Home Blog Page 132

Ekvador, Julian Assange’nin İnternet Erişimini Kesti

Ekvador Hükümeti, Londra’da Ekvador Büyükelçiliği’nde kalan WikiLeaks’ın kurucusu Julian Assange’nin internet bağlantısını kesti. Ekvador Devlet Başkanı Lenin Moreno, Assange’nin sosyal medyadaki mesajlarıyla Ekvador’un diğer ülkelerle ilişkilerini kötü etkilediğini açıkladı.

Assange 2012 yılından beri İsveç’te tecavüz suçu iddiaları nedeniyle sığındığı büyükelçilikte yaşıyor. İsveç hükümeti geçtiğimiz sene tecavüz soruşturmalarını bıraktığını açıkladı. Ancak Assange’nin, İngiltere Mahkemesi’nde hala bir tutuklama kararı var.

Ekvador Hükümeti yaptığı açıklamada, Assange’nin diğer devletlere müdahale edebilecek paylaşımlar yapmaması konusundaki taahhütüne uymadığı gerekçesiyle dış dünyayla ilişkisi kesildi.  Açıklamaya göre, Assange ’nin son zamanlarda  sosyal medyada yaptığı paylaşımlar Ekvador’un Birleşik Krallık ve Avrupa Birliği’nin diğer devletleri ile sürdürdüğü ilişkileri riske attı. Assange ayrıca İngiltere’nin, casus olduklarını iddia ettiği 150 Rus diplomatı görevden ihraç etme kararını sorguladı.

Ekvador, Assange’nin internet erişimini ilk kez kesmedi. Aynı durum Ekim 2016’da Assange’nin ABD seçimlerine müdahale etme çabalarına girişeceği çekincesiyle de oldu.

Ekvador Hükümeti, Assange’nin elçiliğinden çıkarılmadığını ve internet hizmetlerinin geçici olarak sınırlandırılmasının WikiLeaks Kuruluşu’nun gazatecilik faaliyetlerini gerçekleştirmesini engellemediğini söyledi.

Merve ÜN
o-Staj 2018 LATAM Stajyeri

Kaynakça:

Yemen İç Savaşı: Suudi Arabistan ve İran Mücadelesi

Yemen’de uzun yıllardan beri süregelen ve aralıksız devam eden 2015’ten itibaren de iç savaş boyutuna dönüşen çatışmaların arka planında tarihsel nedenler bulunmaktadır. Arap Baharı ile devam eden süreci ana hatlarıyla ele alacağız. Yemen’in tarihine baktığımızda özellikle İslam tarihinin ilk dönemlerinde ordulara asker sağlamak için göç veren bir ülke konumundaydı. Bu nedenle istikrar elde edemeyen Yemen farklı kabilelerin çatışmasına tanık olmuştur. Ülke içinde çatışan kesimlerin bir kısmının İmam Hâdî-İlelhak Yahyâ b. Hüseyin’i, Yemen’e yerleştirmesi üzerine nüfusun yarısından fazlasının Zeydîye mezhebine geçmesi günümüze kadar sürecek olan bir çatışmaya ve bölünmeye yol açmıştır. Yemen hem coğrafi hem de toplumsal yapı olarak idare altında tutulması zor olan bölgelerden bir tanesidir. Ayrıca toplum olarak ele alındığında geleneksel aşiretler (kabileler) Yemen’in siyasi ve sosyal hayatını derinden etkilemektedir. Günümüzde Irak, Suriye ve Lübnan gibi devletlerin de mezhep çatışmalarından bölgedeki payını aldığını uzun yıllardır süren iç savaşlardan anlayabiliyoruz. Şii–Sünni çatışmaların Ortadoğu’yu ne denli etkilediğini görmekteyiz. Yemen’de bu çatışmaların en köklü yaşandığı ülkedir. Ortadoğu’da iç çatışmaların devlet geleneği haline geldiğini söylersek yanlış bir ifade kullanmış olmayız. Yemen’de 1990 yılındaki Kuzey/Güney birleşmesinden sonra ortaya çıkan ayrılıkçı hareketler, Yemen’i istikrarsız ve çatışmaların olduğu bir yer haline getirdi. Eğer bir devlet ayrılıkçı hareketleri şiddet yoluyla çözmeye çalışırsa sorunu daha da içinden çıkılmaz bir hale sokar. Bunun örnekleri de Suriye, Yemen gibi ülkelerdir.

Arap Baharı yani 2010 yılı ve sonrası Ortadoğu ve Arap ülkeleri için unutulmayacak etkisi halen devam eden gelişmelere tanık olmuştur. Uzun yıllar iktidarda olan dikta rejimleri birer birer devrilmiş, halkların talepleri ve demokrasi çağrıları gündeme gelmişti. Tunus’ta başlayan hareketler birçok Arap ülkesini etkisi altına almış Yemen de bu hareketlerden etkilenmiştir. 1978 yılından beri iktidarda olan Devlet Başkanı Abdullah Salih görevi bırakmak zorunda kalmıştır.

Yemen’de 2011 yılında Ali Abdullah Salih’in görevi bırakmasıyla Yemen için demokrasi ve değişim sinyalleri verildi. Çekilme ile beraber Abdurabbu Mansur Hadi yönetime gelerek demokrasiye geçiş oluşumunun liderliğini üstlendi. Ulusal Diyalog Konferansı ile bu değişimin ne denli gerçekleşeceğini ve ülkenin siyasi geleceğini yeniden inşa için görevin başına geldi. İstifanın ardından kabileler ile rejim güçleri arasında birçok yerde çatışmalar başlamıştı. Güney Yemen’de ayrılıkçı gruplar bağımsızlık talebinde bulunuyorlardı. El Kaide belli yerleri elinde bulunduruyordu. Selefi gruplar ve İran’ın da desteğini alan Husî’ler arasında çatışmalar devam ediyordu. Çatışmalar devam ediyorken yeni Anayasa’nın hazırlanması ve seçimlere gidilmesi oldukça zor görünüyordu. Yemen halkı, bir an önce seçimlere gidilmesi ve herkesin katılacağı geçiş sürecinin tamamlanmasını beklemekteydi. Ekonomik sıkıntıların yaşanması, silahlı örgütlerin çatışmaya devam etmesi bu geçiş sürecini zora soktu. Silahlı çatışmaların başlaması ve Husî’lerin Suudi sınırından harekete geçip Sada kentini ele geçirmesi hemen sonrasında Başkent Sanaa’yı ele geçirmesi parlamentoyu devre dışı bırakması bir darbenin yapıldığının göstergesiydi. Abdurabbu Mansur Hadi’nin yeni merkez haline getirdiği Aden’e doğru yönelmenin olması Suudi rejimini harekete geçirdi. Ve doğrudan müdahale girişimine başladı.

Ortadoğu’da yaşanan Arap Baharı’nın nedenleri araştırıldığında ekonomik sıkıntılar ve yıllardır süren dikta rejimlerinin uygulamalarından kaynaklı bir durum oldukları ortaya çıkıyor. Yemen’de de yaşanan ve uzun zamandır yaşanan ayrılıkçı hareketler, 1994 yılından beri Güney Yemen’de yaşanan olaylar ve hükümetin bunları şiddet yoluyla baskı altında tutmak istemesi gibi sorunların gölgesinde 2011’de Sanaa Üniversite’sinde başlayan gösteriler, Aden ve Taiz gibi büyük şehirlere sıçradı. Süren olayların Ali Abdullah Salih’in iktidarına yönelik gösterilere dönüştü. Gösteriler karşısında Ali Abdullah Salih seçimlere yönelik herhangi bir girişimde bulunmayacağını ve cumhurbaşkanlığı için kendisi ve ailesi içinde herhangi bir kişinin olmayacağını bu süreçte yeni reformlar gerçekleştireceğini söylese de çatışmaları sonlandırmamış. Sonrasında büyük şehirlerde hükümet güçlerinin silah kullanması çatışmaların şiddetini artırdı. Mart ayında birçok göstericinin ölmesiyle devam eden süreçte Ali Abdullah Salih’e yakın olan isimler Sadık Ahmar ve Ali Muhsin muhalif kesimlerin yanında yer almaya başladı. Başkent dâhil olmak üzere birçok bölge Salih ve muhalifler arasında kontrol merkezleri haline geldi. Bu olaylarda Salih yaralandı ve Suudi Arabistan’da tedavisi yapılıp geri döndü. Suudi Arabistan önderliğinde Körfez İşbirliği Konseyi toplandı. Muhalifler ve Yemen Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih arasında anlaşma yoluna gidilmesine karar verildi. Seçimlerin bir an önce yapılmasına karar verildi. Bu uzlaşma olamayınca 1990’dan beri görevde olan Salih görevi bırakmak zorunda kaldı. Bu olay Yemen siyasi tarihinde bir dönüm noktası olmuştu. Görevi bırakmak zorun olan Salih dolaylı olarak geçiş sürecinde yer almaya çalıştı. Geçiş süreci en önemli aktörler;

  • Islah Partisi: İhvan çizgisinde olan parti Salih rejimi sonrası herhangi bir varlık gösteremedi fakat Husî’lerin başkenti ele geçirmesiyle Suudi Arabistan ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştılar.
  • Genel Halk Kongresi Partisi: Salih rejimini desteklemektedirler. Ali Abdullah Salih’in istikrar için en uygun lider olduğunu dile getiren parti üyeleri geçiş sürecinin en önemli aktörleridir.
  • Husî’ler: Salih iktidarını kendilerini baskı altında tuttuklarını ileri sürerek eylem yapmaya başlayan Husî’ler Arap Baharı ile güç kullanarak başkent Sanaa ile birçok bölgeyi ele geçirdiler.
  • El Kaide: Eğer başarılı olunursa DEAŞ’in Suriye gibi bir yapı kurma istemi vardı.

Tüm tarafların diyalog yoluna girmesi istikrar ve siyaset için olumlu bir hareketti. Yemen’in geleceği için ve geçiş sürecine olumlu katkı için Ulusal Diyalog Toplantısı adı altında toplanma kararı alındı. Bu olay geçiş sürecinin en önemli ayrıntısıydı. Konferans başladığında geçiş sürecinin devamlı istikrarlı olması için Mansur Hadi cumhurbaşkanı seçildi ve olayların diyalog ile çözülmesinin bir belirtisi oldu. Toplantı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin gözlemci olarak katılması ile resmen başladı. Tarafların katılması ülkenin istikrar kazanması ve çatışmaların son bulması için önemli bir yere sahipti. Konferans dokuz başlık altında şöyle sıralandı: Sa’da sorunu, Güney Yemen sorunu, güvenlik, devletin yapılandırılması, hak ve özgürlükler, kalkınma, Anayasa’nın oluşturulması, iyi yönetişim ulusal uzlaşı. İç karışıkların o an için yaşanmaması için silahların bırakılması ve diyalog yoluna gidilmesi BM için son derece önemliydi. Fakat Güney Yemen sorunu taraflar arasında anlaşmazlığa yol açtı ve konferansın süresi böylece uzadı. Güney Sorunu Yemen için bölünme noktasına varacak nitelikteydi. Güney Yemen Temsilcileri ayrılma veya ikili yönetim talebinde bulundular fakat rejim ve Birleşmiş Milletler temsilcileri buna karşı çıktı. Tartışmalardan sonra federatif bir yapı konusunda uzlaşı sağlandı. Ekonomik kaynaklar ve diğer kaynakların kullanımı konusunda sorunlar halledilmedi. Fakat Ulusal Diyalog Konferansı sonuç bildirgesi tüm olumsuzluklara rağmen hazırlandı. Seçimlerin yapılması, Cumhurbaşkanı Hadi’nin görev süresinin uzatılmasına kadar birçok konu bildirgede yer aldı. ABD, BM, AB ve Türkiye gibi gözlemciler diyalog yolunun seçilmesi bölge için çok olumlu olduğunu dile getirdiler. Fakat çok geçmeden Güney Yemenli siyasetçiler bu bildirgenin kendilerini için önemli olmadığını bildirdiler. Kararların hiçe sayılması ile beraber Husî’ler karışıklığa yol açarak Sa’da’yı ele kontrol etti. Konferanstan sonra yaşanan bu olay Yemen için karışıklığın başlangıcı oldu. Ali Abdullah Salih iktidarından sonra Husî’ler için yeni bir dönemin başlangıcı olmuştu. Yemen’in büyük bir kısmını kontrol altına alması komşu ülkeleri tedirgin etmeye başladı. Çünkü İran güdümünde olan bir çatışma alanı hem Suudi Arabistan hem de komşu ülkeleri olumlu etkilemeyecektir. Kısa sürede kuzeyden güneye kadar ilerlemeleri bölgeyi iyice ısıttı. Kritik yerleri ele geçiren Husî’leri durdurma kararı alan Suudi Arabistan Yemen sağladığı ekonomik desteği askıya aldı. Körfez ülkeleir araya girerek Sanaa’dan çekilmelerini istedi fakat Husî’ler buna karşı çıktı. Yaşananlardan sonra operasyon yapma ihtimali ortaya atıldı. Cumhurbaşkanı Hadi; Körfez ülkelerden ve Birleşmiş Milletlere seslenerek: ‘’ Bunun bir Husî darbesi olduğunu her türlü askeri yardıma açık olduklarını ‘’ belirtti. Açıklamadan sonra Arabistan yetkilileri ‘’ Kararlılık Fırtınası ‘’ adında bir operasyon yapacaklarını duyurdu. Bazı devletler tepki gösterse de Ortadoğu ülkelerinin birçoğu destek vermiştir. Mısır, Katar, Kuveyt, Fas, Ürdün ve BAE gibi ülkeler destek açıklamaları yapmıştır. Suudi Arabistan bu hamlesi ile bölgede büyük bir güç olduğunu gösterdi. ABD ve bazı batılı ülkeler lojistik destek sağlamaya başladı. Türkiye’de destek verdiğini açıklayarak lojistik destek sağlayacaklarını bildirdi. Diğer yandan İran ve Rusya operasyonun derhal durdurma, krizin barışçıl yollar ile çözülmesi çağrısı yaptılar. Suudi Arabistan ise İran’ın Husî’lere destek verdiği iddiasında bulundu. O dönemde İran tarafından yapılan açıklamada Ayetullah Hamaney, Suudilerin Yemen’e karşı hava saldırılarını ‘suç’ olarak nitelendirdi ve operasyondan dolayı Suudi Arabistan yönetiminin büyük bir hata yaptığını belirtti. İran bu denli tepki göstermesine rağmen açıkça aktif bir destek sağlamış değil.

Operasyonlar hala sürerken ülke istikrarsız ve yoksulluk içinde bulunmaktadır. Yemen’de süren çatışmaların tarihi, mezhepsel ve tarihsel arka planında birçok neden bulunmaktadır. Fakat bunu İran ve Suudi Arabistan’ın bölgede üstünlük kurmak adına sorumlu olduklarını dile getirenlerde vardır. Son dönemlerde Suudilerin ağır silahlar kullanması, Husî grupların rejime ve Suudilere karşı söylem geliştirmeleri dikkat edilmesi gereken konuların başında gelmelidir. Suudi Arabistan Yemen’de İran güdümlü her hareketi tehdit olarak algılamaktadır. Bu nedenlerde ülkede iç karışıklığın sürmesine yol açmaktadır. Otorite boşluğunda da bir diğer tehdit El Kaide güçlü bir şekilde ortaya çıkıyor. 1962–68 ve 1990–94 yılları arasında iç savaşların yaşandığı Yemen’de bugün içinde aynı durum yaşanmaktadır. Bölge ülkeleri içinde refah ve zenginlik açısından çok geride olan Yemen’de insani kriz gün geçtikçe daha kötü bir hal alıyor. Ortadoğu da başlayan ve ülkelerin liderlerden talepler doğrultusunda başlayan Arap Baharı iyi sonuçlar ortaya çıkarmadı. Yemen’de bu ülkelerden birisi haline geldi. Ali Abdullah Salih’in iktidardan çekilmesi durumunda geçiş sürecinin yaşanması ve bu geçiş sürecinin iyi değerlendirilmemesi böyle sonuçlar ortaya çıkardı. İran’ın Husî’lere desteklemesi Suudi Arabistan’ın da buna cevap olarak operasyon düzenlemesi durumun bir güç gösterisine dönüştüğünün kanıtıdır. Yemen’deki iç savaşı sadece Sünni ve Şii ayrımına dayanarak açıklamaya çalışmak yanlış veya eksik olabilir; nitekim burada kökleri daha eskiye giden aşiretlere bölünmüşlüklere dayanan bir yapı mevcuttur ve buna ilaveten Kuzey ve Güney Yemen’in birleşme sonrası yaşadığı sancılı bir süreç bulunmaktadır.

Celal CAVLAK
TUİÇ ARM Asistanı

Kaynakça:

Suriye Meselesi’nde ABD’nin Ortadoğu Çıkmazı: Türkiye – Rusya İlişkileri

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, “2018 Dünya Düzeni” adlı bir belgeselde Türkiye ile gerçekleşen ikili bölgesel anlaşmalar üzerine bir değerlendirmede bulundu. Ortadoğu bölgesinin süper güçlerin yanı sıra Mısır, Çin gibi ülkeler dahil, her ülkenin çıkarlarına hitap ettiğini belirten Putin, bu çıkarlara saygı duyulması gerektiğinin yanı sıra Türkiye ve İran ile garantörü oldukları Suriye politikalarının olumlu, başarılı sonuçlar verdiğini ve Türkiye ile ilişkilerini daha da ilerletmek istediklerini söylemiştir. Aynı zamanda Putin’in farklı bir konuşma esnasında Rusya’nın, NATO’nun füze sistemlerini işlevsiz kılacak bir dizi nükleer yeteneğe sahip füze sistemlerini geliştirdiğini belirtmesi de –Rusya, bunun ABD’ye karşı bir hareket olmadığını belirtse de- ABD açısından farklı yorumların ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir.

Putin’in bu söylemleri Rusya – Türkiye – ABD ilişkilerindeki yeni bir evreye girildiğine işaret etmektedir. Trump yönetimi iktidara geldiği zaman Rusya ile anlaşmayı hedeflediğinin ve Türkiye ile de müttefiklik ilişkisinden ayrılacağının sinyallerini vermişti. Amerikan politikasını Avrasya’dan Ortadoğu’ya çeken Trump’ın amacı, Suudi Arabistan üzerinden İran’ı çevrelerken bir yandan da Rusya ile iş birliği yapmaktı. Ancak Soçi ve Astana zirvelerinde İran – Rusya – Türkiye’nin garantörlüğü ve Afrin Harekatı’nda gerçekleşen Rusya – Türkiye iş birliği ABD’nin planlarını bozmuştu. Afrin Harekatı ile bölgesel politikalarda iş birliğine yönelen Rusya ve Türkiye, ABD tarafından eleştirilmiş, Rusya; Türkiye ile ABD’nin arasını açmak isteyen bir ülke olarak nitelendirilmiştir. Ancak Türkiye’nin Rusya’ya yakın politika izlemesi ve ABD’nin Suriye’de mevkii ve mevzi kaybetmesi ABD’yi yeni bir politika izlemeye sürüklemiştir: “Havuç ve Sopa Politikası”. ABD, Suriye’de karşı karşıya kaldığı Türkiye’ye istediğini zorla yaptıramayınca sopa yerine havuç uzatmaya çalışmaktadır. ABD’nin bu politikasının temelinde ilk olarak Türkiye’yi Rusya’dan uzaklaştırmak, daha sonrasında bu doğrultuda Türkiye ile Menbiç konusunda uzlaşma sağlamak vardır. Ancak Türkiye’nin Stephen F. Cohen’in de vurguladığı gibi “Ortadoğu Moskova’da bitti ama Washington’da hala devam ediyor” görüşünü artık iyice dış politikasında sindirmiş olması, Rusya’nın yanında yer aldığı gibi ABD’nin yeni politikası “Havuç ve Sopa”nın uygulanabilirliğini de zorlaştırmaktadır.

Suriye Meselesi’nde Türkiye – Rusya İlişkileri

Suriye konusunda ABD’nin meseleyi çözmeye dair kesin bir çözüm yolu olmayışı ve PYD yanlısı tutum izlemesi, Türkiye’yi Astana ve Soçi zirvelerinde Rusya ve İran ile işbirliği yapmaya iten en önemli etken olmuştur. Aynı zamanda Türkiye’nin uzun yıllar Batı’nın şemsiyesi altında yer alması ve bu durumun artık Rusya’nın hakimiyeti altına girmesi, Rusya’nın görmek istediği bir durumdur. Aynı zamanda Batılı ülkelerin baskılarından kaçınmaya çalışan Türkiye, Rusya’nın yanında yer alarak bu durumu dengelemek istemiştir. Buradaki iş birliğinden faydalanmak isteyen Türkiye, 400 füze savunma sistemini satın alarak bir taraftan acil güvenlik ihtiyaçlarını karşılamayı hedeflerken, diğer taraftan da stratejik olarak Batı’ya alternatifsiz olmadığı mesajını vermeye çalışmaktadır. Bunun yanı sıra yine Suriye’de, Rusya’nın hava üssünden faydalanarak harekatı daha kolay hale getirmek için çabalamıştır. Rusya da  Doğu Akdeniz’deki askeri varlığını kaybetmemek için Türkiye ile iş birliği yapmanın doğru bir şey olduğuna karar vermiş bu doğrultuda Esad’ın yükünü hafifletmiştir. Suriye ve İran Türkiye’nin bölgede artan etkisini sınırlamak isterken; Rusya, Esad üzerinden Türkiye’yi dış politikasında kendi etkisinin daha da artmasına yol açabilecek radikal bir değişikliğe zorlamış; Esad ile Suriye’yi bir tutmasını ve bu bağlamda düne kadar ortaya koyduğu tezden ve duruştan vazgeçmesini isteyerek Türkiye’yi bölgede tutmaya çalışmıştır. Bu bağlamda Suriye meselesinde Afrin Harekatı Türkiye – Rusya ilişkileri bağlamında “iş birliği” kavramı çerçevesinde başarıya ulaşmıştır.

Türkiye – Rusya İlişkilerine ABD’nin Tepkisi

Türkiye – Rusya ilişkileri ABD nezdinde olumsuz bir tavırla karşılanmıştır. Ortadoğu’da yeni bir güç olmaya başlayan Rusya’yı “iki NATO müttefikinin arasını açmaya çalışan” bir ülke olarak gösteren ABD, “Rusya’nın Türkiye üzerinden bir propaganda geliştirdiğini ve Türkiye’yi operasyona iten en önemli etkenin Rusya olduğunu” iddia etmişti. Operasyonun Mart ayında olumlu sonuçlanmasından sonra ABD’nin değişen yeni siyasetinde Türkiye, ilişkilerin iyileştirilmesi gerektiği, yönlendirici bir ülke konumunda yer almaktadır. Bu süreç boyunca devam eden Türkiye – Rusya ilişkilerine karşı farkı bir siyaset izleyen ABD, Rusya ile nükleer konuda bir tartışmaya girerken, Türkiye ile uzlaşmaya varmak istemektedir. Ancak ABD için yeni gelişen, şöyle bir etken vardır ki unutulmaması gerekir; geçtiğimiz günlerde Trump yönetimi, ABD dış işleri bakanı Rex Tillerson’ı görevden alarak onun yerine, CIA Direktörü Mike Pompeo’u göreve getirmiştir. Ortadoğu’da hem Afrin’in Türk kontrolüne girmesi, hem PYD – YPG örgütünün büyük bir zayiat vermesi sonrası büyük zarar gören ABD, Ortadoğu’da zayıflayan otoritesini düzeltmek için farklı politikalara uzanmıştır. Bu politikasını, yeni dış işleri başkanı Mike Pompeo ile geliştirmeyi amaçlayan ABD, Ortadoğu’daki bu çıkmazında Rusya ile nükleer tartışmasını ve son dönemlerde yaşanan en önemli tartışma konularından “İngiliz ajan” tartışmasını bir kenara bırakarak, Ortadoğu’da Rusya ile iş birliğine girmeyi hedeflemektedir. Buna karşılık Rusya’da ABD’ye karşı herhangi bir silahlanma yarışı içerisine girmeyeceklerini; tersine bu durum karşısında yapıcı bir tutum takınacaklarını dile getirmiştir.

Sonuç

Türkiye – Rusya ilişkilerinin, iki ülkenin ortak çıkar alanı sayılabilecek Ortadoğu üzerine yapılanması ve aradaki stratejik iş birliğinin Suriye’de yaşanan çatışmalar boyunca olumlu bir düzlemde ilerlemesi; Soçi ve Astana zirvelerinin yanı sıra Afrin Harekatın’da da devam etmesi, ABD’nin bölgesel politikalarının neredeyse tamamını boşa çıkarmıştır. Olayın merkezinde yer alan 3 ülkeden, ABD’nin farklı bir tarafta yer alması ülkeler arası ilişkileri olumsuz etkilediği gibi, Suriye’deki planları da değiştirmiştir. ABD’nin harekatın başında Türkiye’ye karşı izlediği zorlayıcı tavrı değişmiş, onun yerine Menbiç konusunda uzlaşmaya varmak isteyen taraf haline gelmiştir. Rusya ile de harekat sırasında ilişkileri olduğundan daha kötüye giden ABD, Ortadoğu’da Rusya ile iş birliği politikası izlemeyi amaçlamıştır. Ayrıca harekat sonrası Türkiye hem stratejik hem politik olarak statüsünü arttırmıştır. Bu bağlamda Türkiye’nin hem Rusya hem de ABD için Suriye meselesinde kilit bir konumda yer aldığını söylemek mümkündür. Her iki süper gücünde bölgedeki çıkarlarını gerçekleştirebilmesi için Türkiye’ye ihtiyaçları vardır. Uluslararası arenanın siyaset yapma kuralının çıkar ve güç üzerine kurulu olduğunu varsayarsak; Türkiye bu konumda hem Rusya hem de ABD ile birlikte belli seviyede ve konuya dayalı olarak ilişki kurma ve belli mekanizmalar çerçevesinde ilişkileri geliştirme avantajını da sağlayabilecek nitelikte bir ülke konumundadır. Türkiye’nin burada önemli bir ayrıcalığı da elinde olan avantajı değerlendirerek, Suriye’de iç savaşın tarafı olmayan, Birleşmiş Milletler’in 51. Maddesine dayanarak meşru müdafaa hakkını kullanan ve korumasını tüm sınırı boyunca uygulayabilen bir ülke olarak masadan kalkmasıdır.

Ayşenur SARISÜNBÜL
TUİÇ ARM Asistanı

Kaynakça:

7 Yılın Ardından Suriye Başarısızlığı

Suriye İç Savaşı 15 Mart’ta 7. Yılına girerken, bölgede insan hakları ve uluslararası hukuk ihlallerinin yoğunluk kazandığı olaylar meydana gelmeye devam etmektedir. Bu yazıda ilk önce Suriye İç Savaşı’nın başından günümüze 7 yıllık serüvenine değinilecek, sonrasında da iç savaşı derinleştiren faktörlerden ve barış yapıcı kuruluşların başarısızlığından söz edilecektir.

15 Mart 2011’de başlayan Suriye İç Savaşı’nın üzerinden yedi koca yıl geçerken, yaşanan dramın belki de katlanarak devam ettiğini görmekteyiz. Büyük umutlarla başlayan protesto gösterileri, yerini orantısız güç kullanımına bırakmış ve bu güç kullanımı yedi yılda katlanarak artmıştır.  Başta çocuklara olmak üzere tüm sivillere uygulanan bu şiddet, Doğu Guta gibi bölgelerde rejimin bir nevi restleşmesiyle süreklilik arz ediyor. Son verilere göre yedi yılda Suriye’de 400 bin kişi yaşamını yitirirken, 3 milyon kişinin yaralandığını ve 1 milyon kişinin ise sakat kaldığını biliyoruz . Milyonlarca insanın ise evlerini, yurtlarını, sevdiklerini bırakıp başka ülkelere göç etmek zorunda kaldığını da göz ardı etmemek gerekiyor.

Dera kentinde küçük bir protesto gösterisi olarak başlayan bu ayaklanmalar Esad rejimi tarafından feci yöntemlerle baskılanmaya çalışılınca, halkın daha da tepkisini çekmiş ve Suriye genelinde yüzlerce insan Dera halkına destek olmak amacıyla sokaklara dökülmüştü. Bu gösteriler de aynı şekilde bastırılmaya çalışılmıştı. 2012 yılında ise bu kıvılcımın Halep’e sıçraması, hem Suriye tarihi açısından hem de Ortadoğu genelinde  adeta bir dönüm noktası oldu. Doğu Guta’da rejim halka sarin gazıyla müdahale etti. Rejimin açık bir şekilde sivillere yönelik bu kimyasal silah saldırısı tüm dünyanın tepkisini çekse de Esad rejiminin  çok açık bir şekilde olmasa da kimyasal silah kullanmaya devam ettiğini biliyoruz. 2012 yılında Doğu Guta’ya yapılan bu saldırı bölgede halen tesirini göstermektedir. O yıllarda 5 yaşında olan bir çocuğun şuan 11 yaşındayken, sarin gazının yapmış olduğu hasardan dolayı nefes almada zorluk çektiğini düşünürsek olayın ne kadar vahim olduğunu daha iyi anlayabiliriz. Esad rejiminin özellikle Doğu Guta’da tamiri zor, insan bedeninde uzun yıllar kalacak hasarlara yol açtığı bir gerçektir.

2014 yılında ise DAEŞ’in Suriye’de sahneye çıkmasıyla, Suriye İç Savaşı daha fazla aktörün kendine yer edinmeye çalıştığı bir düzeye gelmiş oldu. DAEŞ’in bazı bölgelerde halifelik etmesini,  Amerika’nın bu bölgedeki, DEAŞ’a yönelik hava saldırıları izledi. 2015 yılında ise Rusya bu savaşa bizzat taraf oldu. Şu an Suriye, aktörlerin bu hamleleri ile  çok komplike olayların yaşandığı , sayısız aktörün yer aldığı bir bölge haline gelmiştir.

Tarihi boyutuna kısaca değindikten sonra 8.yılında giren Suriye İç Savaşı’nın , şuan ki boyutuna neden olan 3 faktörden söz edebiliriz:

  1. Bölgedeki küçük gruplar

2.Büyük güçler

3.Uluslararası Örgütler

İç savaşın başlamasıyla sayıları gittikçe artan bu küçük gruplar, savaşın alevlenmesine sebep olmuştur. DEAŞ gibi bir aktörün hızlı bir şekilde böylesi bir yükselişini belki de kimse tahmin edemiyordu. Fakat artık pek çok küçük ölçekte aktörün (etnik, dini, mezhepsel vb.gruplar) aslında büyük bir etkiye sahip olduklarını,  en azında Ortadoğu bölgesi içerisinde, görüyoruz. Herkesin kendisini bir dini, mezhepsel veya etnik gruba bağlı olarak hissettiği veya hissetmek istediği böyle bir ortamda, Hizbullah terör örgütünün, Suriye gibi kendisini yıllardır Sünni olarak tanımlamış bir halk üzerinde bile etkisinin giderek arttırdığını göz önüne alırsak, aktörlerin etkilerini daha iyi okuyabiliriz. Şöyle ki DEAŞ’ın savaşa dahil olmasıyla sevinen Suriye halkının, sonraki dönemlerde evlerinde  Hizbullah’a sempatilerini gösteren posterleri taşıdığını düşünmek, insanların düşüncelerinin evrilişini daha net ortaya koyabilir.

Büyük ölçekteki aktörler ise burada Rusya ve Amerika’dır. Türkiye ve İran’ı da,  Suriye’de ivmeyi kendine doğru çevirmeye çalışan, büyük ölçekte aktörlerden sayabiliriz. Amerika’nın DEAŞ bahanesi ile Suriye’de fiziki bir şekilde bulunması, aynı şekilde Rusya’nın da bölgeye girişine güçlü nedenler sağlarken, Türkiye ve İran’ı da önemli aktörler haline getirmiştir ki burada İran’ın anti- Amerikancı bir ideolojiyle beslendiğini ve bu nedenle de Suriye’de bir çok önemli komutanının öldüğünü biliyoruz. Türkiye de Suriye’de değişen dengelerde PKK tehdidinin, daha da artmasıyla önemli bir aktör konumuna gelmiştir. Bu aktörlerin her ne kadar İran, Rusya ve Türkiye’nin başlattığı Astana Görüşmeleri gibi bir takım uzlaşmaya yönelik girişimleri olsa da özellikle Amerika ve Rusya rekabetinin, savaşın dallanıp budaklanmasına sebep olduğunu ve büyük güçlerin barışı sağlamada başarısız ve bir o kadar da gönülsüz olduklarının altını çizmek gerekiyor.

Halihazırda devam eden insan hakları ihlallerinin giderek artması bize Suriye özelinde uluslararası örgütlerin, sivillerin korunmasını misyon edinmiş bir takım kuruluşların bu konuda ne kadar başarısız olduklarını gösterir. Uluslararası barış ve güvenliği korumak için yola çıkmış olan BM örgütü bu konuda başarılı bir performans sergileyememiştir. Birçok uluslararası kuruluş tarafından ispatlanmış hak ihlalleri, BM’nin veto yetkisinin varlığı yüzünden devam ettirilmektedir. Kurumun, büyük güçlerin amaçlarına ulaşmasına yardımcı olan sistemini şu örnekte açıkca görebiliriz. Mısır’ın seçilmiş ilk cumhurbaşkanı olan Mursi’nin 2013 yılında devrilmesinde, Birleşmiş Milletler harekete geçmezken aynı şey 2004 yılında Haiti’de meydana geldiğinde ise Güvelik Konseyi kararı ile BM müdahalede bulunmuştur. Birçok örnekte de görüldüğü gibi BM’nin veto sistemi, kurumun misyonun yerine getirememesine sebep olmaktadır.

BM örneğinde görüldüğü gibi, uluslararası kuruluşların sorunu çözmedeki başarısızlığı, şiddetin artmasına neden olurken, Esad rejimi geçtiğimiz günlerde Doğu Guta’ya gönderilen yardımların bölgeye girmesini engelledi. BM İnsani İşler Ofisi’nin (OCHA) sözcüsü Jens Laerke, 6 Mart tarihinde düzenlediği basın toplantısında Doğu Guta’ya gönderilen BM yardım konvoyundaki 46 tırdan 10’unun insani yardım malzemelerini Doğu Guta’ya bırakamadan dönmek zorunda kaldığını söylemiş , 4’ünün de kısmen boşaltıldığına dikkati çekmişti. Jens Laerke, Doğu Guta’ya gönderilmeye çalışılan insani yardımların, bölgeye ulaşabilmesi konusunda umutsuz olduklarını dile getirmişti. BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in, yardım konvoyuna geçiş izni verilmesi için önceki gün yaptığı çağrıya rağmen, Esed rejiminin aralıksız süren saldırılarından dolayı acil insani yardımlar Doğu Guta’ya yine ulaşamamıştı. Böylece – 10 Mart’ta ki – bu son girişim de başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Suriye İç Savaşı 7.yılına girerken bölge, yardımların ulaşamaması sebebiyle, her geçen gün daha fazla felakete sürüklenmektedir.

Öte yandan büyük güçlerin BM yapısı içerisinde oynadığı rol, insan hakları ihlallerinin durdurulamamasına sebebiyet vermektedir. 20 Mart tarihinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin(BMGK) Suriye’deki insan hakları ihlallerinin görüşülmesini istediği toplantı, Rusya’nın itirazı üzerine yapılamayınca toplantı talebinde bulunan ülkeler konseyin bağlayıcılığı olmayan gayriresmi nitelikteki “Arria Formülü” oturumunu düzenledi. BM yapısı içerisinde Rusya’nın talep ettiği, Suriye’de insan haklarının görüşüleceği bu toplantıya Rusya, BMGK’nin ”uluslararası barış ve güvenliğin görüşüldüğü’‘ bir platform olduğunu ve insan hakları konularının Cenevre merkezli BM İnsan Hakları Konseyi’nde görüşülmesi gerektiği gerekçesiyle talep edilen bu toplantının yapılabilmesi için oylama teklif etti. Rusya ve Çin’in yanında BM’nin geçici üyeleri Kazakistan ve Bolivya da red oyu kullanırken; Etiyopya, Ekvator Ginesi ve Fildişi Sahilleri de çekimser oy kullandı. Dolayısıyla toplantının yapılabilmesi için gerekli olan 9 oya ulaşılamadığından toplantı yapılamadı. Arria Formülü oturumunda ise, Doğu Guta’daki kimyasal silah kullanımın halen devam ettiğine dikkat çekildi.

BM’nin, Suriye özelinde, söylemsel olarak çalışmaları devamlılık arz etse de pratikte başarılı olamadığını açık bir şekilde görmekteyiz. Yine 20 Mart’ta İsviçre’nin Cenevre kentinde konuşan BM Suriye özel temsilcisi Stefan de Mistura, Suriye’nin farklı kontrol bölgelerine ayrılarak parçalandığını söyledi. Yukarıda bahsedildiği gibi çok çeşitli aktörlerin varlığı bölgeyi parçalanmaya götürmektedir. Stefan de Mistura, acil bir şekilde Suriye’de Sünnileri de kapsayacak politik bir sürecin başlaması gerektiğine dikkat çekerken, Suriye’de meydana gelecek olası parçalanma durumunda, tüm bölgeyi kapsayacak olumsuz bir sonuç doğurabileceğine dikkat çekti. Muhtemeldir ki yeni parçalanmaları ve iç savaşları doğurabilecek bir kaos ortamı, tüm bölgeyi olumsuz bir şekilde etkileyecektir.

Sonuç

Suriye İç Savaşı kanlı bir hal alırken, barış yapıcı uluslararası aktörlerin ve ‘’barışı sağlama ve koruma’’ misyona sahip kuruluşların Suriye’de etkisiz kalması, süregelen reform tartışmalarına çok önemli bir dayanak teşkil etmektedir. Kendini yenileyemeyen bu yapıların başarısızlığına ek olarak, büyük güçlerin gerilimi arttırıcı başat aktör olarak Suriye üzerinde rol oynamaları da sistemin tıkanıklığının bir diğer sebebidir. Ek olarak,  Suriye’de ateşkesin ilan edildiği bölgelerde, Esed rejimin tüm uluslararası hukuk kurallarını ihlal ederek bu çağrıya uymaması, dış desteklerin verdiği özgüven ile hareket kabiliyetini arttırdığına işaret etmektedir.

7 yılın ardından, daha da parçalanmış ve sivillerin tüm haklarının alenen ihlal edildiği bir Suriye ile karşı karşıyayız. Savaşın daha ne kadar bu şekilde devam edeceği ise tahmin edilmesi zor bir hal almaktadır.

Birsen AKYÜZ
TUİÇ Arm Asistanı

Kaynakça:

Anticipating Bosnian Elections 2018

0

2018 Critical and decisive year in electoral terms. Political scene in Bosnia and Herzegovina seems more active and ‘’productive’’, due to the establishment of new political parties, nationalist rhetoric’s awakening strong sentiments and a ruthless political agenda of mutual accusations between the political leaders.

Bosnia and Herzegovina is a small, but yet very bureaucratic country with a burdensome administrative architecture. One country, two entities (Federation of Bosnia and Herzegovina (FBiH) and Republika Srpska: RS)), three constituent people (Bosniaks, Croats and Serbs) and approximately 150 political parties registered at the moment. Yet, the complexities of the current framework are not the subject matter of this article, but rather the distinctiveness of 2018 elections due to several interesting factors.

Primarily, it is important to note that the changes to Electoral Law of Bosnia and Herzegovina are still awaited and the risk of postponing the elections in upcoming October is present. Precisely, the election of delegates to the House of People by FBiH cantonal assembly represents an issue. To sum it up, Croats aim to prevent dominant Bosniak voters to elect the Croat representative, whilst Bosniaks resist such amendments to Law due to potential further division of the Federation itself into smaller units. To make it even clearer, the current law prescribes that voters in the FBiH who are mainly either Bosniaks or Croats can elect either Bosniak or Croat representative, thus opening up the possibility for Bosniaks to elect both members due to their majority population. Although the interpretation of the law and the foundations of the electoral system itself are being ethnicized, this fact did not certainly prevent election campaigns for Presidency posts to commence.

Let us see who are the candidates for the tripartite state presidency. The tripartite presidency is another peculiarity of Bosnia and Herzegovina, resulting from the Dayton Peace Accord 1995 as a flawed peace agreement setting fertile ground for country’s stagnation and unprecedented adverse implications. With no specific reason or subjectivity towards any of the candidates, let me introduce first the politician who decided to run again. Željko Komšić, leader of Democratic Front (DF) announced his candidacy for the position of Croat member of the tripartite state presidency. One of the most recently debated attempts by Mr. Komšić is the aim for unification of leftist parties, whose prospects do not seem promising at the moment. The negotiations are ongoing between former party colleagues, Mr. Komšić and Mr. Nermin Nikšić, the president of Social Democratic Party (SDP). Yet, the political party resisting the idea of nominating Mr. Komšić on behalf of leftist parties are the representatives of Naša stranka, a social liberal party and one of the rare multi-ethnic parties in Bosnia and Herzegovina. Finally, Mr. Komšić will definitely and undoubtedly be one of the candidates for the Presidency, due to his firm stance on the matter. In addition, one of the candidates for Croat member might be Dr. Slavo Kukić, whilst no official announcement was still made by Croatian Democratic Union (HDZ) and their current Presidency member, Dragan Čović.

Regarding the Bosniak member of the Presidency, or at least candidate by Party of Democratic Action (SDA), the party’s choice appears straightforward although yet unconfirmed: the current Chairman of the Council of Ministers, Denis Zvizdić. Still, according to some public speculations, one of the candidates might even be the wife of the current Bosniak member of the Presidency, Mrs. Sebija Izetbegović. It remains to be seen what will be the outcome of these forecasts. Furthermore, the newly established parties founded by previous SDA members shall not be omitted in this context, such as for instance, Narod i Pravda, by the resigning premier of the Sarajevo Canton.

However, not all figures in this political rivalry are well-known and familiar. For instance, as a ‘’breeze of fresh air’’ is Bosniak – American University professor with extensive professional background, Dr. Mirsad Hadžikadić, who will run for the first time this year as an independent candidate.  Conclusively, these elections will be a very solid test for the voters and their trust in the system and the leading political elites, or either their promptness in delivering unforeseen elections outcome and the long-awaited change. The widest choice at this Electoral Buffet seems to be enjoyed by Bosniaks, whose leaders can and should rightly be criticized for lack of unification. The unification of Bosniak leaders seems very unattainable as of now due to divergences within the main Bosniak party, trends of launching new political parties and accompanying scandals – but most significantly – an absence of a strategy for preventing secessionist narratives and sharing the same vision for pro – European Bosnia and Herzegovina.

Last but not least significant, the most likely candidate for the Serbian member of the Presidency is Milorad Dodik, the current president of the smaller Bosnian entity and the politician whose rhetoric’s constantly undermines the sovereignty and territorial integrity of the state of Bosnia and Herzegovina. In the scenario of Mr. Dodik winning the seat, it will be very interesting to observe his rhetoric’s and to what advanced level will the current nationalist ideologies rise within the Presidency chambers.

This article provides just a glimpse of the overall elections atmosphere and challenging months to follow up by October. The role of international community in the process related to the amendments to the Elections Law is active in terms of promoting dialogues. However, a particular gesture by the official representative of Republic of Croatia represents more than just a dialogue. Interestingly, the regional initiative seemed appalling – the efforts by Croatian President, Kolinda Grabar – Kitarović, to appeal to the President of Turkey, Recep Tayyip Erdogan to support Bosnian Croats in amending Bosnia’s electoral law and protecting their national rights respectively. In terms of public international law at least, this act of interference in another sovereign country’s election processes and ongoing negotiations does not seem comforting or supportive as it might have been intended. These and similar acts of apparent mediation may incite further tensions in the country and foster dangerous and meaningless discussions of partition of a sovereign and independent country. In the heart of Europe, in the 21st century, with historical facts and the manipulation attempts of same being easily accessible to all of us.

Lastly, it is reasonable to inquire where do we stand at the moment? Electoral standoff, international community’s initiatives, emerging political parties with highly enthusiastic agendas, and the sea of familiar paradox stirred with nationalist narratives. However, on a optimistic note, the decision still lies with the voters. The voters shall be informed and bear in mind the significance of their vote as one of the essential civic duties. Observing the actions, rather than beautified speeches will guide them to the candidate worth of their vote.

Edita MARIC
Master of Laws
Honorary Member of TUIC

Kenya’da Muhalefetinin Kilit İsmi İkinci Kez Sınır Dışı Edildi

Kenya ve Kanada vatandaşlığı bulunan Miguna, daha önce de Kenya vatandaşlığından çıktığını söylediğine dair iddiaları ve hükümet karşıtı eylemleri nedeniyle Şubat ayının ortasında sınır dışı edilmişti. Geçen aydan bu yana Kanada’da bulunan Miguna, Kenya’daki mahkemenin ülkeye girişine onay vermesinin ardından pazartesi Kenya’ya gelmiş ancak polis tarafından ülkeye girişine izin verilmeyerek 3 gün havalimanında gözaltında tutulmuştu.

Muhalefetin Ulusal Direniş Hareketi’nin temsilcisi ve aynı zamanda avukat olan Miguna, twitterdan yaptığı açıklamada, üç gündür gözaltında tutulduğunu havalimanında gece yarısı polis tarafından saldırıya uğradığını ve derdest edilerek Dubai’ye sürüldüğünü belirtti.

Polis tarafından gözaltındayken saldırıya maruz kaldığını ve bu sebeple rahatsızlandığını söyleyen Miguna, uçağın Dubai’ye inmesinden hemen sonra hastanede tedavi altına alındığını ifade etti.

Miguna’nın avukatı Otiende Omollo, müvekkili hakkında yaptığı basın açıklamasında “Miguna, mahkemenin ülkeye girişine izin vermesine rağmen serbest bırakılmayarak sınır dışı edildi. Hükümet ve polis mahkeme kararını hiçe saydı. Kendimi çok çaresiz ve öfkeli hissediyorum.” açıklamasında bulundu.

Yerel basının yaptığı açıklamada Miguna’nın sınır dışı edilmesinin, muhalefet lideri Raila Odinga ve Kenyatta’nın uzlaşmasına da neden olabileceği söyleniyor.

Muhalefet üzerinde de olumsuz bir imaja yol açan bu durum, hükümet ile muhalefet arasındaki ilişkilerin ve izlenen politikaların değişmesine yol açabilir.

Büşra GÜRSOY
o-Staj 2018 AFRAM Stajyeri

Kaynakça:

Fas, Afrika’daki En Cazip Yatırım Hedefi Seçildi

Quantum Global’ın bağımsız bir araştırma kolu olan Quantum Global Research Lab tarafından düzenlenen Afrika Yatırım Endeksi 2018’e göre, Fas’ın açık bir iş ortamı ve düşük risk profili olduğu belirtildi.

Kuantum Global Araştırma Laboratuvarı Genel Müdürü Prof. Mthuli Ncube, “Fas, özellikle bankacılık, turizm ve enerji sektörlerinde ve sanayinin gelişmesi yoluyla, yabancı sermayenin içsel bir akışını çekmekte tutarlı olmuştur” dedi.

Kuantum Global Araştırma Laboratuvarı, kendi görevini şu şekilde açıklıyor: “Afrika’da yatırım yönetimi, özel sermaye ve araştırma için güvenilir ve tanınmış bir ortak olarak ünümüzü oluşturmaya çalışıyoruz. Müşterilerimize başarı getirme fırsatları için ufkunun ötesine baktığımızda, sınıfının en iyi teknolojisini ve uluslararası olarak tanınan uzmanlığımızı kullanarak müşterilerimiz için sürekli olarak kaliteli sonuçlar elde etmeyi amaçlıyoruz.”

Abidjan’daki Afrika CEO’su Forum’un oturum aralarında yayınlanan endeks, orta vadede ülkelerin yatırım çekiciliğini belirlemek için altı ana etken: büyüme, likidite, risk, iş ortamı, demografi ve sosyal sermaye.

Afrika’nın en hızlı büyüyen ekonomisi olan Fildişi Sahili, yatırım endeksinde 5. sırada yer alırken, daha önce Afrika’nın ilk baskısında en üst sırada yer alan Botswana, risk faktörlerinin yanı sıra iş ortamının da en iyi skoru olan 4. sırada yer alıyor.

Afrika’da ilk 10 en cazip yatırım hedefi olan diğer ülkeler Etiyopya, Güney Afrika, Zambiya, Kenya ve Senegal’dir.

Yatırım çeken en alt 10 Afrika ülkesi, Orta Afrika Cumhuriyeti, Liberya, Somali, Eritre, Ekvator Ginesi, Gambiya, Sierra Leone, Gine, Sao Tome ve Principe ve Zimbabve’dir.

Zimbabwe’nin başkanı Emmerson Mnangagwa, geçtiğimiz yıl Kasım ayında göreve başladığından beri yabancı yatırımcılığını ön plana çıkardı.

Ezgi ŞENYURT
o-Staj 2018 AFRAM Stajyeri

Kaynakça:

Çad’da Başkanlık Sistemine Geçiş Konusunda Mutabakat Sağlandı

Orta Afrika ülkesi olan Çad’da yapılan görüşmelerde başkanlık sistemine geçiş konusunda mutabakata varıldı. Ülkede mevcut sistem yarı başkanlık olarak devam etmektedir.

Cumhurbaşkanı İdris Debi’nin teklifi ile Başkent Encemine’de, ‘Devletin Kurumsal Reformu için Ulusal Forum’ adıyla bir forum düzenlendi. 19 Mart’ta başlayan Foruma, ülkenin farklı kesimlerinden 869 temsilci katıldı. 9 gün süren “Devletin Kurumsal Reformu için Ulusal Forum”unun kapanış oturumunda taraflar, tam başkanlık sistemine geçiş için anlaştı.

Başkanlık sistemine geçilmesi ile Çad’da Başbakanlık, Başkan Yardımcılığı, Petrol Kaynakları Gelirlerinin Kontrolü Komitesi ve Senatonun kaldırılması önerileri kabul edildi. Ayrıca forumda, başkanın görev süresinin 5 yıldan 6 yıla çıkarılması, 5 yıl görev yapan milletvekillerinin sadece bir kez daha seçilebilmesi konularında mutabakat sağlandı. Ülkede 1990’dan beri iktidarda olan Cumhurbaşkanı Debi, 2021’de yapılması planlanan başkanlık seçimlerinden sonra 6’şar yıldan iki dönem daha görev yapabilecek.

Yeni sistemde Anayasa Mahkemesi, Yüksek Adalet Divanı ve Sayıştay, Yüksek Mahkemenin altında toplanacak. Forumda, Yüksek Yargı Konseyine dokunulmaması ve adaletin bağımsızlığının korunmasının önemi vurgulandı.

Çad’da başkanlık sistemine geçilmesi kararının alınması, mevcut Cumhurbaşkanı Debi’nin görev süresini uzatmak için alınmış bir karar ve Debi’nin çıkarlarına hizmet eden bir karar olarak yorumlandı. Muhalefet, Cumhurbaşkanı Debi’yi monarşik bir devlet istemekle suçluyor.

Enes YÜCEL
o-Staj 2018 AFRAM Stajyeri

Kaynakça:

BM Barış Gücü Askerleri Liberya’dan Çekildi

Birleşmiş Milletler Liberya Misyonu (UNMIL), Liberya’dan çekildi. UNMIL’den yapılan yazılı açıklama da Birleşmiş Milletler Liberya Misyonu’na (UNMIL) bağlı bütün asker ve polislerin ülkeden çekildiği bildirildi. UNMIL barış güçleri, görevlerinin sona ermesinin ardından törenle uğurlandı.

UNMIL barış güçlerini uğurlama törenine Liberya Devlet Başkanı George Weah da katıldı. Weah törende yaptığı konuşmada, karanlık günlerinde Liberya’nın yanında yer aldığını belirterek Birleşmiş Milletler’e teşekkür etti. Weah, BM barış güçlerinin Liberya’da iç savaşın önlemesi için yürütülen çalışmalarda önemli rol oynadığını söyledi ve ‘Size söz veriyoruz bir daha savaşmayacağız.’ dedi.

Liberya’da 1999 – 2003 yılları arasında yaşanan iç savaşta binlerce insan hayatını kaybetti ve on binlerce insanda göç etmek zorunda kaldı. 2003 yılında iç savaşı bitirmek için imzalanan ateşkes anlaşmasını izlemek üzere Birlemiş Milletler tarafından ‘Birleşmiş Milletler Liberya Misyonu’ (UNMIL) kuruldu. Liberya’nın da yer aldığı Batı Afrika bölgesinin lider ülkesi Nijerya’dan ve Pakistan ile Ukrayna’dan görevlendirilen 16.475 asker ve polis UNMIL kapsamında görev yaptı.

UNMIL, Liberya’da sürdürülebilir barış, silahsızlanma, güvenlik, hukukun üstünlüğü ve insan haklarının korunması gibi konularda çalışmalar yapmıştı.

Enes YÜCEL
o-Staj 2018 AFRAM Stajyeri

Kaynakça:

Donald Trump, Ruanda Giysilerinin İthalatını Askıya Aldı

ABD Başkanı Donald Trump, 29 Mart Perşembe günü Ruanda’dan ithal edilen kıyafetlere yönelik ticari menfaatleri askıya almaya karar verdi.

Donald Trump, Avrupa ve Amerika’dan ithal edilen “ikinci el” kıyafet ve ayakkabılar üzerindeki gümrük engellerini misilleme olarak, Ruanda ithal kıyafetlerin sağladığı ticari faydaları askıya almaya karar verdi.

Bu karar, Kigali’nin son aylarda geri dönüştürülmüş Amerikan giyim ve ayakkabı üzerine uyguladığı gümrük engellerine karşı bir misilleme tedbiri olarak görülüyor.

Cumhurbaşkanı, Agoa’nın Ruandası’ndan (Afrika Büyüme ve Fırsat Yasası) bir çıkıştan ziyade bu yardımların askıya alınmasının, bölgede daha fazla tartışmaya olanak sağlayabileceğine inanıyor. ABD Ticaret Temsilcisinden (USTR) yapılan açıklamada, piyasaya erişimin (ABD ürünlerine) geri dönmesi ve Ruanda’nın Aora şartlarına uyması sağlandı.

2000 yılında Clinton yönetimi altında yapılan ticaret anlaşması, Amerika ve Afrika arasındaki ticareti kolaylaştırmayı ve düzenlemeyi amaçlamaktadır.

Yıllar geçtikçe, 6.000 ürün ithalat vergisi indirimlerinden yararlanmıştır, ancak bu ticari faydalar sadece belirli koşullar altında uygulanabilir. Agoa’ya katılan ülkeler, insan hakları, iyi yönetişim ve işçilerin korunması ile ilgili koşulları yerine getirmelidir. Buna ek olarak, kendi topraklarında ABD ürünleri üzerinde herhangi bir gümrük yasağı uygulamamalıdırlar.

Bu karar Ruanda ekonomisinde önemli hasarlara sebep olabilir ancak ABD için aynı önemi taşıyıp taşımayacağı şüpheli bir durum.

Deniz ÜRESİN
o-Staj 2018 AFRAM Stajyeri

Kaynakça: