladığı kararnameyle birlikte ülkenin resmi ordusuna dahil edildi.

Kararnameye göre, ordu mensuplarının sahip olduğu birçok haktan yararlanabilecek olan Haşdi Şabi üyeleri, ordu mensuplarıyla aynı maaşları alacak, askeri hizmetler açısından aynı yasalara tabi tutulacak ve askeri enstitüler ile kolejlere girebilecek.

Sünnilerin ve Kürtlerin insan hakları ihlalleri nedeniyle tepki gösterdiği Haşdi Şabi, Bağdat-Washington hattında da kriz yaratmıştı. ABD yetkilileri tarafından İran destekli olduğu gerekçesiyle Haşdi Şabi için, “Evlerine dönmeliler” çağrısı yapılmış, ancak İbadi karşı çıkmıştı.

İran, “ Direniş Ekseni” adını verdiği Şii Hilali’nde önemli bir adım atmıştır. ABD’nin yanlış hesapları, İran’ın yayılmasını kolaylaştırıcı nedenler olarak görülebilir. Kararın ardından; İran, Irak’ın hem içişlerinde hem de dış işlerinde önemli konuma gelmiştir. Gelecekte Irak ile İsrail ve ABD, sorunlar yaşayacak diyebiliriz.

Kerem AYSU
o-Staj 2018 ORTAM Stajyeri

Kaynakça: