Home Blog Page 13

Çingeneler Zamanı Film Analizi

Şermin Ecem Duran
Sosyoloji Çalışmaları Stajyeri
Editör: Eda Kurt

Giriş

Yönetmenliğini Balkan kültürünü Avrupa sinemasına yansıtan Sırp kökenli Emir Kusturica’nın yaptığı 1988 yapımı “Çingeneler Zamanı” filmi, Çingenece dilinde çekilen ilk film olma özelliğini taşırken 1989 Cannes Film Festivali’nde Emir Kusturica’ ya en iyi yönetmen ödülünü kazandırmıştır. Toplum tarafından ötekileştirilen, dışlanan, eleştirilen, ezilen çingeneler; tarihsel süreç içerisinde tehlikeliler, riskli gruplar, dışarıdakiler gibi önyargı barındıran kelimelerle anılmışlardır (Güncüer, 2019). Dünyanın birçok yerinde toplumsal bir sorun olarak görülen Çingeneler, onlara atfedilen basmakalıp imajlar içerisinde sosyal dışlanma, şiddet, ötekileştirme, toplumdan soyutlama gibi durumlara maruz kalmış ve ekonomik, toplumsal ve sosyokültürel açıdan devazantajlı grup statüsünde yer almışlardır (İlhan ve Fırat, 2017). Tüm bu söylemlerle Çingeneliğin algılanışı inşa edilmiştir. Yaşam pratikleri, fiziksel görünüşleriyle çeşitli dışlanmalara maruz kalan çingenler, yaratılan söylemler temelinde yeni bir kamusal alan üretiminin de yolunu açmışlardır.

Toplumsal Yapı Bağlamında Çingeneler Zamanı

Çingeneler Zamanı filmi, bilmediğimiz, tanımadığımız veya haklarında ön yargılara sahip olduğumuz Çingeneleri ve onların yaşamlarını tanıma fırsatı sunarken kültürel bir gerçekliği de yansıtmaktadır. Film, Balkan toplumlarının yaşam pratiklerini Çingeneler etrafında özelleştirirken bir toplumun kimliğinin, ötekiler’i tanımlayarak nasıl inşa edilebileceğini göstermekte ve dışarıya, batılı izleyiciye yönelmektedir (Güven, 2021).

Emir Kusturica, filmini bireysel açıdan Perhan’ın hikayesi etrafında şekillendirirken toplumsal olarak ezilen, ötekileştirilen Çingenelerin yaşam hikayelerini tüm yönleriyle hem dramatik unsurlar barındırarak hem de büyülü gerçekçilik ve sembolik anlatımlar temelinde sunmaktadır (Biçici, 2021). Filmde Çingenelerin yaşadıkları evler, mahalleler, yaşam tarzları aktarılırken; sevinçleri, üzüntüleri, düğünleri, cenazeleri, Hıdırellez kutlamaları, dinledikleri müzikler, çaldıkları enstrümanlar tüm gerçekliği ile gözler önüne serilmektedir. Çingeneler Zamanı filmi; anneannesi tarafından büyütülen, hasta kız kardeşiyle ilgilenen, nesneleri harekete geçirme gücüne sahip olan Perhan isimli Çingene bir gencin Makedonya’nın kenar mahallelerinde çok sevdiği hindisi ve akordeonu ile kendi halinde sürdürdüğü sıradan hayatını konu edinir. Perhan saf, masum, kendi halinde bir gençtir. Filmde onun değişim ve dönüşümü çingene yaşamı içerisindeki çıkmazlarla, mücadelelerle ele alınmaktadır. Hasta kardeşi Danira’yı tedavi ettirebilmek ve aşık olduğu kız Azra ile evlenebilmek için paraya ihtiyaç duyan Perhan çok zengin olduğu bilinen mafya Ahmed’in peşine takılarak Milano’ya gider ve suç, hırsızlık çetesine dahil olur. 

Film erkekliğin eşiğindeki Perhan’ın Çingene yaşamı etrafında şekillenirken; Perhan’ın aşkına ve kardeşine kavuşmak için verdiği mücadele, hayallerini gerçekleştirme, kendini bulma, masumiyetini kaybetme ve bir arayış hikayesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Perhan’ın hırsızlık çetesine dahil olması ile beraber gerçekleşen değişimde Perhan değerlerini unutmaya, yalan söylemeye başlamaktadır. Bu durum Perhan’ın ait olduğu ailesinden, toplumsal yaşamından, kendisinden yabancılaşmasına, güçlü sınıf tarafından sömürülmesine bunun sonucunda da masumiyetini kaybetmesine ve değişimine neden olmaktadır (Güven, 2021). Çingeneler Zamanı filminde, içinde bulunulan toplumsal yapının etkisiyle bir bireyin saflığından ve masumluğundan nasıl uzaklaşabileceğini, yaşamın getirdiği zorluklar, mücadele, para kazanma ihtiyacı ve bireye yüklenen ailevi sorumluluklar neticesinde bireyin nasıl değişip dönüşebileceği ve bu değişimin hem kendisine hem de çevresine olan yıkıcı etkilerini konu almaktadır. Filmde masumiyeti ve çocuksuluğu ile var olan Perhan, film boyunca sürüklenerek, farklı toplumsal çevreler içinde bulunarak savrulmakta ve masumiyetin yok ettiği bir kişiliğe bürünmektedir (Güven, 2021).

Karakter, Kimlik ve Sosyal Statü Bağlamında Çingeneler Zamanı

Gecekondu mahallelerinde yaşanan hayatın pek çok yerinde anlam katmanları mevcuttur. Filmin ana karakteri Perhan başlarda masumluğu, saflığı temsil ederek kendi halinde bir yaşam sürerken değişen toplumsal çevre ile beraber yadırgadığı işleri yapmaya, uygun bulmadığı insanların yerine geçmeye başlamıştır. Çete içerisinde yönetici konuma gelmesiyle beraber Ahmed gibi davranmaya, yalan söylemeye, çete başı gibi giyinmeye ve davranmaya başlamıştır. Güç ve iktidar ilişkileri çerçevesinde bireyde meydana gelen değişim görülmektedir. Film yoksul, dışlanmış ve ötekileştirilmiş bir toplum yapısını sunarken aynı toplum içerisindeki katmanlardan, güç ilişkilerine göre değişen davranış kalıplarından bahsetmektedir. Filmde Perhan’ın parası olmadığı için Azra’nın annesi tarafından kabul görmemesi ve başlık parası için çalışıyor olması ise zengin-fakir, alt-üst ayrımını yansıtmaktadır. Karl Marx’ın burjuvazi ve proleterya olarak bahsettiği iki karşıt sınıfın çatışmasını, güçlünün her zaman güçsüzü ezdiğini film, tek bir toplum yapısı içerisinde aktarmaktadır. Kapitalist toplum yapısının bir örneğini çingenelerin yaşamı içerisinde gösteren film, güçlünün her yerde güçlü ve ezen konumda olduğunu; güçsüzün ise her daim güçlü olana, sermaye sahibi olana hizmet için çalıştığını ve sömürüye uğradığını anlatmaktadır. Bu duruma ek olarak güçsüzün güçlü konuma geçmesi halinde saflığını, masumluğunu kaybederek eleştirdiği sınıfa benzediği Perhan üzerinden örneklendirilerek yansıtılmaktadır (Rebenal, 2017).

Sembolik Bağlamda Çingeneler Zamanı

Perhan ve ailesinin yaşadığı evin havaya kaldırılıp orada asılı kalması Çingenelerin özgürlüğe düşkünlüklerini sembolize eden bir sahne olarak karşımıza çıkmaktadır. Çingeneler asılı duran ev kadar mekana bağlıdırlar, bağsız ve özgürdürler. Yoksul bir hayat süren çingenelerin sahip oldukları en önemi şey özgürlüktür, mülkiyet onlar için önemli bir kavram olmaktan çok uzaktır (İlhan ve Fırat, 2017).

“Kanatlarımı koparmak istiyorlar, kanatları olmayan bir ruh nedir ki? Benim ruhum özgür. Bir kuş gibi özgür. Yükseklere çıkıp sonra aşağıya iner. Bazen göz yaşı döker, bazen de şarkılar söyleyip kahkahalar atar.”  (Ederlezi, 2020).

Emir Kusturica, filmin son sahnelerinde Perhan’ın en yakın arkadaşı olan ve Perhan’ın masumiyetini simgeleyen hindiyi göstermektedir. Filmin başında masum ve saf kişiliği ile gördüğümüz Perhan, toplumsal güç ve iktidar unsurları tarafından baskılanarak masumiyetini kaybetmekte, yalan söylemekte ve bambaşka bir kişiliğe bürünmektedir. Perhan’ın reddettiği ve ait olamadığı çingene yaşamının sonunda dünyaya gözlerini kapatmadan son kez baktığı bulutlarda gördüğü hindisi, masumiyetine tekrar kavuştuğunu simgelemektedir. Çingene çocukların karton kutuların içine girerek oyun oynadığı sahneler, çingenelerin yoksul bir hayat yaşıyor olmalarına rağmen eğlenceyi bırakmadıkları, çocukluklarını her koşulda yaşamayı sürdürdüklerinin ve en kötü koşullarda dahi mutluluğu bulmaya çalıştıklarının bir göstergesi olarak filmde yansıtılmaktadır (Biçici, 2021).

“Ve hayalleri olmadan bir çingene ne işe yarar? Çatısı olmayan bir kilise, sesi çıkmayan bir çan gibi…” 

Sonuç

Ötekileştirilen, dışlanan toplumsal sınıflardan biri olan çingeneler, yoksulluğu en yoğun yaşayan gruplar arasındadır. Çingeneler eğitim, istihdam, sosyal güvence, sağlık gibi unsurlara ulaşmada zorluk yaşayan ve ayrımcılığa uğrayan, dışlanmış bireylerden oluşan sosyal bir gruptur (Sarıkaya, 2019). Çingeneler Zamanı filmi; çingenelerin dışlanmışlığını, güç ve iktidar ilişkileri, diğer toplumlardan farklı yaşam pratikleri, topluluk içindeki eşitsizlikler, baskı ve sömürü unsurları, toplumda azınlık olma hali, yabancılaşma gibi unsurlar etrafında temellenen çingenelerin yaşamlarını tüm gerçekliği ile sunan bir Emir Kusturica filmidir.

 

Kaynakça

Biçici, K. (2021). Çingenler Zamanı İncelemesi — Bir “Masumiyetini Kaybediş” Hikayesi.  https://medium.com/t%C3%BCrkiye/%C3%A7ingenler-zaman%C4%B1-i%CC%87ncelemesi (erişim: 20 Temmuz 2023)

Ederlezi (2020). Çingeneler Zamanı (Time Of The Gypsies). https://www.soylentidergi.com/ederlezi-cingeneler-zamani-time-of-the-gypsies/ (erişim: 19 Temmuz 2023)

Güncüer, M. (2019). Emir Kusturica Sinemasında “Balkanlılık”. Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. 

İlhan, S. ve Fırat, M. (2017). Bir İnşa Süreci Olarak Çingenelik: Kuramsal Bir Çözümleme. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. 27(2), 265-276.

Sarıkaya, P. (2019). Toplumsal Yansımaların Öznesi Olarak Çingeneler ve Etnik Damla(n)ma. Adnan Menderes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

 

 

Eğitim Entegrasyonu: Suriyeli Sığınmacıların Türkiye’deki Eğitimi ve Karşılaşılan Sorunlar

Yusuf KAMIŞ
Göç Çalışmaları Stajyeri
Editör: Ayşenur Alişiroğlu

Özet

Türkiye son on yılda en fazla göç alan ülkelerden biridir. Bu durum Türkiye’nin göçmenler üzerine izleyeceği politika noktasında büyük önem taşımaktadır. 2013’ten bu yana Türkiye’ye 3.6 milyon Suriyeli mülteci gelmiştir. Bu mültecilerin 1.7 milyonunu Suriyeli çocuklar oluşturmaktadır. Bu da mültecilerin eğitim sistemine entegrasyonunun önemini ortaya koymaktadır. Bu çalışmada Türkiye’deki Suriyeli çocukların eğitim serüveni sunulmakta, öğretmenlerin gözlemleriyle ne gibi sorunların göze çarpmakta olduğu görülmekte ve Türkiye’nin ulusal eğitim sisteminin mültecilerin entegrasyonuna elverişliliği incelenmektedir. Türkiye’deki Suriyeli çocukların eğitime entegrasyonu, Suriyeli çocukların sosyal yaşantılarını ve sosyal hayata entegrasyonunu kolaylaştırmak ve ayrımcılığın önüne geçilmesini sağlama amacı güder.

Anahtar Kelimeler: Mülteci, Suriyeli çocuklar, Entegrasyon, Eğitim hakkı, MIPEX

Abstract

Turkey is among the countries that received the most immigrants in the world in the last decade. This fact carries great importance in the shaping of Türkiye’s migration policy. As of 2013, Turkey has received 3.6 million immigrants, of which 1.7 million are children. This case shows how important the integration of immigrants into the national education system is for Türkiye. This paper presents the educational journey of Syrian children in Türkiye, highlights the problems that stand out using the observations of teachers, and examines the conduciveness of Türkiye’s national education system to the integration of immigrants. Educational integration of Syrian children in Türkiye aims to facilitate the social integration of Syrian children and to prevent discrimination. 

Keywords: Immigrant, Syrian children, Integration, Right to education, MIPEX

Giriş

Göç, insanlık var olduğundan beri süregelen bir olgudur. İnsanlar siyasal, fiziksel savaş ortamından kaçış, gelir eşitsizliği, eğitim sorunu, daha iyi şartlarda yaşama isteği gibi bazı sebeplerden ötürü göç etmektedirler. Dünyada özellikle 1980 sonrası gelişen küresel değişimle birlikte göçmen sayısında hızlı bir artış gözlemlenmiştir. 1980 sonrası dünyanın bazı ülkelerinde kalkınmanın ivme kazanması, bazı ülkelerde ise bu ivmenin yavaşlaması hatta negatife düşmesi küresel eşitsizliği ön plana çıkarmış ve fakirleşen ülkelerden zenginleşen ülkelere doğru bir göç dalgası başlamıştır. Bunun sonucunda dünyada hedef ülke konumuna gelen ülkelerin göçmenler için yeni düzenlemeler getirdiği görülmüş ve ülkelerinde yaşama hakkı elde eden göçmenlerin eğitimine verilen önemle birlikte göçmenlerin hedef ülkenin sosyal yaşantısına daha rahat entegre oldukları gözlemlenmiştir.

Türkiye, coğrafi konumu sebebiyle uzun yıllardır “transit” yani göç güzergahı üzerinde bir geçiş ülkesi konumundaydı. Türkiye’nin toplum yapısı, siyasi çatışmalar, bunalımlar, sürgünler gibi sebeplerle ülke içindeki göç ve ülke dışındaki göç zaman zaman artış göstermiştir. 1980 sonrası dönemde Türkiye uluslararası arenada transit ülkeden daha çok hedef ülke haline gelmeye başlamıştır. 17 Aralık 2010 yılında yaşanan Arap baharıyla başlayan Ortadoğu’daki karışıklıklar, Türkiye’deki mülteci sayısında ciddi artışa sebep olmuştur (Yıldız, 2019).

Suriye’de 2011 yılında başlayan iç çatışmaların sonucunda ülkesini terk eden mülteciler Türkiye’ye sığınmak zorunda kalmışlardır. Türkiye, kültür yakınlığı, aynı dine mensup olmaları, insan yaşamına saygı ve coğrafi yakınlık sebebiyle Suriye’den gelen mültecilere karşı “açık kapı politikası” izlemiştir. Savaşın bu kadar uzamayacağı düşüncesiyle uzun vadeli önlemler alınmamış ve bu da zamanla Türkiye’de ekonomik, siyasi ve entegrasyon sorunlarının başlamasına neden olmuştur (Gökmen, 2020). Şu ana kadar ülkeye giriş yapan Suriyeli mültecilerin sayısı 3.6 milyon olduğu bilinmektedir (UNHCR, 2023). Suriye’deki durumu geçici bir durum olarak gören Türkiye, savaşın bitmek bilmeyen bir hâl aldığını görmüş ve bundan ötürü 2014 yılında Suriyeli mültecilere “geçici koruma statüsü” vermiştir (Güngör, 2023). Sağlık, eğitim ve sosyal haklar, Suriyeli mülteciler geçici koruma statüsüne aldıktan sonra güvence altına alınmıştır.

Göçten en çok etkilenen kitle çocuklardır. Belirli sebeplerden dolayı ülkelerini terk etmekte kalan mülteciler geride bıraktıkları o büyük yıkımı kendi bedenleriyle birlikte gittikleri ülkelere getirmek durumunda kalmaktadırlar. Yaşadıkları zor koşullar ve göç ederken karşılaştıkları durumlar zihinsel sağlık açısından mültecileri kötü etkilemektedir. Çocuklar, yetişkinlere göre yaşadıkları felaketten en çok etkilenen kesimdir. Çocukların düzenlerinin değişmesi, günlük yaşamda birçok zorlukla karşılaşmaları ve bu zorluklarla baş etmeleri güçleşmektedir. Bu durumda, çocukların travmalarını atlatabilmesi amacıyla eğitim entegrasyonun önemi büyüktür. 

Mülteci çocukların yaşadıkları travmalar bilişsel, fiziksel ve sosyal gelişimine zarar verir. Yapılan bir çalışmada mültecilerin ciddi kayıplar yaşamaları, savaşların etkisinden dolayı yaşadığı travmalar ve psikolojik ve davranışsal zorluklar yaşadıkları, ayrıca stres ve kaygı durumlarının yüksek olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Başka bir çalışmaya göre savaştan kaçan çocuklar ailelerinden en az bir kişiyi kaybetmiş, yarısından fazlasının yakın bir arkadaşı ölmüştür. Çocukların yaşadıkları durumdan ötürü ailelerini, yakın arkadaşlarını ve doğup büyüdüğü yeri kaybetmeleri, çocukların izole olmalarına sebep olmaktadır (Karaağaç, 2019). Uluslararası göç konusuna bakıldığında, dili, kültürü, dini farklı olan insanların gittikleri ülkede yerlilerle aynı alanda yaşamalarının zorlukları göze çarpmaktadır. Çeşitli insanların bir araya gelmesi durumunda anlaşmazlık ve düşmanlıkların başlamasına sebep olmaktadır. Bu bağlamda mültecilere yerleştikleri ülkenin dilinin öğretilmesi birçok sorunun çözümü olacaktır. Bu yüzden eğitim ile göç kavramı birbiriyle bağlantısı olan konulardır. En başta çocukların ve gençlerin eğitiminin sağlanması ülkenin geleceği açısından önemli bir konudur (İşigüzel, 2019).

Eğitim bir ülkeye entegre olabilmek için en etkili yöntemlerden biridir. Okul çağındaki çocukların eğitim alması topluma daha kolay adapte olabilmelerini sağlar. Eğitim entegrasyonu, göçmen çocukların sosyal becerilerini ve özgüvenlerini artırır ve gelecek kaygılarını azaltarak geleceğe umutla bakmalarını sağlamaktadır (Yıldız, 2019). Mültecilerin dil konusunda sorun yaşamaları sosyal yaşama entegre olmalarına engel olmakta ve mültecilerin sadece diğer mültecilerle iletişim halinde olmasına sebep olmaktadır. Eğitimin en kolay verileceği kitle çocuklar olarak kabul edilir. Üstelik savaştan ya da kıtlıktan çıkmış çocuğun kapsamlı bir eğitim alması ve topluma entegre edilmesi şarttır. Türkiye’ye gelen Suriyeli mültecilerin 1.7 milyonu çocuk yaştadır ve Türkiye’de şu ana kadar 750 bin Suriyeli bebek dünyaya gelmiştir (UNHCR, 2023). Suriyeli mülteciler ilk gelmeye başladıklarında nasılsa geri dönecekleri düşüncesinden dolayı ilk etaptaki eğitimler Suriyeli çocuklara yönelik hazırlanmıştır.  Zamanla savaşın şiddeti artmış, Suriyeli mültecilerin sayısı da günden güne artmaya devam etmiştir. Bu olaylar doğrultusunda, Türkiye’de göçmenlere verilecek eğitim politikası gündeme gelmiştir. 2014 yılında 2014/21 sayılı kanunda Suriyeli çocuklara verilecek eğitim belirli standartlara bağlanmış ve güvence altına alınmıştır (Emin, 2016). 

Bu araştırma, geçici koruma statüsünde olan Suriyeli çocukların Türkiye’de nasıl eğitim aldıkları, yaşadıkları sorunlar, entegrasyon durumu, dil sorunu, Türkiye’de çeşitli okullarda yapılan araştırmaları incelenmesi, derlenmesini içermektedir.

Suriyeli Çocuklar ve Eğitim

Her çocuğun fark gözetmeksizin nitelikli bir eğitim alma hakkı vardır. Eğitim hakkı uluslararası evrensel haklardan biridir. Eğitim hakkı, 1948’de İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne (UDHR) ve 1966’da Uluslararası Ekonomik, Kültürel Haklara (ICESCR) dahil edilerek bu haklar önemli ölçüde genişlemiştir. Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme de 28 ve 29. maddeleri uyarınca bunlar arasındadır. Bu maddelerin özü Lundy tarafından şu şekilde tarif edilmiştir: “Her çocuk, doğuştan sahip olduğu eğitim alma hakkına sahiptir ve ilköğretim aşamasındaki öğrenimin ücretsiz ve zorunlu olması şarttır. Aynı zamanda çocuğa verilecek eğitimle becerilerinin en üstüne çıkarılacak şekilde topluma kazandırması da şarttır. Eğitim çocuğun kişisel ve toplumsal becerilerini geliştirecek bir biçimde olmalıdır. Bu sayede Topluma faydalı bir birey olması sağlanacaktır” (Lundy, 2019, sf. 260).

Göçün en büyük etkilerinden biri de eğitimdir. Türkiye’de günümüze dek 750 bin Suriye uyruklu bebek dünyaya gelmiştir (UNHCR, 2023). Suriye’de savaşın başlamasından sonra birçok çocuk eğitimden mahrum kalmıştır. Aileleriyle Türkiye’ye göç eden Suriyeli çocuklar, maddi imkansızlıklar ve hayatın zorlukları sebebiyle erken yaşta çalışmak suretiyle entegrasyon sorunun bir parçası haline gelmiş ve kayıp nesil olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Ayrıca Türkiye’deki durumundan hoşnut olmayan umutsuz, huzursuz hisseden bazı çocuklar Suriye’ye savaşmaya gitmiştir. Kendilerinin ve sevdiklerinin canlarını kurtarmak istediklerinden dolayı Türkiye’ye göç eden Suriyeliler, maddi sebeplerden dolayı çocuklarının eğitimini sağlayamıyor, bundan dolayı da çocuklarını ya çalıştırmak ya da evlendirmek durumunda kalıyorlar (Yıldız, 2019). Göç ettikleri ülkelerde eğitimlerini yarıda bırakan mülteci çocukların Türkiye’de eğitimine devam etmesi hem Türkiye için hem de bu çocukların geleceği için hayatî önem taşımaktadır. Çünkü okullaştırılamayan her çocuk toplumun dışına itilmeye, yeteneklerinin gelişmesinin engellenmesine mahkûm olacaktır ve en kötüsü de radikal gruplara yönelme riski taşımaktadır (Aydın 2020).

Bunun sonucunda Suriyelilerin entegrasyon çalışmalarının nasıl seyretmesi gerektiği hakkında birçok çalışma yapılmıştır. Göçün yeni başladığı tarihlerde Türkiye Cumhuriyeti savaşın biteceği yönünde varsayımlarla Suriyeli çocukların eğitimini Geçici Eğitim Merkezleri (GEM) adı altındaki merkezlerde gerçekleştirmiştir. Bu eğitim, Suriyeli çocukların Türkiye’ye uyum sağlaması için değil, Suriye’ye döndükten sonra oluşabilecek eğitim açığının kapatılmasını sağlamak düşüncesiyle verilmiştir. Ancak, savaşın bitmeyeceği fark edildiğinde MEB’in 2014’te “Yabancılara Yönelik Eğitim Hizmetleri” genelgesinde Türkiye’ye bağlı bütün yabancıların MEB’e bağlı kurumlarda öğrenimlerine devam edeceği belirtilmiştir (Karaağaç & Güvenç, 2019). Ayrıca mülteci öğrencilerin eğitimiyle alakalı İlköğretim Eğitim Kanunu,  Milli Eğitim Temel Kanunu ve Çocuk Hakları Sözleşmesinde çocukların eğitiminde ayrımcılık yapılamayacağı, ihtiyaç sahibi her çocuğa eğitim verilmesi ve gerekli düzenlemede çocuğun çıkarlarını gözeteceği vurgulanmaktadır (Sarıer, 2020).

Suriyeli çocuklar 2014’te GEM’lerde eğitim görmekteydiler. 2016 itibariyle Suriyeli öğrencilerin eğitimine Türk Ulusal Eğitim Sisteminde devam edilmesi kararı verilmiş ve 2019’da GEM’lerin tamamı kapatılması öngörülmüştür. 2016-17 öğretim yılı itibariyle Suriyeli öğrencilere yönelik “Kapsayıcı Eğitim” adlı eğitim modeline geçiş yapılmıştır. Bu öğretim modeliyle Suriyeli öğrencilere Türkçe öğretmek dışında ayrımcılığı önlemek ve öğrenci farklılıkları göz önünde bulundurarak nitelikli bir eğitim verilmesi amaçlanmıştır (2020).

Entegrasyon Çalışmaları ve Yaşanan Sorunlar

Entegrasyon, bir araya gelerek birleşme ve bütünleşme anlamına gelmektedir. Bu aşamaya geçişte insanlar, kendilerini hiçbir kültüre ait hissetmeseler de geçiş tamamlandığında sadece farklı kültürleri değil, toplumun farklı özelliklerini de kendi bünyesinde eriten bir kimliğe kavuşurlar. Var olan kültürleri ile tanıştıkları yeni kültürleri birleştirmiş ve içselleştirmiş olurlar. Bu bireyler kültürlerarası uyum göstermektelerdir ki her iki taraf arasında kültürel duyarlılığın bireysel ve toplumsal olarak geliştirilmesi, kültür şokunun üstesinden gelinmesi için stratejik bir öneme sahiptir (Gökmen, 2020).

Suriyeli çocuklar savaşın ilk yıllarında Türkiye’ye geldiklerinde, daha önce belirtildiği gibi savaşın biteceği yönündeki düşüncelerle kamplarda GEM adlı merkezlerde eğitim görmüşlerdir. Daha sonrasında savaşın kısa sürede bitmeyeceğini gören Türkiye, Suriyeli çocukların eğitim alabilmesi için MEB’in 2014’de yayınladığı genelgeyle Suriyeli çocukların 2016-17 senesi itibariyle örgün sistemle eğitim göreceğini ve GEM’lerin 2019’a kadar kapatılacağı belirtilmiştir. Şekil 2’de görüldüğü gibi Suriyeli çocuklara sunulan çeşitli eğitim hizmetleri bulunmaktadır. Ayrıca Suriyeliler, kendi imkanlarıyla ya da devlet tarafından tahsis edilen eğitim öğretim binalarında Suriye müfredatına göre eğitim verme imkanına sahiptirler. İstanbul, Şanlıurfa, Gaziantep gibi Suriyelileri nüfusunun yoğun olduğu şehirlerde bu okullar açılmıştır ancak bu kurumlara ait verilere ulaşılmadığı belirtilmiştir (Emin, 2016). Üstelik, bu gibi okulların Suriyeliler tarafından pek rağbet görmediği ve bunun sebebinin de Suriyelilerin sosyoekonomik durumları olduğu düşünülmektedir (2016). Suriyeli çocuklar Türkiye’ye ilk geldiklerinde GEM’lerde eğitim almışlardır ve bu kapsamda Suriye’de gördükleri eğitim müfredatına göre eğitim verilmiştir. Kamp dışında bulunan Suriyeli çocukların belirli sebeplerden eğitimden uzaklaştığı aşağıdaki Şekil 1’de görülmektedir.

Şekil 1:  Kamp içinde ve Kamp Dışında Kayıtlı ve Kayıtsız Öğrenci Sayısı (Emin, 2016)

Kapsayıcı eğitim modeli UNESCO tarafından “öğrenenlerin farklı gereksinimlerine, onların eğitime, kültüre ve topluma katılımını artırarak ve eğitim sisteminin içindeki ayrımcılığı azaltarak cevap verme süreci” olarak tanımlanmaktadır (Özcan, 2018). Bu eğitim modelinin üç kapsayıcı sütunu vardır: eğitim, sosyal ve maddi. Eğitimsel gerekçeye göre öğrencinin yetenekleri göz önünde bulundurularak farklılaştırılmış ve kişiselleştirilmiş eğitim sunulmak, sosyal olarak daha adil ve kapsayıcı olduğundan dolayı öğrencilerin entegre sorununu çözmek, ekonomik olarak ise her grup için farklı okullar kurulacağına tek bir sistem ile maliyeti düşürmektir. Kapsayıcı eğitim modelinin temel amacı ayrımcılığı önlemektir (2018). Suriyeli çocuklara sunulan eğitim hizmetleri Şekil 2’de açıklanmaktadır (Emin, 2016).


Şekil 2: Türkiye’de Suriyeli Çocuklara Sunduğu Eğitim Hizmetleri (Emin, 2016).

Eğitimin Önündeki Engeller

Suriyeli çocuklar hem kampta hem de ülkelerinde yaşadıkları olaylar neticesinde zihinsel sorunlar yaşamaktadırlar. Ülkelerinden savaş sebebiyle ayrılan Suriyelilerin yaşadıkları travma sebebiyle eğitimleri yarıda kalmıştır. Devlet okullarının aşırı kalabalık oluşu, araç gereçlerin yetersizliği, öğretmen eksikliği gibi sorunlar Suriyeli öğrencileri sınırlamaktadır. Ayrıca, çocuklar ailelerinin maddi yetersizliklerinden dolayı okulu bırakıp çalışmak zorunda kalmaktadırlar (Karaağaç, 2020). Ankara’da yapılan bir çalışma, Suriyeli çocukların eğitiminin önündeki engellerin ekonomik sebepler (çocuk işçiliği), karma eğitime yönelik tepki, güvenlik sorunları (akran zorbalığı ve ayrımcılık), ailelerin farkındalık ve bilinç eksikleri, kamp dışındaki GEM’lere ulaşımın zorluğu ve Suriyelilere ilişkin veri eksikliği olduğunu göstermiştir (Tunga ve ark., 2020). Kampların dışında yaşayan Suriyelilere ilişkin verilerin eksik olması onlara sağlanacak hizmetlerin planlanması ve uygulanması önündeki en büyük engel olarak tanımlanmıştır (Nur Emin, 2016). 

Şekil 3: Suriyeli Öğrencilerin Eğitime Yeterli Erişimin Sağlanamamasının Sebepleri (MEB, 2022).

2017 yılında yapılan saha araştırmasında da benzer sebeplerin okula erişime engel olduğu raporlanmıştır. Raporda tek ebeveyne sahip olma (ebeveynlerden birinin savaşta kaybedilmesi ya da hâlâ Suriye’de bulunması), ekonomik yetersizlikler, özellikle de tek ebeveynlikten kaynaklanan ekonomik sıkıntılar ve bu sebepten ötürü çocukların erken yaşta çalışmaya başlamak zorunda kalması, ailelerin yeteri kadar bilgilendirilmemesi ve yönlendirilmemesi, karma eğitime olan tepki ve son olarak yüksek hareketlilik olarak adlandırılan Suriyeli mültecilerin ülke içindeki büyük şehirlere göç etmesi durumu Suriyeli çocukların okullaşmasının önündeki engeller olarak sıralanmıştır (Tunga ve ark., 2020).

Entegrasyon Sorunları

Suriyeli çocukların okula uyum sağlayabilmesi, sosyal hayata da kolaylıkla entegre olması ve akademik hayatında başarı sağlaması için önemlidir. Bu sorunu aşabilmek için GEM’lerde Türkçe kurslar açılmıştır ancak bu, dil sorununa çözüm olamamıştır. “Suriyeli Misafir Öğrencilere Türkçe Öğretimi Projesi” kapsamında gerçekleştirilen uygulamalarda hedefi Suriyeli öğrencilere C1 düzeyinde Türkçe öğretmek olsa da kurslara kayıt yaptıran öğrencilerin sadece 1/3’ünün kursu tamamladıkları görülmüştür (Tunga ve ark. 2020).

Entegrasyonun başlıca problemlerinden biri dil sorunudur. Dil birbirinden farklı insanların etkileşim kurabilmeleri adına en önemli araçtır. Bu sorun sadece Suriyeli öğrencilerin yaşadığı bir problem değil, genel olarak Türkiye’ye göç eden insanların tümünün temel sorunudur ve topluma entegre olmanın önündeki en büyük engeldir. Yıldız, Suriyeli çocukların eğitimi üzerine yaptığı araştırmada Suriyeli çocukların yaşadığı en temel sorunlardan birisinin dil sorunu olduğunu söyler (2019). Araştırmanın devamında bir öğretmen, Suriyeli çocukların Türkçe bilmediklerinden dolayı iletişim sorunu yaşadıklarını şu ifadelerle belirtmiş: “‘Ben anlamıyorum bu ne hocam?’ diyor. Ne yapacaksın? Nasıl anlatacaksın? Ben iyi Arapça ve Türkçe konuşan öğrenciyi çağırıyorum, anlamayan öğrenciye anlatmasını söylüyorum. Ben ona söylüyorum, o diğerine anlatıyor” (2019). Ancak bu yöntemin yine de yetersiz kaldığı ve öğrencilerin akademik başarısı için yeterli olmayacağı da belirtilmiştir.

Başka bir örnekte ise Şanlıurfa’daki okullarda yapılan bir araştırmada, aynı şekilde iletişim sorunu olduğu gözlemlenmiş, hatta bu eğitim entegrasyonunda yaşanan en büyük sorun olarak nitelendirmiştir. Bir öğretmen yaşadıkları sorunu şu şekilde ifade etmiştir: “Suriyeli öğrencilerin çoğu doğal olarak Türkçe bilmiyor. Bu daha çok büyük sınıflarda oluyor. 1. sınıfa başlayan öğrenciler dilimizi daha güzel öğreniyorlar. İlk zamanlarda Suriyeli öğrenciler zaman zaman öğretmen ve sınıf arkadaşlarını yanlış anlayabiliyorlar” (Koşak ve Atasoy, 2022).

İstanbul Ataşehir’deki okullarda yapılan araştırmada, öğretmenlerin dil probleminden dolayı, öğrencilerin kendi kendine çalışma becerilerinin olmadığı çıkarımı yapılmıştır (Karaağaç ve Güvenç, 2019). Ayrıca öğrencilerin eğitimine Türkiye’de başladıklarından dolayı ön bilgilerinin yetersiz olduğundan bahsedilmiştir. Bu bağlamda bakıldığında, Suriyeli öğrencilerin Türkçe konuşmada problem yaşadıklarından dolayı öğretmenleriyle arasında iletişim problemi oluştuğu ve akranları tarafından dışlanma sorunları yaşadıkları ve bu sorunlar sonucu bazılarının okulu bıraktığı görülmektedir.

Entegrasyonun gerçekleşmemesinin bir başka sebebi ise Suriyeli öğrencilerin akademik başarısızlığıdır. Akademik uyum, çocuğun okulda bulunan bireylerle kurduğu ilişkileri içeren sosyal uyumu ve toplumsal kurallara uyma gibi durumları içeren davranışsal uyumu içine alan kapsamlı bir kavramdır (Gökmen, 2020). Bir çocuğun okula uyumunu başarı düzeyi, devam durumu, arkadaşlarıyla iyi ilişkileri, öğretmenlere karşı tavırları belirlemektedir. Çok kültürlü okullarda uyum, bunlara ek olarak farklı kültürlerin birbiri arasında etkileşime imkân tanıyan, kültürlerin olumlu yönlerini ortaya çıkaran eğitim programları ile sağlanabilmektedir. Uyum problemlerinin olduğu durumlarda ise şiddet, zorbalık, cinsel istismar gibi birçok problemli davranış ortaya çıkmaktadır (2020). Suriyeli öğrenciler iletişimde yaşadıkları problemlerden dolayı bu sorunlarla karşılaşmaktadırlar.

Yıldız’ın İstanbul’da yaptığı araştırmanın devamında, öğretmenlerden biri yapılan görüşmelerde Suriyeli çocukların akademik başarısızlığının sebebini şu şekilde ifade etmiştir: “Sınav kâğıtlarıyla ilgili çok sıkıntı yaşıyoruz. Çünkü mecburen soruları Türkçe soruyoruz. Okuma yazmayla ilgili becerileri tam kazanamadıkları için sorulara cevap vermekte güçlük çekiyorlar. Haliyle sınav başarısına da etki ediyor bu durum” (2019). 

Şanlıurfa’daki okullarda yapılan araştırmanın devamında ise öğretmenlerden biri akademik yetersizliğin iletişim sorunundan sonraki en büyük sorun olduğunu şu kelimelerle ifade edilmiştir:  “Öğrenciler genellikle Türkçe okuma yazma bilmedikleri için derslere katılamıyor ve bu sebeple akademik olarak gelişim gösteremiyorlar. Matematik derslerinde daha iyi olduklarını gözlemliyoruz fakat sosyal bilimlerle alakalı derslerde oldukça zorlanıyorlar” (Koşak & Atasoy, 2022).

Başka bir problem ise kültür farklılığının okulda uyumsuzluğa yol açması ve öğrencilerin davranışsal problemler sergilemesidir. Bu da dil yetersizliğinin kötüleştirdiği bir problemdir ve Suriyeli öğrenciler, diğer öğrenciler ve öğretmenlerle iletişim kuramadıklarından dolayı okulda gruplaşmakta ve ayrımcılık meydana gelmekte ve öğrenciler okula uyum sağlayamamaktadır. Kimi öğrenciler dil ve kültür farklılığından ziyade savaştan ya da yaşadıkları travmadan ötürü davranışsal problemler sergilemektedir. Yıldız, araştırmasının devamında, öğrencilerin davranışlarında hırçınlık, agresiflik, öfke ve içe kapanıklık gibi durumlar tespit etmiştir (2019). Bir öğretmenin bu olayı şöyle ifade etmektedir: “Suriyeli çocukların hepsinin üstünde hırçınlık var. Bence mülteci olarak başka bir ülkede yaşıyor olmak da olabilir, eğitim farkı, çocuk yetiştirmedeki fark da olabilir. Gördükleri ön yargıdan dolayı kendi içlerinde bir öfke var” (Yıldız, 2019). 

Şanlıurfa’da yapılan araştırmadaki bir öğretmenin bu konu üzerine görüşü ise şöyledir: “Çocuklar farklı bir dil ve kültürden geldikleri için bir anda bocalıyor. Özellikle anasınıfı ve 1. sınıfta ürkek, ağlayan çocuklara dönüşüyor” (Koşak & Atasoy, 2022). 

Bununla birlikte Gökmen de Bursa’da yaptığı araştırmada Suriyeli çocuklardaki kültür farklılığı konusuna değinmiştir. Bir öğretmenle yaptığı görüşme de şu ifadeler geçmiştir: “Savaş sürecine uzun süre tanık olmuş ve travmatik olaylar yaşayan öğrencilerin bazıları içine kapanık tavırda bulunurken bazıları da asi tavırlar sergiliyor. İçine kapanık olan öğrenciler zamanla çevreye uyum sağlıyor ancak çekinik yapılarının tamamen kaybolduğunu söyleyemem. Asi tavırlarda bulunan öğrencilerle iletişim kurmak biraz daha güç oluyor diyebilirim” (Gökmen, 2020).

Diğer bir sorun ise öğrencilerin sosyoekonomik durumlarıdır. Bu durum Suriyeli çocukları çocuk işçiliğe, suça, çeteleşmeye, madde bağımlılığına, çocuk yaşta evliliklere ve akran zorbalığı gibi durumlara sürüklemektedir. Şanlıurfa’daki araştırmanın devamında ailelerin sosyoekonomik durumun Suriyeli çocuklara etkisini bir öğretmen şu şekilde ifade etmiştir: “Kalabalık aileler, işsiz veliler aile içinde huzursuzluk getiriyor ve bu ailelerde yaşayan çocukların motivasyonu düşüyor” (Koşak & Atasoy, 2022).

Gökmen’in Bursa’da yaptığı araştırmasında sosyoekonomik durumu düşük olan Suriyeli ailelerin çocuklara etkisinin sonuçlarını öğretmenlerin bakış açısıyla zenginleştirmiştir: “Öğrencilerin azınlıkta olan bir kısmının ailesinin maddi açıdan iyi durumda olmasına karşın büyük bir kısmının ailesi geçimini sağlamakta zorlanıyor. Öğrencilerin eğitim sürecinde ihtiyaçları olan materyaller, harçlık ve yol ücreti gibi giderleri karşılamakta güçlük çekiyorlar. İhtiyaç sahibi öğrenciler ile ilgili çalışmalar yapılmaya çalışılsa da bürokrasinin yavaşlığından kaynaklı bir çözüme ulaşamadık.’’ (Gökmen, 2020)

‘’Geçici eğitim merkezlerinde eğitim görüp denklik belgesi alarak gelen öğrenciler orada ücretsiz servis ve devletin sağladığı burs imkanının devlet okullarında olmamasından dolayı zorluk yaşadıklarını dile getiriyorlar.’’ (2020)

Şekil 4: Ailesel Sorunların Suriyeli Öğrencilerin Okul Hayatlarına Etkileri (Sarıer, 2020).

Sonuç olarak, eğitim entegrasyonu Suriyeli öğrencilerin Türkiye’ye adapte olabilmesi için önemli bir konudur. Suriyelilerin eğitimlerini etkileyen ve entegrasyon sorunu yaşamalarının en büyük sebebi dildir. Ondan sonra gelenler dilin yan sorunları gibi görünmektedir. Ayrıca düşük sosyoekonomik durumu olan Suriyeli öğrencilerin eğitimden mahrum bırakılmaması Türkiye için hayati bir önem taşımaktadır. Suriyelilerin ekonomik sebeplerden dolayı okulu bırakması, kayıp nesil durumu oluşturabilir ve bu durumun yaşanması Türkiye için hem bugün hem de gelecekte büyük sorunlar teşkil edecektir.

Göçmen Entegrasyon Politikası Endeksi (MIPEX)

Göçmen Entegrasyon Politikası Endeksi (Migrant Integration Policy Index) MIPEX, ülkelerin göçmenlere yönelik uyguladıkları politikaları çeşitli ölçütler bağlamında değerlendirir. Dünya genelinde ülkeleri teşvik etmek ve ülkelerin ne gibi entegrasyon çalışmaları yaptığını ölçmek için kullanılan en güvenilir araçlardan biridir (Ustabulut ve ark. 2022). Entegrasyon bağlamında en geniş ve en kapsamlı kaynağın MIPEX olduğu kabul edilir ve göstergelerinin, ulusal entegrasyon politikalarının göçmenlere hak ve fırsat eşitliğini sağlayan ölçüm aracı olarak bilinir. Nitekim ülkeler, göçmenlerin haklarının ve görevlerinin politika önlemleri yoluyla nasıl tanımlandığı ve uygulandığı konusunda önemli ölçüde değişiklik gösterir (2022).

Şekil 5: Tabloda MIPEX ülkelerin uyguladıkları entegrasyon kalite durumu puan sistemi (Ustabulut ve ark. 2022).

Mültecilerin entegrasyonunu hızlandıran en önemli unsur eğitime erişimidir. Mültecilerin eğitime erişimi arttıkça entegrasyonu hızlanmaktadır. Bu nedenle, MIPEX “eğitim sistemi göçmen entegrasyonuna cevap veriyor mu?” sorusuyla ülkelerin bu konu ile alakalı ne kadar zayıf durumda olduklarını ve çoğu göçmen için dil öğrenimini sağlamak, doğru sınıflara yerleştirmek, öğrencinin eğitimde geride kalması durumunda sorunu çözüme kavuşturmak konusunda yetersiz olduklarını belirtir. Göçmen öğrenciler; okul öncesi, mesleki veya yüksek öğrenime kayıt veya bitirme konusunda yardım alma; ülkede resmi ikamet statüleri olmasa bile hem zorunlu hem de seçmeli eğitime yasal erişime sahip olmak; yükseköğretime erişimlerini ve başarılı katılımlarını artırmayı amaçlayan özel destek girişimlerinin varlığı; akademik yeterliliğe ulaşana kadar kişinin ikamet ettiği ülkede hedef dili öğrenebilmesi için dil yardımı alma hakkı, sistematik akademik rehberlik, maddi destek ile birlikte temel haklar, öğretmenlerin, kültürlerarası eğitim ve kültürel çeşitlilik konusunda eğitilmesi, gibi temel haklar çatısı altında değerlendirilmektedir (2022).

Şekil 6:  Türkiye ve Seçilmiş Avrupa Ülkelerinin Entegrasyon Alanındaki Puan Durumu (Ustabulut ve ark., 2022).
 

MIPEX, Türkiye’nin eğitim entegrasyonunu yarı olumlu olarak belirlemiştir. Türkiye’nin önceden bu alanda çok zayıf olduğu görülmektedir ancak 2014’te Suriyeli öğrencilere ve öğretmenlere destek sağlamasıyla bu durum biraz da olsa iyileşme göstermiştir. Yasal olarak yerleşmiş göçmenlerin zorunlu eğitim hakkına sahip olduğunu ifade eder. Ayrıca Türkiye, öğrencilere rehberlik hizmeti ve dil desteği sağlanmaktadır. MIPEX, Türkiye’nin şu anda karma okulları teşvik ettiğini ve öğrenim sektöründe çeşitliliği sağladıklarını belirtmiştir (2020).

Sonuç

Sonuç olarak, Türkiye neredeyse son on yıldır farklı milletlerden göç alan bir ülke haline gelmiştir ve hâlâ göç almaya devam etmektedir. Bu durum, Türkiye’yi göçmen entegrasyon politikasını iyileştirmeye ve geliştirmeye teşvik etmelidir. Entegrasyon farklı millet ve kültürlerden özellikle de yüksek sayılarda göç alan ülkeler için önemli bir konudur ve bundan dolayı mültecilerin eğitimi için kapsayıcı bir eğitim modeli benimsenmeli, ayrımcılığın önüne geçilmesi için mültecilerle yerel halk arasında sıcak ilişkiler kurulması sağlanmalı ve mültecilerin Türkçe dil eğitimine daha çok önem verilmelidir. Türkiye’deki göçmenlerin büyük bir kısmını Suriyeli mülteciler oluşturmaktadır. Suriyeli mültecilerin yaşadıkları sorunlar çözüme kavuşturulmalı ve Suriyeli mülteciler üzerinden elde edilen başarıyla diğer göçmenlerde de aynı başarı elde edilmeye çalışılmalıdır. Türkiye mülteci entegrasyonunu iyi bir şekilde gerçekleştirirse böylelikle mültecilerin aslında sorun teşkil etmeyip aksine Türkiye’ye katkı sağlayabilecekleri görülebilir. 

                                 Şekil 7: Türkiye’nin Entegrasyon Puan Durumu (MIPEX, 2020). 

 

Kaynakça

Aydın, S. (2020). Zorunlu Eğitim Çağındaki Mülteci Öğrencilerin Eğitime Uyum Sürecinde Türkiye ve Kanada Uygulamaları. Uluslararası Liderlik Eğitimi Dergisi, 2(II), 1-18.

Boyu, T. M. E. B. H., Göç, Ö. G. M., & Başkanlığı, A. D. E. D. (2022). Ocak 2022 Bülten.

Emin, M. N. (2016, Mart). Türkiye’deki Suriyeli çocukların eğitimi: Temel eğitim politikaları. Seta.

Gökmen, H. (2020). Suriyeli göçmen öğrencilerin Türk eğitim sistemine entegrasyon sorunu (Bursa Yıldırım ilçesi örneği). Doktora tezi, Bursa Uludağ Üniversitesi, Türkiye.

Güngör, M., & Açıkyer, M. (2023). Geçici Koruma Kapsamındaki Suriyelilerin Sosyal Uyum ve T.C. Vatandaşlığına İlişkin Görüşlerinin Değerlendirilmesi: Mersin Örneği. Uluslararası Sosyal Bilgilerde Yeni Yaklaşımlar Dergisi, 7(1), 180-194.

İşigüzel, B., & Baldık, Y. (2019). Göçmen Toplulukların Eğitim Sistemine Katılımı Sürecinde Uygulanan Eğitim ve Dil Politikalarının İncelenmesi. Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi SBE Dergisi, 9(2), 487-503.

Karaağaç, F. C., & Güvenç, H. (2019). Resmi ilkokullara devam eden Suriyeli mülteci öğrencilerin eğitim sorunları. OPUS International Journal of Society Researches, 11(18), 530-568.

Koşak, M. A., & Atasoy, R. (2022). Suriyelilerin Temel Eğitim Sistemine Entegrasyonunda Şanlıurfa İli Özelinde Okul Yöneticilerinin Karşılaştığı Sorunlar. Harran Maarif Dergisi, 7(2), 150-178.

Lundy, L., & O’Lynn, P. (2019). The education rights of children. International human rights of children, 259-276.

Mesut, G. Ü. N., & Yüksel, S. (2021). Dünyada Göçmen Eğitimi Politikaları Bağlamında Türkiye’nin Göçmen Eğitimi Sürecinin Değerlendirilmesi ve Çözüm Önerileri. Milli Eğitim Dergisi, 50(1), 1031-1053.

Migrant Integration Policy Index (2020). https://www.mipex.eu/turkey (Erişim Tarihi: 06.08.2023).

Özcan, A. S. (2018). Çokkültürlülük bağlamında Türkiye’nin Suriyeli öğrencilere yönelik eğitim politikası. PESA Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 4(1), 17-29.

Sarıer, Y. (2020). Türkiye’de Mülteci Öğrencilerin Eğitimi Üzerine Bir Meta-sentez Çalışması: Sorunlar ve Çözüm Önerileri. Eğitimde Yeni Yaklaşımlar Dergisi, 3(1), 80-111.

Tunga, Y., Engin, G., & Çağıltay, K. (2020). Türkiye’deki Suriyeli çocukların eğitiminde karşılaşılan sorunlar üzerine bir alanyazın taraması. İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 21(1), 317-333.

Türkiye’deki Mülteciler ve Sığınmacılar. https://www.unhcr.org/tr/turkiyedeki-multeciler-ve-siginmacilar (Erişim Tarihi: 07.08.2023)

Ustabulut, M. Y., Boylu, E., & Başar, U. (2022). Türkiye ve Seçilmiş Avrupa Ülkelerinin Göçmen Entegrasyon Politikalarının Karşılaştırmalı Olarak İncelenmesi. Bilig, (103), 1-30.

Yıldız, S. E. (2019). Suriyeli çocukların eğitimi konusunda nitel bir araştırma: Sorunlar ve çözüm önerileri. Middle East Journal of Refugee Studies, 4(2), 5-32. 

Rusya ile NATO’nun Baltık Bölgesi Üzerindeki Rekabetinin İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya Üyelik Sürecine Etkileri

Celal İlker Varol
Editör: Bervan Kaya

Soğuk Savaş dönemiyle başlayan süreçten günümüze dek Baltık coğrafyası NATO ile Sovyetler Birliği arasındaki güç mücadelesinin stratejik bölgelerinden biri olmuştur. İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş döneminde bölge devletleri uzun yıllar tarafsız bir politika izlemişlerdir. Sovyetlerin yıkılmasıyla birlikte kurulan Rusya Federasyonu bölge üzerindeki askeri ve politik gücünü kısa sürede arttırmayı başarmış bunun sonucunda Avrupa Birliği ve NATO için tekrardan tehdit unsuru haline gelmiştir. Rusya ile NATO arasındaki gerilim son yıllarda her iki bloğun da yapmış olduğu karşılıklı hamlelerle daha da artmıştır. NATO’nun temel hedefi Rusya’yı hapsedebildiği kadar dar bir alanda sıkıştırarak bölge üzerindeki manevra hakimiyetini, askeri ve politik etkisini minimum seviyeye indirmektir. Bu amaç doğrultusunda NATO genişleme stratejisini Rusyayı askeri açıdan kuşatmak ve mümkün olan en ileri hatta karşılamak için hedef iki ülkeyi bünyesine katmayı amaçlamaktadır. Bunlardan biri Rusya ile aralarında tarihsel ve kültürel bağ bulunmakla beraber aynı zamanda 1.340 km’lik sınır hattı bulunan Finlandiya diğer ülke ise Baltık  Denizinde ve bölge hava sahasında hakimiyet sağlanabilmesi açısından son derece önemli bir konumda bulunan İsveç’tir. İkinci Dünya Savaşı sonrası uzun yıllar tarafsız politika izleyen İsveç ile Finlandiya bölgede yaşanan son gelişmelerden ve artan gerilimden sonra çareyi NATO’ya yakınlaşmakta bulmuştur.

Finlandiya tarihinde 700 yıldan fazla İsveç Krallığı, 100 yıldan fazla da Rus egemenliği altında kalmış bir devlettir. 1809’da İsveç, Rusya’yla savaşı kaybedince Finlandiya ayrı bir coğrafi antite oldu. 1809 yılında İsveç topraklarına ait olan Finlandiya savaşın kaybedilmesiyle Çarlık Rusyası’nın egemenliği altına girerek özel bir bölgeye dönüştürüldü. Helsinki şehir altyapı ve mimarisinin Rus etkisiyle inşa edildiğini söylemek mümkündür. Finlandiya Rusya’dan bağımsızlığını ilk olarak 1917 Rus devrimi sırasında kazanmıştır. Çarlık Rusya’nın yıkılması ve Ekim devrimiyle birlikte yönetime geçen Bolşevikler 1917 tarihinde Finlandiya’nın bağımsızlığını kabul etmişlerdir. Meşhur Kış Savaşı‘nın başlamasının önemli bir nedeni de Rusya’nın 1917’de kaybettiği kazanımları geri kazanmak istemesiydi.

Finlandiya coğrafi açıdan Rusya’ya  komşu olması ve St.Petersburg’a yakınlığı sebebiyle Ruslar için her zaman stratejik bir konuma ve öneme sahip olmuştur. Finlandiya, İkinci Dünya Savaşı sonrası topraklarının yüzde 10’unu Rusya’ya karşı kaybeden Finlandiya savaş sonrası oluşan iki kutuplu yeni dünya düzeninde genellikle tarafsız devlet politikası izlemiştir. Tarihte “Finlandizasyon” olarak da bilinen bu tarafsız duruşun arka planında Sovyet Rusya ile yapılan anlaşmalar ve diplomasi trafiği mevcuttur. Bu tanım aslında Sovyetler Birliği ile çok fazla dostane ilişkiyi tanımlamak için ortaya atılmıştı. Finlandiya bulunduğu konum itibariyle her zaman Sovyetler Birliği için kritik önem arz etmekteydi bu doğrultuda tarih boyunca Ruslar (Çarlık Rusyası, Sovyetler Birliği ve günümüzde Rusya Federasyonu) Finlandiya’yı kendi ekseninde tutabilmek için ülkenin iç politikasını dizayn etmek istemiştir. Sovyetler Finlandiya’nın NATO güdümüne girmesini engelleyebilmek adına iç ve dış politika olarak siyasi düzlemde kendi yörüngelerinde tutmaya gayret göstermişlerdir.

Baltık Bölgesi Baltık Bölgesi Baltık Bölgesi Baltık Bölgesi

Yakın geçmişe dönersek NATO’nun genişleme stratejisi kapsamında Ukraynayı hedef ülke seçtiğini ve ABD’nin Ukraynayı Rusya’ya karşı askeri üs bir nevi Rusya’nın dibinde  tehdit uydu ülke stratejisiyle kullanmak istediğini NATO’ya katma girişimlerinden gördük. ABD’nin Ukrayna emelleri Rusya’nın 2014 yılında Kırım’ı ilhak etmesine kadar yaşanacak süreci tetiklemiştir. Kırım’ın 2014 yılında Rusya tarafından ilhakı Batı cephesinde Rusya’nın saldırgan tutumu olarak değerlendirilirken buna karşın Rus cephesi NATO’nun Ukrayna’yı bünyesine katma girişimlerinin kendilerini buna mecbur bıraktığı yönünde demeç vermişlerdir.

Rusya’nın 2014 yılında Kırım’ı ilhakını NATO’ya askeri ve siyasi açıdan büyük bir tehdit olarak gören ABD Ukrayna’yı NATO’ya katıp Rusya’yı mümkün olan en geri sınırlara hapsedebilme fikrini masaya yatırmıştır. Rus hükümeti ise yaptığı açıklamalarda NATO’nun Ukrayna’yı bünyesine katma arzusunu kendilerine tehdit olarak görmüş ve NATO’nun genişleme politikasını saldırgan bularak Batı’yı suçlamıştır. ABD ve Avrupa Birliği ise Rusya’nın 2014 yılında Kırım’ı ilhakı ve 2022 yılında Ukrayna’ya Rus ordusunun fiili harekat düzenleyerek doğudaki Donbass ve Lugansk eyaletlerini işgal etmesini son derece saldırgan ve Uluslararası Barış Hukuku’nu bozmaya yönelik bir hareket şeklinde değerlendirmişlerdir.

2022 yılında başlayan Rusya-Ukrayna savaşı Finlandiya halkının NATO’ya karşı tutumlarında adeta bir dönüm noktası olmuştur. Ukrayna-Rusya tarafından işgal edilmeden önce halkının yüzde 20-25’i NATO yanlısı olan Finlandiya’da bu oran bir gecede yüzde 50’lere, haftalar içinde de yüzde 70’lere kadar yükseliş göstermiştir. Şüphesiz ki bunda coğrafi açıdan Rusya’ya komşu olan Finlandiya halkının Rusların Ukrayna’ya yaptıklarının benzerinin kendilerinin de başına gelmesi bunun sonucunda ülkelerinin Rusya tarafından işgal edilme korkusu etkili olmuştur. Finlandiya’nın 1940 yılında topraklarının yüzde 10’unun Sovyetler Birliği tarafından işgale uğramış olması Finlandiya halkının ve devletinin tekrar işgale uğrama korkusunun tetiklenmesinde etkili olmuştur. Rusya’nın Ukrayna meselesinde gözünü ne denli karattığını gördük ve Finlandiya’nın Rusya ile olan 1.340 km’lik sınır hattı göz önüne alındığında devlet yönetiminin siyasi eksenini tamamen NATO eksenine çevirmesi son derece haklı ve pragmatik gerekçelere dayandığı söylenebilir. Öte yandan Rusya’nın Finlandiya’ya olası bir kara harekatı yapmak istemesi durumunda Rusya ile aralarında oldukça uzun ve bataklıklarla dolu olan sınır hattı, Rus askeri birlikleri açısından kara harekatında birçok dezavantajı da beraberinde getirecek, NATO güçleri açısından ise savunma hattını sağlam kurma açısından oldukça avantajlı olacaktır. Sınır hattının bataklıklarla dolu olması NATO’yu Rus birliklerine karşı avantajlı konuma getirmektedir. Rusya’nın Finlandiya’ya askeri harekat yapacağına ihtimal vermemekle birlikte sadece olası bir askeri harekat durumunda yaşayacağı coğrafi zorlukları sınır hattı bağlamında inceledim. Rusya-Finlandiya sınır hattının NATO için doğal bir savunma hattı görevi gördüğünü ve olası bir bölgesel savaş durumunda Rusya’yı kara harekatında zor durumda bırakabileceği ihtimali göz ardı edilmemelidir.

İsveç’te bulunan Gotland adası NATO’nun Baltık denizinin kontrolü ve Rusya’ya karşı hava sahası hakimiyeti kazanması açısından oldukça stratejik bölgedir. NATO’nun İsveç ve Finlandiya üzerinden genişleme stratejisinin altında yatan amaçlardan en önemlisi Baltık coğrafyasının kendileri açısından askeri anlamda avantaj sağlayacak konumda bulunmasıdır (VOA Türkçe, 2023). NATO, İsveç ve Finlandiya’yı bünyesine katarak hava savunma sistemini ve kapasitesini genişletmek istemektedir. İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üye olması meselesi bu nedenledir ki NATO açısından son derece kritik bir öneme sahiptir. NATO İsveç ve  Finlandiya’yı ittifaka katarak Rusya’ya karşı savunma hattını coğrafi açıdan çok daha genişleterek Rusya’yı askeri anlamda kıskaca alma hedefi gütmektedir (Lucas, 2023).

Rusya’nın 2022 yılında Ukrayna’yı işgal etmesi İsveç ve Finlandiya’nın İkinci Dünya Savaşından beri izledikleri tarafsız bölge politikasını revize etmelerine sebebiyet vererek siyasi eksenlerini NATO’ya yönlendirmeleri açısından tarihi bir dönüm noktası olmuştur. 1994 yılından beri NATO’nun resmi ortağı olan ve ittifaka birçok katkıda bulunan bu iki ülke Soğuk Savaş dönemi bittiğinden bu yana pek çok önemli NATO misyonunda bulundular. İki ülke, bir üye devlete yapılan saldırıyı tüm üye devletlere yapılmış sayan NATO’nun 5. Maddesi kapsamında, nükleer güçlerden ilk kez güvenlik garantileri alacak. İsveç ile Finlandiya NATO’ya üye olarak olası Rus nükleer saldırılarından kaçınmayı istemektedir (BBC News Türkçe, 2023). 

NATO’nun İsveç ve Finlandiya’yı yanına çekmesi Baltık bölgesini apaçık Ruslara karşı bir tampon bölge olarak kullanmak istemesinden kaynaklıdır. Bu amaçla İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyeliği konusu oylamaya sunulmuş ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu NATO üyesi 23 ülke, iki ülkenin ittifaka üyeliğini onaylamışlardır fakat katılım sürecinin tamamlanması için Türkiye’nin tutumu kritik önem taşımaktadır (VOA Türkçe, 2022). Bu durum NATO’nun kurucu ilkelerini oluşturan Washington Antlaşması’nın “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” maddesi doğrultusunda önem arz etmektedir, zira ittifaka üye bir devletin dahi onayı olmazsa iki ülkenin NATO’ya tam üyeliği diplomatik çıkmaza girecek ve 5. Madde İsveç ile Finlandiya için uygulanamaz hale gelecektir. Bu nedenledir ki Türkiye’nin önümüzdeki günlerde İsveç ile Finlandiya konusundaki tutumu diplomatik açıdan son derece önem taşımaktadır.

Kaynakça

BBC News Türkçe (2022). Ukrayna krizi: Rusya, NATO’ya neden güvenmiyor? https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-60138458 

BBC News Türkçe (2023). Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kalın: İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği için attığı bazı adımlar memnuniyet verici ama süreç bitmiş değil. https://www.bbc.com/turkce/articles/crg2g509dwzo

BBC News Türkçe (2023) Chatterjee P. İsveç ve Finlandiya’nın tarafsızlıktan NATO’ya uzanan hikayesi: İki ülkenin askeri politikaları nasıl değişti? https://www.bbc.com/turkce/articles/cjj103z8e5wo

CEPA2023, Lucas. E Gotland: NATO’s Baltic Bastion. https://cepa.org/article/gotland-natos-baltic-bastion/

Euronews (2023). Rusya: Finlandiya’nın NATO’ya üyeliğine karşı güvenliğimizi sağlayacağız. https://tr.euronews.com/2023/04/05/rusya-finlandiyanin-natoya-uyeligine-karsi-guvenligimizi-saglayacagiz

İnfoFinland 2023, Rus Çarlığının bir parçası olarak Finlandiya 1809-1917. https://www.infofinland.fi/tr/information-about-finland/finnish-history

Voatürkçe 2022,Çakır.A İsveç ve Finlandiya NATO’da 23 Ülkeden Onay Aldı. https://www.voaturkce.com/a/isvec-ve-finlandiya-natoda-23-ulkeden-onay-aldi/6688471.html

Baltık Bölgesi Baltık Bölgesi Baltık Bölgesi Baltık Bölgesi Baltık Bölgesi Baltık Bölgesi

 

Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’na Göre Uluslararası Koruma Kavramları

Lütfi Mert ULUTAŞ
TUİÇ O-Staj Stajyeri
Editör: Eda KURT

Özet

Dünyada bitmek bilmeyen krizlerin var olması insanların bulunduğu ülke veya bölgeden daha güvenli farklı ülke ve bölgelere göç etmelerine neden olmaktadır.  Başka bir ülkeye göç eden bu kişiler gittikleri ülkelere sığınma talep etmekte, sonrasında ise çeşitli uluslararası koruma statüleri kazanarak o ülkelerde kalmaktadırlar. Her türlü sığınmacı akınına uğrayan ülkemiz nezdinde bu koruma statüleri büyük önem arz etmektedir. Ülkemize gelen sığınmacılardan sadece Avrupa ülkelerinden gelen kişilere mülteci statüsü verilirken Avrupa ülkeleri dışından gelen kişilere şartlı mülteci statüsü verilmekte, bu statüye uymayan ancak zulüm tehdidi altında olan diğer bireysel sığınmacılara ise ikincil koruma statüsü tanınmaktadır.  Ayrıca toplu göç durumunda geçici koruma statüsü kişilere tanınabilir.

Anahtar Kelimeler: Uluslararası Koruma statüleri, Mülteci, Şartlı Mülteci, İkincil Koruma, Geçici Koruma

Abstract

The existence of endless crises in the world causes people to migrate to different safer countries and regions from their country or region. These people who migrate to another country seek asylum in the countries they go to, and then stay in those countries by gaining various international protection statuses. These protection statuses are of great importance in our country, which is flooded with all kinds of refugees. Refugee status is given only to those coming from European countries, while those coming from outside European countries are given conditional refugee status, and other individual asylum seekers who do not comply with this status but are under the threat of persecution are given subsidiary protection status. In addition, temporary protection status may be granted to individuals in case of mass migration.

Key Words: International Protection Statuses, Refugee, Conditional Refugee, Subsidiary Protection, Temporary Protection

1. Giriş

Kişi, vatandaşlık bağı ile bağlı bulunduğu veya yaşadığı ülkede, çeşitli nedenlerle zulme uğrama tehlikesi olduğunda bir başka ülkeden korunma talep edebilir. Bu halde, kişinin nitelikleri ve hangi sebeple zulme uğrama tehlikesi bulunduğuna göre farklı statüler tanınabilir. Bu statüler genel manada uluslararası koruma türleri olarak adlandırılır. Başvurulan ülke tarafından kişiye tanınacak olan bu statüler, bazen ülkeden ülkeye değişmektedir. Zira, her ülkenin uymakla mükellef olduğu uluslararası hukuk hükümleri olduğu gibi kendi mevzuatı çerçevesinde aradıkları özel kriterler de bulunmaktadır. Türk hukukunda, uluslararası koruma statülerinin düzenlendiği en kapsamlı kanun Yabancılar ve Uluslararası Kanunu (YUKK) olup ülkemizden koruma talep eden yabancılara bu mevzuat çerçevesinde muamele edilmektedir. Bu yazıda, öncelikle uluslararası koruma kavramından kısaca bahsedilecek, akabinde; YUKK kapsamında uluslararası koruma türlerinin ve ayrıca geçici korumanın kavramsal açıklaması yapılarak, kimlerin hangi tür uluslararası koruma yöntemlerinden yararlanabileceğine açıklık getirilecektir.

2.  Uluslararası Korumaya Giriş

2.1. Uluslararası Koruma Kavramı

Uluslararası koruma genel olarak, yaşadığı ülkede yahut vatandaşlık bağı ile bağlı bulunduğu ülkede; dini, ırkı, bir sosyal gruba olan mensubiyeti, siyasi düşünceleri veya ekonomik, sosyal, siyasal sebeplerle zulme uğraması tehlikesine karşı, kendi devletinden koruma bulamayan veya bulamayacağı kanaatinde olan kişilerin, başka bir devletin koruması altına girmesi olarak açıklanabilir (Doğan, 2020, s. 139). Türkiye, Doğu ve Batı arasında bir köprü vaziyetinde olması ve komşu ülkelerinde meydana gelen; savaş, krizler ve istikrarsızlıklar nedeniyle diğer ülkelere nazaran daha çok göçe uğramakta ve halihazırda dünyada en fazla göçmene ev sahipliği yapan ülke konumunda yer almaktadır. Bu sebeple, uluslararası koruma kavramı gerek bireysel göçe gerekse kitlesel akınlara uğrayan ülkemiz açısından olmazsa olmaz bir olgudur (Bozkurt, 2018: 56).

Bir ülkenin yabancılara uluslararası koruma statüsü tanıyıp tanımaması, o ilgili devletin kendi mevzuatı yahut tarafı olduğu uluslararası anlaşmalar çerçevesinde değerlendirilmektedir. Türk hukuku açısından bu yükümlülükler, 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Sözleşmesi ve eki olan 1967 protokolü çerçevesinde uluslararası ölçektedir. Bunun yanında, ulusal mevzuat bakımından yabancıların sığınma hakkı; önceleri 1994 yönetmeliği olarak da adlandırılan Yönetmelik ile düzenleme bulmaktaydı, sonrasında uluslararası korumaya ilişkin düzenlemeler, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle birlikte bu kanun kapsamında düzenleme bulmuştur (Baran Çelik, 2015, s. 68-69). Bu kanun, Türk yabancılar hukukunda, ana hatlarıyla göç hukukuna ilişkin konuların çoğunun tek bir metin altında toplanmasıyla ortaya çıkmıştır (Göçmen, 2015: 132-133).

2.2. Uluslararası Koruma Kavramı

2.2.1. Genel Kavramlar

Hukukumuzda YUKK kapsamında uluslararası koruma statüleri; Mülteci, şartlı mülteci ve ikincil koruma statüleri olarak üçe ayrılmıştır. Ayrıca, kitlesel göç durumunda yabancılara acil, ani ve geçici koruma sağlanması gerektiğinde ise “geçici koruma” statüsü gündeme gelmektedir (Baran Çelik, 2015: 73) (Özkan, 2022: 462). Kişinin, uluslararası koruma statülerinden yararlanması için Türk Hukuku nezdinde “Yabancı” sıfatına haiz olması gerekir (Özkan, 2022, s. 450). Yabancı kavramı genellikle, yabancı bir devlet vatandaşının yanı sıra; vatansız, mülteci, çifte uyruklu (Türk vatandaşı olmayan) kişileri kapsamaktadır (Özkan, 2022: 244). Uygulamada, başvuru sürecinde mülakatı tamamlanan yabancı, Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nce, YUKK kapsamında, kişi hakkında aşağıda yer alan uluslararası koruma statülerinden birine karar verilmektedir (Asar, 2021: 279).

2.2.2. Mülteci

Mülteci, sığınma talebinde bulunduğu ülke tarafından başvurusu kabul edilen ve resmi olarak uluslararası koruma statüsünden faydalanan sığınmacı olarak tanımlanabilir. (Parlak, 2022, s. 40). 1951 Cenevre Sözleşmesi ve 1967 Protokolü çerçevesinde yer alan tanıma göre mülteci; “ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncelerinden dolayı zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yabancıya veya bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen kişi” olarak tanımlanırken, Türk hukukundaki mülteci tanımı, uluslararası hukukun baz aldığı 1951 Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Sözleşmesi’nde yer alan tanımla örtüşmemektedir. Bunun sebebi, Türkiye’nin yalnızca Avrupa Konseyi ülkelerinden gelen kişilere bu statüyü vereceğine dair sözleşmeye koymuş olduğu çekincedir (Özkan, 2022:244).

Bunun yanında, bu madde kapsamında tanımlanan “mülteci” kavramına Avrupa Konseyi Üyesi ülkelerden gelerek, ülkemizden uluslararası koruma talep eden yabancılar da girebilmektedir (Göç İdaresi Başkanlığı, Mülteci). Mülteci olma kriterlerini genel olarak iki başlıkta toplayacak olursak bunlar (Bozkurt, 2018, s. 45). Kişinin kendi ülkesi dışında bulunması, yani başvurucunun vatandaşlık bağı ile bağlı olduğu ya da ikamet ettiği ülkenin dışında bulunan bir yabancı olması gerekir. (Türk Hukukunda sadece Avrupa Konseyi Üyesi ülkelerden gelenler). Kişinin haklı sebeplerle yani; ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncelerinden dolayı zulme uğrayacağı korkusu altında bulunması gerekir. Uluslararası anlaşmalar nezdinde Türkiye’nin mültecilerin hukuki statüsüne ilişkin çekince koymasının en büyük sebebi, Türkiye’nin Orta Doğu ve Orta Asya bölgelerinde yaşanan istikrarsızlıklar neticesinde oluşabilecek göç yollarının üzerinde bulunması ve bu durumun getireceği olumsuzluklardan kaçınmaktır (Parlak, 2022:41).

2.2.3. Şartlı Mülteci

Şartlı mülteci kavramı Türk hukukunda şahsına münhasır bir kavram olup sadece Türk hukukunda ayrı bir kavram olarak tanımlanmakta ve YUKK m. 62 kapsamında düzenlenmektedir. Bu maddeye göre şartlı mülteci: “Avrupa ülkeleri dışında meydana gelen olaylar sebebiyle; ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncelerinden dolayı zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yabancıya veya bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen vatansız kişiye statü belirleme işlemleri sonrasında şartlı mülteci statüsü verilir. Üçüncü ülkeye yerleştirilinceye kadar, şartlı mültecinin Türkiye’de kalmasına izin verilir.”

YUKK m. 62’den de anlaşılacağı üzere Türkiye, Avrupa Konseyi Ülkeleri dışındaki ülkelerden gelen ve normalde mülteci statüsüne sahip olacakken sırf coğrafi çekince nedeniyle alamayan kişilere şartlı mülteci statüsü tanımaktadır. Bu statü, kişilerin üçüncü güvenli bir ülkeye yerleştirilene kadar korunmasını sağlamaktadır. Bu sayılan haller, şartlı mülteci ve mülteci kavramları arasında birtakım farklar oluşmasına neden olmakla birlikte aynı şekilde Türk hukukundaki “mülteci” ve “sığınmacı” arasındaki farkı da oluşturur. Zira, sığınmacı kavramı hukukumuzda şartlı mülteci kavramı ile eş deş olarak kullanılmaktadır. Ancak, YUKK’un kabul edilmesiyle birlikte şartlı mülteci kavramı yaygın ve güncel olarak kullanılmaya başlanmış olup eski yönetmelik kapsamında yer alan sığınmacı kavramı güncel uygulamada kullanılmamaktadır. Dolayısıyla, Türk mevzuatında ilga edilen İltica ve Sığınma yönetmeliği kapsamında yapılan mülteci-sığınmacı ayrımı içerik olarak önemli bir değişikliğe uğramaksızın, YUKK kapsamında mülteci-şartlı mülteci ayrımına dönüşmüştür. Bu kapsamda Şartlı Mülteci ve Mülteci statülerinin özelliklerini sıralayacak olursak (Parlak, 2022: 43-44; Yılmaz Eren, 2021: 55; Konyalı, 2021: 33; Ekşi, 2015:41).

Mülteci statüsü kişilere Avrupa’da meydana gelen olaylar sebebiyle tanınırken, şartlı mülteci statüsü Avrupa dışında meydana gelen hadiseler sonucunda tanınmaktadır. Şartlı mülteci statüsündeki kişiler üçüncü güvenli bir ülkeye yerleştirilene kadar “geçici” olarak Türkiye’de kalmalarına izin verilirken mülteciler için böyle bir şart öngörülmemiştir. Nihayetten, üçüncü güvenli bir ülkeye yerleştirilene kadar Türkiye’de kalmalarına müsaade edilen şartlı mültecilere geçici ikamet izni verilirken, mülteciler açısından ikamet izninin geçiciliğine dair bir hüküm bulunmamaktadır. Türk hukukunda, başvurucu olarak addedilen bu kişilerin yapmış oldukları başvuru Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği tarafından mültecilik statüsüne ilişkin başvuru olarak sınıflandırılsa da, Türkiye’nin koyduğu coğrafi çekince nedeniyle mülteci sıfatına haiz olamaz ve tüm koşulları uygun olsa da mülteci statüsüne erişemez. Daha önce de bahsedildiği gibi, Avrupa dışındaki ülkelerden gelen ve mülteci olma şartlarını taşıyan kişiler için “şartlı mülteci” statüsü uygun görülmektedir. Lakin bu kişiler, mülteci olmanın getirdiği bazı haklardan yararlanamazlar. Yani, burada her ne kadar kendisine şartlı mülteci statüsü verilenler ile mülteci statüsü verilenler arasında uluslararası koruma başvuru usulü ve sürecin işleyişi açısından önemli bir fark olmasa da şartlı mülteci statüsü verilen yabancılar; bazı haklardan bir takım “geçici” farklarla yararlanabilmektedir (Yılmaz Eren, 2021: 55-56; Özgöker & Doğan, 2019: 17; Baran Çelik, 2015: 77-78).

2.2.4. İkincil Koruma

Uluslararası literatürde “tamamlayıcı koruma” olarak da nitelendirilebilen bu uluslararası koruma türü, YUKK kapsamında uluslararası koruma statüleri başlığı altında ikincil koruma statüsü olarak düzenlenmektedir (Baran Çelik, 2015, s. 78; Asar, Yabancılar Hukuku (Temel Konular), 2021:284). YUKK m. 62’ye göre ikincil koruma:

“(1) Mülteci veya şartlı mülteci olarak nitelendirilemeyen, ancak menşe ülkesine veya ikamet ülkesine geri gönderildiği takdirde;

  1. a) Ölüm cezasına mahkûm olacak veya ölüm cezası infaz edilecek,
  2. b) İşkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya muameleye maruz kalacak,
  3. c) Uluslararası veya ülke genelindeki silahlı çatışma durumlarında, ayrım gözetmeyen şiddet hareketleri nedeniyle şahsına yönelik ciddi tehditle karşılaşacak olması nedeniyle menşe ülkesinin veya ikamet ülkesinin korumasından yararlanamayan veya söz konusu tehdit nedeniyle yararlanmak istemeyen yabancı ya da vatansız kişiye, statü belirleme işlemleri sonrasında ikincil koruma statüsü verilir.”

Bu kanun kapsamında ikincil koruma statüsü; kişinin mülteci yahut şartlı mülteci statüsünü kazanacak niteliklere sahip olmamasına karşın, bir devletin korumasına muhtaç olan kişilere verilen bir statüdür (Parlak, 2022, s. 45). Bununla birlikte, mülteci yahut şartlı mülteci statüsünün tanınmasında olduğu gibi, kitlesel olarak ülkeye giriş yapanlar bu statüden yararlanamazlar. Zira bu uluslararası koruma statüsü bireysel bir statü olup bireysel olarak ülkeye gelmiş kişilere tanınabilir (Doğan, 2020: 148).

Bilindiği üzere, şartlı mülteci yahut mülteci olunması için kişinin; ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncelerinden dolayı zulme uğrayacağından korkması nedeniyle koruma statülerine başvurması gerekir. Ancak, kişinin belirli bir gruba mensubiyeti, ırkı, dini, tabiiyeti veya siyasi düşüncelerinden kaynaklanan sebeplerden değil de, kişinin ülkesine dönmesi durumunda başka sebeplerden dolayı; Ölüm cezasına mahkûm olacak veya ölüm cezası infaz edilecek, İşkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya muameleye maruz kalacak,  Uluslararası veya ülke genelindeki silahlı çatışma durumlarında, ayrım gözetmeyen şiddet hareketleri nedeniyle şahsına yönelik ciddi tehditle karşılaşacak kişiler için ikincil koruma devreye girer (Ekşi, 2015: 43-44).

3. Geçici Koruma

Acil bir çözüm yöntemi olarak geliştirilen geçici koruma statüsü, kitlesel şekilde göç edilen ülkedeki (terkedilen ülkedeki) kamu düzeninin tekrar tesis edilmesine kadar geçen sürede kişilerin güvenli bir ortama erişimini sağlayarak, insan haklarını güvence altına alma amacı gütmektedir. Geçici koruma statüsünün uluslararası koruma statülerinden ayrılan en önemli özelliği, bu statünün bireysel vakıalara değil kitlesel vakıalara uygulanmasından kaynaklanır (Parlak, 2022, s. 46). Bu nedenledir ki, geçici koruma ihtiyacı hasebiyle oluşan uluslararası koruma talepleri, bireysel uluslararası koruma başvurularına olan muameleden farklı grup temelinde inceleme bulmaktadır  (Çelik, 2015: 80). Geçici koruma, Türk hukukunda, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nda Geçici Koruma ve Uluslararası Korumaya İlişkin Diğer Hükümler başlığı altında 91. Madde kapsamında düzenlenmektedir. Bu maddeye göre; “Ülkesinden ayrılmaya zorlanmış, ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen, acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel olarak sınırlarımıza gelen veya sınırlarımızı geçen yabancılara geçici koruma sağlanabilir.”

Ülkemiz gerek bulunduğu coğrafya nedeniyle gerekse de imparatorluk mirasçısı olması nedeniyle güvenli bir liman olarak görülmüş, bu nedenle uzun yıllardan beri yabancıların kitlesel olarak sığınmak için özel ilgi gösterdiği bir ülke olmuştur. Bu doğrultuda, özellikle 1980’li yıllarda Bulgaristan’dan, 1990’lı yıllarda Yugoslavya’nın yıkılmasıyla birlikte Balkanlardan, birinci ve ikinci körfez savaşı neticesinde de Irak’tan kitleler halinde ülkemize akınlar olmuştur (Doğan, 2020: 148). Son olarak günümüzde ise bu statünün uygulama alanına örnek olarak, Suriyelilerin ülkelerindeki iç savaş sebebiyle kitleler halinde Türkiye’ye sığınmaları gösterilebilir (Konyalı, 2021: 34).

4. Sonuç

Uluslararası koruma statüleri, başvuruda bulunulan ülkenin kendi iç mevzuatı ve uluslararası yükümlülükleri çerçevesinde başvuran yabancıya tanınmaktadır. Bu statülerden mülteci statüsü özel bir öneme sahip olup 1951 Cenevre Sözleşmesi bağlamında tanımı yapılmıştır. Buna karşın, Türkiye’nin bu tanıma yönelik yapmış olduğu çekince neticesinde, uluslararası ölçekteki mülteci tanımı ve YUKK’ta yer alan tanım birbirinden farklıdır. Bundan dolayı, Avrupa ülkeleri dışındaki ülkelerden gelecek sığınmacılar için hukukumuza özgü ve “şartlı mülteci” denilen bir kavram geliştirilmiştir. Bununla birlikte, mülteci ve şartlı mülteci statüsünün yetersiz kaldığı durumlarda ikincil koruma statüsü vasıtasıyla korunmaya ihtiyacı olan kişilere korunma sağlanması amaçlanmıştır.

Ülkemizde özellikle kapsamlı bir şekilde YUKK kapsamında düzenlenen bu koruma yöntemlerinin, dünyada yer alan savaş ve istikrarsızlıklar nedeniyle ülkesini terk eden kişiler açısından etkili bir biçimde kullanılması lazımdır. Nitekim ülkemiz, istikrarsızlık ve savaşı eksik olmayan Doğu ile refahı yüksek Batı ile arasında bir geçiş yolu üzerinde yer almaktadır. Dolayısıyla, hem ülkemizin bu yabancı göçünden en zararsız şekilde çıkması, hem de ülkemize göç eden kişilere en uygun şekilde muamele edilmesi için bu kavramlara tam olarak hâkim olunması gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki, kavramların özüne uygun şekilde algılanmaması uygulamada yanlışlıklara sebep olmakta ve sürecin sağlıklı ilerlemesine engel olmaktadır. Bu da hem başvuru yapılan ülke açısından hem de başvuran açısından zaman ve para kaybına sebep olmaktadır.

 

Kaynakça

Asar, A. (2021). Yabancılar Hukuku (Temel Konular). Ankara: Seçkin Yayıncılık.

Bozkurt, K. (2018). Avrupa Birliği Politikaları ve Düzenlemeleri Kapsamında Göç Hukuku Mülteci Statüsü ve Sığınma . İstanbul: Legal Yayıncılık.

Çelik, N. (2015). “Türk Hukukunda Uluslararası Koruma Başvurusunda Bulunan veya Uluslararası Korumadan Yararlanan Yabancıların Hak Ve Yükümlülükleri”. İnönü Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi. 6.3: 67-148. 

Doğan, V. (2020). Türk Yabancılar Hukuku. Ankara: Savaş Yayınları.

Ekşi, N. “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nda Düzenlenen Uluslararası Koruma Türleri”. C. Süral ve E. Ömeroğlu (Ed.). Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanununun Değerlendirilmesi içinde. Ankara: Seçkin, 2015, 33-50.

Göçmen, İ. (2015). Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Işığında Avrupa Birliği Ve Türkiye Göç Hukuku. Ankara: Seçkin Yayıncılık.

Konyalı, G. (2021). Uluslararası Hukukta Sığınma Hakkı. Ankara: Seçkin Yayıncılık.

Göç İdaresi Başkanlığı. Mülteci. https://www.goc.gov.tr/multeci. ( 31 Temmuz 2023).

Özgöker, U., & Doğan, G. (2019). Uluslararası Göç ve Mülteci Krizi. İstanbul: Der Yayınları.

Özkan, I. (2022). Göç – İltica ve Sığınma Hukuku. Ankara: Seçkin.

Özkan, I. (2022). iltica ve sığınma hukuku. Ankara: Seçkin.

Parlak, T. M. (2022). Avrupa Birliği Göç Hukuku Reformunda Düzensiz Göçmenlerin Statüleri. Ankara: Seçkin Yayıncılık.

Yılmaz Eren, E. (2021). Mülteci Hukukunda Geçici Koruma. Ankara: Seçkin Yayıncılık.

 

Göç Sürecinde Suriyeli Kadınların Gündelik Yaşam Pratiklerindeki Değişimler: Mersin İli Üzerine Bir Araştırma

Durdu Bezgi
Göç Çalışmaları Stajyeri
Editör: Eda Kurt

Özet

Bireylerin gündelik yaşamdaki pratikleri farklıdır. Bu farklılıklara sebep olan pek çok unsur bulunmaktadır. Bunlar içinde bulunduğumuz durumlar, kültürümüz ya da yaşadığımız yerlerdeki iktidar sahiplerinden ötürü olabilir. Gündelik yaşamlarımız bir anda gelişen olaylardan ötürü tamamen ya da kısmen değişime uğrayabilir. Bu duruma verilecek en iyi örnek 2011 senesinde başlayan Suriye savaşı ve oradan göç etmek zorunda kalanların gündelik yaşamlarında gerçekleşen değişimlerdir. Suriyeli göçmenlerin farklılıkların oldukça fazla olduğu başka bir ülkeye göç etmeleri ve buraya ayak uydurma süreçlerinde eski gündelik yaşam pratiklerini devam ettirme çabaları görülmektedir. Kendilerine ait özgür ve ayakları üstünde durdukları hayatlarını Türkiye’de tekrar sıfırdan yaratmaya çalışmışlardır. Göç sürecinde özellikle kadınların gündelik yaşamlarında büyük değişimler meydana gelmektedir. Bu yazıda meydana gelen bu değişimlerin neler olduğu ve kadınların ne tür zorluklar yaşadığı ele alınmıştır. Suriyeli kadınlarla 2022 Ağustos- 2023 Şubat aylarında yapılan röportajlardan elde edilen bulgular sayesinde göç öncesi ve sonrası yaşadıkları gündelik yaşam değişiklikleri hakkında bulgular toplanmıştır.

1. Gündelik Yaşam Pratiği Nedir?

İnsanlar günlük yaşamlarında çoğu basit sayılabilecek eylemleri devamlı olarak süregelen bir şekilde yaparlar. Günlük yaşamdaki bu eylemler kişiden kişiye farklılık gösterdiği gibi yapılan faaliyetten faaliyete de değişiklik gösterebilir. Gündelik yaşamımızda devamlı yaptığımız şeyler sadece eylemlerden oluşmamaktadır. Düşüncelerde eylemler kadar gündelik hayatımızın içindedir. Gündelik yaşamımızda bu eylemler ve düşünceler artık rutin haline gelmiş durumdadır. Kavram bir sıradanlığı, aynılığı ve değişmez olanı işaret etmektedir. Gündelik olan bilebildiğimiz bütün toplumlarda insan soyunun varlığını sürdürmek için geliştirdiği etkinliklerden oluşur: Yeme, içme, barınma, üretme, güvenlik, soyun yeniden üretimi vb. insani gereksinimleri karşılamak üzere yapılan tüm etkinlikler gibi, ‘gündelik’ rutinlerin, yığılmış bilgilerin ve ritüellerin, toplumsal iş bölümünün arasına dağılmış bir yığın işi kapsar (Balta, 2001). Ev hayatı ve onun dekorasyonu, iş yaşamı, tatil, alışveriş, beslenme tarzı, zamanın kullanımı, boş vakit eğlenceleri, nesneler ve nesnelerin kullanımı gibi düzenli olarak yapılan bu eylemlerin tamamı ve daha fazlası gündeliktir (Yiğit, 2012:127). Yani sabah uyanma eylemimiz ile başlayıp uyuyana kadar geçen süreçte devamlı olarak yaptığımız, düşündüğümüz şeylerin hepsini kapsar. Gündelik yaşamdaki pratiklerimiz birbirinden farklıdır. Bu durumun böyle olmasının pek çok sebebi bulunmaktadır. Büyüdüğümüz çevre, aldığımız eğitimler, aile bireylerince bizlere aktarılan dini bilgiler, gelenek görenekler ve kültür gündelik yaşamdaki pratiklerimizin oluşmasında büyük bir yer kaplar. Bir İngiliz ile bir Hintlinin günlük yaşam rutinleri birbirinden çok farklıdır. Bahsedildiği gibi her iki insanında etkilendiği kültür, yaşadığı çevre ve ona öğretilenler apayrıdır. Bu farklılıklar bireylerin gündelik yaşam pratiklerinin farklı olmasında etkilidir. 

Günlük yaşamımızdaki pek çok alışkanlık, tutum ve uygulama (okumak, konuşmak, dolaşmak, pazara gitmek ya da yemek yapmak vb.) taktik ürünleridir. Ve eylem, uygulama ve üretim tarzlarının büyük bir bölümü taktiktir: Zayıf olanın, güçlü olana (erk sahipleri, hastalık, şiddet ya da bir düzenin uyguladığı şiddet vb.) karşı başarıları, dolap, oyun ve dümen çevirme sanatı, “avcılara” özel hileler, tuzaklar, el çabukluğu, çok biçimli simülasyonlar (öykünmeler), mücadeleci oldukları kadar şairane, sevinçli, neşeli bulgular, hepsi taktiktir (Certeau, 2009). De Certeau’ ya göre taktik, zayıfın sanatıdır. Mekansızlıkla maluldür ve erkin stratejisinin mekanında işlemek durumundadır. Yani zayıf olanın geliştirdiği taktikler güçlü olana ezilmemek ve hayatta kalabilmek için daima işe yaramalıdır yoksa güç sisteminin içinde ezilir gider. İnsanların strateji ve taktik geliştirmesine neden olan durumlar vardır. Bunun en iyi örneklerini ise göçmenlerde görebiliriz. Bahsedilen günlük yaşamı sürdürebilmek için bazı temel haklarımızın olması gerekir. Barınma, beslenme bu hakların başında gelmektedir. Fakat bunlar dışında güvenli alanlarda sağlıklı bir şekilde yaşamak da oldukça önemli bir temel haktır. 

2. Bir Mekansal Değişim Olarak Göç ve Göçün Kadınlaşması

İnsanların gündelik yaşamlarındaki değişimlere neden olan şeylerin başında mekansal değişimler gelmektedir. Bu mekansal değişimler bazen kendi isteklerimiz doğrultusunda olsa da bazı durumlarda zorunlu olarak gerçekleşebilir. Bu mekansal değişimlerin sebepleri iş, eğitim, yeni bir hayat kurmak ya da savaş, kıtlık gibi zorunlu durumlardan olabilir. Geçmiş dönemlerde uzak mesafelere yapılan göçlerde genelde erkeklerin çokça göç ettiği görülmüştür. Ravenstein 1889 yılında yayınladığı ikinci makalesinde, kadınların iç ve kısa mesafeli göçlere erkeklerden daha fazla bir eğilimde olduğunu tekrarlamış ve bir ekleme yapmıştır: Erkekler uzun mesafeli ve yurtdışı göçlere, daha fazla katılmakta ve daha yüksek bir göç eğilimi taşımaktadırlar (Yalçın, 2004: 25). 

1980’lerden itibaren yaşanan küresel sosyal ve ekonomik değişimler, uygulanan neo-liberal politikalar, dünya genelinde iç savaların gittikçe artması, kadınları daha olumsuz olarak etkilemiş ve göç akımları giderek kadınlaşmıştır (Kaypak, 2017: 1596). Göç akımlarının kadınlaşmasındaki en önemli faktörlerden birisi; Avrupa’da sosyal hizmetlerin piyasaya devredilmesi ile birlikte, Avrupalı çalışan çocuklu kadınların, ev içi hizmetlerini satın alma eğilimlerinin artmasından ötürü yabancı uyruklu kadınlara duyulan ihtiyaç artmıştır (Ziya Erdem, 2009). Kadınlarda, ekonomik sebeplerden dolayı iş imkanı çok olan bu Avrupa ülkelerine göç etmeye başlamıştır. Özellikle masaj, turizm, bebek bakıcılığı (nanny) ve ev hizmetleri sektöründe aktif olarak çalışmaktadırlar

Göç etmeye karar veren kadınlar, hâlihazırda çalışan göçmen kadınların referansıyla, oluşturdukları göç ağları sayesinde ya da aracı firmalar sayesinde göç yolculuğuna başlarlar. Firmalar aracılığıyla göç eden kadınlar çoğu zaman vadedilen işlere sahip olamayabiliyorlar. Firmalar tarafından bulunan işler göçmen kadınlar için yanıltıcı olabilir. Göçmen kadınlar bahsi geçen ev hizmetleri ya da turizm gibi sektörlerde çalışmayı hedefleyerek çıktıkları bu göç yolunda bir şekilde fuhuş sektörünün bir parçası haline gelebilirler. Yapılan araştırmalar seks ticareti mağduru kadınların diğer göçmen kadınlarla benzer şekilde olası iş fırsatları için Türkiye’ye geldiğini ve göç süreçlerinin belirli bir aşamasında seks ticaretine maruz kaldığını gösteriyor (Kalfa, 2008; Özer, 2011; Erder ve Kaşka, 2003; Dışişleri Bakanlığı, 2007; Demir ve Finckenauer, 2010). Fuhuşun yaygınlaşması, kolay erişilebilir olması ve yabancı uyruklu kadınların bir fetiş konusu haline getirilmiş olmasından ötürü erk sahibi kişiler tarafından kadınlar zorla çalıştırılıyor ve emekleri sömürülüyor. 

3. Suriyeli Kadınların Göçü 

Kadınların göçe aktif olarak katılmasındaki bir diğer durum ise savaş ya da çatışma ortamlarında kadın ve çocukların görece daha savunmasız olmalarıdır. Kadınlar dezavantajlı gruplar içerisinde yer almaktadır. Göç öncesinde, göç sürecinde ve göç edilen yerlerde risklere açık hale gelmektedir. (Küçük, 2022) 2011 yılında Suriyeli insanların; barınma, beslenme ve güvenli yaşam alanları gibi temel insani hakları ellerinden alınmaya başlandı. Orada yaşayan halk kendilerini bir anda büyük bir savaşın içinde buldu. Suriye’ de savaşın başlaması ile birlikte binlerce insan ölümü gerçekleşti. Ölmeyen insanlar ise bir müddet sonra göç etmeye başladı. Yapılan bu göç zorunlu göçün en önemli örneklerinden birisidir. Zorla yerinden edilen Suriyeliler, göç için yola çıkarak başta konumsal olarak yakın yerlere göç etmeye başladı. Suriyeliler artık göçmen konumundadırlar. Göçmen, çeşitli nedenlerle (siyasi, ekonomik, dini vb.) bağlı bulunduğu ülkeyi terk ederek yerleşmek amacı ile başka bir ülkeye giden kişilerdir. (Asar, 2004: 236). Suriye’deki savaştan ötürü göçlerin başlaması ile birlikte ilk etapta ülkeye en yakın olan ülkeler hızla göç almaya başladı. Bu ülkelerin en başında Türkiye vardı. Göçmenlerin Türkiye’yi tercih etmesinde hem mekansal yakınlık hem ortak din hem de iklimsel benzerlikler çekici olan başlıca sebeplerdendir. Türkiye, Suriye’ye yakın olduğu için ilk etapta göç dalgasından en çok etkilenen ülkelerden birisi oldu. Türkiye; sığınmacı, mülteci, düzenli, düzensiz, transit göçmenleri de içeren karmaşık bir göç sisteminin önemli merkezlerinden birisi konumuna taşınmaktadır. Ortadoğu, Asya ve Afrika’dan binlerce göçmenin, kullandığı transit göç üssüne dönüşmüştür (Yener Şişman, 2020). 2011 yılının nisan ayında Türkiye ilk göçünü almıştır. İlerleyen yıllarda göç almaya devam etmiştir. Türkiye’ de kayıt altına alınmış geçici koruma statüsündeki Suriyeli sayısı 15 Haziran 2023 itibariyle toplam 3 milyon 351 bin 582 kişidir (Mülteciler Derneği, 2023). 

Yapılan bu göçün zorunlu bir göç olmasından kaynaklı herhangi bir göçe hazırlık evresi olmamıştır. Bu yüzden insanların gündelik yaşamlarında ani bir değişime sebep olmuştur. Kadınların bu ani göç sonrasında gündelik yaşamdaki pratiklerinde temel bazı değişimler meydana gelmiştir. Yaşadıkları bu değişimler kültürel, dinsel, dilsel, örf-adet ve gündelik rutinler gibi konularda olmuştur. Bu konularda yaşadıkları sorunların ve değişimlerin yanı sıra kadınlar göç sonrasında dezavantajlı bir durumda oldukları için Türkiye’ye geldikten sonra, geçici koruma statüsündeki birçok kadının yerli halktan olan erkeklerden cinsel içerikli teklifler aldıkları (Healy, 2015: 116), seks işçiliği yapmak zorunda bırakıldıkları da tespit edilmiştir (Ördek, 2017: 29). Bundan uzak durabilmek ve ekonomik kazanç elde edebilmek için pek çok göçmen kadın iş hayatına girmeye başlamıştır. Çoğu kadının göç öncesindeki hayatlarında çalışmadıklarını ev işleri ve çocukları ile ilgilendiklerini dile getirmişlerdir. Kadınlar daha çok tarla işlerinde çalışmaya başlamışlardır. Bunun en önemli sebebi tarla işinde deneyim olmasa bile işe kolayca adapte olunup çalışılabilmesidir. Röportaj yapılan kadınlar arasında Suriye’ de eğitim almış ve mesleğini yapmaya başlamış bir avukat vardı fakat Türkiye’de mesleğini yapmak yerine diğer pek çok kadın gibi tarlaya çalışmaya gidiyordu. Yapılan röportajlarda kadınlar, göç ettikten sonra ilk olarak kendileri gibi olanlarla yani diğer göçmen aileler/kadınlar ile sosyal ağlar kurmaya başladıklarını belirtmişlerdir. Kadınlar, Suriye’de kendi yaşam alanlarında oldukça geniş çevreye, günlük oturmalara ve gezmelere gittiklerini belirtmişlerdir. Göç sonrasında bunu gerçekleştirmekte güçlük çektiklerini de ayrıca ifade etmişlerdir. 

Suriyeli kadınların, gündelik yaşam pratiklerinden olan bir diğer durum ise alışveriştir. Diğer durumlara kıyasla alışveriş pratiklerinde büyük değişimler olmamıştır. Röportajda kadınlar, Mersin’e yerleşen bazı Suriyeli göçmenlerin kendi ülkelerinin ürünlerinin satıldığı bakkallar açtığını ve alışverişlerini buralardan yaptıklarını belirtmişlerdir. Market alışverişinin yanı sıra giyim alışverişi neredeyse hiç yapmadıklarını, arada çocuklara bir şeyler aldıklarını belirtmişlerdir. Göç sırasında yanlarına aldıkları birkaç yöresel kıyafetleri ve yerel halktan olan kadınların verdikleri kıyafetleri kullandıklarını belirtmişlerdir. Yemek pratiklerindeki değişimler konusunda kadınlar, yöresel yemeklerin yanı sıra ev sahipleri ya da komşulardan öğrendikleri bazı Türk yemeklerini de yapmaya başlamışlardır. Röportajların birisinde bir kadın ” Zaten yemekler biraz benziyor, ben ev sahibi abladan mantı öğrendim bazen çocuklara yapıyorum” demiştir. 

Göç sonrasında kadınların büyük bir çoğunluğu belirttikleri üzere kendilerinden ziyade çocuklarının bu durumdan nasıl etkileneceğini düşünmüşlerdir. Bir kadın görüşmede yönetilen “Çocuğunuza kendi yerel kültürünüze ait neler öğretiyorsunuz “sorusuna “ Ben buraya geldiğimde 22 yaşındaydım ben bile unuttum çocuğuma ne anlatacağım” ifadesini kullanmıştı. Anneler, çocuklarının sağlık, eğitim gibi şeylerden nasıl faydalanabilecekleri konusunda büyük endişeler yaşamışlardır. Suriyeli göçmen kadınların çocukları için sağlık ve eğitim hizmeti almaya çalışırken önemli oranda dil engeline takıldıkları söylenebilir (Aydın ve Kaya, 2017: 461; Bilecen ve Yurtseven, 2018: 121; Tösten, Toprak ve Kayan, 2017: 1153). Türkiye’deki çocuklu Suriyeli kadınlar, çocuk bakımı, eğitim ve istihdam hizmetlerine erişememe nedeniyle birçok sorunla karşılaşmaktadır (European Council on Refugees and Exiles, 2017: 108-150). Göçmen kadınlar dil konusunda pek çok sorun yaşadıkları için çocuklarının Türkçe öğrenmelerini ve Türkçe eğitim aldırmak istediklerini belirtmişlerdir. Görüşmeciler arasından bir kadın 6 yaşındaki çocuğunun eğitim almasını çok istemektedir. Fakat röportajda; çocuğunun akran, dil ve ırk zorbalığına uğramasından çok korktuğunu belirtmiştir. 

4. Sonuç

Yaşamları bir anda ellerinde olmayan sebeplerden ötürü değişen kadınlar başka ülkelere göç ettiler ve burada tekrardan eski yaşamlarındaki gibi yaşamaya devam etmek için çabaladılar. Bir iş bulmak ve ev kiralayarak hayata devam etmek istediler. Fakat bunlara sahip olsalar bile eski gündelik yaşamlarına geri dönmeleri öyle kolay gerçekleşecek bir durum değildi. Alıştıkları rutinlere, kültüre ve yaşam pratiklerini burada bir anda tekrar yapmaya başlamakta güçlük çektiler. Bu güçlüğün sebebi ise eski rutinlerini yaparken sahip oldukları imkanlara, mekana ya da zamana sahip olmamalarıydı. Ama insan nerede olursa olsun ne tür acılar yaşarsa yaşasın eski rutinlerine ve gündelik yaşam pratiklerine kaldığı yerden devam etmeye başlıyor. Görüşme sağlanan kadınların bir kısmı (4 kişi) dil açısından yaşadıkları değişimin onları sosyal yaşamdan uzak tuttuğunu belirtmiştir. Görüşmecilerden 40 yaşında olan bir kadın “2014’te buraya geldim ama Türkçe öğrenmedim zor, ondan çocuklar olmadan dışarı çıkmıyorum” diye belirtmiştir. Göçmen kadınlar dil sorunundan kaynaklı oluşabilecek sıkıntılarla uğraşmak yerine evde kalmayı tercih ediyorlar. Tarla işine giden kadınlar ise iş yerinde dikkat çekmemek için Arapça konuşmayı azalttıklarını ya da daha sessiz sesle dikkat çekmeden konuştuklarını ifade etmişlerdir. Röportajdaki kadınları Suriye’deki meslekleri şu şekildeydi; ev hanımlığı, terzilik, öğrencilik ve avukatlık. Göç öncesinde birbirinden farklı meslek grubunun mensubu olan bu kadınlar göç sonrasındaki ortak noktaları tarla işçiliği olmuştur. Avukat olan kadın “Eşimle üniversitede tanıştık sonra evlendik, çalıştık ama savaş olunca buraya geldik. Eşim öğretmendi buraya geldik tarlaya gitmeye başladık” sözleriyle yaşadığı değişimi açıkça ifade etmiştir. Röportajdan elde edilen bilgiler doğrultusunda, göç öncesi ev hanımı olan kadınların gündelik yaşamları genelde ev içerisinde çocuklarıyla ilgilenerek ve ev işleriyle uğraşarak geçerken göç sonrasında günün 5-6 saati tarlada geri kalan kısımlarda ise evin diğer işlerini yapmakla geçmeye başladığı görülmektedir. Gündelik yaşam alanlarından zorunlu göçten ötürü bir anda kopmak zorunda kalan kadınlar, göç sonrasında yaşadıkları değişimlere karşı uyum sağmakta zorlanmış olsalar da eski gündelik yaşamlarının dışına çıkıp yenilerini (Örneğin; iş hayatına dahil olmak) oluşturmaya çalışmışlardır. 

 

Kaynakça

 Balta, Ş. v. (2001). Gündelik Yaşamı Dönüştürmek ve Marksist Düşünce. s. 185-217.

Certeau, M. D. (2009). Gündelik Hayatın Keşfi (s. 55). içinde

Çakmak, S. (2010). Değişen Hayatların Görünmez Sahipleri: Göçmen Kadınlar. Fe Dergi: Feminist Eleştiri Cilt 2 Sayı 2, 50-64.

DENİZ , Vd. (2016). Göç, Strateji ve Taktik: Suriyeli Sığınmacıların Gündelik. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 1077-1087.

Deniz, A. (2018). Türkiye’ye Filipinli Dadı Göçü: Aracı Firmaların Rolünü Anlamak. Coğrafi Bilimler Dergisi, s. 289-301.

Mülteciler Derneği. “Türkiye’deki Suriyeli Sayısı Haziran 2023”. Erişim:11.07.2023. Mülteciler Derneği: https://multeciler.org.tr/turkiyedeki-suriyeli-sayisi/?gad=1&gclid=CjwKCAjw-7OlBhB8EiwAnoOEk0cIzqtjTh2Qgenib8vj5xlrPpKlmIRK8IY9mswPoR42RRdcVL7q5hoCy9EQAvD_BwE adresinden alındı

Kaypak, Ş. (2017). Göçün Kadınlaşması: Göç Olgusuna Toplumsal Cinsiyet Perspektifinden Bakmak. Uluslararası Kaysem (s. 1596-1614). Elazığ: Uluslarası Kaysem Bildiri Kitabı.

Küçük, H. (2022). Toplumsal Cinsiyet Bağlamında Göç Sürecinde Kadın ve Erkek. Toplumsal Politika Dergisi, 26-36.

Sevcan Ö., B. T. (tarih yok). Suriyeli Mülteci Kadınların Göç Deneyimleri: Zorunlu Göç, Gündelik Yaşam ve Uyum Üzerine Nitel Bir Çalışma.

 Şişman, Y.(2020). Transit Göç ve Türkiye. Anadolu Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Dergisi, s. 61-79.

Ziya Erdem, L. Ş. (2009). Ülkemizde Ev Hizmetlerinde İstihdam Edilen Yabancı Uyruklu İşgücünün Çalışma Koşulları: İstanbul İli Üzerine Bir Alan Araştırması . Sosyal Politika Konferansaları Dergisi, s. 281-325.

 

Avrupa Birliği Entegrasyonu, Göç Politikaları ve Yeni Göç ve İltica Paktı

Enfal Zeynep Suçin
Göç Çalışmaları Stajyeri

Giriş

Avrupa Birliği (AB) entegrasyonu, diğer bölgesel örgütler tarafından gerçekleştirilen bölgesel entegrasyon girişimleri arasında her zaman istisnai ve geniş kapsamlı olarak anılmıştır (Bloor, 2022). Geleneksel ve tarihsel olarak, AB entegrasyonu öncelikle piyasa mantığı ve büyük ve vazgeçilmez bir ticaret bloğu oluşturma hedefi tarafından yönlendirilmiştir. Güvenlik ve dış politika gibi yüksek politika alanlarındaki işbirliği, ortak pazar gibi geleneksel entegrasyon alanlarına kıyasla daha düşük seviyede kalmıştır. Bu tür yüksek politika alanlarından biri de sınır politikasıdır. Yüksek politikada genelde düşük seviye koordinasyon olmasına rağmen 1990’ların sonlarında AB sığınma politikası üye devletler tarafından üst düzeyde ve kapsamlı bir şekilde koordine edilmekteydi. Daha sonra, Suriye İç Savaşı ile beraber doğan “mülteci krizi” vakasında ise AB birbirinden kopuk tepkiler verdi. Bu, hükümetlerarası pragmatikliğin üstün gelmesinin belirleyici bir örneği olarak görülebilir. Suriye İç Savaşı çok sayıda insanın yerinden edilmesine ve birçoğunun AB’nin iç sınırlarına ulaşmak için tehlikeli yolculuklar yapmasına neden oldu. 2015 yılında AB sınırlarına Akdeniz üzerinden kara ve deniz yoluyla geçen göçmen ve sığınmacı sayısı 1.000.573 olarak belirlenmiştir (Clayton & Holland, 2015). Bu durum Yunanistan gibi sınır ülkelerinin sığınma altyapılarını zorlamış ve AB’nin acil müdahalesini gerektirmiştir (Euronews, 2015). AB’nin müdahalesi dışsallaştırma ve güvenlikleştirme ile karakterize edilmektedir (Niemann & Zaun, 2023). Yeni gelişmelerde ise bu durumun devamı görülmektedir. 2020’de Komisyon tarafından sunulan AB Göç ve İltica Paktı reform sözü verse de, şu anki duruma pek bir değişiklik yaptığı söylenemez. AB göç ve sığınma politikası, AB entegrasyonunun içsel dinamiklerini karakterize etmektedir. Bunlar AB’nin uluslarüstü kısmı ile hükümetler arası kısmı arasındaki güç mücadelesi, göç alan ve göç almayan ülkelerin çıkarları arasındaki mücadele, dış sınırların korunmasına olan vurgu gibi dinamiklerdir. Bu etkileşimler ve bu etkileşimlerin sonuçları, özellikle kriz dönemlerinde, AB sığınma politikasının izleyeceği yolu belirlemektedir. AB sığınma politikasının gelişimi, devam eden ortak bir kimlik inşa etmeye çalışma sürecini yansıtmaktadır.

2020’ye Kadar Olan AB Göç ve Sığınma Politikaları

Avrupa Birliği’nin göç politikalarını anlamak için ilk olarak, içerisindeki uluslarüstü ve hükümetlerarası ögelerin etkileşimine bakmak gerekir. Uluslarüstü olarak adlandırılan kuruluşlar, üye devletler tarafından devredilen geniş yetkilerin yanı sıra bu yetkilerin uygulanmasında bir dereceye kadar bağımsızlığa sahiptirler. Örneğin, Avrupa Komisyonu ve Avrupa Birliği Adalet Divanı, belirli bir üye devlet çıkarının aksine AB çıkarlarına hizmet eder ve entegrasyonu teşvik eder. Öte yandan, Avrupa Konseyi gibi hükümetler arası organlar genellikle kendi üye devletlerinin çıkarlarına hizmet eden hükümet yetkililerinden oluşur. Bu sistemde, AB yasa yapma süreci, iki tür oluşum arasında denge ve denetleme mekanizmalarına sahip olacak şekilde tasarlanmıştır. Çoğunlukla uluslarüstü kurumlar tarafından yapılan ve onların inisiyatifine bırakılan karar alma yöntemi Olağan Yasama Usulüdür. Hükümetlerarası karar alma yöntemi ise çoğunlukla üye devletlerin inisiyatifine bırakılmıştır. AB Ortak Dış ve Güvenlik Politikası esas olarak hükümetlerarası yöntemi kullanmaktadır. Bu karar alma türü, özellikle yüksek politika konularında politikaların meşruiyetini güçlendirmek için oybirliğiyle karar almaya da vurgu yapar. Eğer Komisyon mevzuatın başlatılmasına katılıyorsa, oybirliği ile alınan kararlar Komisyon’un strateji geliştirmesine ve en tereddütlü devletin kabul edeceği standartlara göre ayarlama yapmasına yol açar ki bu da standartların düşmesine neden olabilir. Bu şu anki yönetmeliklerde de sık sık görülmektedir.

AB’nin Ortak Avrupa İltica Sistemi (Common European Asylum System, CEAS) 2013 yılında kurulmuştur. Kurulmasındaki temel amaç, sorumluluk ve yükün üye devletler arasında paylaşılmasını sağlamaktır (Zaun, 2017, s. 3). 1985’ten sonra Schengen Anlaşmaları ile iç sınır kontrolleri kaldırıldıktan ve Amsterdam Antlaşması imzalandıktan sonra, iltica ve göç konusu hala çoğunlukla üye devletlerin hükümetlerarası yöntemle karar vereceği bir konuydu. Bu zamanda, Dublin Yönetmeliği ve sonraki versiyonları, sığınma talebini işleme koymaktan sorumlu üye ülkeyi belirlemek için oluşturulmuştur. Bu yönetmelik, bir sığınmacının ilk olarak hangi ülkeye girmişse, o ülkenin sığınmacının talebini işleme koymaktan sorumlu olacağı kuralına dayanır (Migration and Home Affairs, n.d.). Genel olarak CEAS’ın diğer özellikleri şunlardır: sığınmacıların sadece bir üye ülkeye başvurmak için tek bir şansı vardır ve sığınmacılar AB’ye girmeden önce geçtikleri son güvenli ülkeye geri gönderilebilirler (güvenli üçüncü ülke ilkesi). Sığınma çerçevesi, en fazla sığınmacı alan ülkeleri desteklemek amacıyla İltica, Göç ve Entegrasyon Fonu ile desteklenmiştir.

Almanya, İsveç, Fransa, Birleşik Krallık ve Hollanda gibi üyelerin, AB’de genellikle en fazla sığınma başvurusunu işleme koyan ülkeler olarak yüklerini azaltacak mevzuatın kabulünü zorlayacak uzmanlığa ve motivasyona sahip oldukları savunulmuştur (Zaun, 2017, s. 172-176). Ayrıca, daha önce zayıf iltica mevzuatına, deneyimine ve altyapısına sahip olan üyeler, iltica politikaları oluşturulurken çoğunlukla tartışma dışı bırakılmıştır. Dolayısıyla, ilk kararlaştırılan politikalar, güçlü mevzuata sahip üyelerin en düşük ortak paydasını yansıtmıştır. Bu durum, söz konusu ülkelerin AB düzeyindeki standartların tamamını uygulamamasıyla sonuçlanmış ve bu da AB’nin krize müdahalesini etkilemiştir. Üye devletler arasındaki bu ikilemin güncel bir yansıması olarak, 2015 yılında üye devletler nitelikli çoğunluk oylamasını kullanarak Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Romanya gibi diğerlerini geride bırakmış ve Acil Yer Değiştirme Programı ile AB’nin sınır ülkelerinden 160.000 sığınmacının yer değiştirmesi kararını almıştır (Shiel, 2021, s. 18). Polonya tarafından da desteklenen Slovakya ve Macaristan, daha sonra Konseyin bu kararına karşı orantısız olduğu gerekçesiyle Avrupa Adalet Divanına (ABAD) başvurmuştur. Divan, programın İtalya ve Yunanistan’a krizle başa çıkmada yardımcı olduğu gerekçesiyle bu talebi reddetmiştir. Sonuç olarak, bu programla sadece 33.846 mülteci yeniden yerleştirilmiştir (European Parliament, 2019). Bu arada, Avrupa Komisyonu kriz sırasında Avrupa Göç Gündemi’nde ortak bir yanıt verilmesi için bastırmıştır, ancak bazı üye devletler bu girişimleri göz ardı ederek sınırların ve yüksek siyasetin önceliğine işaret etmiştir (Pastore & Henry, 2016, s.53). Avrupa Birli’ğinin genişlemesiyle de birlikte, göç ve sınırlar üzerine olan perspektifler daha da çoğul bir hâle gelmiştir.

Daha sonra 2016’da, AB liderleri Türkiye’den yetkililerle bir araya gelerek AB-Türkiye Mutabakatını oluşturmuştur. Mutakabat, Türkiye üzerinden Yunan adalarına ulaşan sığınmacıların Türkiye’ye geri dönmesini sağlamak üzere düzenlenmiştir. Bu geri dönüş, Türkiye’den AB’ye transfer edilecek bir sığınmacıyla eşleştirilecekti. Ayrıca AB, sığınmacıların finansmanı konusunda Türkiye’ye yardımcı olacaktı. Bu açıklama oldukça tartışmalı olmuştur; bunun nedenlerinden biri de AB-Türkiye açıklamasının Avrupa Parlamentosuna danışılmadan ya da Parlamento’nun onayı alınmadan imzalanmış olmasıdır (Toygür, 2017). Bu, AB’deki yasa yapma prosedürüne doğrudan aykırıdır ve en önemli uluslarüstü kurumlardan birinin atlatılması anlamına gelmektedir.  Bu gelişme, hükümetlerarası yönetişimin uluslarüstü yönetişime üstün gelmesinin karakteristik bir örneğidir. Daha sonra Yunanistan, 2021 yılında bire bir geri dönüş alanını sadece Yunan adalarını değil Yunanistan anakarasını da kapsayacak şekilde genişleten bir Ortak Bakanlar Kararı ile bunu takip etti (Chondrogiannos, 2021). Nihayetinde, sığınma politikalarının oluşturulması sırasında ve daha sonra krizin en yoğun olduğu dönemde, üye devletler ilk ve en etkili söz hakkına sahipti. Üye devletler arasında bu politikaların oluşturulmasının sonucunda Yunanistan gibi ülkelerin, bu sığınma talepleriyle başa çıkacak uygun bir sistem olmaksızın en fazla yükü taşımasıyla sonuçlandı. Komisyon ve Divan özellikle süreci komüniterleşme yönünde yönlendirmeye çalışmaktadır. Ulusüstü kurumlar ile hükümetlerarası kurumlar arasındaki güç mücadelesi ve mülteci kabul eden devletler ile mülteci kabul etmeyen ya da az kabul eden devletler arasındaki mücadele, krize müdahaleyi sıfır toplamlı bir oyun olarak nitelendirdi. Mülteciler genellikle istenmeyen kişilerdi ve AB hukuku kapsamında yük paylaşımı ve yeniden yerleştirme fikri bazı üye devletlerin kaybı haline geldi.

Yeni Göç ve İltica Paktı

AB’nin Yeni Göç ve İltica Paktı ise bu tarihsel gelişimlerin ve iç dinamiklerin devamı niteliğinde incelenebilir. 2020’de Komisyon tarafından hazırlanan ve devletlerin müzakeresine sunulan Pakt, AB iltica hukukunu ve özellikle Dublin Yönetmeliğini reforme etmeyi planlamaktadır (European Commission, 2020). 2023’te AB Üye devletleri, Paktın büyük bir kısmı üzerinde anlaşmaya varmıştır. Anlaşmaya vardıkları noktalar arasında sınır prosedürlerinin genişletilmesi ve hızlandırılması, ilk giriş ülkesi ilkesinin devamı ve esnek bir dayanışma mekanizması çerçevesinde sınır ülkelere tazminat ödenmesi mekanizması kabul edilmiştir (Council of the EU, 2023). Henüz yürürlüğe girmese de, üye devletlerin büyük noktalar üzerinde anlaşmasıyla yürürlüğe girmesi beklenmektedir.

Yeni sınır prosedürleri ile başvuruların hızlı ve sistematik bir şekilde görülmesi hedeflenmektedir. Yani, Avrupa’da koruma aramak için gelen insanların çoğu, normal bir sığınma prosedüründe başvurularının incelenmesi yerine genelleştirilmiş bir sınır prosedürüne tabi tutulacaktır. Pakt, Dublin III Yönetmeliğini reform etmek istese de, ilk giriş ülkesi ilkesinin değiştirilmemesi bu yönetmeliğin ana özelliğinin devam etmesi demektir. Sonuç olarak, fazla göç alan dış sınır ülkeleri göç almaya devam edecektir. Yeni kabul edilen noktalardan olan dayanışma mekanizması ile bu devletlerin yükünü hafifletmek istenilmektedir. Dayanışma mekanizması, üye devletlerin anlaşmakta zorluk çektiği bir noktadır (Santos Vara, 2022, s. 1245). Dublin III Yönetmeliğinin Med5 (İtalya, Malta, Kıbrıs, Yunanistan ve İspanya) ülkelerine orantısız derecede göç getirmesi nedeniyle reform edilmesi önemli görülen bir konudur. 2015’teki kısa süreli Acil Yer Değiştirme Programının uzatılıp zorunlu hale getirilmesine Med5 ülkeleri tarafından sıcak bakılsa da, bu özellikle Polonya ve Macaristan başta olmak üzere diğer devletlerce istenmemiştir (Santos Vara, 2022, s. 1252-1253). Bu nedenle, yeni esnek mekanizma kabul edilmiştir. Devletler artık destek olarak bu aktivitelerden herhangi birini seçebilirler: sığınmacıların yerini değiştirebilirler, geri dönüşlerin sponsorluğunu yapabilirler, finansal yardımda bulunabilirler ya da göç veren ülkelerin göç yönetimine yardım edebilirler. Aynı zamanda, bunları farklı oranlarda da birleştirebilirler. Bu farklı ve birbirinden bağımsız noktalar, organize olmamakla ve üyelerin perspektiflerini bağdaştırmak yerine anlaşmayı güvene almak için ortaya karmaşık bir liste atmakla eleştirilmiştir (De Bruycker, 2020). Bazı üyeler yer değişmeye sıkıca karşıdır, o nedenle Komisyon tarafından geri dönüş sponsorluğuna katkıda bulunmaları beklenmiştir ve böylece bir ortak nokta bulunmaya çalışılmıştır. Ancak bu bile geleneksel olarak sığınma politikasına karşı çıkan ülkeleri ikna etmeye yetmemiştir ve üye devletler arasında Macaristan ve Polonya karşı çıkmıştır; Bulgaristan, Malta, Litvanya ve Slovakya ise farklı nedenlerle çekimser kalmıştır (Tilles, 2023).

Güvenli üçüncü ülke uygulamasının devamı teşvik edilmektedir. Bir ülkenin güvenli ülke olması için koruma kriterlerini karşılaması ve başvuran ile üçüncü ülke arasında bir bağlantı olması gerekmektedir. Örneğin, başvuran kişi üçüncü ülkede diploma almışsa ya da orada ailesi sığınma hakkı kazanmışsa bu ülkeye bağlantısı olduğu kabul edilmesi öngörülmüştür (Council of the EU, 2023). Ancak bu bağlantı, üye devletlerin ulusal hukuku tarafından belirleneceği için başvuran sadece üçüncü ülkeden geçiş yaptıysa da bu bağlantı olarak kabul edilebilir. Bu da güvenli üçüncü ülke kavramını suistimale açık bırakır. Genel olarak dış sınırların güvenliğine olan vurgu devam etmektedir.  Ülkelerin dış sınırlardaki sorumlulukları artmıştır, bu da bölgeye erişimi reddetmek ve kabul standartları gibi standartları düşük tutmak için bir teşvik sağlamaya devam eder. Yeni sınır prosedürleri, daha fazla kişinin dış sınırdaki gözaltı merkezlerinde, standart altı iltica prosedürlerine tabi olarak tutulmasına yol açabilir (Sunderland, 2023). Önceki hadiseler gibi Komisyon’un önerdiği kabul koşulları konusundaki bazı iyileştirmeler, tereddütlü ve sınırları sıkı tutmak isteyen üye devletlerce kaldırılmıştır (Woollard, 2023). Yeni Pakt, AB göç politikalarının ve bu politikaların entegrasyonunun devamını temsil etmektedir.

Dış Sınırlar ve Güvenlikleştirme

AB sığınma politikasının belirlenmesinde önemli olan diğer dinamik ise AB’nin normatif bir güç olarak kimliği ile pragmatik bir güç olarak kimliği arasındaki ilişkidir. Bu çatışan kimlikler Lavenex (2019) tarafından geleneksel piyasa kimliği, normatif kimlik ve devletçi kimlik olarak tanımlanmıştır (s. 568-569). Egemenlik, bir devletin kimliğinin önemli bir bileşenidir. Devletler farklı egemenlik anlayışlarına sahip olabilir ve egemenliğin nasıl algılandığına ilişkin normatif fikirler de küresel olarak değişir. Daha önce sömürgeleştirilmiş ve yakın zamanda bağımsızlığını kazanmış bir devlet, varlığı boyunca çoğunlukla bağımsız olmuş bir devletten farklı algılayacaktır. Koruma Sorumluluğu gibi kavramların ortaya atılmasıyla birlikte, egemenliğe yeni boyutlar ve özellikle insani görevler de küresel olarak eklenmiştir. Dolayısıyla, bir devletin egemenlikle ilişkisi ve egemenlik anlayışı statik değildir ve oldukça karmaşık olabilir. Pazar ve iç sınırlar gibi alanlarda ortaklaşmayı başaran AB gibi entegrasyonist düzenlemelerle birlikte, devletin egemenlikle ilişkisi daha da karmaşık hale gelmektedir. Bu iki entegrasyon alanı AB’ye devletçi kimliğini kazandırmakta ve AB’nin dış sınırlarından kimin girebileceği konusunda yasal kurallar yaratarak bazı dağıtıcı tercihler yapma gücü vermektedir. Walzer (1983), üyeliğin diğer tüm dağıtımsal seçimleri etkileyen bir mal olduğunu savunarak dağıtımsal adalet ve bir topluluğa üyelik hakkında teoriler geliştirmektedir. Ayrıca, topluluk üyeliğine kabul politikalarının, kabul eden ülkedeki iç koşulların algılanması, kabul eden ülkenin karakterine ilişkin algılar ve genel olarak siyasi topluluklara ilişkin algılar tarafından şekillendirildiğini söylemektedir. Walzer’e göre topluluklar, kendilerini farklılaştırarak birliklerini anlamlı kılmak ve kimliklerini korumak için sınırlara ihtiyaç duyarlar.

AB kimliğinin büyük bir kısmı Avrupa vatandaşlığına ve bunun gerektirdiği sivil, siyasi ve sosyal haklara dayanmaktadır (Lavenex, 2019, s. 570). Dış sınırlar önemlidir, çünkü Avrupa vatandaşlığının getirdiği iç dolaşım özgürlüğü ve benzeri diğer faydalar onlar olmadan var olamazdı. Böylece, AB’nin kabul eden yönetim olarak karakteri dışlayıcı hale gelir çünkü içeride olanlara üyelik gibi – devlet mantığıyla tutarlı – bir fayda sağlar. Bu da üyelikle ilgili korunması gereken iç malların olduğu işbirliği alanlarında normatif kaygıların o kadar da etkili olmadığı anlamına gelir. Bununla beraber, farklı üyelerin de farklı egemenlik anlayışları ve farklı sorumluluklardan doğan çıkarları vardır. AB üst kimliğiyle tam olarak bağdaşmayan bu çıkarlar AB sığınma politikasını daha da dışsal hâle ve dış güvenlik politikalarının bir devamı hâline getirmektedir (Niemann & Zaun, 2023). CEAS reformu konusunda üye devletler arasında bir anlaşmaya varılamaması, AB’nin göç politikalarının dış boyutunu yoğunlaştırmasına ve özellikle de göçün yönetiminde sorumlulukların göçmenlerin menşei veya transit geçtiği üçüncü ülkelere kaydırılmasına yol açmıştır. AB halihazırda bağlayıcı 18 geri kabul anlaşması imzalamış ve altı ülkeyle daha resmi olarak müzakereler başlatmıştır (European Court of Auditors, 2021).

Sonuç

AB’nin yeni Göç ve İltica Paktı, AB iltica hukukunu reform etmeyi ve Dublin Yönetmeliği’ni değiştirmeyi amaçlamaktadır. Paktın bazı önemli noktaları arasında sınır prosedürlerinin genişletilmesi, ilk giriş ülkesi ilkesinin devamı, dayanışma mekanizması ve güvenli üçüncü ülke uygulamasının teşvik edilmesi yer almaktadır. Ancak, üye devletler arasında anlaşmazlıklar bulunmaktadır ve Polonya, Macaristan, Bulgaristan, Malta, Litvanya ve Slovakya yer değiştirme mekanizmasına ve hatta genel olarak ortak bir iltica sistemine karşı olduklarından reformlara karşı çıkmaktadır veya çekimser kalmaktadır. AB’nin göç ve sığınma politikalarının yönetimi CEAS’ın oluşumundan beri karmaşık bir süreçtir ve farklı ögeler arasındaki mücadelelerinin ürünüdür. Üyelerin farklı perspektiflerinin bağdaştırılamaması, hükümetlerarası politikacılığın göçte öne çıkması ve AB’nin iç sınırlarının olmaması; AB’nin dış sınırların korunmasına ve güvenlikleştirme politikalarını vurgulamasına yol açmaktadır. Bu süreçlerin sonunda iltica ve göç politikalarının yönetiminde daha fazla farklılaşmaya yol açılarak yüksek düzeyde bir karmaşıklık ortaya çıkması olasıdır.

 

Kaynakça

Bloor, K. (2022, 21 Mayıs). Regionalism and the European Union. E-International Relations. https://www.e-ir.info/2022/05/21/regionalism-and-the-european-union/

Chondrogiannos, T. (2021, 12 Eylül). Greece called upon to revoke Ministerial Decision designating Turkey a safe third country for asylum seekers. GovWatch. https://govwatch.gr/en/finds/i-ellada-kaleitai-na-anakalesei-tin-ypoyrgiki-apofasi-poy-charaktirizei-tin-toyrkia-asfali-triti-chora-gia-toys-aitoyntes-asylo/

Clayton, J. & Holland, H. (2015, 30 Aralık). Over one million sea arrivals reach Europe in 2015. https://www.unhcr.org/news/stories/over-one-million-sea-arrivals-reach-europe-2015

Council of the EU. (2023, 8 Haziran). Migration policy: Council reaches agreement on key asylum and migration laws. https://www.consilium.europa.eu/en/press/press-releases/2023/06/08/migration-policy-council-reaches-agreement-on-key-asylum-and-migration-laws/

De Bruycker, P. (2020). The new pact on migration and asylum, what it is not and what it could have been. EU Migration Law Blog. https://eumigrationlawblog.eu/the-new-pact-on-migration-and-asylum-what-it-is-not-and-what-it-could-have-been/

Euronews. (2015, 23 Nisan). EU Leaders Hold Emergency Summit on Mediterranean Migrant Deaths. https://www.euronews.com/2015/04/23/eu-leaders-hold-emergency-summit-on-mediterranean-migrant-deaths

European Commission. (2020). New Pact on Migration and Asylum. doi: 10.2775/008578

European Court of Auditors. (2021). EU readmission cooperation with third countries. https://www.eca.europa.eu/en/publications?did=59347

European Parliament. (2019, 20 Ekim). 2nd Relocation Scheme. https://www.europarl.europa.eu/legislative-train/theme-towards-a-new-policy-on-migration/file-2nd-emergency-relocation-scheme

Lavenex, S. (2019). Common market, normative power or super-state? Conflicting political identities in EU asylum and immigration policy. Comparative European Politics, 17, 567-584. https://doi.org/10.1057/s41295-019-00175-4

Migration and Home Affairs. (n.d.) Country responsible for asylum application (Dublin Regulation). https://home-affairs.ec.europa.eu/policies/migration-and-asylum/common-european-asylum-system/country-responsible-asylum-application-dublin-regulation_en

Niemann, A. & Zaun, N. (2023). Introduction: EU external migration policy and EU migration governance. Journal of Ethnic and Migration Studies, 49 (12), 2965-2985. doi: 10.1080/1369183X.2023.2193710

Pastore, F. & Henry, G. (2016). Explaining the crisis of the European migration and asylum regime. The International Spectator, 51 (1), 44-57. http://dx.doi.org/10.1080/03932729.2016.1118609

Santos Vara, J. (2022). Flexible solidarity in the New Pact on Migration and Asylum: A new form of differentiated integration?. European Papers, 7 (3), 1243-1263. doi: 10.15166/2499-8249/613

Shiel, G. (2021). The emergency relocation scheme: A burden sharing failure. NEXTEUK Policy Paper Series. https://www.qmul.ac.uk/nexteuk/media/nexteuk/documents/NEXTEUK-Griffin-MAR21-(Fusionn%C3%83%C2%A9)-copie.pdf

Sunderland, J. (2023, 9 Haziran). New EU Migration Deal Will Increase Suffering at Borders. Human Rights Watch. https://www.hrw.org/news/2023/06/09/new-eu-migration-deal-will-increase-suffering-borders

Tilles, D. (2023, 9 Haziran). Poland condemns EU Migration and Asylum Pact agreed by European Council. Notes from Poland. https://notesfrompoland.com/2023/06/09/poland-condemns-eu-migration-and-asylum-pact-agreed-by-european-council/

Toygür, I. (2017). One year on: an assessment of the EU-Turkey statement on refugees. Real Instituto Elcano.  https://www.realinstitutoelcano.org/en/analyses/one-year-on-an-assessment-of-the-eu-turkey-statement-on-refugees/

Walzer, M. (1983). Spheres of justice: A defense of pluralism and equality. Basic Books.

Woollard, C. (2023, 9 Haziran). Editorial: Migration Pact Agreement Point by Point. ECRE. https://ecre.org/editorial-migration-pact-agreement-point-by-point/

Zaun, N. (2017). EU asylum policies: The power of strong regulating states. Palgrave Macmillan. https://doi.org/10.1007/978-3-319-39829-7

 

Göç ve İltica Paktı Göç ve İltica Paktı Göç ve İltica Paktı Göç ve İltica Paktı Göç ve İltica Paktı Göç ve İltica Paktı Göç ve İltica Paktı 

 

 

 

 

Medyada Kadın Temsilleri: Reklam Filmleri Üzerine Bir İnceleme

Şermin Ecem Duran
Sosyoloji Çalışmaları Stajyeri
Editör: Bervan Kaya

Özet

Toplumu oluşturan her birey, bulunduğu sosyal ve kültürel yapı içerisinde toplum tarafından beklenilen kadınlık ve erkeklik ile bağlantılı normları, davranış kalıplarını, ahlaki değerleri ve rolleri öğrenmektedir. Toplumsal cinsiyet kültürel bir kategori olarak var olmakta ve belli bir kültürün neyin eril neyin dişil olduğuna yönelik ortak inançlarını kapsamaktadır. Toplumsal cinsiyet rolleri, kültür tarafından şekillenirken günümüzde etkin rol oynayan kitle iletişim araçları tarafından iletilmekte, yeniden inşa edilmekte ve yaygınlaştırılmaktadır. Kitle iletişim araçlarında yer alan reklamlar, hedef kitleyi etkileme amacı taşırken aynı zamanda toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini yansıtan söylem ve kadın-erkek temsillerine yer vermekte, toplumsal kabul gören cinsiyet normlarına dair anlatıların yeniden üretilmesinde etkili olmaktadır. Bu çalışmada toplumsal cinsiyet eşitsizliği bağlamında reklamlarda kadınların konumlandırılışı ve temsil biçimleri incelenecektir. Araştırmada Audi, Heineken, Everlast, Barbie ve Selpak markalarının kadınların toplumda kalıplaşan rollerini vurgulayan ve eleştiren, kadınları başarılı, güçlü yönleriyle ele alan reklam filmleri göstergebilim yöntemi ve eleştirel bakış ile ele alınarak incelenecektir.

Anahtar Kelimeler: Toplumsal Cinsiyet, Kültür, Reklam, Kadın Temsilleri, Femvertising

Abstract

Every individual forming the society learns the norms, behavioral patterns, moral values and roles expected by the society in relation to femininity and masculinity in the social and cultural structure. Gender exists as a cultural category and encompasses the shared beliefs of a given culture about what is masculine and what is feminine. While gender roles are shaped by culture, they are transmitted, reconstructed and disseminated by the mass media, which plays an active role today. While advertisements in the mass media aim to influence the target audience, they also include discourses that reflect gender inequalities and representations of men and women, and are effective in reproducing narratives about socially accepted gender norms. In this study, the positioning and representation of women in advertisements in the context of gender inequality will be examined. In the research, commercials of Audi, Heineken, Everlast, Barbie and Selpak brands, which emphasize and criticize the stereotypical roles of women in society, and which address women with their successful and strong aspects, will be examined with a semiotic method and a critical view.

Key Words: Gender, Culture, Advertising, Women’s Representations, Femvertising

Giriş

Cinsiyet, kadın ve erkeğin sahip olduğu genetik, fizyolojik ve biyolojik özellikleri kapsarken toplumsal cinsiyet, kadın ve erkeğin toplum içerisinde öğrenilen ve kültür tarafından şekillendirilen sosyal olarak belirlenmiş kişilik özelliklerini, rollerini, sorumluluklarını ve görevlerini kapsamaktadır (İnceoğlu ve Onaylı Şengül, 2018). Toplumsal cinsiyet, kültür tarafından oluşturulan ortak inançları içermektedir. Toplum tarafından kabul gören ve kültürel çevre içerisinde oluşan davranış kalıpları kadın ve erkeğe atfedilerek karakter özellikleri üzerinde etkili olmaktadır (Büstan, 2015). Toplumsal cinsiyet kalıpları kültürel yapı içinde üretilirken medya tarafından pekiştirilmekte ve zenginleştirilmektedir. Medyanın ürettiği temsil ve söylemler ile kalıplaşmış toplumsal cinsiyet rolleri, reklamlar aracılığı ile topluma aktarılmaktadır. Toplum, reklamlar aracılığıyla her iki cinse de atfedilen kalıplaşmış rolleri içselleştirebilmektedir. Kadınların ilgili, şefkatli, anaç davranması; temiz, düzenli, bakımlı olması beklenirken; erkeklerin hırslı, emredici, öz güvenli, sözünü dinleten, cesur, korumacı olması beklenmekte ve bu roller toplum tarafından bireylere dayatılmaktadır (Büstan, 2015).

Bu çalışmanın amacı; toplumsal cinsiyet kavramı bağlamında toplumda kadına ve erkeğe atfedilen rollerin ve normların medyaya yansımaları ve reklamlardaki kadın temsillerini incelemektir. Çalışmada öncelikle toplumsal cinsiyet kavramı ve rolleri, toplumsal cinsiyet kalıplarına kültürün etkisi, toplumsal cinsiyet ve medya bağlantısı ele alınmış, toplumsal etkileri ile bütünsellik içerisinde incelenmiştir. Sonrasında toplumsal cinsiyet algısında reklamların önemi ve temsil biçimlerine değinilerek reklamda kadın imgesi kullanımına dikkat çekilmiştir. Araştırmada beş farklı reklam filmi eleştirel ve göstergebilimsel yöntemler kullanılarak analiz edilmiş; feminist teoriyi ve reklamcılık sektörünü kapsayan disiplinlerarası bir alan olduğu düşünülen femvertising stratejisi kullanılarak farklı bakış açılarıyla bütünsellik sağlanmıştır (Tor Kadıoğlu, 2021). Çalışmanın sonunda örnek olay olarak seçilen Audi, Heineken, Everlast, Barbie ve Selpak reklam filmlerinin betimsel ve eleştirel analizi ile ulaşılan sonuçlar yer almaktadır.

Toplumsal Cinsiyet Kavramı ve Rolleri 

Cinsiyet; kadın ve erkeğin sahip olduğu genetik, fizyolojik ve biyolojik özellikleri kapsarken toplumsal cinsiyet, kadın ve erkeğin toplum içerisinde öğrenilen ve kültür tarafından şekillendirilen sosyal olarak belirlenmiş kişilik özellikleri, roller, sorumluluklar ve görevleri kapsamaktadır (İnceoğlu ve Onaylı Şengül, 2018). Biyolojik cinsiyet herkes tarafından kabul gören bir kavram iken toplumsal cinsiyet toplumdan topluma ve kültürden kültüre değişiklik göstermektedir. Toplumsal cinsiyet kavramı, “Biyolojik açıdan dişi (female) veya er (male) olarak dünyaya gelen insan türüne toplumsallaşma sürecinde atfedilen ve kişiler tarafından da benimsenerek pratiğe dökülen rollerin, kalıp yargıların etkisiyle ve bunlara belli değerler yüklenmesiyle bireylerin “kadın ve erkeğe” dönüştürülmesi fikrine dayanmaktadır”  (İnceoğlu ve Onaylı Şengül, 2018).

Mutlu, toplumsal cinsiyeti “Erkek ve kadın arasındaki kültürel farklılaşım” olarak tanımlar (Mutlu, 1998:330). Erkek ve kadın arasındaki tek doğal fark cinsel farklılıktır. Toplumsal cinsiyetin düzenleyici bir norm olduğunu söyleyen Butler, “Toplumsal cinsiyet, eril ve dişil kavramların üretildiği ve doğallaştırıldığı bir mekanizmadır” demektedir (Butler,2009:75). 

Rol, toplumsal yapı içinde kişinin nasıl davranması gerektiğini belirten normlara verilen isimdir. Toplumsal cinsiyet rolleri ise kadın ve erkeklerin doğuştan atanan cinsiyetlerine göre toplumsal yapı içerisinde onlardan beklenen davranış kalıplarını ifade etmektedir. Toplumsal cinsiyet rolleri kültür ve toplumsal yapının da etkisi ile aile, arkadaş çevresi, iş ya da okul gibi çevreler içerisinde öğrenilmektedir. Toplumsal cinsiyet rollerinin öğrenilmesi aile içerisinde başlamakta ve aynı cinsten ebeveynle özdeşleşme ile içselleştirilmektedir (Büstan, 2015). Toplum tarafından bireylerin cinsiyet rollerine ilişkin belirli kalıp yargılar, stereotipler oluşturulmaktadır (Dökmen, 2015: 32). Kadınların ilgili, şefkatli, anaç davranması; temiz, düzenli, bakımlı olması beklenirken; erkeklerin hırslı, emredici, öz güvenli, sözünü dinleten, cesur, korumacı olması beklenmekte ve bu roller toplum tarafından bireylere dayatılmaktadır (Büstan, 2015).

Kültür ve Toplumsal Cinsiyet Kalıpları

“Kültür; öğrenilir, uyarlanabilir, kuşaktan kuşağa aktarılabilir, paylaşılabilir, sınırlayıcıdır, simgeleyicidir ve birbirini bütünleyen çeşitli unsurlardan oluşur” (Mutlu,1999). Kültür, belli bir toplumsal yapı içerisinde öğrenilerek ve deneyimleyerek kazanılır. Kültür, toplumun tüm bireyleri tarafından paylaşılan ve benimsenen ortak değerler bütünüdür. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin temeli politik, ideolojik, ekonomik ve kültürel yapılara dayanmakta ve kadın-erkek üzerinde belirli davranış kalıplarına, inançlara, ahlaki değerlere yol açmaktadır. Toplumsal cinsiyet kalıpları, toplumsal yapı içerisinde oluşmakta ve kültür tarafından şekillendirilmektedir. Kadın ve erkekten beklenen rol ve sorumluluklar kültürel yapılardan ve toplumsal değişimlerden etkilenmektedir. Toplumsal cinsiyet kalıpları kadın ve erkeğin giyinme biçimlerinden, sahip oldukları eşyalara, davranışlarından değerlerine, hitap şekillerinden meslek tercihlerine çok geniş bir alanı kapsamakta ve şekillendirmektedir. Toplum tarafından kabul gören ve kültürel çevre içerisinde oluşan davranış kalıpları her iki cinse atfedilerek karakter özellikleri üzerinde etkili olmaktadır (Büstan, 2015).

Toplumsal cinsiyet kalıp yargıları dünya genelinde ortak olsa da toplumların kültürel değerlerine ve yargılarına göre değişiklik gösterebilmektedir. Türk toplumunda erkek ile ilgili kalıp yargılar baba, ağabey, eş olarak; namus bekçisidir, güçlüdür, ailenin reisidir, futbol oynar, ev işlerinden sorumlu değildir, iyi para kazanır, “kız gibi” ağlamaz, serttir, korumacıdır. Kadın ile ilgili kalıp yargılar ise; anne, kız çocuk, eş olarak anaçtır, ev işlerini yapar, çocuk bakar, temizlik yapar, bakımlıdır, duygusaldır, güzeldir (Gündüz Kalan, 2010).

Toplumsal Cinsiyetin Medyaya Yansımaları

Toplumsal cinsiyet kalıpları kültürel yapı içinde üretilirken medya tarafından pekiştirilmekte ve zenginleştirilmektedir. Kitle iletişim araçları gerçekliği sunarken gerçekliği olduğu gibi yansıtmayıp onu yeniden üretmekte, yeni anlamlar yaratmakta ve inşa etmektedir (Cangöz,2016).  Medya, kültür ve toplumsal cinsiyet rollerini aktarmada önemli ve etkin bir araç olarak görülerek toplumdaki değerlerin değişmesi, yeni alışkanlık ve yaşam tarzlarının belirlenmesi ve kadın erkek rollerinin benimsetilmesi noktasında kitleleri etkileme gücüne sahiptir (İnceoğlu ve Onaylı Şengül, 2018). “Medya araçları ile kurgulama yapılırken seçilen imgeler gerçek dünyadan alındığından izleyicide birebir gerçekliği yansıtıyormuş gibi bir izlenim yaratılmaktadır” (Demir, 2006: 290).

İkinci Dalga Feminist Hareketin etkin olduğu yıllarda iletişim çalışmaları alanına kültürel çalışmalar perspektifinin hakim olması, medya temsillerinin kültürden beslenerek ve etkilenerek kurgulamacı-inşacı bir yapıda olduğunu, toplumsal olgu ve olayları olduğu gibi yansıtmadığını, ürettiği yeni söylem ve temsiller ile yeni anlamlar inşa ettiğini öne çıkarmaktadır. Bu durum feminist medya çalışmaları içerisinde ele alınarak kadının toplum hayatında ötekileştirildiğini, ikincil konumda olduğunu öne çıkarmakta ve toplum dışına itilen kadının durumunu pekiştirerek toplumsal düzenin sembolik yeniden üretimini sağlamaktadır (Cangöz,2016).  

Medyanın ürettiği temsil ve söylemler ile kalıplaşmış toplumsal cinsiyet rolleri; “Filmlerden, dizilerden, reklamlardan, çizgi filmlerden öğrenilmekte, nesilden nesle aktarılarak geniş kitlelere ulaşmaktadır” Amerikalı feminist yazar Betty Friedan, toplum tarafından kadına dikte edilen geleneksel rollerin kadınlarda yol açtığı mutsuzluk duygusunu ve bu durumun kitle iletişim araçları ile pekiştirilerek yaygınlık kazanıyor olmasını, kalıplaşan rollerin yeniden üretimini eleştirmektedir (Adaylı Aydın ve Aydın, 2021).

Toplumsal Cinsiyet İnşası Olarak Reklam 

Reklam sözcüğü Fransızcadaki talep etmek anlamındaki “réclamer” fiilinden Türkçeye geçmiştir. “Reklam bir ürünü, hizmeti veya bir fikri kitlelere tanıtmak, benimsenmesini sağlamak ve talebini arttırmak amacıyla söz, yazı ve görüntüden oluşan anlamlı imgeler ve mesajlar dizisi olarak tanımlanmaktadır” (Çilingir Ük, 2019).

Tüketim toplumu içerisindeki reklamcılık, ürünleri belirli duygu ve anlamlar ile bağdaştırıp popüler kültür ürünlerini ve belli simgeleri kullanarak insanlara ulaşılmak istenen bir imaj vaad etmektedir (Papatya ve Karaca, 2001: 95).

Reklamlar, ürün tanıtımının yanı sıra temsiller aracılığı ile bireylere yaşam tarzı sunmaktadır. Egemen ideolojiler tarafından yeniden üretilen toplumsal cinsiyet rolleri ve stereotipleri, bireylerin içinde bulunduğu toplumsal yapının değer yargılarını, kalıplaşmış davranış biçimlerini ve cinsiyet rollerini farklı senaryolar içerisinde sunmaktadır (Büstan, 2015). Reklamlar hedef kitleyi etkileme amacı taşırken aynı zamanda toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini yansıtan söylem ve temsillere de yer vermekte, toplumda kabul edilen cinsiyet normlarına dair anlatıların yeniden üretilmesinde etkili olmaktadır (Nas, 2015).

Reklamlar toplumsal yapı içerisindeki kültürel unsurların taşıyıcılığını yaparken toplumsal cinsiyet rollerini, davranış kalıplarını kullanmakta ve yeniden üretmektedirler. Reklamlar kadının toplum içinde nasıl bir role sahip olması ve nasıl davranması gerektiğine dair kalıp yargılar oluştururken annelik, hamaratlık, itaat gibi imgeleri ve kadından beklenen davranış biçimlerini yansıtmaktadır. Erkekler için ise babalık, otorite, reislik gibi toplumun beklediği rol ve davranışları reklam yolu ile yeniden üretilmektedir (Meral, 2008: 20). “Kitle iletişim araçları, toplumsal idealleri yansıtan kurumlar olduklarından, bu araçların sosyal temsiller aracılığı ile yansıttıkları kadınla erkek tanımlamaları toplumsal gerçeklikle birebir örtüşmese de toplumun ulaşmak istediği idealleri ortaya koymaktadır” (Büstan, 2015).

Sosyal çevre içerisinde öğrenilen roller reklamlar tarafından pekiştirilmekte ve izleyicilere sembolik bir anlatı sunulmaktadır. Reklamlarda çizilen ideal dünyada kadınlar genellikle mutfak, banyo ve alışveriş merkezlerinde konumlandırılır. Reklamların kurgusal dünyasında kadınlar her zaman güzel, bakımlı, şık ve formdadır. Reklam dünyasında ev işi yapmaktan mutlu ve memnun olan “mükemmel kadınlar” ideal bir dünya içerisinde arka fonda bir erkek sesi tarafından yönlendirilmekte ve erkek egemen güç, otorite reklamda hakim kılınmaktadır. Böylece mükemmel ve kusursuz olarak sunulan kadınların üzerindeki eşitsiz iş bölümü ve yük görünmez kılınmakta ve sadece kadına özgür bir görev olarak sunulmaktadır (Cangöz, 2016).

Toplumsal Cinsiyet Kalıplarına Karşı: Femvertising 

Feminist düşünceden beslenen femvertising, Fransızca “femme” (kadın) ve İngilizcede “advertising” (reklam) sözcüklerinin birleşmesinden meydana gelmiştir (Bozbay, Gürşen, Akpınar ve Yaman 2019: 171).  Kadın odaklı reklamcılık (femvertising) olarak adlandırılan kadın gücü temalı reklamları içerisinde barındıran akım, reklamlarda kadın-erkek stereotiplerinin dışında ve toplumsal cinsiyet kalıplarının ötesinde temsiliyete sahip içeriklerin yaratılmasını amaçlamaktadır (İnceoğlu ve Onaylı Şengül, 2018). Femvertising akımı ile birlikte erkek egemen algı değişmeye, farkındalık yaratılmaya ve kadının kalıplaşmış toplumsal rolleri kırılmaya başlanmıştır (Tor Kadıoğlu, 2021).

“Reklamlarda sıklıkla görülen cinsiyet klişelerine meydan okuyan femvertising, kadın bedeninin nesneleştirilmesinin sonlandırılmasını, kadınların değerinin vücut ağırlıkları ve fiziksel görünümleriyle ilgili olmadığını göstermeyi ve kadınların kim olduklarını, ne istediklerini ve neler yapabileceklerini keşfetmesini sağlamayı amaçlamaktadır” (İnceoğlu ve Onaylı Şengül, 2018). 

Femvertising akımı ile kadınlar özel alan içerisindeki anne-eş rollerinden kurtularak kamusal alana yönelmiştir. Kadınlar kendilerine dayatılan toplumsal rollerin altında ezilmeyi reddetmekte, geleneksel cinsiyet stereotiplerini bir kenara bırakarak reklam filmlerinin ana karakteri olma yolunda ilerlemektedirler. Kadınlar daha güçlü, daha cesur, daha özgüvenli hale gelmekte ve femvertising akımı ile bu durum reklamlara yansıtılmaktadır. (Becker-Herby, 2016:18). 

Cinsiyet rollerinin yeniden üretildiği ve inşa edildiği medya metinleri olarak ele alınan reklamlar, femvertising akımını kullanarak toplumsal cinsiyet kalıplarını yıkmakta, bu kalıplara ve yargılara karşı çıkarak eleştirmektedir. Toplum tarafından sorgusuzca kabul edilen kadının toplumsal cinsiyet rolleri, femvertising stratejisi ile yıkılmaya başlanmış ve toplumsal cinsiyet eşitliğine katkı sunulmuştur (Adaylı Aydın ve Aydın, 2021:23).

Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği Bağlamında Reklam Filmi İncelemeleri

Reklamlarda yer alan kadın temsilleri ile toplumsal cinsiyet rollerinin söylem olarak yeniden inşası arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır (Nas, 2015). Reklam, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini yansıtan söylemler üretmesi ile kadın ve erkeğin toplum içinde rollerinin kalıplaşmasına ve kadın-erkek arasındaki toplumsal eşitsizliklerin normalleşmesine neden olabilmektedir (Nas, 2015:26).  

1. Audi “Let’s Change the Game” Reklam Filmi
https://www.youtube.com/watch?v=Tstc6NmNAus  

Reklam, toplumsal cinsiyet rollerini vurgulayan ve çocuk ile ebeveyn arasındaki ilişkiyi aktaran bir animasyon olarak sunulmaktadır. Reklamda bulunan pembe ve mavi renkler toplum tarafından kız ve erkek çocuklarına atfedilen renkleri yansıtmaktadır. Çocuk oyuncakları ve çocuk dünyası üzerinden kurgulanan reklam filmi, toplumda kadınlara atfedilen kalıp ve klişeleri yıkarak arabaların ve futbol oynamanın erkeklere, oyuncak bebeklerin, ev işi yapmanın, her daim mükemmel ve bakımlı olma gerekliliğinin kızlara ait olduğu yargılara karşı çıkmakta ve meydan okumaktadır. Reklam çocuk oyuncakları ile sunularak doğduğumuz andan itibaren aile içerisinde cinsiyet rollerini öğrenmeye başlamaya vurgu yapmaktadır. Ailenin toplumsal cinsiyet rollerindeki davranışlarının önemine dikkat çeken reklam filmi, kız ve erkek çocuklar arasında fark olmadığına, atfedilen cinsiyetlerin yalnızca biyolojik bir unsur olduğuna ve kalıp yargıların ötesine geçilebileceğine gönderme yapmaktadır. Kadınların sadece ev işi yapması, bebek bakması, topuklu ayakkabı giymesi gerekmediği, son model spor bir arabayı kullanabileceği mesajı verilmektedir. Toplum içinde bireylere biçilen rollerle var olmalarından yola çıkan reklam filmi; toplumsal cinsiyet ayrımlarını ve kalıp yargıları kırarak üstlenilen rollerin çok ötesinde bireylerin kendi kimliklerini inşa edebilecekleri, toplumsal yargı ve normlara uymadan da bir yaşam tarzının mümkün olduğunu göstermektedir.

Cinsiyet fark etmeksizin çocukların oyuncağa yönelebileceği ve her iki cinsiyetin de eşit derecede önemli olduğu mesajı verilerek toplumsal cinsiyet eşitsizliğini kırmayı çocukların oynadığı oyun ve oyuncaklar ile simgeleştirerek sunmaktadır ve oyuncakların cinsiyeti, cinsiyetlerin rengi olmadığı mesajını vermektedir. 

“Oyun oynamak, tıpkı araba kullanmak gibi, cinsiyet meselesi olmamalı, hadi oyunu değiştirelim.”

Reklamın sonunda yer alan bu söz ile Audi’nin tek otomobille yola çıktığı reklam filminin aslında bir otomobilden çok daha fazlasını içerdiği vurgulanmaktadır. Audi arka planda kalırken, toplum için mesaj çok daha büyük ve önemlidir. Araba reklamlarında gördüğümüz erkek egemen figürleri kırmayı, kadının da toplumda bir yeri olduğunu teklif ederken kadınları otomobil kullanmaya davet etmektedir. Kadın ve erkek toplumda eşittir ve her ikisi de diğerinin yaptığı her şeyi yapabilir, mesajı ile cinsiyet temelli ön yargıları yıkmayı ve herkesin eşit olduğu vurgulanmaktadır.

2. Heineken “Cheers to All” Reklam Film
https://www.youtube.com/watch?v=dD6r53DWxwk  

Bira erkeksilik ve sertlik ile ilişkilendirilirken; kadınların bira içiyor olması kadınlığa yakışmayan eylem olarak nitelendirilmekte ve kamusal alanda kadınların bira içmesi yargılanmakta, yadırganmaktadır. Biranın erkek içkisi olarak benimsendiği toplum yapısında erkekler kokteyl içemez, kadınlar bira içemez algısı ve normu hakimdi.

Toplumsal cinsiyet kalıplarını ve normlarını kırmayı amaçlayan Heineken, biranın erkekler ve kokteyllerin kadınlar için olması gerekliliğine karşı duruş göstererek ürettiği reklam filminde basmakalıp yargıları kaldırdığı “Cheers to All” kampanyasını başlatmıştır.

Reklamda garsonların ve barmenlerin kadınlara kokteyl, erkeklere bira uzattığı sahneler görülmekte ve her sahnede kadınlar biraya, erkekler kokteyllere uzanmaktadır. Biranın erkek içkisi ve kokteylin kadın içkisi olması için bir neden olmadığını savunan Heineken “içeceklerin cinsiyeti yok” diyerek kadın ve erkeğe atfedilen toplumsal cinsiyet kalıplarını kırmayı amaçlamaktadır.

3. Everlast “I’m a Boxer” Reklam Filmi 
https://www.youtube.com/watch?v=FHWOcqykgU8  

Dil, egemen ideolojinin devamlılığını sağlamak için önemli araçlardan biridir. Toplumsal cinsiyet normlarının dile olan etkisi, toplumsal yaşam içindeki kadın-erkek eşitsizliği ve toplumsal cinsiyet söylemleri içerisinde yer almaktadır. Birçok dilde erillik; evrensel, birincil, üstün, egemen olarak yer alırken; dişilik ise ikincil, aşağı olarak kabul edilmektedir (Nakhanova, 2022). 

Toplumsal yaşamda erkek kategorisinin merkezi ve esas rol oynamasına, standart insan olarak erkek cinsiyetinin algılanışına, dile getirilen mesleklerin “erkek mesleği” olma durumuna bir eleştiri getirmeyi amaçlayan Everlast markasının hazırladığı reklam filmi, cinsiyetçilik ile mücadele eden bir boksörü konu alarak genel cinsiyetçi söylemlere eleştirel bir bakış getirmeyi ve ‘mesleklerin cinsiyeti yoktur’ algısını oluşturmayı amaçlamaktadır. Reklam filminde, sporcuların cinsiyetlerine göre değil, yeteneklerine göre değerlendirilmeleri gerektiği dile getirilmektedir. Bu, aşağıdaki sözler ile cinsiyetçi sınıflandırma ve söylemlere meydan okuyan bir reklam filmidir:

“Kız ya da erkek olmanın önemli olmadığı bir dünya hayal ediyorum, önemli olan ne kadar iyi oynadığın. O yüzden bana kadın boksör deme, ben bir boksörüm.”


4. Barbie #MoreRoleModels Reklam Kampanyası
https://www.youtube.com/watch?v=A2oXWOyG9r8  

Barbie bebekler, idealize edilmiş güzelliğin taşıdığı sembolik anlamlar üretmektedir. Barbie; giyim tarzı, davranış kalıpları, idealize edilmiş vücudu, gösterişli pembe kıyafetleri ile kız çocukları tarafından modanın sembolü olarak görülürken; kız çocuklarına kadınlığın kodlarını aşılamaktadır. Barbie bebek ile oynayan kız çocukları tıpkı Barbie gibi başarılı, popüler, modern, bakımlı görünmek zorunda oldukları yanılgısına kapılmakta ve Barbie bebeğin temsil ettiği “mükemmel kız” kalıbına girmeye çalışmaktadırlar. Barbie’nin yarattığı bu temsil ile kız çocukları, Barbie’nin sahip olduklarına sahip olmak isterken lüks ürünler almaya, makyaj yapmaya ve sürekli tüketmeye yönlendirilerek kapitalist tüketim kültürünün bir parçası haline gelmektedir (Bayraktar, 2018).

Kadınların olması gereken görünüş biçimi temsilleri ve toplumsal rollerini temsil eden tek bir Barbie algısını kırmayı amaçlayan #MoreRoleModels kampanyası, kızların daha fazla rol modele ihtiyacı var görüşünden yola çıkarak dünyaca ünlü pek çok kadın sanatçıya, mühendise, yönetmene, şefe, sporcuya, lidere, bilim insanına yer vererek her birini bir Barbie rol modeli olarak sunmaktadır. Böylece Barbie, daha fazla kız çocuğuna ilham verme çabası ile hareket ederek kadını temsil eden tek bir rol model algısını kırmakta ve daha fazla rol modele yer vermektedir. Barbie, güçlendirdiği kadın rol modeller ile kız çocuklarına ışık tutmaya ve ilham olmaya çalışmaktadır.

“Hepimizin rol modellere ihtiyacı var. Kızların onlara her zamankinden daha çok ihtiyacı var. Barbie dünya çapında her zamankinden daha fazla kadına ışık tutuyor.”

“Daha fazla kıza ilham verin çünkü her şey olabileceklerine inanmak sadece bir başlangıç, aslında yapabileceklerini görmek tüm farklı yaratıyor.”

Bu sözler ile Barbie #MoreRoleModels kampanyası pek çok farklı alanda dünya çapında önemli başarılara imza atmış kadınları modelleştirerek kız çocuklarına ilham vermekte ve her şeyi yapabilecekleri konusunda onları cesaretlendirmektedir.

“You can be anything!”


5. Selpak “Önyargıları Silelim” Reklam Filmi
https://www.youtube.com/watch?v=dAr8-1oL0-I   

Femvertising stratejisi kullanılarak oluşturulan reklam filmi; toplumsal değişimi sağlama, farkındalık yaratma ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğini eleştirme amaçlarını taşımaktadır. Toplumsal yapı içerisinde kadınların sadece anne, eş olarak rol almadıklarını, kadının bir nesne gibi yansıtılmaması gerektiğini vurgulayan reklam filmi, kadının iş hayatındaki yerini, erkeklerle eşit şekilde varlık gösterdiğini, yöneten, başaran, hayranlık uyandıran güçlü yönlerini öne çıkararak vurgulamaktadır. 

Selpak #ÖnyargılarıSilelim reklam filmi, toplumda kabul gören kadına atfedilmiş rolleri ve normları yıkmayı amaçlayarak kadınların gerçek başarı hikayelerine yer vermiştir. Toplumda kadına atfedilmeyecek başarıları elde edebilen, farklı dallarda kendilerini ispatlamış kadınlarımızdan paralimpik tenis sporcumuz Büşra Ün, National Geographic fotoğraf ödüllü bir anne olan Dilek Uyar, başarısını kök hücre çalışmalarıyla sağlayan ve Kyoto Üniversitesi’nden kabul alan bilim insanı İnci Kadribegiç ve Emmy ödüllü tek Türk yönetmenimiz Hilal Saral reklam filmi içerisinde yer almışlardır (Tor Kadıoğlu, 2021).

“Sizce bu kadın neden ağlıyor?” sorusu ile başlayan reklam filmi, sevgilisi tarafından terk edilen kadın, arabayı park edemeyen kadın, kuaförün kestiği saçı beğenmeyen kadın gibi toplum içerisinde kadına yüklenen ve kadının ağlamasının nedenleri olarak akla ilk gelen cümleleri sıralayarak kadınların davranışlarının toplum tarafından belirlenmiş ve normalleştirilmiş olduğuna vurgu yapmaktadır.

İncelenen reklam filminde gösterilen gözyaşlarının kadınların başarısızlık, muhtaçlık, güçsüzlük, naiflik gibi sebeplerden değil, kazandıkları başarıların neticesinde gurur ve mutluluktan ağladıkları ifade edilmekte ve toplum tarafından kadına atfedilen roller eleştirilmektedir (Tor Kadıoğlu, 2021). Toplum tarafından normalleştirilen bilim adamı kalıbı yıkılmış “Bilim adamı lafına inat bilim insanı olarak…” ifadesiyle yıllardır süregelen yargı ve kalıpları değiştirme amacı söz konusu olmaktadır. 

Reklam filminde kadınları sahneye davet ederek takdir eden, ödül veren, başarısını kabul eden rollerde erkek oyuncuların bulunuyor olması: güç, tabuları yıkmak, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini eleştirmek, kendine güvenmek ve başarmak anlamlarını öne çıkarmaktadır (Tor Kadıoğlu, 2021).

“Onlar önyargıyla yaklaşanları utandıran, başarılarıyla bizi gururlandıran kadınlarımız. Bunlar da mutluluk gözyaşları.” İfadesi ile önyargıları silmenin, toplum tarafından normalleştirilen kalıpları yıkmanın vaktinin geldiğini belirten Selpak “Sizce ne önyargıları silmenin vakti gelmedi mi?” sorusunu izleyicilere yöneltmektedir. 

Sonuç

Bu çalışma kapsamında toplumda var olan kalıp yargılar, kadına ve erkeğe atfedilen toplumsal rollere kültürün etkisi, medyaya olan yansımaları ve reklamlardaki kadın temsilleri bağlamında değerlendirilmiştir. Toplum tarafından sorgusuzca kabul edilen kadının toplumsal cinsiyet rolleri, femvertising stratejisi ile yıkılmaya başlanarak toplumsal cinsiyet eşitliğine katkı sunması ele alınmıştır (Adaylı Aydın ve Aydın, 2021). Çalışma sonunda reklamlarda kadınlara yüklenen sembolik anlamlar, sosyal göstergebilimsel analiz yöntemi ve eleştirel bakış ile çözümlenmiş, çalışma bulguları betimsel olarak açıklanmıştır.

 

Kaynakça

Adaylı Aydın, G. ve Aydın, Ş. (2021). 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü Temalı Reklamlarda Femvertising Stratejisinin Kullanımı Üzerine Bir Araştırma. Istanbul University Journal of Communication Sciences. 

Bayraktar, S. (2018). Moda Sektöründe Transmedya Hikâye Anlatımı: Barbie Bebek Transmedya Uygulamaları Örneği. Erciyes İletişim Dergisi. 14.344-367. 

Becker-Herby, E. (2016). The rise of femvertising: authentically reaching female consumers. The University of  Minnesota Digital Conservancy.

Bozbay, Z., Gürşen, A. E., Akpınar, H. M., & Yaman, Ö. K. (2019). Tüketicilerin Kadın Temalı Reklamcılık (femvertising) Uygulamalarına İlişkin Değerlendirmeleri: Kalitatif Bir Araştırma. Galatasaray Üniversitesi İletişim Dergisi, 31, 169-190. 

Butler J. (2009). Topumsal Cinsiyet Düzenlemeleri. Cogito:Feminizm. İstanbul:Yapı Kredi Yayınları. 

Büstan, Ö. (2015). Toplumsal Cinsiyet Bağlamında Televizyon Reklamlarında Geleneksel Kadın Tiplemesi: Deterjan Reklamlarında Kadının Temsili. Gaziosmanpaşa Üniversitesi Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. 10.1:168-174.  

Cangöz, İ. (2016). Medya ve Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları. Altunoğlu, A (Ed.). Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi. Eskişehir: Açıköğretim Fakültesi Yayını. 160-192.

Çilingir Ük, Z. (2019). Toplumsal Cinsiyet Stereotiplerinin Kadınlar Günü Reklamları Üzerinden Değerlendirilmesi. Uluslararası İktisadi ve İdari İncelemeler Dergisi. 24.1:1-16 

Demir, N. K. (2006), “Kültürel Değişimlerin Reklamlarda Kadın ve Erkek Rol- Modellerine Yansıması”, [Elektronik Versiyon]. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. 16.1. 285-304. 

Dökmen, Z. Y. (2015). Toplumsal Cinsiyet: Sosyal Psikolojik Açıklamalar. İstanbul: Remzi Kitabevi. 

Gündüz Kalan, Ö. (2010). Reklamda Çocuğun Toplumsal Cinsiyet Teorisi Bağlamında Konumlandırılışı: Kinder Reklam Filmleri Üzerine Bir İnceleme. İletişim Fakültesi Dergisi. 38.75-89.

İnceoğlu, İ. ve Onaylı Şengül, G. (2018). Bir Femvertising Örneği Olarak Nike Bizi Böyle Bilin Reklam Filmine Eleştirel Bakış. Halkla İlişkiler ve Reklam Çalışmaları E-Dergisi. 1.2:22-34. 

Karaca, Y; Papatya, N. (2011), “Reklamlardaki Kadın İmgesi: Ulusal Televizyon Reklamlarına İlişkin Bir Değerlendirme”. Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 16.3.479-500. 

Meral S. P. (2008), “Reklam, toplumsal cinsiyet kalıp yargıları ve iktidar”. Civilacademy, 6.3.17-29. 

Mutlu, E. (1998). İletişim Sözlüğü. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. 

Nahkanove, L. (2022). Dildeki Cinsiyet ve Toplumsal Cinsiyet Göstergeleri Üzerine Bir Değerlendirme. Kültür Araştırmaları Dergisi. 14.344-367.

Nas, A. (2015). “Kadına Yönelik Simgesel Şiddet Aracı Olarak Temizlik Ürünleri Reklamlarının Eleştirel Analizi”, Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi. 11-30.

Tor Kadıoğlu, C. (2021). Pazarlamada Femvertising: Selpak Reklam Filminin Analizi. Uluslararası Toplum Araştırmaları Dergisi. 17.38:5317-5323. 

Medyada Kadın – Medyada Kadın – Medyada Kadın – Medyada Kadın – Medyada Kadın – Medyada Kadın – Medyada Kadın – Medyada Kadın – Medyada Kadın – Medyada Kadın – Medyada Kadın – Medyada Kadın

Şermin Ecem Duran
Sosyoloji Çalışmaları Stajyeri
Editör: Bervan Kaya

Özet

Toplumu oluşturan her birey, bulunduğu sosyal ve kültürel yapı içerisinde toplum tarafından beklenilen kadınlık ve erkeklik ile bağlantılı normları, davranış kalıplarını, ahlaki değerleri ve rolleri öğrenmektedir. Toplumsal cinsiyet kültürel bir kategori olarak var olmakta ve belli bir kültürün neyin eril neyin dişil olduğuna yönelik ortak inançlarını kapsamaktadır. Toplumsal cinsiyet rolleri, kültür tarafından şekillenirken günümüzde etkin rol oynayan kitle iletişim araçları tarafından iletilmekte, yeniden inşa edilmekte ve yaygınlaştırılmaktadır. Kitle iletişim araçlarında yer alan reklamlar, hedef kitleyi etkileme amacı taşırken aynı zamanda toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini yansıtan söylem ve kadın-erkek temsillerine yer vermekte, toplumsal kabul gören cinsiyet normlarına dair anlatıların yeniden üretilmesinde etkili olmaktadır. Bu çalışmada toplumsal cinsiyet eşitsizliği bağlamında reklamlarda kadınların konumlandırılışı ve temsil biçimleri incelenecektir. Araştırmada Audi, Heineken, Everlast, Barbie ve Selpak markalarının kadınların toplumda kalıplaşan rollerini vurgulayan ve eleştiren, kadınları başarılı, güçlü yönleriyle ele alan reklam filmleri göstergebilim yöntemi ve eleştirel bakış ile ele alınarak incelenecektir.

Anahtar Kelimeler: Toplumsal Cinsiyet, Kültür, Reklam, Kadın Temsilleri, Femvertising

Abstract

Every individual forming the society learns the norms, behavioral patterns, moral values and roles expected by the society in relation to femininity and masculinity in the social and cultural structure. Gender exists as a cultural category and encompasses the shared beliefs of a given culture about what is masculine and what is feminine. While gender roles are shaped by culture, they are transmitted, reconstructed and disseminated by the mass media, which plays an active role today. While advertisements in the mass media aim to influence the target audience, they also include discourses that reflect gender inequalities and representations of men and women, and are effective in reproducing narratives about socially accepted gender norms. In this study, the positioning and representation of women in advertisements in the context of gender inequality will be examined. In the research, commercials of Audi, Heineken, Everlast, Barbie and Selpak brands, which emphasize and criticize the stereotypical roles of women in society, and which address women with their successful and strong aspects, will be examined with a semiotic method and a critical view.

Key Words: Gender, Culture, Advertising, Women’s Representations, Femvertising

Giriş

Cinsiyet, kadın ve erkeğin sahip olduğu genetik, fizyolojik ve biyolojik özellikleri kapsarken toplumsal cinsiyet, kadın ve erkeğin toplum içerisinde öğrenilen ve kültür tarafından şekillendirilen sosyal olarak belirlenmiş kişilik özelliklerini, rollerini, sorumluluklarını ve görevlerini kapsamaktadır (İnceoğlu ve Onaylı Şengül, 2018). Toplumsal cinsiyet, kültür tarafından oluşturulan ortak inançları içermektedir. Toplum tarafından kabul gören ve kültürel çevre içerisinde oluşan davranış kalıpları kadın ve erkeğe atfedilerek karakter özellikleri üzerinde etkili olmaktadır (Büstan, 2015). Toplumsal cinsiyet kalıpları kültürel yapı içinde üretilirken medya tarafından pekiştirilmekte ve zenginleştirilmektedir. Medyanın ürettiği temsil ve söylemler ile kalıplaşmış toplumsal cinsiyet rolleri, reklamlar aracılığı ile topluma aktarılmaktadır. Toplum, reklamlar aracılığıyla her iki cinse de atfedilen kalıplaşmış rolleri içselleştirebilmektedir. Kadınların ilgili, şefkatli, anaç davranması; temiz, düzenli, bakımlı olması beklenirken; erkeklerin hırslı, emredici, öz güvenli, sözünü dinleten, cesur, korumacı olması beklenmekte ve bu roller toplum tarafından bireylere dayatılmaktadır (Büstan, 2015).

Bu çalışmanın amacı; toplumsal cinsiyet kavramı bağlamında toplumda kadına ve erkeğe atfedilen rollerin ve normların medyaya yansımaları ve reklamlardaki kadın temsillerini incelemektir. Çalışmada öncelikle toplumsal cinsiyet kavramı ve rolleri, toplumsal cinsiyet kalıplarına kültürün etkisi, toplumsal cinsiyet ve medya bağlantısı ele alınmış, toplumsal etkileri ile bütünsellik içerisinde incelenmiştir. Sonrasında toplumsal cinsiyet algısında reklamların önemi ve temsil biçimlerine değinilerek reklamda kadın imgesi kullanımına dikkat çekilmiştir. Araştırmada beş farklı reklam filmi eleştirel ve göstergebilimsel yöntemler kullanılarak analiz edilmiş; feminist teoriyi ve reklamcılık sektörünü kapsayan disiplinlerarası bir alan olduğu düşünülen femvertising stratejisi kullanılarak farklı bakış açılarıyla bütünsellik sağlanmıştır (Tor Kadıoğlu, 2021). Çalışmanın sonunda örnek olay olarak seçilen Audi, Heineken, Everlast, Barbie ve Selpak reklam filmlerinin betimsel ve eleştirel analizi ile ulaşılan sonuçlar yer almaktadır.

Toplumsal Cinsiyet Kavramı ve Rolleri 

Cinsiyet; kadın ve erkeğin sahip olduğu genetik, fizyolojik ve biyolojik özellikleri kapsarken toplumsal cinsiyet, kadın ve erkeğin toplum içerisinde öğrenilen ve kültür tarafından şekillendirilen sosyal olarak belirlenmiş kişilik özellikleri, roller, sorumluluklar ve görevleri kapsamaktadır (İnceoğlu ve Onaylı Şengül, 2018). Biyolojik cinsiyet herkes tarafından kabul gören bir kavram iken toplumsal cinsiyet toplumdan topluma ve kültürden kültüre değişiklik göstermektedir. Toplumsal cinsiyet kavramı, “Biyolojik açıdan dişi (female) veya er (male) olarak dünyaya gelen insan türüne toplumsallaşma sürecinde atfedilen ve kişiler tarafından da benimsenerek pratiğe dökülen rollerin, kalıp yargıların etkisiyle ve bunlara belli değerler yüklenmesiyle bireylerin “kadın ve erkeğe” dönüştürülmesi fikrine dayanmaktadır”  (İnceoğlu ve Onaylı Şengül, 2018).

Mutlu, toplumsal cinsiyeti “Erkek ve kadın arasındaki kültürel farklılaşım” olarak tanımlar (Mutlu, 1998:330). Erkek ve kadın arasındaki tek doğal fark cinsel farklılıktır. Toplumsal cinsiyetin düzenleyici bir norm olduğunu söyleyen Butler, “Toplumsal cinsiyet, eril ve dişil kavramların üretildiği ve doğallaştırıldığı bir mekanizmadır” demektedir (Butler,2009:75). 

Rol, toplumsal yapı içinde kişinin nasıl davranması gerektiğini belirten normlara verilen isimdir. Toplumsal cinsiyet rolleri ise kadın ve erkeklerin doğuştan atanan cinsiyetlerine göre toplumsal yapı içerisinde onlardan beklenen davranış kalıplarını ifade etmektedir. Toplumsal cinsiyet rolleri kültür ve toplumsal yapının da etkisi ile aile, arkadaş çevresi, iş ya da okul gibi çevreler içerisinde öğrenilmektedir. Toplumsal cinsiyet rollerinin öğrenilmesi aile içerisinde başlamakta ve aynı cinsten ebeveynle özdeşleşme ile içselleştirilmektedir (Büstan, 2015). Toplum tarafından bireylerin cinsiyet rollerine ilişkin belirli kalıp yargılar, stereotipler oluşturulmaktadır (Dökmen, 2015: 32). Kadınların ilgili, şefkatli, anaç davranması; temiz, düzenli, bakımlı olması beklenirken; erkeklerin hırslı, emredici, öz güvenli, sözünü dinleten, cesur, korumacı olması beklenmekte ve bu roller toplum tarafından bireylere dayatılmaktadır (Büstan, 2015).

Kültür ve Toplumsal Cinsiyet Kalıpları

“Kültür; öğrenilir, uyarlanabilir, kuşaktan kuşağa aktarılabilir, paylaşılabilir, sınırlayıcıdır, simgeleyicidir ve birbirini bütünleyen çeşitli unsurlardan oluşur” (Mutlu,1999). Kültür, belli bir toplumsal yapı içerisinde öğrenilerek ve deneyimleyerek kazanılır. Kültür, toplumun tüm bireyleri tarafından paylaşılan ve benimsenen ortak değerler bütünüdür. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin temeli politik, ideolojik, ekonomik ve kültürel yapılara dayanmakta ve kadın-erkek üzerinde belirli davranış kalıplarına, inançlara, ahlaki değerlere yol açmaktadır. Toplumsal cinsiyet kalıpları, toplumsal yapı içerisinde oluşmakta ve kültür tarafından şekillendirilmektedir. Kadın ve erkekten beklenen rol ve sorumluluklar kültürel yapılardan ve toplumsal değişimlerden etkilenmektedir. Toplumsal cinsiyet kalıpları kadın ve erkeğin giyinme biçimlerinden, sahip oldukları eşyalara, davranışlarından değerlerine, hitap şekillerinden meslek tercihlerine çok geniş bir alanı kapsamakta ve şekillendirmektedir. Toplum tarafından kabul gören ve kültürel çevre içerisinde oluşan davranış kalıpları her iki cinse atfedilerek karakter özellikleri üzerinde etkili olmaktadır (Büstan, 2015).

Toplumsal cinsiyet kalıp yargıları dünya genelinde ortak olsa da toplumların kültürel değerlerine ve yargılarına göre değişiklik gösterebilmektedir. Türk toplumunda erkek ile ilgili kalıp yargılar baba, ağabey, eş olarak; namus bekçisidir, güçlüdür, ailenin reisidir, futbol oynar, ev işlerinden sorumlu değildir, iyi para kazanır, “kız gibi” ağlamaz, serttir, korumacıdır. Kadın ile ilgili kalıp yargılar ise; anne, kız çocuk, eş olarak anaçtır, ev işlerini yapar, çocuk bakar, temizlik yapar, bakımlıdır, duygusaldır, güzeldir (Gündüz Kalan, 2010).

Toplumsal Cinsiyetin Medyaya Yansımaları

Toplumsal cinsiyet kalıpları kültürel yapı içinde üretilirken medya tarafından pekiştirilmekte ve zenginleştirilmektedir. Kitle iletişim araçları gerçekliği sunarken gerçekliği olduğu gibi yansıtmayıp onu yeniden üretmekte, yeni anlamlar yaratmakta ve inşa etmektedir (Cangöz,2016).  Medya, kültür ve toplumsal cinsiyet rollerini aktarmada önemli ve etkin bir araç olarak görülerek toplumdaki değerlerin değişmesi, yeni alışkanlık ve yaşam tarzlarının belirlenmesi ve kadın erkek rollerinin benimsetilmesi noktasında kitleleri etkileme gücüne sahiptir (İnceoğlu ve Onaylı Şengül, 2018). “Medya araçları ile kurgulama yapılırken seçilen imgeler gerçek dünyadan alındığından izleyicide birebir gerçekliği yansıtıyormuş gibi bir izlenim yaratılmaktadır” (Demir, 2006: 290).

İkinci Dalga Feminist Hareketin etkin olduğu yıllarda iletişim çalışmaları alanına kültürel çalışmalar perspektifinin hakim olması, medya temsillerinin kültürden beslenerek ve etkilenerek kurgulamacı-inşacı bir yapıda olduğunu, toplumsal olgu ve olayları olduğu gibi yansıtmadığını, ürettiği yeni söylem ve temsiller ile yeni anlamlar inşa ettiğini öne çıkarmaktadır. Bu durum feminist medya çalışmaları içerisinde ele alınarak kadının toplum hayatında ötekileştirildiğini, ikincil konumda olduğunu öne çıkarmakta ve toplum dışına itilen kadının durumunu pekiştirerek toplumsal düzenin sembolik yeniden üretimini sağlamaktadır (Cangöz,2016).  

Medyanın ürettiği temsil ve söylemler ile kalıplaşmış toplumsal cinsiyet rolleri; “Filmlerden, dizilerden, reklamlardan, çizgi filmlerden öğrenilmekte, nesilden nesle aktarılarak geniş kitlelere ulaşmaktadır” Amerikalı feminist yazar Betty Friedan, toplum tarafından kadına dikte edilen geleneksel rollerin kadınlarda yol açtığı mutsuzluk duygusunu ve bu durumun kitle iletişim araçları ile pekiştirilerek yaygınlık kazanıyor olmasını, kalıplaşan rollerin yeniden üretimini eleştirmektedir (Adaylı Aydın ve Aydın, 2021).

Toplumsal Cinsiyet İnşası Olarak Reklam 

Reklam sözcüğü Fransızcadaki talep etmek anlamındaki “réclamer” fiilinden Türkçeye geçmiştir. “Reklam bir ürünü, hizmeti veya bir fikri kitlelere tanıtmak, benimsenmesini sağlamak ve talebini arttırmak amacıyla söz, yazı ve görüntüden oluşan anlamlı imgeler ve mesajlar dizisi olarak tanımlanmaktadır” (Çilingir Ük, 2019).

Tüketim toplumu içerisindeki reklamcılık, ürünleri belirli duygu ve anlamlar ile bağdaştırıp popüler kültür ürünlerini ve belli simgeleri kullanarak insanlara ulaşılmak istenen bir imaj vaad etmektedir (Papatya ve Karaca, 2001: 95).

Reklamlar, ürün tanıtımının yanı sıra temsiller aracılığı ile bireylere yaşam tarzı sunmaktadır. Egemen ideolojiler tarafından yeniden üretilen toplumsal cinsiyet rolleri ve stereotipleri, bireylerin içinde bulunduğu toplumsal yapının değer yargılarını, kalıplaşmış davranış biçimlerini ve cinsiyet rollerini farklı senaryolar içerisinde sunmaktadır (Büstan, 2015). Reklamlar hedef kitleyi etkileme amacı taşırken aynı zamanda toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini yansıtan söylem ve temsillere de yer vermekte, toplumda kabul edilen cinsiyet normlarına dair anlatıların yeniden üretilmesinde etkili olmaktadır (Nas, 2015).

Reklamlar toplumsal yapı içerisindeki kültürel unsurların taşıyıcılığını yaparken toplumsal cinsiyet rollerini, davranış kalıplarını kullanmakta ve yeniden üretmektedirler. Reklamlar kadının toplum içinde nasıl bir role sahip olması ve nasıl davranması gerektiğine dair kalıp yargılar oluştururken annelik, hamaratlık, itaat gibi imgeleri ve kadından beklenen davranış biçimlerini yansıtmaktadır. Erkekler için ise babalık, otorite, reislik gibi toplumun beklediği rol ve davranışları reklam yolu ile yeniden üretilmektedir (Meral, 2008: 20). “Kitle iletişim araçları, toplumsal idealleri yansıtan kurumlar olduklarından, bu araçların sosyal temsiller aracılığı ile yansıttıkları kadınla erkek tanımlamaları toplumsal gerçeklikle birebir örtüşmese de toplumun ulaşmak istediği idealleri ortaya koymaktadır” (Büstan, 2015).

Sosyal çevre içerisinde öğrenilen roller reklamlar tarafından pekiştirilmekte ve izleyicilere sembolik bir anlatı sunulmaktadır. Reklamlarda çizilen ideal dünyada kadınlar genellikle mutfak, banyo ve alışveriş merkezlerinde konumlandırılır. Reklamların kurgusal dünyasında kadınlar her zaman güzel, bakımlı, şık ve formdadır. Reklam dünyasında ev işi yapmaktan mutlu ve memnun olan “mükemmel kadınlar” ideal bir dünya içerisinde arka fonda bir erkek sesi tarafından yönlendirilmekte ve erkek egemen güç, otorite reklamda hakim kılınmaktadır. Böylece mükemmel ve kusursuz olarak sunulan kadınların üzerindeki eşitsiz iş bölümü ve yük görünmez kılınmakta ve sadece kadına özgür bir görev olarak sunulmaktadır (Cangöz, 2016).

Toplumsal Cinsiyet Kalıplarına Karşı: Femvertising 

Feminist düşünceden beslenen femvertising, Fransızca “femme” (kadın) ve İngilizcede “advertising” (reklam) sözcüklerinin birleşmesinden meydana gelmiştir (Bozbay, Gürşen, Akpınar ve Yaman 2019: 171).  Kadın odaklı reklamcılık (femvertising) olarak adlandırılan kadın gücü temalı reklamları içerisinde barındıran akım, reklamlarda kadın-erkek stereotiplerinin dışında ve toplumsal cinsiyet kalıplarının ötesinde temsiliyete sahip içeriklerin yaratılmasını amaçlamaktadır (İnceoğlu ve Onaylı Şengül, 2018). Femvertising akımı ile birlikte erkek egemen algı değişmeye, farkındalık yaratılmaya ve kadının kalıplaşmış toplumsal rolleri kırılmaya başlanmıştır (Tor Kadıoğlu, 2021).

“Reklamlarda sıklıkla görülen cinsiyet klişelerine meydan okuyan femvertising, kadın bedeninin nesneleştirilmesinin sonlandırılmasını, kadınların değerinin vücut ağırlıkları ve fiziksel görünümleriyle ilgili olmadığını göstermeyi ve kadınların kim olduklarını, ne istediklerini ve neler yapabileceklerini keşfetmesini sağlamayı amaçlamaktadır” (İnceoğlu ve Onaylı Şengül, 2018). 

Femvertising akımı ile kadınlar özel alan içerisindeki anne-eş rollerinden kurtularak kamusal alana yönelmiştir. Kadınlar kendilerine dayatılan toplumsal rollerin altında ezilmeyi reddetmekte, geleneksel cinsiyet stereotiplerini bir kenara bırakarak reklam filmlerinin ana karakteri olma yolunda ilerlemektedirler. Kadınlar daha güçlü, daha cesur, daha özgüvenli hale gelmekte ve femvertising akımı ile bu durum reklamlara yansıtılmaktadır. (Becker-Herby, 2016:18). 

Cinsiyet rollerinin yeniden üretildiği ve inşa edildiği medya metinleri olarak ele alınan reklamlar, femvertising akımını kullanarak toplumsal cinsiyet kalıplarını yıkmakta, bu kalıplara ve yargılara karşı çıkarak eleştirmektedir. Toplum tarafından sorgusuzca kabul edilen kadının toplumsal cinsiyet rolleri, femvertising stratejisi ile yıkılmaya başlanmış ve toplumsal cinsiyet eşitliğine katkı sunulmuştur (Adaylı Aydın ve Aydın, 2021:23).

Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği Bağlamında Reklam Filmi İncelemeleri

Reklamlarda yer alan kadın temsilleri ile toplumsal cinsiyet rollerinin söylem olarak yeniden inşası arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır (Nas, 2015). Reklam, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini yansıtan söylemler üretmesi ile kadın ve erkeğin toplum içinde rollerinin kalıplaşmasına ve kadın-erkek arasındaki toplumsal eşitsizliklerin normalleşmesine neden olabilmektedir (Nas, 2015:26).  

1. Audi “Let’s Change the Game” Reklam Filmi
https://www.youtube.com/watch?v=Tstc6NmNAus  

Reklam, toplumsal cinsiyet rollerini vurgulayan ve çocuk ile ebeveyn arasındaki ilişkiyi aktaran bir animasyon olarak sunulmaktadır. Reklamda bulunan pembe ve mavi renkler toplum tarafından kız ve erkek çocuklarına atfedilen renkleri yansıtmaktadır. Çocuk oyuncakları ve çocuk dünyası üzerinden kurgulanan reklam filmi, toplumda kadınlara atfedilen kalıp ve klişeleri yıkarak arabaların ve futbol oynamanın erkeklere, oyuncak bebeklerin, ev işi yapmanın, her daim mükemmel ve bakımlı olma gerekliliğinin kızlara ait olduğu yargılara karşı çıkmakta ve meydan okumaktadır. Reklam çocuk oyuncakları ile sunularak doğduğumuz andan itibaren aile içerisinde cinsiyet rollerini öğrenmeye başlamaya vurgu yapmaktadır. Ailenin toplumsal cinsiyet rollerindeki davranışlarının önemine dikkat çeken reklam filmi, kız ve erkek çocuklar arasında fark olmadığına, atfedilen cinsiyetlerin yalnızca biyolojik bir unsur olduğuna ve kalıp yargıların ötesine geçilebileceğine gönderme yapmaktadır. Kadınların sadece ev işi yapması, bebek bakması, topuklu ayakkabı giymesi gerekmediği, son model spor bir arabayı kullanabileceği mesajı verilmektedir. Toplum içinde bireylere biçilen rollerle var olmalarından yola çıkan reklam filmi; toplumsal cinsiyet ayrımlarını ve kalıp yargıları kırarak üstlenilen rollerin çok ötesinde bireylerin kendi kimliklerini inşa edebilecekleri, toplumsal yargı ve normlara uymadan da bir yaşam tarzının mümkün olduğunu göstermektedir.

Cinsiyet fark etmeksizin çocukların oyuncağa yönelebileceği ve her iki cinsiyetin de eşit derecede önemli olduğu mesajı verilerek toplumsal cinsiyet eşitsizliğini kırmayı çocukların oynadığı oyun ve oyuncaklar ile simgeleştirerek sunmaktadır ve oyuncakların cinsiyeti, cinsiyetlerin rengi olmadığı mesajını vermektedir. 

“Oyun oynamak, tıpkı araba kullanmak gibi, cinsiyet meselesi olmamalı, hadi oyunu değiştirelim.”

Reklamın sonunda yer alan bu söz ile Audi’nin tek otomobille yola çıktığı reklam filminin aslında bir otomobilden çok daha fazlasını içerdiği vurgulanmaktadır. Audi arka planda kalırken, toplum için mesaj çok daha büyük ve önemlidir. Araba reklamlarında gördüğümüz erkek egemen figürleri kırmayı, kadının da toplumda bir yeri olduğunu teklif ederken kadınları otomobil kullanmaya davet etmektedir. Kadın ve erkek toplumda eşittir ve her ikisi de diğerinin yaptığı her şeyi yapabilir, mesajı ile cinsiyet temelli ön yargıları yıkmayı ve herkesin eşit olduğu vurgulanmaktadır.

2. Heineken “Cheers to All” Reklam Film
https://www.youtube.com/watch?v=dD6r53DWxwk  

Bira erkeksilik ve sertlik ile ilişkilendirilirken; kadınların bira içiyor olması kadınlığa yakışmayan eylem olarak nitelendirilmekte ve kamusal alanda kadınların bira içmesi yargılanmakta, yadırganmaktadır. Biranın erkek içkisi olarak benimsendiği toplum yapısında erkekler kokteyl içemez, kadınlar bira içemez algısı ve normu hakimdi.

Toplumsal cinsiyet kalıplarını ve normlarını kırmayı amaçlayan Heineken, biranın erkekler ve kokteyllerin kadınlar için olması gerekliliğine karşı duruş göstererek ürettiği reklam filminde basmakalıp yargıları kaldırdığı “Cheers to All” kampanyasını başlatmıştır.

Reklamda garsonların ve barmenlerin kadınlara kokteyl, erkeklere bira uzattığı sahneler görülmekte ve her sahnede kadınlar biraya, erkekler kokteyllere uzanmaktadır. Biranın erkek içkisi ve kokteylin kadın içkisi olması için bir neden olmadığını savunan Heineken “içeceklerin cinsiyeti yok” diyerek kadın ve erkeğe atfedilen toplumsal cinsiyet kalıplarını kırmayı amaçlamaktadır.

3. Everlast “I’m a Boxer” Reklam Filmi 
https://www.youtube.com/watch?v=FHWOcqykgU8  

Dil, egemen ideolojinin devamlılığını sağlamak için önemli araçlardan biridir. Toplumsal cinsiyet normlarının dile olan etkisi, toplumsal yaşam içindeki kadın-erkek eşitsizliği ve toplumsal cinsiyet söylemleri içerisinde yer almaktadır. Birçok dilde erillik; evrensel, birincil, üstün, egemen olarak yer alırken; dişilik ise ikincil, aşağı olarak kabul edilmektedir (Nakhanova, 2022). 

Toplumsal yaşamda erkek kategorisinin merkezi ve esas rol oynamasına, standart insan olarak erkek cinsiyetinin algılanışına, dile getirilen mesleklerin “erkek mesleği” olma durumuna bir eleştiri getirmeyi amaçlayan Everlast markasının hazırladığı reklam filmi, cinsiyetçilik ile mücadele eden bir boksörü konu alarak genel cinsiyetçi söylemlere eleştirel bir bakış getirmeyi ve ‘mesleklerin cinsiyeti yoktur’ algısını oluşturmayı amaçlamaktadır. Reklam filminde, sporcuların cinsiyetlerine göre değil, yeteneklerine göre değerlendirilmeleri gerektiği dile getirilmektedir. Bu, aşağıdaki sözler ile cinsiyetçi sınıflandırma ve söylemlere meydan okuyan bir reklam filmidir:

“Kız ya da erkek olmanın önemli olmadığı bir dünya hayal ediyorum, önemli olan ne kadar iyi oynadığın. O yüzden bana kadın boksör deme, ben bir boksörüm.”

4. Barbie #MoreRoleModels Reklam Kampanyası
https://www.youtube.com/watch?v=A2oXWOyG9r8  

Barbie bebekler, idealize edilmiş güzelliğin taşıdığı sembolik anlamlar üretmektedir. Barbie; giyim tarzı, davranış kalıpları, idealize edilmiş vücudu, gösterişli pembe kıyafetleri ile kız çocukları tarafından modanın sembolü olarak görülürken; kız çocuklarına kadınlığın kodlarını aşılamaktadır. Barbie bebek ile oynayan kız çocukları tıpkı Barbie gibi başarılı, popüler, modern, bakımlı görünmek zorunda oldukları yanılgısına kapılmakta ve Barbie bebeğin temsil ettiği “mükemmel kız” kalıbına girmeye çalışmaktadırlar. Barbie’nin yarattığı bu temsil ile kız çocukları, Barbie’nin sahip olduklarına sahip olmak isterken lüks ürünler almaya, makyaj yapmaya ve sürekli tüketmeye yönlendirilerek kapitalist tüketim kültürünün bir parçası haline gelmektedir (Bayraktar, 2018).

Kadınların olması gereken görünüş biçimi temsilleri ve toplumsal rollerini temsil eden tek bir Barbie algısını kırmayı amaçlayan #MoreRoleModels kampanyası, kızların daha fazla rol modele ihtiyacı var görüşünden yola çıkarak dünyaca ünlü pek çok kadın sanatçıya, mühendise, yönetmene, şefe, sporcuya, lidere, bilim insanına yer vererek her birini bir Barbie rol modeli olarak sunmaktadır. Böylece Barbie, daha fazla kız çocuğuna ilham verme çabası ile hareket ederek kadını temsil eden tek bir rol model algısını kırmakta ve daha fazla rol modele yer vermektedir. Barbie, güçlendirdiği kadın rol modeller ile kız çocuklarına ışık tutmaya ve ilham olmaya çalışmaktadır.

“Hepimizin rol modellere ihtiyacı var. Kızların onlara her zamankinden daha çok ihtiyacı var. Barbie dünya çapında her zamankinden daha fazla kadına ışık tutuyor.”

“Daha fazla kıza ilham verin çünkü her şey olabileceklerine inanmak sadece bir başlangıç, aslında yapabileceklerini görmek tüm farklı yaratıyor.”

Bu sözler ile Barbie #MoreRoleModels kampanyası pek çok farklı alanda dünya çapında önemli başarılara imza atmış kadınları modelleştirerek kız çocuklarına ilham vermekte ve her şeyi yapabilecekleri konusunda onları cesaretlendirmektedir.

“You can be anything!”

5. Selpak “Önyargıları Silelim” Reklam Filmi
https://www.youtube.com/watch?v=dAr8-1oL0-I   

Femvertising stratejisi kullanılarak oluşturulan reklam filmi; toplumsal değişimi sağlama, farkındalık yaratma ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğini eleştirme amaçlarını taşımaktadır. Toplumsal yapı içerisinde kadınların sadece anne, eş olarak rol almadıklarını, kadının bir nesne gibi yansıtılmaması gerektiğini vurgulayan reklam filmi, kadının iş hayatındaki yerini, erkeklerle eşit şekilde varlık gösterdiğini, yöneten, başaran, hayranlık uyandıran güçlü yönlerini öne çıkararak vurgulamaktadır. 

Selpak #ÖnyargılarıSilelim reklam filmi, toplumda kabul gören kadına atfedilmiş rolleri ve normları yıkmayı amaçlayarak kadınların gerçek başarı hikayelerine yer vermiştir. Toplumda kadına atfedilmeyecek başarıları elde edebilen, farklı dallarda kendilerini ispatlamış kadınlarımızdan paralimpik tenis sporcumuz Büşra Ün, National Geographic fotoğraf ödüllü bir anne olan Dilek Uyar, başarısını kök hücre çalışmalarıyla sağlayan ve Kyoto Üniversitesi’nden kabul alan bilim insanı İnci Kadribegiç ve Emmy ödüllü tek Türk yönetmenimiz Hilal Saral reklam filmi içerisinde yer almışlardır (Tor Kadıoğlu, 2021).

“Sizce bu kadın neden ağlıyor?” sorusu ile başlayan reklam filmi, sevgilisi tarafından terk edilen kadın, arabayı park edemeyen kadın, kuaförün kestiği saçı beğenmeyen kadın gibi toplum içerisinde kadına yüklenen ve kadının ağlamasının nedenleri olarak akla ilk gelen cümleleri sıralayarak kadınların davranışlarının toplum tarafından belirlenmiş ve normalleştirilmiş olduğuna vurgu yapmaktadır.

İncelenen reklam filminde gösterilen gözyaşlarının kadınların başarısızlık, muhtaçlık, güçsüzlük, naiflik gibi sebeplerden değil, kazandıkları başarıların neticesinde gurur ve mutluluktan ağladıkları ifade edilmekte ve toplum tarafından kadına atfedilen roller eleştirilmektedir (Tor Kadıoğlu, 2021). Toplum tarafından normalleştirilen bilim adamı kalıbı yıkılmış “Bilim adamı lafına inat bilim insanı olarak…” ifadesiyle yıllardır süregelen yargı ve kalıpları değiştirme amacı söz konusu olmaktadır. 

Reklam filminde kadınları sahneye davet ederek takdir eden, ödül veren, başarısını kabul eden rollerde erkek oyuncuların bulunuyor olması: güç, tabuları yıkmak, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini eleştirmek, kendine güvenmek ve başarmak anlamlarını öne çıkarmaktadır (Tor Kadıoğlu, 2021).

“Onlar önyargıyla yaklaşanları utandıran, başarılarıyla bizi gururlandıran kadınlarımız. Bunlar da mutluluk gözyaşları.” İfadesi ile önyargıları silmenin, toplum tarafından normalleştirilen kalıpları yıkmanın vaktinin geldiğini belirten Selpak “Sizce ne önyargıları silmenin vakti gelmedi mi?” sorusunu izleyicilere yöneltmektedir. 

Sonuç

Bu çalışma kapsamında toplumda var olan kalıp yargılar, kadına ve erkeğe atfedilen toplumsal rollere kültürün etkisi, medyaya olan yansımaları ve reklamlardaki kadın temsilleri bağlamında değerlendirilmiştir. Toplum tarafından sorgusuzca kabul edilen kadının toplumsal cinsiyet rolleri, femvertising stratejisi ile yıkılmaya başlanarak toplumsal cinsiyet eşitliğine katkı sunması ele alınmıştır (Adaylı Aydın ve Aydın, 2021). Çalışma sonunda reklamlarda kadınlara yüklenen sembolik anlamlar, sosyal göstergebilimsel analiz yöntemi ve eleştirel bakış ile çözümlenmiş, çalışma bulguları betimsel olarak açıklanmıştır.

 

Kaynakça

Adaylı Aydın, G. ve Aydın, Ş. (2021). 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü Temalı Reklamlarda Femvertising Stratejisinin Kullanımı Üzerine Bir Araştırma. Istanbul University Journal of Communication Sciences. 

Bayraktar, S. (2018). Moda Sektöründe Transmedya Hikâye Anlatımı: Barbie Bebek Transmedya Uygulamaları Örneği. Erciyes İletişim Dergisi. 14.344-367. 

Becker-Herby, E. (2016). The rise of femvertising: authentically reaching female consumers. The University of  Minnesota Digital Conservancy.

Bozbay, Z., Gürşen, A. E., Akpınar, H. M., & Yaman, Ö. K. (2019). Tüketicilerin Kadın Temalı Reklamcılık (femvertising) Uygulamalarına İlişkin Değerlendirmeleri: Kalitatif Bir Araştırma. Galatasaray Üniversitesi İletişim Dergisi, 31, 169-190. 

Butler J. (2009). Topumsal Cinsiyet Düzenlemeleri. Cogito:Feminizm. İstanbul:Yapı Kredi Yayınları. 

Büstan, Ö. (2015). Toplumsal Cinsiyet Bağlamında Televizyon Reklamlarında Geleneksel Kadın Tiplemesi: Deterjan Reklamlarında Kadının Temsili. Gaziosmanpaşa Üniversitesi Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. 10.1:168-174.  

Cangöz, İ. (2016). Medya ve Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları. Altunoğlu, A (Ed.). Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi. Eskişehir: Açıköğretim Fakültesi Yayını. 160-192.

Çilingir Ük, Z. (2019). Toplumsal Cinsiyet Stereotiplerinin Kadınlar Günü Reklamları Üzerinden Değerlendirilmesi. Uluslararası İktisadi ve İdari İncelemeler Dergisi. 24.1:1-16 

Demir, N. K. (2006), “Kültürel Değişimlerin Reklamlarda Kadın ve Erkek Rol- Modellerine Yansıması”, [Elektronik Versiyon]. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. 16.1. 285-304. 

Dökmen, Z. Y. (2015). Toplumsal Cinsiyet: Sosyal Psikolojik Açıklamalar. İstanbul: Remzi Kitabevi. 

Gündüz Kalan, Ö. (2010). Reklamda Çocuğun Toplumsal Cinsiyet Teorisi Bağlamında Konumlandırılışı: Kinder Reklam Filmleri Üzerine Bir İnceleme. İletişim Fakültesi Dergisi. 38.75-89.

İnceoğlu, İ. ve Onaylı Şengül, G. (2018). Bir Femvertising Örneği Olarak Nike Bizi Böyle Bilin Reklam Filmine Eleştirel Bakış. Halkla İlişkiler ve Reklam Çalışmaları E-Dergisi. 1.2:22-34. 

Karaca, Y; Papatya, N. (2011), “Reklamlardaki Kadın İmgesi: Ulusal Televizyon Reklamlarına İlişkin Bir Değerlendirme”. Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 16.3.479-500. 

Meral S. P. (2008), “Reklam, toplumsal cinsiyet kalıp yargıları ve iktidar”. Civilacademy, 6.3.17-29. 

Mutlu, E. (1998). İletişim Sözlüğü. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. 

Nahkanove, L. (2022). Dildeki Cinsiyet ve Toplumsal Cinsiyet Göstergeleri Üzerine Bir Değerlendirme. Kültür Araştırmaları Dergisi. 14.344-367.

Nas, A. (2015). “Kadına Yönelik Simgesel Şiddet Aracı Olarak Temizlik Ürünleri Reklamlarının Eleştirel Analizi”, Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi. 11-30.

Tor Kadıoğlu, C. (2021). Pazarlamada Femvertising: Selpak Reklam Filminin Analizi. Uluslararası Toplum Araştırmaları Dergisi. 17.38:5317-5323. 

Medyada Kadın – Medyada Kadın – Medyada Kadın – Medyada Kadın – Medyada Kadın – Medyada Kadın – Medyada Kadın – Medyada Kadın – Medyada Kadın – Medyada Kadın – Medyada Kadın – Medyada Kadın 

 

Avrupa Sınır Güvenlik Güçleri Tarafından Göçmen Teknelerine Yönelik Geri İtme ve Batırmaların Hukuka Aykırılığı

0

Lütfi Mert Ulutaş
Göç Çalışmaları Stajyeri

Bu yazıda söz konusu hukuksuzluklarla alakalı Deutsche Welle’nin 7 Temmuz 2020 tarihli “Are Pushbacks At Sea Legal?” başlıklı haber yazısının analizine yer verilecektir.

Orta Doğu ve Afrika’ya hâkim olan savaş, istikrarsızlık ve yoksulluk atmosferi o bölgede yaşayan insanların Avrupa ülkelerine düzensiz olarak girmeye çalışmasına sebep olmakta. Ancak Avrupa’ya yönelik bu göçler her zaman hoş karşılanmıyor. Göçmenler, özellikle Akdeniz ülkeleri tarafından başta botlarının batırılması/denize geri itilmesi olmak üzere çeşitli hukuksuz ve hatta canlarına mal olan birtakım işkence benzeri muamelelere maruz kalmaktadır. Söz konusu haberde, Alman Devlet Televizyonu ve daha çok merkezde (centre) olan DW’nin, göçmen botlarının geri itilmesinin (pushback) hukuki statüsü ile alakalı görece tarafsız bir yazı ele alınmıştır. Ayrıca göçmen botlarına kötü muamele ettiği haberleriyle sıkça gündeme gelen Yunanistan hakkında da değerlendirmelerde bulunulmuştur. İki akademisyen ve bir sahil güvenlik görevlisinin röportajlarını içeren bu haber, sığınmacıların başvuruda bulunabileceği AİHM fotoğrafı ile görsel olarak desteklenmiştir. Haberde uluslararası hukukçu Nele Matz-Lück’e göre “pushback” terimi hukuki anlamından öte politik bir terim olarak karşımıza çıkmakta ve bu durum denizlerde yardıma muhtaç olan kişileri kurtarma yükümlülüğünü ihlal etmektedir. Haberin devamında Hamburg Üniversitesi Uluslararası Deniz Hukuku Profesörü Proelss’in anlatımıyla düzensiz göçmenin Avrupa Birliği sınırları içerisinde yakalanması durumunda direkt geri döndürülmesi yasal olmayıp bu kişinin sığınma başvurusu akabinde başvurusu incelenmeli ve ona göre karar verilmelidir.  Ancak bu durum Avrupa Birliği kara suları içinde yakalanmayan göçmenler için geçerli değildir. Bu nedenledir ki bazı devletler kendi kara sularının bitiminden (12 mil) itibaren gemilerini konuşlandırmakta, böylece göçmenleri kendi karasu sınırlarına girmeden geri gönderme haline hukuki kılıf uydurmakta olduklarını bahsetmektedir. Ayrıca gemi kaptanlarının da gemiyi veya mürettebatı tehlikeye sokmayacak şekilde 1982 Deniz Hukuku’na ilişkin BM Antlaşması ve 1979 Deniz Arama Kurtarmaya İlişkin Konvansiyonu uyarınca yardıma muhtaç kişilere yardım etmesi gerekmektedir. Göçmenlerin bireylerce kurtarılması halinde ne olacağı hususunda ise uluslararası hukuk bağlamında bir cevabının olmadığını söyleyen Proells, bu konuda sığınmacıların hedef ülkeye giderken o ülke tarafından kabul edilmesi gerektiğine dair bir kaide olmadığını ve halihazırdaki hukukun eski/eksik olduğunu, bu yüzden günümüz göç koşullarına kısıtlı şekilde uygulanabileceğini belirtmiştir. Sonuç olarak İtalya veya Yunanistan, özel gemilerce yakalanan göçmenlerin kendi kıyılarına gelmelerini kabul etmek gibi bir zorunluluğa sahip değildir.

Sığınmacıların hukuki olmayan bu uygulamalar karşısında başvurabileceği bir yolun olup olmadığına ilişkin Matz-Lück tarafından verilen cevapta ise bu duruma ilişkin uygulanabilir hukukun, göçmenin sınırlarında yakalandığı ülkenin hukuku olduğunu belirtmiştir. Bu ülkelerin göçmenleri denizden kurtarma meselesinde devlet görevlilerinin halihazırdaki hukuka ve özellikle insan haklarına bağlılığını sağlamakla yükümlü olduğuna dikkat çekmiştir. Göçmen teknelerin geri itilmesi/batırılması gibi aksi durumlarda ise hukuka aykırı davrandığı iddia edilen Yunan sahil güvenlik görevlisine karşı hukuki prosedürün Yunan mahkemeleri nezdinde göçmenlerce yürütülebileceği ve ulusal yargı yollarının tüketilmesi neticesinde AİHM’e başvurulabileceği belirtilmiştir. Bununla birlikte DW’ye konuşan Yunanistan sahil güvenlik güçleri, iddia edilenin aksine göçmenlere karşı herhangi bir hukuksuz muamelede bulunulmadığını ve Yunanistan’ın, ulusal ve uluslararası hukuk çerçevesinde Avrupa sınırlarını Türkiye’den gelebilecek sığınmacı akınına karşı koruduğunu söylemektedir.

28 Nisan 2022 tarihli “EU Border Agency Involved in Hundreds of Refugee Pushbacks”adlı yazısında gelen göçmen akınlarını durdurmak için Avrupalıların “acımasız” taktiklere başvurduğunu kaleme alan İngiltere merkezli The Guardian ise Frontex’in “Avrupa’ya varışı önleyici” geri itme ve batırma işlemleri nedeniyle yüzlerce göçmenin ölümüne yol açtığı başlıklı haberinin hemen altında göçmenlerin Türk kara sularına yüzdüğü fotoğrafı tercih edilmiş. Söz konusu haberde, Frontex’in özellikle Yunanistan’la birlikte göçmenlere karşı işlenen bu tarz suçlara ortaklık ettiği iddialarına yer verilmiş ancak bunların yine Frontex tarafından reddedildiği yazılmış. Göçmenlere karşı bu hukuka aykırı tutuma ilişkin, Lighthouse Reports, Der Spiegel, SRF Rundschau, Republik ve LeMonde gibi organizasyon ve haber sitelerinin bulgularına göre Frontex’in geri itmelerde rolü olduğu ve bu bilgiyi ajansın kendi veri tabanından elde ettikleri belirtilmiş. Habere göre, Frontex’in veri tabanında “Avrupa’ya varışı önleyici” hareketler olarak adlandırılan bu durum ana karaya ayak basmadan yapıldığı gibi kişilerin ana karaya çıkmasına rağmen geri gönderilmesi olarak da karşımıza çıkabilmekte. Söz konusu “pushback” hareketlerinin ege denizinde sistematik hale gelmesi nedeniyle Avrupa Birliği içerisinde Frontex’in Yunanistan’dan çekilmesi ve bu insan hakları ihlallerine daha fazla ortak olmaması gerektiğini düşünen insanların da var olduğu yazılmıştır.  

Anadolu Ajansı’nın 29 Nisan 2022 tarihli “EU Border Agency Head Resigns After Scandal on Illegal Pushbacks: Reports” adlı haberinde Avrupa ülkelerince yapılan hukuka aykırı “pushback”ler nedeniyle Frontex başkanının istifa etmek zorunda kaldığı servis edilmiştir. Yapılan araştırmalar sonucunda tıpkı The Guardian’ın haberinde bahsediliği gibi, Frontex’in illegal “pushback”lerle doğrudan ilintili olduğunun ortaya çıkması ve bu verilerin ajansın kendi veri bankalarından elde edilmiş olduğu bulguları yer almıştır. Üstelik bu durumun Frontex’in başkanı ve diğer kıdemli kişilerce bilinmesine rağmen örtbas edilmeye çalışıldığı habere not düşülmüş. Avrupalıların göçmenlere karşı olan tavrı Anadolu Ajansı tarafından genellikle eleştirel şekilde kaleme alınmaktadır. Bununla birlikte, Türkiye – Yunanistan arasında yer alan siyasi çekişme, göçmenlerle alakalı her haberde olduğu gibi burada da ortaya çıkmış, Yunanistan’ın hukuksuz geri itmelerinin Avrupa ve uluslararası hukuk normlarını ihlal ettiği belirtilmiştir.

Avrupa ülkelerinin mültecilere yönelik özellikle denizden gelen göçmenlere yapılan geri itme/batırma faaliyetlerinin hukuki hiçbir yanı olmadığı, aksine Avrupa kara sularında tespit edilen göçmenlerin sığınma talebinin değerlendirilmeye alınması için ülkeye alınması gerektiği ortadadır. Her ne kadar açık denizlerde yer alan göçmenlerin kurtarılmasına ilişkin uluslararası normlar “tarihi geçmiş” olarak görülse de açık denizdeki göçmenlerin kurtarılması insani ve hukuki bir görev. Buna rağmen Avrupa ülkeleri yukarıda yer alan haberlerden de anlaşılacağı üzere, hukuka aykırı olarak göçmen gemilerini batırmaktan ve geri itmekten vazgeçmemekte ve ulusal/uluslararası hukuku zedelemekte.

Geri İttirme Geri İttirme Geri İttirme Geri İttirme

Kaynakça

Deutsche Welle, (2020, Temmuz 8) “Are pushbacks at sea legal?
https://www.infomigrants.net/en/post/25861/are-pushbacks-at-sea-legal

The Guardian, (2022, Nisan 26) “ Revealed: EU border agency involved in hundreds of refugee pushbacks”
https://www.theguardian.com/global-development/2022/apr/28/revealed-eu-border-agency-involved-in-hundreds-of-refugee-pushbacks

Anadolu Ajansı, (2022, Nisan 30) “EU border agency head resigns after scandal on illegal pushbacks: Reports
https://www.aa.com.tr/en/europe/eu-border-agency-head-resigns-after-scandal-on-illegal pushbacks-reports/2576203

Küresel Eşitsizlikler Sonucunda İtalya’ya Artan Göç

0

Yusuf Kamış
    Göç Çalışmaları Stajyeri

Bu yazı, AP News’in 24 Nisan 2023 tarihli Over 1,000 Migrants Reached Italian Isle; 23 Reported Missingisimli haberinin analizini içermektedir. Yapılan analizde The Guardian ve Euronews kaynaklarına da başvurulmuştur. Habere göre İtalya Sahil Güvenliği tarafından yapılan açıklamada, Tunus’tan kaçak botlarla açılan göçmenlerden 1200’e yakınının İtalya’nın küçük bir adasına ulaşabildiği ve çok sayıda göçmenin ise denizde kaybolduğu bildirildi (D’Emilio, 2023). 

Haber, Tunus’tan 35 teknenin yola çıktığını ve 3 geminin arızalandığını, İtalya Sahil Güvenliği ve Avrupa Sınır Koruma Teşkilatı’nın müdahalede bulunduğunu bildiriyor. Pazar günü 640 göçmenin ise Lampedusa Limanı’na ulaştığı bildiriliyor. İtalya kaynakları ise 34 kişi ve 1 ceset taşıyan bir göçmen teknesine bir Tunus balıkçı teknesinin yardım ettiğini ve İtalyan sahil güvenliğine nakledildiğini belirtti. Göçmenlerden biriyle yapılan röportajda “Eğer Avrupa bizi istemiyorsa, o zaman bizden, Burkina Faso ve diğer ülkelerden kakao ve kahve almamaları gerekir. Hatta Afrika kıtasına giden gemileri engellemeleri gerekiyor çünkü Avrupa’dan Afrika’ya giden gemiler olduğu müddetçe, her zaman Avrupa’ya gitmek isteyen siyahiler de olacak.” sözlerine yer verilmiştir. Konuyla ilgili BBC News Türkçe gazetesinin 25 Temmuz 2022 tarihli “İtalya’ya Ulaşan Göçmenlerin Sayısı 1200’ü Buldu” haberinde hafta sonu İtalya’ya ulaşan göçmenlerin sayısının 1200 olduğu ve o tarihte de göçmenlerin Lampedusa Limanı’nın barınağına götürüldüğü belirtilmiştir. 2022 yılında göç edilen bölgelerin aynı olması ve aynı şekilde barınakların yeteri kadar göçmeni barındıramaması gibi sorunlar hala geçerliliğini koruyor. Ayrıca İtalyan sahil güvenlik ekiplerinin göçmen gemilerine karşı ihmalkarlığı hakkında Euronews’in 8 Haziran 2023 tarihli “İtalya Açıklarında Bin 400 Göçmen Kurtarıldı” haberinde ise hava koşullarını gerekçe göstererek devriyeye çıkmayı reddeden sahil güvenlik ekiplerinin göçmenlerin ölümünde ihmalinin olup olmadığının araştırıldığı belirtilmiştir.

Akdeniz’de göç faaliyetleri konusunda Euronews, 10 Nisan 2023 tarihli “Akdeniz’den İtalya’ya Ulaşan Göçmen Sayısı Geçen Yıla Oranla Üç Kat Arttı; Neden?” haberinde İtalya’ya göçmen sayısındaki artışın sebeplerini sıralamıştır. Hava koşullarının Libya ve Tunus kaçakçılarının çıkışları organize etmek için kolaylaştırdığını belirtmesine ek olarak haberde UNCHR’nin raporuna göre deniz yoluyla gelenlerin yüzde 58’inin Tunus’tan, yüzde 38’inin ise Libya’dan; geçen yıl ise bu oranın yüzde 51’inin Libya’dan ve yüzde 31’inin Tunus’tan olduğunu yazmıştır. Diğer bir sebep olarak da Tunus’un göçmen güzergahlarından biri haline gelmesinin ülkedeki siyasi değişmeler olduğunu ve basında yer alan haberlere göre hükümetin, göçmenlerin suç faaliyetlerine karıştığını iddia etmesiyle Fildişi ve Gine vatandaşlarının ülkeden kaçtıklarını ifade etmiştir. UNCHR’nin kıdemli kamu bilgilendirme görevlisi Federico Fossi, “Geçmişte Libya’nın ana çıkış ülkesi olması, bize Tunus’ta ekonomik kriz ve Sahra altı uyruklulara yönelik baskılar açısından yaşananların etkisi olduğunu gösteriyor.” açıklamasında bulunmuştur (Euronews, 2023). Daha önceki haftalarda Lampedusa Limanı’ndaki göçmenlerin İtalya karasında dağıtıldıktan sonra kapasitesinde azalma yaşanmış ancak tekrar gerçekleşen göç dalgasıyla mevcut kapasitenin aşıldığı belirtilmiştir. Bu sebepten ötürü hükümet yetkilileri, göçmenler için yeni liman bulmak zorunda kalan İtalya’nın çözüm olarak kurtarma gemilerini Kuzey İtalya’ya gönderme kararına karşın kaçak yolculara güvenlik sağlayarak yasadışı göçü teşvik ettiğini ifade ediyor.

The Guardian’ın 8 Kasım 2022 tarihli “İtaly’s Migration Policy is in Breach of International Law, Say Legal Experts” haberi ise İtalya’nın aşırı sağcı hükümetinin anti-göç planını yürürlüğe koyduğunu ve Akdeniz’de kurtarılan göçmenlerin geri gönderilmesini işliyor. Hükümetin başında bulunan Giorgia Meloni, parti lideri olarak geçmişte “Roma’nın göçmenleri geri göndermesi ve göçmenleri kurtaran gemilerin batırılması gerektiğini” söylemişti. Giorgia Meloni’nin neo-faşist kökenlere sahip bir lider olarak görünürde olduğu da haberde ifade edilmiştir (Tondo, 2022). Ayrıca, Euronews’in 27 Şubat 2018 tarihli “İtalya: Göçmen Sorunu Gölgesinde” haberinde aşırı sağcı İtalyan Kardeşler Partisi’nin lideri Giorgia Meloni’nin seçim konuşması fazlasıyla dikkat çekicidir. “100 bin İtalyan gencinin ülkeyi terk ettiğini, onların yerine 180 bin eğitimsiz, yamyam Afrikalının geldiğini” söylemişti ve “ülkelerinde 600 bin yasadışı göçmenin bulunduğunu, ya onları ülkelerine geri gönderilmesini ya da Avrupa’da paylaşılmasını istediğini” belirtmiştir. Giorgia Meloni’nin iktidarından sonra da İtalya’ya göçmen akınının sayısında ciddi artışlar olduğu ifa edilmiştir. İtalya, göçmenlerin çoğunu geri gönderemiyor ve bazı göçmenlerin Kuzey Avrupa’ya gidişi için transit ülke konumuna geldiği de anlaşılmıştır. Üstelik, Avrupa’ya göçmen akınlarının sonucu olarak aşırı sağcı partilerin iktidara gelmesi, İtalya’yı göçmen akınlarını engellemek için insan haklarına aykırı yollara başvurmaya teşvik etmektedir. İtalya’da hükümetin başında hâlâ Giorgia Meloni bulunmakta ve göçmen akınlarını engellemek için hem kaçakçılara hem de yardım gemilerine engel koymaya çalışsa da iyi hayat şartlarında yaşamak isteyen göçmenlerin Tunus, Libya ve Türkiye’den yola çıkarak hayatlarını riske atmaya devam ettikleri ifade edilmektedir.

Sonuç olarak, Akdeniz’deki göçmen faaliyetleri hızla artmaya devam ediyor. İtalya’nın, sığınmacı kabul etmemeye yönelik izlediği politikanın en önemli nedenlerinden birisi göçmenlerin savaştan ya da zulümden kaçmayıp sadece yoksulluktan kurtulmak ve daha iyi hayat şartlarına sahip olmayı istediklerinden ötürü göç talep etmeleridir. İtalya İçişleri Bakanlığı’nın verdiği bilgilere göre, yılın ilk çeyreğinde Tunus’tan 13.000 kişinin İtalya’ya geçmeyi denediği, Sahra Altı Afrika’daki birçok milletten kişinin Avrupa’ya kaçak yollarla giriş yaptığı, 25 Nisan 2023 tarihinde İtalya’ya ulaşanların sayısının 36.600 olduğu ve bu sayı son iki yılın en yüksek seviyesi olduğu ifade edilmektedir. Göçmenlerin göç ettiği ülkeler ile İtalya’nın geri kabul anlaşmasının kısıtlı olmasından dolayı göçmenler uzun süre boyunca yasal bir belirsizlik içinde kaldıklarını ve bundan dolayı Kuzey Avrupa bölgelerine girmeye çalıştıklarını ifade etmekte. Tüm bu haberlerin neticesinde İtalya, ilerleyen yıllarda da göçmenler için hedef ve transit ülke konumunda olmaya devam edebilir. Ayrıca Avrupa’da yükselmeye devam eden aşırı sağ grubun ve halkın göçmenlere karşı düşmanca tavırları, göçmenler için Akdeniz üzerinden yapılan göç hareketi kadar tehlikeli bir durumu da beraberinde getirmekte.

 

Kaynakça

Akdenizden İtalya’ya Ulaşan Göçmenlerin Sayısı Geçen Yıla Oranla Üç Kat Arttı; Neden? (2023, Nisan 10). Euronews.  https://tr.euronews.com/2023/04/10/akdenizden-italyaya-ulasan-gocmen-sayisi-gecen-yila-or anla-uc-kat-artti-neden

D’Emilio, F., (2023, Nisan 24). Over 1,000 Migrants Reached Italian Isle; 23 Reported Missing. AP (Associated Press).
https://apnews.com/article/migrants-lampedusa-italy-tunisia-smugglers-migration-8f76ea2b6628979c706b925244db3d16

İtalya Açıklarında 3 Günde Bin 400 Göçmen Kurtarıldı. (2023, Haziran 8). Euronews. https://tr.euronews.com/2023/06/08/italya-aciklarinda-3-gunde-bin-400-gocmen-kurtarildi

İtalya’ya Bir Günde Ulaşan Göçmenlerin Sayısı 1200’ü Buldu. (2022, Temmuz 25). BBC News Türkçe. https://www.bbc.com/turkce/articles/c72qeg9drvxo 

İtalya: Göçmen Sorunu Gölgesinde Seçimler. (2018, Şubat 27). Euronews. https://tr.euronews.com/my-europe/2018/02/27/italya-gocmen-sorunu-golgesinde-secimler

Tondo, L., (2022, Kasım 8) Italy’s Migration Policy is in Breach of International Law, Say LegalExperts.The Guardian. https://www.theguardian.com/world/2022/nov/08/italy-far-right-government-enacts-anti-migr ation-plan

Çeviri: Arap Körfezi’nin Yeni Milliyetçiliği

Bu yazı, Jon Hoffman’ın 7 Ağustos 2023’te Foreign Policy için kaleme aldığı “The Arab Gulf’s New Nationalism” adlı makalesinden çevrilmiştir. Yazının aslına aşağıdaki bağlantıdan erişebilirsiniz.

The Arab Gulf’s New Nationalism

Riyad ve Abu Dabi’deki hırslı liderler, iktidarlarını sağlamlaştırmak için ulusal kimliklerini yeniden yapılandırıyorlar. Basra Körfezi’nin en güçlü iki Arap Ülkesi Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde (BAE) devlet destekli yeni bir milliyetçilik hızla kök salıyor. Suudi ve BAE hükümetlerinin petrol fiyatlarını yüksek tutma çabası, yerel mega projeler tanıtması, küresel sporlara yönelik girişimleri veya Rusya ve Çin’e erişimlerinin artmasına kadar neredeyse tüm iç ve dış politikalar  bu milliyetçi stratejilerin izlerinde aranabilir. Öncelikli olarak yükselmekte olan genç nüfusa yönelen bu programlar tepeden inme çabalarla milli kimliği ve devlet-toplum ilişkilerini yeniden yapılandırırken halen daha otoriter bir değerlendirmeyle ele alınıyor.  

Bu inisiyatiflerin şimdiden somut etkileri oldu. Suudi Arabistan ve BAE Ortadoğu’nun büyük bölümünü kapsayan hemen hemen her çatışma bölgesine ve jeopolitik fay hattına müdahil oldular ve şu anda bölgede gerilimi azaltma yönündeki hamlelerin ön saflarında yer alıyorlar. Suudi ve BAE başkentleri Riyad ve Abu Dabi’deki hükümetler, ortaya çıkan çok kutuplu küresel düzeni bir gerçeklik olarak kabul ediyor ve genellikle Amerika Birleşik Devletleri’nin itirazlarına rağmen, kısa ve uzun vadede kendi çıkarlarını en iyi şekilde ilerletmek için kendilerini buna göre konumlandırıyorlar.

Bölgedeki güç Körfez’e doğru çekilmeye devam ederken, Suudi Arabistan ve BAE’deki bu yeni milliyetçilik hamlesinin evrimi ve kendilerini yurtdışında yansıtma çabalarının Orta Doğu ve ABD dış politikası için derin sonuçları olacaktır.

Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Salman ve BAE Başkanı Muhammed bin Zayed’in üzerinde kontrol sağlamaya çalıştıkları yeni otoriter temel milliyetçilik. Her iki lider de kendi ülkelerinin tarihindeki tüm yöneticilerden daha fazla güç topladı ve mutlak otoritelerini uzun vadede korumak istiyor.

Ancak üyeler arasındaki ayrılıklar, iklim değişikliğinden petrol sondajına kadar her şeyde iş birliğini zorlaştırmaya devam ediyor.

Bu hedefin merkezinde, hem yerli hem de yabancı kitlelere yönelik kimlik mühendisliği formunda, kendi güçlerini pekiştirmek amacıyla Mohammed bin Salman ve bin Zayed’in ulusal kimlikleri yeniden yapılandırması yer alıyor.

Suudi Arabistan’da Muhammed bin Salman, ulusal kimliği yalnızca dine yapılan vurgudan uzaklaştırmaya ve “Suudi” olmanın ne anlama geldiğine dair yeni bir fikre doğru yönlendirmeye çalışıyor. Modern Suudi devleti kuruluşundan bu yana ortak bir siyasi-dini projeydi. Geleneksel olarak bu, Suudi Arabistan’ı saf bir İslami ütopya olarak tasvir eden anlatılara dayanan dini bir milliyetçiliğe dayanıyordu. İktidardaki Al Saud ailesinin tarihsel olarak meşruiyetini sağlamaya çalıştığı bu vizyondur.

Bunun yerine Muhammed bin Salman, Suudi milliyetçiliğini ülkedeki birincil meşrulaştırıcı ve birleştirici güç yapmak istiyor. Din, Riyad için kritik bir devlet idaresi aracı olmaya devam etse de, İslam bu yeni milliyetçi çabayı desteklemek için yeniden yönlendiriliyor. Bu, Suudi Arabistan’ın resmi tarihini Vahabilikten uzaklaştırma çabaları da dahil olmak üzere, veliaht prensin talimatıyla gerçekleştirilen çeşitli reformlarda en belirgin şekilde görülüyor; kadınların araba kullanmasına, yalnız yaşamasına ve erkek bir vasi olmadan seyahat etmesine izin verilmesi; din polisinin yetkilerinin sınırlandırılması; sinema ve konser gibi halka açık eğlence mekanlarına izin verilmesi; yolsuzlukla mücadele bahanesiyle hükümet yetkililerinin ve kraliyet mensuplarının tasfiyesi; ve rejimin aşırılık yanlısı olarak etiketlediği din adamları ve alimlerin tutuklanması. Ders kitapları ve devlet eğitimi, ülkeyi pan-Arap veya pan-İslami davalardan uzaklaştırırken bu yeni milliyetçi anlatıyı benimsemek için yenilendi.

Riyad ayrıca, bu milliyetçi projeyi güçlendirmenin bir yolu olarak, askeri sembolizmi kullanarak toplumu harekete geçirmek ve ortak bir sadakat ve bağlılık duygusunu beslemek için büyük ölçüde askerileştirmeye yönelirken aynı zamanda savunma harcamalarını da önemli ölçüde arttırdı. 

Birleşik Arap Emirlikleri’nde bin Zayed de ulusal kimliği daha bütünleşik bir “Emirati” olma anlayışına doğru yeniden yapılandırmaya çalışıyor. Şu anda BAE’yi oluşturan yedi emirlik -Abu Dabi, Dubai, Sharjah, Ajman, Fujairah, Umm al-Quwain ve Ras al-Khaimah- 1971’de İngiltere’den bağımsızlığını kazandı; altısı hemen bir federasyon kurdu ve Ras al-Khaimah 1972’de katıldı. Kuruluşunda, BAE başlıca kabile hiyerarşisi tarafından domine edildi ve ulusal kimlik anlamında az bir bilince sahipti.

Başlangıcından itibaren, BAE içindeki ulus inşası, devlet otoritesinin konsolidasyonu ve meşrulaştırılması ile paylaşılan bir kimlik duygusunun oluşturulmasına büyük önem vermişti. Mohammed bin Salman’ın sıfırdan başlama yaklaşımının aksine, bin Zayed sadece ortak bir Emirati kimliği oluşturmakla ilgili bu mevcut çabaları hızlandırırken diğer emirlikler üzerinde Abu Dhabi’de gücünü pekiştirmiş ve devlet otoritesini kendi elinde merkezileştirmiştir.

Paylaşılan bir kimlik duygusunu teşvik etmek için tasarlanmış girişimler arasında 2018 “Zayed Yılı”, çeşitli ulusal müzelerin ve kütüphanelerin tanıtımı ve Ulusal Gün kutlamalarına genişletilmiş bir vurgu bulunmaktadır. Emirliklerdeki eğitim de bin Zayed’in müfredatı ağırlıklı olarak Emirati ulusal kimliğine ve Zeynep Ozgen ve Sharif Ibrahim El Shishtawy Hassan’ın “girişimci, kendi kendine yeten ve başarı odaklı Emirati vatandaşları” olarak tanımladığı bir inşa üzerine odaklamasıyla büyük ölçüde reform edilmeye devam etmektedir.

Muhammed bin Salman’a benzer şekilde, bin Zayed de bu milliyetçi programı desteklemek için askerileştirmeyi kullandı, Birleşik Arap Emirlikleri ordusunu ve şehit düşen askerleri onurlandırmak için Anma Günü (veya “Şehitler Günü”) gibi tatiller getirirken aynı zamanda BAE’nin savunma harcamalarında önemli bir artış ve bölgesel yükselişi gerçekleştirdi. 

Bu artan milliyetçilik için kritik olan, ekonominin önemidir. Muhammed bin Salman ve bin Zayed, ülkelerinin sürdürülebilir, petrol sonrası bir geleceğe yönelik ekonomik yeniden yapılanma girişimlerine nezaret ediyor. Hem Suudi hem de BAE refah devletleri baskı altında, bu da Riyad ve Abu Dhabi’nin sübvansiyonları kesmelerine ve ekonomiye katkıda bulunan, uluslarına sadık “girişimci vatandaşların” gelişimini teşvik etmelerine neden oluyor, böylece bu ülkelerde on yıllardır devlet-toplum ilişkilerini destekleyen sosyal sözleşmeyi değiştiriyorlar.

Riyad ve Abu Dabi’nin yeni 2030 Vizyonu girişimleri, bu yeni hamlenin ekonomik temelleridir ve Suudi Arabistan ile BAE’yi Orta Doğu’nun büyük ekonomik merkezleri ve uluslararası sermaye için kârlı pazarlar olarak kurmayı amaçlamaktadır. Bunu gerçekleştirmek için, her iki ülke de yabancı destek ve yatırım elde etme umuduyla uluslararası imajlarını modernlik, ilerleme ve istikrar şeklinde yansıtıyor. Bunlar, turizmi teşvik etme çabalarını, küresel sporlara yönelme girişimlerini, uluslararası yatırım zirvelerinin düzenlenmesini ve kendilerini sözde ılımlı İslam’ın savunucuları olarak gösteren çeşitli uluslararası dini girişimleri içermektedir.

Ekonomik girişimlere rağmen, petrol geliri Riyad ve Abu Dabi için son derece önemlidir. Mohammed bin Salman ve bin Zayed’in bu milliyetçi planlar için paraya ihtiyacı var ve ekonomileri – özellikle Suudi Arabistan’ınki – büyük ölçüde petrole bağımlıdır.

Suudi Arabistan’da, Vizyon 2030’deki ilerleme, özellikle iki kritik alanda, kötü bir şekilde geriliyor: özel sektör büyümesi ve petrol dışı devlet gelirleri. Suudi Arabistan ekonomisi, yüksek petrol fiyatları sayesinde 2022’de yüzde 8,7 büyüse de – krallığın neredeyse 10 yıldır ilk bütçe fazlasını verdi – Uluslararası Para Fonu, bu büyümenin 2023’te yüzde 1,9’a düşeceğini tahmin ediyor ve bu, büyük dünya ekonomileri arasındaki en hızlı büyüme düşüşü.

BAE’de, devlet vergileri artırmaya devam ederken gençler yüksek işsizlikle karşı karşıya. Riyad’ın devam eden üretim kesintileri ve Suudi Arabistan ile OPEC+ üretim üst sınırları konusunda yaşanan anlaşmazlıklar nedeniyle Abu Dabi’deki hayal kırıklığının kanıtladığı gibi, ekonomik ilerleme gerilerken, yüksek petrol gelirleri öngörülebilir gelecekte kritik olmaya devam edecek.

Bu içe dönük milliyetçilik eğilimleriyle uyumlu olarak, Mohammed bin Salman ve bin Zayed’in Suudi Arabistan’ı ve BAE’yi Orta Doğu’nun jeostratejik manzarasının ön saflarına taşıma çabaları bulunmaktadır.

Riyad ve Abu Dabi, Arap Baharı ayaklanmalarını takip eden kabaca 13 yıl içinde bölgesel karşıdevrime öncülük ederek müttefik otoriter aktörlerin Orta Doğu’da hakim olan statükoya meydan okuyan hareketleri engellemesini destekledi. Muhammed bin Salman ve bin Zayed, 2015 yılında Yemen’de dünyanın en kötü insani krizine ve 377.000’den fazla ölüme neden olan bir askeri harekat başlattı. Ayrıca birlikte, 2017’den 2021’e kadar süren ve iddialara göre ABD tarafından caydırılmadan önce bir askeri operasyon planını da içeren Katar’ın hava, kara ve deniz ablukasına öncülük ettiler.

Riyad ve Abu Dabi, BAE’nin İbrahim Anlaşmalarının bir parçası olarak 2020’de İsrail ile stratejik ilişkilerini de önemli ölçüde genişletti. Suudi Arabistan ve BAE  stratejik varlıklarını da geleneksel operasyon alanlarının dışına, yani Doğu Akdeniz ve Afrika Boynuzu gibi yerlere genişletmeye çalışıyor. Kendilerini ortaya koyma arzusu artık küreselleşti: Hem Muhammed bin Salman hem de bin Zayed, Suudi Arabistan ve BAE’nin Rusya ve Çin ile siyasi, ekonomik ve güvenlik ilişkilerindeki kayda değer büyümeyi takip ettiler.

Riyad ve Abu Dabi, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinde taraf tutmaktan kaçındı; Washington’un itirazına rağmen, petrol üretimi konusunda Moskova ile koordinasyonu sürdürdü ve şimdiye kadar Rusya’ya yaptırım uygulamayı reddettiler. Riyad, Abu Dabi ve Moskova arasındaki güvenlik bağları da, özellikle silah satışı merkezli olarak derinleştirildi.

Çin, Suudi Arabistan ve BAE ile ekonomik ilişkilerini önemli ölçüde artırdı ve Pekin artık hem Riyad hem de Abu Dabi için en büyük ticaret ortağı ve birincil petrol tüketicisi. Suudi Arabistan, BAE ve Çin arasındaki yatırımlar da önemli ölçüde arttı ve gelecekte büyüyecek şekilde konumlandı. Silah satışı ve BAE’de bir Çin askeri tesisi inşaatına yeniden başlandığına dair iddialar gibi  güvenlik bağları da aynı şekilde güçlendi.

Son zamanlarda, Muhammed bin Salman ve bin Zayed, diplomasiyi çıkarlarını ilerletmenin en iyi yolu olarak görmeye başlamış görünüyor. Suudi Arabistan ve BAE, Katar’a yönelik ablukayı sona erdirdi ve Türkiye ile çekişmeli ilişkilerini düzeltiyor; Muhammed bin Salman ve bin Zayed, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı yeniden bölgesel gruba dahil etmeye çalıştılar; Suudi Arabistan, Yemen’de (büyük ölçüde başarısız olan) müzakerelere giriyor; Riyad ve Tahran’ın 2016’da kesilen diplomatik gerilimleri yeniden tesis etmesiyle her iki ülke de İran’la gerilimi azaltıyor. Diplomasiye yönelik bu dönüş, öncelikle, şu anda gerilimi azaltmayı destekleyen değişen yerel, bölgesel ve uluslararası bağlamların bir sonucudur.

Mohammed bin Salman ve bin Zayed ülkelerinde büyük planlarını uygulamaya çalışıyorlar, bu da görece güvenli bir iç ortam gerektiriyor. Suudi Arabistan’ın doğusundaki Abqaiq ve Khurais’teki Aramco tesislerine yönelik 2019 füze saldırıları ve 2022’de Yemen’in Husileri tarafından BAE’ye yönelik füze saldırıları – Riyad ve Abu Dabi’nin ABD’nin yetersiz tepkisi olarak gördüğü şey ile birlikte – Suudi ve Emirati’nin savunmasızlığını ortaya çıkardı. Böyle saldırılar, Riyad ve Abu Dabi’nin yurtdışından yatırım toplamaya çalıştığı hesaba katılırsa uluslararası görünürlüklerini kötü etkilemektedir.

Orta Doğu genelinde karşı-devrimci güçler, otoriter bir dirilişin de gösterdiği gibi büyük ölçüde başarılı oldular ve ayaklanmalardan kaynaklanan yoğun devlet-toplum arasındaki ve jeopolitik alandaki rekabet ve yarattıkları stratejik açılımlar, en azından şimdilik geriledi.

Yemen’de Suudi Arabistan ve BAE, süreçte önemli kaynaklar harcarken Husileri yenme girişimlerinde başarısız oldu. Savaş Riyad’a en yoğun döneminde ayda tahminen 5 ila 6 milyar dolara mal olurken, Husilere silah sağlamak Tahran’a bunun çok azına mal oldu. Bölgesel otoriter statükoyu güvence altına alan ve Yemen’de bir çıkmaza giren Suudi ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin açık saldırganlığı şimdilik durağan hale geldi.

Buna Suudi Arabistan ve BAE’nin güvenlik garantörü ABD, yeni çok kutuplu dünyaya uyum sağlayabilecek tutarlı bir Orta Doğu politikası formüle etmeye çalışırken, Rusya ve Çin’in bölgede genişleyen varlığı da ekleniyor. Muhammed bin Salman ve bin Zayed, bölgede ve küresel olarak çok kutupluluğun geri dönüşünü yönlendirmeye çalışırken, her şeyden önce büyük güç siyasetine sıfır toplamlı bir yaklaşım benimsemekten kaçınıyorlar, bunun yerine yalnızca kendi çıkarları için en iyi nasıl ilerleyecekleri perspektifinden bakıyorlar.

Bu milliyetçi eksenler, Suudi Arabistan ve BAE’deki yönetici elitlerin değişen yerel, bölgesel ve uluslararası bağlamlara yanıt verme arayışının ürünü. Yine de, bu girişimler aşağıdan gelen meydan okumalara, eski ve yeni bölgesel fay hatlarına ve değişen dünya düzenine duyarlı olmaya devam ediyor.

Muhammed bin Salman ve bin Zayed ülkelerinde milliyetçi projelerinin başarısını ve otoriter temellerinin yeniden formüle edilmesini varoluşsal olarak görüyorlar. Kişisel diktatörlük yönetiminin yeni ve sürdürülebilir bir temelini inşa etme arzusu, Suudi Arabistan ve BAE içindeki politikaların ve toplumun artan bir şekilde güvenlikleştirilmesine neden oluyor. Muhammed bin Salman ve bin Zayed, politikalarını eleştirenleri susturmak için hâlâ büyük ölçüde şiddetli baskıya bel bağlıyorlar. Bu milliyetçi stratejilerin başarısı etrafındaki bahisler arttıkça baskının artması muhtemel görünüyor.

Gelecek açısından kritik olan, hükümetlerin ekonomik başarı vaatlerini yerine getirip getiremeyecekleri ve Muhammed bin Salman ile bin Zayed’in kendilerini ülke içinde ulusal çıkarların en iyi garantörü olarak gösterip gösteremeyecekleri. Yoğun milliyetçilik, devletin kontrolünün ötesinde güçler -son derece otoriter olanlar bile- kolayca oluşturabilir ve Muhammed bin Salman ile bin Zayed bunu gerçekleştiremezlerse, aktif olarak cesaretlendirdikleri milliyetçi güçlerin ta kendisi tarafından hedef alınma riskiyle karşı karşıya kalırlar.

Ayrıca gerilimi azaltma yönündeki mevcut bölgesel eğilime rağmen, Suudi Arabistan, BAE ve bölgesel rakipleri arasındaki temel güvensizlik ve jeopolitik gerilimler ortadan kalkmadı ve kolayca yeniden alevlendirilebilir. Bu çatışmalar en iyi şekilde “dondurulmuş” olarak düşünülmeli ve şu anda yerel, bölgesel ve uluslararası bağlamlar gerilimi azaltmayı destekler nitelikte. Ancak bu tür bağlamlar, Riyad ve Abu Dabi’deki hırslı yöneticilerin stratejik hesapları gibi hızla değişebilir.

Milliyetçiliğe yönelik bu sert dönüşler  krizlerin tırmanma riskini de beraberinde getiriyor. Çatışan çıkarlar, eski rekabetleri kolayca yeniden alevlendirebilir veya çatışma potansiyeli olan yeni fay hatları yaratabilir. Hem Muhammed bin Salman hem de bin Zayed kendilerini Körfez’de ve daha genel olarak Orta Doğu’da baskın aktörler olarak kabul ettirmeye çalıştıkça, Suudi Arabistan ile BAE arasındaki rekabet halindeki milliyetçilikler giderek daha fazla kamuoyuna açık hale geldi. Yemen ve Sudan gibi yerlerde yabancı yatırım, petrol üretimi ve stratejik kaygılar konusundaki rekabet, Riyad ile Abu Dabi arasındaki uçurumu derinleştirdi.

Amerika Birleşik Devletleri’nin bu tür gelişmelere nasıl tepki vereceği kritik olacaktır.

Amerika Birleşik Devletleri, Suudi Arabistan ve BAE arasında farklılaşan hedefler, Washington’ın Riyad ve Abu Dabi’ye yönelik sürdürdüğü “boş çek” politikalarının sorgulanmasını gerektiriyor.

Mohammed bin Salman ve bin Zayed içeride otoriter kuralları yeniden yapılandırma ve kendi etkilerini yurtdışında yansıtma çabası içindeyken ve bu hedeflerden hiçbiri Amerika Birleşik Devletleri için faydalı değilken, Amerika Birleşik Devletleri neden güvenliklerini sübvansiyon etmeye devam etsin?

Ancak Biden yönetimi, Suudi Arabistan ve BAE politikalarında kararlı görünüyor ve değişen bölgesel ve uluslararası bağlamları tanımada başarısız oluyor. Biden’ın, Riyad’ın Kudüs ile ilişkilerini normalleştirmesi karşılığında Suudi Arabistan ile karşılıklı bir güvenlik paktı imzalamayı düşündüğü belirtiliyor. Bu, Washington’ın Temmuz 2022’de BAE’ye resmi bir savunma anlaşması taslağı sunduğuna dair benzer raporları takip ediyor.

Biden yönetimi yeni gerçeklere adapte olmak yerine, çıkarlarını veya değerlerini paylaşmayan hırslı otokratlar için güvenlik garantörü olarak Amerika Birleşik Devletleri’ni tuzağa düşürme riski taşıyor.

 

Arap Körfezi Arap Körfezi Arap Körfezi Arap Körfezi Arap Körfezi Arap Körfezi Arap Körfezi BAE ABE BAE BAE BAE